Hiç gerçekleşmeyeceğini bildiğim ve hayalini kurduğum Kuzey Kutbu’na yapacağım yolculukta yanıma alacağım kitapların arasında Sayın Sergül’ün ‘’İnsansız Dünya Gezegeni Ve İnsanlığın Kitabını Yazdım’’ eserlerini mutlaka alırdım. Sayın Sergül’ün şiirleri defalarca okunacak betimlemeler ve imgeleri hep büyüleyici bulurum. Böylesi uzun yolculuk anlarında, ilkten her şeye kapanan bilincimin; bir başka dil/kültür ortamına, kara parçasına ulaşmanın yabanlığına karşı kendi savunma hattını kurduğunu bilirim bilmesine de… Bakışlarımın pencere kenarlarında gezinen ışığı kendine gözdeş kılmasının oyunlarından alamam kendimi… Bir zaman sonra gözün getirdiği yanılsamayla sözcükler arasında gezindiğimi hissederim. Bir yoğunluk, derinlik, anlam katmanlarını kavrayış çabası yoktur bakışlarımda. Salt sözcüklere tutunur, onların tınılarını hisseder, her birinin çağrışımsallığına kapılır giderim. İşte o tutunacak sözcükleri önüme koyan şair yolculuk boyunca hep yanıbaşımdadır.
Ruh dinginliği denilen şeyi, kapanma düşüncesinin getirdiği bir an’lık travmatik durumu ezgilerin tınısında kavrarsınız. Çözülme sağalmayı, sağalma da yüzleşmeyi getirir… Kapanma ve yazma düşüncesinin yalnızlık labirentlerine gereksindiği anlarda müzik, uzak durduğunuz dış dünya ile aranızda bir köprü olabiliyor. Bu da benim için değişkenlik durumu yaratmaktansa; yeni bir dil kurabilmenin ışıltısını getirir… İşte o anda, ‘’yazmadan edemiyorum’’un çizgisini yakalamışımdır. Taklit edildiğimi biliyorum, ne kadar taklit edilrsem de öz düşüncemi asla yakalayamazlar. Bu duygu- düşünce, yolculuğumun bir yansıması/eşlik edeni olarak görebileceğim… İlk gençlik yıllarımdı, bir kış günüydü ilk yazım yayınlandığında onu odasında yazarken müzik eşliğinde yakalamıştım. Ondaki Beckett’vari duruşu anlamaya çalışıyordum. Şiirlerinde saklı duran ironisi yüzüne vurmuştu sanki, hele o bariton sesi bana yazmamda hep bir ufuk açmıştı… Kırılgan gülümseyişinde samimi sözlerinde acının izlerini bulmuştum. Çok söze gelmez; kara mizah hayatın ağusunu anlatırdı. Sözcüklerinin tınılarıyla, şiirlerinin dilini dokur bakışları; şiir yazamasam da yazmayı ondan öğrendim, yazının dilinin nasıl kurulabileceğini onunla düşünmeye başladım hep;
Gecenin karanlığında sessizlik ve yalnızlık çıldırtıcıydı. Zaman bir saatçinin titiz ve ince işçiliğiyle çehresini yontuyor ve eserini dikkatli bakışından gizlemeyi başarıyordu. Bildiği bir şey varsa o da içini oyan hançerdi…
Johann Sebastian Bach’ın fug’lerinin ağulayıcı bir yanı var. Kalemimin ucu kağıda dokunduğunda onun ezgilerinin tutsağı kesildiğimi hissederim. Karşımdaki sonsuzluk denizinden acılar okyanusuna açılırım. Belleğim söngün ateşleri alevlendirir. Gezginiyimdir sözcüklerin o an. Sesten renge, renkten biçime, biçimden kokulara, kokulardan düş havuzlarına gider gelirim. Kapanan bir dünyada, bütün evrenin kıpırtısı gelip bulur beni. Kağıtlardan elimi çekip kalemimi bir yana bırakınca, bu kez de kendime yol arkadaşı kıldığım yazarlarımla başlayan dilleşmemde, müzik bize eşlik eder… Yazı ile müzik arasındaki ilintiyi düşündüğümde en çok Bach, Mozart, Tchaikovsky, Beethoven, Chopin, Vivaldi, Boccerini, Sibelius, Haçaturyan’ın benim için besleyici kaynak olduğunu görmüşümdür. Bu anlamda müzik yazı dünyamın, ivdirici gücü olduğu kadar; sağaltıcısıdır da…
Belki de yaşamda vazgeçemediğim tek şey yazmaktı; Sessiz Sakin
Benim hikayem kalan izlerdir; kapanmış yara izleri, anılar, davranışlar, çılgın gülüşler, şımartılmış düşler, sevecenlik bir tören, belki de aynı zamanda sıradanlık! Benim hikayem, sürmekte olan şimdiki zaman, bıkıp usanmadan kendine anılar oluşturan, tasarılar kuran bir şey. Benim hikayem; sonunda isyan eden, acıya acı gibi katlanmadan, ağlayamayan, kendine dersler çıkaran, yalnızlığı bir bıçak gibi yüreğinde taşıyan, okuyan, yazan, deneyimleyen bir duruş sergileyen… Kapanmayacak yaralarını hep gizleyen…
Günlerdir evinden uzakta, sarı ışıklar altında uyutularak yaşamıştı. Ya sonrası? Baba evinde geçirilen tutsaklık ona ne demeli, günlerce gözlerine kırık camlar bata bata seyre başlamıştı her şeyi, içindeki acılı dünyaların kapılarını kapatmış acıyı kendine saklamıştı. Tam iyileşmemişti; kendinize dikkat edin demişti. Zaten hep dikkatim kendime değil miydi? Bu küçücük köy evi onun sığınağıydı, kaçtığı, yok saydığı her şeydi… bu küçük bahçe, meyve ağaçları. Posta kutusunda bir mektup buldu üzerinde ‘’ABİ’’ yazıyordu. Şaşırdı, kargacık burgacık sözcükleriyle bana teşekkür ediyordu, abisi Bayram’ın kendisine ayakkabı alabilmesi için benim verdiğim paradan bahsediyordu ‘’bu kış üşümeyecek ayaklarım abi’’ diyordu Elif. Bir de mektubuna kırmızı kalemle kalp yapmıştı. Yine dövmüştü babası Bayram’ı… öyle yazıyordu mektubunda, ufacık el izleri düşmüştü mektuba… Ben Elif’i hiç görmedim. Elif bahçemde mandalinaları toplarken yakalanan Bayramın kızkardeşi… Babası yine dövmüştü Bayram’ı… Hep döverler abi… Hep… diyordu Bayram…
Yolun sonuna mı geldik dedi kendi kendine… Yolun sonu yok ki, o yol hep yeniden başlar; Biten biziz, bitmemek için savaştığımız kadar insanız. İçindeki ışıltı, dayanılmaz bir yalım oldu. Evde olmak iyi gelecek diyordu. Ufak yazı masasına oturdu Bayram’ı düşündü;
Aynı kara parçasında yaşamanın, aynı göğün altında hayatı kavramanın bilincini taşıyan bir bakışı koparıp elimizden alanlara ne demeli bilmem ki… Yitik zamanın dilini arayan bakışlarımı sündürüyorum… Parçalanmanın, savrulmanın, bir yere ait olamamanın diline bağlanarak yaşamın çizdiği haritada geziniyorum bir süre… Yazarak, yitirdiğimi bulmak için yazının ucuna bağlanıyorum çoğu kez. Yazdıkça, o uçlarda gezindikçe sanki kendime yeni bir yer ediniyorum… ötekileştiğim dünyanın sanrısına karşı bir tür savunmadır da bu. Bir kazıcı gibi yol alıyorum. Hayatın bütün gözenekleri anlamlanır benim için… Yiten yeni bir imgelemle var olur. Ancak yazıda onun kurulabileceğini, ona ulaşabileceğimi bile bile yol alırım… Bir gün Kafdağı’nın ardındakine kavuşma düşü de silinmez hayatımdan.
Ve içimde kanayan…
Kanayan…
Yaşadığı yerin anlamını gören, hisseden bir gözün içsel yolculuğu muydu bu? BİR GECE VAKTİ
Ayrıksı duran bakışlarında ezincin suretini gördün. Acınıza bir aracı kılmak istemiştin besbelli. Bir başka söz anlatmalıydı bu sanrıyı. Henüz bir tende filize duran iki sevginin bendinden geçmemiştin onu tanıdığında… Sana yabancıydı duyguda düşüncede ayrı ırmaklarda akmanın güzelliği. Birinden ötekine taşma durumlarından söz bile edemezdin… Dilin buna yaban, gönlün kapalıydı. O ise cennet ve cehennemi bir arada yaşıyordu. Tüm hırçınlığı bundandı. Tam zamanıydı Bachmann’ın Malina’sını yeniden okumak… Görüyordum ki; sanat, hiç de hayatı taklit etmiyordu, bizzat kendisiydi bunun. Kaçamadığın tufan, alıp savuran kasırga…
Çünkü sen, onulmaz acı bir vakaydın sonsuza dek. BİR GECE VAKTİ
Bahçemde oturmak, doğada olmak; orada dokunduğum her şey, bakış erimime yansıyan her görüntü, içimi ipildeten her nesne bana yaşama sevinci veriyordu. Ağaçların duldasında kuş cıvıltıları, su sesleri arasında hayatın nabzını dinlerim. Yeşilin bin bir rengine tanık olurum. Dalların arasında masama ağan ışığın bendesi kesilirim… Parmak uçlarımla gölgenin canına dokunurum! Canımı acıtan düşüncelerden düşüncelere salan, gölgesi masama düşen sabahın ilk ışıklarının ardına takılıp gittiğimde, bir ömürde küllenen her şeyi bir anda savuran, bilincimizdeki o karanlık örtüyü çekip alıyorsa onu nasıl anlatmalıyım yazarken…
Canan Hanım, yazımda anlatmak istediklerimle sizin de belirttiğiniz gibi sizin anlattıklarınız oldukça farklı olmasına rağmen bakış açınız oldukça ilginç ve anlamlı; Yazıma değer kattığınız için teşekkür ederim.
Pusarık bir hava, dar sokaklar, tuğla duvarlı evler, benim yürüyüş yolumdu bu gün. Aldatan ve aldanan bakışların barınağı, yaşanılası değil, ölünesi bir yerdi benim için. Bazı sokaklar öyledir. Uçuşarak gelirsiniz, her bir ipiltide kendinizi bulursunuz orada… Ama yaşadıklarınız bir sanrıya dönüşmeye başladığında, sokak bir perde gibi iner gözünüze. Bu kez başka seyirlere tanık olur, başka hayatların sızısıyla yol alırsınız. Çözüntüye uğrar silinirsiniz yeryüzünden. Acıdan acıydı sana gözlerini teslim ettiğin, gizliden gizliye sözlerine tanık olman.
Ten esrir, ruh çözülür, bakış ölür burada. BİR GECE VAKTİ
Ömrümüz kelebeğinkine eş, kuytuda yaşamayı seçer. Ürkütmeye gör saklanır. Bilemezsin de. Bir zaman sonra da alır başını gider. Başka sessizlikler arar kendine. Yalnız yaşamayı kelebeklere benzetiyordum. Eski günlere dönünce, zamanın durduğunu hissediyorum birden… Yıkıntılar arasından çıkıp gelen seslere tutunurcasına, zaman içinde zamansız yolculuğa çıkıyorum. Belki de eski günlere, belleğime sahip çıkmamın, sürekli oraya dönmemim en temel yanı da bu: Sağalmak… Yani anımsadıklarımla o an yaşadıklarım arasındaki uçurumu kapatmak, belki de o çözülüp dağılmayı unutmak istediğimden öylesi bir bellek yolculuğunu yeğliyorum zaman zaman!
Seslerin izine, yansılarına döndüğümde, Çaykovski’nin bir duygu örtüsü gibi yayıldığını hissederim. Bir yere ait olamama duygusu Yersiz Yurtsuz Ve kimsesiz! BİR GECE VAKTİ
Bazen, insanın geçmişi dönüyordu geri, ama suyun, sessizliğin oluşturduğu bu tuhaf dünyanın baş döndürücü gerçekleri arasında hayretle anılan, huzursuz, gürültülü bir düş olarak dönüyordu. Bu dünyanın durgunluğu hiç de huzur verici değildi. Açıklanması olanaksız bir amacı kara kara düşünen, yıkılmaz bir gücün durgunluğuydu bu. Ateş her zaman, ama her zaman düştüğü yeri yakıyordu… Çehov’u okurken, onun her bir anlatısı insana tutulmuş bir ayna olduğunu görüyorum. Bir insanı oraya bağlayan ne varsa, bir zaman sonra gitme, kopma nedeni de olabiliyor.
Jacques Brell’i dinliyorum yazarken; mekan duygusunu anımsatıyor, beni o mekana götürüyor. Benim için müziğin öyle bir boyutu olmuştur her zaman. BİR GECE VAKTİ
Bütün sırların yaşandığı, herşeyin herkesin özgür olduğu bir andır. O an tüm günahlar işlenebilir. Tatlı gelen her ne varsa, denemeden bilemezsin denilen her ne çılgınlık varsa yaşanabilir, uçlarda olunabilir. Bir gece vakti ansızın sınırlarını zorlayabilirsin.
Günlerdir uyuyordum, içimdeki kiri, pası atmak için… İçim üşüyordu, kendimi kendimle cezalandırıyor gece mi gündüz mü bilmiyordum. Bir arınma, içe bakıştı tüm isteğim.
Bahçeye çıktım, özlemiştim sabah kahvemi ki bir ses beni şaşkına çevirdi. Mandalinaların altında 9 ya da 10 yaşlarında bir çocuk topladığı mandalinaları taşmakta zorluk çekiyordu. Onu çağırdım yanıma. Korktu hırsızlık yaptığının farkındaydı. Göz aşinalığım vardı tanıyordum az biraz. ‘’Adın ne’’ dedim, ‘’Bayram’’ dedi ‘’Bayram kuralımız neydi dedim yiyeceğimiz kadar alacağız, hatta eve de götüreceğiz, ama sen sanki pazara satmaya götürüyorsun’’ dedim. Cevap vermedi, başını eğdi sıkılarak dedi ki ‘’He taşıyabilsem pazara götürecem de…’’ ‘’Satmak için mi?’’ dedim ‘’He’’ dedi ve ekledi ‘’beni dövecen mi?’’ ‘’Neden döveyim seni’’ dedim. ‘’Hırsızlık yaptım’’ dedi yok dedim hırsızlık değil de kuralları çiğnedin, bu bahçeden meyve almak serbest ama sen fazla aldın bunları satıp ne yapacaksın Bayram? ‘’Kardeşime ayakkabı alacam da’’ dedi. Yakın köydendi Bayram, yoksul köydü biliyorum, içim sızladı. Şaşkındım. ‘’Şöyle yapacağız bayram’’ dedim. ‘’Sen meyveleri alacaksın ama Pazar için değil onları bana satacaksın’’ dedim. Güldü, hem de ağız dolusu. ‘’Deli misin dedi ağaç senin neden para verip alacan ki. Ama dedim emek senin kaç saatte topladın o emeğinin karşılığı olacak ama elbette ceza vereceğim sana.’’ Korktu. ‘’Dövecen’’ dedi. ‘’Taktın dövmeye’’ dedim, ‘’hep döverler de…’’ dedi. ‘’Yok’’ dedim ‘’sen beni bekle evden sana kitap getireceğim.’’ Ömer Seyfettin kitabıyla ve kızkardeşine alacağı ayakkabının parasıyla geri döndüm. ‘’Bak Bayram cezan şu bu kitabı okuyacaksın sonra gelip bu kitap hakkında konuşacağız, sonra başka kitap vereceğim. Yani cezan okumak’’ Güldü… ‘’Okuduktan sonra geri mi verecem bu kitabı’’ dedi. ‘’Hayır sende kalacak’’ dedim. ‘’İlk hikaye kitabım bu benim’’ dedi. Koşarak giderken durdu sonra bana doğru koştu simsiyah gözleri parlıyordu… sarılmaya çalıştı. ‘’Abi’’ dedi, ‘’biliyon mu?’’ Ekledi ‘’İlke kez biri dövmedi beni dedi’’ ve ekledi… ‘’çok jantisin abi köyde öyle diyolar’’ Arkasından seslendim ‘’kitap okununca geleceksin tamam mı?’’ Kafa salladı ama gelir mi bilmem. Onca mandalinayı ne yapacaktım ki? Bahçe kapımın önüne yol kenarına bıraktım üstüne de bir not iliştirdim; ‘’lütfen tüketeceğiniz kadar alınız.’’ Eve girmek içimden gelmiyordu, günlerdir içime içime bakmak yerine serin havayı koklamak istedim. Okuma ve yazma yerime de gitmek gelmiyordu ki araba sesiyle korktum… korkuyla gelen arabayı izledim. Korktuğum değildi, bir kadın ve erkek bahçe kapımın yanında duran tüm mandalinaları lüks araçlarına taşıdılar ve acele bile etmeden sakince gittiler. Şaşkındım, hiç umursamadan hepsini almışlardı, ‘’tüketeceğiniz kadar alın’’ yazısı hariç, galiba Bayram’a haksızlık etmiştim. İçeri girdim, Beethoven iyi gelecekti sancılı halime. Kapının sesiyle irkildim… Müziğin sesini kıstım, hayır korkum boşunaydı. Kapıda Bayram ve bir adam dikiliyordu. Adam Bayram’ın babasıydı. Ona verdiğim parayı bulmuş bu parayı ben mi verdim yoksa hırsızlık mı yapmış sorguluyordu. ‘’Hayır’’ dedim. Mandalina topladı ben de bunun karşılığını ödedim dedim. Mandalinaları da iyi paraya sattım dedim… Dedim ama beni bir gülme krizi tuttu mandalinalarım belki de şu anda hem de lüks bir arabada yolculuk ediyordu… Bayram ve babasını uğurladıktan sonra dakikalarca güldüm…
Ünlü şairimizin Datça’daki evinin sokağına girdiğimde; Bahçe içinde bir ev. Dindirilmiş duyguların serinliğini çağrıştırıyor. Bir yanı gölge, ötesi kır görünümünde bir alanı içeriyor. Eve bakıp, burada yaşanmışlığın izlerini bulmaya çalışıyorum ki kapıda bir yazı ilişiyor gözüme; ‘’Bu evde hala yaşıyoruz…’’ diyor. Rahatsız edenlere kibarca uyarı. Ben sokağın dilini arıyorum kendimce, elbet yazı olacak izlenimlerim… Ama kendimce, kendi sözcüklerimle… O görkemli şairin suretini yansıtan renklerin aşınmışlığı öte yüzyılların bakışını getiriyor sanki! Sessizliğin ezgiye dönüşen renkleriyle şairin burada nasıl yaşamış olabileceğini buluşturmaya çalışıyorum. Burada sabahladığı geceleri, kederli aşklarının soldurduğu yüzünü getirdim gözlerimin önüne
Susuyor dilim, içe çekiliyor bakışlarım. BİR GECE VAKTİ
2022 yılında Antalya’da Rodin’in eserlerini görmek için gitmiştim. Etkisinden aylarca kurtulamadığım bir sergi-müzeydi. İstanbul’da Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastane bahçesinde kopyası yapılan eseri de görmek neredeyse aynı zamana rastlar. Rodin’i izlerken; acının, yalnızlığın diliyle örülmüş dedim içimden. İşte karşımdaydı Rodin… Gözlerimle dokundum, onun ellerinin izini ararcasına, acıdan acı bakan kederli gözlere takıldı bakışlarım. Bakışımın izi kalsın istedim. Bakışlarımız buluştu Camilla Claudel ile… Bir azap şenliği gibi duran The Kiss, Eternal Spring, ve The Falling Man (Düşünen Adam). Sırça fanusu andıran cam bölmenin önünde ışığın diliyle söze durdum adeta… Rodin heykellerinin gölgesinde durup onun ellerinin hünerine baktım. Bunları izlerken, Rilke’nin Rodin üzerine yazdıklarını anımsıyordum bir bir. Yazar, şair-heykeltraş buluşmasının en derin anlamı, onun yazıp ortaya koyduğu metinde yatıyordu. Rilke diyordu ki bana ‘’Onunki hiçbir şeyin kaybolmadığı ve unutulmadığı bir hayattır. Geçip gittikçe içinde biriken bir hayat.’’ Yaratıcı bir deha diyordum içimden. Ancak zamanın en küçük bir anını bile değerlendirendir. Rodin, burada bunu anlatıyordu bana. Şaşırtıcı bir birikim, enerji. Dokunduğu her şey yaratıcılığının imbiğinden geçirerek yeni bir dil kuran bir büyücü, Rodin. Taşın, mermerin, tuncun dilinden anlayan bu ustanın ellerini düşündüm, tıpkı Rilke gibi. Işığına baktım onun. Gözünün çalımından mermere izdüşüren bakışına. Camille Claudel’le yan yana ayrıksı duruşuna. Acıdan acı bir dilin duruşu vardı onda da
Ya Camilla Claudel Rodin’e aşkının bedelini tam otuz yıl akıl hastanesinde acılar içinde geçirerek ödedi. BİR GECE VAKTİ
Hangi yazı biçimini seçersem seçeyim onun diliyle konuşur, insan/doğa gerçekliğine yönelirim. Arayış olmadan asla yazı olmaz; olsa da kısır olur. Giderek yazıyı bir yaşama yolu olarak gördüğümü söylemeliyim. Evet, tutunduğum bir şey üstelik. Her gün okuduğum için her gün yazıyorum; bazen klavyeden çoğu zaman da kağıt kalemden. Bu bir zorunluluk mu? Bazen, bu anlamda kağıda kaleme kapanıp kitaplarda yol aldığımda, kendimi bir sporcu, sahneye çıkmaya hazırlanan bir şarkıcı, provada bir oyuncu gibi hissediyorum. Bazen de masanın başına geçince, bir kunduracı, bir terzi hatta bir doktor gibi hissettiğim olur. Masamın düzeni, yazı araç ve gereçlerim, okuma yazma ritüellerim beni o havaya sokar.
Kapanmayı, gitmeyi, bir başına kalmayı, sızılardan geçmeyi, içinizde damıttığınız acılarla yüzleşmeyi göze almaktır yazmak. BİR GECE VAKTİ
Kopuş çizgisine varmadan yazmaya dönemiyorum. Yaşanan bir andan, yerden, işten, uğraştan koparak kendimi bulduğum gerçeklik durumuna geçiş. Uzaklaştıklarımla bağımı koparıyor, başka bir seyre geçiyorum. Bu bölünmeyi her an yaşadığım kesindir. Belleğimde, bilincimde taşıdıklarım her yere gider. Yer ve mekan bulduğunda yazıya döner. Arayıştır bu. Düz ve sıradan bir hayatın akışında yapamadığı için kendime bir yazı yurdu ararım sürekli. Aslında bilgimi başka alanlara (İnsanlığın Kitabını Yazdım) bu kitapla yönlendirdim ve neden yazdığımı sorgulamaya başladım, Hayır ben sizden bilgeliğinizden çok şey öğrendim. Eminim bu kitap bir gün çok iyi yerlere gelecek, ama bizde okuyan az olunca… Yazmak içimdeki, bilincimdeki karanlığı aydınlatmaktır bir bakıma. Okuduklarımla birlikte yaşadıklarımı da yeni başka bir dile dönüştürmektir aynı zamanda.
Sayfamda sizin için çok anlamlı ve değerli şiiriniz için de; okurken içinde kendimi de bulduğum şiirinizi keyifle okuyacağım hep dost teşekkürlerimle; kahvem eşliğinde… BİR GECE VAKTİ
Yazı bizi seçmez, biz yazıyı seçeriz. Bu da bir yoldur, birike birike oluşan deneyimlerle biçimlenen. Bir anda ulaşılabilecek bir olgu olmadığı için, yazıya bağlanma temelinin düşüncesinde okuma sürekliliği yatar. Zamanla bu biçimden biçime dönüşür. Yazabilmek için bilgiye ihtiyaç duyarım, bilgi bilgeden gelmelidir. Asla çok biliyorum demem, bilgi ile donanmak en büyük okuma zevklerim arasındadır. Son zamanlarda beni kitabı (İnsanlığın Kitabını Yazdım) ile büyüleyen yazabilmem için yeni ufuklar açan Sayın Canan Sergül Hanım’a yeterli teşekkür edebildim mi diye düşünüyorum. Canan Hanımın kitabı bana yazım dünyamda yeni ufuklar açtı. Ötekilere bakma yolu olarak da görebilirim yazmayı. Tanıklık kadar tanımayı da içerir. Yazarak farklılaştığımı, başka bir kıyıya geçtiğimi gözlemlediğim an bağlanmanın yoluna düştüğümü görürüm.
Kendimi yaza yaza ötekileştirir; hatta yalnızlaştırırım. BİR GECE VAKTİ
Hiç böyle harcamamışım ömrümü Saatler geçsin Günler geçsin Ömrüm kısalacakmış Kısalsın istiyorum
Gel, Yırt korkularımı baştan başa Teker teker indir afişlerimi İsyandayım. İçimdeki bu sevda Alabildiğine külhanbeyi!
Mıh kesiyorum Gazabına gelmişim kış tanrısının Ve tanrıçanın Pakmış pak olsun Şeytan dolu içim Eni boyu yaşamışım Bu mart sıpası dünyadan Korkmuyorum. Isınamıyorum. Bu omuz bu yükü çekmez, Yanıyorum da, gururumdan Yanamıyorum. Bir öldürücü ki bu kötü duman Hasretim sınırları aşmış, Pusuda tanksavarları Azgın saldırıyor kinciler. Azgın saldırıyor dost, düşman. Gel ki, Bir başıma ve suskun Gel ki,
Bazen kör bir noktaya doğru yürüdüğümü hissederim yazarken. O anda ne yazacağımı bilmemek beni ‘’mutlu’ ’eder! Bilincimi, bakışımı, sezgilerimi karanlıktan geçirmek, yazılanları görmek sanrısına yöneltir beni. O noktada bildiğim tek şey neyi yazmak istediğimdir. Çünkü bu kıyıya gelmiş, istekle yazıya tutunmaya kendimi vermişsem; bir şeyin yazılacağı kesindir. Şu şöyle yazılacaktır diye düşünmem. İlk sözcüğü yazar, ilk tümceyi kurarım. Sonrası gelir. Genelde günlük yaşantımdan kesitler olur, bunu da yazayım diye tasarlamam. Büyük halam konuşmaktan yorgun düştü sanırım, uyudu, beni de özgür kıldı bu an. Her iz, imge, im, yer, mekan, söz, görüntü, duyuş, sezgi, metin, kitap, yazı, tümce, olay, vb. yazmak çağrısıdır bana.
Bahçemdeyim, hava serinlemiş hırkamı giydim, eve girmek nedense içimden gelmiyor.
Uzun yolculuklar sonrası kendi yalnızlığım bana o kadar iyi geliyor ki, bunun tarifi yok… BİR GECE VAKTİ
Bir gece vakti yatağında müzik dinlerken, bir yandan da gözyaşı akıtmak
Bir dostu uyandırmak...
Aşk, özlem...Ve dahası...
Kulaklığımda Ahmet Şafak gözümün önünde perde perde geçmiş...
Hiç gerçekleşmeyeceğini bildiğim ve hayalini kurduğum Kuzey Kutbu’na yapacağım yolculukta yanıma alacağım kitapların arasında Sayın Sergül’ün ‘’İnsansız Dünya Gezegeni Ve İnsanlığın Kitabını Yazdım’’ eserlerini mutlaka alırdım. Sayın Sergül’ün şiirleri defalarca okunacak betimlemeler ve imgeleri hep büyüleyici bulurum.
Böylesi uzun yolculuk anlarında, ilkten her şeye kapanan bilincimin; bir başka dil/kültür ortamına, kara parçasına ulaşmanın yabanlığına karşı kendi savunma hattını kurduğunu bilirim bilmesine de… Bakışlarımın pencere kenarlarında gezinen ışığı kendine gözdeş kılmasının oyunlarından alamam kendimi… Bir zaman sonra gözün getirdiği yanılsamayla sözcükler arasında gezindiğimi hissederim.
Bir yoğunluk, derinlik, anlam katmanlarını kavrayış çabası yoktur bakışlarımda. Salt sözcüklere tutunur, onların tınılarını hisseder, her birinin çağrışımsallığına kapılır giderim.
İşte o tutunacak sözcükleri önüme koyan şair yolculuk boyunca hep yanıbaşımdadır.
Kendi karanlığım ve yalnızlığımla… BİR GECE VAKTİ
Ruh dinginliği denilen şeyi, kapanma düşüncesinin getirdiği bir an’lık travmatik durumu ezgilerin tınısında kavrarsınız. Çözülme sağalmayı, sağalma da yüzleşmeyi getirir…
Kapanma ve yazma düşüncesinin yalnızlık labirentlerine gereksindiği anlarda müzik, uzak durduğunuz dış dünya ile aranızda bir köprü olabiliyor.
Bu da benim için değişkenlik durumu yaratmaktansa; yeni bir dil kurabilmenin ışıltısını getirir… İşte o anda, ‘’yazmadan edemiyorum’’un çizgisini yakalamışımdır. Taklit edildiğimi biliyorum, ne kadar taklit edilrsem de öz düşüncemi asla yakalayamazlar.
Bu duygu- düşünce, yolculuğumun bir yansıması/eşlik edeni olarak görebileceğim…
İlk gençlik yıllarımdı, bir kış günüydü ilk yazım yayınlandığında onu odasında yazarken müzik eşliğinde yakalamıştım. Ondaki Beckett’vari duruşu anlamaya çalışıyordum. Şiirlerinde saklı duran ironisi yüzüne vurmuştu sanki, hele o bariton sesi bana yazmamda hep bir ufuk açmıştı…
Kırılgan gülümseyişinde samimi sözlerinde acının izlerini bulmuştum. Çok söze gelmez; kara mizah hayatın ağusunu anlatırdı.
Sözcüklerinin tınılarıyla, şiirlerinin dilini dokur bakışları; şiir yazamasam da yazmayı ondan öğrendim, yazının dilinin nasıl kurulabileceğini onunla düşünmeye başladım hep;
İlk gençlik yıllarımdan bu güne,
Bu güne… BİR GECE VAKTİ
Gecenin karanlığında sessizlik ve yalnızlık çıldırtıcıydı. Zaman bir saatçinin titiz ve ince işçiliğiyle çehresini yontuyor ve eserini dikkatli bakışından gizlemeyi başarıyordu. Bildiği bir şey varsa o da içini oyan hançerdi…
Ve tedirgindi,
İçi üşüyordu…
Böyle girdi 2024’e… BİR GECE VAKTİ
Johann Sebastian Bach’ın fug’lerinin ağulayıcı bir yanı var. Kalemimin ucu kağıda dokunduğunda onun ezgilerinin tutsağı kesildiğimi hissederim.
Karşımdaki sonsuzluk denizinden acılar okyanusuna açılırım. Belleğim söngün ateşleri alevlendirir. Gezginiyimdir sözcüklerin o an. Sesten renge, renkten biçime, biçimden kokulara, kokulardan düş havuzlarına gider gelirim. Kapanan bir dünyada, bütün evrenin kıpırtısı gelip bulur beni.
Kağıtlardan elimi çekip kalemimi bir yana bırakınca, bu kez de kendime yol arkadaşı kıldığım yazarlarımla başlayan dilleşmemde, müzik bize eşlik eder…
Yazı ile müzik arasındaki ilintiyi düşündüğümde en çok Bach, Mozart, Tchaikovsky, Beethoven, Chopin, Vivaldi, Boccerini, Sibelius, Haçaturyan’ın benim için besleyici kaynak olduğunu görmüşümdür.
Bu anlamda müzik yazı dünyamın, ivdirici gücü olduğu kadar; sağaltıcısıdır da…
Belki de yaşamda vazgeçemediğim tek şey yazmaktı;
Sessiz
Sakin
Kendimce… BİR GECE VAKTİ
Benim hikayem kalan izlerdir;
kapanmış yara izleri, anılar, davranışlar,
çılgın gülüşler, şımartılmış düşler, sevecenlik bir tören,
belki de aynı zamanda sıradanlık!
Benim hikayem,
sürmekte olan şimdiki zaman,
bıkıp usanmadan kendine anılar oluşturan,
tasarılar kuran bir şey.
Benim hikayem;
sonunda isyan eden,
acıya acı gibi katlanmadan, ağlayamayan, kendine dersler çıkaran,
yalnızlığı bir bıçak gibi yüreğinde taşıyan, okuyan, yazan, deneyimleyen bir duruş sergileyen…
Kapanmayacak yaralarını hep gizleyen…
Hep gizleyen… BİR GECE VAKTİ..
Günlerdir evinden uzakta, sarı ışıklar altında uyutularak yaşamıştı. Ya sonrası? Baba evinde geçirilen tutsaklık ona ne demeli, günlerce gözlerine kırık camlar bata bata seyre başlamıştı her şeyi, içindeki acılı dünyaların kapılarını kapatmış acıyı kendine saklamıştı.
Tam iyileşmemişti; kendinize dikkat edin demişti.
Zaten hep dikkatim kendime değil miydi?
Bu küçücük köy evi onun sığınağıydı, kaçtığı, yok saydığı her şeydi… bu küçük bahçe, meyve ağaçları.
Posta kutusunda bir mektup buldu üzerinde ‘’ABİ’’ yazıyordu. Şaşırdı, kargacık burgacık sözcükleriyle bana teşekkür ediyordu, abisi Bayram’ın kendisine ayakkabı alabilmesi için benim verdiğim paradan bahsediyordu ‘’bu kış üşümeyecek ayaklarım abi’’ diyordu Elif. Bir de mektubuna kırmızı kalemle kalp yapmıştı. Yine dövmüştü babası Bayram’ı… öyle yazıyordu mektubunda, ufacık el izleri düşmüştü mektuba…
Ben Elif’i hiç görmedim. Elif bahçemde mandalinaları toplarken yakalanan Bayramın kızkardeşi…
Babası yine dövmüştü Bayram’ı…
Hep döverler abi…
Hep… diyordu Bayram…
Yolun sonuna mı geldik dedi kendi kendine…
Yolun sonu yok ki, o yol hep yeniden başlar;
Biten biziz, bitmemek için savaştığımız kadar insanız.
İçindeki ışıltı, dayanılmaz bir yalım oldu. Evde olmak iyi gelecek diyordu. Ufak yazı masasına oturdu Bayram’ı düşündü;
Hep döverler…
Hep…
BİR GECE VAKTİ.
Aynı kara parçasında yaşamanın, aynı göğün altında hayatı kavramanın bilincini taşıyan bir bakışı koparıp elimizden alanlara ne demeli bilmem ki…
Yitik zamanın dilini arayan bakışlarımı sündürüyorum…
Parçalanmanın, savrulmanın, bir yere ait olamamanın diline bağlanarak yaşamın çizdiği haritada geziniyorum bir süre…
Yazarak, yitirdiğimi bulmak için yazının ucuna bağlanıyorum çoğu kez. Yazdıkça, o uçlarda gezindikçe sanki kendime yeni bir yer ediniyorum… ötekileştiğim dünyanın sanrısına karşı bir tür savunmadır da bu.
Bir kazıcı gibi yol alıyorum. Hayatın bütün gözenekleri anlamlanır benim için… Yiten yeni bir imgelemle var olur. Ancak yazıda onun kurulabileceğini, ona ulaşabileceğimi bile bile yol alırım…
Bir gün Kafdağı’nın ardındakine kavuşma düşü de silinmez hayatımdan.
Ve içimde kanayan…
Kanayan…
Yaşadığı yerin anlamını gören, hisseden bir gözün içsel yolculuğu muydu bu? BİR GECE VAKTİ
Ayrıksı duran bakışlarında ezincin suretini gördün. Acınıza bir aracı kılmak istemiştin besbelli. Bir başka söz anlatmalıydı bu sanrıyı.
Henüz bir tende filize duran iki sevginin bendinden geçmemiştin onu tanıdığında…
Sana yabancıydı duyguda düşüncede ayrı ırmaklarda akmanın güzelliği. Birinden ötekine taşma durumlarından söz bile edemezdin… Dilin buna yaban, gönlün kapalıydı.
O ise cennet ve cehennemi bir arada yaşıyordu. Tüm hırçınlığı bundandı.
Tam zamanıydı Bachmann’ın Malina’sını yeniden okumak…
Görüyordum ki; sanat, hiç de hayatı taklit etmiyordu, bizzat kendisiydi bunun. Kaçamadığın tufan, alıp savuran kasırga…
Çünkü sen, onulmaz acı bir vakaydın sonsuza dek. BİR GECE VAKTİ
Bahçemde oturmak, doğada olmak; orada dokunduğum her şey, bakış erimime yansıyan her görüntü, içimi ipildeten her nesne bana yaşama sevinci veriyordu.
Ağaçların duldasında kuş cıvıltıları, su sesleri arasında hayatın nabzını dinlerim. Yeşilin bin bir rengine tanık olurum. Dalların arasında masama ağan ışığın bendesi kesilirim…
Parmak uçlarımla gölgenin canına dokunurum!
Canımı acıtan düşüncelerden düşüncelere salan, gölgesi masama düşen sabahın ilk ışıklarının ardına takılıp gittiğimde, bir ömürde küllenen her şeyi bir anda savuran, bilincimizdeki o karanlık örtüyü çekip alıyorsa onu nasıl anlatmalıyım yazarken…
Bunu hiç bilmiyorum? BİR GECE VAKTİ
Canan Hanım, yazımda anlatmak istediklerimle sizin de belirttiğiniz gibi sizin anlattıklarınız oldukça farklı olmasına rağmen bakış açınız oldukça ilginç ve anlamlı;
Yazıma değer kattığınız için teşekkür ederim.
Pusarık bir hava, dar sokaklar, tuğla duvarlı evler, benim yürüyüş yolumdu bu gün. Aldatan ve aldanan bakışların barınağı, yaşanılası değil, ölünesi bir yerdi benim için.
Bazı sokaklar öyledir. Uçuşarak gelirsiniz, her bir ipiltide kendinizi bulursunuz orada…
Ama yaşadıklarınız bir sanrıya dönüşmeye başladığında, sokak bir perde gibi iner gözünüze. Bu kez başka seyirlere tanık olur, başka hayatların sızısıyla yol alırsınız. Çözüntüye uğrar silinirsiniz yeryüzünden.
Acıdan acıydı sana gözlerini teslim ettiğin, gizliden gizliye sözlerine tanık olman.
Ten esrir, ruh çözülür, bakış ölür burada. BİR GECE VAKTİ
Ömrümüz kelebeğinkine eş, kuytuda yaşamayı seçer. Ürkütmeye gör saklanır. Bilemezsin de. Bir zaman sonra da alır başını gider. Başka sessizlikler arar kendine.
Yalnız yaşamayı kelebeklere benzetiyordum.
Eski günlere dönünce, zamanın durduğunu hissediyorum birden…
Yıkıntılar arasından çıkıp gelen seslere tutunurcasına, zaman içinde zamansız yolculuğa çıkıyorum. Belki de eski günlere, belleğime sahip çıkmamın, sürekli oraya dönmemim en temel yanı da bu:
Sağalmak…
Yani anımsadıklarımla o an yaşadıklarım arasındaki uçurumu kapatmak, belki de o çözülüp dağılmayı unutmak istediğimden öylesi bir bellek yolculuğunu yeğliyorum zaman zaman!
Seslerin izine, yansılarına döndüğümde, Çaykovski’nin bir duygu örtüsü gibi yayıldığını hissederim.
Bir yere ait olamama duygusu
Yersiz
Yurtsuz
Ve kimsesiz! BİR GECE VAKTİ
Bazen, insanın geçmişi dönüyordu geri, ama suyun, sessizliğin oluşturduğu bu tuhaf dünyanın baş döndürücü gerçekleri arasında hayretle anılan, huzursuz, gürültülü bir düş olarak dönüyordu. Bu dünyanın durgunluğu hiç de huzur verici değildi. Açıklanması olanaksız bir amacı kara kara düşünen, yıkılmaz bir gücün durgunluğuydu bu.
Ateş her zaman, ama her zaman düştüğü yeri yakıyordu…
Çehov’u okurken, onun her bir anlatısı insana tutulmuş bir ayna olduğunu görüyorum. Bir insanı oraya bağlayan ne varsa, bir zaman sonra gitme, kopma nedeni de olabiliyor.
Jacques Brell’i dinliyorum yazarken; mekan duygusunu anımsatıyor, beni o mekana götürüyor. Benim için müziğin öyle bir boyutu olmuştur her zaman. BİR GECE VAKTİ
her gün kurulup,
yeniden oynatılıyorum...
Bütün sırların yaşandığı, herşeyin herkesin özgür olduğu bir andır. O an tüm günahlar işlenebilir. Tatlı gelen her ne varsa, denemeden bilemezsin denilen her ne çılgınlık varsa yaşanabilir, uçlarda olunabilir. Bir gece vakti ansızın sınırlarını zorlayabilirsin.
MANDALİNALARIM
Günlerdir uyuyordum, içimdeki kiri, pası atmak için…
İçim üşüyordu, kendimi kendimle cezalandırıyor gece mi gündüz mü bilmiyordum. Bir arınma, içe bakıştı tüm isteğim.
Bahçeye çıktım, özlemiştim sabah kahvemi ki bir ses beni şaşkına çevirdi. Mandalinaların altında 9 ya da 10 yaşlarında bir çocuk topladığı mandalinaları taşmakta zorluk çekiyordu. Onu çağırdım yanıma. Korktu hırsızlık yaptığının farkındaydı. Göz aşinalığım vardı tanıyordum az biraz.
‘’Adın ne’’ dedim,
‘’Bayram’’ dedi
‘’Bayram kuralımız neydi dedim yiyeceğimiz kadar alacağız, hatta eve de götüreceğiz, ama sen sanki pazara satmaya götürüyorsun’’ dedim. Cevap vermedi, başını eğdi sıkılarak dedi ki ‘’He taşıyabilsem pazara götürecem de…’’
‘’Satmak için mi?’’ dedim
‘’He’’ dedi ve ekledi ‘’beni dövecen mi?’’ ‘’Neden döveyim seni’’ dedim. ‘’Hırsızlık yaptım’’ dedi yok dedim hırsızlık değil de kuralları çiğnedin, bu bahçeden meyve almak serbest ama sen fazla aldın bunları satıp ne yapacaksın Bayram? ‘’Kardeşime ayakkabı alacam da’’ dedi.
Yakın köydendi Bayram, yoksul köydü biliyorum, içim sızladı. Şaşkındım.
‘’Şöyle yapacağız bayram’’ dedim. ‘’Sen meyveleri alacaksın ama Pazar için değil onları bana satacaksın’’ dedim. Güldü, hem de ağız dolusu. ‘’Deli misin dedi ağaç senin neden para verip alacan ki. Ama dedim emek senin kaç saatte topladın o emeğinin karşılığı olacak ama elbette ceza vereceğim sana.’’ Korktu. ‘’Dövecen’’ dedi. ‘’Taktın dövmeye’’ dedim, ‘’hep döverler de…’’ dedi.
‘’Yok’’ dedim ‘’sen beni bekle evden sana kitap getireceğim.’’ Ömer Seyfettin kitabıyla ve kızkardeşine alacağı ayakkabının parasıyla geri döndüm.
‘’Bak Bayram cezan şu bu kitabı okuyacaksın sonra gelip bu kitap hakkında konuşacağız, sonra başka kitap vereceğim. Yani cezan okumak’’
Güldü…
‘’Okuduktan sonra geri mi verecem bu kitabı’’ dedi.
‘’Hayır sende kalacak’’ dedim. ‘’İlk hikaye kitabım bu benim’’ dedi. Koşarak giderken durdu sonra bana doğru koştu simsiyah gözleri parlıyordu… sarılmaya çalıştı.
‘’Abi’’ dedi, ‘’biliyon mu?’’ Ekledi
‘’İlke kez biri dövmedi beni dedi’’ ve ekledi… ‘’çok jantisin abi köyde öyle diyolar’’
Arkasından seslendim ‘’kitap okununca geleceksin tamam mı?’’
Kafa salladı ama gelir mi bilmem. Onca mandalinayı ne yapacaktım ki? Bahçe kapımın önüne yol kenarına bıraktım üstüne de bir not iliştirdim; ‘’lütfen tüketeceğiniz kadar alınız.’’
Eve girmek içimden gelmiyordu, günlerdir içime içime bakmak yerine serin havayı koklamak istedim. Okuma ve yazma yerime de gitmek gelmiyordu ki araba sesiyle korktum… korkuyla gelen arabayı izledim. Korktuğum değildi, bir kadın ve erkek bahçe kapımın yanında duran tüm mandalinaları lüks araçlarına taşıdılar ve acele bile etmeden sakince gittiler.
Şaşkındım, hiç umursamadan hepsini almışlardı, ‘’tüketeceğiniz kadar alın’’ yazısı hariç, galiba Bayram’a haksızlık etmiştim.
İçeri girdim, Beethoven iyi gelecekti sancılı halime.
Kapının sesiyle irkildim… Müziğin sesini kıstım, hayır korkum boşunaydı.
Kapıda Bayram ve bir adam dikiliyordu. Adam Bayram’ın babasıydı. Ona verdiğim parayı bulmuş bu parayı ben mi verdim yoksa hırsızlık mı yapmış sorguluyordu. ‘’Hayır’’ dedim. Mandalina topladı ben de bunun karşılığını ödedim dedim. Mandalinaları da iyi paraya sattım dedim…
Dedim ama beni bir gülme krizi tuttu mandalinalarım belki de şu anda hem de lüks bir arabada yolculuk ediyordu…
Bayram ve babasını uğurladıktan sonra dakikalarca güldüm…
Yoksa ağladım mı? BİR GECE VAKTİ
Rica ederim:)
Gülümsemek, daha güzel bir görüntüye kavuşmanın bedava yoludur.
Can Yücel
Beğenmenize çok sevindim, benimkisi kendi sözcüklerimle kendi izlenimlerim. Ansiklopedik bilgi değil; ansiklopedik bilgi ben pek paylaşmam..
Teşekkür ederim Tuna Hanım
Güzel izlenimler bizimle paylaştığınız için teşekkürler Umut bey
Şair'e
Saygılarımla
Ünlü şairimizin Datça’daki evinin sokağına girdiğimde;
Bahçe içinde bir ev. Dindirilmiş duyguların serinliğini çağrıştırıyor. Bir yanı gölge, ötesi kır görünümünde bir alanı içeriyor. Eve bakıp, burada yaşanmışlığın izlerini bulmaya çalışıyorum ki kapıda bir yazı ilişiyor gözüme; ‘’Bu evde hala yaşıyoruz…’’ diyor. Rahatsız edenlere kibarca uyarı.
Ben sokağın dilini arıyorum kendimce, elbet yazı olacak izlenimlerim…
Ama kendimce, kendi sözcüklerimle…
O görkemli şairin suretini yansıtan renklerin aşınmışlığı öte yüzyılların bakışını getiriyor sanki!
Sessizliğin ezgiye dönüşen renkleriyle şairin burada nasıl yaşamış olabileceğini buluşturmaya çalışıyorum.
Burada sabahladığı geceleri, kederli aşklarının soldurduğu yüzünü getirdim gözlerimin önüne
Susuyor dilim, içe çekiliyor bakışlarım. BİR GECE VAKTİ
2022 yılında Antalya’da Rodin’in eserlerini görmek için gitmiştim. Etkisinden aylarca kurtulamadığım bir sergi-müzeydi. İstanbul’da Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastane bahçesinde kopyası yapılan eseri de görmek neredeyse aynı zamana rastlar.
Rodin’i izlerken; acının, yalnızlığın diliyle örülmüş dedim içimden.
İşte karşımdaydı Rodin…
Gözlerimle dokundum, onun ellerinin izini ararcasına, acıdan acı bakan kederli gözlere takıldı bakışlarım.
Bakışımın izi kalsın istedim.
Bakışlarımız buluştu Camilla Claudel ile…
Bir azap şenliği gibi duran The Kiss, Eternal Spring, ve The Falling Man (Düşünen Adam).
Sırça fanusu andıran cam bölmenin önünde ışığın diliyle söze durdum adeta…
Rodin heykellerinin gölgesinde durup onun ellerinin hünerine baktım.
Bunları izlerken, Rilke’nin Rodin üzerine yazdıklarını anımsıyordum bir bir.
Yazar, şair-heykeltraş buluşmasının en derin anlamı, onun yazıp ortaya koyduğu metinde yatıyordu.
Rilke diyordu ki bana ‘’Onunki hiçbir şeyin kaybolmadığı ve unutulmadığı bir hayattır. Geçip gittikçe içinde biriken bir hayat.’’
Yaratıcı bir deha diyordum içimden. Ancak zamanın en küçük bir anını bile değerlendirendir. Rodin, burada bunu anlatıyordu bana.
Şaşırtıcı bir birikim, enerji. Dokunduğu her şey yaratıcılığının imbiğinden geçirerek yeni bir dil kuran bir büyücü, Rodin. Taşın, mermerin, tuncun dilinden anlayan bu ustanın ellerini düşündüm, tıpkı Rilke gibi.
Işığına baktım onun. Gözünün çalımından mermere izdüşüren bakışına. Camille Claudel’le yan yana ayrıksı duruşuna.
Acıdan acı bir dilin duruşu vardı onda da
Ya Camilla Claudel Rodin’e aşkının bedelini tam otuz yıl akıl hastanesinde acılar içinde geçirerek ödedi. BİR GECE VAKTİ
Hangi yazı biçimini seçersem seçeyim onun diliyle konuşur, insan/doğa gerçekliğine yönelirim. Arayış olmadan asla yazı olmaz; olsa da kısır olur.
Giderek yazıyı bir yaşama yolu olarak gördüğümü söylemeliyim.
Evet, tutunduğum bir şey üstelik.
Her gün okuduğum için her gün yazıyorum; bazen klavyeden çoğu zaman da kağıt kalemden.
Bu bir zorunluluk mu?
Bazen, bu anlamda kağıda kaleme kapanıp kitaplarda yol aldığımda, kendimi bir sporcu, sahneye çıkmaya hazırlanan bir şarkıcı, provada bir oyuncu gibi hissediyorum. Bazen de masanın başına geçince, bir kunduracı, bir terzi hatta bir doktor gibi hissettiğim olur.
Masamın düzeni, yazı araç ve gereçlerim, okuma yazma ritüellerim beni o havaya sokar.
Kapanmayı, gitmeyi, bir başına kalmayı, sızılardan geçmeyi, içinizde damıttığınız acılarla yüzleşmeyi göze almaktır yazmak. BİR GECE VAKTİ
Kopuş çizgisine varmadan yazmaya dönemiyorum. Yaşanan bir andan, yerden, işten, uğraştan koparak kendimi bulduğum gerçeklik durumuna geçiş. Uzaklaştıklarımla bağımı koparıyor, başka bir seyre geçiyorum.
Bu bölünmeyi her an yaşadığım kesindir. Belleğimde, bilincimde taşıdıklarım her yere gider. Yer ve mekan bulduğunda yazıya döner. Arayıştır bu. Düz ve sıradan bir hayatın akışında yapamadığı için kendime bir yazı yurdu ararım sürekli.
Aslında bilgimi başka alanlara (İnsanlığın Kitabını Yazdım) bu kitapla yönlendirdim ve neden yazdığımı sorgulamaya başladım, Hayır ben sizden bilgeliğinizden çok şey öğrendim. Eminim bu kitap bir gün çok iyi yerlere gelecek, ama bizde okuyan az olunca…
Yazmak içimdeki, bilincimdeki karanlığı aydınlatmaktır bir bakıma. Okuduklarımla birlikte yaşadıklarımı da yeni başka bir dile dönüştürmektir aynı zamanda.
Sayfamda sizin için çok anlamlı ve değerli şiiriniz için de; okurken içinde kendimi de bulduğum şiirinizi keyifle okuyacağım hep dost teşekkürlerimle; kahvem eşliğinde… BİR GECE VAKTİ
Yazı bizi seçmez, biz yazıyı seçeriz.
Bu da bir yoldur, birike birike oluşan deneyimlerle biçimlenen.
Bir anda ulaşılabilecek bir olgu olmadığı için, yazıya bağlanma temelinin düşüncesinde okuma sürekliliği yatar.
Zamanla bu biçimden biçime dönüşür.
Yazabilmek için bilgiye ihtiyaç duyarım, bilgi bilgeden gelmelidir. Asla çok biliyorum demem, bilgi ile donanmak en büyük okuma zevklerim arasındadır.
Son zamanlarda beni kitabı (İnsanlığın Kitabını Yazdım) ile büyüleyen yazabilmem için yeni ufuklar açan Sayın Canan Sergül Hanım’a yeterli teşekkür edebildim mi diye düşünüyorum. Canan Hanımın kitabı bana yazım dünyamda yeni ufuklar açtı.
Ötekilere bakma yolu olarak da görebilirim yazmayı. Tanıklık kadar tanımayı da içerir.
Yazarak farklılaştığımı, başka bir kıyıya geçtiğimi gözlemlediğim an bağlanmanın yoluna düştüğümü görürüm.
Kendimi yaza yaza ötekileştirir; hatta yalnızlaştırırım. BİR GECE VAKTİ
YALNIZLIĞI VURDULAR HEM DE HİÇ ACIMADAN!
Isı ölçenim -5 gösteriyor
İçim sımsıcak
Ellere hasretim
Yalnızlık üretiyorum.
Hiç böyle harcamamışım ömrümü
Saatler geçsin
Günler geçsin
Ömrüm kısalacakmış
Kısalsın istiyorum
Gel,
Yırt korkularımı baştan başa
Teker teker indir afişlerimi
İsyandayım.
İçimdeki bu sevda
Alabildiğine külhanbeyi!
Mıh kesiyorum
Gazabına gelmişim kış tanrısının
Ve tanrıçanın
Pakmış pak olsun
Şeytan dolu içim
Eni boyu yaşamışım
Bu mart sıpası dünyadan
Korkmuyorum.
Isınamıyorum.
Bu omuz bu yükü çekmez,
Yanıyorum da, gururumdan
Yanamıyorum.
Bir öldürücü ki bu kötü duman
Hasretim sınırları aşmış,
Pusuda tanksavarları
Azgın saldırıyor kinciler.
Azgın saldırıyor dost, düşman.
Gel ki,
Bir başıma ve suskun
Gel ki,
Dayanamıyorum! BİR GECE VAKTİ
Şöyle bir konuşma geçiyordu;
''İnsanın fıtratında şahini görünce serçe, serçeyi görünce de şahin kesilir diyordu…''
Bazen kör bir noktaya doğru yürüdüğümü hissederim yazarken.
O anda ne yazacağımı bilmemek beni ‘’mutlu’ ’eder! Bilincimi, bakışımı, sezgilerimi karanlıktan geçirmek, yazılanları görmek sanrısına yöneltir beni.
O noktada bildiğim tek şey neyi yazmak istediğimdir. Çünkü bu kıyıya gelmiş, istekle yazıya tutunmaya kendimi vermişsem; bir şeyin yazılacağı kesindir. Şu şöyle yazılacaktır diye düşünmem. İlk sözcüğü yazar, ilk tümceyi kurarım. Sonrası gelir.
Genelde günlük yaşantımdan kesitler olur, bunu da yazayım diye tasarlamam.
Büyük halam konuşmaktan yorgun düştü sanırım, uyudu, beni de özgür kıldı bu an.
Her iz, imge, im, yer, mekan, söz, görüntü, duyuş, sezgi, metin, kitap, yazı, tümce, olay, vb. yazmak çağrısıdır bana.
Bahçemdeyim, hava serinlemiş hırkamı giydim, eve girmek nedense içimden gelmiyor.
Uzun yolculuklar sonrası kendi yalnızlığım bana o kadar iyi geliyor ki, bunun tarifi yok… BİR GECE VAKTİ