İslâm dini ilk insan ve ilk peygamber Hazret-i Âdem Aleyhisselâm ile başlamış, zamanın akışı içerisinde ve her peygamber gelişinde en mükemmele doğru daima bir gelişme kaydetmiştir. Hazret-i Musâ Aleyhisselâm’a indirilen İslâm, Hazret-i Nuh Aleyhisselâm’a indirilen İslâm’dan daha geniş ve daha mükemmeldi. Hazret-i İsa Aleyhisselâm’a gönderilen İslâm, Hazret-i Musa Aleyhisselâm’a indirilen İslâm’dan daha şümullü ve daha mükemmeldi. Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm’a gelince de kemâlini buldu ve son şeklini aldı.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Bugün sizin dininizi kemâle erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm’ı beğendim.” buyuruyor. (Mâide: 3)
İslâm dini Allah-u Teâlâ’nın râzı olduğu ve ondan başkasını kabul etmediği bir dindir.
Nitekim diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Kim İslâm’dan başka bir din ararsa, onunki katiyyen kabul edilmeyecek ve o âhirette kaybedenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân: 85)
Bu kimseler bütün iyiliklerini kaybetmişler ve cezâya müstehak olmuşlardır. İslâm’dan yüz çevirip bir başka din arayan kimse, faydalıyı kaybedip büyük bir zarara düşmüştür.
Târık bin Şihâb -radiyallahu anh- den rivayet edildiğine göre, bir yahudi Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- e gelmiş ve Mâide sûre-i şerif’inin 3. Âyet-i kerime’sini kastederek “Siz bir âyet okuyorsunuz ki, bu âyet bize indirilmiş olsa, o günü bayram yapardık.” demişti.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- şu cevabı verdi:
“Ben bu âyetin nerede indirildiğini, hangi gün indirildiğini ve o indirilirken Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- in nerede olduğunu pekâlâ bilirim. Bu âyet Arafat’ta indirilmiştir. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- de vakfe halinde idi.” (Müslim: 3017)
Böylece Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- de müslümanların o günü bayram edindiğine işaret etmek istemiştir.
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde kendisine inanan ve Resul’ünü tasdik eden kullarına; İslâm’ın bütün hükümlerini benimsemelerini, buyruklarını uygulamalarını, yasaklarını terketmelerini emir buyuruyor:
“Ey iman edenler! Hep birden tam bir teslimiyetle İslâm’ın sulh ve selâmetine girin.” (Bakara: 208)
Allah-u Teâlâ’ya gerçek mânâda teslim olun, hem dışınızla hem içinizle O’na itaat edin. İslâm’a bir başka şeyi karıştırmayın.
İslâm bir bütündür. Hükümlerinden hiç biri birbirinden ayrılmaz.
Ayrıca bu Âyet-i kerime müminleri ittifak ve ittihada dâvet etmekte, tefrikadan bölücülükten şiddetle sakındırmaktadır.
Bu gibi ilâhi emirlere muhalif harekette bulunanlar için büyük bir tehdit olmak üzere diğer Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Size açık açık deliller geldikten sonra ayağınız kayarsa, şunu iyi bilin ki Allah Azîz’dir, Hakîm’dir.” (Bakara: 209)
Kendisine isyan edenlerden intikam almaktan aciz değildir. İntikam alırken bile ancak hak olarak intikam alır.
Diğer Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyuruyor:
“Ey iman edenler! Allah’a ve Resul’üne itaat edin, işitip durduğunuz halde ondan dönmeyin.” (Enfâl: 20)
Halbuki sizler, kendisine itaat edilmesinin gerekli olduğunu söyleyen Kur’an-ı kerim’i işitiyorsunuz, ona muhalefet etmeyi yasaklayan öğütleri de dinliyorsunuz.
“İşitmedikleri halde ‘İşittik! ’ diyenler gibi olmayın.” (Enfâl: 21)
“Çünkü yeryüzünde dolaşan canlıların Allah katında en kötüsü akletmeyen o sağırlar ve dilsizlerdir.” (Enfâl: 22)
Onlar, kabul etmemek ve yüz çevirmek için böyle söylerler. Sanki hiç duymamış, işitmemiş gibi hareket ederler.
Bu Âyet-i kerime’ler Resulullah Aleyhisselâm’ın sözlerini, emir ve yasaklarını işitip de mühimsemeyen veya hafife alan kimseler hakkında bir ihtar mahiyetindedir. Bu gibi kimseler işittiklerini gerçek mânâda işitmedikleri için, söz anlamayan sağır ve dilsiz hayvanlara benzetilmişlerdir.
tek kurtuluş yoludur.. çünkü hak'tır. ne kadar da bazıları bunu ısrarla inkar ediyor olsalar bile, bu böyledir ve kainatın sonuna kadar böyle gidecektir. 'bilselerdi yapmazlardı.' lütfen biraz daha saygı. başkasına saygı duymayan kişi, kendisine saygı gösterilmesini haketmeyen kişidir..
İslam denilen olgu, Allah diye isaret edilen O Kudret-in sistem ve düzeninin adidir. Ve Evren adi altinda ne varsa bu sistem ve düzene tabidir!
Bütün Resul ve Nebiler insanliga islami (tek bir sistem ve düzeni) anlatmistir.Ve tek bir Allah´tan bahsetmislerdir.Tek olan Allah-in dini de tektir.
Hıristiyan, Müslüman Budist ve Musevi denen kavramlar-ayrimlar hep bize göredir. Allah indinde ise tek bir din vardir oda islamdir.
'Allah sadece belirli sinirlarda dogup büyüyen ve nüfuslarinda islam yazan arabin, türkün, iranlinin Rabbi degil, alemlerin Rabbi´dir'
Ayni sekilde Hz Muhammed´din Resul´lugu (risaleti) tüm insanligi kapsamaktadir. Tüm insanligin Resul´ludur, bu gercegi bir hıristiyanin, budistin veya musevinin inkar etmesi bir seyi deyistirmez.
Hz. İsa İncilinde “Sanmayın ki şeriati ve peygamberleri yıkmaya geldim, ben yıkmaya değil yapmaya geldim” diyor. Ondan 6 yüzyıl sonra Hz. Muhammed “Ben ahlakı tamamlamak için ba’solundum” diyor. Gelen her Resul ve Nebi kendinden öncekini inkar etmek şöyle dursun, dini tamamlamak için gönderildiğini söylüyor.
Doğrusu Allah katında din, İslâm'dır; o kitap verilenlerin anlaşmazlıkları ise sırf kendilerine ilim geldikten sonra aralarındaki taşkınlık ve ihtirastan dolayıdır. (Al-i imran 20)
islam din demek iman demek bişeye canı gönülden inanmak demek ALLAH'IN dini demek yayanı hz. muhammet(s.a.s) demek ve canı gönülden inanın demek.islam zaten tek başına çağrıştırıcıdır hemde herşeyi.
bir adam düşünün ki bahçesine yüzlerce ağaç dikmiş; meşe, kavak,elma, kiraz, dut vs. sayısız. sadece gelen geçen gölgesinde dinlensin, acıkan meyvesinden yesin, üşüyen kuruyanları yakıp ısınsın, kuşlar,böcekler yuva yapsın vs.diye. sayısız..yani sadece iyilik hali için. ama insanların büyük kısmı ağacın dallarını koparıp silah yapmış, köklerinden zehir çıkarmış, sapını darağacı olrak kullanmış..
işte kötü niyetler yüzünden geçimsizlik ve şiddet başgöstermesi sonucu bu ağaçları diken adama küfreden diğer insanlar ne ise hiç bir bilgi edinme lüzumu görmeden islamı aşağılayanlar da aynıdır benim için...
gökyüzüne bakıp uzaktaki kara bulutu görmek yerine kuşları ve güneşi görmeye çalışmak lazım..
islamın sizcesi bizcesi yok islam demek hayat demek bu dünyaya neden geldin demek verdiğin sözü tutmak demek.islam ALLAH (c.c.) tarafından insanlığa resullullah (s.a.v.) aracılığıyla gönderildi bütün insanlığa.ama insan ne yazıkki bunun kıymetini bilemiyor. şu kısa ömrü ebedi bir hayata tercih ediyor yazikki insan islamı yaşamayı denemiyor.halbuki bilmiyormuyuz ki islamı yaşamazssak helak olucak.mahfolucaz.biliyoruz bi çoğumuz biliyo ama bilipte yapmamak işte en büyük yanlışı yapıyor insan burada. ALLAH (c.c.) hepimize hidayet versin bizi islam yolunda yürümeyi nasip eylesin.(amin)
tek tanrılı dinlerin sonuncusu. bu inanca göre hz. muhammet'ten sonra yoldan çıkmış adem oğluna bir daha peygamber göndrilmeyecektir ve bu din kendisi haricindeki tüm inanç sitemlerini reddererek, diğerlerini dinleri benimseme hakkı olan insanları 'kafir, allahsız, gevur' olarak addeder.
islam öyle bir dinki: yaşanacak hayat hesap verilecek ahiret izzet bulacak nefis zinde kalacak vücut yararı dokunacak fiil iyiliği görülecek söz düşünecek akıl muhasebe edilecek vicdan için gelmiştir....
Ve böylece hak olduğu görülür Muhammed'in başardığı; Yalnız vahdet mefhumu ile o Bütün âleme galip geldi.'Kur'an'ın ezelden olup olmaması diye Bir şüphe beni uğraştırmaz! Kitapların kitabı olduğuna iman ederim. Müslüman olarak bana farz olduğu gibi! -goethe-
Gördüğünüz gibi dünyada her şey belli kural ve yasalara bağlıdır. Ay ve yıldızlar öylesine muazzam bir düzene bağlıdırki, bundan zerre kadar dışarı çıkamazlar. dünyamız belli bir şekilde ve hızla dönmektedir. hızında zamanında ve yolunda en ufak bir deyişiklik olmaz. su ve rüzgar,ışık ve ısı hepsi bir sisteme bağlıdır. Maddeler,bitkiler ve hayvanlar belirlenen yasalara göre doğar,büyür,yaşar, çoğalır veya azalır ve ölürler. insanın kendisinin durumuna bakarsanız, onunda doğa yasalarına bağlı olduğunu görürsünüz. Onun için hangi yaşama kuralı konmuşsa ona göre soluk alır, su, gıda ısı ve ışık elde eder kalbinin çarpması, kan dolaşımı soluğunun alış verişi bu sisteme bağlıdır. Beyni,midesi,akciğeri,sinir ve adeleleri elleri ve ayakları,dili,gözleri,kulakları,ve burnu kısacası bedeninin her organı belirlenen biçimde hareket etmek ve çalışmaktadır En büyük gezegenler ile en küçük zerreciklerin sıkı sıkıya bağlı olduğu bu akıl almaz düzen büyük bir hükümdarın kurduğu düzenidir. tüm evren ve evrenin her şeyi o büyük hükümdara ve yöneticiye itaat etmektedir.onun kural ve yasalarına uymaktadır bu bakımdan tüm evrenin dini islamdır çünkü zaten Allaha itaat ve sadakate İslam denir Güneş ay ve yıldızlar hepsi müslimdir. dünyada müslimdir ve rüzgar su ve aydınlıkta müslimdir Ağaç taş ve hayvanlarda Müslim veya müslimanlar Allahı tanımayan, allahı inkar eden veya Allahtan başkasına tapan ve Allaha başkalarını ortak koşan, evet o da kendi doğası ve yapısı bakımından müslümandır çünkü onun doğması, yaşaması ve ölmesi hepsi ilahi kanuna bağlıdır Onun vucutunun bütün azaları ve her bir tüğünün dini islamdır Çünkü onların hepsi ilahi yasalara göre oluşmak, büyümek ve hareket etmektedir
^^Kim bir canı, bir can karşılığında veya yeryüzünde bir bozgunculuğu olmaksızın öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim bir insanın hayatını kurtarırsa, bütün insanların hayatını kurtarmış gibi olur.^^ (Maide 5/32)
İslâm dini, insan hayatına büyük değer ve dokunulmazlık atfetmiştir. ^^İnsan hayatı^^, bizzat insanın kendisine ^^ilahi emanet^^ olarak verilmiştir. Böylece her müslüman, başta, kendi hayatına ve hayatın devamını sağlayan sağlık konusuna büyük önem verecek, halka halka bütün insanlığın varlığı ve sağlığı ile yakından alâkadar olacaktır.
İslâm'ın telkin ettiği bu anlayış, asırlar boyunca müslümanlara rehberlik etmiş, dinin, aklın, neslin, malın ve sağlığın korunması esas alınmıştır. ^^Bir insanın hayatını; kurtarma ve yoketme açısından insanlığın hayatıyla aynileştiren^^ ilahi mesaj doğrultusunda, müslümanlar,insan ve toplum sağlığına hizmet etmeyi en büyük hayır vesilesi olarak kabul etmişlerdir. Bu konuda müslüman hanımlar da,asırlardır sağlık hizmetleri alanında büyük gayretler göstermişlerdir. Ve İslâm tarihinde, hiçbir hizmet alanı, sağlık hizmetlerinde ve hasta bakımında olduğu kadar, dinin gücünden ve motivasyonundan faydalanmamıştır. Müslüman hanımların sağlık hizmetleri alanındaki fonksiyonları, Hz.Peygamber döneminden başlayarak günümüze kadar gelmiştir. Hz. Peygamber döneminde özellikle savaş zamanlarında hasta ve yaralılara bakım ve tedavi konularında hanımlar etkin bir rol oynamışlardır. Uhud savaşında, Hz. Ayşe'nin de aralarında bulunduğu hanımlar, cephe gerisinde ve bazen de bilfiil cephede savaşa katılmıştır.Hasta ve yaralıların bakım ve tedavileriyle gönüllü olarak meşgul olmuşlar, şehitlerin savaş alanı dışına taşınması, kırbalarla su taşınması gibi hizmetlerde bulunmuşlardır. Hz. Peygamber, hasta ve yaralıları bakım ve tedavide; bilgi ve beceri sahibi olan hanımları bizzat görevlendirmiştir. Hendek ve Hayber savaşlarında yaralıları tedavi, askerlere hizmet ve yardım için ilk kadın heyeti oluşturulmuştur. Bu heyetin başkanlığını Refidetü'l Ensariyye ve Ümmüyetü'l Gaffariye adlı, tedavi konusunda bilgili ve hünerli iki hanım yapmışlardır. İlk müslüman hemşire olarak tarihe geçen bu hanımlardan ^^Refidet'ül Ensariyye^^, Hz. Peygamber'in Hendek savaşında mescid-i Nebevi'nin içine kurdurttuğu çadır hastanede, bizzat Hz. Peygamber efendimiz tarafından (hasta ve yaralı bakım ve tedavisiyle) görevlendirilmişti. Ok isabetiyle yaralanan Sa'd İbn Muaz adlı sahabe de, onun tarafından bu çadırda tedavi görmüş, Hz. Peygamber kendisini her gün ziyaret etmişti. ^^Ümmüyet'ül Gaffariye^^, yaralı tedavisi konusuna vakıf bir grup hanım ile birlikte, orduya hizmet ve yaralıları tedavi etmek için, Hz. Peygamber efendimizden izin alarak Hayber savaşında yararlı hizmetlerde bulunmuşlardır. Hz.Peygamber efendimizin sık sık ziyaretine gittiği cilt hastalıklarının tedavisinde meşhur ^^Şifa binti Abdullah el-Kuraşşiye^^ ile göz^hastalıklarında bilgili ve göz ameliyatlarına girmiş, yaralıları tedavi etmede meşhur olan Evdoğulları tabibesi Zeynep hanım,yararlı hizmetlerde bulunmuş hanımlarıdır. Hz.Muhammed (sav) döneminden itibaren, özellikle savaşlarda tedavi ve bakım konularında hizmetler yapan hanımlara, ^^yaraları saran, merhem sürerek tedavi eden^^ anlamında ^^Asiye^^ denilmiştir. Kendilerini müslümanlara hizmete adayan bu hanımlar,katıldıkları savaşlarda, askerlere moral desteğinde de bulunmuşlardır.Müslüman hanımların savaşlardaki hizmetleri, Hz.Muhammed (sav) 'den sonra da devam etmiş, görevlerini yaparlarken bazıları şehit olmuşlardır. Bunlardan birisi de tıp tarihine geçen büyük hemşirelerden ^^Ümmü'l Haram bin Milhan Ensari'dir^^. Kendisi Hz. Peygamber'in halası olduğundan ^^Hala Sultan^^ diye anılmaktadır. 647 yılında Hz. Osman zamanında Kıbrıs fethine giden orduya gönüllü hemşire olarak katılmış, şehit olduğu yere (Larnaka civarında) cami ve türbesi yapılmış, hayatı ve ölümü efsaneleşmiştir. Dört Halife döneminde hanımların, savaşlarda hasta ve yaralı tedavi hizmetleri o derece yaygınlaşmış ve benimsenmiştir ki, Hz.Ömer zamanında, Kadisiye savaşına Sa'd bin Ebi Vakkas'ın komutanlığında katılan kırkbeş bin kişilik ordusunun yaralı tedavisi ve bakımında yeterli sayıda hanım görev almıştır.Yermük harbinde sayıca fazla olan Rum askeri bir baskın yaparak, İslâm ordugâhının içine kadar inmişler, bu sırada cengâver müslüman hanımlar kılıçlarını çekip mücadele etmişler, yaralılarla ilgilenmişlerdir. Asr-ı Saadet döneminde, bunun gibi pek çok savaşta hanımlar, cephede ve cephe gerisinde savaşa katılmış, hasta ve yaralıların bakım ve tedavileriyle meşgûl olmuşlardır. Bu hanımlar arasında, Ümmü Atiyye Nüseybe gibi cerrahi ve tedavi usûllerine vakıf hanımlar da vardı. Emeviler, Abbasiler ve Selçuklulara kadar olan Türk-İslam devletlerinde, hanımların sağlık alanındaki hizmetleri ile ilgili kaynaklarda bilgiye rastlanılmamaktadır. Selçuklular döneminde, yoğun olarak açılan darüşşifalara (=hastanelere) , ihtisas sahibi hekimler, cerrahlar, göz mütehassısları ile birlikte hemşire ve hastabakıcıların tayin edildiği tıp tarihçilerince belirtilmektedir.Dönemin önemli hekimlerinden Sabuncuoğlu Şerafeddin bin Ali'nin, 1560 yılında İlhanlılara izafe ettiği ^^Kitabü'l Cerrahiyyetü'l Haniyye^^ adlı eserinde, hemşire figürü ilk defa tıp tarihimizde resmedilmiştir.
Dünyadaki en güzel din İslam dinidir.Zaten Hristiyanlık ve Yahudilik de İslamiyetin bir koludur.İslam hayatımızın olmazsa olmazlarından biri olmalı ve bizim görevimiz İslamiyeti en iyi şekilde insanlara ve tüm dünyaya yaymak olmalı.Ancak bu sayede günahlarımızdan taviz verebiliriz.
Allah'ın Elçisi Hazreti Muhammed (Sallallâhü aleyhi ve sellem) 'in idare ettiği savaşlar, gelmiş geçmiş ve günümüzün birçok diğer savaşları arasında en göze batanı ve en tepede duranı olarak, insanoğlunun özellik ve karakteristiğini taşımaktadır. Ekseriya O, bizzat kendisinin tertip ve teşkil ettiği asker adedinden üç, hatta on defa fazla sayıda düşmana karşı savaşmış ve neticede, bu harplerin hepsinden fiilen muzaffer çıkmıştır. Üzerinde milyonarca halkın yaşadığı bu geniş sahar, harp meydanlarında düşman ordu saflarında maktûl düşen, takriben 250 insanan mukabil fethedilmiştir. On senelik bir zaman sonunda Müslümanların kaybı ise ortalama ayda bir şehit olarak hesaplanabilir. İnsan canına verilen bu değer ve hürmetin bir eşine insanlık tarihinde rastlanamaz.
***anlam olarak iki farklı şeklini verdiğimiz İslam için yapılan bazı tanımlamaların şahsımı üzdüğünü belirtmek isterim.o yüzden bazı ek bilgiler verme gereğini duydum: ***Hz Ayşe (ra.) validemiz, peygamberimizle evlendiğinde kaç yaşındaydı? =] Peygamberliğin gelişinden on yıl sonra, 50 yaşındayken eşi Hz. Hatice'yi kaybeden peygamberimiz (asm.) kendisine hem ev işleri ve çocuklarının bakımında yardımcı olacak, hem de İslâm'a davet faaliyetlerinde destek olacak eşlere ihtiyacı vardı. Bunun için bir yandan yaşlı ve dul bir kadın olan Sevde'yi, öte yandan da en yakın arkadaşı olan Hz. Ebubekir' in kızı Hz.Ayşe'yi istetti. Hz. Peygamberin bu isteği, vahyin başlangıcından 10 yıl sonradır. Hz. Ayşe vahiy başlangıcından beş altı yıl önce doğmuştur. Dolayısıyla Hz. Ayşe'nin Peygamberimizle evlendiği yaşın 17-18 olduğu ortaya çıkar. Bu konu, daha detaylı bir şekilde Mevlana Şibli' nin Asr-ı saadet kitabında geçer. (İst. 1928. 2/ 997) Hz. Ayşe'nin evlendiği zaman yaşının büyük olduğunu, ablası Esma'nın biyografisinden kesin olarak anlıyoruz. Eski biyografi kitapları Esma'dan bahsederken diyorlar ki: 'Esma 100 yaşındayken, hicretin 73. Yılında vefat etmiştir. Hicret vaktinde 27 yaşındaydı. Hz. Ayşe ablasından 10 yaş küçük olduğuna göre, onun da hicrette tam 17 yaşında olması icap eder. Ayrıca Hz. Ayşe, Hz. Peygamber'den önce Cübeyr'le nişanlanmıştı. Demek evlenecek çağda bir kızdı.(Hatemü-l enbiya Hz. Muhammed ve hayatı, Ali Himmet Berki, Osman Keskioğlu, s. 210) ...durum bu kadar açık ve nettir.araştırmadan sağdan soldan duyarak yapılan yorumlar yanlış ve aldatıcıdır.bununla beraber bu mevzu şimdiye kadar da vardı fakat anlaşılan şu an gündemi meşgul eden bir skandalı (çocuk pornosu) ancak bundan 1420 küsür sene önceki saptırılmış yalan bir bilgiye dayandırmak akıllıca geldi, her nedense. hatırlatmak isterim ki şu an hala tedavisi hakkında yeterli bir bilgi sahibi olunamayan AIDS HASTALIĞI bundan yaklaşık 25 sene evvel ortaya çıkmış ve bu 1960 ta ABD de cinsel serbestliği getirip devrim olarak adlandırılan '1960 seks devrimi'nin sonu olmuştur.bununla beraber bu skandal ülkemizde yeni yeni görülmektedir resmi olarak yapılan araştırmalarda bu ve benzeri durumların yıllardır avrupa ve amerikada yaşandığını göstermiştir.hatta bu bölgelerde ilk cinsel deneyimi yaşama yaşının 10-11 civarı olduğu tespit edilmiştir... ***kadının güzelliği peçeler arasında saklanmalıdır.neden mi? isterteniz bunu da giydikleri teşhir edici kıyafetler sebebiyle son 10-15 yıl içinde tecavüze uğramış nice bayana sorun... ***=Al-i İmran 118 - 'Ey iman edenler, sizden olmayanları dost edinmeyin; onlar, sizi şaşırtmakta kusur etmezler, sıkıntıya düşmenizi arzu ederler. Baksana, öfkeleri ağızlarından taşmaktadır; sinelerinin gizledikleri ise daha büyüktür. Eğer düşünürseniz, sizlere ayetleri açıkça bildirdik.' =Maide 51 - 'Ey iman edenler, yahudilerle hıristiyanları dost edinmeyin! Onlar, birbirlerinin dostlarıdırlar. İçinizden her kim onlara yardaklık ederse, muhakkak o da onlardandır. Allah ise zulmedenleri doğru yola çıkarmaz. '... Üstad Bediüzzaman dost edinmeyin ifadesinin dini bir dostluk, sırdaşlık ve kardeşlikten men olarak tefsir eder. yoksa tüm dünyanın saadetini düstur edinen asayişi muhafaza anlayışının gereği olarak değil... ki zaten yahudi ve hristiyanlar ve diğerleri kendi dinlerini tamamen yaşamamaktadırlar, der (münazarat adlı eseri hürriyet bölümü) ... herhalde bunu izaha gerek yoktur... ayrıca şahısların hükmün yanlışlığına KESİNLİKLE delalet etmez.. bu biline.. ***İslam bilime sırtını döndü demek ne kadar doğru acaba... avr. ve ABD nin bilim ve teknoloji ne kadar ileri olduğunu görüp de kaynağını bilmeden konuşmak ne kadar doğru acaba... onların bilim ve tekn.de ki ileriliğinin kaynağı kan gözyaşı zulüm ve kıyımdır... ki tarih buna şahittir.daha geniş ve ayrıntılı ve objektif bilgi 'Çağdaş Fikir Akımları - prof.Muhammed Kutub' kitabında bulabilirsiniz. Ayrıca zulmün tarihi kitabını da tavsiye ederim... bununla beraber: topkapı sarayı 3.kat 3.Ahmed bölümünde bir İslam aliminin hem de asırlar önce yaptığı, bugün dahi çoğunun çalışma prensibi anlaşılamamış olan günümüz deyimiyle çalar saat ve değirmen çalışmalarını görmek mümkündür.... =tıbbın babası sayılan hipokratın bu bilgilerini hangi müslüman bilim adamından öğrendiğini, hipokrat yemininin asıl metnini ve bizzat hipokratın söylediği ' şifa Allah'tandır.tabib ve ilaç birer vesiledir. ' sözünün görmek isteyenler de Genç Beyin dergisi eylül veya ekim 2003 sayısı 'hipokratın ilginç yaşam öyküsü' bölümünü okuyabilirler.... eisteinın izafiyet teorisinin ondan yaklaşık 1100 sene evvel hangi müslüman ilim adamı tarafından açıklandığını; ancak 19.-20. yy larda tespit edilebilen atomun parçalanabileceği ve bunun sonucunda ortaya çok büyük bir enerji çıkacağı sonucunu asırlar öncesinden ifade eden Cabir ibn-i Hayyam ve Mevlana'nın sözleri ise 'Kur'an'dan İcatlara - Prof.Muhammed Kutub ' kitabından okuyabilirler.... daha da yazılabilir lakin bu yeterlidir sanırım. ***bir de terör derler... diyenler akıl etmez mi ki bosna cezayir eritre sudan filistin lübnan afganistan çeçenistan ve daha bizim bilmediğimiz lakin Allah'ın bildiği nice yerlerde ve son AB istatiğinin de teyit ettiği üzere nice insanlara sırf müslüman oldukları için eziyet ve zulmedildi. şimdiye kadar karşılarında bir direniş görmeyen zalimler, karşılarına İsalami direniş çıkınca onları ancak terör olarak nitelendirirlerse bir şey yapabileceklerini zannettiler.ve maalesef toplumumuz da bu yemi yuttu. 'Onlara: 'Yeryüzünde fesat çıkarmayın', denildiği zaman, 'Biz ancak ıslah edicileriz' derler. ' (Bakara - 11) ayetinin doğruluğunu teyit edercesine barış, özgürlük, kardeşlik adı altın zulme ve teröre devam ediyorlar. ve bizler hala bunları haklı, zulme karşı İslam'ı yüceltmek için direnenlere terörist diyoruz, öyle mi? yazık bize... ***Saff - 8-9:'Onlar ağızlarıyla Allah'ın nurunu söndürmek istiyorlar. Halbuki kafirler istemeseler de Allah nurunu tamamlayacaktır.... Müşrikler istemeseler de dinini bütün dinlere üstün kılmak için Peygamberini hidayet ve hak ile gönderen O'dur.'... bu ayetler yeterince açık değil mi ki Allah dinini mutlak üstün kılacak ve nurunu tamamlayacaktır. bunu isster Türklerin ister Kürtlerin ister Arapların ister Acemlerin ister Farısilerin ister onun ister bunun vesilesiyle gerçekleştirir. bize düşen ancak O'nun dinini yaşamak, yaşatmak O'un emirleri doğrultusunda yaşayarak bizi de bu olacağında hiçbir şüphe olmayan işe vesile kılmasını temenni etmektir. yoksa atalarımızın başarısıyla övünmek değil. 'Allah sizin kalplerinize va amellerinize bakar' (hadis-i şerif meali) ...
***Anlam-1: İslam kelimesi teslim kökünden gelir.yani İslam demek teslimiyet demektir, teslimiyet anlamına gelir..peki kime teslimiyet? tabii ki herşeyi yoktan vareden, yaratan, şekil ve biçim veren, düzenleyen, takdir eden, bilen, işiten, gören, hikmetle sonuca bağlayan,... herşeyin bilgisi elinde olan, tasarrufunda tek yetkili olan,... tek hüküm ve kudret sahibi; tek olan Allah'a kayıtsız şartsız teslimiyettir.bu yüzdendir ki İslam'ın ilk şartı ve imanın en yüksek mertebesi La İlahe İLLALLAH kelimesidir. tabii ki bu kelimeyi dil ile söylemek yeterli değildir. bizzat Resulullah (s.a.v) bir hadisi şeriflerinde mealen 'Kamil olan iman dil ile ikrar, kalb ile tasdik, fiil ile (onu günlük) hayata geçirmektir.' buyurmuşlardır. o yüzdendir ki Kur'an'da müjdelenenler 'iman edip, salih amel işleyenler...' dir. sonuç olarak iman edip teslim olanlar 'müslüman'; teslimiyetini, imanını salih ameller ile her alanda İslam'a, Allah'ın emirlerine uygun olarak takviye edenler ise 'mü'min' dir ve mahşerde üzülmeyecek, korku duymayacak ve sonsuz lütüf ve rahmetle mükafatlanacak olanlar en başta 'mü'min' lerdir. ***Anlam-2:İslam; silm kökünden türeme bir kelime olduğu da bazı alimler tarafından kabul görür. silm kelime olarak barış, güven anlamlarına gelir.bu tanıma göre İslam; hükümleri tam anlamıyla uygulandığında insanların barış ve güven içinde yaşayabilecekleri hükümler, kaideler bütünü anlamına gelir.nitekim cahiliye döneminde [ Peygamber Efendimiz (s.a.v) den önce ] yeryüzünün kan ile sulanmadığı gün yoktu ve herkesin bildiği gibi küçük yaştaki kız çocuklarının kimi diri diri gömülürken kimi uçurumlardan yine diri diri aşağı atılır kimi de yine diri diri kafası taşlarla kayalarla ezilerek öldürülürdü. o topraklar İslam ile şerflendikten sonra kan, gözyaşı, kıyım durmuş ve uygulanan İslami hükümler ve Allah'ın rahmeti vesilesiyle öyle imrenilecekl bir dönem yaşanmış ki bu dönem Asr-ı Saadet olarak isimlendirilmiştir....
Aklı gözünde olan insanlar, görmedikleri şeyler hakkında ya atarlar ya da inkar ederler.. Buradada sık karşılaşılan bir durum bu. tefsir ilmine çok fazla vukufiyetim yok.Gerek Kur'an-ı Kerimde gerekse hadislerde çok fazla Cennet ve cehennem tasviri yapılmıştır.Merak edenler açar ve okur. Anlamıyorsa bile bu anlamazlık anlamadığı şeyi inkâr etmesi gibi bir selahiyet vermez ona. Ve okuyan herkes farklı bir şekilde algılayıp zihninde farklı şekillerde tasavvur edegelmiştir zaten. Allah önce kullarından 'imân' etmelerini ister ki 'mümin' (imân eden) anlamına gelir. Ve Allah kullarından 'teslim olmalarını' ister ki 'müslüman (teslim olan) demektir. İnançlarını bu teslimiyetin üzerine inşa edememiş insanların kaderi yalpalamaktan, daha sonrada 'yoruldum' deyip yola yatmaktan başka bir şey değil.
Ben müslümanım. Ve görmediğim şeye inanıyorum. Görmediğim halde bir ceza ve mükafat olacağına inanıyorum. Kur'an-ı kerim'in vardır dediği şeyi sorgulamıyorum. Vardır diyorsa vardır; ben buna inanır bunu söylerim..
Goncaların güle dönüşmesi vakit ve emek ister. Tomurcuklar zamanı gelmeden meyveye durmazlar. Davalar da böyledir. Onlar da iradeli insanların omuzları üzerinde yükselirler. Azim, sebat ve gayret gerekir davayı sırtlamak için… Bu aslında hedefe odaklanmayla alakalı bir durumdur. Düşünceyi benimseyip hayat tarzı haline getirenler, onun uğrunda fedakârlık göstermeyi de peşinen kabullenirler.
Resulullah’tan bugüne kadar İslam davasının hizmetkârlığına soyunanlar bu yolda sayısız çileleri kucaklamışlardır. Onlar ağıyı bal niyetine içme cüretkârlığını gösteren ender karakter abideleridir. Her birinin hayatı, dikenli yollardan saadet iklimine varan güzergâhın kilometre taşlarıdır. Bu yollar çile taşlarıyla örülmüştür.
Gelmiş geçmiş yolların en kutlusu ve hayırlısı İslama giden yoldur. Bu yola revan olmak iradenin zaferinin tecellisidir. Zira Resulullah Efendimiz “Muhakkak ki, en güzel söz Allah’ın kitabıdır. En güzel yol da Muhammed’in yoludur.” diyerek sırat-ı müstakimi işaret etmiştir. Bu yoldan gidenlerin ve bu yola hakikat yolcusu kazandıranların ötelerde muhakkak mükâfatlandırılacağı, ayet ve hadislerde defaatle ifade edilmiştir.
İslam davası, bu dünya görüşünü benimseyen şahısların omuzlarında yükselecektir. İslam hiç kimsenin tekelinde olan bir inanç sistemi değildir. Bu inanç içerisinde ruhbanlığa da yer yoktur. Herkes dinine sahip çıkmakla ve onu yakın çevresinden uzağa olmak üzere geniş kitlelere yaymakla mükelleftir. Bu bir tercih değil, aksine mühim bir vazifedir. Aslında hayatın yaşanma sebebi bu olmalıdır. Öteki uğraşlar bunun ötesine geçmemelidir.
İmanla küfrün kavga halinde olduğu iki kutuplu bir dünyada yaşıyoruz. Böyle bir ortamda saflarımızı net olarak belirlemeliyiz. Her iki taraftan olmak ve öylece görünmek öncelikte tezattır, bunun yanında münafıklığa da alamettir. Kişinin batını neyse zahiri de öyle olmalıdır. Sonunda bir bedel ödeyeceksek bile inanç hususunda rengimizi ve safımızı net olarak belirlemeliyiz. Bu da yetmez, ait olduğumuz safı yeni simalarla takviye etmeliyiz.
İslam davasını elimizin ve dilimizin yettiğince geniş kitlere anlatmak bizim asli vazifelerimizin başında gelmektedir. Bunun ihmali sorumsuzluğu beraberinde getirecek ve zaaflar silsilesi şerre açılan kapıları zorlayacaktır. Bu kapıdan girenler bize zarar verecektir. Onların vereceği zararlar da bizim günah galerimizi şekillendirecektir. Kur’an yoluna ve hayra çağırmak İslam güneşinin nurlu ufuklardan doğmasına vesile olacaktır. Buna zemin hazırlayanlar Hak katında elbette mükâfatlandırılacaktır. Yüce Rabbimiz bu Kur’an hizmetkârlarını ‘kurtuluşa erenler ‘ olarak vasıflandırıyor ve onlara şu ayetle hitap ediyor: “Sizden; hayra çağıran, iyiliği (marufu) emreden ve kötülükten (münkerden) sakındıran bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır.” (Al-i İmran, 104)
Müslüman sözün en güzelini söyleyen insandır. Onun dayanağı Kur’an ve hadistir. Söyledikleri bu ana kaynaklara dayanır. O her zaman mâlâyani konuşmaktan sakınır. Onların vicdanları İslam nuruyla aydınlanmıştır. Tebliğde şefkat ve merhamet üzere hareket ederler. Korkutucu değil, sevdirici olurlar. Müjdelerler, nefret ettirmezler. Bu üslupları muhataplarını çepeçevre sarar, onları tesiri altında bırakır. Fakat asla zorlayıcı olmazlar. Çünkü Allah bu konuda da onları sınırlandırmıştır. Hatta bu dinin elçisi olan Hz. Muhammed(sav) ’e bile zor kullanma yetkisi vermemiştir: “Artık sen, öğüt verip hatırlat. Sen, yalnızca bir öğüt verici bir hatırlatıcısın. Onlara zor ve baskı kullanacak değilsin.” (Gaşiye, 21–22)
İslama davet metodu üzerinde duranlar, bunun çerçevesini sevgi, şefkat, merhamet ve hoşgörü ekseninde çizmişlerdir. Bu işe soyunanların bilgi birikimi bakımından dopdolu olmasını şart koşmuşlardır. Tebliğ gönüllüleri bu hususta mücadeleci olmayı, çabuk pes etmemeyi şiar edinmişlerdir. Tebliğ vazifesi bu dinin devamlılığı ve diriliği için olmazsa olmaz şartlardandır. Hem bir insanı ateşten korumak ve kurtarmak Allah katında en büyük zaferden daha muteberdir. Yüce Rabbimiz bunun ölçülerini de koymuştur: “Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel bir biçimde mücadele et…” (Nahl, 125)
Şuurlu Müslümanlar kendilerinden çok, çevrelerini düşünürler. Bir iman kurtarmak için gecesini gündüzüne katarlar. Bunu yaparken de hiçbir beklenti içerisinde olmazlar. İlk halife, büyük insan Hz. Ebubekir’in “Benim vücudumu öyle büyüt ki cehenneme başka kimse giremesin, onların yerine sadece benimle dolsun.” sözü İslam kardeşliğinin ve fedakârlığın zirvesidir. Bugün bunu gönülden söyleyebilen insanlara ne kadar da muhtacız…
Müslümanlar iyiliği emredip kötülükten uzaklaştırmakla sorumludurlar. Bu “emr-i bil-maruf nehy-i ani’l-münker” şeklinde de zikredilir. Peygamber Efendimiz bu hususta şöyle buyurmuştur: “Âdemoğlunun; iyiliği emretmek, kötülükten sakındırmak veya Allah Teala Hazretlerine zikir hariç, bütün sözleri lehine değil, aleyhinedir.”
İslamla şereflenmek en büyük bahtiyarlıktır. İki cihan saadeti ancak bununla gerçekleşebilir. Onun için buna aracı olanlar da Allah tarafından büyük mükâfatlarla ödüllendirileceklerdir. Fakat bazen biz çok istesek de insanları hayra yöneltemeyiz. Bu bizi fazlasıyla üzse de biliriz ki hidayet de ancak bir nasip meselesidir. Bilindiği gibi Resulullah Efendimiz, amcası Ebu Talip’i inananlar safına çekmek için çok uğraşmıştır. Lâkin Ebu Talip atalarının dininden dönmeyi sosyal baskılar yüzünden kabul etmemiştir. Efendimiz, haliyle bu duruma çok üzülmüştür. Onun bu hâlini gören Yüce Rabbimiz bununla ilgili olarak şu ayeti göndermiştir “Gerçek şu ki, sen, sevdiğini hidayete erdiremezsin, ancak Allah, dilediğini hidayete erdirir; O, hidayete erecek olanları daha iyi bilendir.” (Kasas, 56)
İslama hizmet edenlerle yan gelip yatanlar Allah katında elbette bir tutulmayacaktır. Malla, bedenle yapılan hayırlar ve ibadetler Hak katında mizanda tartılacaktır. Sonsuz olan öbür âlemde herkes karşılığını eksiksiz bulacaktır. Rabbimiz bu konuda şöyle buyuruyor: “Şüphesiz Ben, erkek olsun, kadın olsun, sizden bir işte bulunanın işini boşa çıkarmam. Sizin kiminiz kiminizdendir. İşte, hicret edenlerin, yurtlarından sürülüp çıkarılanların ve yolumda işkence görenlerin, çarpışıp öldürülenlerin, mutlaka kötülüklerini örteceğim ve onları, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacağım. (Bu,) Allah katından bir karşılık (sevap) tır. (O) Allah, karşılığın (sevabın) en güzeli O’nun katındadır.” (Al-i İmran, 195)
İslama hakkıyla hizmet etmek için öncelikle ilim ehli olmak gerekir. Bilgi ve tecrübe bakımından boş olan bir insanın kimseye hayrı dokunmaz, aksine ziyanı olur. Bunun için nice İslam âlimi gecesini gündüzünü ilim tahsili için harcamıştır. İlmin önemi konusunda Hz. Muhammed(sav) ’in çok mühim sözleri vardır. Bunlardan birkaçını dikkatinize sunuyorum:
“İlme sahip ol. Muhakkak ki ilim, müminin dostu, hilim veziri, akıl rehberi, amel muhafızı, rıfk babası, mülâyemet kardeşi, sabır da askerinin kumandanıdır.”…“Ey insanlar! İlim ancak çalışmakla öğrenilir. Fıkıh da öyle, gayretle elde edilir. Kime ki Allah hayır murad ederse onu dininde ‘fakih’ kılar. Kulları içinde Allah’tan ancak, âlimler haşyet duyarlar.” …“İnsanların hayırlısı, onların en güzel okuyanı, Allah’ın indinde en fakih olanı, Allah’tan en çok korkanı, marufu emir, münkeri nehiyde ve akraba yoklamakta en ileri olanıdır.”
İnsanın en çok israf ettiği nimetlerden birisi şüphe yok ki zamandır. Zamanı belli bir bedel karşılığı elde etmediğimiz için rahatça israf ederiz, kıymetini hakkıyla bilmeyiz. Oysa geçen her saniye ömür ağacımızdan kopan bir yapraktır. Bunların dönüşü de yoktur. Ancak Allah’ın davası yolunda harcadığımız vakit geri kazanılmış sayılır.
Müslümanın boş vakti yoktur, olmamalıdır. Boş diye nitelendirilen zamanlar, aslında ziyan edilen vakitlerdir. Oysa bu zaman içerisinde Allah’ın adını, şanını ve emirlerini en ücra köşelerdeki insanlara ulaştırabilsek ne kadar büyük görev ifa etmiş oluruz. Dünyamızın bugünkü nüfusu altı milyarı aşkındır. Bunun ancak dörtte biri müslümandır. Dörtte üç insan yığını ilahi gerçeklerden bihaberdir. Her Müslüman, üç kişiye İslami hakikatleri anlatsa bütün insanlık bu şaşmaz hakikatlerden haberdar olur. Şartlanmışların dışında bunların önemli bir kısmı da hakikate teslim olur. Bunu yapmadığımız sürece sorumluluktan kurtulamayız.
İslam ferdiyetçi bir din değildir. İslamda esas olan toplumdur. Hayata toplum ekseninden bakmak ve o minval üzere görmek zorundayız. Cemiyetin inanç coğrafyasını şekillendirmek sorumluluğu Müslümanların üzerindedir.
Bugünkü gençlik geçici heveslerin peşine takılıp sürüklenmektedir. Çoğunun dini bilgileri kulaktan dolmadır. İnançları uğrunda çile çeken ve bedel ödeyenler bir elin parmaklarından fazla değildir. ‘Bunalım gençliği’ de diyebiliriz bu kartondan insanlara… Gençlik ötelere hazırlıksız ve ötelerden habersiz yaşıyor. Ahlak ve maneviyattan uzak olan bu körpe beyinler, hakikati kavrayacak düzeyde ve donanımda da değiller.
Mefkûresiz ve davasız nesiller rüzgârın önüne katılmış bir yaprak misali sürüklenip gidiyorlar. Çanakkale Savaşı’nda i’lâ-yı kelimetullah uğrunda canını feda eden, henüz bıyığı bile terlememiş insanlar gitmiş, yerlerine sanal kıbleli bizden olmayan insanlar gelmiş sanki! ... Onlar bizi anlamıyor, biz de onları…
Oysa geçmişte İslam davasını sırtlayanlar bu mübarek dava için nelerini feda etmemişlerdi ki! ...Onlar mallarından, makamlarından, hatta canlarından vazgeçmişlerdi. Böyle mukaddes ve muazzez bir örnek var arkamızda… Mübarek bir sahabe nesli dimdik duruyor önümüzde… Onlar ki Resullerini ana ve babalarından daha çok seviyorlardı. Hz. Ebubekir, Hz. Muhammed(sav) ’e ‘Anam babam sana feda olsun ya Resulallah’ diyecek kadar gönülden bağlıydı. Onun her sözünü emir telakki ediyorlardı.
İslam davası için en büyük cesareti ve fedakârlığı sahabeler gösterdi şüphesiz… Bir avuç olmalarına rağmen gönülden bağlandılar hak davalarına… Hiçbir baskı ve yıldırma eylemine pirim vermediler. Ebubekir-i Sıdıklar, Halit bin Velidler, Ömerler, Osmanlar, Aliler, Selman-i Farisiler, Bilal-i Habeşiler İslam davasına dört elle sarıldılar. Bu dinin şanlı peygamberinin bir dediğini iki etmediler. Bu yola baş ve can koydular. Feragatin en güzel örneğini cümle âleme gösterdiler. İslam davasıyla ailelerinden daha çok ilgilediler. Zaman zaman çoluk çocuklarını ihmal etseler de davalarını hep el üstü tuttular.
Sahabelerin hayatı davaya sadakatin en güzel örnekleriyle doludur. Onlar varını yoğunu İslam davası uğruna infak etmeyi hiç ihmal etmediler. Şu ayet-i kerimeyi kendilerine şiar edindiler: “Sevdiğiniz şeylerden infak edinceye kadar asla iyiliğe eremezsiniz. Her ne infak ederseniz, şüphesiz Allah onu bilir.” (Al-i İmran, 92)
Nefsin kötü emellerine uyanların inançları için fedakârlık göstermesi beklenemez. Zira nefis bencildir, kendisinden başka hiçbir şey düşünmez. Bu hususta insanı halkeden yüce Allah şu uyarıda bulunmayı ihmal etmiyor: “... Kim nefsinin bencil tutkularından (ya da cimri tutumundan) korunursa; işte onlar, felah (kurtuluş) bulanlardır.” (Teğabün, 16)
Bu ayete konu edinilen şahıslar, yani nefsin bencil duygularından korunanlar iki cihan saadetini de yakalayanlardır. Onlar dünyalıklara değer vermemişlerdir. Ahireti dünyaya tercih etmişlerdir. Sahabeler bu zincirin altın halkalarını oluşturmuşlardır. Sahabeler Allah aşkıyla dolup taşan insanlardı. Ağladıkları da, güldükleri de, öfkelendikleri de Allah içindi. Kendi nefislerini maneviyat potasında eritmişlerdir. Onlar davranışları bakımından numune teşkil etmektedirler. Onlara uyanlar asla ziyanda olmayacaklardır. Çünkü Allah, güzel davranışlarda bulunanları Kuran’da şöyle müjdelemektedir: “Güzellik yapanlara daha güzeli ve fazlası vardır. Onların yüzlerini ne bir karartı sarar, ne bir zillet, işte onlar cennetin halkıdırlar; orada süresiz kalacaklardır.” (Yunus, 26)
İslam davasına ömrünü adayanların başında hiç şüphesiz ki son Peygamber Hz. Muhammed(sav) gelmektedir. O hayatını İslam’ın yükselişi için harcamıştır. Kâinat kendisinin yüzü suyu hürmetine yaratılmış olmasına rağmen dünya sefasına hiç mi hiç değer vermemiştir. İslamın geniş kitlelere yayılması için seferber olmuştur. Defalarca ölümle yüz yüze kalmıştır, tehditler almıştır. Fakat o yaşatanın ve öldürenin Allah olduğunu bildiği için ölüm tehditlerine kulak asmamıştır. Vazifesine şevk ve heyecanla devam etmiştir.
Uhut Savaşı’nda düşmanlar, peygamberimize ok atmışlar, üzerine taş yağdırmışlar ve O’nun mübarek dişini kırıp yüzünü yaralamışlardı. Fakat O, hoşgörü ve sevgiden taviz vermemiştir. Kendisine zulmedenleri affetmiş, “Yâ Rab, kavmime hidâyet eyle. Onlar ne yaptıklarını bilmiyorlar! ” diye dua etmiştir. Onun bu örnek tavrı, bazı insanların batıl inançlarını bir kenara bırakıp İslama koşmalarına sebep olmuştur.
İslam inancını baş tacı eden ve onun için hayatlarını hiçe sayan nice abide şahsiyetler yaşadı bu topraklarda. Bunlar davayı her şeyden önce düşünmüşler ve onun yükselmesi için ölüm dâhil, her türlü riski almışlardır. Hayatı bir imtihan vesilesi olarak gören bu insanlar gerçek huzurun mekânı olarak ahiret hayatını görmüşlerdir. Bu abide şahsiyetler eşyaya her zaman tefekkürle bakmış, lezzetleri acılaştıran ölümü hiçbir zaman unutmamışlardır. Bu Allah dostları olmasaydı İslam bugünkü kadar geniş bir alana yayılamazdı.
İslama büyük hizmetlerde bulunan ve hayatını İslam inancına adayan büyük simalardan birkaç örnek vermek istiyorum size. Bu büyük karakter heykellerinden biri Hoca Ahmet Yesevi’dir. ‘Pir-i Türkistan’ diye anılan büyük mütefekkir Hoca Ahmet Yesevi, kendi dergâhından geçen Horasan erenleri vasıtasıyla Orta Asya coğrafyasının islamla şereflenmesi için büyük gayretler göstermiştir. O, vaktini üçe ayırarak değerlendirirdi. Günün büyük bölümünde zikir ve ibadetle meşgul olur, ikinci kısmında talebelerine zahiri ve batıni ilimler öğretir, üçüncü bölümünde ise ağaçtan kaşık ve kepçe yapar, geçimini böyle sağlardı.
Bilindiği gibi Resulullah Efendimiz 63 yaşında bu dünyadan göçmüştür. Hoca Ahmet Yesevi de bu yüzden 63 yaşından sonra dünyadan kopmuş, dergâhın bahçesine derin bir yer kazdırmış, içini kerpiçle ördürmüş, talebelerini toplayıp; “Ey gönül dostları! Allah-u Teala’nın en sevgili kulu olan Muhammed Mustafa Hazretleri 63 yaşından bu dünyadan ayrıldı. Ben de şimdi 63 yaşındayım, artık şu gördüğünüz çilehaneye çekilecek ömrümün kalan günlerini de bu hücrede tamamlayacağım” demiştir. Dervişlerinin yakarışlarına rağmen bu düşüncesinden vazgeçmemiştir. 63 yıl yeryüzünde, 63 yıl yeraltında Allah ve Resulünün muhabbetiyle uzun bir ömür yaşayıp 126 yaşında ötelerin ötesine göçen Hoca Ahmet Yesevi yerin üstündeyken de altındayken de insanlığı hakikatin ışığıyla aydınlatmıştır. Talebeleri vasıtasıyla hakikat ışığını yaymış, küfre perde olmuştur.
İnsana cesaret ve güç veren, sahip oldukları davalarıdır. İslama dört elle sarılan ve onu bir hayat tarzı olarak kabul edenler toplumları için diriliş sembolü olmuşlardır. Bu sembol şahsiyetlerden birisi de ‘Kafkas Kartalı’ sıfatıyla şöhret bulan Çeçenistan devletinin en büyük kahramanı Şeyh Şamil’dir. Hayatının tamamını ülkesinin milli bağımsızlığına ve İslam inancına adayan, askeri dehasını bütün dünyaya ve ebedi düşmanı Rusya’ya dahi kabul ettiren, İmam Şamil düşünce ve inançlarından asla taviz vermemiş, neticede Çarlık Rusya’sını dize getirmiştir. O İslami bilgisini ve tasavvuf kültürünü, daha sonra kayınpederi de olacak olan Şeyh Cemaleddin Gazikumuki’den almıştı. Rusya’nın bütün şiddet ve baskılarına rağmen bugün Kafkaslarda İslamın köklü izleri varsa bunu en başta ona borçluyuz.
Ömrünü İslam davası için harcayan ve Çeçenlerin inançlarını diri tutan Şeyh Şamil’in tek isteği Resulullah’ın makamını ziyaret etmek ve hacı olmaktı. On yıl boyunca Rusların esareti altında kalmıştı. Bu yıllar onun gibi özgürlük savaşçıları için en çileli zaman dilimiydi. Bunun içindir ki saçı sakalı bir anda ağarmıştı. O öncelikle Osmanlı topraklarına gitmeyi istemiş, bu isteği Osmanlı sultanlarından Sultan Abdülaziz’in de devreye girmesiyle belli aşamalardan sonra kabul edilmişti. Sultan Abdülaziz onu karşılamış ve bir isteğinin olup olmadığını sormuştur. O da Hicaz’a gitmeyi çok istediğini söylemiş, padişah onu bir gemiyle istediği mübarek topraklara göndermiştir. Fakat Rusya’nın devlet yetkilileri onu salıverirken oğlunu kendi yerine esir bırakmasını istemişlerdir. O, hac farizasından sonra, çok sevdiği Peygamberinin kokusunun sindiği topraklarda ölmüş, Cennet-ül Baki mezarlığına defnedilmiştir. Böylelikle de ‘Kişi sevdiğiyle beraberdir” hadisine mazhar olmuştur.
İslam davasına, yazdığı onca eserle katkıda bulunan, en sonunda da bu yolda canını veren mücahitlerden birisi de her Müslümanın yakından tanıdığı ve sevdiği Seyyid Kutup’tur. Seyyid Kutub, Mısırlı yazar ve düşünce adamıdır. O siyasal İslamın fikir babalarından sayılmıştır. Ömrünün büyük bölümünü hapishanelerde geçirmiştir. Nefes aldıkça okumuş, yazmış ve mücadele etmiştir. En mühim eseri Fizilal-il Kur’an(Kur’an’ın Gölgesinde) tefsiridir. 29 Ağustos 1966’da Stalin-Hitler karışımı nasyonal sosyalist bir diktatör olan Mısır Devlet Başkanı Cemal Abdunnasır tarafından idam edilmiştir. O; iman, bilgi ve hakikat merkezli bir hayat yaşamıştır; neticede diğer mücahitler gibi şehitler kervanına katılmıştır.
İslama hayat veren ve onu toplumun öncelikli meselesi haline getirenlerden birisi de Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’dir. Onun büyük bir emekle vücuda getirdiği Risale-i Nur Külliyatı pek çok insanın imanının kurtulmasına, İslam ahlâk ve nizamıyla tanışmasına vesile olmuştur. O insanları İslam kardeşliği etrafında birleştirmeyi düşünmüş, bunun gerçekleşmesi için yoğun bir mesai harcamıştır. Fakat her aydın Müslüman gibi o da zaman zaman yanlış anlaşılmış, Kürtlüğünü ön plana çıkarmakla, hatta Türk düşmanı olmakla suçlanmıştır. Oysa O, adı ne olursa olsun ırkçılığın karşısında olan bir insandı. Zira İslamiyet ırkçılığı reddediyordu. O da İslamiyet’in sedasının gür çıkması için mücadele ediyordu.
Said Nursi hayata ve olaylara hikmet nazarıyla İslam penceresinden bakmış bir büyük âlimdir. O isteseydi arkasındaki kitleyle çok önemli makam ve mevkilere gelebilirdi. Fakat onun asıl gayesi iman kurtarmaktı. Risale-i Nurlar aracılığıyla bu alanda hizmet etti. Dünya nimetlerini elinin tersiyle itti. Çok zor ve kötü fiziki şartlarda yaşadı. İnancına daha çok hizmet etmek için evlilikten bile feragat etti. İslama karşı olanlarla dişe diş mücadele etmekten sakınmadı. Kendisini defalarca zehirlemeye çalıştılar. Fakat her zaman takdir-i ilahi tecelli ederek, onun iman hizmetinin devam etmesi gerektiğini kör gözlere gösterip sağır kulaklara fısıldadı. Tehditler ve yıldırmalar ona vız geldi. Bunlar onun mevcut mücadele gücünü ve cesaretini artırdı; davasına daha bir iştiyakla bağladı.
Bediüzzaman’ın ömrü mahkeme koridorlarında geçti. İslamla meselesi olanlar onu her zaman birinci hedef olarak seçtiler. O da kendisine verilen harikulade bir hitabet ve ispat gücüyle onlarla dişe diş savaştı. Asla zelil olmadı. Eserleriyle iman hakikatlerini onların yüzüne bir şamar gibi indirdi. Mehmet Akif’in: “Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı/ Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâm’ı.” şeklinde ifade ettiği hasreti, Bediüzzaman, Risale-i Nur’larla gerçekleştirmiştir. O bugün aramızda olmamasına rağmen kendisinin izinden gidenler ve eserlerini İslami manifesto olarak görenler iman kurtarma hizmetini eda ediyorlar.
Osmanlı padişahlarının tamamına yakını İslama üstün hizmetler etmişlerdir. Onlar toprak kazanmayı değil, insan kazanmayı gaye edinmişlerdi. 13. asırda yaşayan Yunus Emre ve Mevlana Celaleddin Rumi de İslamın sesini gür bir şekilde hedef kitlelere ulaştırmışlardır. O Yunus ki bağlı olduğu dergâha odunun bile eğrisini reva görmemiştir. Mevlana ise 26 bin beyitte ilahi aşkı ve muhabbeti gönüllere nakşetmiştir.
Yakın tarih içerisinde yaşayan Mehmet Akif Ersoy ve Necip Fazıl Kısakürek de İslam davasından asla taviz vermemiş, her zaman dik durmuş iman ve izan erleridir. Onlar şiirlerinde dünyevi aşkları ellerinin tersiyle iterek Hakk’ı ve hakikati anlatmışlardır. Bu isimler arasına Arif Nihat Asya, Osman Yüksel Serdengeçti, Erol Güngör, Cemil Meriç, Seyyid Ahmet Arvasi gibi isimleri de ekleyebiliriz.
Dünden bugüne kadar İslam davasına canla başla hizmet etmiş kişilerin listesini yapsak sayfalar dolar. Fakat biz sembol olmuş şahsiyetleri zikretmekle yetineceğiz. Bu mübarek insanların oluşturduğu zincire bir halka da bugünden ekleyebilirsek ne mutlu bize.
Geçmişte yaşamış ve hayatın anlamını İslam’da bulmuş abide şahsiyetlerle bugünkü insanları mukayese edince koca bir ‘manevi uçurum’ çıkıyor karşımıza. Bu uçuruma bakınca insanın aklına şu sual geliyor: “Dün neredeydik, bugün neredeyiz? ” Maneviyatımız kimler tarafından, niçin tarumar edildi? Nasıl da böyle kolayca teslim olduk. Bugünkü gençlik, ceddinin gittiği yoldan ne kadar da uzaklaştı. Yeni nesil çıkmaz bir yola girmiş; fakat ne acıdır ki onlar nerede olduklarının farkında bile değiller.… Bugünkü manzarayı bundan yetmiş küsûr yıl evvel Mehmet Akif Ersoy şöyle tasvir ediyordu:
“Müslümanlık nerde, bizden geçmiş insanlık bile... Âlem aldatmaksa maksat, aldanan yok, nâfile! Kaç hakikî Müslüman gördümse: Hep makberdedir; Müslümanlık, bilmem amma, galiba göklerdedir! ”
Tek Yol İslam
İslâm Dini:
İslâm dini ilk insan ve ilk peygamber Hazret-i Âdem Aleyhisselâm ile başlamış, zamanın akışı içerisinde ve her peygamber gelişinde en mükemmele doğru daima bir gelişme kaydetmiştir. Hazret-i Musâ Aleyhisselâm’a indirilen İslâm, Hazret-i Nuh Aleyhisselâm’a indirilen İslâm’dan daha geniş ve daha mükemmeldi. Hazret-i İsa Aleyhisselâm’a gönderilen İslâm, Hazret-i Musa Aleyhisselâm’a indirilen İslâm’dan daha şümullü ve daha mükemmeldi. Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm’a gelince de kemâlini buldu ve son şeklini aldı.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Bugün sizin dininizi kemâle erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm’ı beğendim.” buyuruyor. (Mâide: 3)
İslâm dini Allah-u Teâlâ’nın râzı olduğu ve ondan başkasını kabul etmediği bir dindir.
Nitekim diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Kim İslâm’dan başka bir din ararsa, onunki katiyyen kabul edilmeyecek ve o âhirette kaybedenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân: 85)
Bu kimseler bütün iyiliklerini kaybetmişler ve cezâya müstehak olmuşlardır. İslâm’dan yüz çevirip bir başka din arayan kimse, faydalıyı kaybedip büyük bir zarara düşmüştür.
Târık bin Şihâb -radiyallahu anh- den rivayet edildiğine göre, bir yahudi Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- e gelmiş ve Mâide sûre-i şerif’inin 3. Âyet-i kerime’sini kastederek “Siz bir âyet okuyorsunuz ki, bu âyet bize indirilmiş olsa, o günü bayram yapardık.” demişti.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- şu cevabı verdi:
“Ben bu âyetin nerede indirildiğini, hangi gün indirildiğini ve o indirilirken Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- in nerede olduğunu pekâlâ bilirim. Bu âyet Arafat’ta indirilmiştir. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- de vakfe halinde idi.” (Müslim: 3017)
Böylece Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- de müslümanların o günü bayram edindiğine işaret etmek istemiştir.
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde kendisine inanan ve Resul’ünü tasdik eden kullarına; İslâm’ın bütün hükümlerini benimsemelerini, buyruklarını uygulamalarını, yasaklarını terketmelerini emir buyuruyor:
“Ey iman edenler! Hep birden tam bir teslimiyetle İslâm’ın sulh ve selâmetine girin.” (Bakara: 208)
Allah-u Teâlâ’ya gerçek mânâda teslim olun, hem dışınızla hem içinizle O’na itaat edin. İslâm’a bir başka şeyi karıştırmayın.
İslâm bir bütündür. Hükümlerinden hiç biri birbirinden ayrılmaz.
Ayrıca bu Âyet-i kerime müminleri ittifak ve ittihada dâvet etmekte, tefrikadan bölücülükten şiddetle sakındırmaktadır.
Bu gibi ilâhi emirlere muhalif harekette bulunanlar için büyük bir tehdit olmak üzere diğer Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Size açık açık deliller geldikten sonra ayağınız kayarsa, şunu iyi bilin ki Allah Azîz’dir, Hakîm’dir.” (Bakara: 209)
Kendisine isyan edenlerden intikam almaktan aciz değildir. İntikam alırken bile ancak hak olarak intikam alır.
Diğer Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyuruyor:
“Ey iman edenler! Allah’a ve Resul’üne itaat edin, işitip durduğunuz halde ondan dönmeyin.” (Enfâl: 20)
Halbuki sizler, kendisine itaat edilmesinin gerekli olduğunu söyleyen Kur’an-ı kerim’i işitiyorsunuz, ona muhalefet etmeyi yasaklayan öğütleri de dinliyorsunuz.
“İşitmedikleri halde ‘İşittik! ’ diyenler gibi olmayın.” (Enfâl: 21)
“Çünkü yeryüzünde dolaşan canlıların Allah katında en kötüsü akletmeyen o sağırlar ve dilsizlerdir.” (Enfâl: 22)
Onlar, kabul etmemek ve yüz çevirmek için böyle söylerler. Sanki hiç duymamış, işitmemiş gibi hareket ederler.
Bu Âyet-i kerime’ler Resulullah Aleyhisselâm’ın sözlerini, emir ve yasaklarını işitip de mühimsemeyen veya hafife alan kimseler hakkında bir ihtar mahiyetindedir. Bu gibi kimseler işittiklerini gerçek mânâda işitmedikleri için, söz anlamayan sağır ve dilsiz hayvanlara benzetilmişlerdir.
tek kurtuluş yoludur.. çünkü hak'tır. ne kadar da bazıları bunu ısrarla inkar ediyor olsalar bile, bu böyledir ve kainatın sonuna kadar böyle gidecektir.
'bilselerdi yapmazlardı.'
lütfen biraz daha saygı. başkasına saygı duymayan kişi, kendisine saygı gösterilmesini haketmeyen kişidir..
İslam denilen olgu, Allah diye isaret edilen O Kudret-in sistem ve düzeninin adidir. Ve Evren adi altinda ne varsa bu sistem ve düzene tabidir!
Bütün Resul ve Nebiler insanliga islami (tek bir sistem ve düzeni) anlatmistir.Ve tek bir Allah´tan bahsetmislerdir.Tek olan Allah-in dini de tektir.
Hıristiyan, Müslüman Budist ve Musevi denen kavramlar-ayrimlar hep bize göredir. Allah indinde ise tek bir din vardir oda islamdir.
'Allah sadece belirli sinirlarda dogup büyüyen ve nüfuslarinda islam yazan arabin, türkün, iranlinin Rabbi degil, alemlerin Rabbi´dir'
Ayni sekilde Hz Muhammed´din Resul´lugu (risaleti) tüm insanligi kapsamaktadir. Tüm insanligin Resul´ludur, bu gercegi bir hıristiyanin, budistin veya musevinin inkar etmesi bir seyi deyistirmez.
Hz. İsa İncilinde “Sanmayın ki şeriati ve peygamberleri yıkmaya geldim, ben yıkmaya değil yapmaya geldim” diyor. Ondan 6 yüzyıl sonra Hz. Muhammed “Ben ahlakı tamamlamak için ba’solundum” diyor. Gelen her Resul ve Nebi kendinden öncekini inkar etmek şöyle dursun, dini tamamlamak için gönderildiğini söylüyor.
Doğrusu Allah katında din, İslâm'dır; o kitap verilenlerin anlaşmazlıkları ise sırf kendilerine ilim geldikten sonra aralarındaki taşkınlık ve ihtirastan dolayıdır. (Al-i imran 20)
islam din demek iman demek bişeye canı gönülden inanmak demek ALLAH'IN dini demek yayanı hz. muhammet(s.a.s) demek ve canı gönülden inanın demek.islam zaten tek başına çağrıştırıcıdır hemde herşeyi.
bir adam düşünün ki bahçesine yüzlerce ağaç dikmiş; meşe, kavak,elma, kiraz, dut vs. sayısız. sadece gelen geçen gölgesinde dinlensin, acıkan meyvesinden yesin, üşüyen kuruyanları yakıp ısınsın, kuşlar,böcekler yuva yapsın vs.diye. sayısız..yani sadece iyilik hali için. ama insanların büyük kısmı ağacın dallarını koparıp silah yapmış, köklerinden zehir çıkarmış, sapını darağacı olrak kullanmış..
işte kötü niyetler yüzünden geçimsizlik ve şiddet başgöstermesi sonucu bu ağaçları diken adama küfreden diğer insanlar ne ise hiç bir bilgi edinme lüzumu görmeden islamı aşağılayanlar da aynıdır benim için...
gökyüzüne bakıp uzaktaki kara bulutu görmek yerine kuşları ve güneşi görmeye çalışmak lazım..
islamın sizcesi bizcesi yok islam demek hayat demek bu dünyaya neden geldin demek verdiğin sözü tutmak demek.islam ALLAH (c.c.) tarafından insanlığa resullullah (s.a.v.) aracılığıyla gönderildi bütün insanlığa.ama insan ne yazıkki bunun kıymetini bilemiyor. şu kısa ömrü ebedi bir hayata tercih ediyor yazikki insan islamı yaşamayı denemiyor.halbuki bilmiyormuyuz ki islamı yaşamazssak helak olucak.mahfolucaz.biliyoruz bi çoğumuz biliyo ama bilipte yapmamak işte en büyük yanlışı yapıyor insan burada. ALLAH (c.c.) hepimize hidayet versin bizi islam yolunda yürümeyi nasip eylesin.(amin)
tek tanrılı dinlerin sonuncusu. bu inanca göre hz. muhammet'ten sonra yoldan çıkmış adem oğluna bir daha peygamber göndrilmeyecektir ve bu din kendisi haricindeki tüm inanç sitemlerini reddererek, diğerlerini dinleri benimseme hakkı olan insanları 'kafir, allahsız, gevur' olarak addeder.
Yeryüzü din-i İslam’a, din ise hakkıyla temsile muhtaçtır
islam,,, herkesin, nasil insan olmayi, insan gibi yasamayi ogreten dinidir!
kurtuluş
islam öyle bir dinki:
yaşanacak hayat hesap verilecek ahiret izzet bulacak nefis zinde kalacak vücut yararı dokunacak fiil iyiliği görülecek söz düşünecek akıl muhasebe edilecek vicdan için gelmiştir....
beşeri sistemlerden daha demokratık...
Müslümanların Allah'tan başka ilahı yok ve Muhammed onun peygamberi. Tam da olması gerektiği gibi.'Tolstoy
'Benim nazarımda çok net bir biçimde Müslümanlık daha iyidir, daha üstündür.'Tolstoy
Ve böylece hak olduğu görülür
Muhammed'in başardığı;
Yalnız vahdet mefhumu ile o
Bütün âleme galip geldi.'Kur'an'ın ezelden olup olmaması diye
Bir şüphe beni uğraştırmaz!
Kitapların kitabı olduğuna iman ederim.
Müslüman olarak bana farz olduğu gibi! -goethe-
Gördüğünüz gibi dünyada her şey belli kural ve yasalara bağlıdır.
Ay ve yıldızlar öylesine muazzam bir düzene bağlıdırki, bundan zerre kadar dışarı çıkamazlar.
dünyamız belli bir şekilde ve hızla dönmektedir. hızında zamanında ve yolunda en ufak bir deyişiklik olmaz.
su ve rüzgar,ışık ve ısı hepsi bir sisteme bağlıdır.
Maddeler,bitkiler ve hayvanlar belirlenen yasalara göre doğar,büyür,yaşar, çoğalır veya azalır ve ölürler.
insanın kendisinin durumuna bakarsanız, onunda doğa yasalarına bağlı olduğunu görürsünüz. Onun için hangi yaşama kuralı konmuşsa ona göre soluk alır,
su, gıda ısı ve ışık elde eder kalbinin çarpması, kan dolaşımı soluğunun alış verişi bu sisteme bağlıdır.
Beyni,midesi,akciğeri,sinir ve adeleleri elleri ve ayakları,dili,gözleri,kulakları,ve burnu kısacası bedeninin her organı belirlenen biçimde hareket etmek ve çalışmaktadır
En büyük gezegenler ile en küçük zerreciklerin sıkı sıkıya bağlı olduğu bu akıl almaz düzen büyük bir hükümdarın kurduğu düzenidir.
tüm evren ve evrenin her şeyi o büyük hükümdara ve yöneticiye itaat etmektedir.onun kural ve yasalarına uymaktadır bu bakımdan tüm evrenin dini islamdır
çünkü zaten Allaha itaat ve sadakate İslam denir
Güneş ay ve yıldızlar hepsi müslimdir. dünyada müslimdir ve rüzgar su ve aydınlıkta müslimdir
Ağaç taş ve hayvanlarda Müslim veya müslimanlar
Allahı tanımayan, allahı inkar eden veya Allahtan başkasına tapan ve Allaha başkalarını ortak koşan, evet o da kendi doğası ve yapısı bakımından müslümandır
çünkü onun doğması, yaşaması ve ölmesi hepsi ilahi kanuna bağlıdır
Onun vucutunun bütün azaları ve her bir tüğünün dini islamdır
Çünkü onların hepsi ilahi yasalara göre oluşmak, büyümek ve hareket etmektedir
Beşerlikten insanlık medeniyetine...
^^Kim bir canı, bir can karşılığında veya yeryüzünde bir bozgunculuğu olmaksızın öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur.
Kim bir insanın hayatını kurtarırsa, bütün insanların hayatını kurtarmış gibi olur.^^ (Maide 5/32)
İslâm dini, insan hayatına büyük değer ve dokunulmazlık atfetmiştir. ^^İnsan hayatı^^, bizzat insanın kendisine ^^ilahi emanet^^ olarak verilmiştir. Böylece her müslüman, başta, kendi hayatına ve hayatın devamını sağlayan sağlık konusuna büyük önem verecek, halka halka bütün insanlığın varlığı ve sağlığı ile yakından alâkadar olacaktır.
İslâm'ın telkin ettiği bu anlayış, asırlar boyunca müslümanlara rehberlik etmiş, dinin, aklın, neslin, malın ve sağlığın korunması esas alınmıştır.
^^Bir insanın hayatını; kurtarma ve yoketme açısından insanlığın hayatıyla aynileştiren^^ ilahi mesaj doğrultusunda, müslümanlar,insan ve toplum sağlığına hizmet etmeyi en büyük hayır vesilesi olarak kabul etmişlerdir. Bu konuda müslüman hanımlar da,asırlardır sağlık hizmetleri alanında büyük gayretler göstermişlerdir. Ve İslâm tarihinde, hiçbir hizmet alanı, sağlık hizmetlerinde ve hasta bakımında olduğu kadar, dinin gücünden ve motivasyonundan faydalanmamıştır.
Müslüman hanımların sağlık hizmetleri alanındaki fonksiyonları, Hz.Peygamber döneminden başlayarak günümüze kadar gelmiştir. Hz. Peygamber döneminde özellikle savaş zamanlarında hasta ve yaralılara bakım ve tedavi konularında hanımlar etkin bir rol oynamışlardır.
Uhud savaşında, Hz. Ayşe'nin de aralarında bulunduğu hanımlar, cephe gerisinde ve bazen de bilfiil cephede savaşa katılmıştır.Hasta ve yaralıların bakım ve tedavileriyle gönüllü olarak meşgul olmuşlar, şehitlerin savaş alanı dışına taşınması, kırbalarla su taşınması gibi hizmetlerde bulunmuşlardır. Hz. Peygamber, hasta ve yaralıları bakım ve tedavide; bilgi ve beceri sahibi olan hanımları bizzat görevlendirmiştir.
Hendek ve Hayber savaşlarında yaralıları tedavi, askerlere hizmet ve yardım için ilk kadın heyeti oluşturulmuştur. Bu heyetin başkanlığını Refidetü'l Ensariyye ve Ümmüyetü'l Gaffariye adlı, tedavi konusunda bilgili ve hünerli iki hanım yapmışlardır. İlk müslüman hemşire olarak tarihe geçen bu hanımlardan ^^Refidet'ül Ensariyye^^, Hz. Peygamber'in Hendek savaşında mescid-i Nebevi'nin içine kurdurttuğu çadır hastanede, bizzat Hz. Peygamber efendimiz tarafından (hasta ve yaralı bakım ve tedavisiyle) görevlendirilmişti. Ok isabetiyle yaralanan Sa'd İbn Muaz adlı sahabe de, onun tarafından bu çadırda tedavi görmüş, Hz.
Peygamber kendisini her gün ziyaret etmişti. ^^Ümmüyet'ül Gaffariye^^, yaralı tedavisi konusuna vakıf bir grup hanım ile birlikte, orduya hizmet ve yaralıları tedavi etmek için, Hz. Peygamber efendimizden izin alarak Hayber savaşında yararlı hizmetlerde bulunmuşlardır. Hz.Peygamber efendimizin sık sık ziyaretine gittiği cilt hastalıklarının tedavisinde meşhur ^^Şifa binti Abdullah el-Kuraşşiye^^ ile göz^hastalıklarında bilgili ve göz ameliyatlarına girmiş, yaralıları tedavi etmede meşhur olan Evdoğulları tabibesi Zeynep hanım,yararlı hizmetlerde bulunmuş hanımlarıdır.
Hz.Muhammed (sav) döneminden itibaren, özellikle savaşlarda tedavi ve bakım konularında hizmetler yapan hanımlara, ^^yaraları saran, merhem sürerek tedavi eden^^ anlamında ^^Asiye^^ denilmiştir. Kendilerini müslümanlara hizmete adayan bu hanımlar,katıldıkları savaşlarda, askerlere moral desteğinde de bulunmuşlardır.Müslüman hanımların savaşlardaki hizmetleri, Hz.Muhammed (sav) 'den sonra da devam etmiş, görevlerini yaparlarken bazıları şehit olmuşlardır. Bunlardan birisi de tıp tarihine geçen büyük hemşirelerden ^^Ümmü'l Haram bin Milhan Ensari'dir^^. Kendisi Hz. Peygamber'in halası olduğundan ^^Hala Sultan^^ diye anılmaktadır. 647 yılında Hz. Osman zamanında Kıbrıs fethine giden orduya gönüllü hemşire olarak katılmış, şehit olduğu yere (Larnaka civarında) cami ve türbesi yapılmış, hayatı ve ölümü
efsaneleşmiştir.
Dört Halife döneminde hanımların, savaşlarda hasta ve yaralı tedavi hizmetleri o derece yaygınlaşmış ve benimsenmiştir ki, Hz.Ömer zamanında, Kadisiye savaşına Sa'd bin Ebi Vakkas'ın komutanlığında katılan kırkbeş bin kişilik ordusunun yaralı tedavisi ve bakımında yeterli sayıda hanım görev almıştır.Yermük harbinde sayıca fazla olan Rum askeri bir baskın yaparak, İslâm ordugâhının içine kadar inmişler, bu sırada cengâver müslüman hanımlar kılıçlarını çekip mücadele etmişler, yaralılarla ilgilenmişlerdir. Asr-ı Saadet döneminde, bunun gibi pek çok savaşta hanımlar, cephede ve cephe gerisinde savaşa katılmış, hasta ve yaralıların bakım ve tedavileriyle meşgûl olmuşlardır. Bu hanımlar arasında, Ümmü Atiyye Nüseybe gibi cerrahi ve tedavi usûllerine vakıf hanımlar da vardı.
Emeviler, Abbasiler ve Selçuklulara kadar olan Türk-İslam devletlerinde, hanımların sağlık alanındaki hizmetleri ile ilgili kaynaklarda bilgiye rastlanılmamaktadır.
Selçuklular döneminde, yoğun olarak açılan darüşşifalara (=hastanelere) , ihtisas sahibi hekimler, cerrahlar, göz mütehassısları ile birlikte hemşire ve hastabakıcıların tayin edildiği tıp tarihçilerince belirtilmektedir.Dönemin önemli hekimlerinden Sabuncuoğlu Şerafeddin bin Ali'nin, 1560 yılında İlhanlılara izafe ettiği ^^Kitabü'l Cerrahiyyetü'l Haniyye^^ adlı eserinde, hemşire figürü ilk defa tıp tarihimizde resmedilmiştir.
İslam disiplin dinidir...
Dinimin en güzel özelliği...
Saldırılara mâruz kalmasına rağmen, ilk günkü kaynağının gün gibi ortada olması... :) (kimi içinse tahammül edilemez yanları)
Dünyadaki en güzel din İslam dinidir.Zaten Hristiyanlık ve Yahudilik de İslamiyetin bir koludur.İslam hayatımızın olmazsa olmazlarından biri olmalı ve bizim görevimiz İslamiyeti en iyi şekilde insanlara ve tüm dünyaya yaymak olmalı.Ancak bu sayede günahlarımızdan taviz verebiliriz.
dünya çapında huzur ve eşitlik davası
teslimiyet...
Hazreti Peygamberin Savaşları
Allah'ın Elçisi Hazreti Muhammed (Sallallâhü aleyhi ve sellem) 'in idare ettiği savaşlar, gelmiş geçmiş ve günümüzün birçok diğer savaşları arasında en göze batanı ve en tepede duranı olarak, insanoğlunun özellik ve karakteristiğini taşımaktadır. Ekseriya O, bizzat kendisinin tertip ve teşkil ettiği asker adedinden üç, hatta on defa fazla sayıda düşmana karşı savaşmış ve neticede, bu harplerin hepsinden fiilen muzaffer çıkmıştır. Üzerinde milyonarca halkın yaşadığı bu geniş sahar, harp meydanlarında düşman ordu saflarında maktûl düşen, takriben 250 insanan mukabil fethedilmiştir. On senelik bir zaman sonunda Müslümanların kaybı ise ortalama ayda bir şehit olarak hesaplanabilir. İnsan canına verilen bu değer ve hürmetin bir eşine insanlık tarihinde rastlanamaz.
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah
***anlam olarak iki farklı şeklini verdiğimiz İslam için yapılan bazı tanımlamaların şahsımı üzdüğünü belirtmek isterim.o yüzden bazı ek bilgiler verme gereğini duydum:
***Hz Ayşe (ra.) validemiz, peygamberimizle evlendiğinde kaç yaşındaydı? =] Peygamberliğin gelişinden on yıl sonra, 50 yaşındayken eşi Hz. Hatice'yi kaybeden peygamberimiz (asm.) kendisine hem ev işleri ve çocuklarının bakımında yardımcı olacak, hem de İslâm'a davet faaliyetlerinde destek olacak eşlere ihtiyacı vardı. Bunun için bir yandan yaşlı ve dul bir kadın olan Sevde'yi, öte yandan da en yakın arkadaşı olan Hz. Ebubekir' in kızı Hz.Ayşe'yi istetti.
Hz. Peygamberin bu isteği, vahyin başlangıcından 10 yıl sonradır. Hz. Ayşe vahiy başlangıcından beş altı yıl önce doğmuştur. Dolayısıyla Hz. Ayşe'nin Peygamberimizle evlendiği yaşın 17-18 olduğu ortaya çıkar.
Bu konu, daha detaylı bir şekilde Mevlana Şibli' nin Asr-ı saadet kitabında geçer. (İst. 1928. 2/ 997)
Hz. Ayşe'nin evlendiği zaman yaşının büyük olduğunu, ablası Esma'nın biyografisinden kesin olarak anlıyoruz. Eski biyografi kitapları Esma'dan bahsederken diyorlar ki: 'Esma 100 yaşındayken, hicretin 73. Yılında vefat etmiştir. Hicret vaktinde 27 yaşındaydı. Hz. Ayşe ablasından 10 yaş küçük olduğuna göre, onun da hicrette tam 17 yaşında olması icap eder. Ayrıca Hz. Ayşe, Hz. Peygamber'den önce Cübeyr'le nişanlanmıştı. Demek evlenecek çağda bir kızdı.(Hatemü-l enbiya Hz. Muhammed ve hayatı, Ali Himmet Berki, Osman Keskioğlu, s. 210)
...durum bu kadar açık ve nettir.araştırmadan sağdan soldan duyarak yapılan yorumlar yanlış ve aldatıcıdır.bununla beraber bu mevzu şimdiye kadar da vardı fakat anlaşılan şu an gündemi meşgul eden bir skandalı (çocuk pornosu) ancak bundan 1420 küsür sene önceki saptırılmış yalan bir bilgiye dayandırmak akıllıca geldi, her nedense. hatırlatmak isterim ki şu an hala tedavisi hakkında yeterli bir bilgi sahibi olunamayan AIDS HASTALIĞI bundan yaklaşık 25 sene evvel ortaya çıkmış ve bu 1960 ta ABD de cinsel serbestliği getirip devrim olarak adlandırılan '1960 seks devrimi'nin sonu olmuştur.bununla beraber bu skandal ülkemizde yeni yeni görülmektedir resmi olarak yapılan araştırmalarda bu ve benzeri durumların yıllardır avrupa ve amerikada yaşandığını göstermiştir.hatta bu bölgelerde ilk cinsel deneyimi yaşama yaşının 10-11 civarı olduğu tespit edilmiştir...
***kadının güzelliği peçeler arasında saklanmalıdır.neden mi? isterteniz bunu da giydikleri teşhir edici kıyafetler sebebiyle son 10-15 yıl içinde tecavüze uğramış nice bayana sorun...
***=Al-i İmran 118 - 'Ey iman edenler, sizden olmayanları dost edinmeyin; onlar, sizi şaşırtmakta kusur etmezler, sıkıntıya düşmenizi arzu ederler. Baksana, öfkeleri ağızlarından taşmaktadır; sinelerinin gizledikleri ise daha büyüktür. Eğer düşünürseniz, sizlere ayetleri açıkça bildirdik.' =Maide 51 - 'Ey iman edenler, yahudilerle hıristiyanları dost edinmeyin! Onlar, birbirlerinin dostlarıdırlar. İçinizden her kim onlara yardaklık ederse, muhakkak o da onlardandır. Allah ise zulmedenleri doğru yola çıkarmaz. '... Üstad Bediüzzaman dost edinmeyin ifadesinin dini bir dostluk, sırdaşlık ve kardeşlikten men olarak tefsir eder. yoksa tüm dünyanın saadetini düstur edinen asayişi muhafaza anlayışının gereği olarak değil... ki zaten yahudi ve hristiyanlar ve diğerleri kendi dinlerini tamamen yaşamamaktadırlar, der (münazarat adlı eseri hürriyet bölümü) ... herhalde bunu izaha gerek yoktur... ayrıca şahısların hükmün yanlışlığına KESİNLİKLE delalet etmez.. bu biline..
***İslam bilime sırtını döndü demek ne kadar doğru acaba... avr. ve ABD nin bilim ve teknoloji ne kadar ileri olduğunu görüp de kaynağını bilmeden konuşmak ne kadar doğru acaba... onların bilim ve tekn.de ki ileriliğinin kaynağı kan gözyaşı zulüm ve kıyımdır... ki tarih buna şahittir.daha geniş ve ayrıntılı ve objektif bilgi 'Çağdaş Fikir Akımları - prof.Muhammed Kutub' kitabında bulabilirsiniz. Ayrıca zulmün tarihi kitabını da tavsiye ederim... bununla beraber: topkapı sarayı 3.kat 3.Ahmed bölümünde bir İslam aliminin hem de asırlar önce yaptığı, bugün dahi çoğunun çalışma prensibi anlaşılamamış olan günümüz deyimiyle çalar saat ve değirmen çalışmalarını görmek mümkündür.... =tıbbın babası sayılan hipokratın bu bilgilerini hangi müslüman bilim adamından öğrendiğini, hipokrat yemininin asıl metnini ve bizzat hipokratın söylediği ' şifa Allah'tandır.tabib ve ilaç birer vesiledir. ' sözünün görmek isteyenler de Genç Beyin dergisi eylül veya ekim 2003 sayısı 'hipokratın ilginç yaşam öyküsü' bölümünü okuyabilirler.... eisteinın izafiyet teorisinin ondan yaklaşık 1100 sene evvel hangi müslüman ilim adamı tarafından açıklandığını; ancak 19.-20. yy larda tespit edilebilen atomun parçalanabileceği ve bunun sonucunda ortaya çok büyük bir enerji çıkacağı sonucunu asırlar öncesinden ifade eden Cabir ibn-i Hayyam ve Mevlana'nın sözleri ise 'Kur'an'dan İcatlara - Prof.Muhammed Kutub ' kitabından okuyabilirler.... daha da yazılabilir lakin bu yeterlidir sanırım.
***bir de terör derler... diyenler akıl etmez mi ki bosna cezayir eritre sudan filistin lübnan afganistan çeçenistan ve daha bizim bilmediğimiz lakin Allah'ın bildiği nice yerlerde ve son AB istatiğinin de teyit ettiği üzere nice insanlara sırf müslüman oldukları için eziyet ve zulmedildi. şimdiye kadar karşılarında bir direniş görmeyen zalimler, karşılarına İsalami direniş çıkınca onları ancak terör olarak nitelendirirlerse bir şey yapabileceklerini zannettiler.ve maalesef toplumumuz da bu yemi yuttu. 'Onlara: 'Yeryüzünde fesat çıkarmayın', denildiği zaman, 'Biz ancak ıslah edicileriz' derler. ' (Bakara - 11) ayetinin doğruluğunu teyit edercesine barış, özgürlük, kardeşlik adı altın zulme ve teröre devam ediyorlar. ve bizler hala bunları haklı, zulme karşı İslam'ı yüceltmek için direnenlere terörist diyoruz, öyle mi? yazık bize...
***Saff - 8-9:'Onlar ağızlarıyla Allah'ın nurunu söndürmek istiyorlar. Halbuki kafirler istemeseler de Allah nurunu tamamlayacaktır.... Müşrikler istemeseler de dinini bütün dinlere üstün kılmak için Peygamberini hidayet ve hak ile gönderen O'dur.'... bu ayetler yeterince açık değil mi ki Allah dinini mutlak üstün kılacak ve nurunu tamamlayacaktır. bunu isster Türklerin ister Kürtlerin ister Arapların ister Acemlerin ister Farısilerin ister onun ister bunun vesilesiyle gerçekleştirir. bize düşen ancak O'nun dinini yaşamak, yaşatmak O'un emirleri doğrultusunda yaşayarak bizi de bu olacağında hiçbir şüphe olmayan işe vesile kılmasını temenni etmektir. yoksa atalarımızın başarısıyla övünmek değil. 'Allah sizin kalplerinize va amellerinize bakar' (hadis-i şerif meali) ...
***Anlam-1: İslam kelimesi teslim kökünden gelir.yani İslam demek teslimiyet demektir, teslimiyet anlamına gelir..peki kime teslimiyet? tabii ki herşeyi yoktan vareden, yaratan, şekil ve biçim veren, düzenleyen, takdir eden, bilen, işiten, gören, hikmetle sonuca bağlayan,... herşeyin bilgisi elinde olan, tasarrufunda tek yetkili olan,... tek hüküm ve kudret sahibi; tek olan Allah'a kayıtsız şartsız teslimiyettir.bu yüzdendir ki İslam'ın ilk şartı ve imanın en yüksek mertebesi La İlahe İLLALLAH kelimesidir. tabii ki bu kelimeyi dil ile söylemek yeterli değildir. bizzat Resulullah (s.a.v) bir hadisi şeriflerinde mealen 'Kamil olan iman dil ile ikrar, kalb ile tasdik, fiil ile (onu günlük) hayata geçirmektir.' buyurmuşlardır. o yüzdendir ki Kur'an'da müjdelenenler 'iman edip, salih amel işleyenler...' dir. sonuç olarak iman edip teslim olanlar 'müslüman'; teslimiyetini, imanını salih ameller ile her alanda İslam'a, Allah'ın emirlerine uygun olarak takviye edenler ise 'mü'min' dir ve mahşerde üzülmeyecek, korku duymayacak ve sonsuz lütüf ve rahmetle mükafatlanacak olanlar en başta 'mü'min' lerdir.
***Anlam-2:İslam; silm kökünden türeme bir kelime olduğu da bazı alimler tarafından kabul görür. silm kelime olarak barış, güven anlamlarına gelir.bu tanıma göre İslam; hükümleri tam anlamıyla uygulandığında insanların barış ve güven içinde yaşayabilecekleri hükümler, kaideler bütünü anlamına gelir.nitekim cahiliye döneminde [ Peygamber Efendimiz (s.a.v) den önce ] yeryüzünün kan ile sulanmadığı gün yoktu ve herkesin bildiği gibi küçük yaştaki kız çocuklarının kimi diri diri gömülürken kimi uçurumlardan yine diri diri aşağı atılır kimi de yine diri diri kafası taşlarla kayalarla ezilerek öldürülürdü. o topraklar İslam ile şerflendikten sonra kan, gözyaşı, kıyım durmuş ve uygulanan İslami hükümler ve Allah'ın rahmeti vesilesiyle öyle imrenilecekl bir dönem yaşanmış ki bu dönem Asr-ı Saadet olarak isimlendirilmiştir....
bu aralar dinler arası diyalog (safsatası) ile hırıstiyanlığa peşkeş çekilen son hak din.
Aklı gözünde olan insanlar, görmedikleri şeyler hakkında ya atarlar ya da inkar ederler.. Buradada sık karşılaşılan bir durum bu. tefsir ilmine çok fazla vukufiyetim yok.Gerek Kur'an-ı Kerimde gerekse hadislerde çok fazla Cennet ve cehennem tasviri yapılmıştır.Merak edenler açar ve okur. Anlamıyorsa bile bu anlamazlık anlamadığı şeyi inkâr etmesi gibi bir selahiyet vermez ona. Ve okuyan herkes farklı bir şekilde algılayıp zihninde farklı şekillerde tasavvur edegelmiştir zaten.
Allah önce kullarından 'imân' etmelerini ister ki 'mümin' (imân eden) anlamına gelir.
Ve Allah kullarından 'teslim olmalarını' ister ki 'müslüman (teslim olan) demektir.
İnançlarını bu teslimiyetin üzerine inşa edememiş insanların kaderi yalpalamaktan, daha sonrada 'yoruldum' deyip yola yatmaktan başka bir şey değil.
Ben müslümanım. Ve görmediğim şeye inanıyorum. Görmediğim halde bir ceza ve mükafat olacağına inanıyorum. Kur'an-ı kerim'in vardır dediği şeyi sorgulamıyorum. Vardır diyorsa vardır; ben buna inanır bunu söylerim..
İSLAM DAVASINA ADANAN ÖMÜRLER
M.NİHAT MALKOÇ
Goncaların güle dönüşmesi vakit ve emek ister. Tomurcuklar zamanı gelmeden meyveye durmazlar. Davalar da böyledir. Onlar da iradeli insanların omuzları üzerinde yükselirler. Azim, sebat ve gayret gerekir davayı sırtlamak için… Bu aslında hedefe odaklanmayla alakalı bir durumdur. Düşünceyi benimseyip hayat tarzı haline getirenler, onun uğrunda fedakârlık göstermeyi de peşinen kabullenirler.
Resulullah’tan bugüne kadar İslam davasının hizmetkârlığına soyunanlar bu yolda sayısız çileleri kucaklamışlardır. Onlar ağıyı bal niyetine içme cüretkârlığını gösteren ender karakter abideleridir. Her birinin hayatı, dikenli yollardan saadet iklimine varan güzergâhın kilometre taşlarıdır. Bu yollar çile taşlarıyla örülmüştür.
Gelmiş geçmiş yolların en kutlusu ve hayırlısı İslama giden yoldur. Bu yola revan olmak iradenin zaferinin tecellisidir. Zira Resulullah Efendimiz “Muhakkak ki, en güzel söz Allah’ın kitabıdır. En güzel yol da Muhammed’in yoludur.” diyerek sırat-ı müstakimi işaret etmiştir. Bu yoldan gidenlerin ve bu yola hakikat yolcusu kazandıranların ötelerde muhakkak mükâfatlandırılacağı, ayet ve hadislerde defaatle ifade edilmiştir.
İslam davası, bu dünya görüşünü benimseyen şahısların omuzlarında yükselecektir. İslam hiç kimsenin tekelinde olan bir inanç sistemi değildir. Bu inanç içerisinde ruhbanlığa da yer yoktur. Herkes dinine sahip çıkmakla ve onu yakın çevresinden uzağa olmak üzere geniş kitlelere yaymakla mükelleftir. Bu bir tercih değil, aksine mühim bir vazifedir. Aslında hayatın yaşanma sebebi bu olmalıdır. Öteki uğraşlar bunun ötesine geçmemelidir.
İmanla küfrün kavga halinde olduğu iki kutuplu bir dünyada yaşıyoruz. Böyle bir ortamda saflarımızı net olarak belirlemeliyiz. Her iki taraftan olmak ve öylece görünmek öncelikte tezattır, bunun yanında münafıklığa da alamettir. Kişinin batını neyse zahiri de öyle olmalıdır. Sonunda bir bedel ödeyeceksek bile inanç hususunda rengimizi ve safımızı net olarak belirlemeliyiz. Bu da yetmez, ait olduğumuz safı yeni simalarla takviye etmeliyiz.
İslam davasını elimizin ve dilimizin yettiğince geniş kitlere anlatmak bizim asli vazifelerimizin başında gelmektedir. Bunun ihmali sorumsuzluğu beraberinde getirecek ve zaaflar silsilesi şerre açılan kapıları zorlayacaktır. Bu kapıdan girenler bize zarar verecektir. Onların vereceği zararlar da bizim günah galerimizi şekillendirecektir. Kur’an yoluna ve hayra çağırmak İslam güneşinin nurlu ufuklardan doğmasına vesile olacaktır. Buna zemin hazırlayanlar Hak katında elbette mükâfatlandırılacaktır. Yüce Rabbimiz bu Kur’an hizmetkârlarını ‘kurtuluşa erenler ‘ olarak vasıflandırıyor ve onlara şu ayetle hitap ediyor: “Sizden; hayra çağıran, iyiliği (marufu) emreden ve kötülükten (münkerden) sakındıran bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır.” (Al-i İmran, 104)
Müslüman sözün en güzelini söyleyen insandır. Onun dayanağı Kur’an ve hadistir. Söyledikleri bu ana kaynaklara dayanır. O her zaman mâlâyani konuşmaktan sakınır. Onların vicdanları İslam nuruyla aydınlanmıştır. Tebliğde şefkat ve merhamet üzere hareket ederler. Korkutucu değil, sevdirici olurlar. Müjdelerler, nefret ettirmezler. Bu üslupları muhataplarını çepeçevre sarar, onları tesiri altında bırakır. Fakat asla zorlayıcı olmazlar. Çünkü Allah bu konuda da onları sınırlandırmıştır. Hatta bu dinin elçisi olan Hz. Muhammed(sav) ’e bile zor kullanma yetkisi vermemiştir: “Artık sen, öğüt verip hatırlat. Sen, yalnızca bir öğüt verici bir hatırlatıcısın. Onlara zor ve baskı kullanacak değilsin.” (Gaşiye, 21–22)
İslama davet metodu üzerinde duranlar, bunun çerçevesini sevgi, şefkat, merhamet ve hoşgörü ekseninde çizmişlerdir. Bu işe soyunanların bilgi birikimi bakımından dopdolu olmasını şart koşmuşlardır. Tebliğ gönüllüleri bu hususta mücadeleci olmayı, çabuk pes etmemeyi şiar edinmişlerdir. Tebliğ vazifesi bu dinin devamlılığı ve diriliği için olmazsa olmaz şartlardandır. Hem bir insanı ateşten korumak ve kurtarmak Allah katında en büyük zaferden daha muteberdir. Yüce Rabbimiz bunun ölçülerini de koymuştur: “Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel bir biçimde mücadele et…” (Nahl, 125)
Şuurlu Müslümanlar kendilerinden çok, çevrelerini düşünürler. Bir iman kurtarmak için gecesini gündüzüne katarlar. Bunu yaparken de hiçbir beklenti içerisinde olmazlar. İlk halife, büyük insan Hz. Ebubekir’in “Benim vücudumu öyle büyüt ki cehenneme başka kimse giremesin, onların yerine sadece benimle dolsun.” sözü İslam kardeşliğinin ve fedakârlığın zirvesidir. Bugün bunu gönülden söyleyebilen insanlara ne kadar da muhtacız…
Müslümanlar iyiliği emredip kötülükten uzaklaştırmakla sorumludurlar. Bu “emr-i bil-maruf nehy-i ani’l-münker” şeklinde de zikredilir. Peygamber Efendimiz bu hususta şöyle buyurmuştur: “Âdemoğlunun; iyiliği emretmek, kötülükten sakındırmak veya Allah Teala Hazretlerine zikir hariç, bütün sözleri lehine değil, aleyhinedir.”
İslamla şereflenmek en büyük bahtiyarlıktır. İki cihan saadeti ancak bununla gerçekleşebilir. Onun için buna aracı olanlar da Allah tarafından büyük mükâfatlarla ödüllendirileceklerdir. Fakat bazen biz çok istesek de insanları hayra yöneltemeyiz. Bu bizi fazlasıyla üzse de biliriz ki hidayet de ancak bir nasip meselesidir. Bilindiği gibi Resulullah Efendimiz, amcası Ebu Talip’i inananlar safına çekmek için çok uğraşmıştır. Lâkin Ebu Talip atalarının dininden dönmeyi sosyal baskılar yüzünden kabul etmemiştir. Efendimiz, haliyle bu duruma çok üzülmüştür. Onun bu hâlini gören Yüce Rabbimiz bununla ilgili olarak şu ayeti göndermiştir “Gerçek şu ki, sen, sevdiğini hidayete erdiremezsin, ancak Allah, dilediğini hidayete erdirir; O, hidayete erecek olanları daha iyi bilendir.” (Kasas, 56)
İslama hizmet edenlerle yan gelip yatanlar Allah katında elbette bir tutulmayacaktır. Malla, bedenle yapılan hayırlar ve ibadetler Hak katında mizanda tartılacaktır. Sonsuz olan öbür âlemde herkes karşılığını eksiksiz bulacaktır. Rabbimiz bu konuda şöyle buyuruyor: “Şüphesiz Ben, erkek olsun, kadın olsun, sizden bir işte bulunanın işini boşa çıkarmam. Sizin kiminiz kiminizdendir. İşte, hicret edenlerin, yurtlarından sürülüp çıkarılanların ve yolumda işkence görenlerin, çarpışıp öldürülenlerin, mutlaka kötülüklerini örteceğim ve onları, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacağım. (Bu,) Allah katından bir karşılık (sevap) tır. (O) Allah, karşılığın (sevabın) en güzeli O’nun katındadır.” (Al-i İmran, 195)
İslama hakkıyla hizmet etmek için öncelikle ilim ehli olmak gerekir. Bilgi ve tecrübe bakımından boş olan bir insanın kimseye hayrı dokunmaz, aksine ziyanı olur. Bunun için nice İslam âlimi gecesini gündüzünü ilim tahsili için harcamıştır. İlmin önemi konusunda Hz. Muhammed(sav) ’in çok mühim sözleri vardır. Bunlardan birkaçını dikkatinize sunuyorum:
“İlme sahip ol. Muhakkak ki ilim, müminin dostu, hilim veziri, akıl rehberi, amel muhafızı, rıfk babası, mülâyemet kardeşi, sabır da askerinin kumandanıdır.”…“Ey insanlar! İlim ancak çalışmakla öğrenilir. Fıkıh da öyle, gayretle elde edilir. Kime ki Allah hayır murad ederse onu dininde ‘fakih’ kılar. Kulları içinde Allah’tan ancak, âlimler haşyet duyarlar.” …“İnsanların hayırlısı, onların en güzel okuyanı, Allah’ın indinde en fakih olanı, Allah’tan en çok korkanı, marufu emir, münkeri nehiyde ve akraba yoklamakta en ileri olanıdır.”
İnsanın en çok israf ettiği nimetlerden birisi şüphe yok ki zamandır. Zamanı belli bir bedel karşılığı elde etmediğimiz için rahatça israf ederiz, kıymetini hakkıyla bilmeyiz. Oysa geçen her saniye ömür ağacımızdan kopan bir yapraktır. Bunların dönüşü de yoktur. Ancak Allah’ın davası yolunda harcadığımız vakit geri kazanılmış sayılır.
Müslümanın boş vakti yoktur, olmamalıdır. Boş diye nitelendirilen zamanlar, aslında ziyan edilen vakitlerdir. Oysa bu zaman içerisinde Allah’ın adını, şanını ve emirlerini en ücra köşelerdeki insanlara ulaştırabilsek ne kadar büyük görev ifa etmiş oluruz. Dünyamızın bugünkü nüfusu altı milyarı aşkındır. Bunun ancak dörtte biri müslümandır. Dörtte üç insan yığını ilahi gerçeklerden bihaberdir. Her Müslüman, üç kişiye İslami hakikatleri anlatsa bütün insanlık bu şaşmaz hakikatlerden haberdar olur. Şartlanmışların dışında bunların önemli bir kısmı da hakikate teslim olur. Bunu yapmadığımız sürece sorumluluktan kurtulamayız.
İslam ferdiyetçi bir din değildir. İslamda esas olan toplumdur. Hayata toplum ekseninden bakmak ve o minval üzere görmek zorundayız. Cemiyetin inanç coğrafyasını şekillendirmek sorumluluğu Müslümanların üzerindedir.
Bugünkü gençlik geçici heveslerin peşine takılıp sürüklenmektedir. Çoğunun dini bilgileri kulaktan dolmadır. İnançları uğrunda çile çeken ve bedel ödeyenler bir elin parmaklarından fazla değildir. ‘Bunalım gençliği’ de diyebiliriz bu kartondan insanlara… Gençlik ötelere hazırlıksız ve ötelerden habersiz yaşıyor. Ahlak ve maneviyattan uzak olan bu körpe beyinler, hakikati kavrayacak düzeyde ve donanımda da değiller.
Mefkûresiz ve davasız nesiller rüzgârın önüne katılmış bir yaprak misali sürüklenip gidiyorlar. Çanakkale Savaşı’nda i’lâ-yı kelimetullah uğrunda canını feda eden, henüz bıyığı bile terlememiş insanlar gitmiş, yerlerine sanal kıbleli bizden olmayan insanlar gelmiş sanki! ... Onlar bizi anlamıyor, biz de onları…
Oysa geçmişte İslam davasını sırtlayanlar bu mübarek dava için nelerini feda etmemişlerdi ki! ...Onlar mallarından, makamlarından, hatta canlarından vazgeçmişlerdi. Böyle mukaddes ve muazzez bir örnek var arkamızda… Mübarek bir sahabe nesli dimdik duruyor önümüzde… Onlar ki Resullerini ana ve babalarından daha çok seviyorlardı. Hz. Ebubekir, Hz. Muhammed(sav) ’e ‘Anam babam sana feda olsun ya Resulallah’ diyecek kadar gönülden bağlıydı. Onun her sözünü emir telakki ediyorlardı.
İslam davası için en büyük cesareti ve fedakârlığı sahabeler gösterdi şüphesiz… Bir avuç olmalarına rağmen gönülden bağlandılar hak davalarına… Hiçbir baskı ve yıldırma eylemine pirim vermediler. Ebubekir-i Sıdıklar, Halit bin Velidler, Ömerler, Osmanlar, Aliler, Selman-i Farisiler, Bilal-i Habeşiler İslam davasına dört elle sarıldılar. Bu dinin şanlı peygamberinin bir dediğini iki etmediler. Bu yola baş ve can koydular. Feragatin en güzel örneğini cümle âleme gösterdiler. İslam davasıyla ailelerinden daha çok ilgilediler. Zaman zaman çoluk çocuklarını ihmal etseler de davalarını hep el üstü tuttular.
Sahabelerin hayatı davaya sadakatin en güzel örnekleriyle doludur. Onlar varını yoğunu İslam davası uğruna infak etmeyi hiç ihmal etmediler. Şu ayet-i kerimeyi kendilerine şiar edindiler: “Sevdiğiniz şeylerden infak edinceye kadar asla iyiliğe eremezsiniz. Her ne infak ederseniz, şüphesiz Allah onu bilir.” (Al-i İmran, 92)
Nefsin kötü emellerine uyanların inançları için fedakârlık göstermesi beklenemez. Zira nefis bencildir, kendisinden başka hiçbir şey düşünmez. Bu hususta insanı halkeden yüce Allah şu uyarıda bulunmayı ihmal etmiyor: “... Kim nefsinin bencil tutkularından (ya da cimri tutumundan) korunursa; işte onlar, felah (kurtuluş) bulanlardır.” (Teğabün, 16)
Bu ayete konu edinilen şahıslar, yani nefsin bencil duygularından korunanlar iki cihan saadetini de yakalayanlardır. Onlar dünyalıklara değer vermemişlerdir. Ahireti dünyaya tercih etmişlerdir. Sahabeler bu zincirin altın halkalarını oluşturmuşlardır. Sahabeler Allah aşkıyla dolup taşan insanlardı. Ağladıkları da, güldükleri de, öfkelendikleri de Allah içindi. Kendi nefislerini maneviyat potasında eritmişlerdir. Onlar davranışları bakımından numune teşkil etmektedirler. Onlara uyanlar asla ziyanda olmayacaklardır. Çünkü Allah, güzel davranışlarda bulunanları Kuran’da şöyle müjdelemektedir: “Güzellik yapanlara daha güzeli ve fazlası vardır. Onların yüzlerini ne bir karartı sarar, ne bir zillet, işte onlar cennetin halkıdırlar; orada süresiz kalacaklardır.” (Yunus, 26)
İslam davasına ömrünü adayanların başında hiç şüphesiz ki son Peygamber Hz. Muhammed(sav) gelmektedir. O hayatını İslam’ın yükselişi için harcamıştır. Kâinat kendisinin yüzü suyu hürmetine yaratılmış olmasına rağmen dünya sefasına hiç mi hiç değer vermemiştir. İslamın geniş kitlelere yayılması için seferber olmuştur. Defalarca ölümle yüz yüze kalmıştır, tehditler almıştır. Fakat o yaşatanın ve öldürenin Allah olduğunu bildiği için ölüm tehditlerine kulak asmamıştır. Vazifesine şevk ve heyecanla devam etmiştir.
Uhut Savaşı’nda düşmanlar, peygamberimize ok atmışlar, üzerine taş yağdırmışlar ve O’nun mübarek dişini kırıp yüzünü yaralamışlardı. Fakat O, hoşgörü ve sevgiden taviz vermemiştir. Kendisine zulmedenleri affetmiş, “Yâ Rab, kavmime hidâyet eyle. Onlar ne yaptıklarını bilmiyorlar! ” diye dua etmiştir. Onun bu örnek tavrı, bazı insanların batıl inançlarını bir kenara bırakıp İslama koşmalarına sebep olmuştur.
İslam inancını baş tacı eden ve onun için hayatlarını hiçe sayan nice abide şahsiyetler yaşadı bu topraklarda. Bunlar davayı her şeyden önce düşünmüşler ve onun yükselmesi için ölüm dâhil, her türlü riski almışlardır. Hayatı bir imtihan vesilesi olarak gören bu insanlar gerçek huzurun mekânı olarak ahiret hayatını görmüşlerdir. Bu abide şahsiyetler eşyaya her zaman tefekkürle bakmış, lezzetleri acılaştıran ölümü hiçbir zaman unutmamışlardır. Bu Allah dostları olmasaydı İslam bugünkü kadar geniş bir alana yayılamazdı.
İslama büyük hizmetlerde bulunan ve hayatını İslam inancına adayan büyük simalardan birkaç örnek vermek istiyorum size. Bu büyük karakter heykellerinden biri Hoca Ahmet Yesevi’dir. ‘Pir-i Türkistan’ diye anılan büyük mütefekkir Hoca Ahmet Yesevi, kendi dergâhından geçen Horasan erenleri vasıtasıyla Orta Asya coğrafyasının islamla şereflenmesi için büyük gayretler göstermiştir. O, vaktini üçe ayırarak değerlendirirdi. Günün büyük bölümünde zikir ve ibadetle meşgul olur, ikinci kısmında talebelerine zahiri ve batıni ilimler öğretir, üçüncü bölümünde ise ağaçtan kaşık ve kepçe yapar, geçimini böyle sağlardı.
Bilindiği gibi Resulullah Efendimiz 63 yaşında bu dünyadan göçmüştür. Hoca Ahmet Yesevi de bu yüzden 63 yaşından sonra dünyadan kopmuş, dergâhın bahçesine derin bir yer kazdırmış, içini kerpiçle ördürmüş, talebelerini toplayıp; “Ey gönül dostları! Allah-u Teala’nın en sevgili kulu olan Muhammed Mustafa Hazretleri 63 yaşından bu dünyadan ayrıldı. Ben de şimdi 63 yaşındayım, artık şu gördüğünüz çilehaneye çekilecek ömrümün kalan günlerini de bu hücrede tamamlayacağım” demiştir. Dervişlerinin yakarışlarına rağmen bu düşüncesinden vazgeçmemiştir. 63 yıl yeryüzünde, 63 yıl yeraltında Allah ve Resulünün muhabbetiyle uzun bir ömür yaşayıp 126 yaşında ötelerin ötesine göçen Hoca Ahmet Yesevi yerin üstündeyken de altındayken de insanlığı hakikatin ışığıyla aydınlatmıştır. Talebeleri vasıtasıyla hakikat ışığını yaymış, küfre perde olmuştur.
İnsana cesaret ve güç veren, sahip oldukları davalarıdır. İslama dört elle sarılan ve onu bir hayat tarzı olarak kabul edenler toplumları için diriliş sembolü olmuşlardır. Bu sembol şahsiyetlerden birisi de ‘Kafkas Kartalı’ sıfatıyla şöhret bulan Çeçenistan devletinin en büyük kahramanı Şeyh Şamil’dir. Hayatının tamamını ülkesinin milli bağımsızlığına ve İslam inancına adayan, askeri dehasını bütün dünyaya ve ebedi düşmanı Rusya’ya dahi kabul ettiren, İmam Şamil düşünce ve inançlarından asla taviz vermemiş, neticede Çarlık Rusya’sını dize getirmiştir. O İslami bilgisini ve tasavvuf kültürünü, daha sonra kayınpederi de olacak olan Şeyh Cemaleddin Gazikumuki’den almıştı. Rusya’nın bütün şiddet ve baskılarına rağmen bugün Kafkaslarda İslamın köklü izleri varsa bunu en başta ona borçluyuz.
Ömrünü İslam davası için harcayan ve Çeçenlerin inançlarını diri tutan Şeyh Şamil’in tek isteği Resulullah’ın makamını ziyaret etmek ve hacı olmaktı. On yıl boyunca Rusların esareti altında kalmıştı. Bu yıllar onun gibi özgürlük savaşçıları için en çileli zaman dilimiydi. Bunun içindir ki saçı sakalı bir anda ağarmıştı. O öncelikle Osmanlı topraklarına gitmeyi istemiş, bu isteği Osmanlı sultanlarından Sultan Abdülaziz’in de devreye girmesiyle belli aşamalardan sonra kabul edilmişti. Sultan Abdülaziz onu karşılamış ve bir isteğinin olup olmadığını sormuştur. O da Hicaz’a gitmeyi çok istediğini söylemiş, padişah onu bir gemiyle istediği mübarek topraklara göndermiştir. Fakat Rusya’nın devlet yetkilileri onu salıverirken oğlunu kendi yerine esir bırakmasını istemişlerdir. O, hac farizasından sonra, çok sevdiği Peygamberinin kokusunun sindiği topraklarda ölmüş, Cennet-ül Baki mezarlığına defnedilmiştir. Böylelikle de ‘Kişi sevdiğiyle beraberdir” hadisine mazhar olmuştur.
İslam davasına, yazdığı onca eserle katkıda bulunan, en sonunda da bu yolda canını veren mücahitlerden birisi de her Müslümanın yakından tanıdığı ve sevdiği Seyyid Kutup’tur. Seyyid Kutub, Mısırlı yazar ve düşünce adamıdır. O siyasal İslamın fikir babalarından sayılmıştır. Ömrünün büyük bölümünü hapishanelerde geçirmiştir. Nefes aldıkça okumuş, yazmış ve mücadele etmiştir. En mühim eseri Fizilal-il Kur’an(Kur’an’ın Gölgesinde) tefsiridir. 29 Ağustos 1966’da Stalin-Hitler karışımı nasyonal sosyalist bir diktatör olan Mısır Devlet Başkanı Cemal Abdunnasır tarafından idam edilmiştir. O; iman, bilgi ve hakikat merkezli bir hayat yaşamıştır; neticede diğer mücahitler gibi şehitler kervanına katılmıştır.
İslama hayat veren ve onu toplumun öncelikli meselesi haline getirenlerden birisi de Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’dir. Onun büyük bir emekle vücuda getirdiği Risale-i Nur Külliyatı pek çok insanın imanının kurtulmasına, İslam ahlâk ve nizamıyla tanışmasına vesile olmuştur. O insanları İslam kardeşliği etrafında birleştirmeyi düşünmüş, bunun gerçekleşmesi için yoğun bir mesai harcamıştır. Fakat her aydın Müslüman gibi o da zaman zaman yanlış anlaşılmış, Kürtlüğünü ön plana çıkarmakla, hatta Türk düşmanı olmakla suçlanmıştır. Oysa O, adı ne olursa olsun ırkçılığın karşısında olan bir insandı. Zira İslamiyet ırkçılığı reddediyordu. O da İslamiyet’in sedasının gür çıkması için mücadele ediyordu.
Said Nursi hayata ve olaylara hikmet nazarıyla İslam penceresinden bakmış bir büyük âlimdir. O isteseydi arkasındaki kitleyle çok önemli makam ve mevkilere gelebilirdi. Fakat onun asıl gayesi iman kurtarmaktı. Risale-i Nurlar aracılığıyla bu alanda hizmet etti. Dünya nimetlerini elinin tersiyle itti. Çok zor ve kötü fiziki şartlarda yaşadı. İnancına daha çok hizmet etmek için evlilikten bile feragat etti. İslama karşı olanlarla dişe diş mücadele etmekten sakınmadı. Kendisini defalarca zehirlemeye çalıştılar. Fakat her zaman takdir-i ilahi tecelli ederek, onun iman hizmetinin devam etmesi gerektiğini kör gözlere gösterip sağır kulaklara fısıldadı. Tehditler ve yıldırmalar ona vız geldi. Bunlar onun mevcut mücadele gücünü ve cesaretini artırdı; davasına daha bir iştiyakla bağladı.
Bediüzzaman’ın ömrü mahkeme koridorlarında geçti. İslamla meselesi olanlar onu her zaman birinci hedef olarak seçtiler. O da kendisine verilen harikulade bir hitabet ve ispat gücüyle onlarla dişe diş savaştı. Asla zelil olmadı. Eserleriyle iman hakikatlerini onların yüzüne bir şamar gibi indirdi. Mehmet Akif’in: “Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı/ Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâm’ı.” şeklinde ifade ettiği hasreti, Bediüzzaman, Risale-i Nur’larla gerçekleştirmiştir. O bugün aramızda olmamasına rağmen kendisinin izinden gidenler ve eserlerini İslami manifesto olarak görenler iman kurtarma hizmetini eda ediyorlar.
Osmanlı padişahlarının tamamına yakını İslama üstün hizmetler etmişlerdir. Onlar toprak kazanmayı değil, insan kazanmayı gaye edinmişlerdi. 13. asırda yaşayan Yunus Emre ve Mevlana Celaleddin Rumi de İslamın sesini gür bir şekilde hedef kitlelere ulaştırmışlardır. O Yunus ki bağlı olduğu dergâha odunun bile eğrisini reva görmemiştir. Mevlana ise 26 bin beyitte ilahi aşkı ve muhabbeti gönüllere nakşetmiştir.
Yakın tarih içerisinde yaşayan Mehmet Akif Ersoy ve Necip Fazıl Kısakürek de İslam davasından asla taviz vermemiş, her zaman dik durmuş iman ve izan erleridir. Onlar şiirlerinde dünyevi aşkları ellerinin tersiyle iterek Hakk’ı ve hakikati anlatmışlardır. Bu isimler arasına Arif Nihat Asya, Osman Yüksel Serdengeçti, Erol Güngör, Cemil Meriç, Seyyid Ahmet Arvasi gibi isimleri de ekleyebiliriz.
Dünden bugüne kadar İslam davasına canla başla hizmet etmiş kişilerin listesini yapsak sayfalar dolar. Fakat biz sembol olmuş şahsiyetleri zikretmekle yetineceğiz. Bu mübarek insanların oluşturduğu zincire bir halka da bugünden ekleyebilirsek ne mutlu bize.
Geçmişte yaşamış ve hayatın anlamını İslam’da bulmuş abide şahsiyetlerle bugünkü insanları mukayese edince koca bir ‘manevi uçurum’ çıkıyor karşımıza. Bu uçuruma bakınca insanın aklına şu sual geliyor: “Dün neredeydik, bugün neredeyiz? ” Maneviyatımız kimler tarafından, niçin tarumar edildi? Nasıl da böyle kolayca teslim olduk. Bugünkü gençlik, ceddinin gittiği yoldan ne kadar da uzaklaştı. Yeni nesil çıkmaz bir yola girmiş; fakat ne acıdır ki onlar nerede olduklarının farkında bile değiller.… Bugünkü manzarayı bundan yetmiş küsûr yıl evvel Mehmet Akif Ersoy şöyle tasvir ediyordu:
“Müslümanlık nerde, bizden geçmiş insanlık bile...
Âlem aldatmaksa maksat, aldanan yok, nâfile!
Kaç hakikî Müslüman gördümse: Hep makberdedir;
Müslümanlık, bilmem amma, galiba göklerdedir! ”