Oysa o yönsüzdü… Neden gelmişti buralara; onu getiren duygu neydi, kime, nereye, ne için gidecekti? Bir bekleyeni yoktu! Bunu biliyordu bilmesine. Buralara eriştiren neydi? Yaşanmışlık mıydı yoksa? Ya da yarım kalan, içte ezinç, burukluk yaşatanlar mıydı? Bunların hiç birini sormamıştı kendine. Sorular sorarak da yola çıkmamış, öylece yol alınabileceğini düşünmemişti hiç. Bir seziş, bir ayma an’ı… Esip gelen duygu ipiltisi, o anımsayış düşü düşleğini devindirmişti nedense. Önü alınamaz bir duygu selintisine kapılmıştı. Belki de;
Yine kendi kendine konuşuyordu. Bir an onunla ne konuşabileceğini düşünmüştü. Yapabileceği, dile getirebileceği tek şeyin soru sormak olduğunu biliyordu. Merak ettiklerini anımsamaya çalışıp öğrenmek istediklerini sorma düşüncesindeydi. Ama yine de vazgeçmişti bundan. Böylece aralarındaki dilsizleşme süresi uzamıştı. Unutulmuş, solgun mevsimlerin yüzünü hatırlarcasına bir hüzün kaplamıştı içini. O, şu an iki ucun, sıla ve gurbetin arasındaydı. Yolcuydu. Ne sılaya, ne gurbete. Bir yönsüzlük içinde gidiyordu, çırılçıplaktı! Düşleri, Yara izleri, Ateşleriyle…
Ya beynimiz kayıt yapmadan sadece yaşadığı günü bilseydi. Sabah güneşle yeniden doğsaydık. Dünyada her şey birbirine girerdi herhalde:) ne çalışacağın bir iş, ne meslek. Hiçbir şey olmazdı. Kim olduğunu bile hatırlamazdın. Hayatın devamı için anılar gerekli ama hayatı yaşadığınız gün kadar yaşarsınız, gerisi döngüyü tamamlamak için bence.
Büsbütün umudunu kestiği bir an’da, bu yolun ona görünmesi şaşırtıcı olduğu kadar sevindiriciydi de. Unuttuğu, bir daha hiç mi hiç dönmeyeceğini sandığı anılarına doğru yeni bir yolculuğa çıkacaktı. Kararlıydı. Mademki buraya değin gelmişti anımsamak istemediği onca şeyin ardına düşmüştü; artık gitmek kaçınılmazdı onun için. Anılara yüzümüzü dönmenin ne zamanı ne de mevsimi vardı. Çocukluğunu anımsadı; ilk kez bindiği atlarla kurduğu yakınlığı, sıcaklığı anımsamıştı. Üzengiye ayakları bile yetişmiyordu. Dedesi kolon kayışlarını gevşetip, üzengileri daha yukarı çekip ayak hizasına getirerek, ayaklarını buraya sıkı sıkı yerleştirip çıkarmamasını tembihlerdi. Dizginleri çok sıkmadan tutmasını, arada bir oynatmasını, eyerin üzerinde sağa sola hareket etmemesini, atın bir canlı olduğunu, ona sevgiyle yaklaşmasını hatırlatarak onu yola salardı.
Ah! Bellek dedi içinden… Unutuşun ve koruyuşun sığınağı… Arayışın dili, kimliğin rengi, soluğu yansıyordu, ince belli çay bardağına… Durduğum yer arayışımın bentleriyle çevrili. Yakınmayı kestim. Yakınım uzaktaki gibi, uzaktayım. Sana daha yakın Süveyda… İşte buradan gidişinin son sözleri gelip seni de sarmalasın isterim:
Ürküntü içindeydi. Buraya adım attığı an’dan beri, yüzünü ne yana dönse her şey yabansı geliyordu. Bir yerlerden ansızın karşısına çıkan imgeler, kokular, renkler o ürküntüsünü giderir gibi olmuştu. Bugün ömrünün en uzun gününü yaşayabileceğini düşünmüştü… Nihayet Hegel bitmişti; sevmemişti hiç ama ikiyüzlülük değildi, çok para kazanmasına rağmen. Hiç güzel yazmıyordu işte… ‘’estetik’’ miş güya. Yüzleştiği her bir şeyin getirdiği çağrışım, alıp götürdüğü duygu atlası yılları yılları içeriyordu. ‘’Bir gün bir ömre bedel’’ dedikleri bu olsa gerek!
Gidip o ıssızlığı gördüm. İçini bir titreme almıştı; Şükrü Erbaşın yazdıklarını bir kez daha okudu, notlarının arasından; ‘’ Yalnızlık, bizi kalabalığın azabından kurtaran en değerli yaşama gücüdür. Derinliği öğreten, uzakları öğreten, hayâl kurmayı öğreten, hatta unutmayı öğreten bir yaşama mucizesidir. Biz, dünyanın büyüsünü yalnızlığın o çok katmanlı sessizliği içinde görürüz, öğreniriz, anlarız. Kendimizi sevme olanağıdır yalnızlık. Bir çeşit varoluş ayinidir, ayetidir. Kimsenin bizi cezalandıramayacağı bir yerdir. Çok önceden söylemiştim, bir daha söyleyeyim; tüm bunların olması için yalnızlığı bizim seçmemiz gerekir.’’ ŞÜKRÜ ERBAŞ Yönümü yalnızlığa çevirmiştim. Kendi tercihim olan yapayalnızlığa Her şey ıssızlığa bürünmüştü…
Bir tek kelebekler hayatın devşiren yüzünü anlatıyordular…
Sesler, renkler, kokular ele verir kendini, Bunu biliyordu bilmesine… üstelik her mevsimin ayrı bir sesi, rengi, kokusu olduğunu da… Sözler; Bunun açtığı kapıdan girilen yerin anlamı, sıcak ve sevecen bakış… Yaşanmışlıklardan süzülerek ağıp gelip hayata renk veren, bağlılıklar vardı. Yönünü döndüğü her yer; bir şey anlatıyor düne, bu güne dair birçok şeyi getirip sunuyordu. Yaşamak ile yaşamamak arasındaki kararsızlıkları bir yanıyla dünü, diğeriyle de bugünü anlatıyordu biraz da. Bunları o, bir ‘’tutunamama’’ simgesi olarak da almıyordu; başkaları onun hep ‘’ötekiler’’ dediği kişilerin dillerine pelesenk ettikleri gibi. Hegel bana, ben ona bakıyordum; bir an önce bitirmem gerekiyor, özgürlüğüm için…
Canımın barınağı, ayrılığın diliyle konuşmaya geldim. Hükmü yok zamanın, burada bu an’da. Yollar kapanmış, gitmenin adından söz edilemez olmuş. Aşksa aşk, sevgiyse sevgi denilerek pazarlar kurulmuş. Biri köle, öteki efendisi olsun istenmiş. Ne yaşadığımıza ne de anlatılanlara benziyor bu yerin dili. Sitemlerini çevir yüzümden. Ateşlerden ateşlere atma tenimi. Kuyulardan kuyu beğen deme artık.
Yenilenmek, yeniden doğan gün ile kirpik kıpırdanmalarının ardından kısık gülüşler dudağımda kıyılmış hafifçe, yüzüm sema’ ya dönük martının kanadına takılmış yüreğimle, hazırım… yaşam.
Savrulmalar… Kentten kente, ülkeden ülkeye kaçmalar… Aşklar, acılar, kopuşlar, sürüklenişler… Hayata bir türlü dilediği yerden başlayamamanın sanrısını hissetmişti içinde. Yaşanmışlıklarla gelinen son noktanın ne olabileceğini biliyordu. Yaşanmışlık… Derin bir acı veren sözdü onun için. Asla erişilemeyen aşk, Şimdi kırık, ezgin hissetmesi de bundandı. Her bir ipilti, iz, yaşanmış an yazdığı satır aralarından çıkıp gelmiş,
İçine yine bir ıssızlık düşmüştü, Bir ömrün çıkıp giden günleri bir bir geçti belleğinden… ayrılıklar, savrulmalar, bırakıp gitmelerle dolu bir ömrün çizgilerini görüyordu. Arada bir kıpırtısız, sessizce bakıyordu. Susarak anlatmak istediğini anlatır gibiydi. Konuşacak hiçbir şeyin kalmadığını anımsamıştı o sessizlikte. Bir renk, pencereden odanın içine düşen ışığın alaşımladığı bir renk yumağı duygularını devindirdi. İçindeki kara acı depreşmişti yine… Dönüp o kitabın satırları arasında gezinmek istemişti. İçi el vermemişti. Çizilen, not düşülen yerler bir bir kayıyordu gözünün önünden. Kaskatı kesilmişti bir an. Kendisini körleşmiş gibi hissetmişti birden. Gerçek ile gerçekdışının buluştuğu noktadaydı. Ölüm ile yaşam hangisi Gerçek dışıydı!...
Ona her gün güzel, her hava hoştu, Sevgisiz hayatın manası boştu, Gördüğü kısrağın peşinden koştu, Uslanmak bilmeyen bir deli taydı; Ah şu şairliğim olmaz olaydı! ...
Ak yazımı baht-ı siyah eyledi, Gençliğime yazık, günah eyledi, Nerde akşam, orda sabah eyledi, Serseri hayatı marifet saydı; Ah şu şairliğim olmaz olaydı! ...
Alnım da açıktı, yüzüm de aktı, Kimseye verecek hesabım yoktu, Günah kervanımı pazara çekti, Yükümde ne varsa, hepsini saydı; Ah şu şairliğim olmaz olaydı! ...
Hayal aleminde gezmem dese de, Seni bundan böyle üzmem dese de, Bu gece, tek hece, yazmam dese de, Sabaha çıkmadan sözünden caydı; Ah şu şairliğim olmaz olaydı! ... Cemal Safi ile
‘’Aşk birdenbire, dayanılmaz bir acı gibi bütün varlığını yaktı.’’ Anımsadığı yalnızca bu sözleri değildi Turgenyev’in kırgınca yol almıştı. Bir o söz aklındaydı. Bundan yıllar önce terk ettiği kente döndüğünde, artık eskisi gibi çıkıp sokaklarda dolaşamadığından, orada kaldığı günler boyunca, evlerinin penceresinin önünde, tıpkı eskisi gibi, kar yağışını seyrederek kitap okumaya vermişti kendini. Gecenin sessiz bir saatiydi ‘’İlk Aşk’a’’ başladığında; İçinin titreyerek yol aldığını anımsamıştı şimdi, o kitabı, bundan yirmi altı yıl sonra eline aldığında. Önce çizdiği satırlara, sayfa kenarlarına düştüğü notlara ilişmişti gözü. İçine bir ıssızlık düşüp, soğukluk hissettiğinden bir ömrün çıkıp giden günleri bir bir geçmişti belleğinden; Unutamadığı, Paramparça,
Oysa o yönsüzdü…
Neden gelmişti buralara; onu getiren duygu neydi, kime, nereye, ne için gidecekti?
Bir bekleyeni yoktu!
Bunu biliyordu bilmesine. Buralara eriştiren neydi? Yaşanmışlık mıydı yoksa? Ya da yarım kalan, içte ezinç, burukluk yaşatanlar mıydı? Bunların hiç birini sormamıştı kendine. Sorular sorarak da yola çıkmamış, öylece yol alınabileceğini düşünmemişti hiç.
Bir seziş, bir ayma an’ı…
Esip gelen duygu ipiltisi, o anımsayış düşü düşleğini devindirmişti nedense.
Önü alınamaz bir duygu selintisine kapılmıştı.
Belki de;
Kanayan yaralarını dindirme isteği…
Yine kendi kendine konuşuyordu.
Bir an onunla ne konuşabileceğini düşünmüştü. Yapabileceği, dile getirebileceği tek şeyin soru sormak olduğunu biliyordu. Merak ettiklerini anımsamaya çalışıp öğrenmek istediklerini sorma düşüncesindeydi. Ama yine de vazgeçmişti bundan. Böylece aralarındaki dilsizleşme süresi uzamıştı.
Unutulmuş, solgun mevsimlerin yüzünü hatırlarcasına bir hüzün kaplamıştı içini.
O, şu an iki ucun, sıla ve gurbetin arasındaydı.
Yolcuydu.
Ne sılaya, ne gurbete.
Bir yönsüzlük içinde gidiyordu, çırılçıplaktı!
Düşleri,
Yara izleri,
Ateşleriyle…
haklısınız Mehmet Bey buna katılıyorum: ''daha çok yolumuz var''...
''Düşünüyorum, öyleyse varım''
ben Descartes'deyim henüz... anlattıklarınız elbette çok güzel, tüm söylediklerinize katılamasam da genel doğrular...
Ya beynimiz kayıt yapmadan sadece yaşadığı günü bilseydi. Sabah güneşle yeniden doğsaydık. Dünyada her şey birbirine girerdi herhalde:) ne çalışacağın bir iş, ne meslek. Hiçbir şey olmazdı. Kim olduğunu bile hatırlamazdın. Hayatın devamı için anılar gerekli ama hayatı yaşadığınız gün kadar yaşarsınız, gerisi döngüyü tamamlamak için bence.
Dönüp dışarı baktı.
Büsbütün umudunu kestiği bir an’da, bu yolun ona görünmesi şaşırtıcı olduğu kadar sevindiriciydi de. Unuttuğu, bir daha hiç mi hiç dönmeyeceğini sandığı anılarına doğru yeni bir yolculuğa çıkacaktı.
Kararlıydı.
Mademki buraya değin gelmişti anımsamak istemediği onca şeyin ardına düşmüştü; artık gitmek kaçınılmazdı onun için.
Anılara yüzümüzü dönmenin ne zamanı ne de mevsimi vardı.
Çocukluğunu anımsadı; ilk kez bindiği atlarla kurduğu yakınlığı, sıcaklığı anımsamıştı. Üzengiye ayakları bile yetişmiyordu. Dedesi kolon kayışlarını gevşetip, üzengileri daha yukarı çekip ayak hizasına getirerek, ayaklarını buraya sıkı sıkı yerleştirip çıkarmamasını tembihlerdi. Dizginleri çok sıkmadan tutmasını, arada bir oynatmasını, eyerin üzerinde sağa sola hareket etmemesini, atın bir canlı olduğunu, ona sevgiyle yaklaşmasını hatırlatarak onu yola salardı.
Birden, o ilk günkü heyecanı hissetmişti…
Bilmem gecenin neresi,sadece yasadığız zamanın ortasındayız
Ah! Bellek dedi içinden…
Unutuşun ve koruyuşun sığınağı…
Arayışın dili, kimliğin rengi, soluğu yansıyordu, ince belli çay bardağına…
Durduğum yer arayışımın bentleriyle çevrili.
Yakınmayı kestim. Yakınım uzaktaki gibi, uzaktayım.
Sana daha yakın Süveyda…
İşte buradan gidişinin son sözleri gelip seni de sarmalasın isterim:
Ah! Yalnızlık
Ve kahreden hüzün.
Vakit geçip gidiyor yüreğimdeki yerin hep aynı,hiç değişmiyor..
Ürküntü içindeydi.
Buraya adım attığı an’dan beri, yüzünü ne yana dönse her şey yabansı geliyordu. Bir yerlerden ansızın karşısına çıkan imgeler, kokular, renkler o ürküntüsünü giderir gibi olmuştu.
Bugün ömrünün en uzun gününü yaşayabileceğini düşünmüştü…
Nihayet Hegel bitmişti; sevmemişti hiç ama ikiyüzlülük değildi, çok para kazanmasına rağmen. Hiç güzel yazmıyordu işte… ‘’estetik’’ miş güya.
Yüzleştiği her bir şeyin getirdiği çağrışım, alıp götürdüğü duygu atlası yılları yılları içeriyordu.
‘’Bir gün bir ömre bedel’’ dedikleri bu olsa gerek!
Geldim. Yüzünle yüzleştim Süveyda.
Sürgünüm, sevincim, ayrılığım Süveyda…
Yüzüm özleminle solup duruyor…
Gidip o ıssızlığı gördüm.
İçini bir titreme almıştı; Şükrü Erbaşın yazdıklarını bir kez daha okudu, notlarının arasından;
‘’ Yalnızlık, bizi kalabalığın azabından kurtaran en değerli yaşama gücüdür. Derinliği öğreten, uzakları öğreten, hayâl kurmayı öğreten, hatta unutmayı öğreten bir yaşama mucizesidir. Biz, dünyanın büyüsünü yalnızlığın o çok katmanlı sessizliği içinde görürüz, öğreniriz, anlarız. Kendimizi sevme olanağıdır yalnızlık. Bir çeşit varoluş ayinidir, ayetidir. Kimsenin bizi cezalandıramayacağı bir yerdir. Çok önceden söylemiştim, bir daha söyleyeyim; tüm bunların olması için yalnızlığı bizim seçmemiz gerekir.’’ ŞÜKRÜ ERBAŞ
Yönümü yalnızlığa çevirmiştim.
Kendi tercihim olan yapayalnızlığa
Her şey ıssızlığa bürünmüştü…
Bir tek kelebekler hayatın devşiren yüzünü anlatıyordular…
Sesler, renkler, kokular ele verir kendini,
Bunu biliyordu bilmesine… üstelik her mevsimin ayrı bir sesi, rengi, kokusu olduğunu da…
Sözler;
Bunun açtığı kapıdan girilen yerin anlamı, sıcak ve sevecen bakış…
Yaşanmışlıklardan süzülerek ağıp gelip hayata renk veren, bağlılıklar vardı. Yönünü döndüğü her yer; bir şey anlatıyor düne, bu güne dair birçok şeyi getirip sunuyordu.
Yaşamak ile yaşamamak arasındaki kararsızlıkları bir yanıyla dünü, diğeriyle de bugünü anlatıyordu biraz da.
Bunları o, bir ‘’tutunamama’’ simgesi olarak da almıyordu; başkaları onun hep ‘’ötekiler’’ dediği kişilerin dillerine pelesenk ettikleri gibi.
Hegel bana, ben ona bakıyordum; bir an önce bitirmem gerekiyor, özgürlüğüm için…
Her şeyin bir zamanı, ömrü olduğuna inanlardandı.
Teşekkür ederim Ata Kızı, ''Ata kızı'' sözünü hak edensiniz. Hem yazılarınızla hem duruşunuzla...
Ve çok güzel okunası yazıyor, “ bir gece vakti “ zevkle okuyorum. Hep yazın siz.
Canımın barınağı, ayrılığın diliyle konuşmaya geldim. Hükmü yok zamanın, burada bu an’da. Yollar kapanmış, gitmenin adından söz edilemez olmuş. Aşksa aşk, sevgiyse sevgi denilerek pazarlar kurulmuş. Biri köle, öteki efendisi olsun istenmiş. Ne yaşadığımıza ne de anlatılanlara benziyor bu yerin dili.
Sitemlerini çevir yüzümden.
Ateşlerden ateşlere atma tenimi.
Kuyulardan kuyu beğen deme artık.
Yüzünün duldasında sığınacağım bir yer aç bana.
Hem okudum, hem de yazdım; hala da okuyorum hala da yazıyorum...
gün güzellikler getirsin.
Bütün babalar, oğullarına: “Oku da adam ol” diyorlar. Gene de kimse okumuyor. Biz adam olmayız Olric!
Yenilenmek, yeniden doğan gün ile kirpik kıpırdanmalarının ardından kısık gülüşler dudağımda kıyılmış hafifçe, yüzüm sema’ ya dönük martının kanadına takılmış yüreğimle, hazırım… yaşam.
Geçip gideceğim yerdin, durup bakacağım ses, unutmayacağım gökyüzüydün bana.
Ağıttın her an anımsanan, dile, söze dökülen, düşlerime yalınkılıç giren, uykumu bölen.
Gecemi tarumar edendin. Yıldızsız geceydin, ışıksız ay, susuz çöl, kıyısız deniz, yazısız kitap, harsız ateştin bana.
Esip esip gelen arkadaşım rüzgardın; savuran kasırga, bendine çeken tufan…
Ey seherin yeli; bin sitem, yüz bin kasırga gelip geceni de dövse; dönüp bakıyorum sana.
Esen yel, yağan yağmur, tutan kırağı gibi bakıyorum şimdi sana. Uzaktan yapayalnız.
İçli sözlerimle kavuşmak istiyorum suretine. Ey gece yeli; dön ve bak, aşka, ışığın yansısına.
Gecenin tufeylisi olma, dön ve gör: esintisine, yansıyan suretinin geceye akan ışığına bak,
Dur
Ve gör…
Savrulmalar…
Kentten kente, ülkeden ülkeye kaçmalar…
Aşklar, acılar, kopuşlar, sürüklenişler…
Hayata bir türlü dilediği yerden başlayamamanın sanrısını hissetmişti içinde. Yaşanmışlıklarla gelinen son noktanın ne olabileceğini biliyordu.
Yaşanmışlık…
Derin bir acı veren sözdü onun için.
Asla erişilemeyen aşk,
Şimdi kırık, ezgin hissetmesi de bundandı.
Her bir ipilti, iz, yaşanmış an yazdığı satır aralarından çıkıp gelmiş,
Karşısında duruyordu…
İçine yine bir ıssızlık düşmüştü,
Bir ömrün çıkıp giden günleri bir bir geçti belleğinden… ayrılıklar, savrulmalar, bırakıp gitmelerle dolu bir ömrün çizgilerini görüyordu. Arada bir kıpırtısız, sessizce bakıyordu. Susarak anlatmak istediğini anlatır gibiydi. Konuşacak hiçbir şeyin kalmadığını anımsamıştı o sessizlikte.
Bir renk, pencereden odanın içine düşen ışığın alaşımladığı bir renk yumağı duygularını devindirdi.
İçindeki kara acı depreşmişti yine…
Dönüp o kitabın satırları arasında gezinmek istemişti. İçi el vermemişti. Çizilen, not düşülen yerler bir bir kayıyordu gözünün önünden.
Kaskatı kesilmişti bir an.
Kendisini körleşmiş gibi hissetmişti birden.
Gerçek ile gerçekdışının buluştuğu noktadaydı.
Ölüm ile yaşam hangisi
Gerçek dışıydı!...
Mutlu günler dilerim Aslı Hanım Cemal Safi ile güne mutluluk kattınız...
Ah şu şairliğim olmaz olaydı! ...
Ona her gün güzel, her hava hoştu,
Sevgisiz hayatın manası boştu,
Gördüğü kısrağın peşinden koştu,
Uslanmak bilmeyen bir deli taydı;
Ah şu şairliğim olmaz olaydı! ...
Evimden barkımdan çözdürdü beni,
İşimden gücümden bezdirdi beni,
Bulutlar üstünde gezdirdi beni,
Bastığım yıldızlar hüsrana kaydı;
Ah şu şairliğim olmaz olaydı! ...
Ak yazımı baht-ı siyah eyledi,
Gençliğime yazık, günah eyledi,
Nerde akşam, orda sabah eyledi,
Serseri hayatı marifet saydı;
Ah şu şairliğim olmaz olaydı! ...
Alnım da açıktı, yüzüm de aktı,
Kimseye verecek hesabım yoktu,
Günah kervanımı pazara çekti,
Yükümde ne varsa, hepsini saydı;
Ah şu şairliğim olmaz olaydı! ...
Hayal aleminde gezmem dese de,
Seni bundan böyle üzmem dese de,
Bu gece, tek hece, yazmam dese de,
Sabaha çıkmadan sözünden caydı;
Ah şu şairliğim olmaz olaydı! ...
Cemal Safi ile
Günaydın diliyorum ben de herkese…
Gününüz aydın olsun Tuğba Hanım, elbette çok zor...
Herkesten yakın olmak istediğin insana, uzaktan bakmak çok zor.
‘’Aşk birdenbire, dayanılmaz bir acı gibi bütün varlığını yaktı.’’ Anımsadığı yalnızca bu sözleri değildi Turgenyev’in kırgınca yol almıştı.
Bir o söz aklındaydı.
Bundan yıllar önce terk ettiği kente döndüğünde, artık eskisi gibi çıkıp sokaklarda dolaşamadığından, orada kaldığı günler boyunca, evlerinin penceresinin önünde, tıpkı eskisi gibi, kar yağışını seyrederek kitap okumaya vermişti kendini.
Gecenin sessiz bir saatiydi ‘’İlk Aşk’a’’ başladığında;
İçinin titreyerek yol aldığını anımsamıştı şimdi, o kitabı, bundan yirmi altı yıl sonra eline aldığında. Önce çizdiği satırlara, sayfa kenarlarına düştüğü notlara ilişmişti gözü.
İçine bir ıssızlık düşüp, soğukluk hissettiğinden bir ömrün çıkıp giden günleri bir bir geçmişti belleğinden;
Unutamadığı,
Paramparça,
Acı dolu günlerden…
Hepimizin bir hikayesi var
Bize yazdıracak kadar iç hesaplaşmaları, keşkeler, yaralarımız (Bazıları asla kabuk bağlamıyor)
bazen de bir şöminede yaktığın yüzlerce şiirin bedeli oluyor
geçmişini, umutlarını, umutsuzluklarını en önemlisi ruhunu yakıyorsun
Tıpkı benim yaktığım gibi
Yazın, yazmaktan hiç kopmayın
Ben teşekkür ederim, gülümserken aklıma geleceksiniz hep..
Benimkisi şairlik falan değil, iç dökmesi, iç sıkıntısı, yaraları soğutma, sanmıyorum ki edebi değeri olsun. hep yazdım...
Gülümse Bir Gece Vakti
Nefes aldığın sürece her şeye gülümse
Bana da gülümsemeyi unutma )))))
Mutlandırdınız beni teşekkürler