Kültür Sanat Edebiyat Şiir

osmanlı imparatorluğu sizce ne demek, osmanlı imparatorluğu size neyi çağrıştırıyor?

osmanlı imparatorluğu terimi Muhammed Tuncer tarafından tarihinde eklendi

  • F
    F

    16.yüzyıldan itibaren mali zorluklarla karşı karşıya kalan Osmanlı hükümeti, 18.yüzyılda ortaya çıkan Avrupa’dan borç alma önerilerinin günah sayılması eleştirileri karşısında bu yola başvurmadı. Yeniçeri ordusunun tasfiyesinden hemen sonra (1826) , Avrupa finans kesimleri borç para vermek için kapıyı çalmaya başladılar. Kırım Savaşı(1854) ’nın hemen sonrasında, savaşa Osmanlı’nın müttefiki olarak katılan İngiltere ve Fransa’dan İLK DIŞ BORÇ alındı. Londra ve Paris borsalarında 3.3 milyon sterlinlik tahvil satan Osmanlı hükümeti ilk borçlanmasını gerçekleştirdi.

  • Gülçin Yilmaz
    Gülçin Yilmaz

    nereden nereye...

    nereden nereye...

  • F
    F

    Resat Ekrem Koçu'nun “tarihimizde garip vakalar” kitabinda belirttigine gore; Padişahları bütün müslümanlar'ın halifesi oldukları halde, hacca gitmemiştir.

    Bunun yerine, Yavuz Sultan Selim'den sonra, Osmanli Padisahlarinin saç ve sakal tirasi olduktan sonra kesilen kıllari itina ile toplanir, bir altın legen icinde gülsuyu ile yıkanır ve özel bir çekmecede biriktirilirmiş. Hac zamani geldiginde, istanbul'dan yola cikan Hac kafilesine teslim edilerek Hz. peygamber'in kabri civarinda bir yere defnedilirmiş.

  • F
    F

    Padişahları:
    1. i. osman (osman bey) (1299-1324/26)
    2. orhan (orhan bey) (1324/26-1360)
    3. i. murad (murat hudavendigar) (1360-1389)
    4. i. bayezid (yildirim beyazit) (1389-1402)
    5. i. mehmed (celebi mehmet) (1413-1421)
    6. ii. murad (sultan murad ii) (1421-1444 / 1446-1451)
    7. ii. mehmed (fatih sultan mehmet) (1444-1446 / 1452-1481)
    8. ii. bayezid (beyazit ii) (1481-1512)
    9. i. selim (yavuz sultan selim) (1512-1520)
    10. i. süleyman (kanuni sultan suleyman) (1520-1566)
    11. ii. selim (sarı) (1566-1574)
    12. iii. murad (1574-1595)
    13. iii. mehmed (1595-1603)
    14. i. ahmed (1603-1617)
    15. i mustafa (1617-1618)
    16. ii. osman (genç) (1618-1622)
    17. i. mustfa (yeniden) (1622-1623)
    18. iv. murad (1623-1640)
    19. ibrahim (1640-1648)
    20. iv. mehmed (avcı) (1648-1687)
    21. ii. süleyman (1687-1691)
    22. ii. ahmed (1691-1695)
    23. ii. mustafa (1695-1703)
    24. iii. ahmed (1703-1730)
    25. i. mahmud (1730-1754)
    26. iii.osman (1754-1757)
    27. iii. mustafa (1757-1774)
    28. i. abdülhamid (1774-1789)
    29. iii. selim (1789-1807)
    30. iv. mustafa (1807-1808)
    31. ii. mahmud (1808-1839)
    32. abdülmecid (1839-1861)
    33. abdülaziz (1861-1876)
    34. v. murad (1876 mayıs - 1876 ağustos)
    35. ii. abdülhamit (ikinci abdulhamit) (1876 - 1909)
    36. v. mehmed (1909-1918)
    37. vi. mehmed (1918-1922)

  • F
    F

    Osmanlı İmparatorluğu yayılmacı/emperyalist bir imparatorluktur.Lakin ele geçirdiği yerlere Anadolu'dan getirdiği müslüman Türk'leri yerleştirmiş ama ele geçirdiği yerlerdeki halkı asimile etmekte başarılı olamamıştır.

  • F
    F

    Padişahlarının ortalama ömrü 56 yıldır.

  • Ali Muzaffer
    Ali Muzaffer

    Kanuni Sultan Süleyman, 1389 yılında Kosova Savaşı ile fethedilen Arnavutluğa bağlı, Belgrad Bölgesi’nde yaşayan halkın haklarının korunması için, 1558 yılında Belgrad Kadısı’na gönderdiği 'İnsan Hakları Fermanı' nda şöyle buyurmaktadır:

    Devlet askerleri (Sipahiler) , biçilmeyip el ile yolunan ottan zorla vergi alırlar imiş, kaldırdım. Askerler, ev yakınında bulunan bağ, bahçe ve bostanlardan yemeklik için üretim yapanlardan para almak isterler imiş, almasınlar, yasakladım. Boş yerlere tarla açanlardan, ihya edenlerden vergi alınmasın. Nehir üzerlerindeki dolap ve karaca değirmenler, yeni yapılmış olsalar dahi fazla vergi alınmasın. Askerler, tarla ürünlerini satmak için, halka pazar yerine götürmelerini isterler imiş, pazara götürülmesin, teklif dahi edilmesin. Askerler ‘boyunduruk hakkı’ diye vergi almasınlar. Askerler savaşa gitseler, geride kalan mallarını köy halkından güvenilir adamlar korusunlar. Yeni evlenen yeniçerilerden ‘gerdek hakkı' diye vergi alınır imiş, bundan böyle alınmasın. Savaş esnasında bile askerler eve girip arı kovanlarına dokunmasınlar. Ve yerleştiği yerde, evleri önünde, sancakları altında kendi geçimleri için ürettikleri arı kovanından dahi vergi alırlar imiş. Onu dahi göresin. Başka kovanlık olmayıp, evleri yanında ve sancakları altında olan kovandan dahi vergi aldırmayasın. Kovan hakkı bahanesi ile askerler savaş esnasında bile bu bahaneyle evlere girmekten men eylensin. Bu husus için şikayet ettirmeyesin.

  • F
    F

    Adı Türkçe olan tek osmanli padişahı Orhan Gazi' dir. Yavuz da türkçe isim olmasına rağmen, yavuz sultan selim' in adı Selim' dir. Yavuz, sonradan yapılan yakıştırmadır.

  • F
    F

    içinde 72 milleten insan barındırdığı için çökmesi çok doğal olan imparatorluk.

  • Ahmed Çetin
    Ahmed Çetin

    Nizâmı âlem için öz kardeşini hatta evlâdını katletmekten çekinmeyen...
    Vatanının bir köşesinde bir kuş incinse nüzûla uğrayan.
    Size Muhtacız...

  • Tarhan Tekelioglu
    Tarhan Tekelioglu

    osmanli imparatorlugu olmasaydi bu günkü sorunlarimizin hic ibirini yasamazdik kesinlikle.. ne kürt sorunu, ne balkan sorunu, ne istanbul bogazlar sorunu, ne izmir belediye secimleri, ne bursali isadami cavit caglarin yolsuzluk sorunu...
    gercekten bu günkü sorunlarimizin bir cok kaynagi osmanli...
    yani gercekten diyorum kardesim, saka degil, dalga degil...

    osmanli olmasaydi bu gün dünyada belki almanyada türk iscileri gibi bir sorun bile olmayacakti...
    sibel kekilli olayiinin ardinda da aslinda osmanli var...

    osmanli olmasaydi, bizans tekfúrlari vs.. güclenip huysuz dedelerimizi, irticaci herifleri, dinci yobazlari turan köylerine kadar sürerlerdi.. onlar da oraya varinca akillari suya ererdi, yahuu basimiza ne geldiyse bu batida rastladigimiz yeni dinden geldi, eski turan köylerinde yasayip durdugumuzz samanizmin suyu mu cikmisti derlerdi ve de tekrarsamanizme dönerler, yazlari steplerde kislar bilmem hangi cehennemde oldukca hayvansaever duygularlarla hayvancilikla gecimlerini saglarlar, dünya insanlik tarihine de hayvanseverlikleriyle örnek olurlar, hatta yogurt gibi her gün icenleri 120 küsur sene yasatan saglikli bir icecegin dünyaya hediye edicisi bir irk olarak da bunun onurunu bin yillarca kusaktan kusaga aktarirlar mutlu mesut yasar gidelerdi..
    onlar ererlerdi muratlarina,
    biz de cikardik kerevetlerine..

    amma velakin su irticaci osman ve veletleri yok mu! ! !

  • F
    F

    Osmanlı da hiç mi güzel şeyler olmamıştır.Elbette olmuştur.Bugün ABD ye gittiğinizde de güzel şeyler görebilirsiniz.Kötü olan Osmanlı devletinin yönetim şeklidir.Yayılmacı ve saldırgan bir devletti Osmanlı...Balkanları alayım, Viyanayı alayım, Kırımı alayım, Yemeni alayım diye diye tüm dünyayı ele geçirme ve tüm insanları yönetme arzusu, hırsı batırmıştır Osmanlı'yı...

  • Ebubekir Korucu
    Ebubekir Korucu

    ecdadına nefretle,kinle bakan ecdadına tarafsız nasıl bakabilir ki?
    ama sen ecdadına nefretle bakadur yabancı yazarlar osmanlı imparatorluğundan hiç de nefretle bahsetmiyorlar! ....

    acaba onlar mı kandırılmış yoksa ecdadına nefretle bakanlar mı?
    yabancı bir millet için,ecdadının kurmadığı bir imparatorluk için bir batılı yazar neden 'UFUKLARIN EFENDİSİ OSMANLI' isimli bir kitap yazıyor?
    hiç düşündünüz mü?

  • Aram Celil Kaya
    Aram Celil Kaya

    Ortaçağ'ın Amerika'sı..

  • Adam Hamis
    Adam Hamis

    Türklüğünü unutmuş, zorbalıkla yani kılıç zoruyla ele geçirdiği ülkelere bile sahip olamamış, din yoğun olduğu için, bilimsel gelişmeye uzak kalmış, doğacak şehzade Türk olmasın diye harem e Türk kadın sokmamış, ilkesiz, bilimsiz, zevk sefa düşkünü ucubik padişahlar imparatorluğu.

    Bugün Türkiye Cumhuriyeti olarak ulusal ve uluslararası konularda ne tür bir sorun yaşıyorsak temelini osmanlı denen ucubik imparatorluktan almaktadır.

    Sayalım. Ulusal: Kürtçülük ce diğer etnik sorunlar, ekonomik sorunlar, bilimsel sorunlar, dinsel yobazlık, sanayileşme, eğitim vs. vs. Uluslararası: Irak, Kıbrıs, Balkanlar, Yunanistan, Petrol vs.vs

  • F
    F

    padişahlar, kim kimin annesi:
    > 1.Murat’In annesi Bizanslı Horofira yani Nilüfer hatun.....
    > Yıldırım Bayezid’in annesi Bulgar Marya yani Gülçiçek hatun.....
    > Çelebi Mehmet’in annesi Bulgar Olga hatun...
    > 2.Murat’ın annesi Veronika,
    > Fatih sultan’ın annesi Sırp Despina yani Hüma hatun,
    > 2.Bayezid’in annesi Kornelya,
    > Yavuz Selim’in annesi; ayşe takma adlı pontuslu bir rum.
    > Kanuninin annesi; Polonya yahudisi Helga yani hafza hatun,
    > Sarı yada sarhoş Selim adlı padişah’In annesi Yahudi kızı Roksalan yaniHürrem sultan;
    > 3.Murat ‘ın annesi Yahudi Raşel yani Nurbanu sultan,
    > 3.Mehmet’in annesiVenedikli Bafo yani Safiye sultan;
    > 1.Ahmet’in annesiYunan helen yani Handan sultan;
    > Genç Osman’ın annesi; Sırp Evdoksiya yani Mahfiruz sultan,
    > 4.Murat’ın annesi; Sırp Anastasya yani Mahpeyker sultan,
    > 4. Mehmet’in annesi; Rus Nadya yani Turhan sultan,
    > 2.Süleyman’ın annesi Sırp katrin yani Dilaşüb hatun,
    > 2.Ahmet’in annesi Polonya yahudisi Eva yani Hatice sultan,
    > 2.Mustafa’nın annesi; Rum Evemia yani Emetullah sultan,
    > 3.Ahmet’in annesi; 2.Mustafa ile aynı anneden,
    > 1.Mahmut’un annesi; Aleksandra yani Saliha sultan,
    > 3.Osman’ın annesi; Sırp Mari yani Şehsüvar sultan,
    > 3.Mustafa’nın annesi; Fransız Janet yani Mihrişah sultan,
    > 1.Abdülhamit’in annesi; Fransız İda yaniŞermi sultan
    > 3.Selim’in annesi; Cenevizli Agnes yani Mihrişah sultan,
    > 4.Mustafa’nın annesi; Bulgar Sonya yani Sineperver sultan,
    > 2.Mahmut’un annesi; Fransız Rivery yani Nakşidil sultan,
    > 1.Abdülmecit’in annesi; Rus yahudisi Suzi yani bezmi alem valide sultan,
    > Abdülaziz’in annesi Roman Besime yani Pertevniyal sultan,
    > 5.Murat’In annesi Fransız Vilma yani Şevkefza sultan,
    > 2.Abdülhamit’in annesi; Ermeni Virjin yani Tirimüjgan sultan,
    > Mehmet Reşat’ın annesi; Arnavut sofi yani Gülcemal sultan
    > Mehmet Vahdettin’in annesi Çerkes Henriet yani Gülistan sultan

  • F
    F

    aklıma aile içi cinayetler, boğdurtmalar geliyor:
    1- Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Bey, babası Ertuğrul Bey ölünce, Kayı aşiretinin başına geçmek isteyen amcası Dündar Bey’i öldürdü. Tarih:1298

    2- I.Murat, oğlu Savcıbey’in önce kızgın demirle gözlerini oydurdu, sonra da,astırdı. Tarih:1385. Ayrıca iki de kardeşini öldürdü, Halil ve İbrahim’i. Tarih:1361

    3- I.Beyazıt, Kosova Savaşı’nda babası I.Murat öldürülünce, o sırada savaşmakta olan kardeşi Şehzade Yakup’u hemen öldürdü. Tarih:1204

    4- I.Mehmet, kardeşi İsa Çelebi’yi boğdurttu. O sırada bir başka kardeşi Musa Çelebi de, ağabeyi Süleyman Çelebi’yi boğdurtmuştu. Sonunda I.Mehmet, kardeşi Musa Çelebi’yi de yenerek tahta çıktı. Tarih:1413

    5- II. Murat, küçük kardeşi Şehzade Mustafa’yı boğdurttu. Öteki kardeşlerinin sadece kızgın demirle gözlerini çıkardı. Tarih:1421

    6- II.Mehmet, 2 yaşındaki kardeşi Şehzade Ahmet’i boğdurttu. Tarih:1444

    7- I.Selim, kardeşi Şehzade Korkut’la Şehzade Ahmet’i ve 3 de yeğenini boğdurttu. Tarih:1512

    8- I.Süleyman, büyük amcası Cem Sultan’ın oğluyla torunlarını boğdurttu. Tarih:1522. Kendi oğlu Şehzade Mustafa ile Şehzade Beyazıt’ı da boğdurttu. Ayrıca Şehzade Beyazıt’tan olma torunlarını da boğdurttu. Tarih:1553

    9- III.Murat, 5 kardeşini boğdurttu. Tarih:1574

    10- III.Mehmet, 19 kardeşini boğdurttu. Tarih:1566. Bir de oğlu Şehzade Mahmut’u boğdurttu.

    11- II.Osman, kardeşi Şehzade Mehmet’i boğdurttu. Tarih:1621

    12- II.Mahmut, tahttan indirilen kardeşi Sultan IV.Mustafa’yı boğdurttu. Tarih:1808

  • Ahmed Çetin
    Ahmed Çetin

    Allah Allah eyvallah

    Başuryan, sine püryan, kılıç al kan!

    Bu meydanda nice başlar kesilir hiç olmaz soran!

    Eyvallah! Eyvallah!

    Kahrımız, kılıcımız düşmana ziyan!

    Kulluğumuz Padişaha ayan.

    Üçler, Yediler, Kırklar!

    Gülbanki Muhammedi, Nur-i Nebi, keremi Ali!

    Pirimiz hünkarımız Hacı Bektaşî Veli

    Demine devranına hu diyelim!

    Huuuuuuuuuuu!

  • Ebubekir Korucu
    Ebubekir Korucu

    PREVEZE DENİZ SAVAŞI
    ve BARBAROS HAYRETTİN PAŞA

    Andrea Dorya yaptığı hesaplamaların sonunda görüyor ki; o mevsimde kendisi rüzgarı arkadan alacak, mutlaka Osmanlı donanmasını perişan edecek. Andrea Dorya'nın gemileri Osmanlı'nın 3 katı. Askeri de bununla paralel olarak gene 3 katı; ama Andrea Dorya sinirli, Andrea Dorya zaferden emin degil, huzursuz.

    Osmanlı'yı tanımayanlar ona diyorlar ki;
    -Neden bu kadar huzursuzsun? Onların 3 katı askerin var. Rüzgarı da arkadan alacağın kesin. Gemilerin de yüksek bordalı. Onları duman edersin.

    Andrea Dorya;

    -Beni düşündüren bir husus var. Onlar Osmanlı, ölüme koşuyorlar, bunu anlayamıyorum. Şehit olmak diye bir şeyden bahsediyorlar. Herkes savaşta ölmeye koşuyor. Bizim aramızda böyle insanlar yok.

    Savaş başlıyor. Sabahleyin rüzgarı arkadan alan Andrea Dorya'nın donanması, Osmanlı donanmasını perişan ediyor. Çok şehit veriyoruz; ama öğleden sonra herşey değişiyor. Bu sefer Osmanlı donanması rüzgarı arkadan almaya başlıyor ve ortalık kararana kadar Andrea Dorya'nın işi bitiriliyor. Osmanlı donanması galip geliyor. Acaba Osmanlı nasıl galip gelmişti biliyor musunuz?

    Barbaros Hayrettin Paşa sabaha kadar uyumamış ve Allahû Tealâ'ya, Allah'ın bir evliyası olarak demiş ki: 'Ya Rabbi! Ben i'lay-ı kelimetullah için savaş veriyorum. Şanım artsın diye, onları öldüreyim diye, onlara hakim olayım diye değil. Onlara adalet götüreyim diye savaş veriyorum. Böyle olup olmadığını sen benden daha iyi bilirsin. Eğer öyle değilse benim emanetimi al, öyleysem bana yardım et.'

    Allahû Tealâ Barbaros Hayrettin Paşa'ya buyurdu ki: 'Gemilerin bordasına 'Allah rüzgarları dilediği zaman başka istikametlerden estirir' âyetini yaz.'.

    Bütün donanma gemilerine, bütün donanmaya yazıldı. O gece şafak sökmeden evvel, savaş başlamadan evvel bütün donanmaya yazıldı. 'Allah rüzgarları dilediği zaman başka istikametlerden estirir.' Öğlene kadar tabiat hükmünü inzal etti. Andrea Dorya'nın donanması rüzgarı arkadan aldı, saldırısını tamamladı ve çok şehit verdik. Çok insan Allah'ın yanında en mümtaz yerini aldı şehit olarak; ama öğlenden sonra Allahû Tealâ Barbaros Hayrettin Paşa'ya verdiği sözü tuttu ve rüzgar Osmanlı donanmasının arkasından gelmeye başladı. Bunun neticesi de Osmanlı'nın zaferi kazanmasıydı.

    kaynak:http://64.185.226.168/webs/osm/osm_hikayeler.shtml

  • İch Bins
    İch Bins

    1299-1923 yilllari arasinda varligini sürdürmüs bir devlet. son 300 yilda parcalanmaya baslamis ve en son parcasi da türkiye...

  • Resul Cengiz
    Resul Cengiz

    Bu çoğrafyada osmanlı kadar ayakta duran dünyada bir başka devlet daha gelmedi...

  • Reyhan Türk
    Reyhan Türk

    Osmanlı tarihin gördüğü en büyük uygarlıklardan birisi ve dönemsel olarak ele alındığında en güçlü devlet.

  • Ebubekir Korucu
    Ebubekir Korucu

    YENİÇERİ OCAĞI
    Yeniçeri Ocağı nedir?

    Yeniçeri, Hristiyan tebandan devşirilmiş askerdir.1. Murat'ın veziri âzam Çandarlı Hayrettin Paşa'nın yardımıyla kurduğu bu sistem de, devlet kendi Hrıstiyan tebasından ve bazen eline düşen harp esirlerinden bazı çocuklara el koyuyordu. Acemi Oğlanı denilen bu çocuklar, önce bir tür köylü ailesinin yanına veriliyordu. Orada Türkçe öğreniyor, Müslüman dininin, Türk terbiyesinin icablarına göre yetiştiriliyordu. Devşirilir devşirilmez sünnet edilip, kendilerine bir müslüman adı veriliyordu. Sonra acemi oğlanların kışlalarında, askeri terbiyeleri başlıyordu. Emekli oluncaya kadar evlenmeleri, şehirde oturmaları yasaktı. Kışlalarda yaşarlardı. İstidat ve kabiliyet gösterenler subay ve general olurlardı.
    Hristiyan çocuklarını, Müslüman ve Türk yapıp Hristiyanlara karşı dövüştürülmesi, Avrupalı muhayyilesini çok meşkul etmiştir.


    'Çeri' Türkçe'de asker demektir. Asker kelimesi Arapçadan gelir.1. Murat, yeni bir sınıf ihdas ettiği, kendisine babadan kalan yaya (piyade) ve atlı (süvari) yanında yeni bir asker sınfı ortaya çıkardığı için, bu zümreye 'Yeniçeri' denilmiştir.


    Yeniocağı Teşkilatının ana çizgileri:


    Ocağın büyük bir kısmı İstanbul'daki kışlalarda yaşarlardı. Büyük merkezlerde yeniçeriler vardı. Kumandan ' Yeniçeri Ağası' idi. ' Orta' denilen taburlara ayrılmışlardı. Bütün ortalar birleşip ocağı meydana getirilerdi. Büyük taşra şehirlerde yeniçeri birlikleri, İstanbul'da ki belirli ortalardan alınmış er ve subaylardan müteşekkildir. Yani bunların asıl bağlı oldukları yer, İstanbul'daki ortalardır. Yeniçeri ağası, Divan-ı Hümayum üyesi, yani bakandır. Daima askerdir. Amiri sadrazamdır. Sadrazamla Yeniçeri Ağası arasında başka bir kumandan kademesi yoktur. Ocağın herşeyinden sorumlu ve bu sorumluluğun tabii neticesi olarak ocak üzerinde her türlü yetkiyi sahipti. Padişah bir numaralı yeniçeri sayılırdı.


    Yeniçeri sancakları:


    Her ortanın kendi sembolünü taşıyan flamalar vardı. Her ortaya bir sancak verilirdi. Seferde bu sancak, o ortada kumandanın çadırının önüne torağa saplanırdı.
    'Azam Bayrağı' denilen sancak ise, beyaz atlastan muazzam bir şeydi.
    Seferde Yeniçeri Ağası'nın önüne dikilirdi. O İstanbul'da ise, Sekbanbaşının ortağının önüne dikilirdi. Üzerine altın sırma ile Fetih âyet-i kerimesi işlenmiştir:

    'inna fetehnâ leke mübina ve yansureke'ıllahu nasren azizâ'


    Büyük sancağın beyaz olması, ocağın sünni ve sünni'liğin şampiyonu olduğunu gösteriyordu.


    Yeniçeri unvanları ve sanatları


    Yeniçeri generallerine, albaylarına ve daha bazı subaylara 'Ağa' denilirdi. Büyük ünvandı ve mutlak 'Ağalar' şeklinde kullanılırdı. Yeniçeri Generalleri ile diğer Kapıkulu Ocakları Generalleri anlaşılırdı. Hatta 'Ağavat hazarâttı' denilirdi.
    Yeniçerilerin bektaşi tarikani girmesi çok yaygın bir gelenekti. Ocağa 'Hacı Bektaş Ocağı' denilirdi. Ocağın Hacı Bektaş Veli tarafından kurulduğu sanılır. Ancak mevlevi, havleti, nakşi melâmi olan yeniçeriler de vardır.


    KAYNAK.65.122.110.233/webs/osm/index.html

  • Ebubekir Korucu
    Ebubekir Korucu

    OSMANLI ASKERİ SİSTEMİNE HAYRAN OLAN DİĞER MİLLETLERİN İBRET DOLU SÖZLERİ

    Yılmaz Öztuna'nın Büyük Türkiye Tarihi kitabının 9. cildinden alınmıştır.

    ORDU-ASKER

    Sayfa 324

    · Mareşel Montecuccoli, bir çok Batı diline çevrilerek klasik olmuş tâbiye kitabında Türk ordusunu şöyle anlatıyor:

    '...Osmanlı Devleti o derecede kudretli ve kuvvetli bir imparatorluktur ki, hesapsız sayıda, mükemmel eğitim görmüş askerlerden müteşekkil ordusu, her an harbe hazırdır. İstenildiği anda yürüyüşe geçebilen bu ordu, her zaman emre âmâdedir. Ordunun yürüyüşe başladığını daha düşman öğrenmeden Türk ordusu, muharebe sahasına girmiştir.1660 yılında gemilere manda ve öküzleri koşup Tuna yoluyla Belgrat'a, Osiyek'e, Budapeşte'ye Türkler'in çektirdikleri gemiler ve taşıdıkları yiyecek ve ağırlıklar tarif edilemez, akıl almaz. Gerek ordu yürüyüşünü, gerekse ağırlık naklini Osmanlılar, bütün hileleri kullanarak saklarlar. Düşman casuslarına daima ters hedef verirler. Her seferindeki hileleri de bir öncekinden farklıdır. Nitekim herkesi Venedik seferi yapacaklarına inandırıp birden Transilvanya'da görünen Türk ordusu, şaşkınlık yaratmıştır. Malta'ya gideceklerini yayıp Girit'e sefer etmeleri de böyledir. Savaştan çok önce vaktiyle tedarik görmek, Romalılar'da usul ve kaide idi. Osmanlılar, zuhurlarından bu ana kadar Romalı'ların bu usul ve kaidesini aynen tatbik etmişlerdir. Osmanlılar ordusundaki her çeşit san'at erbâbı işçinin sayısı, şaşılacak kadar çoktur. Kılavuzları ve casusları da çoktur. Ordunun büyük ağırlıkları ve topları bulunduğu için nakliyeye ehemmiyet verilir. Diğer milletlerin tahammül edemedikleri, tâkat getiremedikleri meşakkatlere Türk ordusu alışıktır. Çok iyi siper ve tabya yaparlar. Ordunun yürüyüşü fevkalâde sür'atlidir. Bizde 'Türk'e ayak kurşundan ve el demirdendir.' atasözü meşhurdur. Türk askeri cesurdur. (krş. Cevdet, I,92-3)

    Sayfa 325

    · Grenard Grenard, şevket devri Türk ordusunu şöyle anlatır:

    'Muharebe meydanında Türk askeri ölür teslim olmazdı. İlk çağırma emrine daima hazırdı. Her nefer yüzbaşısını tanırdı. Her nefer kumandanının kendisinden önce yığınak yerinde bulunacağından emindi ve ona göre davranırdı. Bu sûretle en kısa zaman içinde Sultan'ın emrinde çok tecrübeli, iyi silahlandırılmış, iyi atlandırılmış, iyi kumanda edilen, sayı bakımından olduğu kadar kalite bakımından da üstün bir ordu âmâde olurdu. Topçuya çok hususî bir ihtimam gösterilirdi. Top sayesindedir ki II. Mehmet İstanbul'u almıştı. Top sayesindedir ki Osmanlılar başlıca zaferlerini kazanmışlardı. Top boldu, çeşitliydi, iyi imal edilmişti ve kullanılmasını fevkalâde iyi bilen ellerdeydi. Bilhassa ağır Türk topları, dehşet vericilikleriyle meşhurdu. XVII. asırda bile dünyanın en iyi topu ve topçusu Türk ordusundaydı.

    Yardımcı sınıflar iyi yetiştirilmişti: Cebeciler, demirciler, nakliyeciler ve her türlü yardımcı sınıf. Türk levazım teşkilatı yer yüzünün en iyisiydi. Asker, ülkenin sırtından geçinmezdi; levazımın kendisine verdiğinden başka ne yemek, ne almak isterse hepsini öderdi.

    Sayfa 326

    · XVI. asırda Türk ordugahını gören Postel 'dünyanın en ilâhî düzeni= le plus divin ordre du monde' ibaresini yazmaktan kendisini alamamıştır.

    · XV. asırda Bertrandon de la Brocquiere: 'Bizim 10 askerimizin yaptığı gürültüyü,1.000 Türk askeri bir araya geldiği zaman duymadım.' diye yazar.

    · Rodos'u teslim almak üzere kaleye giren 30.000 askerden bir tek gürültü, bir tek kelime, adım seslerinden sonra hiçbir şey duyulmadığını gözleriyle gören Hristiyan müşahidler hadiseyi yazmışlardır.

    · Paule Jove, Türk askerinin Hristiyan askerinden 3 üstünlüğü olduğunu kaydeder: Kumandanlarına körü körüne itaat, muharebe meydanında canlarını sakınmamak, yiyip içmeksizin çok uzun yol yürüyebilmek.

    · Thevenot: 'Bir şeyleri eksik olduğu zaman sadece sabrederler. Giyimleri ve teçhizatları hafif, yorgunluğa mütehammildirler, sür'atleri hayret vericidir. Cengiz Han'ın askerlerine benzerler.' diye kaydediyor.

    · Postel: 'Hristiyan askerinin 3 gün 3 gecede aldığı yolu, Türk askeri bir gecede alır.' diye yazmaktadır.

    · Busbeçg: 'Teşkilatının kudreti ne olursa olsun, Türk ordusu nâmağlub bir ordu değildi. Pekala mağlubiyetlere de uğradığı oldu. Ona mukavemet edilemez kudretini veren başlıca iki hususiyet vardı: Daima seferberlik halinde, daima emre âmâde idi ve sefer yolu ne kadar uzun olursa olsun yürümeye hazırdı. Halbuki Avrupalılar her yeni sefer için büyük masraflarla yeniden asker toplamaya mecburdular ve üstelik bu askerlerin iradesi kısa zamanda gevşiyordu. Diğer taraftan Türkler bir başarısızlıkla karşılaşınca aynı teşebbüsü tekrarlamak, gene tekrarlamak karakterinde idiler. Bu sebat, inatçılık ve tâkıyb fikri Osmanlı prensibi idi. Cengiz'in, Timur'un, Babur'un prensibi de bu idi. Bu tâkıyb fikri ve muvaffak oluncaya teşebbüse devam azmi, şüphesiz devletin malî gücü sayesinde olabiliyordu. Ordu ile devlet iyice kaynaşmıştı ve maliye bu gücün emrindeydi. Halbuki Batı'da ordular, sosyal yapının üzerinde ve dışında, sonradan eklenmiş müesseselerdi. Bunun neticesi olarak Avrupa orduları için normal kaynaklar bulmakta müşkilat içindeydi. Avrupa hükümdarları üst üste yığılan istikrazların yükü altındaydı. Charles Quint bile bu durumdaydı. Türkiye'de ise aksine ordu hükümetin normal imkânları içinde hayatını devam ettiriyordu.

    Sayfa 265

    · II. Murad ve Fatih Mehmed zamanında 22 yıl Türkler arasında esir olarak yaşıyan ve sonradan Almanya'ya dönerek hatıralarını yazıp bastıran Georg von Mühlenbach (s.432) : '100.000 atın bulunduğu Türk ordugâhında bir tek atın kişnemesinin bile duyulamayacağını' yazmaktadır. Sessizliğin savaş sırasında ne derecede işe yarayacağı âşikârdır.

    · Babinger: 'Türk ordusundan hâkim olan mâneviyât, muhakkak ki herhangi bir düşman ordusununkinden çok üstündü.' der.

    · Gene II. Murad devrinde Türkiye'ye gelip Türk ordusunu gören De la Brocqiere şunları yazar:

    'Ordudaki büyük emirler ve kumandanlar; öyle basit bir kıyafette idiler ki, onları, alayların içinde alelâde neferlerden ayırmak imkânsızdır. Padişahı (II. Murad'ı) camide namazını kılarken görmeye muvaffak olabildim. Ne tahta benzer ki bir koltukta ne bir iskemlede değil, fakat yere serilmiş bir seccadede ibadet ediyordu. Çevresinde, arkasında veya başı üzerinde, mevkiini işaret eden hiçbir şey yoktu.'

    · XVII. asrın son yarısında, bu haşyet verici sessizlik hâlâ devam ediyordu. Türk ordusu pek büyük bir sessizlik ve Majeste'nin (XIV. Louis) askerleri arasında tasavvuru müşkül bir tevazu içindeydi.

    Sayfa 266

    · Yabancıları her şeyden fazla şaşırtan bu sessizlik bahsine Busbecq tekrar döner ve Kânûnî'nin Amasya ordugâhını şöyle tasvir eder:

    'Bu muazzam kalabalık içinde medhe değer görünen nokta, sessizlik ve disiplindir. Hiç bir bağrışma ve uğultu yoktur. Halbuki alelâde kalabalıklarda böyle şeyler eksik olmaz. Herkes kendisine tayin edilen noktada rahatça duruyordu. Paşalar, sancak ve alay beyleri, yüzbaşılar ve daha küçük Türk subayları yerlerine oturmuşlardı. Alelâde neferler ayakta idi. En çok göze çarpan topluluk, sayıları bir kaç bine erişen yeniçerilerdi. Bunlar, diğer birliklerden ayrı bir yerde uzun bir saf halinde duruyorlardı. O kadar sessizdiler ki, benden çok uzakta bulunmadıkları halde, acaba canlı insanlar mıdır, yoksa birer heykel midirler diye tereddüt ediyordum. Bu mevki'den ayrıldığım zaman; hoş bir manzara göründü. Sultan'ın hasa alayı atlar üzerinde, yerlerine dönüyorlardı. Atlar gayet güzel ve yüksek olduktan başka, gayet bakımlı ve süslü idi.

    · İstanbul'a gelen Fransız rahiplerinden Canillac, Türk askerinin harp adamları değil keşiş sanılacak derecede sessiz ve mütevazı olduğunu, Dîvân-ı Hümâyûn'da vezirlerin bile yüksek sesle konuşmadıklarını kaydediyor.

    Sayfa 268

    · Gene Iorga (I,198-9) şöyle der: 'Bir Avrupa ordusunun bir ülkeden geçmesi ülkenin halkı için bir felaket, bir Türk ordusunun geçişi bir saadetti. Halk, Türk ordusunun kendi memleketlerinden geçmesini dört gözle beklerdi; zira zengin Türk ordusu ile geniş ölçüde alış veriş yapardı. Balkanlar'da genç hristiyan kızları, tek başlarına mal satmak için endişesizce Türk ordugâhına girerlerdi. Böyle bir durum Avrupa orduları için tamamen imkânsızdı.

    · Çağdaş büyük Fransız yazarı Montaine'in kaydettiği gibi Yavuz'un ordusu memlûklerin Şam şehrine girerken, şehri çepeçevre kuşatan hârikulâde meyve bahçelerine el bile değdirmemişti. Türk ordusunda disiplin o derece idi.

    Sayfa 268,269 ve 270. yarısına kadar

    · Meşhur İngiliz diplomatı Ricault, Orduy-u Hümâyûn ile köprülü-zade Fâzıl Ahmed Paşa'nın Uyvar seferine katılmıştır. Müşahadeleri arasında şunları anlatır:

    'Gerek vezîr-i âzamın, gerek diğer büyük kumandanların otağlarına çadırdan fazla saray demek doğru olur. Fevkalâde büyük olmaları, muhteşem ve hârikulâde süsleri, çeşitli dairelere ayrılmaları, otağlara saray manzarası verir. En konforlu şehirlerde bile bu otağlardaki huzur yoktur. Aslında bu otağlara mermer, yahut başka değerli taşlardan yapılmış saraylardan fazla masraf edilmektedir. Zira otağın ömrü azdır, bir kaç yılda yenilenir. Saraylarsa, asırlarca ayakta kalır. Bu otağlar ve onları taşıyan kazıklar çok ağır çektikleri için nakilleri kolay değildir. Fakat bütün eşyalarıyla beraber bu seyyar saraylar, menzilden menzile taşınır.

    Türk ordusu günde 5 veya 6 saat yürür, daha fazlası cebri yürüyüştür ve fevkalâde hallerde olur. Bütün ordu ağırlıkları at, katır ve develerle taşınır. Otağ kurucular, bir menzil önden giderek otağı hazırlarlar. Otağı sahipleri menzile gelince, otağlarını kurulmuş ve hazır bulurlar. otağ kurucu ekip, ordudan daima bir gün ileridedir. Aslında her otağ çifttir, birinde otağ sahibi yatıp dinlenirken, diğer otağ bir menzil ileride kuruluş halindedir. Türkler her menzili 'konak' tabir ederler. Bu durum Türk ordusunda çok büyük sayıda deve, katır ve diğer yük hayvanlarının bulunmasını icap ettirir. Bu hayvan kervanlarına memur askerler de çok büyük sayıdadır. Bu da büyük masrafı mûcip olmaktadır. Fakat benim fikrime göre, bu halden daha fazla bir ihtişam gösterişi mümkün değildir ve Osmanlı İmparatorluğu bunu gerçekleştirmiştir.

    Ordu da düzen tek kelimeyle fevkalâdedir. Fikrimce bu düzen, içki yasağı ile sağlanmaktadır. İçki yasağı, Türk askerini itaatkâr, uyanık ve kanaatkâr yapmıştır. Ordugâhta en küçük bir gürültü ve münakaşa duymak mümkün değildir. Halk ordularının geçişi sırasında en ufak bir endişe hissetmez. Ordu geçtiği yerde her şeyi peşin para ile satın alır; hanlarda geceleyin asker parasını öder. Türk ordugâhına, kızlarına tecâvüz edildiği için şikayete gelen anneler görmek mümkün değildir. Malının asker tarafından yağma edildiğini, hoş olmayan herhangi bir muameleye muhatap olduğunu söyleyerek şikayete gelen de yoktur. Zîrâ böyle şeyler olmaz. Bu düzen, Türk ordusunu muzaffer kılmış ve imparatorluklarını muntazam şekilde büyütmüştür. Biz Hristiyanlar'ın ordularına ise şarap, Türk ordusunda görülenlerin tamamen aksine husule getirir. Türkler bunu çok iyi bilmekte ve değerlendirmektedir. Ordugâhlarına şarap girmemesi için her türlü tedbiri alırlar. İki üç gün önce bir konağa vâsıl olduk, bu konakta meyhaneler vardı, ordu orada bulunduğu müddetçe meyhaneler kapatıldığı gibi, her türlü şarap alış verişi ve satışı da yasak edildi.

    Türk ordugâhı her zaman için son derece temizdir, en küçük bir çöp görülmez. Her çadırın yanına, tabiî ihtiyaçlar için geçici çukurlar kazılır ve bu çukurlar ordu hareket ederken toprakla doldurulur. Bu suretle Türk ordugâhı, en temiz şehirlerden daha temizdir.

    Büyük yaz sıcaklarında yürüyüş olduğu zaman, nakliye katarları, gecenin 7. saatinde harekete geçirilir. Vezîr-i âzam ve maiyeti ise gece yarısından az sonra yürüyüşe başlar. Bu sûretle gündüzün zahmetli yürüyüşler yerine, gece yürüyüşleri tercih edilir. Her birliğin önünde öylesine bol miktarda meşale yakılır ki; gökyüzü, gündüz gibi aydınlanır. Bu işi 'Meşaleci' denilen ve Şam yahut Halep ayetlerinden gelen Arap Birlikleri yaparlar. Bu birlikleri 'Meşalecibaşı' denilen subayları düzenler.

    Belgrad'dan geçerken genç Sırp kızları ordugâha geldiler. En iyi elbiselerini giymişlerdi. Getirdikleri malları birliklerin içine girip sattıktan sonra çekilip gittiler. Hangi yerden geçtiysek köylüler, orduyu sevinçle karşılıyorlardı. Türk askerine bol bol mal satıp çok para kazanıyorlardı.'

    Sayfa 300,301 ve 302

    · Üstün nişancı olan Türk askeri, üstün süvari idi de, doğuştan atlıydı. Bin yıl önce bir Hristiyan müellif, Türkler için: 'Atlarıyla beraber doğmuş sanılırlar.' demişti. Türk ordusu da esas bakımdan atlı bir ordu idi. Süvarilik meziyetleri XIX. asırda bile üstün kalmıştı.
    · 1827'de Sir Adolphus Slade şöyle yazar:

    'Türk süvarileri atlarına çok hakimler. Günlerinin çoğu at üzerinde geçer. Eğitimleri sert ve çok disiplinlidir. Atlarını daima muharebe sahasının icaplarına göre terbiye ederler. Eğitinde Türk süvarisi atını alevlere bürünmüş fıçılara, silah ateşlerine, domuz ayaklarına doğru sürer ve düz duvarlardan aşırır. Onun için Türk atı, muharebe meydanına girince ürkmez. Türk süvarisi atını sürmekteki mahareti kadar, dört nalla giderken nişan alması ve vurması ile de meşhurdur, çok keskin nişancıdır. Cirit atmada Türk süvarisinin üzerine yoktur. Hiç bir süvari, Türk süvarisi ile teke tek döğüşemez, mağlup olur.

    Türk atlıları 100 yarda gibi kısa bir mesafede baskın tarzında taarruz eden nâdir dünya süvarilerinden biridir. Bu kabiliyetin ârızalı arazide ne derecede ehemmiyet taşıdığı âşikârdır. Nitekim Kelefçe muhaberesinden sonra Rus süvari subaylarıyla konuştum. Niye Türk süvarileri karşısında âciz kaldıklarını sordum. Arazinin Rusya'da bile alışmadıkları derecede ârızalı olduğunu, atlarının böyle arazide hareket edemediklerini, meşhur kazak süvarilerinin bile Türk atlarına yetişemediğini söylediler.

    Kelefçe muharebesinde Türk süvarisinin hareket kabiliyeti inanılmaz bir şeydi. 'Deli' denilen Türk süvarisinin cesaretine, benimle beraber muharebe meydanında bulunan arkadaşım İngiliz süvari yüzbaşısı Chesney'de hayretler içinde kaldı. Rus subayları bile Türk süvarilerinden 'muhteşem cengâverlermiş' diye bahsetmeye başladılar.

    Bir Rus subayından dinledim.

    'Şumnu kalesinden bize taarruz için çıkan Türk süvarilerinin atlarını şaha kaldırarak gelmeleri, bana şövalye romanlarını hatırlattı, heyecanlandım.' diyordu. 'Türk süvarileri, ellerindeki mızrakları havaya atıp tekrar tutarak atlarını dört nala sürüyorlar ve yürük atları üzerinde, uçan kuş sürüleri gibi, ovaya akıyorlardı. Doludizgin at süren bu gözü pek insanların bazen kalpakları başlarından uçuyor, cepkenlerinin geniş yenleri yaprak gibi açılıyor, yağız atlarının kuyrukları rüzgârda dalgalanıyor ve ölüme göz kırpmadan ilerliyorlardı. Derken Rus süvarileri ile mızraklaşmaya başlıyor, ölüyor veya öldürülüyorlardı. Bu akım birden bir hengâme halini alıyor, dalgalanıyor, karışıyor, naralar yeri göğü inletiyordu. Kanlı muharebeden arta kalan süvariler, yıldırım gibi çark ederek aynı sür'atle dönüyorlardı. Fakat ric'at taktikleri şaşırtıcıydı. Öylesine dağılıyorlardı ki, iki atlıyı bir arada görmenin imkânı yoktu. Bu sûretle kendilerini tevcih edilmiş Rus toplarını hayal kırıklığına uğratıyorlardı. Rus topçuları teker teker her Türk süvarisine bir mermi göndermeyi göze alamıyorlardı. Bu sûretle geri çekilen Türk süvarilerinin çok azı şarapnel isabeti aldı.

    Açıkta Türk süvarisini karşılayamayacağını anlayan Ruslar, bu defa müstahkem tabyaların arkasına sinerek Türk süvarilerini beklemeye ve onları mustahkem siperlerin önünde kırmaya karar verdiler. Türk süvarisi bu defa da taarruza geçmekten çekinmedi. Ölümden zerrece korkuları olmadığı âşikârdır. Rus siperlerine doğru yaklaştılar. Siperlere az kala atlarını dizginleyip bir an siperlerin ardındaki Rus kazak süvarilerine küfrediyor, onları kızdırıp siperlerden çıkarmak istiyorlardı. Siperlerin önünde bir an kalıp derhal çekildikleri için isabet almıyorlardı. Âdetâ şehir meydanında cirit oynuyorlardı. Bu yaptıkları artık süvariliğe bile sığar şey değildi. Tam manasıyla at canbazlığı idi. Rus topçusunun ateşi altında, ateşten mümkün olduğu kadar kaçınıp isabet almamaya çalışarak siperlere yaklaşıp piştovlarını Ruslar'ın üzerlerine boşaltıyorlardı. Fakat bir an geldi ki Rus toplarının ateşi şiddetlendi. O zaman Türk süvarisi ric'ate başladı. Ama atlarının üzerlerinde görünmüyorlardı, kafalarını atlarının karnına sokup çekiliyorlardı.

    Fakat başları atlarının karnında çekilmeleri çok kötü netice verdi. Zira çevrelerini görmüyor, yanlız istikamet tayin edebiliyorlardı. Kumandanları Reşit Paşa'nın yalnız başına Rusların önünde kalakaldığını göremediler. Bir kazak yüzbaşısı, Rus siperleri önünde şaşkın şaşkın bakan bir Türk süvarisini fark etti. Süvarinin üzerindeki parlak üniformadan, bunun büyük bir Türk subayı olduğunu anlamıştı. Reşit Paşa Serdar başkumandandı. Kazak yüzbaşısı atını sürdü, paşanın kolundan tuttu. Paşa şaşırmıştı. Tarihte ilk defa olarak bir Türk Serdarı'nın düşmana esir düşmesine bir saniye kalmıştı. Fakat o sırada ric'at eden bir Türk süvarisi durumu görmüş, atını gerisin geriye Serdar'a doğru sürmeye başlamıştı. Yıldırım gibi yetişip piştovuyla kazak yüzbaşısını alnından vurdu. Reşit Paşa'nın atının dizginlerini kavrayıp çekti. Ve paşasıyla beraber Şumnu istikametinde gözden kayboldu. Hadise yalnız bir an sürmüştü. Ruslar siperlerinin arkasında sadece şaşkın şaşkın seyrediyorlardı. Böyle bir vak'a olmamış gibiydi, sanki hayal görmüşlerdi.

    XIX. asırda böyle olan bir süvarinin, XVI. asırda ne olduğu kıyas yoluyla kolayca tahayyül edilebilir. İngiliz amiralinin tasvir ettiği Türk süvarisinin, akıncılar soyunun son fertlerinden biri olduğu aşikardır.

    · 1789 tarihli bir Almanya İmparatorluk askeri jurnelinde: 'Avrupa'nın en âlâ süvarisi olan Osmanlı süvarisi' denmektedir. Bu sûretle son zamanlara kadar Türk süvarisinin kesin şekilde Avrupa süvarisinden üstün olduğu anlaşılır. Fakat XVII. asırdan sonra muharebelerin mukadderâtı artık süvarinin elinde değildi, piyadenin eline geçmişti.

    Sayfa 263 ve 264

    · Charles-Quint'in Kânûnî nezdindeki büyükelçisi Baron ve Busbecq:

    'Türk sistemini kendi sistemimizle mukayese ettiğim zaman, istikbalin başımıza getireceği şeyleri düşünerek titriyorum. Bir ordu galip gelecek ve Pâyidâr olacak, diğeri de mahv olacaktır. Çünkü şüphesiz, ikisi de sağlam sûrette devam edemezler. Türkler'in tarafında, kuvvetli bir imparatorluğun bütün kaynakları mevcut; hiç sarsılmamış bir kuvvet var; sefer görmüş askerler, zafer îtiyadları, meşakkatleri tahammül kabiliyeti, birlik, düzen, disiplin, kanaatkârlık ve uyanıklık var. Bizim tarafta ise, umûmi fakirlik, hususî israf, sarsılmış kuvvet, bozulmuş mâneviyât, tahammülsüzlük ve idmansızlık var. Askerlerimiz serkeştir, subaylarımız tamâkârdır. Disiplini istihkar ediyoruz. Sebatsizlik, serkeşlik, sarhoşluk, sefâhat, bizde bol bol mevcuttur. Bütün bunların en kötüsü düşmanın (Türkler'in) zafere, bizim de hezimete alışkın bulunmamamızdır. Neticenin ne olacağını tahminde tereddüt, artık caiz midir? Yalnız İran, bizim lehimize işe müdahale ediyor. Çünkü düşman, hücûma teşebbüs ettiği zaman arkalarını tehtid eden tehlikeyi (İran-ı) hesaba katmak mecburiyetindedir. Fakat İran bizim mukadderâtımızı geciktirmekten başka bir iş görmüyor. İran bizi kurtaramaz. Türkler, İranlılar ile işlerini neticelendirdikleri zaman, bütün Doğu'nun kuvvetlerinden yardım görerek, bizim boğazımıza atılacaklardır. Bu tehlikeye karşı ne kadar hazırlıksız bulunduğumuzu düşünmekten korkuyorum. (1 Haziran 1560'da Almanya'ya gönderdiği mektup) (Türk mektupları, H.C. Yalcın tercümesi.141-2) .

    'İlk dikkat ettiğim husus, muhtelif teşkilatı mensup Türk askerlerinin, kendi karargâhları içinden hârice çıkmamaları idi. Bizim karargâhlarda cereyân eden işleri bilenler, buna inanmakta zorluk çekerler. Fakat gerçek şu ki, her tarafta tam bir sükûnet ve sessizlik hüküm sürüyordu. Kat'iyen kavga ve münakaşaya tesadüf edilmiyordu. Hiç bir türlü zorlama ve şiddet harekâtı görülmüyordu. Sarhoşluktan yahut kafa kızgınlığından ileri gelmiş yüksek sesler bile yoktu. Bundan başka, her taraf tertemizdi. Gübre yığınları, süprüntüler görülmüyordu. Göze, yahut buruna fena gelecek hiç bir şeye tesadüf etmedim. Bu gibi şeyleri Türkler yakıyorlar, yahut uzağa götürüyorlar. Neferler de büyük bir çukur açarak, pislikleri oraya gömüyorlar ve karargâhı tertemiz tutuyorlar. Bizim askerimiz arasında olduğu gibi hiç bir tarafta bir sarhoşluk, cünbüş yahut kumar gibi şeylere tesadüf edemezsiniz. Türkler kâğıt ve zar oyununu bilmezler. (s 201)

    Bundan başka, düşman memleketinde bulundukları ve muharebe yakın olduğu zaman, Türk askeri, ordularını başka bir zaman için geri bırakabilirler. Açlık yüzünden zayıf düşmüş oldukları bir sırada muharebeye girmemeleri için böyle yapılır. Bu emre itaat hususunda tereddüt gösterirlerse padişah, bizzat öğle üzeri, ordunun göreceği bir yerde yemek yer. Bu sûretle herkes, aynı vechile hareket etmeye cesaretlendirilmiş olur. (s204-5)

    Türk ordugâhında (Amasya yakınlarında) bir bayram namazı seyrettim. Sarıklı başlardan mürekkep büyük bir topluluğun toplanmış olduğunu gördüm. Derin bir sessizlik içinde namazı idare eden dîn adamının sözlerini dinliyorlardı. Her saffın belirli bir durumu vardı. Ayrı saflar, dizildikleri açık sahrâda, tıpkı bir duvar gibi uzanıyordu.


    ÇANAKKALE ZAFERİ İLE İLGİLİ ÇEŞİTLİ KAYNAKLARDAN ALINTILAR

    İngiliz Genarel Maude:

    'Başka millet askerinin, artık muharebeyi kaybettik, yenildik diye silahını bırakıp savaştan vazgeçtiği hallerde, Türk askeri için muharebe yeniden başlar.'

    İngiliz Genareli Oglander:

    'Türk Askerlerinin savaş ve muharebe için haiz olduğu yüksek niteliklerin önceden lâyıkiyle bilinmemesi İngilizler için felâket olmuştur. Türk askerlerinin ne yaman muharip olduğunu İngilizler kendileriyle dövüştükten sonra denemeyle anlamışlardır.'

    Çanakkale'deki Müttefik Ordular Başkomutanı olan İngiliz Generali Hamilton

    'Çok cesur harbeden, iyi sevk ve idare edilen asil Türk Ordusunun karşısında bulunuyorsunuz.'

    AVUSTURYA GENEL VALİSİ LORD CASEY

    'Biz Çanakkele yarımadasında Türkler'le savaşarak ve binlerce insanımızı kaybederek, kahraman Türk milletine ve onun eşsiz vatan sevgisine duyduğumuz büyük takdir ve hayranlıkla ayrıldık.'

    Bütün Avustralya'lılar mehmetçiği kendi evlâtları gibi sever. Onun mertliği, vatan ve insan sevgisi, siperlerdeki dayanılmaz heybeti ve cesareti, bütün Anzakları hayran bırakan yurt sevgisi, insanlığın örnek alacağı büyük hasletlerdir. Mehmetçiğe minnet ve saygılarımla.

    GENERAL HAMİLTIN- Çanakkale'de Müttefik kuvvetleri başkomutanı

    'Kılıcı insafsız bir maharetle kullanan Türk eli, mağlup ettiği insanların yarasını sarmakta da ustadır.'

    İngiliz Mareşal Frenç:

    'Türk askerleri korku bilmez, dünyada yenilgi adında bir kavram tanımaz. Türkler Asya'nın centilmenleridir.'

    BEŞİNCİ OSMANLI ORDUSU KUMANDANI MAREŞAL LİMAN VON SANDERS

    'Bir asker için mutluluk denen bir şey varsa, Türk'lerle omuz omuza savaşmaktır diyebilirim. Fakir insanlardı; buğday kırığından yapılmış çorba, en önemli yemekleriydi. Sağlıksız su içerlerdi; çamur barınaklarında yatarlardı; fakat en modern silah ve araçlarla donanmış düşmanlarına karşı aslanlar gibi savaşırlardı. Bu insanların kalplerinde sadece ve sadece ulvî bir vatan sevgisi vardır. Ölüme onlar kadar gülümseyerek giden bir millet ferdi daha görmedim.'

    Lord Byron

    'Şehitleri şehit yapan ölümleri değil, ölümlerinin sebebidir.'

    Müttefik Orduları Başkomutanı General Jean Hamilton

    '...Evet, insan ruhunu yenmek oluyor. Dünyada hiçbir ordu bu kadar sürekli ayakta kalamaz. Sadece bugün 1800 şarapnel attı. Aylardan beri gece gündüz savaş gemilerimiz mevzilerini bombalıyor. Son derece hırpalanmış Türkleri koruyan Cenab-ı ALLAH'larından ayırmak için başka ne yapabilir! ...'

    Üsteğmen Casey

    '25 Nisan 1915 günü Conk Bayırı'nda Türkler ve birleşik kuvvetleri arasında korkunç siper savaşları oluyor. Siperler arasında 8-10 metre mesafe var. Süngü hücumundan sonra savaşa ara verildi. Askerler siperlerine çekildi. Yaralılar ve ölüler toplanıyor. İki siper arasında açıkta ağır yaralı ve bir bacağı kopmak üzere olan İngiliz yüzbaşısı avazı çıktığı kadar bağırıyor, ağlıyor, kurtarın diye yalvarıyordu. Ancak hiçbir siperden, kimse çıkıp yardım edemiyordu. Çünkü en küçük bir kıpırdanışta yüzlerce kurşun yağıyordu. Bu sırada akıl almaz bir olay oldu. Türk siperlerinden beyaz bir bayrak sallandı. Arkasından aslan yapılı bir Türk askeri, silahsız siperden çıktı. Hepimiz donup kaldık. Kimse nefes alamıyor, ona bakıyorduk. Asker yavaş adımlarla yürüyor, siperdekiler nişan almış bekliyordu. Asker yaralı İngiliz subayını okşar gibi yerden kucakladı, kolunu omzuna attı. Ve bizim siperlere doğru yürümeye başladı. Yaralıyı usulca yere bırakıp geldiği gibi kendi siperlerini döndü. Teşekkür bile edemedik. Savaş alanlarında günlerce bu kahraman Türk askerinin cesareti, güzelliği ve insan sevgisi konuşuldu.

    Dünyanın en yürekli ve kahraman askeri Mehmetçiğe derin sevgi ve saygılar...

    kaynak:65.122.110.233/webs/osm/index.html

  • Ebubekir Korucu
    Ebubekir Korucu

    OSMANLI'DA ASKERİ TEŞKİLAT

    Osmanlı Devleti, İslâm'ın askeri olmaktan, İslâm adaletini dünyaya yaymaktan daha büyük şeref düşünmemiştir.

    Hangi şartlar olursa olsun, Osmanlı ordusu, İslâm'a karşı nerede saldırı varsa orada mutlaka yerini alırdı ve Osmanlı Allah için yaşadı, Allah için devlet idare etti.

    Yeniçerilikte bir acemi oğlan bir mürşide bağlanmadan askere alınmazdı. Yeniçerilik, acemi oğlan denilen başlangıç devresinden başlar. Zamanımızda buna, askerde eğitim deniyor. İlk eğitimin verildiği yer acemiliğin yetiştirildiği yer. İşte böyle bir hedefe ulaşabilmek için mutlaka bir mürşide tâbî olmak gerekiyordu, tâbî olmayan asker olamazdı. Allahû Tealâ'nın velayet mertebesine ulaşamamış olan, evliya olmamış olan bir subayın olması söz konusu değildi. Paşalara gelince, onlar daimi zikrin sahipleriydi. Kara ordusunda böyle olan bu durum deryada da aynı standartlardaydı, bütün reisler mutlaka mürşitlerine bağlı, Allah'ın yolunda olan, Allah için savaşan insanlardı.

    Osmanlı ordusu nereye gitse, eğer oradan bir şey alırsa mutlaka parasını oraya bırakırdı. II. Murat devrinde, ordu sefere çıkmadan evvel II. Murat ilanlar çıkartıyor, diyor ki: 'Benim ordum kul borcuyla sefere çıkmaz. Kimin borcu varsa mutlaka götürsün parayı saraydan alsın, hazineden alsın. Borcunu versin. Ondan sonra katılsın orduma.' Böyle bir ordu yola çıkıyor.

    Osmanlı'nın bozulma devresinde, Osmanlı askerinin gittiği yerde ağaçlardan, asmalardan yenen üzümlerin bir kısmının yerine paraların konulmadığına şahit oluyoruz. Osmanlıda bozulma oluyor yüzyıllar sonra ve Osmanlı bu sebeple cihan hakimiyetini kaybediyor. Ve Osmanlı o güne kadar, tarihi boyunca kendisine Nizam-ı Alem diyordu. Osmanlı, dünya üzerinde daha büyük bir devlet tanımıyordu. Kanuni Sultan Süleyman zamanında Osmanlı harp kadırgalarının toplamı, Avrupa'daki bütün kadırgalarından fazlaydı. Dikkatle bakın Osmanlı harp kadırgalarının toplamı, Avrupa'daki bütün harp kadırgalarının toplamından fazla. İşte Osmanlı buydu! Fatih Sultan Mehmet İstanbul'u aldığı zaman, ordusu o devrin en mütekâmil ordusuydu. Bütün son icatlar ordunun içindeydi. En büyük topları Fatih Sultan Mehmet döktürmüştü. Öyleyse sadece Allahû Tealâ'nın yardımı değildi Osmanlıyı Osmanlı yapan; bir başka şey, bir başka husus, zamanın getirdiği bütün tekamül sistemlerini kullanabilme stratejisi.

    OSMANLI ORDUSU

    Osmanlı ordusu, kuruluşundan 20. yüzyılın başına kadar kara ve deniz kuvvetleri olmak üzere teşkilâtlanmıştı.

    Kara kuvvetleri:

    Osmanlıların kuruluşunda ordu, aşiret kuvvetlerinden meydana geliyordu. Fetihlerin genişlemesiyle, gönüllülerin fethedilen yerlere iskânıyla, Türkmen bey ve kuvvetlerinin katılmasıyla asker miktarı artıp, teşkilâtlanmaya gidildi. Beylik, akıncı ve gönüllü kuvvetlerine ilâveten 1361 yılında yaya (piyade) ve müsellem (süvari) olmak üzere muntazam ve daimî ordu teşkilâtı kuruldu.

    Osmanlı kara kuvvetleri: piyade, süvari eyâlet askerleri, teknik ve yardımcı sınıflardan meydana gelirdi. Piyadeler; acemi, yeniçeri, cebeci, topçu, top arabacıları, lağımcı, humbaracı ocakları olmak üzere yedi ocağa ayrılırdı. Süvariler de; sipahi, silâhtar, sağ ulûfeciler, sol ulûfeciler, sağ garipler, sol garipler bölükleri olmak üzere altı bölüğe ayrılırdı. Eyâlet askerleri; tımarlı sipahiler ve yerli kulu teşkilâtı olmak üzere ikiye ayrılırdı.

    Timarlı sipahiler, Osmanlı ordusunun en önemli kısmı olup, tımar sahipleriyle, bunların beslemek ve yetiştirmekle yükümlü oldukları askerlerden meydana gelirdi.

    Yerli kulu teşkilâtı, yurtiçi, geri hizmet, kale kuvvetleri teşkilâtı olmak üzere üç bölümdü. Yurtiçi teşkilâtı; belderanlar, cerahorlar, derbendciler, martalozlar, menzilciler, voynuklar gruplarından oluşurdu. Geri hizmet teşkilâtında; yaya ve müsellemler ile yürükler vardı. Kale kuvvetleri teşkilâtı; azaplar, gönüllü ve beşlilerden meydana gelirdi.

    Akıncılar, Osmanlı ordusunun öncü kuvvetleri olup, kuruluşuna, gelişmesine ve genişlemesine çok hizmetleri geçti.

    Deniz kuvvetleri (Donanma) :

    Osmanlı Deniz Kuvvetleri, Karesi, Menteşe, Aydın gibi denizci beyliklerin hâkimiyet altına alınmasıyla sahip olunan gemi ve personeliyle kuruldu. İlk zamanlarda Karamürsel, Edincik ve İzmit'teki gemi inşâ tezgâhları, Sultan Birinci Bâyezîd Han (1386-1402) zamanında Gelibolu, Sultan Birinci Selim Han (1512-1520) zamanında Haliç, Sultan Birinci Süleyman Han (1520-1566) zamanında Süveyş ve zamanla Rusçuk, Birecik tersaneleri kuruldu. Bu tersanelerde kürekli ve yelkenli gemiler îmâl ediliyordu. Buharlı gemilerin keşfiyle 1827'de donanma, Buğu denilen bu gemilerle de donatıldı. Kürekli gemi çeşitleri olarak; uçurma, karamürsel, aktarma, üstü açık, çete kayığı, brolik, celiyye, çamlıca, şayka, firkate, mavna, kalite, gırab, santur, çekelve, kırlangıç, baştarde ve kadırga kullanıldı. Yelkenli gemi çeşitlerinden de; ateş, ağrıpar, barca, brik, uşkuna, korvet, kalyon, firkateyn, kapak ve üç ambarlı kullanıldı.

    Donanma-i Hümâyûnun başı 1867 yılına kadar kaptanı derya, bu târihten sonra da bahriye nazırı unvanını taşıdı. Osmanlı donanması, muazzam teşkilâtı, kuvvetli harp filosu, cesur, üstün kabiliyetli kaptan ve leventleriyle Karadeniz, Ege Denizi, Akdeniz ve Kızıldeniz'e hâkim olup, Hind ve Atlas Okyanuslarında Osmanlı sancağı ile armasını dalgalandırıp temsil ediyorlardı. Osmanlı donanmasının 27 Eylül 1538 târihinde müttefik Avrupa devlet ve kavimlerinden meydana gelen Haçlı donanmasına karşı kazandığı Preveze Deniz Zaferi, bugün de Deniz Kuvvetleri günü olarak kabul edilmektedir.

    Osmanlı ordusunda; ateşsiz, ateşli, koruyucu silâhlar kullanılmaktaydı. Ateşsiz silâhlar; kılıç, ok, sapan, bozdoğan, topuz da denilen gürz, kamçı, döğen, balta, meç, şimşir, gaddara, yatağan, hançer, kama, mızrak, cirit, kantariye, kastaniçe, süngü, zıpkın, tırpan, çatal, halbart, mancınık, müteharrik kule... Ateşli Silâhlar, şayka, zarbazen, miyane zarbazen, şahî zarbazen, şakloz, drankı, bedoluşka, marten, ejderhan, kolonborna, miyane, balyemez adlarındaki toplar şişhaneli karabina, çakmaklı, fitilli çeşitleriyle tüfek, tabanca kullanılırdı. Zırh, karakal, miğfer, kalkan da düşman silâhından muhafaza için kullanılırdı.

    1839 Tanzimat ilânına kadar, orduyu hümâyûnda mülkî vazifeleri de olan askerî rütbeler şunlardır: Sadâret, vezir, beylerbeyi, ülâ, sancak beyi, alaybeyi, kaymakam, binbaşı, sağ kol ağası, yüzbaşı, mülâzımı evvel, mülâzımı sânî, zabit vekili, başçavuş, onbaşı, nefer.
    Son devir askerî rütbeler ve İkinci Abdülhamîd Han (1876-1909) zamanında,1900'de subay maaşları:

    Müşîr (mareşal) iki yüz elli altın, ferik (korgeneneral) yüz altın, mirliva (tümgeneral) altmış altın, miralay (albay) yirmi beş altın, kaymakam (yarbay) on sekiz altın, binbaşı on iki altın, kolağası (kıdemli yüzbaşı) on altın, yüzbaşı beş altın, mülâzımı evvel (üsteğmen) iki buçuk altın, mülâzımı sâni (teğmen) iki altın, nefer (er) bir mecidiye (bir altının beşte biri) . Bu maaşlar net ve kesintisiz verilirdi. Her ay da ihsânı şahane (pâdişâh hediyesi) alan pek çok subay vardı.

    kaynak.65.122.110.233/webs/osm/index.html

  • Zeynel Celik
    Zeynel Celik

    Şanlı bir tarihin 'renkli' balonları
    (02.09.2003 tarihli 'Milliyet' gazetesinden aktarma)

    Profesör İlber Ortaylı'ya göre, Osmanlı tarihiyle ilgili bir çok iddia, 'yiğitliği korumak için' uydurulmuş 'palavralar'. Örneğin Ulubatlı diye biri yok, Hezarfen de uçmamış...

    ŞENOL DEMİRCİ / İSTANBUL

    Türk tarihine yönelik araştırmalarıyla tanınan Prof. Dr. İlber Ortaylı, 'yiğitliği korumak için' tarihi yalanlar ortaya atıldığına dikkat çekip, popüler Türk tarihinin menkıbe (efsane, destan) ve yalanlardan arındırılıp bilimsel bir temele dayandırılması gerektiğini söyledi.
    Prof. Ortaylı, 'Her ülkenin gençlerine verdiği resmi bir tarih yorumu vardır. Bu kınanamaz. Ancak tarihsel olayları yanlış öğretemezsin. Buna hakkınız yoktur. Bunun için gençlerimize objektif tarih kitapları okutmalıyız' dedi.
    Tarihi yalanların, o ülkenin insanlarını objektif değerlendirmeler karşısında daha da zor duruma düşüreceğini belirten Ortaylı, 'Bir kral veya padişah pislikten öldü ise ölmüştür. Onu 'kahramanca savaşarak öldü' diye anlatırsanız, bu yalanınızı bir gün yüzünüze vururlar. Bu gibi olumsuzluklar ancak doğru dürüst tarih kitapları yazarak önlenir' dedi.

    İşte tarihi palavralar
    Ortaylı'nın, Türk halkının yanlış bilgilendirildiği tarihsel olaylara yanıtları da tek tek şöyle:

    Katerina - Baltacı Mehmet olayı: 'Katerina'nın Baltacı Mehmet'in otağına gelip mücevherlerle kendini sunduğu söylenmektedir. Bu genelin hoşuna giden bir efsane. Oysa kayıtlarda böyle bir şey yok. Bir takım hocalar çocuklara bu tür rezaletleri anlatıyor. Böyle tarihçilik olmaz.'

    Hezarfen Çelebi uçtu mu? : 'Hezarfen'in Galata'dan uçuşu Evliya Çelebi'ye dayanan bir hikâyedir. Türk Hava Kurumu da bu olayı şişirdi. Tarihsel dokümanlarda böyle bir olay ve kişi yok.'

    Ulubatlı Hasan var mıydı? : 'Ulubatlı Hasan hikâyesini yazanlar, son devir Bizans - Osmanlı tarihçileridir. Sancağı diken biri var mutlaka. Ama bu Ulubatlı değil. Kayıtlarda Ulubatlı Hasan yok.'

    Akdeniz Türk gölü müydü? : 'Hayır. Akdeniz'de Sicilya ve Malta gibi çok önemli üsler var. Ayrıca 'yedi adalar' dediğimiz İyon Adaları da elimizde değildi. Girit ve Malta varken, Akdeniz'den Türk Gölü diye bahsetmemiz zor.'

    Fatih Sultan Mehmet'in annesi Sırp mıydı? : 'Fatih'in annesi Türk'tür. Bir de Sırp analığı vardır.'

    Fatih Ayasofya'ya atla girdi mi? : 'Niye atla girsin? Koridor bölümüne törensel anlamda girmiş olabilir. Bizans imparatorları da bunu yapardı. Mabede atla girdiği doğru değildir. Haçlıların İstanbul'a yaptığı işgalle fetih, birbirine çok karıştırılıyor.'

    Fatih Ayasofya'yı satın aldı mı? : 'Yok öyle bir şey. Şehrin en büyük mabedi, fetih hakkıdır. Camiye çevrilir. Ayasofya, yeryüzünün en büyük, en parlak, en şöhretli mabediydi. Fatih, istese adını Fethiye Camii yapabilirdi, yapmadı.'

    Bizans isminde devlet var mıydı? : 'Bizans sonradan uydurma bir isimdir. Bizans, Doğu Roma da değildir. Bizans dedikleri Roma'nın ta kendisidir. Bazı tarihçiler, Avrupa'daki Roma - Germen İmparatorluğu'nu Roma olarak yorumluyor, öbürünü, Bizans diye bize iteleyip kakalamaya kalktılar.'

    Hürrem Sultan sarayın hâkimi miydi? : 'Hürrem, sarayın hâkimi değil. padişahın üzerinde ne derece etkisi var bilinmez. Şehzade Murat'ın katledilmesinde Hürrem'in ne katkısı var, Rüstem Paşa gelişmeleri ne derecede abartarak padişaha naklediyor, bunların tespiti çok zor.'

    Piri Reis haritası var mı? : 'Piri Reis'in haritasının kaybolan bir Colombus haritasının kopyası olduğu söyleniyor. Türkler, Amerika kıyılarına gitmedi. Colomb da oranın bir kıta olduğunu bilemedi ama bir harita çıkardı. Bahsedilen harita, bir Piri Reis çalışmasıdır ama, kaynağı hakkındaki tartışmalar teori halindedir. Bu konuda hiçbir şey diyemeyiz. Erich von Daniken de, bu haritayı uzaylıların yaptığını iddia ediyor.'

    Depremde yıkılan Ayasofya'nın oturtulamayan kubbesi için Hz. Muhammed'in dualar okuyarak hazırladığı harcı gönderdiği ve onarımın böyle yapılabildiği söyleniyor, doğru mu? : 'Bunu kimin uydurduğunu ben de bilmiyorum. Menkıbe.'

    Çemberlitaş'ın altında kutsal emanetler yattığı söyleniyor? : 'İnananı çok olan bir menkıbe.'

    Süleymaniye'nin harcına Şah'ın mücevherleri karıldı mı? : 'Bunlar yarı menkıbe şeyler.'

  • Ebubekir Korucu
    Ebubekir Korucu

    OSMANLI DEVLET TEŞKİLATINA HAYRAN OLAN DİĞER MİLLETLERİN İBRET DOLU SÖZLERİ

    Yılmaz Öztuna'nın Büyük Türkiye Tarihi kitabdan alınmıştır.

    Bir İngiliz tarihçisi Downey şöyle diyor:

    'Osmanlı Türklerini bu kadar küçük bir başlangıçtan, o kadar elverişsiz şartlar altında, bu derece sürekli bir devlet kudretine erişmesi, cihan tarihinin en fevkalâde tezâhürlerinden biridir. İstiklâllerini kazandıkları andan itibaren,2 asırdan biraz fazla bir zaman içinde, bütün Akdeniz medeniyetini bir imparatorlukta birleştirmeye teşebbüs edecek kudret ve kabiliyetteydiler.'

    Dünyanın en kudretli devletinin Osmanlı Devleti olduğunu, pek çok hristiyan yazar da yazmaktadır. Avrupa devletlerinin Türk Devleti örnek alınarak ıslah edilmesi fikri ve tecrübeleri pek çoktur. Bunun için Poncet.1572 de müstakil bir eser kaleme almış ve Fransa Kralığı'nın Osmanlı İmparatorluğu örnek alınarak, nasıl ıslah edilebileceğini anlatmış ve 9. Charles'a bu teklifleri sunmuştur. Poncet'in Fransa Kralı'na sunduğu tekliflerin arasında şunlar mevcuttur:

    'İç isyanları önlemek için halka, Osmanlı'da halka sağlanan hayat şatlarını temin etmelidir. Gene hükümdara karşı baş kaldırmaları önleyebilmek için, Osmanlı'da nasıl bunu yapacak asil aileler yoksa, Fransa'da da asilzâdelerin yetkileri kral lehine büyük ölçüde kısıtlanmalıdır.'

    Fransa'da Poncet'in bu teklifleri birçok menfaati sarstığı için tepki görmüş ve o sırada tatbik edilememiştir.

    Güçlü bir otorite, adaletli bir yönetim sahibi olan Osmanlı'nın asırlar boyunca iktisadî bakımdan kendi kendine yeterli, dünyanın belki de tek devleti olduğu bir gerçektir.

    Yine Osmanlı için Fernard Grenard'ın görüşleri şöyledir:


    'Osmanlı toplumunda itaat etmek bir şeref, âmirin emri altında can vermek, münâkaşa götürmez bir vazife idi.'

    KAYNAK.65.122.110.233/webs/osm/index.html

  • Okan Okyanus
    Okan Okyanus

    PROF. AKAGUNDUZ ANLATIYOR;

    ISTANBULDA OSMANLI ARSIVLERINI INCELEYEN
    BIR JAPON BILIM ADAMI VARDI
    SABAH ERKEN GELIR VE AKSAM A KADAR
    ARSIVLERI INCELERDI
    BIRGUN DAYANAMAYIP SORDUM'
    SIZ BENDEN EVVELDE BURDAYDINIZ
    UZUN ZAMANDIR ARSIVLERE BAKIYORSUNUZ
    SOYLERMISINIZ NE BULDUNUZ
    JAPON BASINI OKUDUGUNDAN KALDIRIR DERKI;

    TEK BIRSEY BULDUM ONCA ZAMANDIR

    ADALET ADALET ADALET

    BU DUNYA DEVLETINI UZUN ZAMAN AYAKTA TUTAN TEK SEY

    A D A L E T L I
    O L M A L A R I

  • Zeynel Celik
    Zeynel Celik

    Ne zaman tarihi bir masal olarak anlatmayı bırakırsak, o zaman yaşadığımız gerçekliğin daha bir farkına varacağız.

  • Ebubekir Korucu
    Ebubekir Korucu

    Anadolu'da evvelce Bizans İmparatorluğu var idi. Bu topraklar kazanılınca her yönden İslâmiyet yerleştirilmeye çalışılmıştır. Maddi ve manevi olarak İslâm eserleriyle donatılmaya başlanmıştır. Yeni yurdun dinî, askerî, sosyal ve iktisadî hayatındaki yapılanmasında esnaf ve gazâ teşkilatlarının büyük payları vardır. Bu teşkilatlara Aşıkpaşazade Tarihinde:

    1- Anadolu Gazileri

    2- Anadolu Ahîleri

    3- Anadolu Abdalları

    4- Anadolu Bacıları

    gibi adlar verilmiştir.

    Anadolu Ahîleri: 13. yüzyılda doğan Osmanlı İmparatorluğu'nun kuruluşunda büyük rolü olan, kadrosunda gazi teşkilatları, alpler ve alp erenler de bulunan bir teşkilattır. Çapulculuğu önlemek can ve mal güvenliğini sağlamak ve ticaret ahlâkını kurmak gibi hayırlı vazifeler yapmıştır.

    Bu teşkilatın başlangıcı insanlığın başlangıcıyladır. İlk defa Cebrail A.S.'ın, Hz. Adem A.S.'a peştamal kuşattığı kabul edilmiştir. Hz. Muhammed (S.A.V.) zamanında İslâmî Fütüvvet Teşkilâtı olarak var olmuştur. Arapça'da fütüvvetin kelime manası: Başkalarını kendi nefsinden üstün tutan cömert, yiğit, kahraman, insanlığın hayrı için çalışandır. Arapça'da ah ve ahî kelimesi, erkek kardeş anlamına gelir.

    Ahîlik, İstanbul'un fethine kadar kuvvetli olarak yaşandı. Yerini, XV. yüzyılda yayıldığı için bir esnaf teşkilâtı zannedilmiştir. Ahîlik, bir taraftan fetih ve gazâ hamlelerini kolaylaştıran askeri bir teşekkül, bir taraftan sanatkârları ve çalışanları sınıflandırıp çalışmalarını desteklemiş iktisadî bir kurum, bir taraftan da bütün mensuplarının dinî-manevî ihtiyaçlarına cevap veren bir inanış ve TASAVVUF hareketidir. Her sanayi grubu için Kur'-an-ı Kerîm'deki Peygamberlerden kendi sanatını yapanlar, sanatlarının pîri sayılmıştır.

    Çiftçiler için Adem (A.S) , hallaçlar için Şit (A.S.) , terziler ve yazıcılar için İdris (A.S) , marangozlar için Nuh (A.S.) , tüccarlar için Hud (A.S) , de-veciler için Salih (A.S) , sütçüler ve dülgerler için İbrahim (A.S) , avcılar için İsmail(A.S.) , çobanlar için İshak(A.S) , saatçiler için Yusuf (A.S) , Musa (A.S) , ekmekçiler için Zülküf (A.S) , tarihçiler için Lût (A.S) , bağcılar için Üzeyir (A.S) , çulhacılar için İlyas (A.S) , zırhçılar için Davut (A.S) , hekimler için Lokman (A.S) , balıkçılar için Yunus (A.S) , gezginler için İsa(A.S) ve tüccarlar için Hz. Muhammed (S.A.V) PîR addedilmiştir.

    Ahî başkanları zaviye (küçük tekke) yaptırırlar, her türlü sanatkâr burada buluşurdu. Ahîler, ahî terbiyesini okuyarak, dinleyerek ve birlikte yaşayarak alıyorlardı. İlk giren adayın başı tıraş edilir, TÖVBE verilirdi. Üzerlerine hırka ve şalvar, başlarına büyük beyaz serpuş giyerlerdi. Serpuşların tepesinde bir şerit bulunurdu. Ayaklarında mest olurdu. Tuğ ve bayrak verilir, kuşak kuşatılır, seccadeye geçirilir, helva pişirilir, lokma sunulur, diğer şehirlere helva gönderilirdi. Bunlar zaman içinde gerçekleşirdi. Böylece uzun yıllar süren bir eğitimden sonra olgun bir AHî olunurdu. Ahîliğe giren talip 'nim tariyk' (yarı yol) ve 'sahib-i tariyk'
    (yol sahibi) adlarını sıra ile alırdı. Kuşak ve peştamal bağlama işine şedd denirdi. (sıkı bağlama-kuşak)

    Kuşak bağlamada:

    'Beline kuşatıyorum tâki sözünde durasın,

    Şeytana uymayasın daima ona düşman olasın,

    Dünyaya muhabbet etmeyesin,

    Allah'ın kaza ve kaderine sabredesin,

    Nereye gidersen bu tuğ yanında olsun,

    Allah'ın bunda hikmeti vardır' denirdi.

    Çıraklarla, ustaları ve şeyhleri arasında aracılık yapana Nakib denirdi. (Bir dergâhta şeyhe yardım eden, vekillik eden en eski mürid, derviş) .

    Ahîliğin kuralında, eli, kapısı, sofrası açık, gözü, dili, beli kapalı olmak esastı.

    Seyyah İbnî Batuta Seyahatnamesinde;

    'Tekke mensuplarının türlü işlerde, türlü sanatlarda çalışarak, terleri ve hünerleriyle geçindiklerini söylemiştir. Ahîler Türkmen kavimlerinde, her vilayet, belde ve karyesinde vardır. Yabancılara şevkat gösterme, yiyeceklerini, ihtiyaçlarını sağlamada bunların dünyaya misli yoktur. Ahî denilen reisleri bir zaviye inşa eder, kandiller asar, mensupları gündüzleri hayatlarını kazanmaya çalışır, ikindiden sonra kazançlarını reise getirir, bununla yiyecek ve tekkede harcanan diğer maddeleri alırlar. Beldelerine gelen misafirleri dergâhlarında misafir ederler, toplanıp yemek yerler' demiştir.

    Anlıyoruz ki; tekkeler 'bir hırka, bir lokma' edebiyatının geçerli olduğu tembeller, uyuşuklar yuvası değil. Aksine Necm suresinin 39.'ayet-i Kerimesinde belirtildiği gibi:

    've en leyse lil'insâni illâ mâ se'â'

    'İnsan için çalışmasından başka bir şey yoktur.'

    Âyet-i kerimesinin gereğinin yapıldığı, hem de tasavvuf eğitiminin alındığı bir okul hüviyetindedir. İnsanlar hem dünya işlerini yapmakta, hem de ahret için çalışmaktadırlar. Böylece Kur'an-ı Kerîm'deki Zülcenahayn olma (çift kanatlı) standardını yakalamaya çabalamaktadırlar.

    Bir ordu düşünün ki, askerlerinin hepsi tasavvufu yaşıyor Osmanlı Ordusu - Yeniçeriler.

    Bir esnaf teşkilatı düşünün ki, mensuplarının hepsi Tasavvufu yaşıyor, Osmanlı Esnafı-Ahîler.

    Osmanlıyı askerî alanda olduğu gibi iktisadî ekonomik alanda da Osmanlı yapan budur. O halde bu koca çınarı asırlardır ayakta tutan terbiye nedir? Nedir bu tasavvuf?

    Tasavvuf nefsimizin 28 basamakta temizlenmesi neticesinde 3 vücudumuzun da (ruh, vech, nefs) Allah'a teslimiyetidir.

    Bu 28 basamak Kur'an-ı Kerîm âyetleri ışığında şöyle sıralanmaktadır.

    1- Olaylar

    2- İntibalar (olayların muhakemesi)

    3- Meyil (Allah'a ulaşmaya meyil)

    4- Rahîm esması

    5- Mürşide ulaşmanın garanti edilmesi (Ön rıza)

    6- İşitmek

    7- İdrak etmek

    8- Kalbe hidayet konması

    9- Kalbin Allah'a dönmesi

    10- Göğüsten kalbe yol açılması

    11- Kalbe Allah'ın nurunun ulaşması

    12- Huşû oluşması

    13- Hacet namazı ile Mürşidin gösterilmesi

    14- Tövbe (Mürşide ulaşma)

    15- Nefs-i Emmare

    16- Nefs-i Levvame

    17- Nefs-i Mülhime

    18- Nefs-i Mutmainne

    19- Nefs-i Raziye

    20- Nefs-i Marziye

    21- Nefs-i Tezkiye

    22- Fena Makamı

    23- Beka Makamı

    24- Zühd Makamı

    25- Vechin (fizik vücudun) teslimi

    26- Ulûl Elbab Makamı

    27- İhlâs Makamı

    28- Salâh Makamı

    Ahilikte adet olan kuşak ve peştamal kuşanma törenleri, o esnaf Allah'a verdiği yeminleri yerine getirdikçe yapılırdı. Çıraklık mutlaka Mürşidin önünde tövbe etmekle başlardı.21. basamağa gelince, yani Vuslat olunca KALFA (Kuşak kuşanma) 27. basamağa gelince de, yani İhlâs olunca da USTA (Peştamal kuşanma) olurdu.

    İşte Ahîlik yukarıdaki 28 basamakta Tasavvufun yaşanması, yani Kur'an-ı Kerîm'in hayata geçirilmesi, yani Sahabenin hayatının örnek alınmasıdır. Allah'ın insanlardan istediği ruh, vech (fizik vücud) ve nefs üçlüsünün yaşarken Allah'a teslimini içerir. Bu teslimiyet, bu 28 basamağın yaşanmasıyla gerçekleşir. Bu da Al-i İmran suresi 191.Âyet-i kerimede emredildiği gibi Allah isminin biribiri ardına daimi olarak tekrarlanmasıyla olur.

    ' elleziyne yezkürûnallahe kıyâmen ve ku'ûden ve alâ cünûbihim'

    Onlar ayaktayken, otururken ve yan üstü yatarken Allah'ı zikrederler.


    Yunus'un söylediği gibi 'Daim zikrullah ile' (Allah'ın daimi zikri ile.)

    Esnaflık, çok ince insan menfaatlerinin karışacağı bir iştir. Hile ve aldatma olmaması, Allah'ın En'am suresinin 151 ve 152'inci âyetlerinde ifadelendirdiği 10 emirden biri olan 'ölçü ve tartıda hile yapmayın' emrinin gerçekleşebilmesi için, o insanların nefslerine uymadan sanatlarını yapmaları lâzımdır.

    Başlangıçta kapkara olan,19 afeti bünyesinde barındıran nefsin, Allah'ın zikriyle, nurlarla temizlenip beyaza dönüşmesi ve ruhun 19 hasletiyle bezenen bir nefs hüviyeti olması gerekir. İşte bu terbiyeye girmeden esnaf olunamazdı. Nefsinin karadan beyaza dönüşebilmesi için insanın Hacet Namazıyla bu terbiyeyi ona yaptıracak olan Mürşidini, şeyhini bulması, Allah'a verdiği yeminleri yerine getirmesi gerekir. Bu iş 28 basamakta yalnız ve ancak Allah'ın zikriyle tamamlanır.
    Ve bunu Sahabe, Peygamberimizin (S.A.V) önderliğinde 23 senede tamamlamıştır. Yunus Emre Taptuk Emre'nin, Mevlâna Şemsi Tebrizi'nin, Akşemseddin Hacı Bayram Veli'nin önderliğinde bu terbiye sürecinden geçmişler ve Allah'a dost olmuşlardır.

    Günümüzde bazı meslek grupları halâ sanatlarını zikirle ifa etmektedirler. Bakırcılar çekiçlerini iki darbede indirirler bakırların üstüne. Tak-tak. Ve her bir indirişte o iki heceli kelimeyi söylerler. Zikrederler. 'Al-lah, Al-lah'.

    Yine keçeciler, yünü vücutlarına vurdukça kendi terlerini, Allah zikriyle katarlar keçelerine. 'Al-lah, Al-lah'.

    Şimdilerde çok uzaklarda kalan bir örnekten söz edelim:

    Sabah olmuş, esnaf dükkânını yeni açmıştır. Müşteri dükkândan içeri girer. İstediği malı gösterir. Dükkân sahibi:

    - Ben onu satmıyorum, der.

    Adamın ısrarı üzerine karşı dükkânı işaret eder;

    - Bak, aynı maldan onda da var. Ben siftahımı ettim. O henüz siftah etmedi, git ondan al.

    O dönemin Tasavvufu yaşayan, İslâmı yaşayan bu esnaf davranışının, günümüzde de yaşanması temennisiyle...