dilsiz dudaksız sözler söyleyeceğim sana, bir şeyler anlatacağım bütün kulaklardan gizli, herkesin ortasında konuşacağım; ama senden başka duyan olmayacak…
18. kural: Tüm kainat olanca katmanları ve karmaşasıyla insanın içinde gizlenmiştir. Şeytan, dışımızda bizi ayartmayı bekleyen korkunç bir mahluk değil bizzat içimizde bir sestir. Şeytanı kendinde ara, dışında, başkalarında değil ve unutma ki nefsini bilen Rabb’ini bilir. Başkalarıyla değil sadece kendiyle uğraşan insan sonunda mükafat olarak Yaradan’ı tanır...
33. kural : Bu dünyada herkes bir şey olmaya çalışırken sen hiç ol! Menzilin yokluk olsun. İnsanın çömlekten farkı olmamalı. Nasıl ki çömleği tutan dışında ki biçim değil içinde ki boşluk ise, insanı ayakta tutan da benlik zannı değil hiçlik bilincidir...
35. kural : Şu hayatta ancak tezatlarla ilerleyebiliriz. Mümin içindeki münkirle tanışmalı, Allah’a inanmayan kişi ise içinde ki inananla. İnsan-ı kamil mertebesine varana kadar gıdım gıdım ilerler kişi. Ve ancak tezatları kucaklayabildiği ölçüde olgunlaşır...
Giderken kendimi sende bırakmayı diliyordum, gördüm ki sana hiç gelmemişim.Anlad...ım ki iyi niyetlerle dolu temenniler yalana sıvanmış teşekkürlerde boğuluyormuş.Merhabanın boynunu bükene elveda demek zulümmüş.Zülüflerinden zûl akan yare, sancıyan yaram kadar bile değer görmem.Ondandır ki yarim ile değil yaram ile hoşum...Şems_i Tebrizi
ŞEMS-İ TEBRİZİ iran'in tabriz shehrinde olmushtur ve shimdi kabri iranin khoy shehrindedir tabriz ve khoy arasinda iki saat yol farki var bu iki shehir iran'in azarbayjan bolge'sindedirler
Bu söz değildir, tembihtir. Söz üstüne söz söyleme davet'tir. öteki âleme çağırmadır. Dedi ki: Bir âlem vardır, oraya koşun. Bu namaz ile meşgul olursan namaz gider, bu azim ile meşgul olursan azim gider. Senin dostluğun dan ne kadar sevinçliyim ki, Allah bana böyle bir yoldaş verdi. Benim bu gönlümü sana versinler, benim için ha o cihan, ha bu cihan. Bana göre yerin dibi ile gökyüzü birdir. Alçak, yüksek diye bir fark yoktur.
Hazreti Muhammed (S.A.) buyurdu ki:'Beni Meta oğlu Yunus'tan üstün görmeyiniz.' Çünkü o denizin dibinde, balığın karnında mirac'ta idi, ben ise yedi kat göklerin ötesinde miraca çıktım.Bu yüzden asla beni ondan üstün görmeyiniz! Hakkı bulmayı, mekânın yüksekliğinde veya alçaklığında aramak hakkı mekâna bağlı sanmaktır. Kur' an'da, 'Orada giyimleri ipektir,' (Hac Sûresi, 23) buyurulmuştur. Ben de burada ipek giyinmişim. Sen ipeğin letafetinden beni göremiyorsun. Bu ince deri sanki ipek oldu. Bu ipek deriye kıyasla ipeğin yumuşaklıkta ne değeri olur? Nereden nereye gidiyoruz?
Kur'an'da, 'Bugün dininizi kemal çağına eriştirdim, size nimetimi tamamladım,' (Maide Sûresi, 5) buyuruldu. Bu can, senin kalıbında olgunluğa erişti demektir.
'Yaşamak' kelamını nefes alıyor olarak almadan bakalım bu başlığa.
Bu arada 'yaşamak ve aşk' der dururken bir yandan da şunu düşünelim mi;
'Sen, ben, O...' Bu kalabalık ta ne böyle? ?
Mesnevi'nin yazılmasına vesile 'çok özleyen Rumi ' aşamasıdır. Şems O bunu yapabilsin diye sahneden çekilmek durumunda idi; ŞEMS 'BAŞINI' vermeyi teklif etmişti... Bir başa sonsuz ömürle hediyeleşti cömert sahibimiz. Şems yaşıyor...ve yaşayacak...
Şems'tir çözülmesi gereken sır AŞKI 'YAŞAMAK' isteyene. Şems ne verdi de adı Mevlana oldu Rumi'nin? Şems ne verdi de Mevlana AŞKI YAŞADI? Ben ol ki aşkı bil dedirtti bu yaşadığı O'na.
AŞKın açığa çıkması için aşık ve maşuk TEKleşmelidir. Rumi Şems'i kendinde bulduğunda adı Mevlana oldu. AŞKı, Şems yanıbaşında iken değil, Şems gittiğinde yaşadı. Aşk gerçek meyvelerini AŞK yaşanırken verir...
Beyitlerinin altına Şems-i Tebrizi diye imza attı kimi zaman Mevlana. Ey arayan kişi; ben O'yum, O ben dedi... (SEN...BEN...O)
VEDUD esmasının sırları Şems-i Tebrizi'den değil de Mevlana'dan açığa çıkmıştır diyebilir miyiz ki bu durumda?
Şems Mevlana'nın sohbet arkadaşı hocasıdır.Mevala ile uzun bir müddet beraber yaşamışlardır tabi bu durum Konya halkının dikkatini çekince Şemse karşı art niyetler beslemeye başlamışlardır sebebi ise Mevlana'yı onlardan almış olması onlardan uzaklaştırmış olmasıdır.Bir müddet sonra bu kıskançlık hat safaya ulaşınca Şems Konyayı terk etmiştir.
Efendim olayı uzunlamasına anlatıp, yazıyı uzatmayacağım...Hemen konuya girelim,...
Mevlana hazretlerine 3 tane ateist filozof gelip sorular sorarak kendisini sıkıştırma eğilimine girmiye çalışmışlardır...
Tabiki hazreti Mevlana bu durumu en baştan anlayarak filozofları Şems hazretlerine göndererek aradığınız sorulara cevap ordadır diyerek gönderir..
Şems hazretleri o sırada talebelerine ' Kerpiç taşı üzerinde teyemmüm abdestini ' öğretiyordur..ve
Yanlarına yaklaşan filozoflar kendisine 3 tane soru soracaklarını söylerler, ve Şems hazretleri buyrun sorun sizi dinliyorum diyerek cevap verir..
Filozoflar sorularını sormaya başlarlar..
1- Allah var diye söylüyorsunuz, ama Allah' ı gösteremiyorsunuz 2- Şeytan ateşten yaratılmıştır ama ateş ile azab edilecek diyiyorsunuz, ateş ateşe zarar verirmi... 3- İslamiyet özgürlükleri kısıtlıyor...
ve bu soraları dinleyen Şems hazretleri filozofun kafasına kerpiç taşını vuruyor ve al sana sorduğun soruların cevabı...
Ve canı yanan filozof hemen kadıya giderek şikayette bulunuyor, Kadı huzuruna Şems hazretlerini çağırıp neden vurduğunu soruyor, ve alınan cevaplar şok etkisi yaratıyor ateistte..
1.. Sorusu Allah var diyorsunuz ama Allah' ı gösteremiyorsunuz dedi.. Kendisinin canını yaktığımı söylüyor, o acıyı göstersin bana ona Allah' ı göstereyim.. 2..Sorusu Şeytan ateşten yaratılmıştır ama cehennemliktir diyiyor, ateş ateşe acı verirmi diye sordu, İnsanoğlu topraktan gelmiştir, ama kerpiç toprak olmasına rağmen kendisine acı vermiştir.. 3- Sorusu İslam özgürlüğü kısıtlıyor demiştir, bende özgürlüğümü kullanarak kerpiçi kafasına vurdum....:D:D
Hz. Mevlânâ'nın mürşidi.. Ölümü hakkında çeşitli spekülasyonlar yapılsada Konya'daki türbesinde kabrinin hemen önündeki tanıtım yazısında Şems'in Hz. Mevlânâ'nın ona olan düşkünlüğünü kıskananlar tarafından öldürülüp kuyuya atıldığı yazılı.. Şüphesiz bu Hz. Mevlana'nın en büyük imtihanlarından biri idi..
şems-i perende de derler...mevlanadan yaşça küçük olmasınarağmen mevlananın mürşidi olmuştur...bunu nereden çıkarıyorrum...mesneviden..çünkü mevlana ışığını ondan aldığını döyler...ayrıca mevlananın divan-ı kebirinin ism-i diğeri de divan-ı şems-i tebrizidir...mevlana bir çok şiirinde tahllüs olarak kendi adı yerine onun adını zikretmiştir...
konyadan ikinci ayrılışı konusunda farklı yorumlar vardır...okumak şsteyenler için makalatı güzel bir eserdir
'Bir kağıt düşün ki,bir yüzü sana,öteki yüzü de sevgiliye dönüktür.Yahut her yüzü bir başkasına çevrilmiştir.Kağıdın sana dönük yüzünü okuyabilirsin,ama asıl dosta ve sevgili tarafına dönük yönünü okumak gerekir.'
Konya'ya gelen büyük velîlerden. İsmi Muhammed bin Ali'dir. Tebriz'de doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. Şems-i Tebrîzî lakabıyla meşhûr oldu. 1247 (H.645) târihinde Konya'da şehîd edildi. Mevlânâ'nın medresesinde defnedildi.
Şemseddîn-i Tebrîzî hazretleri, Tebriz'de ilim öğrendi ve edeb üzere yetişti. Daha küçük yaştayken mânevî hallere, üstün derecelere kavuştu. Kendisi şöyle anlatır:
'Henüz ilk mektepteydim. Daha bülûğ çağına girmemiştim. Peygamber efendimizin sevgisi bende öyle yer etmişti ki, kırk gün geçtiği halde, O'nun muhabbetinden aklıma yemek ve içmek gelmedi.Bâzan yemeği hatırlattıklarında, onları elimle yâhut başımla reddederdim. Göklerdeki melekleri ve yerde gayb âlemini, kabirdekilerin hallerini müşâhede edebilirdim. Hocam Ebû Bekr, hallerimi başkalarına haber vermekten beni men ederdi. Bir gün babam bu hallerimden ürktü ve beni karşısına alıp; 'Yavrucuğum! Ben senin acâyip işlerinden bir şey anlamıyorum. Bunun sonu nereye varacak? Korkarım ki sana bir zarar erişir? ' dedi. Ben de ona; 'Babacığım! Bir tavuğun altına konan bir ördek yumurtasından çıkan ördek yavrusunun dereye dalıp yüzdüğü gibi ben de mânevî deryâya dalmış bir haldeyim.' diye cevap verdim.'
Şems-i Tebrîzî hazretleri, Ebû Bekr-i Kirmânî'den ve Bâbâ Kemâl-i Cündî'den feyz aldı. Onunla berâber, Bâbâ Kemâl'in yanında, Şeyh Fahreddîn-i Irâkî de ders aldı. Şeyh Fahreddîn, her keşf ve hâlini, şiirler hâlinde Bâbâ Kemâl'e arz eder bildirirdi. Birgün Bâbâ Kemâl, Şemseddîn-i Tebrîzî'ye; 'Sana esrârdan ve hakîkatlerden bir şey hâsıl olmuyor mu? Neden hiç söylemiyorsun? ' dedi. Cevâbında; 'Ondan daha çok oluyor. Fakat, ben onun gibi şiir söyleyemiyorum.' dedi. Bunun üzerine Bâbâ Kemâl; 'Allahü teâlâ, sana öyle bir arkadaş ihsân eder ki, o senin adına her mârifet ve hakîkatleri söyler.' buyurdu.Şems-i Tebrîzî hocalarını çok sever, derslerine çok çalışırdı. Bu bağlılık ve çalışmalarının sonunda, mânevî ilimlerde yüksek derecelere ulaştı.
Şems-i Tebrîzî hazretleri dünyâya hiç kıymet vermez, haram ve şüphelilerden son derece sakınır, mübâhların fazlasını terk ederdi. Bir yerde durmaz, talebelerin bulundukları yerlere giderek onları yetiştirirdi. Bu şekilde bıkmadan, yorulmadan pekçok yerler dolaştı. Bunun için kendisine 'Uçan güneş' dediler. Şems-i Tebrîzî hazretleri seyâhat ettiği yerlerde, uğradığı memleketlerde iyi bir dost bulunması için duâ ederdi.
Kendisi anlatır: 'Bir zaman Rabbime, beni kendi velîleri arasına koyup onlara arkadaş et diye yalvarırdım. Bunun üzerine bir gece rüyâmda bana; 'Seni bir velîye arkadaş edeceğiz.' dediler. Ben de; 'Peki o velî zât nerede bulunur? ' dedim. Bana; 'Aradığın velî Rum diyârındadır.' dediler. Sonra onu bir zaman aradım. Bana rüyâmda; 'Daha bulacağın zaman gelmedi.' dediler. Bir zaman geçtikten sonra bana; 'Ey Şems-i Tebrîzî! Senin en şerefli dostun ve arkadaşın Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretleridir.' diye ilhâm edildi. Bundan sonra Rum diyârına gitmek ve o sevgili zât ile görüşmek ve yolunda başımı fedâ etmek üzere yollara düştüm.'
Şems-i Tebrîzî hazretleri bu ilhâm üzerine tam bir doğruluk ve büyük bir aşkla Tebriz'den Anadolu'ya hareket etti. ÖnceŞam'a oradan Konya'ya geldiği de rivâyet edilmiştir. Bu yolculuğu esnâsında başından birçok hâdiseler geçti.
Şems-i Tebrîzî hazretleri uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra 1244 senesi Ekim ayında Konya'ya geldi.Büyük kapıdan şehre girerek bir han sordu. Gösterilen Şekerrîzân Hanına yerleşti.
Şemseddîn-i Tebrîzî önceleri çok riyâzet eder, nefsini ıslâh ile uğraşırdı. On veya on beş günde bir kerre iftar ederdi. Gıdâsı yarım bayat çörek parçasıydı. Onu da paça suyuna doğrar, tirid yapardı. Bir gün çorba pişiren onun bu hâlini öğrenip çorbaya biraz fazlaca yağ karıştırmıştı.Şemseddîn hazretleri bunu görünce o dükkan sâhibiyle bir daha alış-veriş yapmadı.
Şems-i Tebrîzî hazretleri Konya'ya geldiğinde halk onun hakkında; 'Acabâ bu zât Allahü teâlânın bir velîsi midir? ' dediler ve onun sohbetlerini dinlemeyi arzu ettiler. Şems-i Tebrîzî hazretleri kimseyle görüşmek istemedi. Konuşmalar çoğalınca, mecbur kalıp; 'Benim bir huyum vardır. Nedir derseniz! Ben bir yahûdî ve hıristiyan gördüğümde onlaraHak teâlânın hak yola kavuşturması için duâ ederim. Bir kimse ki bana sövse, rencide etse ben yine ona duâ edip; 'Yâ Rabbî! O kimsenin dilini sövmekten kurtar, iyiye çevirip sövmek yerine tesbihle, tehlille meşgûl olsun demekten başka işim yoktur. Ben velî olsam olmasam size ne? ' buyurdu ve bir zaman insanlarla görüşmekten uzak durdu.
Şems-i Tebrîzî hazretleri günlerini orada geçirirken, bir gün kapıda oturmuş Allahü teâlânın mahlûkâtı hakkında tefekkür ediyordu. O sırada Mevlânâ hazretleri talebeleriyle oradan geçerken, kapı önünde tefekkür hâlindeki, Şems hazretlerine baktı, ona selâm verdi. Ve yoluna devâm etti. Kendi kendine de; 'Bu, yabancı bir kimseye benziyor. Buralarda böyle birisini hiç görmedim. Ne kadar da nûrlu bir yüzü var.' diye düşünürken âniden atının yularını bir elin tuttuğunu gördü. Atı durduran Mevlânâ hazretleri, elin sâhibinin o yabancı olduğunu görünce; 'Buyurunuz! Bir arzunuz mu var? ' dedi. O da; 'İsminizi öğrenmek istiyorum.' deyince, Mevlanâ; 'Celâleddîn Muhammed.' diye cevap verdi. Bunun üzerine Şems-i Tebrîzî; 'Bir suâlim var. Acabâ Muhammed aleyhisselâm mı, yoksaBâyezîd-i Bistâmî mi büyüktür? ' diye sordu.Böyle bir soruyu ilk defâ duyan Mevlânâ hazretleri; 'Elbette ki Muhammed aleyhisselâm büyüktür. Bütün mahlûkât ve Bâyezîd O'nun hürmetine yaratıldı.' dedi. Bu cevâbı bekleyen Şems-i Tebrîzî; 'Peki, Muhammed aleyhisselâm; 'Biz seni lâyıkıyla bilemedik yâ Rabbî! ' dediği hâlde, Bâyezîd-i Bistâmî, niçin 'Sübhânî, benim şânım ne yücedir' diye söyledi. Bunun hikmetini söyler misiniz? ' diyerek tekrar sordu. Mevlânâ hazretleri, buna da şöyle cevap verdi: 'Peygamber efendimizin mübârek kalbi öyle bir deryâ idi ki, ona ne kadar mârifet, aşk-ı ilâhî tecellî etse, ne kadar muhabbet, Allahü teâlânın sevgisi dolsa onu içine alır, kuşatırdı. Hattâ daha çoğunu isteyip; 'Yâ Rabbî! Verdiğin bu nîmetleri daha da arttır.' buyurdu. Fakat, Bâyezîd-i Bistâmî'nin kalbi o kadar geniş olmadığı için, ilâhî feyzlere tahammül edemeyerek ufak bir tecelli ile dolup taşardı. Az bir feyzle taşınca da böyle şeyler söylerdi.' Bu îzâhata hayran kalan Şems-i Tebrîzî, 'Allah' diyerek yere yığıldı. Bayılmıştı. Mevlânâ hazretleri, hemen atından inerek Şems-i Tebrîzî'yi kucakladı, ayağa kaldırdı. Bu nûr yüzlü zâta çok ısınmıştı, kalbinde o kadar muhabbet hâsıl olmuştu ki, ayılınca büyük bir hürmet ve edeb ile evine götürdü. Bu zâtın, geleceğini ilk hocası Seyyid Burhâneddîn hazretlerinin söylediği Şems-i Tebrîzî olduğunu öğrenince; 'Ey muhterem efendim! Gerçi evimiz size lâyık değil ise de, zât-ı âlinize sâdık bir köle olmaya çalışacağım. Kölenin nesi varsa efendisinindir. Bundan böyle bu ev sizin, çocuklarım da evlâtlarınızdır.' diyerek hizmetine koşmaya başladı. Gece-gündüz hiç yanından ayrılmayıp, onun sohbetlerini büyük bir zevk içinde dinlemeye başladı. Ondan hiç ayrılmıyor, talebelerine ders vermeye, insanlara câmide vâz ü nasîhata gitmiyordu. Yanlarına dahî, hizmetlerini görmek üzere büyük oğlu Sultan Veled girebilirdi. Her gün Şems-i Tebrîzî ile sohbet ederler, Allahü teâlânın yarattıkları üzerinde tefekküre dalarlar, namaz kılarlar, cenâb-ı Hakk'ı zikrederek muhabbetlerini tâzelerlerdi. Bir gün Mevlânâ havuz kenarındaydı. Yanında kitaplar vardı. Şems-i Tebrîzî hazretleri gelip, kitapları sordu ve hepsini suya attı. Kitapların suya atılması üzerine, Mevlânâ; 'Âh babamın bulunmaz yazıları gitti.' diyerek çok üzüldü. Şems-i Tebrîzî hazretleri elini uzatıp kitapların her birini aldı. Hiçbiri ıslanmamıştı. Mevlânâ 'Bu nasıl işdir? ' dedi. 'Bu zevk ve hâldir. Sen anlamazsın.' buyurdu. Mevlânâ, Şems-i Tebrîzî'nin bu kerâmetini görünce, ona olan bağlılığı daha da artıp, sarsılmaz bir kale gibi oldu.
Mevlânâ'nın oğlu Sultan Veled, onların hâllerini şöyle anlatır: 'Ansızın Şems-i Tebrîzî hazretleri gelip babam ile görüştü. Babamın gölgesi, onun nûrunda yok oldu. Onlar birbirlerine öyle muhabbet gösterdiler ki, etraflarında kendilerinden başkasını görmüyorlardı. Şems-i Tebrîzî, babama mârifetten, Allahü teâlânın zâtına ve sıfatlarına âit ince bilgilerden ve O'na muhabbetten bahsediyordu. Babam da bunları büyük bir haz ile dinliyordu.
Eskiden herkes babama uyardı, şimdi ise, babam, Şems'e uyar oldu. Şems babamı muhabbete dâvet ettikçe, babam, Allahü teâlânın muhabbetinden yanıp kavrulurdu. Babam artık onsuz yapamıyor, yanından bir ân ayrılmıyordu. Bu şekilde aylarca sohbet ettiler. Böylece babam pek büyük mânevî derecelere yükseldi.'
Şems-i Tebrîzî, Peygamber efendimizin güzel ahlâkını örnek alıp, bütün işlerini, âdetlerini, ahlâkını O'na uydurmaya gayret ederdi. Şâyet bir kimseden rahatsız olsa; 'Yâ Rabbî! Bu kimsenin malını ve çocuklarını çok eyle' derdi. Çünkü, Peygamber efendimiz de böyle duâ ederdi. Resûlullah efendimizin bedduâ etmek âdetleri değildi.
Şems-i Tebrîzî hazretleri; 'Eğer bir kimse bana âhiretim ile ilgili bir defâ iyilik edip, dünyâ ile ilgili binlerce kötülük etse, ben onun bir defâ yaptığı iyiliğe nazar ederim. Çünkü iyi ahlâk bunu icâbettirir.' buyururdu.
Şems-i Tebrîzî hazretleri her nerede bir cenâze görse; 'Âh! Bu cenâzenin yerinde ben olsaydım. Onun yerine beni defnetselerdi.' derdi. Bunu işitenler; 'Niçin böyle söylüyorsun? ' dediklerinde, onlara; 'Âşık olanlar mâşuklarına bir an önce kavuşmak isterler. Maksatlarına en kısa zamanda ulaşmaları makbûl değil midir? ' diye cevap verirdi.
Kendisine bir şey ikrâm etseler veya bir şey istediğinde getirseler, onlara mutlaka karşılığında bir şey verirdi. Ayrıca bu iyiliği yapanlara teveccüh ve duâ ederdi. Onun duâsına kavuşanların kalb gözleri açılır, keşif, kerâmet sâhibi olurlardı.
Şems-i Tebrîzî hazretleri güzel halleri ve kerâmetleri ile meşhûr oldu.
Sirâceddîn anlatır: 'Kış mevsiminin ortasıydı. Bir kimse bahçesine gül dikmişti. Bunu Şems-i Tebrîzî'nin bulunduğu bir mecliste; 'Efendim! Ben bu günlerde bahçeye gül ağacı diktim. Acaba tutup gül verir mi? Yoksa emeğim boşa mı gider? ' diye sordu. Bu kimsenin tereddütlü hâlini gören Şems-i Tebrîzî; 'Cenâb-ı Hak isterse, böyle sebepsiz de yaratır.' derken, hırkasının altından bir demet gül çıkardı. Orada bulunan bizler bu kerâmeti görünce, hayretimizden şaşırıp kaldık.'
Sultânın bir oğlu vardı. Çok yiğit ve yakışıklı idi. Fakat bir şeyi hemen ezberleyemez çok kısa zamanda da unuturdu. Hocaları, onun unutkanlığından usanmışlardı. Babası bir gün Şems-i Tebrîzî'nin huzûruna gelip, oğlunun durumunu anlattı ve himmetini istirhâm edip, Kur'ân-ı kerîm öğretmesini istedi. Şems-i Tebrîzî de kabûl buyurup; 'İnşâallah her gün Kur'ân-ı kerîmin bir cüzünü (yirmi sahife) ezberler.' dedi. Orada bulunanlar, bu söze şaşırdılar. Ertesi günden îtibâren, çocuk derse gelmeye başladı ve her gün yirmi sahife ezberledi. Bir ayda Kur'ân-ı kerîmin tamâmını ezberlemiş oldu.
Şems-i Tebrîzî hazretleri ile Mevlânâ, mehtaplı bir gecede medresenin damında oturmuş sohbet ediyorlardı. Bir ara Şems, etrâfına bir göz gezdirerek; 'Hiçbir pencereden ışık görünmüyor, herkes ölü gibi yatıyor. Keşke uyanık olsalar da, âhiret için birazcık çalışıp, kıyâmet gününde güç durumda kalmasalar. Yoksa bu hâlleriyle ölüden farkları yok.' dedi. Bunun üzerine Mevlânâ hemen ellerini kaldırıp; 'Yâ Rabbî! Şems-i Tebrîzî hazretlerinin hürmetine bu uykuda ölü gibi yatan kullarını uyandır! ' diye duâ etti.Duânın akabinde, gökyüzünde bir anda bulutlar toplanmaya, şimşekler çakmaya ve gök gürlemeye başladı. Bu şiddetli gürültülerden uyuyan herkes uyandı. Yakın evlerden 'Allah! Allah! ' sesleri gelmeye başladı. Bir müddet bu sesleri dinlediler ve Şems; 'İnsanların, Rabbimizin hıfz-u emânında (korumasında) olabilmeleri için, âlim, kâmil bir rehbere ihtiyaçları vardır. Ancak böyle bir rehbere kavuşanlar, yer ve gök âfetlerinden, maddî ve mânevî bütün zararlardan korunabilirler. Görüldü ki, şu insanların uykudan uyanıp 'Allah! Allah! ' demeleri, gök gürlemesinden dolayıdır. Onun gibi, bu insanların hakîkî uykudan uyanmaları, cenâb-ı Hakk'ın sevdiği bir âlimi veya velîsi sebebiyle olmaktadır.' buyurdu.
Mevlânâ bir gün talebelerine, Şems-i Tebrîzî hazretlerinin üstünlüklerinden, bâzı kerâmetlerinden ve onun üstün vasıflarından bahsetti. Bunları işiten Sultan Veled şöyle anlatır; 'Babam Mevlânâ, Şems-i Tebrîzî'yi o kadar çok medhetti ki, hemen Şems'in huzûruna koştum. Geldiğimi görünce; 'Ey Behâeddîn! Baban Mevlânâ'nın hakkımda söyledikleri doğrudur. Fakat, Mevlânâ'nın yanında bin tâne Şems, onun yanında zerreler gibi kalır. Bunun için onu bırakıp da benim hizmetime gelmek münâsib olmaz.' buyurdu.'
Şems-i Tebrîzî hazretleri bir gün kalb gözüyle gayb âlemini seyrederken, kırk bin talebesi olan evliyânın büyüklerinden birini gördü. Ellerini açmış, büyük bir gönül kırıklığı içerisinde cenâb-ı Hakk'a; 'Yâ Rabbî! Yâ Rabbî! ' diye duâ ediyordu. Öyle bir yalvarışı vardı ki, bütün rûhlar, onunla birlik olmuşlar, 'Yâ Rabbî! Yâ Rabbî! ' diyorlardı. Şems-i Tebrîzî de o anda cenâb-ı Hakk'a münâcaat edip, yalvardı. Bu sırada yalvarışlarına cevap olarak; 'İste ey Şems! Bütün dileklerin yerine getirilecek.' diyen bir ses işitti. Bunun üzerine Şems-iTebrîzî; 'Yâ Rabbî! Sana bütün rûhlarla birlikte'Yâ Rabbî! Yâ Rabbî! ' diye yalvaran bu velî kuluna ihsân eyle.' dedi. Şems-i Tebrîzî hazretlerinin bu şefâatiyle, o velî, derhal isteğine kavuştu.
Mevlânâ Celâleddîn ileŞems-i Tebrîzî hazretlerinin zâhiri ve bâtınî çalışmaları devam ederken, onların bu sohbetlerini hazmedemeyen ve Mevlânâ'nın kendi aralarına katılmamasına üzülen bâzı kimseler, Şems-i Tebrîzî hakkında uygun olmayan sözler söylemeye başladılar. Bu söylentiler, Mevlânâ'nın kulağına kadar geldi. Diyorlardı ki: 'Bu kimse Konya'ya geleli, Mevlânâ bizi terk etti. Gece gündüz hep birbirleriyle sohbet ediyorlar da, bizlere hiç iltifât göstermiyorlar. Yanlarına kimseyi de koymuyorlar. Mevlânâ, Sultân-ül-ulemâ'nın oğlu olsun da, Tebrîz'den gelen ve ne olduğu belli olmayan bu kimseye gönül bağlasın. Onun için bize sırt çevirsin. Hiç Horasan toprağı ile (Mevlânâ hazretlerinin memleketi) Tebrîz toprağı bir olur mu? Elbette Horasan toprağı daha kıymetlidir.' Bu söylentilere Mevlânâ; 'Hiç toprağa îtibâr olunur mu? Bir İstanbullu, bir Mekkeliye gâlip gelirse, Mekkelinin İstanbulluya tâbi olması hiç ayıp sayılır mı? ' diyerek cevap verdi. Fakat söylentiler durmadı. Şems-i Tebrîzî hazretleri artık Konya'da kalamıyacağını anladı. O çok kıymetli dostunu, o mübârek ahbâbını bırakarak Şam'a gitti.
Şems-i Tebrîzî hazretlerinin gitmesi Mevlânâ'yı çok üzdü. Günler geçtikçe ayrılık acısına sabredemiyor, kendisinde tahammül edecek bir hâl bırakmıyordu. Şems'in ayrılık hasreti ve muhabbeti ile yanıyordu. 'Şems! Şems! ' diyerek ciğeri yakan kasîdeler söylüyor, göz yaşlarıyla dolu yazdığı mektupları Şam'a, Şems-i Tebrîzî hazretlerine gönderiyordu. Eğer bir kimse; 'Şems-i Gördüm.' diye yalan söylese, ona müjdelik olarak üzerindeki elbisesini verirdi. Bir defâsında birisi; 'Şems-i Tebrîzî'yi Şam'da gördüm. Sıhhati yerindeydi.' dedi. Mevlânâ, ona elinde bulunan ne varsa hepsini verdi. Orada bulunanlardan biri; 'O, Şems-i Tebrîzî'yi görmedi. Yalan söylüyor' deyince, Mevlânâ da; 'Ona verdiğim bu elbiseler, sevdiğimin yalan haberinin müjdesidir. Onun hakîkî haberini getirene canımı veririm.' diye cevap verdi. Böylece aylar geçti. Mevlanâ artık dayanamayacağını anlayınca, oğlu SultanVeled'i Şam'a göndermeye karar verdi. Oğlunu çağırıp; 'SüratleŞam'a varıp, filanca hana gidersin. Şems-i Tebrîzî hazretlerinin o handa bir genç ile sohbet ettiğini görürsün. O genci küçümseme sakın. O, Allahü teâlânın sevdiği evliyânın kutuplarından biridir. Selâmımı ve duâ isteğimi kendilerine bildir. İçinde bulunduğum şu vaziyetimi, hasretimi dile getir. Buraya acele teşriflerini tarafımdan istirhâm et.' dedi. Sultan Veled, hemen hazırlıklarını tamamlayıp yola çıktı. Şam'da, babasının târif ettiği handa, Şems-i Tebrîzî'yi bir gençle konuşuyor buldu. Durumu dilinin döndüğü kadar anlattı.Konya'da bu hâdiseye sebeb olanların tövbe ettiğini ve Mevlânâ'dan çok özürler dilediklerini de sözüne ekledi. Bunun üzerine Şems-i Tebrîzî, Konya'ya tekrar gitmeye karar verdi. Hemen yola çıktılar. Sultan Veled, Şems hazretlerini ata bindirdi, kendisi de arkasında yaya olarak yürüyordu. Şems-i Tebrîzî, Sultan Veled'in ata binmesi için ne kadar ısrâr ettiyse, o; 'Sultânın yanında hizmetçinin ata binmesi bizce yakışık almaz.' diyerek ata binmedi. Sultan Veled, Konya'ya yaklaştıklarında Mevlânâ'ya haberci gönderip, Konya'ya girmek üzere olduklarını bildirdi. Mevlânâ hazretleri müjdeyi getirene o kadar çok hediye verdi ki, o kimse zengin oldu. Konya'da tellâllar bağırtılarak, Şems'in Konya'yı teşrif etmek üzere olduğu bildirildi. Konya'da başta pâdişâh olmak üzere, ileri gelen vezîrler, hâkimler, zenginler ve bütün halk yollara döküldü. Büyük bir bayram havası içinde Şemseddîn Tebrîzî ile Sultan Veled göründüler. Sultan Veled, atın yularından tutmuş, Şems de atın üzerinde, başı önünde ağır ağır ilerliyorlardı. Bu muhteşem manzarayı seyredenler, büyük bir heyecana kapıldılar. Mevlânâ koşarak ilerledi, atın dizginlerine yapıştı. Göz göze geldiler. Şems'in attan inmesine yardım eden Mevlânâ, üstâdının ellerinden sevinç gözyaşları arasında doya doya öptü. Bu arada yanık sesli hâfızlar Kur'ân-ı kerîm okumaya başladılar. Herkes büyük bir haz içinde Kur'ân-ı kerîmi dinledikten sonra, sıra ile Şems-i Tebrîzî hazretlerinin ellerini öptüler. Sonra Mevlânâ'nın medresesine geldiler. Şems-i Tebrîzî, Sultan Veled'in kendisine gösterdiği hürmeti ve yaptığı hizmetleriMevlânâ'ya anlattı. Bundan çok memnun olduğunu bildirerek; 'Benim bir serim (başım) bir de sırrım vardır. Başımı sana fedâ ettim. Sırrımı da oğlun Sultan Veled'e verdim. Eğer Sultan Veled'in, bin yıl ömrü olsa da hepsini ibâdetle geçirse, ona verdiğim sırra, yâni evliyâlıkta yükselmesine sebeb olduğum derecelere kavuşamaz.' dedi.
Mevlânâ Celâleddîn ile Şems-i Tebrîzî, eskisi gibi yine bir odaya çekilip sohbete başladılar. Hiç dışarı çıkmadan, yanlarına oğlundan başka kimseyi sokmadan, mânevî bir âlemde ilerlemeye başladılar. Halk, Şems gelince Mevlânâ'nın sâkinleşeceğini, aralarına katılıp, kendilerine nasîhat edeceğini, sohbetlerinden istifâde edeceklerini ümîd ederlerken, tam tersine, eskisinden daha fazla Şems'e bağlandığını ve muhabbetinin ziyâdeleştiğini gördüler.
Şems-i Tebrîzî hazretleri,Mevlânâ'yı velîlik makamlarının en yüksek derecelerine çıkarmak için elinden gelen bütün tedbirlere başvuruyor, her türlü riyâzet ve mücâhedeyi yaptırıyordu. Günler bu şekilde devâm ederken, halk, Mevlânâ'nın hiç görünmemesinden dolayı Şems'e kızmaya başladı. Bir gün bu söylenenleri Şems-i Tebrîzî işitince, Sultan Veled'e; 'Ey Veled! Hakkımda yine sû-i zan etmeye başladılar. Beni Mevlânâ'dan ayırmak için, söz birliği etmişler. Bu seferki ayrılığımın acısı çok derin olacak! ' dedi.
1247 senesi Aralık ayının beşine rastlayan Perşembe gecesiydi. Mevlâna ile Şems hazretleri yine odalarında sohbet ediyorlar, Allahü teâlânın muhabbetinden ve çeşitli velîlik makamlarından anlatıyorlardı. Bir ara kapı çalındı ve Şems hazretlerini dışarı çağırdılar. Şems-i Tebrîzî, Mevlânâ'ya; 'Beni katletmek için çağırıyorlar.' dedi ve dışarı çıktı. Dışarda bir grup kimse, bir anda üzerine hücûm ettiler. Şems-i Tebrîzî hazretlerinin 'Allah! ' diyen sesi duyuldu. Mevlânâ hemen dışarı çıktı, fakat hiç kimse yoktu. Yerde kan lekeleri vardı. Derhal oğlu Sultan Veled'i uyandırıp, durumun tetkîkini istedi. Yapılan bütün araştırmalarda Şems-i Tebrîzî hazretlerinin mübârek cesedini bulamadılar. Bu cinâyeti işleyenler yedi kişi idi. İçlerinde, Mevlânâ'nın oğlu Alâeddîn de vardı.Yedisi de kısa bir süre sonra çeşitli belâlara yakalanarak öldüler. Bir gece Sultan Veled, rüyâsında Şems-i Tebrîzî'nin cesedinin bir kuyuya atıldığını gördü. Şems-i Tebrîzî hazretleri ona; 'Ben falan yerdeki kuyudayım. Beni buradan alıp defneyleyin.' buyurdu. Sultan Veled uyanınca, yanına en yakın dostlarından birkaçını alarak, gördüğü kuyuya gittiler. Cesed hiç bozulmamıştı. Bulunduğu yerden alıp cenâze hizmetlerini gördüler ve Mevlânâ'nın medresesine defnettiler.
Şems-i Tebrîzî hazretlerine bir kimse; 'Efendim! Mârifeti bana anlatır mısınız? ' dedi. O da; 'Bir gönül ki, Allahü teâlânın muhabbetiyle yanıp, onunla hayat buluyorsa, bu mârifettir.' buyurdu. Soruyu soran; 'Peki ben ne yaparsam bu mârifeti elde edebilirim? ' diye tekrar sordu. 'Bedeni terk ederek. Çünkü Allahü teâlâ ile kul arasındaki perde, kişinin bedenidir. Allahü teâlâya vâsıl olmasına mâni olacak şey dört tânedir: 1) Şehvet, 2) Çok yemek. 3) Mal ve makam, 4) Ucb ve gurûr. İşte bu dört şey, kulun cenâb-ı Hakk'a ulaşmasına mânidir.' buyurdu.
Bir defâsında da; 'Velîler, Allahü teâlâyı zikretmekten yorulmazlar ve O'nun muhabbetine doymazlar. Onların yanında dünyânın hiçbir kıymeti yoktur. Onlar, her an Allahü teâlâyı zikrederler, şükrederler, ibâdete devam ederler. Bir kalpten bütün arzu ve istekler çıkarsa, orada Allahü teâlânın sevgisinden başka bir sevgi kalmaz.' buyurdu.
'İlim üç şeydir: Zikreden dil, şükreden kalp, sabreden beden.'
'Perhizi olmayan bir vücûd, meyvesiz bir ağaç; utanması olmayan bir beden, tuzsuz bir aş; gayreti olmayan bir vücûd, sâhipsiz bir köle gibidir.' buyurdu.
Şems-i Tebrîzî hazretlerine; 'İnsanların en üstünü, kıymetlisi kimdir? ' dediler. Cevâbında; 'Şu dört kimsenin kıymeti, Allahü teâlâ katında yüksektir: 1) Şükreden zengin, 2) Kanâatlı ve sabreden fakir, 3) İşlediği günâhlara pişmân olup, Allahü teâlânın azâbından korkan kişi, 4) Takvâ, verâ, zühd sâhibi; yâni haramlardan sakınıp, şüpheli korkusuyla mübahların çoğunu terkederek dünyâya zerre kadar meyletmeyen âlimdir.' buyurdu. 'Bu kıymetli insanların içinde en üstünü hangisidir? ' diye sordular. Buyurdu ki: 'İlim ve hilm (yumuşaklık) sâhibi âlimlerdir.'
Cömertliği sordular, buyurdu ki: 'Dört türlü sehâvet, cömertlikvardır: 1) Mal cömertliği; zâhidlere, dünyâya kıymet vermeyenlere mahsustur. Onlar malı verirler, mârifeti, Allahü teâlâyı tanımayı alırlar. 2) Beden cömertliği; müctehid olan âlimlere mahsustur. Onlar da Allahü teâlânın yolunda vücutlarını harcarlar ve hidâyeti alırlar. 3) Can cömertliği; şehidlere mahsustur. Onlar da canlarını vererek Cennet'i alırlar. 4) Kalb cömertliği; âriflere mahsustur. Onlar da gönül vererek muhabbeti alırlar.'
'Dünyâ, insanı hevâ ve hevesine kaptırır, nefsin arzularına uydurur. Netîcede Cehennem'e götürür.'
'İnsanoğlunun edepten nasîbi yoksa, insan değildir. İnsan ile hayvan arasını ayıran edeptir.'
'Âhireti kazanmak için çalışmak lâzımdır. Bu, insanı Cennet'e götürüp, Allahü teâlânın cemâlini görmekle şereflenmesine sebeb olur.'
Bihamdillah direm Allah Salâtullah selâmullah Salâtullah selâmullah Açılır sana bir kapı Alıp aklımı fikrullah Aleyke yâ Resûlallah Aleyke yâ Resûlallah Ayân olur Cemâlullah Dilimde zâtın esmâsı Gönül âyinesin sûfî Bu tevhidden murâd ancak Salâtullah selâmullah Bana üns oldu zikrullah Eğer kılar isen sâfî Cemâl-i zâta ermektir Aleyke yâ Resûlallah
Görünen kendi zâtıdır Şems-i Tebrîz bunu bilir Ben ol pervâneyim geldim Değil sanma ki gayrullah Ehad kalmaz fenâ bulur Düşüp aşk oduna yandım Hemen bâkî kalır Allah Salâtullah selâmullah Bu âlem küllü mahvolur Yanuban küllü yandım Salâtullah selâmullah Aleyke yâ Resûlallah Beni yaktı aşkullah Aleyke yâ Resûlallah
dilsiz dudaksız sözler söyleyeceğim sana,
bir şeyler anlatacağım bütün kulaklardan gizli, herkesin ortasında konuşacağım;
ama senden başka duyan olmayacak…
( Şems-i Tebrizi / Ruh-u Revânım )
sessizlik en güzel sestir, duyabilen için.
Şems- i Tebrizi
( duydum )
18. kural: Tüm kainat olanca katmanları ve karmaşasıyla insanın içinde gizlenmiştir. Şeytan, dışımızda bizi ayartmayı bekleyen korkunç bir mahluk değil bizzat içimizde bir sestir. Şeytanı kendinde ara, dışında, başkalarında değil ve unutma ki nefsini bilen Rabb’ini bilir. Başkalarıyla değil sadece kendiyle uğraşan insan sonunda mükafat olarak Yaradan’ı tanır...
33. kural : Bu dünyada herkes bir şey olmaya çalışırken sen hiç ol! Menzilin yokluk olsun. İnsanın çömlekten farkı olmamalı. Nasıl ki çömleği tutan dışında ki biçim değil içinde ki boşluk ise, insanı ayakta tutan da benlik zannı değil hiçlik bilincidir...
35. kural : Şu hayatta ancak tezatlarla ilerleyebiliriz. Mümin içindeki münkirle tanışmalı, Allah’a inanmayan kişi ise içinde ki inananla. İnsan-ı kamil mertebesine varana kadar gıdım gıdım ilerler kişi. Ve ancak tezatları kucaklayabildiği ölçüde olgunlaşır...
'Birine öyle bir sözsöyle ki,
ya yaşat ya da öldür;
ama asla yaralı
bırakma...'
Olur da bir gün mesafeleri aşıp bana gelirsen,
yüreğinde açan rengarenk Aşk ile gel...
Giderken kendimi sende bırakmayı diliyordum, gördüm ki sana hiç gelmemişim.Anlad...ım ki iyi niyetlerle dolu temenniler yalana sıvanmış teşekkürlerde boğuluyormuş.Merhabanın boynunu bükene elveda demek zulümmüş.Zülüflerinden zûl akan yare, sancıyan yaram kadar bile değer görmem.Ondandır ki yarim ile değil yaram ile hoşum...Şems_i Tebrizi
tanınmayanlardan.. sevilmeyenlerden.. döneminin Ebu Zer'idir, denilebilir.. tanınmalıdır, sevilmelidir..
10-12 sene kadar önce mezarına yolum düştü, hâli hüzünlendirmişti.. umarım bakım çalışmaları yapılmıştır..
ŞEMS-İ TEBRİZİ iran'in tabriz shehrinde olmushtur
ve shimdi kabri iranin khoy shehrindedir
tabriz ve khoy arasinda iki saat yol farki var
bu iki shehir iran'in azarbayjan bolge'sindedirler
Ey insanlar bu hâdiseler yurdundan sakınınız!
Bu söz değildir, tembihtir. Söz üstüne söz söyleme davet'tir. öteki âleme çağırmadır. Dedi ki: Bir âlem vardır, oraya koşun. Bu namaz ile meşgul olursan namaz gider, bu azim ile meşgul olursan azim gider. Senin dostluğun dan ne kadar sevinçliyim ki, Allah bana böyle bir yoldaş verdi. Benim bu gönlümü sana versinler, benim için ha o cihan, ha bu cihan. Bana göre yerin dibi ile gökyüzü birdir. Alçak, yüksek diye bir fark yoktur.
Hazreti Muhammed (S.A.) buyurdu ki:'Beni Meta oğlu Yunus'tan üstün görmeyiniz.' Çünkü o denizin dibinde, balığın karnında mirac'ta idi, ben ise yedi kat göklerin ötesinde miraca çıktım.Bu yüzden asla beni ondan üstün görmeyiniz! Hakkı bulmayı, mekânın yüksekliğinde veya alçaklığında aramak hakkı mekâna bağlı sanmaktır. Kur' an'da, 'Orada giyimleri ipektir,' (Hac Sûresi, 23) buyurulmuştur. Ben de burada ipek giyinmişim. Sen ipeğin letafetinden beni göremiyorsun. Bu ince deri sanki ipek oldu. Bu ipek deriye kıyasla ipeğin yumuşaklıkta ne değeri olur? Nereden nereye gidiyoruz?
Kur'an'da, 'Bugün dininizi kemal çağına eriştirdim, size nimetimi tamamladım,' (Maide Sûresi, 5) buyuruldu. Bu can, senin kalıbında olgunluğa erişti demektir.
Maklat/ Hz. Şems-i Tebrizi
kendi deyişiyle mevlananın hem hocası hem de öğrencisidir..Mevlana etme şiirini kendisine yazmıştır..okunması dinlenmesi tavsiye olunur.
ŞEMS-İ TEBRİZİ YAŞIYOR
'Yaşamak' kelamını nefes alıyor olarak almadan bakalım bu başlığa.
Bu arada 'yaşamak ve aşk' der dururken bir yandan da şunu düşünelim mi;
'Sen, ben, O...' Bu kalabalık ta ne böyle? ?
Mesnevi'nin yazılmasına vesile 'çok özleyen Rumi ' aşamasıdır. Şems O bunu yapabilsin diye sahneden çekilmek durumunda idi; ŞEMS 'BAŞINI' vermeyi teklif etmişti... Bir başa sonsuz ömürle hediyeleşti cömert sahibimiz. Şems yaşıyor...ve yaşayacak...
Şems'tir çözülmesi gereken sır AŞKI 'YAŞAMAK' isteyene. Şems ne verdi de adı Mevlana oldu Rumi'nin? Şems ne verdi de Mevlana AŞKI YAŞADI? Ben ol ki aşkı bil dedirtti bu yaşadığı O'na.
AŞKın açığa çıkması için aşık ve maşuk TEKleşmelidir. Rumi Şems'i kendinde bulduğunda adı Mevlana oldu. AŞKı, Şems yanıbaşında iken değil, Şems gittiğinde yaşadı. Aşk gerçek meyvelerini AŞK yaşanırken verir...
Beyitlerinin altına Şems-i Tebrizi diye imza attı kimi zaman Mevlana. Ey arayan kişi; ben O'yum, O ben dedi... (SEN...BEN...O)
VEDUD esmasının sırları Şems-i Tebrizi'den değil de Mevlana'dan açığa çıkmıştır diyebilir miyiz ki bu durumda?
Sevgiler,
DS
Tebriz güneşi anlamı taşır ismi...
ve denirki
bil ki güneşe bakmaya cesareti olmayan gölgede kalmaya, gölgeyi ışık sanmaya mahkümdur..
Şems Mevlana'nın sohbet arkadaşı hocasıdır.Mevala ile uzun bir müddet beraber yaşamışlardır tabi bu durum Konya halkının dikkatini çekince Şemse karşı art niyetler beslemeye başlamışlardır sebebi ise Mevlana'yı onlardan almış olması onlardan uzaklaştırmış olmasıdır.Bir müddet sonra bu kıskançlık hat safaya ulaşınca Şems Konyayı terk etmiştir.
Hz.Mevlânâ'nın ^^yanma^^sı, Şems' in nurlu aynasında gördüğü kendi güzelliğinin aşk ateşiyledir.
Kulağını ver dinle bak,a ses başı ne diyor.
Bu mahallede bizden bir gönül eri kayboldu diyor.
Derken ansızın biri yolda izini buldu diyor
Belirtileri görün işte diyor.
İşte al kanlar içinde bir elbise diyor,
Ne zamandır O’nu aradık,yandık yakıldık,
Ne zamandır O’nu arayanlar her yönde dövündüler,
Ne üst kodular, ne baş.
Aşıkları kanı hiç eskimiyor, unutulmuyor.
Aşıkların kanı nasılsa hep öyle kalıyor,
Hep öyle taze sıcak.
Bu eski bir kan davasıdır deme sakın
Atma kulağının arkasına şu lafı
Kan bir kere eskidimi kararır kurur ama
Aşıkların kanı durmayacak,gönüllerden biteviye akacak,
Bu buzağa sığınan senin kanlı bakışındır
O büyük sağarı sunan senin nergis gözlerin.
Sarhoşça gelen de onlar, gönüller çalan da onlar
Adamı can evinden vuran da onlar
Ya o yok olunca sen çık ortaya
Ya da o kaybolan gönlü geri ver.
Ey gönül, o şeker gibi gönülden bir parçacık yüz bulursan,şükret haline.
Bütün alem denizin bir damlasında erimiş gitmiş ama
Bir sinek o şekerden sanki ne kadar yer
Bir gün sende böyle öldürülürsen
Sonsuzluğa erecek, hep diri kalacaksın, diri
Öyle bir şehidin canından selam Tebriz’e...
Mevlana
Olduğum gibi kim görebilir beni
Ne rengim var benim ne nişanım
Benim de bildiğim sırlar var diyeceksin ama
Hem o sırlarım ben hem de o sırları saklayanım.
Bu gönül ne vakit durulacak bilmem
Ama şu anda hiç kımıldamadan da duran benim,
Yürüyüp giden de ben.
Ben bir denizim kendi varlığı içinde taşan,
Uçsuz bucaksız,alabildiğine geniş, kıyısız, hür bir deniz.
İki dünya da yok oldu gitti bende
Artık ne bu dünyadan sorsunlar beni, ne o dünyadan.
Sen bizim aynımızsın dedim ey can!
Amma yaptın dedi, o da ne demek.
Şu gördüklerin hep benim.
Yoksa dedim sen O musun?
“Hey, kendine gel! Sus! ” dedi.
“Benim ne olduğum dile gelmez..”
Öyleyse dedim sana işte dilsiz, dudaksız konuşan biri.
Yoklukta ayaksız yürümedeyim, gökteki ay gibi.
İşte sana elsiz ayaksız durmadan koşan biri.
“Böyle koşup durmak” dedi bir ses “senin nene gerek? ”
Bak bana, apaçık ortadayım da gene gizliyim
Sen beni gör asıl Beni!
Eşi bulunmaz bir gizli maden olmuşum
Eşi bulunmaz bir deniz olmuşum ben
Tebrizli Şems’i gördüm göreli.
Mevlana
Efendim olayı uzunlamasına anlatıp, yazıyı uzatmayacağım...Hemen konuya girelim,...
Mevlana hazretlerine 3 tane ateist filozof gelip sorular sorarak kendisini sıkıştırma eğilimine girmiye çalışmışlardır...
Tabiki hazreti Mevlana bu durumu en baştan anlayarak filozofları Şems hazretlerine göndererek aradığınız sorulara cevap ordadır diyerek gönderir..
Şems hazretleri o sırada talebelerine ' Kerpiç taşı üzerinde teyemmüm abdestini ' öğretiyordur..ve
Yanlarına yaklaşan filozoflar kendisine 3 tane soru soracaklarını söylerler, ve Şems hazretleri buyrun sorun sizi dinliyorum diyerek cevap verir..
Filozoflar sorularını sormaya başlarlar..
1- Allah var diye söylüyorsunuz, ama Allah' ı gösteremiyorsunuz
2- Şeytan ateşten yaratılmıştır ama ateş ile azab edilecek diyiyorsunuz, ateş ateşe zarar verirmi...
3- İslamiyet özgürlükleri kısıtlıyor...
ve bu soraları dinleyen Şems hazretleri filozofun kafasına kerpiç taşını vuruyor ve al sana sorduğun soruların cevabı...
Ve canı yanan filozof hemen kadıya giderek şikayette bulunuyor, Kadı huzuruna Şems hazretlerini çağırıp neden vurduğunu soruyor, ve alınan cevaplar şok etkisi yaratıyor ateistte..
1.. Sorusu Allah var diyorsunuz ama Allah' ı gösteremiyorsunuz dedi..
Kendisinin canını yaktığımı söylüyor, o acıyı göstersin bana ona Allah' ı göstereyim..
2..Sorusu Şeytan ateşten yaratılmıştır ama cehennemliktir diyiyor, ateş ateşe acı verirmi diye sordu, İnsanoğlu topraktan gelmiştir, ama kerpiç toprak olmasına rağmen kendisine acı vermiştir..
3- Sorusu İslam özgürlüğü kısıtlıyor demiştir, bende özgürlüğümü kullanarak kerpiçi kafasına vurdum....:D:D
(Kimin aklına gelir böyle cevap vermek...)
tebrizin güneşi mevlananın feyz aldığı kişi
Ey Tebrizli Hak Şemsi,
Yüzünü göstermeseydin sen; yoksul, çaresiz kalırdı kulun,
Ne gönlü olurdu, ne dini…
Mevlana
Bugünün insanlarının muhtaç olduğu, uzaya gitmenin yollarını aramamıza rağmen arş-ı aladan yeryüzüne inen yegane evliyaların güneşi...! ! !
Hz. Mevlânâ'nın mürşidi..
Ölümü hakkında çeşitli spekülasyonlar yapılsada
Konya'daki türbesinde
kabrinin hemen önündeki tanıtım yazısında
Şems'in
Hz. Mevlânâ'nın ona olan düşkünlüğünü kıskananlar tarafından öldürülüp kuyuya atıldığı yazılı..
Şüphesiz bu Hz. Mevlana'nın en büyük imtihanlarından biri idi..
şems-i perende de derler...mevlanadan yaşça küçük olmasınarağmen mevlananın mürşidi olmuştur...bunu nereden çıkarıyorrum...mesneviden..çünkü mevlana ışığını ondan aldığını döyler...ayrıca mevlananın divan-ı kebirinin ism-i diğeri de divan-ı şems-i tebrizidir...mevlana bir çok şiirinde tahllüs olarak kendi adı yerine onun adını zikretmiştir...
konyadan ikinci ayrılışı konusunda farklı yorumlar vardır...okumak şsteyenler için makalatı güzel bir eserdir
'Bir kağıt düşün ki,bir yüzü sana,öteki yüzü de sevgiliye dönüktür.Yahut her yüzü bir başkasına çevrilmiştir.Kağıdın sana dönük yüzünü okuyabilirsin,ama asıl dosta ve sevgili tarafına dönük yönünü okumak gerekir.'
Yokdur asla sems´e bir benzer es
Semsi andik,kacti göklerden günes
Aşkda sevgi neyse, mevlanada şems odur...
mevlana hz rinin mürşüdidir.
Şems-i Tebrîzî
Konya'ya gelen büyük velîlerden. İsmi Muhammed bin Ali'dir. Tebriz'de doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. Şems-i Tebrîzî lakabıyla meşhûr oldu. 1247 (H.645) târihinde Konya'da şehîd edildi. Mevlânâ'nın medresesinde defnedildi.
Şemseddîn-i Tebrîzî hazretleri, Tebriz'de ilim öğrendi ve edeb üzere yetişti. Daha küçük yaştayken mânevî hallere, üstün derecelere kavuştu. Kendisi şöyle anlatır:
'Henüz ilk mektepteydim. Daha bülûğ çağına girmemiştim. Peygamber efendimizin sevgisi bende öyle yer etmişti ki, kırk gün geçtiği halde, O'nun muhabbetinden aklıma yemek ve içmek gelmedi.Bâzan yemeği hatırlattıklarında, onları elimle yâhut başımla reddederdim. Göklerdeki melekleri ve yerde gayb âlemini, kabirdekilerin hallerini müşâhede edebilirdim. Hocam Ebû Bekr, hallerimi başkalarına haber vermekten beni men ederdi. Bir gün babam bu hallerimden ürktü ve beni karşısına alıp; 'Yavrucuğum! Ben senin acâyip işlerinden bir şey anlamıyorum. Bunun sonu nereye varacak? Korkarım ki sana bir zarar erişir? ' dedi. Ben de ona; 'Babacığım! Bir tavuğun altına konan bir ördek yumurtasından çıkan ördek yavrusunun dereye dalıp yüzdüğü gibi ben de mânevî deryâya dalmış bir haldeyim.' diye cevap verdim.'
Şems-i Tebrîzî hazretleri, Ebû Bekr-i Kirmânî'den ve Bâbâ Kemâl-i Cündî'den feyz aldı. Onunla berâber, Bâbâ Kemâl'in yanında, Şeyh Fahreddîn-i Irâkî de ders aldı. Şeyh Fahreddîn, her keşf ve hâlini, şiirler hâlinde Bâbâ Kemâl'e arz eder bildirirdi. Birgün Bâbâ Kemâl, Şemseddîn-i Tebrîzî'ye; 'Sana esrârdan ve hakîkatlerden bir şey hâsıl olmuyor mu? Neden hiç söylemiyorsun? ' dedi. Cevâbında; 'Ondan daha çok oluyor. Fakat, ben onun gibi şiir söyleyemiyorum.' dedi. Bunun üzerine Bâbâ Kemâl; 'Allahü teâlâ, sana öyle bir arkadaş ihsân eder ki, o senin adına her mârifet ve hakîkatleri söyler.' buyurdu.Şems-i Tebrîzî hocalarını çok sever, derslerine çok çalışırdı. Bu bağlılık ve çalışmalarının sonunda, mânevî ilimlerde yüksek derecelere ulaştı.
Şems-i Tebrîzî hazretleri dünyâya hiç kıymet vermez, haram ve şüphelilerden son derece sakınır, mübâhların fazlasını terk ederdi. Bir yerde durmaz, talebelerin bulundukları yerlere giderek onları yetiştirirdi. Bu şekilde bıkmadan, yorulmadan pekçok yerler dolaştı. Bunun için kendisine 'Uçan güneş' dediler. Şems-i Tebrîzî hazretleri seyâhat ettiği yerlerde, uğradığı memleketlerde iyi bir dost bulunması için duâ ederdi.
Kendisi anlatır: 'Bir zaman Rabbime, beni kendi velîleri arasına koyup onlara arkadaş et diye yalvarırdım. Bunun üzerine bir gece rüyâmda bana; 'Seni bir velîye arkadaş edeceğiz.' dediler. Ben de; 'Peki o velî zât nerede bulunur? ' dedim. Bana; 'Aradığın velî Rum diyârındadır.' dediler. Sonra onu bir zaman aradım. Bana rüyâmda; 'Daha bulacağın zaman gelmedi.' dediler. Bir zaman geçtikten sonra bana; 'Ey Şems-i Tebrîzî! Senin en şerefli dostun ve arkadaşın Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretleridir.' diye ilhâm edildi. Bundan sonra Rum diyârına gitmek ve o sevgili zât ile görüşmek ve yolunda başımı fedâ etmek üzere yollara düştüm.'
Şems-i Tebrîzî hazretleri bu ilhâm üzerine tam bir doğruluk ve büyük bir aşkla Tebriz'den Anadolu'ya hareket etti. ÖnceŞam'a oradan Konya'ya geldiği de rivâyet edilmiştir. Bu yolculuğu esnâsında başından birçok hâdiseler geçti.
Şems-i Tebrîzî hazretleri uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra 1244 senesi Ekim ayında Konya'ya geldi.Büyük kapıdan şehre girerek bir han sordu. Gösterilen Şekerrîzân Hanına yerleşti.
Şemseddîn-i Tebrîzî önceleri çok riyâzet eder, nefsini ıslâh ile uğraşırdı. On veya on beş günde bir kerre iftar ederdi. Gıdâsı yarım bayat çörek parçasıydı. Onu da paça suyuna doğrar, tirid yapardı. Bir gün çorba pişiren onun bu hâlini öğrenip çorbaya biraz fazlaca yağ karıştırmıştı.Şemseddîn hazretleri bunu görünce o dükkan sâhibiyle bir daha alış-veriş yapmadı.
Şems-i Tebrîzî hazretleri Konya'ya geldiğinde halk onun hakkında; 'Acabâ bu zât Allahü teâlânın bir velîsi midir? ' dediler ve onun sohbetlerini dinlemeyi arzu ettiler. Şems-i Tebrîzî hazretleri kimseyle görüşmek istemedi. Konuşmalar çoğalınca, mecbur kalıp; 'Benim bir huyum vardır. Nedir derseniz! Ben bir yahûdî ve hıristiyan gördüğümde onlaraHak teâlânın hak yola kavuşturması için duâ ederim. Bir kimse ki bana sövse, rencide etse ben yine ona duâ edip; 'Yâ Rabbî! O kimsenin dilini sövmekten kurtar, iyiye çevirip sövmek yerine tesbihle, tehlille meşgûl olsun demekten başka işim yoktur. Ben velî olsam olmasam size ne? ' buyurdu ve bir zaman insanlarla görüşmekten uzak durdu.
Şems-i Tebrîzî hazretleri günlerini orada geçirirken, bir gün kapıda oturmuş Allahü teâlânın mahlûkâtı hakkında tefekkür ediyordu. O sırada Mevlânâ hazretleri talebeleriyle oradan geçerken, kapı önünde tefekkür hâlindeki, Şems hazretlerine baktı, ona selâm verdi. Ve yoluna devâm etti. Kendi kendine de; 'Bu, yabancı bir kimseye benziyor. Buralarda böyle birisini hiç görmedim. Ne kadar da nûrlu bir yüzü var.' diye düşünürken âniden atının yularını bir elin tuttuğunu gördü. Atı durduran Mevlânâ hazretleri, elin sâhibinin o yabancı olduğunu görünce; 'Buyurunuz! Bir arzunuz mu var? ' dedi. O da; 'İsminizi öğrenmek istiyorum.' deyince, Mevlanâ; 'Celâleddîn Muhammed.' diye cevap verdi. Bunun üzerine Şems-i Tebrîzî; 'Bir suâlim var. Acabâ Muhammed aleyhisselâm mı, yoksaBâyezîd-i Bistâmî mi büyüktür? ' diye sordu.Böyle bir soruyu ilk defâ duyan Mevlânâ hazretleri; 'Elbette ki Muhammed aleyhisselâm büyüktür. Bütün mahlûkât ve Bâyezîd O'nun hürmetine yaratıldı.' dedi. Bu cevâbı bekleyen Şems-i Tebrîzî; 'Peki, Muhammed aleyhisselâm; 'Biz seni lâyıkıyla bilemedik yâ Rabbî! ' dediği hâlde, Bâyezîd-i Bistâmî, niçin 'Sübhânî, benim şânım ne yücedir' diye söyledi. Bunun hikmetini söyler misiniz? ' diyerek tekrar sordu. Mevlânâ hazretleri, buna da şöyle cevap verdi: 'Peygamber efendimizin mübârek kalbi öyle bir deryâ idi ki, ona ne kadar mârifet, aşk-ı ilâhî tecellî etse, ne kadar muhabbet, Allahü teâlânın sevgisi dolsa onu içine alır, kuşatırdı. Hattâ daha çoğunu isteyip; 'Yâ Rabbî! Verdiğin bu nîmetleri daha da arttır.' buyurdu. Fakat, Bâyezîd-i Bistâmî'nin kalbi o kadar geniş olmadığı için, ilâhî feyzlere tahammül edemeyerek ufak bir tecelli ile dolup taşardı. Az bir feyzle taşınca da böyle şeyler söylerdi.' Bu îzâhata hayran kalan Şems-i Tebrîzî, 'Allah' diyerek yere yığıldı. Bayılmıştı. Mevlânâ hazretleri, hemen atından inerek Şems-i Tebrîzî'yi kucakladı, ayağa kaldırdı. Bu nûr yüzlü zâta çok ısınmıştı, kalbinde o kadar muhabbet hâsıl olmuştu ki, ayılınca büyük bir hürmet ve edeb ile evine götürdü. Bu zâtın, geleceğini ilk hocası Seyyid Burhâneddîn hazretlerinin söylediği Şems-i Tebrîzî olduğunu öğrenince; 'Ey muhterem efendim! Gerçi evimiz size lâyık değil ise de, zât-ı âlinize sâdık bir köle olmaya çalışacağım. Kölenin nesi varsa efendisinindir. Bundan böyle bu ev sizin, çocuklarım da evlâtlarınızdır.' diyerek hizmetine koşmaya başladı. Gece-gündüz hiç yanından ayrılmayıp, onun sohbetlerini büyük bir zevk içinde dinlemeye başladı. Ondan hiç ayrılmıyor, talebelerine ders vermeye, insanlara câmide vâz ü nasîhata gitmiyordu. Yanlarına dahî, hizmetlerini görmek üzere büyük oğlu Sultan Veled girebilirdi. Her gün Şems-i Tebrîzî ile sohbet ederler, Allahü teâlânın yarattıkları üzerinde tefekküre dalarlar, namaz kılarlar, cenâb-ı Hakk'ı zikrederek muhabbetlerini tâzelerlerdi. Bir gün Mevlânâ havuz kenarındaydı. Yanında kitaplar vardı. Şems-i Tebrîzî hazretleri gelip, kitapları sordu ve hepsini suya attı. Kitapların suya atılması üzerine, Mevlânâ; 'Âh babamın bulunmaz yazıları gitti.' diyerek çok üzüldü. Şems-i Tebrîzî hazretleri elini uzatıp kitapların her birini aldı. Hiçbiri ıslanmamıştı. Mevlânâ 'Bu nasıl işdir? ' dedi. 'Bu zevk ve hâldir. Sen anlamazsın.' buyurdu. Mevlânâ, Şems-i Tebrîzî'nin bu kerâmetini görünce, ona olan bağlılığı daha da artıp, sarsılmaz bir kale gibi oldu.
Mevlânâ'nın oğlu Sultan Veled, onların hâllerini şöyle anlatır: 'Ansızın Şems-i Tebrîzî hazretleri gelip babam ile görüştü. Babamın gölgesi, onun nûrunda yok oldu. Onlar birbirlerine öyle muhabbet gösterdiler ki, etraflarında kendilerinden başkasını görmüyorlardı. Şems-i Tebrîzî, babama mârifetten, Allahü teâlânın zâtına ve sıfatlarına âit ince bilgilerden ve O'na muhabbetten bahsediyordu. Babam da bunları büyük bir haz ile dinliyordu.
Eskiden herkes babama uyardı, şimdi ise, babam, Şems'e uyar oldu. Şems babamı muhabbete dâvet ettikçe, babam, Allahü teâlânın muhabbetinden yanıp kavrulurdu. Babam artık onsuz yapamıyor, yanından bir ân ayrılmıyordu. Bu şekilde aylarca sohbet ettiler. Böylece babam pek büyük mânevî derecelere yükseldi.'
Şems-i Tebrîzî, Peygamber efendimizin güzel ahlâkını örnek alıp, bütün işlerini, âdetlerini, ahlâkını O'na uydurmaya gayret ederdi. Şâyet bir kimseden rahatsız olsa; 'Yâ Rabbî! Bu kimsenin malını ve çocuklarını çok eyle' derdi. Çünkü, Peygamber efendimiz de böyle duâ ederdi. Resûlullah efendimizin bedduâ etmek âdetleri değildi.
Şems-i Tebrîzî hazretleri; 'Eğer bir kimse bana âhiretim ile ilgili bir defâ iyilik edip, dünyâ ile ilgili binlerce kötülük etse, ben onun bir defâ yaptığı iyiliğe nazar ederim. Çünkü iyi ahlâk bunu icâbettirir.' buyururdu.
Şems-i Tebrîzî hazretleri her nerede bir cenâze görse; 'Âh! Bu cenâzenin yerinde ben olsaydım. Onun yerine beni defnetselerdi.' derdi. Bunu işitenler; 'Niçin böyle söylüyorsun? ' dediklerinde, onlara; 'Âşık olanlar mâşuklarına bir an önce kavuşmak isterler. Maksatlarına en kısa zamanda ulaşmaları makbûl değil midir? ' diye cevap verirdi.
Kendisine bir şey ikrâm etseler veya bir şey istediğinde getirseler, onlara mutlaka karşılığında bir şey verirdi. Ayrıca bu iyiliği yapanlara teveccüh ve duâ ederdi. Onun duâsına kavuşanların kalb gözleri açılır, keşif, kerâmet sâhibi olurlardı.
Şems-i Tebrîzî hazretleri güzel halleri ve kerâmetleri ile meşhûr oldu.
Sirâceddîn anlatır: 'Kış mevsiminin ortasıydı. Bir kimse bahçesine gül dikmişti. Bunu Şems-i Tebrîzî'nin bulunduğu bir mecliste; 'Efendim! Ben bu günlerde bahçeye gül ağacı diktim. Acaba tutup gül verir mi? Yoksa emeğim boşa mı gider? ' diye sordu. Bu kimsenin tereddütlü hâlini gören Şems-i Tebrîzî; 'Cenâb-ı Hak isterse, böyle sebepsiz de yaratır.' derken, hırkasının altından bir demet gül çıkardı. Orada bulunan bizler bu kerâmeti görünce, hayretimizden şaşırıp kaldık.'
Sultânın bir oğlu vardı. Çok yiğit ve yakışıklı idi. Fakat bir şeyi hemen ezberleyemez çok kısa zamanda da unuturdu. Hocaları, onun unutkanlığından usanmışlardı. Babası bir gün Şems-i Tebrîzî'nin huzûruna gelip, oğlunun durumunu anlattı ve himmetini istirhâm edip, Kur'ân-ı kerîm öğretmesini istedi. Şems-i Tebrîzî de kabûl buyurup; 'İnşâallah her gün Kur'ân-ı kerîmin bir cüzünü (yirmi sahife) ezberler.' dedi. Orada bulunanlar, bu söze şaşırdılar. Ertesi günden îtibâren, çocuk derse gelmeye başladı ve her gün yirmi sahife ezberledi. Bir ayda Kur'ân-ı kerîmin tamâmını ezberlemiş oldu.
Şems-i Tebrîzî hazretleri ile Mevlânâ, mehtaplı bir gecede medresenin damında oturmuş sohbet ediyorlardı. Bir ara Şems, etrâfına bir göz gezdirerek; 'Hiçbir pencereden ışık görünmüyor, herkes ölü gibi yatıyor. Keşke uyanık olsalar da, âhiret için birazcık çalışıp, kıyâmet gününde güç durumda kalmasalar. Yoksa bu hâlleriyle ölüden farkları yok.' dedi. Bunun üzerine Mevlânâ hemen ellerini kaldırıp; 'Yâ Rabbî! Şems-i Tebrîzî hazretlerinin hürmetine bu uykuda ölü gibi yatan kullarını uyandır! ' diye duâ etti.Duânın akabinde, gökyüzünde bir anda bulutlar toplanmaya, şimşekler çakmaya ve gök gürlemeye başladı. Bu şiddetli gürültülerden uyuyan herkes uyandı. Yakın evlerden 'Allah! Allah! ' sesleri gelmeye başladı. Bir müddet bu sesleri dinlediler ve Şems; 'İnsanların, Rabbimizin hıfz-u emânında (korumasında) olabilmeleri için, âlim, kâmil bir rehbere ihtiyaçları vardır. Ancak böyle bir rehbere kavuşanlar, yer ve gök âfetlerinden, maddî ve mânevî bütün zararlardan korunabilirler. Görüldü ki, şu insanların uykudan uyanıp 'Allah! Allah! ' demeleri, gök gürlemesinden dolayıdır. Onun gibi, bu insanların hakîkî uykudan uyanmaları, cenâb-ı Hakk'ın sevdiği bir âlimi veya velîsi sebebiyle olmaktadır.' buyurdu.
Mevlânâ bir gün talebelerine, Şems-i Tebrîzî hazretlerinin üstünlüklerinden, bâzı kerâmetlerinden ve onun üstün vasıflarından bahsetti. Bunları işiten Sultan Veled şöyle anlatır; 'Babam Mevlânâ, Şems-i Tebrîzî'yi o kadar çok medhetti ki, hemen Şems'in huzûruna koştum. Geldiğimi görünce; 'Ey Behâeddîn! Baban Mevlânâ'nın hakkımda söyledikleri doğrudur. Fakat, Mevlânâ'nın yanında bin tâne Şems, onun yanında zerreler gibi kalır. Bunun için onu bırakıp da benim hizmetime gelmek münâsib olmaz.' buyurdu.'
Şems-i Tebrîzî hazretleri bir gün kalb gözüyle gayb âlemini seyrederken, kırk bin talebesi olan evliyânın büyüklerinden birini gördü. Ellerini açmış, büyük bir gönül kırıklığı içerisinde cenâb-ı Hakk'a; 'Yâ Rabbî! Yâ Rabbî! ' diye duâ ediyordu. Öyle bir yalvarışı vardı ki, bütün rûhlar, onunla birlik olmuşlar, 'Yâ Rabbî! Yâ Rabbî! ' diyorlardı. Şems-i Tebrîzî de o anda cenâb-ı Hakk'a münâcaat edip, yalvardı. Bu sırada yalvarışlarına cevap olarak; 'İste ey Şems! Bütün dileklerin yerine getirilecek.' diyen bir ses işitti. Bunun üzerine Şems-iTebrîzî; 'Yâ Rabbî! Sana bütün rûhlarla birlikte'Yâ Rabbî! Yâ Rabbî! ' diye yalvaran bu velî kuluna ihsân eyle.' dedi. Şems-i Tebrîzî hazretlerinin bu şefâatiyle, o velî, derhal isteğine kavuştu.
Mevlânâ Celâleddîn ileŞems-i Tebrîzî hazretlerinin zâhiri ve bâtınî çalışmaları devam ederken, onların bu sohbetlerini hazmedemeyen ve Mevlânâ'nın kendi aralarına katılmamasına üzülen bâzı kimseler, Şems-i Tebrîzî hakkında uygun olmayan sözler söylemeye başladılar. Bu söylentiler, Mevlânâ'nın kulağına kadar geldi. Diyorlardı ki: 'Bu kimse Konya'ya geleli, Mevlânâ bizi terk etti. Gece gündüz hep birbirleriyle sohbet ediyorlar da, bizlere hiç iltifât göstermiyorlar. Yanlarına kimseyi de koymuyorlar. Mevlânâ, Sultân-ül-ulemâ'nın oğlu olsun da, Tebrîz'den gelen ve ne olduğu belli olmayan bu kimseye gönül bağlasın. Onun için bize sırt çevirsin. Hiç Horasan toprağı ile (Mevlânâ hazretlerinin memleketi) Tebrîz toprağı bir olur mu? Elbette Horasan toprağı daha kıymetlidir.' Bu söylentilere Mevlânâ; 'Hiç toprağa îtibâr olunur mu? Bir İstanbullu, bir Mekkeliye gâlip gelirse, Mekkelinin İstanbulluya tâbi olması hiç ayıp sayılır mı? ' diyerek cevap verdi. Fakat söylentiler durmadı. Şems-i Tebrîzî hazretleri artık Konya'da kalamıyacağını anladı. O çok kıymetli dostunu, o mübârek ahbâbını bırakarak Şam'a gitti.
Şems-i Tebrîzî hazretlerinin gitmesi Mevlânâ'yı çok üzdü. Günler geçtikçe ayrılık acısına sabredemiyor, kendisinde tahammül edecek bir hâl bırakmıyordu. Şems'in ayrılık hasreti ve muhabbeti ile yanıyordu. 'Şems! Şems! ' diyerek ciğeri yakan kasîdeler söylüyor, göz yaşlarıyla dolu yazdığı mektupları Şam'a, Şems-i Tebrîzî hazretlerine gönderiyordu. Eğer bir kimse; 'Şems-i Gördüm.' diye yalan söylese, ona müjdelik olarak üzerindeki elbisesini verirdi. Bir defâsında birisi; 'Şems-i Tebrîzî'yi Şam'da gördüm. Sıhhati yerindeydi.' dedi. Mevlânâ, ona elinde bulunan ne varsa hepsini verdi. Orada bulunanlardan biri; 'O, Şems-i Tebrîzî'yi görmedi. Yalan söylüyor' deyince, Mevlânâ da; 'Ona verdiğim bu elbiseler, sevdiğimin yalan haberinin müjdesidir. Onun hakîkî haberini getirene canımı veririm.' diye cevap verdi. Böylece aylar geçti. Mevlanâ artık dayanamayacağını anlayınca, oğlu SultanVeled'i Şam'a göndermeye karar verdi. Oğlunu çağırıp; 'SüratleŞam'a varıp, filanca hana gidersin. Şems-i Tebrîzî hazretlerinin o handa bir genç ile sohbet ettiğini görürsün. O genci küçümseme sakın. O, Allahü teâlânın sevdiği evliyânın kutuplarından biridir. Selâmımı ve duâ isteğimi kendilerine bildir. İçinde bulunduğum şu vaziyetimi, hasretimi dile getir. Buraya acele teşriflerini tarafımdan istirhâm et.' dedi. Sultan Veled, hemen hazırlıklarını tamamlayıp yola çıktı. Şam'da, babasının târif ettiği handa, Şems-i Tebrîzî'yi bir gençle konuşuyor buldu. Durumu dilinin döndüğü kadar anlattı.Konya'da bu hâdiseye sebeb olanların tövbe ettiğini ve Mevlânâ'dan çok özürler dilediklerini de sözüne ekledi. Bunun üzerine Şems-i Tebrîzî, Konya'ya tekrar gitmeye karar verdi. Hemen yola çıktılar. Sultan Veled, Şems hazretlerini ata bindirdi, kendisi de arkasında yaya olarak yürüyordu. Şems-i Tebrîzî, Sultan Veled'in ata binmesi için ne kadar ısrâr ettiyse, o; 'Sultânın yanında hizmetçinin ata binmesi bizce yakışık almaz.' diyerek ata binmedi. Sultan Veled, Konya'ya yaklaştıklarında Mevlânâ'ya haberci gönderip, Konya'ya girmek üzere olduklarını bildirdi. Mevlânâ hazretleri müjdeyi getirene o kadar çok hediye verdi ki, o kimse zengin oldu. Konya'da tellâllar bağırtılarak, Şems'in Konya'yı teşrif etmek üzere olduğu bildirildi. Konya'da başta pâdişâh olmak üzere, ileri gelen vezîrler, hâkimler, zenginler ve bütün halk yollara döküldü. Büyük bir bayram havası içinde Şemseddîn Tebrîzî ile Sultan Veled göründüler. Sultan Veled, atın yularından tutmuş, Şems de atın üzerinde, başı önünde ağır ağır ilerliyorlardı. Bu muhteşem manzarayı seyredenler, büyük bir heyecana kapıldılar. Mevlânâ koşarak ilerledi, atın dizginlerine yapıştı. Göz göze geldiler. Şems'in attan inmesine yardım eden Mevlânâ, üstâdının ellerinden sevinç gözyaşları arasında doya doya öptü. Bu arada yanık sesli hâfızlar Kur'ân-ı kerîm okumaya başladılar. Herkes büyük bir haz içinde Kur'ân-ı kerîmi dinledikten sonra, sıra ile Şems-i Tebrîzî hazretlerinin ellerini öptüler. Sonra Mevlânâ'nın medresesine geldiler. Şems-i Tebrîzî, Sultan Veled'in kendisine gösterdiği hürmeti ve yaptığı hizmetleriMevlânâ'ya anlattı. Bundan çok memnun olduğunu bildirerek; 'Benim bir serim (başım) bir de sırrım vardır. Başımı sana fedâ ettim. Sırrımı da oğlun Sultan Veled'e verdim. Eğer Sultan Veled'in, bin yıl ömrü olsa da hepsini ibâdetle geçirse, ona verdiğim sırra, yâni evliyâlıkta yükselmesine sebeb olduğum derecelere kavuşamaz.' dedi.
Mevlânâ Celâleddîn ile Şems-i Tebrîzî, eskisi gibi yine bir odaya çekilip sohbete başladılar. Hiç dışarı çıkmadan, yanlarına oğlundan başka kimseyi sokmadan, mânevî bir âlemde ilerlemeye başladılar. Halk, Şems gelince Mevlânâ'nın sâkinleşeceğini, aralarına katılıp, kendilerine nasîhat edeceğini, sohbetlerinden istifâde edeceklerini ümîd ederlerken, tam tersine, eskisinden daha fazla Şems'e bağlandığını ve muhabbetinin ziyâdeleştiğini gördüler.
Şems-i Tebrîzî hazretleri,Mevlânâ'yı velîlik makamlarının en yüksek derecelerine çıkarmak için elinden gelen bütün tedbirlere başvuruyor, her türlü riyâzet ve mücâhedeyi yaptırıyordu. Günler bu şekilde devâm ederken, halk, Mevlânâ'nın hiç görünmemesinden dolayı Şems'e kızmaya başladı. Bir gün bu söylenenleri Şems-i Tebrîzî işitince, Sultan Veled'e; 'Ey Veled! Hakkımda yine sû-i zan etmeye başladılar. Beni Mevlânâ'dan ayırmak için, söz birliği etmişler. Bu seferki ayrılığımın acısı çok derin olacak! ' dedi.
1247 senesi Aralık ayının beşine rastlayan Perşembe gecesiydi. Mevlâna ile Şems hazretleri yine odalarında sohbet ediyorlar, Allahü teâlânın muhabbetinden ve çeşitli velîlik makamlarından anlatıyorlardı. Bir ara kapı çalındı ve Şems hazretlerini dışarı çağırdılar. Şems-i Tebrîzî, Mevlânâ'ya; 'Beni katletmek için çağırıyorlar.' dedi ve dışarı çıktı. Dışarda bir grup kimse, bir anda üzerine hücûm ettiler. Şems-i Tebrîzî hazretlerinin 'Allah! ' diyen sesi duyuldu. Mevlânâ hemen dışarı çıktı, fakat hiç kimse yoktu. Yerde kan lekeleri vardı. Derhal oğlu Sultan Veled'i uyandırıp, durumun tetkîkini istedi. Yapılan bütün araştırmalarda Şems-i Tebrîzî hazretlerinin mübârek cesedini bulamadılar. Bu cinâyeti işleyenler yedi kişi idi. İçlerinde, Mevlânâ'nın oğlu Alâeddîn de vardı.Yedisi de kısa bir süre sonra çeşitli belâlara yakalanarak öldüler. Bir gece Sultan Veled, rüyâsında Şems-i Tebrîzî'nin cesedinin bir kuyuya atıldığını gördü. Şems-i Tebrîzî hazretleri ona; 'Ben falan yerdeki kuyudayım. Beni buradan alıp defneyleyin.' buyurdu. Sultan Veled uyanınca, yanına en yakın dostlarından birkaçını alarak, gördüğü kuyuya gittiler. Cesed hiç bozulmamıştı. Bulunduğu yerden alıp cenâze hizmetlerini gördüler ve Mevlânâ'nın medresesine defnettiler.
Şems-i Tebrîzî'nin kıymetli, hikmetli sözlerinden bâzıları şöyledir:
Şems-i Tebrîzî hazretlerine bir kimse; 'Efendim! Mârifeti bana anlatır mısınız? ' dedi. O da; 'Bir gönül ki, Allahü teâlânın muhabbetiyle yanıp, onunla hayat buluyorsa, bu mârifettir.' buyurdu. Soruyu soran; 'Peki ben ne yaparsam bu mârifeti elde edebilirim? ' diye tekrar sordu. 'Bedeni terk ederek. Çünkü Allahü teâlâ ile kul arasındaki perde, kişinin bedenidir. Allahü teâlâya vâsıl olmasına mâni olacak şey dört tânedir: 1) Şehvet, 2) Çok yemek. 3) Mal ve makam, 4) Ucb ve gurûr. İşte bu dört şey, kulun cenâb-ı Hakk'a ulaşmasına mânidir.' buyurdu.
Bir defâsında da; 'Velîler, Allahü teâlâyı zikretmekten yorulmazlar ve O'nun muhabbetine doymazlar. Onların yanında dünyânın hiçbir kıymeti yoktur. Onlar, her an Allahü teâlâyı zikrederler, şükrederler, ibâdete devam ederler. Bir kalpten bütün arzu ve istekler çıkarsa, orada Allahü teâlânın sevgisinden başka bir sevgi kalmaz.' buyurdu.
'İlim üç şeydir: Zikreden dil, şükreden kalp, sabreden beden.'
'Perhizi olmayan bir vücûd, meyvesiz bir ağaç; utanması olmayan bir beden, tuzsuz bir aş; gayreti olmayan bir vücûd, sâhipsiz bir köle gibidir.' buyurdu.
Şems-i Tebrîzî hazretlerine; 'İnsanların en üstünü, kıymetlisi kimdir? ' dediler. Cevâbında; 'Şu dört kimsenin kıymeti, Allahü teâlâ katında yüksektir: 1) Şükreden zengin, 2) Kanâatlı ve sabreden fakir, 3) İşlediği günâhlara pişmân olup, Allahü teâlânın azâbından korkan kişi, 4) Takvâ, verâ, zühd sâhibi; yâni haramlardan sakınıp, şüpheli korkusuyla mübahların çoğunu terkederek dünyâya zerre kadar meyletmeyen âlimdir.' buyurdu. 'Bu kıymetli insanların içinde en üstünü hangisidir? ' diye sordular. Buyurdu ki: 'İlim ve hilm (yumuşaklık) sâhibi âlimlerdir.'
Cömertliği sordular, buyurdu ki: 'Dört türlü sehâvet, cömertlikvardır: 1) Mal cömertliği; zâhidlere, dünyâya kıymet vermeyenlere mahsustur. Onlar malı verirler, mârifeti, Allahü teâlâyı tanımayı alırlar. 2) Beden cömertliği; müctehid olan âlimlere mahsustur. Onlar da Allahü teâlânın yolunda vücutlarını harcarlar ve hidâyeti alırlar. 3) Can cömertliği; şehidlere mahsustur. Onlar da canlarını vererek Cennet'i alırlar. 4) Kalb cömertliği; âriflere mahsustur. Onlar da gönül vererek muhabbeti alırlar.'
'Dünyâ, insanı hevâ ve hevesine kaptırır, nefsin arzularına uydurur. Netîcede Cehennem'e götürür.'
'İnsanoğlunun edepten nasîbi yoksa, insan değildir. İnsan ile hayvan arasını ayıran edeptir.'
'Âhireti kazanmak için çalışmak lâzımdır. Bu, insanı Cennet'e götürüp, Allahü teâlânın cemâlini görmekle şereflenmesine sebeb olur.'
Şems-i Tebrîzî hazretlerinin aşkla söylediği beytlerinden bâzıları şöyledir:
Bihamdillah direm Allah Salâtullah selâmullah Salâtullah selâmullah Açılır sana bir kapı
Alıp aklımı fikrullah Aleyke yâ Resûlallah Aleyke yâ Resûlallah Ayân olur Cemâlullah
Dilimde zâtın esmâsı Gönül âyinesin sûfî Bu tevhidden murâd ancak Salâtullah selâmullah
Bana üns oldu zikrullah Eğer kılar isen sâfî Cemâl-i zâta ermektir Aleyke yâ Resûlallah
Görünen kendi zâtıdır Şems-i Tebrîz bunu bilir Ben ol pervâneyim geldim
Değil sanma ki gayrullah Ehad kalmaz fenâ bulur Düşüp aşk oduna yandım Hemen bâkî kalır Allah
Salâtullah selâmullah Bu âlem küllü mahvolur Yanuban küllü yandım Salâtullah selâmullah
Aleyke yâ Resûlallah Beni yaktı aşkullah Aleyke yâ Resûlallah