Tasarruf hakkını kendinde zanneden insan gafletin isimsiz bir çocuğudur. Bilseydi ki tek bir yaprak kıpırdamaz, zerreler seyran etmezdi O istemedikçe. Tevekkülden uzak tefekküre yabancı bir halde teslimiyeti arka saflarda tuttuğu için en küçük bir menfi durumda isyanın bayraklarını yorgan yaptı üstüne. Netice, hüsran... Kurtuluş reçetesi ise İman. Önce Allah'a sonra ahirete. İmandır insanı emniyetli kılan. Hem dünyada hem de ahirette...
'İman, insanı insan eder. Belki insanı sultan eder. Öyle ise, insanın vazife-i asliyesi, iman ve duadır. Küfür, insanı gayet âciz bir canavar hayvan eder.'(1)
Allah, insanı kulluk ve ibadet etmek için dünyaya göndermiştir. Bu yüzden insanın fıtrat ve mahiyetini de ibadet ve kulluğa göre donatmıştır. Yoksa hayvan gibi yutmak ve çabalamak için insanı dünyaya göndermiş değildir. İnsan iman ve ibadeti terk edip, hayvan gibi, dünyanın adi ve süfli zevk ve lezzetlerin peşine takılır ise; mahlukatın en alçağı, en rezili olur. Yok iman ve kulluğa riayet ederse, o zaman mahlukatın en üstünü ve en şereflisi konumuna çıkar. Zira insanı, Allah bu kıvamda yaratmıştır.
İnsanın önünde iki seçenek var, ya kul olup kainata sultan olur, ya da iman ve ibadeti terk edip mahlukatın en aşağı ve en rezili olur.
İnsanın bu dünyaya zevk ve lezzet peşinde koşmak için gönderilmediğine en güzel şahit; insan ile hayvan arasındaki farktır. İnsanın donanımına ve mahiyetine bakıldığında, dünyanın zevk ve lezzetlerine hapis olarak tasarlanmadığı anlaşılır. Ama hayvanın tasarımı, sadece dünyaya bakıyor. Hayvanda akıl olmadığı için, geçmiş ve gelecek onun nazarında yoktur, ama insanda akıl, hem geçmiş ile hem de gelecek ile ilişkilidir. Bu yüzden insan Allah’ı inkar edip, tamamen zevk ve lezzete odaklansa, ölüm ve zeval ona huzur vermez, onu taciz eder. Ama hayvanda taciz edecek bir akıl olmadığı için tam lezzet alır.
İşte insanın hakiki lezzeti alıp, hayvandan daha yüksek bir makama çıkması, ancak iman ve ibadet ile mümkündür. O zaman ölüm ve zeval, insana ızdırap veren bir hiçlik ve yokluk değil, ebedi saadetin bir başlangıcı, bir girizgahı hükmüne gelir. Şu insan, iman sayesinde lezzetlerin ve makamların en üstüne çıkar. İman, insan üzerinde baskı kuran bütün hadisatın tazyikatını kaldırır. İman, her şeyin içyüzünü ve hakikatini izah ve beyan ettiği için, insan karanlık ve sıkıntılardan da kurtulmuş olur.
“İnsanlardan öyleleri de var ki, Allâh’ın rızâsını kazanmak için kendini ve malını fedâ eder. Allâh da kullarına karşı şefkatlidir.” (Bakara, 207)
Rasûlullah (sav) buyurdular:
“Allah’ı rab, İslâm’ı din, Muhammed’i peygamber olarak benimseyip onlardan râzı olan kimse imanın tadını tatmıştır” (Müslim, İmân 56)
İslâm düşmanları, Hz. Suheyb (ra) ’ı da bayıltıncaya kadar döverlerdi. Bu işkenceler hicrete kadar devâm etti. Nihâyet Suheyb (ra) , Peygamber Efendimiz’den sonra Medîne’ye hicret etmek maksadıyla yola çıktı. Mekkelilerden bâzıları arkasından yetişerek:
“–Sen buraya fakir ve zayıf bir kimse olarak geldin. Aramızda bol servete kavuştun! Sonunda kendinle birlikte servetini de alıp gitmek istiyorsun ha! Vallâhi buna müsâade etmeyiz! ” dediler.
Suheyb hemen hayvanından yere indi. Sadağındaki okları çıkardı ve:
“–Ey Kureyş cemaati! İyi bilirsiniz ki, ben sizin en iyi ok atanlarınızdan biriyim. Vallâhi yanımda bulunan okların hepsini üzerinize atar, bitince de kılıcımı çekerim. Bunlardan birisi elimde bulundukça bana yaklaşamazsınız. Ancak onlar elimden çıktıktan sonra bana istediğinizi yapabilirsiniz. Şimdi, servetimin yerini haber verip onu size terk edersem yolumu açar, beni serbest bırakır mısınız? ” dedi.
Müşrikler, teklifi kabûl ettiler. Bunun üzerine Suheyb (ra) , servetinin yerini onlara bildirerek yoluna devâm etti. Rebîülevvel ayının ortalarında Kubâ’ya varıp Rasûlullâh’a kavuştu.
Allâh Rasûlü (sav) onu görünce tebessüm etti ve onun îmânı uğruna bütün servetini fedâ etmesini îmâ ederek:
“Suheyb kazandı! Suheyb kazandı! Ey Ebû Yahyâ! Satış kârlı oldu! Satış kârlı oldu! ” buyurdu. (İbn-i Sa’d, III, 226-230; Hâkim, el-Müstedrek ale’s-Sahîhayn, Beyrut 1990, III, 450, 452)
İman öyle bir kudreddir ki,onun gücüne vakıf olmak neredeyse hiç mümkün değildir...Bizler iman denince hep bir dine iman edip mensubu olmak ve diğer dinleri dışlamak olduğunu anlarız...Oysa imanın özü şudur ki,iman gerçek ise,her din kalıbına girmesiyle kendini gösterir ve hak olanda karar kılar...Yani gerçek bir iman sahibi,diyelim ki yahudilerin kitabını okuyacak olsa o kitabı tıpkı bir yahudi gibi okumalıdır...Yine hıristiyanların kitabını okuyacak olsa o kitabı bir hıristiyan gibi okumalıdır...Ve iman özgür bırakılarak evrimini tamamlaması için izin verilmelidir...Ve son olarak bu gerçek iman sahibi islamın hiç kuşku götürmez hak olan kutsal kitabını okuyup imanı kamil olmalıdır...Aslında hiçbir din haksız yere ortaya çıkmamış gereklilikleri yüzünden tezahür etmiştir...Yine hakikatte iman kendi başına bir mucizedir ve bilinen bilinmeyen her türlü dinlerin kapılarını mucizevi bir şekilde açan mükemmel anahtardır...Nasıl ki,her ilmin birinci şartı o ilme inanmak olduğu gibi tüm inanılması gereken dinlerin ve kutsal kitaplerında birinci şartıdır...Ama hiç kimse düşünmez ki,zaten iman ettikten sonra insanın kalbi tüm dinlere açıktır...İşte bu yüzden gerçek olan iman asla hurafelere ve batıl düşüncelere iman etmez...Doğrusu tüm hurafeler ve batıl düşünceler şeytanın gücünün alameti farikası olan illüzyonlardır...Ve onun becerisi ile bu hurafe ve batıl düşünceler bize süslü ve güzel görünür...Aldatılmamızın sebebi bu tür illüzyonlardır vesselam...Şunuda bildirmek gerekirki bunu ancak ehli olanlar bilir,bazı hikmetler ve hakikatlerde vardır sonra anlaşılan ama yinede gerçek iman ehli kendisine verilen furkan (ölçüt) sayesinde neye inanacağını iyi bilir...En dorusunu Allah bilir.Bizler yalnızca onun öğrettiklerini biliriz...Baki gerçekler demine hu dost Allah Eyvallah...
Ey güzel dostum gel seninle bir anlaşma yapalım... Ben senin anlattıklarını can kulağıyla dinleyip her anlattığına harfiyen iman edeyim, sende benim anlattıklarımı can kulağıyla dinleyip her anlattığıma harfiyen iman et...
Hakikat yoluna ilimle girilir, imanla yürünür. İlim yolla ilgilidir, iman hedefle. Nihayetinde bu yolculuk imansızlıkla biter. Çünkü hedefe varanın gördüğü şeye iman etmesi düşünülemez. Artık görmüş ve şahit olmuştur!
İman, kalpler ilgili bir durumdur. Bunun için müslüman olan biri Allah’ın varlığına, birliğine ondan başka ilâh olmadığına inanır. İman eden bir kimse, yaratılmış herşeyde her nereye her neye bakarsa, Allah'ın sıfatlarının tecelli edişini görür an be an buna şahit olur.
bağlılık, itehat, umut, düşünce kilidi, yaşamı çekilebilir kılan imandır, her zaman işeyarar dogal felaketlerde, soykırımlarda, cocuğunuz olmasa! olsada ölsebile sadece iman yardımcı oluyor.
İmanın dînî terim olarak tanımı; Allah’ın varlığına, birliğine ondan başka ilâh olmadığına ve Hz. Muhammet (sav) in Onun kulu ve elçisi olduğuna yürekten inanmak (tasdik) ve dil ile söylemektir (ikrar) .
Kimde oldugu bilinmezdi eskiden... Eskiden dersem, cok eski degil. On - onbes sene oncesi yani... Simdilerde ise, iman sahipleri (!) kendilerindeki imani nasil gostereceklerini sasirir oldu...
İmanın Sebep ve Sonuçları (İmanla İlgili Sünnetullah)
İmanı Bozan Haller
Bâtıla İman
“O müttakîler (takvâ sahipleri) ki, gayba iman ederler, namaz kılarlar, kendilerine verdiğimiz rızıklardan infak ederler.” (2/Bakara, 3)
İman; Anlam ve Mâhiyeti
İman, emn kökünden bir mastardır. Sözlük anlamı, birini sözünde tasdik etmek, onaylamak, kabullenmek itimat etmek, gönülden benimsemek, güvenmek/güvenilmek anlamlarına gelir. Türkçedeki inanmak kelimesi bunu aşağı yukarı karşılar.
Kavram olarak, Rasûlüllah'ı Allah'ın katından getirmiş olduğu bilinen haber ve hükümlerin tümünde, kat'i olarak tasdik etmek, bunu diliyle ikrar edip, tatbik etmeye çalışmaktır. İman, küfrün zıddıdır. Alemlerin Rabbı olan Allah'ı tanımak ve O'na yönelmektir. İman: Allah'ın gönderdiği peygamberleri tasdik etmek, getirdikleri vahyi benimsemektir. Allah'ın buyruklarını yerine getirerek, O'nun güven çemberine girmektir. Âyetleri kabul edip, bağlanmak ve yaşamaktır.
İman'ın filolojik açıdan iki anlamı vardır: Başkalarına güven vermek, güven içinde olmak. İman sahibi kişi, yani mü'min, hem inandığı gücün sağladığı güvenin içinde emin olan; hem de kendisi başkalarına güven veren demektir.
Kur’an’da İman
İman kelimesi, türevleriyle birlikte Kur'an-ı Kerim'de 873 yerde geçmektedir. Kur’an’ın onda birinden fazlasının imanla direkt ilgili ifâdeler olması, konunun önemini göstermek için yeterlidir.
Kur'an, peygamberlerin emin (güvenilen) kişiler olduğunu ifâde ediyor (7/A'râf, 68; 26/Şuarâ, 107...) . Aynı zamanda, peygamberlere vahyi ulaştıran gök habercisi Cebrail'in de emin olduğunu belirtiyor (26/Şuarâ, 193) . Yine Kur'an, insanın büyük sorumluluğundan bahsederken onu emaneti yüklenen varlık olarak tanıtıyor. Emanet de imanla aynı kökten gelen ve güvene tevdi edilmiş şey anlamı taşıyan bir kelimedir. (Bkz. 33/Ahzâb, 72) İman sahibine mü'min denir ki, bir anlamı da emanet taşıyan kişi demektir.
Mü'min, hem Allah'ın, hem de insanın sıfatıdır. Esmaü'l-Hüsnadan biri, El-Mü'min'dir. Allah'ın mü'minliği, güven verici, güven kaynağı olmayı; insanın mü'minliği de El-Mü'min'e (Allah'a) güvenmeyi ifâde eder. İman, bu karşılıklı güvenin işleyişidir. Allah'a güven tam olmadan iman olmaz. Allah'a güvenin tam olması için, O'nu herşeyden fazla sevmemiz, O'nun emir ve hükümlerini de herşeye tercih etmemiz gerekir. 'İman edenlerin Allah'a olan sevgileri çok fazladır.' (2/Bakara, 165)
İmanın gündeme geldiği Bakara sûresinin ilk âyetlerinde müttakîlerin vasıfları açıklanırken, yapılması gerekenler de açıklanmış oluyor. Bu açıklama, aynı zamanda nelere iman edilmesi gerektiğini de topluca içermektedir. Kurtulmak isteyen, gayb diye ifâde edilen çıplak gözle göremediği, kendini aşan konulara kesin iman edecek, salât şeklinde anılan amellerden ilkiyle bazı görevleri yerine getirmeye başlayacaktır. İnfak şeklinde ifâde olunan inandığı ve bağlandığı bir dine hizmet için çaba ve gayretlerin ilkiyle bu esasları başkalarına da götürecektir.
Bunlara ilk ve yalnız kendisinin inanmadığını, devam edegelen kadim bir mücâdelenin izleyicisi olduğunu hatırlaması için kendinden öncekilerle de irtibatını kuracak, son olarak inzal olunan bu Kitab'a, kitabın indiği şahsa (Hz. Muhammed (s.a.s.) ve önceden inzal olan kitaplara ve peygamberlere iman edecektir. Bütün bu inanç, amel ve gayretleri hayâtın ikinci ve ebedi bölümü olan ahiret için yapacak, onun varlığına sanki görüyormuşçasına inanacaktır. Eğer böyle yaparsa hayâtın dünyadaki bölümünün imtihanını başaracak, kurtulmuş olacaktır (2/Bakara, 1-5) .
Bakara sûresinin ilk beş âyetinde özetlenen İslâm'ın temel binâsı ve üçüncü âyetinde 'gaybe iman' şeklinde çatısı çatılan inanç temelleri, sûrenin son âyeti olan 286. âyette de perçinlenir: 'O Rasûl, kendisine Rabbinden indirilene (Kur'an'a) iman etti. Mü'minler de Allah'a, Onun meleklerine, kitaplarına ve bütün peygamberlerine inandı. Rasûllerden hiç birini diğerinden ayırmayız, dinledik, itaat ettik. Ey Rabbimiz mağfiret isteriz, dönüş ancak sanadır, derler.' 'Gaybe iman' olarak tavsif edilen bu inanç temelleri Kur'an'ın değişik yerlerinde topluca
veya tek tek, veya ikisi üçü birlikte zikredilmiştir.
'Elinizdekini tasdik etmek üzere indirdiğim Kur'an'a iman edin.' (2/Bakara, 41) 'Allah'a ve Peygamberine iman edin. Eğer iman eder ve takvâlı olursanız en büyük mükâfaat sizindir.' (3/Âl-i İmran, 179) 'Ey iman edenler, Allah'a, Peygamberi'ine, Peygamberi'ne indirdiği Kitaba ve daha önce indirdiği kitaba iman edin. Kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr ederse, son derece büyük bir sapıklığa düşmüş olur.' (4/Nisâ, 136) “Benim kalbim temiz, kimseye kötülük düşünmem, herkesin iyiliğini isterim” diyerek kendini kandıranlara gerçek iyiliğin ne olduğunu Kur’an şöyle açıklar: 'Gerçek iyilik, yüzünüzü doğuya veya batıya döndürmeniz değil; Allah'a, ahirete, meleklere, kitaplara ve Rasûllere iman etmenizdir...' (2/Bakara, 177)
İman, insanı kopmaz, çürümez bir bağa kavuşturur ve boşluklara yuvarlanmasını önler. (Bkz. 2/Bakara, 256) . İmandan yoksun kalanları Kur'an, hayvanların en şerlisi olarak anmaktadır. (Bkz. 8/Enfâl, 55) Fakat, ne yazık ki, insanlığın çoğunluğu bu imandan uzak bulunmuştur, bulunacaktır. (Bkz. 11/Hûd, 17; 13/Ra'd, 1, 31; 10/Yûnus, 99; 12/Yûsuf, 16, 103) 40/Mü'min, Allah'ın yardımcısı, Allah'ın dostu, velisi olarak nitelendirilmiştir. (Bkz. 47/Muhammed, 7-11; 61/Saff, 14; 3/Âl-i İmran, 68) .
İmanın Artması eksilmesi
İmanı, kalbin ve benliğin onayladığı ve bağlandığı bir durum olarak kabul ettiğimizde, bu bağlılık ve onayın güçlenmesi ve zayıflaması yönünde bir artış ve eksilmesi elbette mümkündür. Münafık karakterli kimselerde imanın azaldığı ve küfre yaklaştığı görülür. Gerçek mü'minlerde ise imanın artışı ve bağlılığın güçlenmesi, olgunlaşması göze çarpar. Kur'an'da bunu açıkça görebiliriz: 'Bir sûre indirildiği zaman, münafıklar arasında 'bu sûre, hanginizin imanını artırdı? ' diyenler vardır. İşte o sûre iman edenlerin imanını artırmıştır ve bunu birbirlerine müjdelerler.' (9/Tevbe, 124) 'Onlara bazı kimseler, 'insanlar size karşı birleştiler, onlardan korkun.' demişlerdi de bu, onların imanını artırmış ve 'Allah bize yeter, O, ne güzel vekildir.' demişlerdi.' (3/Âl-i İmran, 173) “Ve bu, onların ancak imanlarını ve teslimiyetlerini artırdı.” (33/Ahzâb, 22) “Mü’minler o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman yürekleri ürperir, kendilerine Allah’ın âyetleri okunduğu zaman bu, imanlarını artırır.” (8/Enfâl, 2) “Kitap verilmiş olanlar iyice inansın, iman edenlerin imanını artırsın.” (74/Müddessir, 31) “Allah onların hidâyetini artırmış ve onlara takvâlarını vermiştir.” (47/Muhammed, 17) 'Allah, onları küfürleri dolayısıyla lanetlemiştir. Bu sebeple çok az inanırlar.' (4/Nisâ, 46) 'İmanlarını bir kat daha arttırsınlar diye mü'minlerin kalplerine sekînet (güven) indiren O'dur.' (48/Fetih, 4) .
İman, muhtevâ (içerik) yönünden ise, yani iman edilmesi gereken hususlara parça parça, peyderpey inanma gibi bir artış veya bunda bir azalma kabul etmez. Çünkü doğru iman, ancak tam teslimiyet ve bütünüyle kabul etmekle geçerli olur. Kısmî iman, kısmî küfür demektir. Bir kısmını inkâr da tamamını inkâr gibidir. İman edilmesi gereken unsurlar birbirine bağlı bir bütündür. Dolayısıyla ya tam iman, ya da küfür var demektir. Küfrün az veya çok olması küfür olmasını değiştirmez. 'Siz Kitab'ın bir kısmına inanıp bir kısmını küfr (inkâr) mü ediyorsunuz? Sizden böyle yapanın cezası, dünya hayâtında zillet, kıyamet gününde azabın en şiddetlisine uğratılmaktır.' (2/Bakara, 85) . Hoşuna giden şeylere iman eden, hoşlanmadığı ve zor gelen şeyleri inkâr eden, ancak arzularını ilâh edinen menfaatperest kimsedir. Bir bardak temiz suya bir damla zehir katılmış olsa, o su, faydalı olmaktan çıkar, tehlike sebebi olur.
İmanın Gerektirdikleri
İman, insana dünyada çok büyük onur ve âhirette ebedî mutluluk sağlar. Cennet bedava değildir. Kur'an, imanın bir imtihan, ıstırap ve çile işi olduğuna dikkat çeker. 'İnsanlar, sandılar mı ki, 'iman ettik' demeleriyle bırakılacak, inceden inceye imtihan ve ıstıraba çekilmeyecekler. Yemin olsun, biz onlardan öncekileri de inceden inceye deneylerden geçirmişizdir.' (29/Ankebut, 2) 'Andolsun ki, sizi biraz korku ve açlık; mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azaltma (fakirlik) ile imtihan eder, deneriz. Sabredenleri müjdele' (2/Bakara, 155) '(Ey mü'minler!) Yoksa siz, sizden önce gelip geçenlerin başına gelenler size de gelmeden cennete gireceğinizi mi sanıyorsunuz? Yoksulluk ve sıkıntı onlara öylesine dokunmuş ve öyle sarsılmışlardı ki, nihâyet Peygamber ve beraberindeki mü'minler: 'Allah'ın yardımı ne zaman? ! ' dediler. Biliniz ki, Allah'ın yardımı yakındır.' (2/Bakara, 214)
Kâmil iman sahibi mükemmel mü'minin bir özelliği de, kınayanların kınamasından korkmamaktır ki, Kur'an, bunu şöyle ifâde eder: 'Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah, sevdiği ve kendisini seven, mü'minlere karşı alçak gönüllü (şefkatli) , kâfirlere karşı onurlu ve zorlu bir toplum getirecektir. (Bunlar) Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar (hiçbir kimsenin kınamasına aldırmazlar) . Bu, Allah'ın, dilediğine verdiği lütufdur. Allah'ın lütfu ve ilmi çok geniştir.' (5/Mâide, 54) 'Bir kısım insanlar, mü'minlere: 'düşmanlarınız olan insanlar, size karşı asker topladılar; aman sakının onlardan! ' dediklerinde bu, onların imanlarını bir kat daha arttırdı ve 'hasbüna’llahu ve ni'me'l- vekîl', yani, 'Allah bize yeter. O ne güzel vekildir! ' dediler. Bunun üzerine, kendilerine hiçbir fenalık dokunmadan, Allah'ın nimet ve keremiyle geri geldiler. Böylece Allah'ın rızâsına uymuş oldular. Allah, büyük kerem sahibidir. İşte o şeytan, ancak kendi dostlarını korkutur. Şu halde, eğer iman etmiş kimselerseniz onlardan korkmayın, Benden korkun.' (3/Âl-i İmran, 173-175) .
Gerçek mü'minlerin bir özelliği de birbirlerine sürekli hakkı ve sabrı tavsiye etmeleridir. (Bkz. 103/Asr sûresi) Mü'minlerin gönül dostları, yalnız kendilerinden olanlar, yani mü'minler olacaktır. (Bkz. 3/Âl-i İmran, 28) Mü'min erkekler ve mü'mine hanımlar da birbirlerinin dostu ve kardeşidirler. Dostluk ve kardeşlikte cinsiyet ayırımı yapılmayacaktır. (Bkz. 9/Tevbe, 71) Mü'minler, birbirlerinin ancak kardeşleridir. (Bkz. 49/Hucurât, 10) .
İmanda ortak olmayan, mü'min olmayan akraba, yakınlığı ne olursa olsun (ana-baba da dahil) gönül dostu olma, kardeş olma hakkını kaybeder. Onlara karşı hukukî sorumluluklar yerine getirilir ama, gönül dostu olarak benimsenemezler. (Bkz. 9/Tevbe, 20; 58/Mücâdele, 22) Kur'an, böylece kan ve et bağlarından arı, şuur beraberliğine dayalı bir akrabalık getirmektedir. Bu bir gönüldaşlık, iman kardeşliğidir. İman bağı, kan bağından daha üstündür, daha önemlidir.
Hayâtın anlamı ve insanın mahlukat içerisinde taşıdığı bir imtiyaz olan imanı bir ağaca benzetirsek, bu ağacın kökü kalpte, gövdesi akılda ve dalları organlardadır. Bu ağacın meyvesi ise amellerdir. Ağacı kökü, gövdesi, dalları ya da meyvesi olmadan tanımlamaya kalkanlar, onu eksik ve yanlış tanımlamak zorunda kalacaklardır. Dalları kurumuş, meyve vermeyen ağaç, odun parçasından başka bir şey değildir ve yanmaya lâyıktır.
İman, aslında insanın şerefinin en büyük delilidir. İnsanın fizikötesi boyutunun fizikî boyutundan çok daha yüce ve anlamlı olduğunu, onun iman edebilirliğiyle açıklayabiliriz. İman, insanı fiziğin dar ve statik sınırlarından kurtarıp onu kendi dışındaki âlemlerle bütünleştiren muharrik güçtür; enerjidir, aksiyon ve eylemdir. İman gibi muazzam bir imkânı kullanmayan insan, bedeninin daracık kabuğuna sıkışıp kalmış, meleklerle ve diğer aşkın varlıklarla yarıştığı bir kulvarı terkederek kendisini, hayvanlarla paylaştığı fiziğin dünyasına mahkûm etmiş demektir.
Akıl, imanın aracıdır. Eğer bu araç gayesine ulaşamamışsa akıl sahibi olmak, insan için bir meziyet olmaktan çıkar, bilakis en vahşi hayvanların dahi başaramayacağı bir vahşete kılavuzluk yapabilir. Bu durumda insan, hemcinsleri için diğer tüm yaratıklardan daha tehlikeli olabilir. İmana araç olsun diye verilen akıl, kimi zaman haddini aşarak imanın koltuğuna oturur ve kendisi “amaç” olur. Aklın putlaştırılması, ilahlaştırılması, işte bu durumun bir sonucudur. Aklın imana “yoldaş” değil de; “rakip” olarak çıkartıldığı bir yerde dengeler bozulmuştur. Çünkü akıl imansız, ya da iman akılsız kalmıştır.
İman şereftir. Bugün müslümanın en önemli sorunlarından biri, kimlik bunalımıdır. Bunun farklı tezahürleri olan kişilik erozyonu, şahsiyetsizlik, zillet ve meskenettir. Müslümanın kimlik bunalımı imanını iktidar edemeyişinden, müslüman oluşuyla iftihar edemeyişinden, daha doğrusu iftihar edebilecek bir imana sahip olamayışındandır. Bu durum, kâfirleri sevmeyi ve onlara gıpta etmeyi getirecektir.
Tabii olay, sadece kâfiri sevmek sınırında kalmayacak; onun küfrüne lâkayıtlıkla başlayan süreç küfre rıza ve küfre gıpta etmenin ardından, küfre sevgi ve hayranlığa kadar varacaktır. Küfre rızâ küfürdür, bu kesin! Ya küfre hayran olmak nedir? Evet, bu bir akîde sorunudur ve çözümü de imanla ilgilidir. İmanla, yani bilgi, tasdik, ikrar ve amelin toplamı olan imanla. Ve elbette İslâm’ı olan imanla...
İman ve İslâm
“Taşralılar (bedeviler) ‘iman ettik’ dediler. De ki: ‘Siz iman etmediniz, fakat ‘İslâm olduk’ deyiniz. Çünkü daha iman kalplerinize girmedi.” (49/Hucurât, 14) . Âyetten de açıkça anlaşılacağı üzere iman ve İslâm birbirini tamamlayan, lâkin birbirinden farklı anlamlara sahip kavramlar olarak kullanılmaktadır. Âyetteki “İslâm olduk” ifâdesi, “müslüman olduk” demektir ve imandan farklı olarak değerlendirilmiştir. Bunu, Buhari ve Müslim dahil birçoklarının naklettiği şu haber pekiştirmektedir: “Sa’d b. Ebi Vakkas’tan: ‘Allah Rasûlü bir topluluğa ganimet paylaştırıyordu. Onlardan bir adama vermemesi beni şaşırttı. Kalktım ve dedim ki ‘Falan adama niçin ganimetten pay vermediniz? Vallahi ben onu mü’min olarak görüyorum.’ Allah Rasûlü şöyle cevapladı: “Hayır, belki müslim! ” Sa’d üç kez aynı sözü söyledi ve üçünde de Nebî’den aynı cevabı aldı. En sonunda Allah Rasûlü buyurdu ki: “Ey Sa’d, kuşkusuz ben bir adama, ondan daha çok sevdiklerin dururken, yardım edebilirim. Bu onun yüzüstü ateşe atılmasından daha hayırlıdır.” (Buhârî, İman 27) . Hadisin devamında Zühri’nin bir açıklaması var: “Biz görüyoruz ki İslâm kelime-i tevhid; iman ise ameldir.”
İman ve İslâm ayrımı, bir başka âyette de yapılır: “Müslüman erkekler ve müslüman kadınlar, mü’min erkekler ve mü’min kadınlar...” (33/Ahzâb, 35) . Allah Rasûlü, iman ve İslâm’ı şöyle açıklamışlardır: “İslâm, dışta ve görünürde; iman, içte ve kalpte olandır.” (Ahmed bin Hanbel, Müsned) Bu hadiste de iman ve İslâm bir şeyin iki yüzü gibi birbirinden ayrılmayan, lakin birbirinin aynı da olmayan bir olgu olarak tanımlanmaktadır. İmanla İslâm’ın birbirinden ayrı ve bağımsız olmadığının en güzel delili, sonradan “İslâm’ın şartı beştir” gibi yanlış bir zihniyetle sayıların sultasına kurban edilen şu hadistir: “İslâm beş şey üzerine binâ edildi: Allah’tan başka ilah olmadığına, Muhammed’in de Allah’ın Rasûlü olduğuna şehadet etmek, namazı kılmak, zekatı vermek, hac ve Ramazan orucu.” (Buhârî, İman 8) . Bu meşhur hadiste beş madde var. Bunlardan dördü organlarla ilgili eylem: Namaz, zekat, hac ve oruç. Bunlar ameli ilgilendiren maddeler. Geriye bir madde kalıyor ki, o da kelime-i şehadette ifâdesini bulan Allah’ın tekliğini ve Hz. Muhammed’in O’nun Rasûlü olduğunu ikrar. Diğer dört madde, bu birinci maddeye bağlı. Şehadet olmadan ne namaz ve zekat, ne hac ve oruç olur. Yalnız bu beş madde arasında temel bir benzerlik var. O da bunların tümünün zahirde olup biten şeyler olması. Hadisteki birinci madde insanı yanıltmamalı. Orada “iman etmek” değil; “şehadet etmek” şart koşulmaktadır. Şehadet etmek ise, sözle yapılan zahirî bir eylemdir, yani ameldir; dilin ameli.
O halde İslâm bütünüyle imanın dış bükeyidir ve amele taalluk eden boyutudur. İslâm, teslim olmak, müslümanlardan sayılmak, şer’î hukuka tâbi olmak, müslümanların sahip olduğu haklara sahip olmak demektir. İslâm, imanın aynısı da değildir. Öyle olsaydı, Cebrail, Allah’ın Rasûlü’ne bir “İman nedir? ” bir de “İslâm nedir? ” diye ayrı ayrı sormazdı ve Nebî de ayrı ayrı cevaplar vermezdi. Hem sorular, hem de cevaplar farklı ise, imanla İslâm’ın birbirinin aynı olmadığına bundan daha güzel delil olur mu? İman sorulduğunda “Allah’a, meleklere, kitaplara,
rasüllere, ahirete ve kadere iman etmek” (Buhârî, İman 47; Müslim I/ 161-162) olarak tarif eden Allah Rasûlü, kendisine İslâm sorulduğunda şehâdet kelimesi, namaz, zekat, oruç ve haccı zikretmiştir. (Buhârî, İman 47; Müslim, I/ 161)
İmanı, iç güvenlik olarak tanımlarsak; İslâm da dış güvenliktir. Bu nedenle Allah Rasûlü toplumsal güvenin sağlanmasında ferde düşeni “iman”la değil; “İslâm”la tanımlamış ve buyurmuştur ki: “Müslüman, müslümanların elinden ve dilinden emin olduğu kimsedir.” (Buhârî, İman 10) Bu uyarı da gösteriyor ki “İslâm”, mü’min bireyin müslüman toplumla ilişkilerini belirleyen kavramlar dizgesinin başında gelmektedir. Yani “müslüman kimdir? ” sorusuna bu nasslardan yola çıkarak şu cevabı verebiliriz: İslâm’a sarılıp kurtuluşa (selâmet) eren, insanların da elinden ve dilinden selâmette olduğu; varlığı, bireysel ve toplumsal barışın (selâm) garantisi ve bu garantiyi, karşılaştığı her insana selâm vererek peşinen taahhüd eden insandır. İşte bu hadis, mü’min bireyin sözkonusu barış garantisinin taahhüdüdür. Onun için selâm vermek “en hayırlı İslâm” olarak tanımlanmıştır: “Bir adam Nebî’ye sordu: ‘Hangi İslâm daha hayırlıdır? ’ Buyurdu ki: “Açları doyurursun, ister tanı ister tanıma selâm (barış ve güven taahhüdü) verirsin, işte en güzel İslâm budur.” İslâm’ın en güzel sembollerinden biri olan selâmın günümüzde içi boşaltılmış ve öz manasından soyutlanmış bir şekilde geleneksel bir dil alışkanlığı olarak verilmesi, ruhundan soyutlanan diğer imanî ve İslâmî şiarların âkıbetine onun da uğradığının bir görüntüsüdür. Oysa ki selâm, mü’minin mü’mine verdiği barış ve güven parolasıdır. Bu parolayı veren de alan da birbirleri için mü’min (güvenilir) kimselerdir. Birbirlerine karşı güven ve barışı taahhüd etmişlerdir. Bu nedenledir ki “selâm”, aynı kökten geldiği “İslâm”ın bir tezahürü olarak ortaya çıkar. İslâm’sa, imanın bir tezahürüdür.
Din, hem imanın hem İslâm’ın ortak adıdır. İmansız İslâm mümkündür, lâkin makbul değildir. 49/Hucurât sûresinin 14. âyet-i kerimesi de bunun delilidir. Bugün de iman etmediği, Allah’ın ahkâmını içine sindiremediği halde, kendilerini “müslüman” olarak tanımlayan insanlar bu kategoriye girerler. İman etmeden “İslâm olmak” kendi içerisinde iki kısımda mütalaa edilir:
1- İmana ulaşmadan müslüman olanlar: Bunun örneği 49/Hucurât, 14’deki bedevilerdir. Onlar, bazılarının iddia ettiği gibi bilinen manada münafık değildiler. Onlar, çeşitli sosyal ve siyasal nedenler yüzünden imana ermeden İslâm’ın siyasal hâkimiyetine teslim olmuş insanlardı. Bu nedenle sözkonusu âyette Allah, onların iman olarak niteledikleri şeyin gerçek adının “İslâm” olduğunu izah etmiş, iman etmeleri gerektiğini, ancak o zaman mü’min olabileceklerini, şimdiki durumda “müslim” olduklarını duyurmuş ve ardından şu garantiyi vermiştir: “Eğer Allah’a ve Rasûlü’ne itaat ederseniz, O yaptıklarınızdan hiçbir şeyi eksiltmez. Allah çok bağışlayandır, çok esirgeyendir.” (49/Hucurât, 14)
2- İmana ulaştıktan sonra onu reddedip müslüman görünenler: Bu da iman etmeden müslüman olmak olarak adlandırılabilir. Ne ki, birincisiyle bu ikinci arasında derin bir fark vardır. Birinciler imandan habersizken; ikinciler haberlidir. Birinciler bilinçsizken; ikinciler bilinçlidir. Çünkü bedeviler gerçekten teslim olmuşlar ve bunu da “iman” zannetmişlerdir. Bu ikinci kesime giren müslüman tipi olan münafıklarsa, ya imana girip onun gereğini yerine getirmedikleri için (Uhud’un ve Tebük’ün ortaya çıkarttığı münafıklar gibi) münafık olmuşlar; ya da bilinçli bir biçimde küfrü tercih ettikleri halde dıştan müslüman görünmeyi menfaatleri
açısından daha yararlı buldukları için müslüman olmuşlardır. Şu âyet, bu tür münafıklığı iyi açıklamaktadır: “Onlar ki iman ettiler, sonra inkâr ettiler; daha sonra inandılar yine inkâr ettiler, sonra inkârları arttı.” (4/Nisâ, 137)
Din, iman ve İslâm’ın her ikisinin ortak adıdır. Çünkü iman tasdik, İslâm ameldir. İman, kalbin ameli; İslâm, bedenin imanıdır. İman, muharrik kuvvet; İslâm, bu kuvvetin harekete dönüşmesidir. Bu nedenle İslâm, “şeriat”le eşleştirilir ve “İslâm şeriatı” olarak kullanılır; “İman şeriatı” biçiminde değil. İman ise “hakikat” ile eşleştirilir ve “imanın hakikatı” denilir; “İslâm’ın hakikatı” değil. İslâm’sız imanın hükmü ne ise; şeriatsız hakikatın hükmü de odur. Hakikatsız şeriat, kuru bir kabuk ve şekilcilik; şeriatsız hakikat, gizemcilik ve sapıklıktır. Hakikat, varlığını imandan; şeriat, meşruiyetini İslâm’dan alırsa makbul olur.
İmanla İslâm arasındaki ilgi, imanla amel arasındaki ilginin aynısıdır. Halkın dilinde “İslâm’ın şartı” olarak bilinen beş rükûn, ameli ilgilendiren (şehadet, dilin amelidir) maddelerdir.
Bütün bunlardan ortaya çıkan sonuç şudur: Şuurun dört mertebesinden iç bükey ve bâtınî olan marifet ve tasdik ile iman ortaya çıkmakta; dış bükey ve hâricî boyutu olan ikrar ve amel ile de İslâm ortaya çıkmaktadır. Özetin de özeti; İmanla ameli ayırmak, imanla İslâm’ı ayırmak
demektir ki, bu durumda ortada ne iman kalır, ne İslâm! Pezdevî der ki: “Ehl-i Sünnet icma etti: İman, İslâm’dan; İslâm da imandan ayrılamaz. Bununla birlikte iman ve İslâm mana olarak ayrıdırlar. Zira iman tasdiktir. İslâm ise ikrar, inkıyad, itaat, boyun eğme ve teslimiyettir. Mü’min, Allah’ı ve Rasûlü’nü tasdik eden; Müslim, Allah’a ve Rasûlü’ne itaat edendir.” (Pezdevî, Ehl-i Sünnet Akaidi, Kayıhan Y. s. 221) (1)
Kuru bir 'iman ettim' sözü elbette yeterli değildir. İmanın gerçeği de bu değildir. Söz, kalbin tasdiki ve beynin kabulü ile bağlılığın ifâdesi olmalıdır. Bu da yaşamayı gerekli kılar. İman sözünün verildiği anda, kişi 'ben, Allah'tan başka ilah olmadığına şahit olarak, bütün benliğimle Allah'a bağlanıyorum. O'nun otoritesine giriyorum.' demiş olur. Sonra da O'nun otoritesini hiçe sayıp, heva ve hevesleri doğrultusunda hayâtını sürdürürse, bu kişi imanı anlamamış ve benimsememiş demektir. Aslında onun imanı, kendi arzularının otorite olarak kabulü yönündedir. Çünkü o Allah'ın isteklerini değil; kendi isteklerini kayıtsız şartsız yerine getiriyor. Kim, kimin isteklerini kayıtsız şartsız yerine getirirse, o, onun kuludur. İmanı, yani bağlılığı onadır.
İman, itaat ve teslimiyet ile birlikte varlığını korur. 'İnsanlardan öyle kimseler vardır ki: 'Allah'a ve ahiret gününe iman ettik' derler; halbuki onlar, mü'min değillerdir.' (Bakara, 8) 'Allah'a ve Peygamber'e iman ve itaat ettik derler. Sonra da onlardan bir grup, bunun ardından yüzçevirir, bunlar mü'min değillerdir.' (24/Nur, 47) 'Ey iman edenler, Allah'a ve Peygamberi'ne itaat ediniz. İşitip dururken, itaatten yüz çevirmeyin. İşitmedikleri halde 'işittik' diyenler gibi olmayın. Zira Allah katında hayvanların en şerlisi, akıl etmeyen sağırlar ve dilsizlerdir.' (8/Enfâl, 20-22) Görüldüğü gibi âyet, Allah'a itaat etmeyenleri işitmeyen ve görmeyen, aynı zamanda akılsız, en aşağılık mahluklar olarak tanımlıyor. 'Ey iman edenler, Allah'tan korkulması gerektiği gibi korkun ve ancak müslüman olarak, O'na teslim olmuş şekilde can verin.' (3/Âl-i İmran, 102) İman, gerçek olup olmadığı ortaya konması için Allah tarafından imtihan edilir: 'İnsanlar, 'iman ettik' demekle bir imtihana çekilmeden bırakılıvereceklerini mi zannediyorlar? Halbuki Biz, kendilerinden öncekileri de denemiştik. Allah, elbette imanlarında doğru/sâdık olanları ortaya çıkaracaktır ve elbette yalancı olanları da belirleyecektir.' (29/Ankebut, 2-3) .
Allah’a iman, insan ile yaratıcısı arasında en şerefli bağı teşkil etmektedir. Zira yeryüzünde en şerefli varlık insandır. İnsanın en şerefli yeri kalbidir. Kalbin de en şerefli şeyi imandır. Bu bakımdan iman ve hidâyet, nimetlerin en üstünü ve Allah’ın en büyük lutfudur. “Allah imanı size sevdirdi. Onu kalplerinizde süsledi. Küfrü, fâsıklığı ve isyanı size çirkin gösterdi. İşte rüşdünü bulanlar da onların ta kendileridir.” (49/Hucurât, 7)
İmanın amellerle tezahürü olmalıdır. Güneşten ısı, gülden koku saçıldığı gibi, imandan da ameller saçılmalıdır. İmanın söz, fiil ve eylemlerle ispatlanması gerekir. Yoksa iman, birtakım istek ve temennilerden ibâret değildir. “İman, istek ve süsten ibâret değildir. Ancak iman, kalpte yerleşip amelde kendisini gösterendir.” İman, Allah ve Rasülünü sevmeden olmaz. Hem öyle ki, bir mü’min için, Allah ve Rasülü’nün her şeyden sevimli olması lazımdır. Bu sevginin mutlaka amel ve fiillerle ispatı lazımdır. Yoksa, sadece söz ile sevgi olmaz. Allah’ı ve Rasülünü sevmek
demek, Allah’ın hükümlerine ve Rasûlullah’ın tebligatına fiilen bağlanmak demektir. Bu konuda Allah şöyle buyurmaktadır. “De ki, eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, elinize geçirdiğiniz mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret ve hoşunuza gitmekte olan meskenler size Allah’tan, Onun Peygamberi’nden ve O’nun yolundaki cihaddan daha sevimli ise, artık Allah’ın emri gelinceye kadar bekleye durun. Allah, fâsıklar topluluğunu hidâyete erdirmez.” (9/Tevbe, 24) İman, ancak gerçek bir sevgiyle; Allah’a karşı sevgi, rasülü’ne karşı sevgi ve şeriatın tümüne karşı sevgi ile tamamlanır. Rasûlullah, bu konuda şöyle buyurur: “Şu üç şey kimde olursa, o kimse imanın zevkini alır: 1- Kendisine, Allah ve Rasülü’nün her şeyden sevimli olması, 2- Sevdiği kişiyi sadece Allah için sevmesi, 3- Ateşe atılmaktan nefret ettiği gibi, küfre dönmekten de nefret etmesi.” “Sizden biriniz beni, anasından, babasından, çocuğundan, kendi nefsinden ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe iman etmiş olamaz.”
İman dediğimiz şey, Allah ve Rasûlü'ne karşı sevgide şekillendiği gibi, Allah'ın dinini yüceltmek ve üstün kılmak için cihad etmede, yeryüzünde zulmü ve fesadı önlemek için mücâdele vermede de şekillenmelidir. Allah'a yaklaşmak için namaz ve oruca devam etmede, haram ve helâla ittibâ etmede de iman kendini göstermelidir. Allah, imandan söz ederken, iman ile birlikte amellerden de söz ediyor. Bu amellerin ekseriyeti de cihad kavramında birleşir. Çünkü cihad, imanın ruhu ve ameli olarak ortaya çıkar. 'Mü'minler ancak o kimselerdir ki, Allah'a ve Rasûlü'ne iman ettikten sonra şüpheye sapmayıp, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad ederler. İşte onlar, imanlarında sâdık (doğru) olanların ta kendileridir.' (49/Hucurât, 15)
İman, meyvesiz kurumuş çürümüş, odun kütüğü olmuş bir ağaç değildir; iman ağacının mutlaka eseri ve meyvesi görülmelidir. İmanın meyvesi, Allah'tan korkup Allah'ın murakabesi altında olduğumuzu bilmektir. Şüphesiz Allah'ı tanıyan kişi, kendi kusurlarını idrak eder, O'ndan korkar ve ona göre hazırlık yapar. 'Allah'ın gönderdiği risaleti tebliğ edenler, O'ndan korkanlar ve başka hiçbir kimseden korkmayanlar var ya, işte bu, Allah'ın dinine dosdoğru uyan hak ehlinin sıfatıdır.' (33/Ahzâb, 39)
İmanın varlığının en güzel isbatı, vahye sarılmaktır. Çünkü vahy, en temiz ve en sağlam kaynaktır. Vahye sarılmak, Allah'a bağlanıp, araya aracılar koymadan doğru olanı kendisinden almaktan başka bir şey değildir. Vahye sarılmaksızın Allah'a bağlanmak mümkün değildir. Vahyin mü'minlerden istediği onu dinlemek ve ona tâbi olmaktır. 'Aralarında hükmetmek üzere, Allah'ın Rasûlü'ne davet olundukları zaman, mü'minlerin sözü ancak, 'dinledik ve itaat ettik' demelerinden ibârettir. İşte asıl amaçlarına erenler bunlardır. Kim Allah'a ve Rasûlü'ne itaat ederse, Allah'tan korkar ve O'ndan sakınırsa, işte bunlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.' (24/Nur, 51-52) 'Allah ve Rasûlü bir işte hüküm verdikleri zaman, mü'min erkek ve mü'mine bir kadın için işlerinde muhayyerlik (başka şeyi tercih etme özgürlüğü) yoktur. Kim Allah'a ve Rasûlü'ne isyan ederse, muhakkak ki o, apaçık bir sapıklığa sapmıştır.' (33/Ahzâb, 36) 'Öyle değil, Rabbine and olsun ki, onlar aralarında çekiştikleri, tartıştıkları şeylerde seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükümden dolayı yürekleri hiçbir sıkıntı duymadan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.' (4/Nisâ, 65)
Görüldüğü gibi, mü'min erkek ve mü'mine kadınlara muhayyerlik hakkı yoktur. İman ettikten sonra, kendi heva ve hevesine göre hareket edemezler. Allah'a ve Rasûlü'ne itaat etmek zorundadırlar. Allah'a iman, sonra arkasından isyan, apaçık bir sapıklıktır. Allah'a iman, teslimiyetle beraber bütün işlerde Allah Rasûlü'nün hakemliğini şart koşar. İman ettiğini iddia eden herkesin mutlaka hakemi, hükmünü kabul edip uygulayacağı ölçüsü, tercihi Allah ve Rasûlü olmalıdır. Aksi, dalâlettir. “Demokrasi var, özgürlük var; bana kimse karışamaz. Canım neyi isterse onu yaparım! ” Bir mü’minin diyebileceği sözler değildir bunlar (bkz. 33/Ahzâb, 36) .
İman ile amel, birbirini tamamlayan iki husustur. İman olmadan amel, Allah katında kabul edilmeyeceği gibi; güzel amellerle süslenmeyen kalpteki imanın mânevî zevk vermekten uzak olduğu da bellidir. İman, kalp toprağına atılan bir tohumdur. İbâdetler, güzel ahlâk, iyi davranışlar onun yeşermesini ve hayâtiyetini devam ettirmesini sağlayan vâsıtalardır. Salih amel ve güzel ahlakla bezenmemiş iman, bir hücreye kapatılan ve kimseyle görüştürülmeyen bir din âliminin, mürşid ve vâizin, hitabettiği topluma faydasızlığı gibi; kişiyi olgunlaştırıp mânen
geliştirmekten yoksun bir cevherdir. O halde iman olmadan amelin kabul olunması söz konusu edilemezse; salih amellerle desteklenmeyen imanın kemale ermekten mahrum olacağı unutlulmamalıdır. Hatta bu konuda “imanı korumak, kazanmaktan daha zordur” sözü meşhur olmuştur. Mü’min olmak kolay, ama özellikle küfrün hâkim olduğu câhilî toplumda mü’min kalmak ve mü’mince ölmek zordur. Biz de Hz. Yusuf gibi, duâ etmeliyiz; fiilî ve kavlî duâ: “Teveffenî müslimen ve elhıknî bi’s-sâlihîn (Ey Rabbim, beni müslüman olarak öldür ve beni sâlihler arasına kat.” (12/Yusuf, 101)
İman ve Amel
Kur’an’ın, imanı tanımladığı âyetlere dikkat edecek olursak, hemen tamamında imanla amelin yan yana geldiğini görürüz. Özellikle iman ve salih amelin birlikte kullanıldığına şahit oluruz. Kur’an, amelin imandan bağımsız olmadığının delilleriyle doludur. Hatta kinâye olarak Kur’an’da amel, iman olarak adlandırılmıştır. “Allah imanlarınızı zâyi edecek değildir.” (2/Bakara, 143) . Bu âyetteki iman’dan kasıt “namaz”dır.
Sahih sünnette de iman-amel münâsebetlerini ele veren birçok rivâyete rastlamak mümkün. İşte şu hadiste iman-amel iç içe: “Nebî’ye soruldu: ‘Hangi amel daha efdaldir? ’ “Allah ve Rasûlü’ne iman” buyurdu. ‘Sonra hangisi? ’ diye soruldu. “Allah yolunda cihad.” buyurdu. Ardından yine soruldu: ‘Sonra hangisi? ’ Cevapladı: “Hayır üzere yapılmış bir hac.” (Buhârî, İman 26) . Rasûl’ü sevmek imandandır: “Nefsim elinde olan Allah’a yemin olsun ki, ben, içinizden herhangi birine babasından ve evladından daha sevimli olmadıkça iman etmiş olamazsınız.” (Buhârî, İman 14) . Allah yolunda cihad, imanın bir parçasıdır: “Allah, bir kimseye kendi yolunda cihadı nasip ederse ve o da Allah’a ve Rasûlü’ne iman ediyorsa çıksın. Ya ecri, ya ganimeti, ya da şehadeti elde eder. Eğer ümmetime lazım olmasaydım hiçbir çarpışmadan geri kalmazdım. Andolsun Allah yolunda öldürülüp sonra dirilmeyi, sonra öldürülüp bir daha dirilmeyi ve yine öldürülmeyi ne kadar isterdim.” (Buhârî, İman 37) . Hayâ da imandandır: “Hayâ imandandır.” (Buhârî, İman 24)
Allah için sevmek, kızmak, vermek ve engel olmak da imandandır: “Allah için seven, Allah için kızan, Allah için veren, Allah için engel olan kuşkusuz imanını tamamlamıştır.” Allah Rasûlü, imanın parçalardan meydana gelen bir bütün olduğunu, bunların içinde amellerin de yer aldığını açık bir biçimde ifâde etmiştir: “İman yetmiş küsür şubedir. En üst derecesi la ilahe illa’llah, en alt derecesi, çevreyi rahatsız edici bir engeli yoldan kaldırmaktır.” (Buhârî, Müslim) . Bu hadiste nazarî iman olan “lâ ilâhe illâ’llah” ile, amelî iman olan “eziyet veren şeyi ortadan kaldırmak” bir bütünün farklı ağırlıktaki parçaları olarak geçiyor. İşte o bütünün adı “iman”dır.
İmanın ve İslâm’ın şartlarını sayılarla ve belli maddelerle sınırlamanın yanlışlığının delili olan şu sahih hadiste namaz, zekât, oruç “iman nedir? ” sorusunun cevabı olarak zikredilmektedir: “Allah Rasûlü, kendisine gelen bir elçiler grubuna “yalnızca Allah’a iman etmeyi” emretti ve sordu: “Yalnızca Allah’a iman nedir, bilir misiniz? ” ‘Allah ve Rasûlü daha iyi bilir’ dediler. Bunun üzerine buyurdu ki: “Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in O’nun Rasûlü olduğuna şehadet etmek, namazı kılmak, zekâtı vermek, Ramazan orucunu tutmak ve beşte biri (humus) vermektir.” (Buhârî, İman 53)
İman ağacının meyvesidir amel. Mü’minlik iddiasının isbatı, vahyin hayâta dönüşmesidir amel. İmanın, zihinde hapsolunan soyut bir düşünce, kalpte mahkûm olan zavallı bir akide, dilde söylenilegelen kuru bir iddia olmaktan çıkarak göze fer, bileğe güç, dize derman olarak yürümesidir amel. İmanın beden ülkesinde şeytanın ve nefsin iktidarını yıkarak iktidara geçtiğinin göstergesidir amel.
“Bizim âyetlerimize yalnızca o kimseler inanır ki, onlar kendilerine hatırlatıldığı zaman hemen secdeye kapanırlar. Rablerini överek tesbih ederler, büyüklük taslamazlar.” (32/Secde, 15) “Mü’minler ancak o kimselerdir ki, Allah’a ve Peygamberi’ne inanırlar, toplumsal bir iş (görüşmek) üzere onunla buluştukları zaman ondan izin almadan gitmezler.” (24/Nur, 62)
Konumuzun eksenini teşkil eden “amel” den kasıt, Allah’a itaattir. Burada sözkonusu ettiğimiz amel, nafile olan ameller değildir; Allah’ın emir ve yasaklarıdır. Allah’a inandığını söylediği halde O’nun emirlerini yapmayanın durumu şu askerin durumu gibidir: Komutan, kendisine hayâtî önemi olan bir plânı verdikten sonra plânın yerine getirilmesi için gerekli emirleri de vermiştir. O plânın doğru olduğunu bilen, buna kalbiyle de inanan ve diliyle komutanın emirlerine uyacağını taahhüd eden bu adamın verilen emir ve tâlimatların hiçbirini tutmamasının iki sebebi olur: Ya inanmamıştır, ya da inandığı halde zaafları yüzünden emri aksatmıştır. İki halde de cezaya çarptırılır; Birinci durumda inanmayanların cezasına, ikinci durumda da âsîlerin cezasına.
Bu noktada İmam Ebu Hanife'nin şu tesbitini aktarmak yerinde olacaktır: Allah Teâlâ mü'mine ameli, kâfire imanı, münafığa da ihlası farz kılmıştır. 'Ey insanlar, Rabbinizden korkun.' (22/Hac, 1) âyetinde 'Ey mü'minler Allah'a itaat edin! ', 'Ey kâfirler Allah'a iman edin! ', 'Ey münafıklar, ihlâslı ve samimi olun! ' anlamı vardır. (Vasıyet, İmam Âzam'ın Beş Eseri, s. 75) İman hem amel, hem marifet, hem tasdik ve hem de ikrardır. Bunların her biri farklı ağırlıklarla imanı oluşturan boyutlardır. Bunlardan birini, ikisini ya da üçünü kaybeden kimse, imanî dengesini kaybeder. Yapması gereken işlevi ifa edemez. İşlevini ifa edemeyen iman da iman olmaktan çıkmış demektir.
İmanın vicdanlara hapsedildiği bir çağda, bundan zarar gören yalnızca mü'minler olmayacaktır. Bilakis bütün insanlık zarar görecektir. Çünkü imanın hâkim olduğu toplumda ahlak, adalet, fazilet, muhabbet, muâvenet, sadakat ve iffet baştacı edilen değerler olarak yerini alacak; İmanın hakim olmadığı toplumda ise rezalet, nefret, sefalet, sefahat, atalet, ihanet, bencillik ve her türlü dalavere ortalığı kaplayacaktır. Kimsenin unutmaması gereken bir gerçek var: İman, atom ve nötron bombasını yapan 'insan' adlı muazzam silahın emniyet anahtarıdır. Onun olmadığı bir yerde her an herkesin 'kaza'ya kurban gitme ihtimali çok yüksektir. Bütün bunlar imanın dünyevî kazancına dahildirler. Bir de onun uhrevî kazancı vardır ki o başka hiçbir şeyle elde edilemeyen bitimsiz mutluluğun ta kendisidir. (2) Gazete ve tv. haberlerinde sık sık canavarlaşan insanların durumlarına şahit oluyoruz. Kocasını vuran kadınlar, çocuklarını doğrayan babalar, küçücük bebelere tecâvüz edenler... Sebep tek: İmansızlık. Allah’a ve âhirete iman eden böyle vahşet ve barbarlık yapabilir mi? !
İmanın sahih ve kabule şâyan olması için bazı şartlar vardır. Birincisi; İman, ölüm döşeğinde iken, yeis ve ümitsizlik sebebiyle vâki olmamalıdır. 'Azabımızın şiddetini gördükleri zaman imanları kendilerine fayda verecek değildir.' (40/Mü'min, 85) Fir'avn bile boğulma ânında iken iman etmiştir. (İngiltere Brıtısh Museum'daki ona ait olduğu belirtilen bozulmamış ceset de secde halindedir.) Ölüm üzere iken azabın şiddeti ve dehşetini görerek iman, artık gayba iman olmaktan çıkar. İkincisi; zarûrât-ı diniyyeden olan hükümlerden herhangi birini inkâr veya tekzib etmemelidir. Mesela; bir kimse Allah'ın varlığına, meleklerine, âhiret gününe inandığını ikrar etse, ancak peygamberlere inanmadığını söylese, bu kimsenin imanı sahih değildir. Çünkü iman bir bütündür, tecezzî (cüzlere, parçalara ayrılmayı) kabul etmez. Yine Kur'an-ı Kerim'e inandığını beyan eden bir kimse, onun herhangi bir âyetini reddetse mü'min olamaz. Çünkü Kur'an-ı Kerim'den olduğu sabit olan herhangi bir âyeti inkâr etmek küfürdür. Bu durumda, 'efendim çoğuna inanıyor ya? ' diye itirazda bulunulamaz. Zira Kur'an, Allah tarafından vahy yoluyla indirilmiştir. Bir âyeti yalanlayan kimse, vahyi yalanlama durumundadır. Bu sebeple, insanı küfre götüren sözler (elfâz-ı küfür) ve haller (ef'âl-i küfür) bilinmelidir. Mü'minler; bilmedikleri herhangi bir mesele ile karşılaştıkları zaman; ileri geri herhangi bir söz söylemeden 'ben bunu bilmiyorum; Allah ve Rasûlü nasıl bildirmişse öyledir' demelidirler.
İnsan Niçin İman Eder?
İmanın Sebep ve Sonuçları (İmanla İlgili Sünnetullah)
İnsan niçin iman eder? İman, doğal bir ihtiyaçtır. İnsanın fıtratında inanma, bağlanma ve güvenme hisleri temel özelliklerdir. İnsan, inanmadığı zaman, bağlanmadığı ve güvenmediği zaman, yaşamanın bir anlamı ve değeri kalmaz. Her insan bir şeylere inanır, ama kurtarıcı olan iman, hakka/doğruya inanmadır. İman hissini kötüye ve olumsuz olana kullanarak şeytana tâbi olmak ve azgınlaşıp kendini Allah'a muhtaç görmemek, kendi kendine yeterli olduğuna inanıp her dakika soluduğu havayı verene nankörlük/küfr etmek, cehenneme dâvetiye çıkarmaktır. Fakat, doğru bir şekilde iman edip, Allah'ın hidâyetine uymak, cennete adım adım yaklaşmaktır. 'Biz insanı karışık bir nutfeden yarattık. Onu imtihan ediyoruz. Bu sebeple, onun işitmesini ve görmesini sağladık. Sonra da ona gideceği yolu gösterdik. Ya şükreder (bu yoldan gider) ya da küfreder. Kâfirler için elbette zincirler, halkalar ve alevli cehennem hazırladık.' (76/İnsan, 2-4) 'İman edenlere ve doğru hareket edenleri müjdele ki, onlara altından nehirler akan cennetler vardır.' (2/Bakara, 25)
İman, kişiye yalnızca âhirette mutlu bir hayât sağlamakla kalmaz; bu dünyada da huzur, saâdet ve büyük bir güç kazandırır: 'Allah, sizden iman edenlere ve sâlih amel işleyenlere, kendilerinden öncekileri halife/hükümran kıldığı gibi, onları da yeryüzünde halife/hükümran kılacağını, kendileri için râzı/hoşnut olduğu dinlerini, yine onlar için uygulamaya koyacağını ve korkulu hallerini güvene çevireceğini vaad etmiştir. Çünkü onlar, yalnız Bana kulluk eder ve Bana hiçbir şeyi şirk koşmazlar.' (24/Nur, 55)
Müjdeler, mü'minler içindir (13/Ra'd, 29) . Allah, onların kalbine imanı yazmış ve onları kendisinden bir ruhla desteklemiştir (58/Mücâdele, 22) . Şeytanî güçler onları ezmeye yol bulamaz (16/Nahl, 99; 34/Sebe', 20) . Onlara yardımcı olmak, Allah'ın bizzat kendi üzerine yazdığı bir görevdir. 'Mü'minlere yardım etmek, bize haktır (Bize düşen görevdir) .' (30/Rûm, 47) . Allah, iç huzuru ve doygunluğu onlara nasib etmiştir (Bkz. 9/Tevbe, 26; 48/Feth, 4) . Korkmak, üzülmek, kedere yenik düşmek onlara uzaktır (Bkz. 3/Al-i İmran, 139) . Allah'ın lütuf ve bağışı mü'minler içindir (3/Âl-i İmran, 152) . Mü'min, böylesine onurlu olduğu içindir ki, bir mü'mini kasten öldüren, ebediyyen cehennemde kalır (4/Nisâ, 93) . 'Şu bir gerçek ki, iman edip sâlih amel işleyenler, varlıklar dünyasının en hayırlılarıdır.' (98/Beyyine, 7)
'Gevşemeyin, üzülmeyin, eğer (gerçekten) iman ediyorsanız, mutlaka siz üstün geleceksiniz.' (3/Âl-i İmran, 139) Yani, her durumda düşmanınızla cihaddan korkmayınız. Kuvvetten düşmeyiniz. Siz üstünsünüz, yani iman ediyorsanız, sonunda zafer sizindir. Çünkü iman, kalbe güç verir, Allah'la olan irtibatı artırır ve düşmanlarına aldırış etmemeyi öğretir.
'Ve mü'minlere karşı kâfirlere asla yol vermeyecektir.' (4/Nisâ, 141) Yani, Allah, kâfirlerin bazı zamanlar üstünlük sağlasalar da, dünyada mü'minlere musallat olarak, tamamen ortadan kaldıracak şekilde istilâ ve işgal etmelerine yol vermez. Âyet, dünya ve âhireti kapsamaktadır. Dünya ve âhirette mutlu son mü'minlerindir. Mü'minler, imanın hakikatını yüreğinde yaşatan, sonra bu gerçek tevhidî imanı, Allah'ın râzı olduğu ameller, teslimiyet ve cihadla dışa yansıtan insanlardır.
Bazı zamanlarda kâfirlerin, intikam olarak mü'minlere yol bulmaları, imanlarının hakikatında meydana gelen gedikten olmuştur. Savaş araçları, Allah yolunda cihad niyyetiyle kuvvet hazırlığı, her türlü nisbet ve bağımlılıktan arınmış olarak sadece iman sancağı altında bulunmak, imandan ve imanın gereklerindendir. Müslümanlara zamanla yapışan yenilgi, imanın hakikatında meydana gelen zayıflık ölçüsündedir. Daha sonra, gerçek iman üzere bulunduklarında yardım, mü'minlere hak olarak döner. (Fî Zılâl'den)
'Andolsun Tevrat'tan sonra Zebur'da da: 'Arza mutlaka sâlih (iyi) kullarım vâris olacak' diye yazmıştık.' (21/Enbiyâ, 105)
'Kim mü'min olarak sâlih işlerden yaparsa, onun çalışmasına nankörlük yok ve Biz (onun çalışmasını) yazanlarız.' (21/Enbiyâ, 94)
'Kim kötülük yaparsa, sadece onun kadar cezalanır; ama kadın olsun erkek olsun kim mü'min olarak faydalı bir iş yaparsa, onlar cennete girerler ve orada kendilerine hesapsız rızık verilir.' (40/Mü'min, 40)
'Erkek ve kadından her kim mü'min olarak sâlih amel işlerse, onu hoş bir hayâtla yaşatırız. Onların ücretlerini yaptıklarının en güzeliyle veririz.' (16/Nahl, 97) Mü'min erkek ve kadınlara Allah, bu dünyada iyi bir geçim hazırlar. İman ve sâlih amelin mükâfatı olarak böyle bir hayâtı onlara kolaylaştırır. Âhiretteki ecri ise daha güzeldir. Mü'min olup sâlih amel işleyenlere vaad edilen dünyadaki güzel hayât, bir çok şeyle gerçekleşir. Rızâ, gönül huzuru (itmi'nan) , iç rahatlığı (inşirâh-ı sadr) , mutluluğu hissetmek ve rahat geçim. Bunlar, maddî ve dış etkenlere bağlı değil; iç etkenlere, gönle bağlı hususlardır. Gönüllere tasarruf edebilen de ancak Allah'tır.
İmanla beraber olan sâlih amelin mükâfatı, dünyada tertemiz, hoş bir geçimdir. Nimetlerle donatılmış, varlıklı ve zengin olmak önemli değildir. Bazen zenginliğin; tertemiz, hoş bir geçimi engelleyen dünya ve âhiret belâsı olduğu bilinmelidir. Hayâtta yetecek kadar maldan başka, geçimi güzel kılan çok şey vardır. Allah'a bağlanma ve O'nun gözetimine, himâyesine ve rızâsına sığınma vardır. Sıhhat, sükûnet, bereket, evde rahatlık ve gönülden sevgi vardır. Amel-i sâlihle huzur bulmak, onun gönüldeki ve hayâttaki izleri vardır. Mü'min olarak sâlih amel işleyenin dünyada nâil olacağı hoş ve güzel geçim, onun âhiretteki sevabını azaltmaz. Tersine, Allah onun sevabının, dünyadaki amelinin en güzeli üzerine olacağını vaad etmiştir. Cömert ve Kerim olan Rabbımızın hazineleri, sevabı ne büyüktür!
İmanı Bozan Haller
İmanın, bâtıl hale gelmemesi için, itikadın doğru ve tam olarak hayât boyu sürmesi gerekir. Kur'an ve sahih sünnet dışı olmaması ve imanı bozucu bir davranışın yapılmaması gerekir. İmanı bozan hallerin en önemlileri şunlardır:
a- Cibt ve tâğuta da inanmak: Cibt: Asılsız ve bâtıl olan hurafeler, Allah'tan başka kulluk edilen her şey, put vb. şeylerdir. Tâğut ise: Allah'ın çizdiği sınırları aşan, sapmış, azgın kimseler; Allah'ın hükmüne alternatif olma iddiasındaki anlayış, düzen, put veya şahıslardır. Bunlar, Allah'ın Kitabında olmayan ve Kitab'a aykırı olan hükümleri ve kanunları insanlara Allah'ın kanunları gibi sunarlar. Cahil kimseler de bunlara aldanıp inanırlar. Böylece imanlarını boşa çıkarırlar. 'Kitaptan bir nasip verilenleri görmüyor musun? Cibt ve tâğuta (putlara ve bâtıl tanrılara) iman ediyorlar. Sonra da kâfirler için 'bunlar, Allah'a iman edenlerden daha doğru yoldadır' diyorlar. İşte bunlar, Allah'ın lânetledikleridir. Allah'ın rahmetinden uzaklaştırdığı (lânetli) kimseye gerçek bir yardımcı bulamazsın.' (4/Nisâ, 51-52) 'Sana indirilene ve senden önce indirilenlere iman ettiklerini iddia edenleri görmedin mi? Tâğutun önünde mahkemeleşmek, onların hükümlerini uygulamak istiyorlar. Oysa onu tanımamakla emrolunmuşlardı. Şeytan onları uzak bir sapıklığa düşürmek istiyor.' (4/Nisâ, 60)
b- Şirk koşmak: Şirk koşma imanı bozan ve insanın bütün iyi amellerini yok ederek ebedî cehennemlik olmasına neden olan bir davranıştır. 'Sana da, senden öncekilere de vahyolunmuştur ki 'eğer şirk koşarsan, şüphesiz bütün amellerin boşa gider ve hüsrâna uğrayanlardan olursun.' (39/Zümer, 65) 'Allah, kendisine şirk/ortak koşulmasını asla bağışlamaz; bundan başkasını (günahları) dilediği kimse için bağışlar. Allah'a şirk koşan kimse büyük bir günah ile iftira etmiş olur. Kim Allah'a şirk/eş koşarsa büsbütün sapıtmıştır.' (4/Nisâ, 48 ve 116)
c- Kâfirleri velî ve yönetici tanımak: Velî kelimesi, Arapçada hem dost, hem de sahip, yönetici anlamına gelir. Mü'minler birbirlerinin dostudur. Allah da mü'minlerin sahibi ve yöneticisidir. Bir mü'min, mü'minleri bırakıp kâfirleri dost ve yönetici olarak kabul ederse imanı boşa çıkar ve kâfir olur. 'Allah, mü'minlerin velîsidir. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Kâfirlerin velîsi ise tâğuttur. Onları aydınlıktan karanlıklara çıkarırlar. Onlar ateş arkadaşlarıdırlar. Orada temelli kalacaklardır.' (2/Bakara, 257) 'Ey iman edenler, kendilerine Kitap verilenlerden herhangi bir gruba itaat ederseniz, onlar sizi, imanınızdan sonra çevirip kâfir yaparlar.' (3/Âl-i İmran, 100) 'Ey iman edenler, mü'minleri bırakıp kâfirleri velî edinmeyin. Allah için kendi aleyhinizde apaçık bir delil vermek ister misiniz? ' (4/Nisâ, 144)
Bâtıla İman
Kur'an, imanı sadece olumlu alanlar için kullanmaz. Gönülden benimseme ve tasdik etmenin, yani imanın olumsuz görünümlerinin bulunabileceğine de dikkatimizi çeker. İman, Allah'ın inanılmasını istediği şeylere olursa doğru; hakkında Allah'ın hiçbir delil indirmediği şeylere olursa bâtıl olur. 'De ki: Benimle sizin aranızda şahit olarak Allah yeter. O, göklerde ve yerde ne varsa bilir. Bâtıla iman eden ve Allah'ı inkâr edenler var ya, işte ziyana uğrayacaklar onlardır.' (29/Ankebut, 52) 'Tek Allah'a ibâdete çağrıldığı, duâ edildiği zaman küfrederdiniz. O'na şirk koşulunca (buna) iman ederdiniz. Artık hüküm, yüceler yücesi Allah'ındır.' (40/Mü'min, 12) 'Onların çoğu, ancak şirk koşarak Allah'a iman ederler.' (12/Yûsuf, 106)
Bu âyetlerden anlaşılıyor ki, mutlak anlamda aldığımızda inkâr da bir imandır. İnkâr, imansızlığa imandır. Yani, her imanda bir inkâr, her inkârda bir iman vardır. Mü'min de Allah'a iman etmiş olmak için, hatta imandan önce, bazı şeyleri inkâr etmesi, küfür etmesi gerekir. Küfür edip reddetmesi gerekenlerin başında tâğut gelir (Bkz. 2/Bakara, 256) . Doğru iman, Kur'an'ın gösterdiği imandır. Bu iman insanlara Allah'tan başka ilah olmadığını, Allah'ın âlemlerin Rabbı olduğunu, Allah'tan başkasına duâ ve kulluk edilmemesi gerektiğini öğretir. Doğru imanın zıddı, bâtıla iman, yani şirktir. Şirk, doğru olduğunu isbatlamak için Allah'ın, hakkında delil/âyet indirmemiş olmasına rağmen; insanların uydurdukları bâtıl inançlardır. 'Allah'tan başka kulluk ettiğiniz şeyler, sizin ve atalarınızın uydurduğu putlardan başka bir şey değildir. Allah, onların doğru olduğuna dair bir delil indirmemiştir. Hükmetmek, yalnızca Allah'a aittir. O'ndan başkasına değil! ' (12/Yûsuf, 40)
Kur'an, imanlarını zulümle (şirkle) lekeleyenler için kurtuluş kapısını kapatmıştır. 'İman edip de imanlarına herhangi bir zulüm bulaştırmayanlar var ya, işte emn (güven) onlarındır. Ve onlar hidâyeti (doğru yolu) bulanlardır.' (6/En'âm, 82) Kur'an, imandan sonra küfre sapanlara karşı çok sert ve şiddetli bir tavır takınmaktadır. Kur'an, bu olaya tebdil veya irtidat demektedir. Tebdil, imanı küfürle değiştirmek; irtidat ise, İslâm dininden çıkmak, geriye dönmek demektir. Tebdil ve irtidat Kur'an'a göre en iğrenç ve onur kırıcı hastalığın adlarıdır. (Bkz. 3/Âl-i İmran, 86, 90; 2/Bakara, 217)
Doğru iman Kur'an'ın gösterdiği imandır. Bu iman, insanlara, Allah'tan başka ilâh olmadığını, Allah'ın âlemlerin Rabbı olduğunu, Allah'tan başkasına duâ ve kulluk edilmemesi gerektiğini öğretir. Doğru imanın zıddı, bâtıla iman, yani şirktir. Şirk, doğru olduğunu isbatlamak için Allah'ın, hakkında delil/âyet indirmemiş olmasına rağmen; insanların uydurdukları bâtıl inançlardır. 'Allah'tan başka kulluk ettiğiniz şeyler, sizin ve atalarınızın uydurduğu putlardan başka bir şey değildir. Allah, onların doğru olduğuna dair bir delil indirmemiştir. Hükmetmek, yalnızca Allah'a aittir. O'ndan başkasına değil! ' (12/Yûsuf, 40)
İman insanın Allah'a koşulsuz yürekten varlığına ve herşeyin onun dileğiyle var olduğuna ve herşeyin sadece Allah tarafından o ne dilerse o olur. Allah yar ve yardımcımız olsun.hepimizin. amin.
Tasarruf hakkını kendinde zanneden insan gafletin isimsiz bir çocuğudur. Bilseydi ki tek bir yaprak kıpırdamaz, zerreler seyran etmezdi O istemedikçe. Tevekkülden uzak tefekküre yabancı bir halde teslimiyeti arka saflarda tuttuğu için en küçük bir menfi durumda isyanın bayraklarını yorgan yaptı üstüne.
Netice, hüsran... Kurtuluş reçetesi ise İman. Önce Allah'a sonra ahirete. İmandır insanı emniyetli kılan. Hem dünyada hem de ahirette...
"tolichona"
İmanın zirvesi, hükme sabır ve kadere rızadır.
(Ebu’d–Derda)
'İman, insanı insan eder. Belki insanı sultan eder. Öyle ise, insanın vazife-i asliyesi, iman ve duadır. Küfür, insanı gayet âciz bir canavar hayvan eder.'(1)
Allah, insanı kulluk ve ibadet etmek için dünyaya göndermiştir. Bu yüzden insanın fıtrat ve mahiyetini de ibadet ve kulluğa göre donatmıştır. Yoksa hayvan gibi yutmak ve çabalamak için insanı dünyaya göndermiş değildir. İnsan iman ve ibadeti terk edip, hayvan gibi, dünyanın adi ve süfli zevk ve lezzetlerin peşine takılır ise; mahlukatın en alçağı, en rezili olur. Yok iman ve kulluğa riayet ederse, o zaman mahlukatın en üstünü ve en şereflisi konumuna çıkar. Zira insanı, Allah bu kıvamda yaratmıştır.
İnsanın önünde iki seçenek var, ya kul olup kainata sultan olur, ya da iman ve ibadeti terk edip mahlukatın en aşağı ve en rezili olur.
İnsanın bu dünyaya zevk ve lezzet peşinde koşmak için gönderilmediğine en güzel şahit; insan ile hayvan arasındaki farktır. İnsanın donanımına ve mahiyetine bakıldığında, dünyanın zevk ve lezzetlerine hapis olarak tasarlanmadığı anlaşılır. Ama hayvanın tasarımı, sadece dünyaya bakıyor. Hayvanda akıl olmadığı için, geçmiş ve gelecek onun nazarında yoktur, ama insanda akıl, hem geçmiş ile hem de gelecek ile ilişkilidir. Bu yüzden insan Allah’ı inkar edip, tamamen zevk ve lezzete odaklansa, ölüm ve zeval ona huzur vermez, onu taciz eder. Ama hayvanda taciz edecek bir akıl olmadığı için tam lezzet alır.
İşte insanın hakiki lezzeti alıp, hayvandan daha yüksek bir makama çıkması, ancak iman ve ibadet ile mümkündür. O zaman ölüm ve zeval, insana ızdırap veren bir hiçlik ve yokluk değil, ebedi saadetin bir başlangıcı, bir girizgahı hükmüne gelir. Şu insan, iman sayesinde lezzetlerin ve makamların en üstüne çıkar. İman, insan üzerinde baskı kuran bütün hadisatın tazyikatını kaldırır. İman, her şeyin içyüzünü ve hakikatini izah ve beyan ettiği için, insan karanlık ve sıkıntılardan da kurtulmuş olur.
İmanın Tadı
Cenâb-ı Hak buyuruyor:
“İnsanlardan öyleleri de var ki, Allâh’ın rızâsını kazanmak için kendini ve malını fedâ eder. Allâh da kullarına karşı şefkatlidir.” (Bakara, 207)
Rasûlullah (sav) buyurdular:
“Allah’ı rab, İslâm’ı din, Muhammed’i peygamber olarak benimseyip onlardan râzı olan kimse imanın tadını tatmıştır” (Müslim, İmân 56)
İslâm düşmanları, Hz. Suheyb (ra) ’ı da bayıltıncaya kadar döverlerdi. Bu işkenceler hicrete kadar devâm etti. Nihâyet Suheyb (ra) , Peygamber Efendimiz’den sonra Medîne’ye hicret etmek maksadıyla yola çıktı. Mekkelilerden bâzıları arkasından yetişerek:
“–Sen buraya fakir ve zayıf bir kimse olarak geldin. Aramızda bol servete kavuştun! Sonunda kendinle birlikte servetini de alıp gitmek istiyorsun ha! Vallâhi buna müsâade etmeyiz! ” dediler.
Suheyb hemen hayvanından yere indi. Sadağındaki okları çıkardı ve:
“–Ey Kureyş cemaati! İyi bilirsiniz ki, ben sizin en iyi ok atanlarınızdan biriyim. Vallâhi yanımda bulunan okların hepsini üzerinize atar, bitince de kılıcımı çekerim. Bunlardan birisi elimde bulundukça bana yaklaşamazsınız. Ancak onlar elimden çıktıktan sonra bana istediğinizi yapabilirsiniz. Şimdi, servetimin yerini haber verip onu size terk edersem yolumu açar, beni serbest bırakır mısınız? ” dedi.
Müşrikler, teklifi kabûl ettiler. Bunun üzerine Suheyb (ra) , servetinin yerini onlara bildirerek yoluna devâm etti. Rebîülevvel ayının ortalarında Kubâ’ya varıp Rasûlullâh’a kavuştu.
Allâh Rasûlü (sav) onu görünce tebessüm etti ve onun îmânı uğruna bütün servetini fedâ etmesini îmâ ederek:
“Suheyb kazandı! Suheyb kazandı! Ey Ebû Yahyâ! Satış kârlı oldu! Satış kârlı oldu! ” buyurdu. (İbn-i Sa’d, III, 226-230; Hâkim, el-Müstedrek ale’s-Sahîhayn, Beyrut 1990, III, 450, 452)
hiç varolmayan bir limana demir atmak,
ama kesinlikle dalgalara teslim kalmak
İMâN iKi EŞiT PARÇADIR.YARISI SABIR,YARISI ŞÜKÜRDÜR..
Daha ziyade kalbin ve vicdanın amelidir..
''Tipik mafya düzeni, yani. Biat ve rahat! ''
Allah'a ve ahiret gününe iman eden bir kimse;
Komşusuna iyilik etsin.
Misafirine ikram etsin.
Ya hayr söylesin, yahut SuSsun..
iman dil ile ikrar,kalp ile tastik,azalarla amel etmektir... İtaatla artar masiyetle(günahlarla) eksilir.İ man boş bir sözden ibaret değildir...
İman...! ! ! dil ile ikrar,kalp ile tastik,azalarla amel etmektir.itaatle artar,masiyetle eksilir...İman boş bir sözden ibaret değildir.
kimde olduğu bilinmez.. ondandır ki birinin imanına laf edilmemeli.
İman ama neye iman? Ötendekine mi? Öz’ündekine mi?
Gerçekle Yüzleşmek
İman öyle bir kudreddir ki,onun gücüne vakıf olmak neredeyse hiç mümkün değildir...Bizler iman denince hep bir dine iman edip mensubu olmak ve diğer dinleri dışlamak olduğunu anlarız...Oysa imanın özü şudur ki,iman gerçek ise,her din kalıbına girmesiyle kendini gösterir ve hak olanda karar kılar...Yani gerçek bir iman sahibi,diyelim ki yahudilerin kitabını okuyacak olsa o kitabı tıpkı bir yahudi gibi okumalıdır...Yine hıristiyanların kitabını okuyacak olsa o kitabı bir hıristiyan gibi okumalıdır...Ve iman özgür bırakılarak evrimini tamamlaması için izin verilmelidir...Ve son olarak bu gerçek iman sahibi islamın hiç kuşku götürmez hak olan kutsal kitabını okuyup imanı kamil olmalıdır...Aslında hiçbir din haksız yere ortaya çıkmamış gereklilikleri yüzünden tezahür etmiştir...Yine hakikatte iman kendi başına bir mucizedir ve bilinen bilinmeyen her türlü dinlerin kapılarını mucizevi bir şekilde açan mükemmel anahtardır...Nasıl ki,her ilmin birinci şartı o ilme inanmak olduğu gibi tüm inanılması gereken dinlerin ve kutsal kitaplerında birinci şartıdır...Ama hiç kimse düşünmez ki,zaten iman ettikten sonra insanın kalbi tüm dinlere açıktır...İşte bu yüzden gerçek olan iman asla hurafelere ve batıl düşüncelere iman etmez...Doğrusu tüm hurafeler ve batıl düşünceler şeytanın gücünün alameti farikası olan illüzyonlardır...Ve onun becerisi ile bu hurafe ve batıl düşünceler bize süslü ve güzel görünür...Aldatılmamızın sebebi bu tür illüzyonlardır vesselam...Şunuda bildirmek gerekirki bunu ancak ehli olanlar bilir,bazı hikmetler ve hakikatlerde vardır sonra anlaşılan ama yinede gerçek iman ehli kendisine verilen furkan (ölçüt) sayesinde neye inanacağını iyi bilir...En dorusunu Allah bilir.Bizler yalnızca onun öğrettiklerini biliriz...Baki gerçekler demine hu dost Allah Eyvallah...
Ey güzel dostum gel seninle bir anlaşma yapalım...
Ben senin anlattıklarını can kulağıyla dinleyip her anlattığına harfiyen iman edeyim,
sende benim anlattıklarımı can kulağıyla dinleyip her anlattığıma harfiyen iman et...
...imza:
...ayhanaytaç? ((tasavvufçu + nefsikolog))
Ancak iman sahipleri kıymetini ve kuvvetini bilebilir..
Hakikat yoluna ilimle girilir, imanla yürünür. İlim yolla ilgilidir, iman hedefle. Nihayetinde bu yolculuk imansızlıkla biter. Çünkü hedefe varanın gördüğü şeye iman etmesi düşünülemez. Artık görmüş ve şahit olmuştur!
Gerçekle Yüzleşmek
Bu yüzden iman, insanı insan eder, belki insanı sultan eder.
İman,
kalpler ilgili bir durumdur. Bunun için müslüman olan biri
Allah’ın varlığına, birliğine ondan başka ilâh olmadığına inanır.
İman eden bir kimse, yaratılmış herşeyde her nereye her neye bakarsa, Allah'ın sıfatlarının tecelli edişini görür an be an buna şahit olur.
bağlılık, itehat, umut, düşünce kilidi, yaşamı çekilebilir kılan imandır, her zaman işeyarar dogal felaketlerde, soykırımlarda, cocuğunuz olmasa! olsada ölsebile sadece iman yardımcı oluyor.
Hz Allah (c.c.) ve Hz Muhammed (a.s.) 'ın bildirdiği şekilde iman etmedikçe iman etmiş olmazsınız.
Şeksiz şüphesiz olanı makbul...
iman ve paranın kimde olacağı belli olmaz der hep babam :)
İmanın dînî terim olarak tanımı;
Allah’ın varlığına, birliğine ondan başka ilâh olmadığına ve Hz. Muhammet (sav) in Onun kulu ve elçisi olduğuna yürekten inanmak (tasdik) ve dil ile söylemektir (ikrar) .
insanın tanrı karşısındaki tutumu
İMAN
Kişiliği kuvvetli doğmuyor insan
Kişiliği güçlendiren, güçlü iman!
Onur BİLGE
İman insanı insan eder..Belki insanı sultan eder..Öyleyse insanın vazifeyi asliyesi iman ve duadır..
Kimde oldugu bilinmezdi eskiden... Eskiden dersem, cok eski degil. On - onbes sene oncesi yani... Simdilerde ise, iman sahipleri (!) kendilerindeki imani nasil gostereceklerini sasirir oldu...
İman; Anlam ve Mâhiyeti
Kur’an’da İman
İmanın Artması eksilmesi
İmanın Gerektirdikleri
İman ve İslâm
İman ve Amel
İnsan Niçin İman Eder?
İmanın Sebep ve Sonuçları (İmanla İlgili Sünnetullah)
İmanı Bozan Haller
Bâtıla İman
“O müttakîler (takvâ sahipleri) ki, gayba iman ederler, namaz kılarlar, kendilerine verdiğimiz rızıklardan infak ederler.” (2/Bakara, 3)
İman; Anlam ve Mâhiyeti
İman, emn kökünden bir mastardır. Sözlük anlamı, birini sözünde tasdik etmek, onaylamak, kabullenmek itimat etmek, gönülden benimsemek, güvenmek/güvenilmek anlamlarına gelir. Türkçedeki inanmak kelimesi bunu aşağı yukarı karşılar.
Kavram olarak, Rasûlüllah'ı Allah'ın katından getirmiş olduğu bilinen haber ve hükümlerin tümünde, kat'i olarak tasdik etmek, bunu diliyle ikrar edip, tatbik etmeye çalışmaktır. İman, küfrün zıddıdır. Alemlerin Rabbı olan Allah'ı tanımak ve O'na yönelmektir. İman: Allah'ın gönderdiği peygamberleri tasdik etmek, getirdikleri vahyi benimsemektir. Allah'ın buyruklarını yerine getirerek, O'nun güven çemberine girmektir. Âyetleri kabul edip, bağlanmak ve yaşamaktır.
İman'ın filolojik açıdan iki anlamı vardır: Başkalarına güven vermek, güven içinde olmak. İman sahibi kişi, yani mü'min, hem inandığı gücün sağladığı güvenin içinde emin olan; hem de kendisi başkalarına güven veren demektir.
Kur’an’da İman
İman kelimesi, türevleriyle birlikte Kur'an-ı Kerim'de 873 yerde geçmektedir. Kur’an’ın onda birinden fazlasının imanla direkt ilgili ifâdeler olması, konunun önemini göstermek için yeterlidir.
Kur'an, peygamberlerin emin (güvenilen) kişiler olduğunu ifâde ediyor (7/A'râf, 68; 26/Şuarâ, 107...) . Aynı zamanda, peygamberlere vahyi ulaştıran gök habercisi Cebrail'in de emin olduğunu belirtiyor (26/Şuarâ, 193) . Yine Kur'an, insanın büyük sorumluluğundan bahsederken onu emaneti yüklenen varlık olarak tanıtıyor. Emanet de imanla aynı kökten gelen ve güvene tevdi edilmiş şey anlamı taşıyan bir kelimedir. (Bkz. 33/Ahzâb, 72) İman sahibine mü'min denir ki, bir anlamı da emanet taşıyan kişi demektir.
Mü'min, hem Allah'ın, hem de insanın sıfatıdır. Esmaü'l-Hüsnadan biri, El-Mü'min'dir. Allah'ın mü'minliği, güven verici, güven kaynağı olmayı; insanın mü'minliği de El-Mü'min'e (Allah'a) güvenmeyi ifâde eder. İman, bu karşılıklı güvenin işleyişidir. Allah'a güven tam olmadan iman olmaz. Allah'a güvenin tam olması için, O'nu herşeyden fazla sevmemiz, O'nun emir ve hükümlerini de herşeye tercih etmemiz gerekir. 'İman edenlerin Allah'a olan sevgileri çok fazladır.' (2/Bakara, 165)
İmanın gündeme geldiği Bakara sûresinin ilk âyetlerinde müttakîlerin vasıfları açıklanırken, yapılması gerekenler de açıklanmış oluyor. Bu açıklama, aynı zamanda nelere iman edilmesi gerektiğini de topluca içermektedir. Kurtulmak isteyen, gayb diye ifâde edilen çıplak gözle göremediği, kendini aşan konulara kesin iman edecek, salât şeklinde anılan amellerden ilkiyle bazı görevleri yerine getirmeye başlayacaktır. İnfak şeklinde ifâde olunan inandığı ve bağlandığı bir dine hizmet için çaba ve gayretlerin ilkiyle bu esasları başkalarına da götürecektir.
Bunlara ilk ve yalnız kendisinin inanmadığını, devam edegelen kadim bir mücâdelenin izleyicisi olduğunu hatırlaması için kendinden öncekilerle de irtibatını kuracak, son olarak inzal olunan bu Kitab'a, kitabın indiği şahsa (Hz. Muhammed (s.a.s.) ve önceden inzal olan kitaplara ve peygamberlere iman edecektir. Bütün bu inanç, amel ve gayretleri hayâtın ikinci ve ebedi bölümü olan ahiret için yapacak, onun varlığına sanki görüyormuşçasına inanacaktır. Eğer böyle yaparsa hayâtın dünyadaki bölümünün imtihanını başaracak, kurtulmuş olacaktır (2/Bakara, 1-5) .
Bakara sûresinin ilk beş âyetinde özetlenen İslâm'ın temel binâsı ve üçüncü âyetinde 'gaybe iman' şeklinde çatısı çatılan inanç temelleri, sûrenin son âyeti olan 286. âyette de perçinlenir: 'O Rasûl, kendisine Rabbinden indirilene (Kur'an'a) iman etti. Mü'minler de Allah'a, Onun meleklerine, kitaplarına ve bütün peygamberlerine inandı. Rasûllerden hiç birini diğerinden ayırmayız, dinledik, itaat ettik. Ey Rabbimiz mağfiret isteriz, dönüş ancak sanadır, derler.' 'Gaybe iman' olarak tavsif edilen bu inanç temelleri Kur'an'ın değişik yerlerinde topluca
veya tek tek, veya ikisi üçü birlikte zikredilmiştir.
'Elinizdekini tasdik etmek üzere indirdiğim Kur'an'a iman edin.' (2/Bakara, 41) 'Allah'a ve Peygamberine iman edin. Eğer iman eder ve takvâlı olursanız en büyük mükâfaat sizindir.' (3/Âl-i İmran, 179) 'Ey iman edenler, Allah'a, Peygamberi'ine, Peygamberi'ne indirdiği Kitaba ve daha önce indirdiği kitaba iman edin. Kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr ederse, son derece büyük bir sapıklığa düşmüş olur.' (4/Nisâ, 136) “Benim kalbim temiz, kimseye kötülük düşünmem, herkesin iyiliğini isterim” diyerek kendini kandıranlara gerçek iyiliğin ne olduğunu Kur’an şöyle açıklar: 'Gerçek iyilik, yüzünüzü doğuya veya batıya döndürmeniz değil; Allah'a, ahirete, meleklere, kitaplara ve Rasûllere iman etmenizdir...' (2/Bakara, 177)
İman, insanı kopmaz, çürümez bir bağa kavuşturur ve boşluklara yuvarlanmasını önler. (Bkz. 2/Bakara, 256) . İmandan yoksun kalanları Kur'an, hayvanların en şerlisi olarak anmaktadır. (Bkz. 8/Enfâl, 55) Fakat, ne yazık ki, insanlığın çoğunluğu bu imandan uzak bulunmuştur, bulunacaktır. (Bkz. 11/Hûd, 17; 13/Ra'd, 1, 31; 10/Yûnus, 99; 12/Yûsuf, 16, 103) 40/Mü'min, Allah'ın yardımcısı, Allah'ın dostu, velisi olarak nitelendirilmiştir. (Bkz. 47/Muhammed, 7-11; 61/Saff, 14; 3/Âl-i İmran, 68) .
İmanın Artması eksilmesi
İmanı, kalbin ve benliğin onayladığı ve bağlandığı bir durum olarak kabul ettiğimizde, bu bağlılık ve onayın güçlenmesi ve zayıflaması yönünde bir artış ve eksilmesi elbette mümkündür. Münafık karakterli kimselerde imanın azaldığı ve küfre yaklaştığı görülür. Gerçek mü'minlerde ise imanın artışı ve bağlılığın güçlenmesi, olgunlaşması göze çarpar. Kur'an'da bunu açıkça görebiliriz: 'Bir sûre indirildiği zaman, münafıklar arasında 'bu sûre, hanginizin imanını artırdı? ' diyenler vardır. İşte o sûre iman edenlerin imanını artırmıştır ve bunu birbirlerine müjdelerler.' (9/Tevbe, 124) 'Onlara bazı kimseler, 'insanlar size karşı birleştiler, onlardan korkun.' demişlerdi de bu, onların imanını artırmış ve 'Allah bize yeter, O, ne güzel vekildir.' demişlerdi.' (3/Âl-i İmran, 173) “Ve bu, onların ancak imanlarını ve teslimiyetlerini artırdı.” (33/Ahzâb, 22) “Mü’minler o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman yürekleri ürperir, kendilerine Allah’ın âyetleri okunduğu zaman bu, imanlarını artırır.” (8/Enfâl, 2) “Kitap verilmiş olanlar iyice inansın, iman edenlerin imanını artırsın.” (74/Müddessir, 31) “Allah onların hidâyetini artırmış ve onlara takvâlarını vermiştir.” (47/Muhammed, 17) 'Allah, onları küfürleri dolayısıyla lanetlemiştir. Bu sebeple çok az inanırlar.' (4/Nisâ, 46) 'İmanlarını bir kat daha arttırsınlar diye mü'minlerin kalplerine sekînet (güven) indiren O'dur.' (48/Fetih, 4) .
İman, muhtevâ (içerik) yönünden ise, yani iman edilmesi gereken hususlara parça parça, peyderpey inanma gibi bir artış veya bunda bir azalma kabul etmez. Çünkü doğru iman, ancak tam teslimiyet ve bütünüyle kabul etmekle geçerli olur. Kısmî iman, kısmî küfür demektir. Bir kısmını inkâr da tamamını inkâr gibidir. İman edilmesi gereken unsurlar birbirine bağlı bir bütündür. Dolayısıyla ya tam iman, ya da küfür var demektir. Küfrün az veya çok olması küfür olmasını değiştirmez. 'Siz Kitab'ın bir kısmına inanıp bir kısmını küfr (inkâr) mü ediyorsunuz? Sizden böyle yapanın cezası, dünya hayâtında zillet, kıyamet gününde azabın en şiddetlisine uğratılmaktır.' (2/Bakara, 85) . Hoşuna giden şeylere iman eden, hoşlanmadığı ve zor gelen şeyleri inkâr eden, ancak arzularını ilâh edinen menfaatperest kimsedir. Bir bardak temiz suya bir damla zehir katılmış olsa, o su, faydalı olmaktan çıkar, tehlike sebebi olur.
İmanın Gerektirdikleri
İman, insana dünyada çok büyük onur ve âhirette ebedî mutluluk sağlar. Cennet bedava değildir. Kur'an, imanın bir imtihan, ıstırap ve çile işi olduğuna dikkat çeker. 'İnsanlar, sandılar mı ki, 'iman ettik' demeleriyle bırakılacak, inceden inceye imtihan ve ıstıraba çekilmeyecekler. Yemin olsun, biz onlardan öncekileri de inceden inceye deneylerden geçirmişizdir.' (29/Ankebut, 2) 'Andolsun ki, sizi biraz korku ve açlık; mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azaltma (fakirlik) ile imtihan eder, deneriz. Sabredenleri müjdele' (2/Bakara, 155) '(Ey mü'minler!) Yoksa siz, sizden önce gelip geçenlerin başına gelenler size de gelmeden cennete gireceğinizi mi sanıyorsunuz? Yoksulluk ve sıkıntı onlara öylesine dokunmuş ve öyle sarsılmışlardı ki, nihâyet Peygamber ve beraberindeki mü'minler: 'Allah'ın yardımı ne zaman? ! ' dediler. Biliniz ki, Allah'ın yardımı yakındır.' (2/Bakara, 214)
Kâmil iman sahibi mükemmel mü'minin bir özelliği de, kınayanların kınamasından korkmamaktır ki, Kur'an, bunu şöyle ifâde eder: 'Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah, sevdiği ve kendisini seven, mü'minlere karşı alçak gönüllü (şefkatli) , kâfirlere karşı onurlu ve zorlu bir toplum getirecektir. (Bunlar) Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar (hiçbir kimsenin kınamasına aldırmazlar) . Bu, Allah'ın, dilediğine verdiği lütufdur. Allah'ın lütfu ve ilmi çok geniştir.' (5/Mâide, 54) 'Bir kısım insanlar, mü'minlere: 'düşmanlarınız olan insanlar, size karşı asker topladılar; aman sakının onlardan! ' dediklerinde bu, onların imanlarını bir kat daha arttırdı ve 'hasbüna’llahu ve ni'me'l- vekîl', yani, 'Allah bize yeter. O ne güzel vekildir! ' dediler. Bunun üzerine, kendilerine hiçbir fenalık dokunmadan, Allah'ın nimet ve keremiyle geri geldiler. Böylece Allah'ın rızâsına uymuş oldular. Allah, büyük kerem sahibidir. İşte o şeytan, ancak kendi dostlarını korkutur. Şu halde, eğer iman etmiş kimselerseniz onlardan korkmayın, Benden korkun.' (3/Âl-i İmran, 173-175) .
Gerçek mü'minlerin bir özelliği de birbirlerine sürekli hakkı ve sabrı tavsiye etmeleridir. (Bkz. 103/Asr sûresi) Mü'minlerin gönül dostları, yalnız kendilerinden olanlar, yani mü'minler olacaktır. (Bkz. 3/Âl-i İmran, 28) Mü'min erkekler ve mü'mine hanımlar da birbirlerinin dostu ve kardeşidirler. Dostluk ve kardeşlikte cinsiyet ayırımı yapılmayacaktır. (Bkz. 9/Tevbe, 71) Mü'minler, birbirlerinin ancak kardeşleridir. (Bkz. 49/Hucurât, 10) .
İmanda ortak olmayan, mü'min olmayan akraba, yakınlığı ne olursa olsun (ana-baba da dahil) gönül dostu olma, kardeş olma hakkını kaybeder. Onlara karşı hukukî sorumluluklar yerine getirilir ama, gönül dostu olarak benimsenemezler. (Bkz. 9/Tevbe, 20; 58/Mücâdele, 22) Kur'an, böylece kan ve et bağlarından arı, şuur beraberliğine dayalı bir akrabalık getirmektedir. Bu bir gönüldaşlık, iman kardeşliğidir. İman bağı, kan bağından daha üstündür, daha önemlidir.
Hayâtın anlamı ve insanın mahlukat içerisinde taşıdığı bir imtiyaz olan imanı bir ağaca benzetirsek, bu ağacın kökü kalpte, gövdesi akılda ve dalları organlardadır. Bu ağacın meyvesi ise amellerdir. Ağacı kökü, gövdesi, dalları ya da meyvesi olmadan tanımlamaya kalkanlar, onu eksik ve yanlış tanımlamak zorunda kalacaklardır. Dalları kurumuş, meyve vermeyen ağaç, odun parçasından başka bir şey değildir ve yanmaya lâyıktır.
İman, aslında insanın şerefinin en büyük delilidir. İnsanın fizikötesi boyutunun fizikî boyutundan çok daha yüce ve anlamlı olduğunu, onun iman edebilirliğiyle açıklayabiliriz. İman, insanı fiziğin dar ve statik sınırlarından kurtarıp onu kendi dışındaki âlemlerle bütünleştiren muharrik güçtür; enerjidir, aksiyon ve eylemdir. İman gibi muazzam bir imkânı kullanmayan insan, bedeninin daracık kabuğuna sıkışıp kalmış, meleklerle ve diğer aşkın varlıklarla yarıştığı bir kulvarı terkederek kendisini, hayvanlarla paylaştığı fiziğin dünyasına mahkûm etmiş demektir.
Akıl, imanın aracıdır. Eğer bu araç gayesine ulaşamamışsa akıl sahibi olmak, insan için bir meziyet olmaktan çıkar, bilakis en vahşi hayvanların dahi başaramayacağı bir vahşete kılavuzluk yapabilir. Bu durumda insan, hemcinsleri için diğer tüm yaratıklardan daha tehlikeli olabilir. İmana araç olsun diye verilen akıl, kimi zaman haddini aşarak imanın koltuğuna oturur ve kendisi “amaç” olur. Aklın putlaştırılması, ilahlaştırılması, işte bu durumun bir sonucudur. Aklın imana “yoldaş” değil de; “rakip” olarak çıkartıldığı bir yerde dengeler bozulmuştur. Çünkü akıl imansız, ya da iman akılsız kalmıştır.
İman şereftir. Bugün müslümanın en önemli sorunlarından biri, kimlik bunalımıdır. Bunun farklı tezahürleri olan kişilik erozyonu, şahsiyetsizlik, zillet ve meskenettir. Müslümanın kimlik bunalımı imanını iktidar edemeyişinden, müslüman oluşuyla iftihar edemeyişinden, daha doğrusu iftihar edebilecek bir imana sahip olamayışındandır. Bu durum, kâfirleri sevmeyi ve onlara gıpta etmeyi getirecektir.
Tabii olay, sadece kâfiri sevmek sınırında kalmayacak; onun küfrüne lâkayıtlıkla başlayan süreç küfre rıza ve küfre gıpta etmenin ardından, küfre sevgi ve hayranlığa kadar varacaktır. Küfre rızâ küfürdür, bu kesin! Ya küfre hayran olmak nedir? Evet, bu bir akîde sorunudur ve çözümü de imanla ilgilidir. İmanla, yani bilgi, tasdik, ikrar ve amelin toplamı olan imanla. Ve elbette İslâm’ı olan imanla...
İman ve İslâm
“Taşralılar (bedeviler) ‘iman ettik’ dediler. De ki: ‘Siz iman etmediniz, fakat ‘İslâm olduk’ deyiniz. Çünkü daha iman kalplerinize girmedi.” (49/Hucurât, 14) . Âyetten de açıkça anlaşılacağı üzere iman ve İslâm birbirini tamamlayan, lâkin birbirinden farklı anlamlara sahip kavramlar olarak kullanılmaktadır. Âyetteki “İslâm olduk” ifâdesi, “müslüman olduk” demektir ve imandan farklı olarak değerlendirilmiştir. Bunu, Buhari ve Müslim dahil birçoklarının naklettiği şu haber pekiştirmektedir: “Sa’d b. Ebi Vakkas’tan: ‘Allah Rasûlü bir topluluğa ganimet paylaştırıyordu. Onlardan bir adama vermemesi beni şaşırttı. Kalktım ve dedim ki ‘Falan adama niçin ganimetten pay vermediniz? Vallahi ben onu mü’min olarak görüyorum.’ Allah Rasûlü şöyle cevapladı: “Hayır, belki müslim! ” Sa’d üç kez aynı sözü söyledi ve üçünde de Nebî’den aynı cevabı aldı. En sonunda Allah Rasûlü buyurdu ki: “Ey Sa’d, kuşkusuz ben bir adama, ondan daha çok sevdiklerin dururken, yardım edebilirim. Bu onun yüzüstü ateşe atılmasından daha hayırlıdır.” (Buhârî, İman 27) . Hadisin devamında Zühri’nin bir açıklaması var: “Biz görüyoruz ki İslâm kelime-i tevhid; iman ise ameldir.”
İman ve İslâm ayrımı, bir başka âyette de yapılır: “Müslüman erkekler ve müslüman kadınlar, mü’min erkekler ve mü’min kadınlar...” (33/Ahzâb, 35) . Allah Rasûlü, iman ve İslâm’ı şöyle açıklamışlardır: “İslâm, dışta ve görünürde; iman, içte ve kalpte olandır.” (Ahmed bin Hanbel, Müsned) Bu hadiste de iman ve İslâm bir şeyin iki yüzü gibi birbirinden ayrılmayan, lakin birbirinin aynı da olmayan bir olgu olarak tanımlanmaktadır. İmanla İslâm’ın birbirinden ayrı ve bağımsız olmadığının en güzel delili, sonradan “İslâm’ın şartı beştir” gibi yanlış bir zihniyetle sayıların sultasına kurban edilen şu hadistir: “İslâm beş şey üzerine binâ edildi: Allah’tan başka ilah olmadığına, Muhammed’in de Allah’ın Rasûlü olduğuna şehadet etmek, namazı kılmak, zekatı vermek, hac ve Ramazan orucu.” (Buhârî, İman 8) . Bu meşhur hadiste beş madde var. Bunlardan dördü organlarla ilgili eylem: Namaz, zekat, hac ve oruç. Bunlar ameli ilgilendiren maddeler. Geriye bir madde kalıyor ki, o da kelime-i şehadette ifâdesini bulan Allah’ın tekliğini ve Hz. Muhammed’in O’nun Rasûlü olduğunu ikrar. Diğer dört madde, bu birinci maddeye bağlı. Şehadet olmadan ne namaz ve zekat, ne hac ve oruç olur. Yalnız bu beş madde arasında temel bir benzerlik var. O da bunların tümünün zahirde olup biten şeyler olması. Hadisteki birinci madde insanı yanıltmamalı. Orada “iman etmek” değil; “şehadet etmek” şart koşulmaktadır. Şehadet etmek ise, sözle yapılan zahirî bir eylemdir, yani ameldir; dilin ameli.
O halde İslâm bütünüyle imanın dış bükeyidir ve amele taalluk eden boyutudur. İslâm, teslim olmak, müslümanlardan sayılmak, şer’î hukuka tâbi olmak, müslümanların sahip olduğu haklara sahip olmak demektir. İslâm, imanın aynısı da değildir. Öyle olsaydı, Cebrail, Allah’ın Rasûlü’ne bir “İman nedir? ” bir de “İslâm nedir? ” diye ayrı ayrı sormazdı ve Nebî de ayrı ayrı cevaplar vermezdi. Hem sorular, hem de cevaplar farklı ise, imanla İslâm’ın birbirinin aynı olmadığına bundan daha güzel delil olur mu? İman sorulduğunda “Allah’a, meleklere, kitaplara,
rasüllere, ahirete ve kadere iman etmek” (Buhârî, İman 47; Müslim I/ 161-162) olarak tarif eden Allah Rasûlü, kendisine İslâm sorulduğunda şehâdet kelimesi, namaz, zekat, oruç ve haccı zikretmiştir. (Buhârî, İman 47; Müslim, I/ 161)
İmanı, iç güvenlik olarak tanımlarsak; İslâm da dış güvenliktir. Bu nedenle Allah Rasûlü toplumsal güvenin sağlanmasında ferde düşeni “iman”la değil; “İslâm”la tanımlamış ve buyurmuştur ki: “Müslüman, müslümanların elinden ve dilinden emin olduğu kimsedir.” (Buhârî, İman 10) Bu uyarı da gösteriyor ki “İslâm”, mü’min bireyin müslüman toplumla ilişkilerini belirleyen kavramlar dizgesinin başında gelmektedir. Yani “müslüman kimdir? ” sorusuna bu nasslardan yola çıkarak şu cevabı verebiliriz: İslâm’a sarılıp kurtuluşa (selâmet) eren, insanların da elinden ve dilinden selâmette olduğu; varlığı, bireysel ve toplumsal barışın (selâm) garantisi ve bu garantiyi, karşılaştığı her insana selâm vererek peşinen taahhüd eden insandır. İşte bu hadis, mü’min bireyin sözkonusu barış garantisinin taahhüdüdür. Onun için selâm vermek “en hayırlı İslâm” olarak tanımlanmıştır: “Bir adam Nebî’ye sordu: ‘Hangi İslâm daha hayırlıdır? ’ Buyurdu ki: “Açları doyurursun, ister tanı ister tanıma selâm (barış ve güven taahhüdü) verirsin, işte en güzel İslâm budur.” İslâm’ın en güzel sembollerinden biri olan selâmın günümüzde içi boşaltılmış ve öz manasından soyutlanmış bir şekilde geleneksel bir dil alışkanlığı olarak verilmesi, ruhundan soyutlanan diğer imanî ve İslâmî şiarların âkıbetine onun da uğradığının bir görüntüsüdür. Oysa ki selâm, mü’minin mü’mine verdiği barış ve güven parolasıdır. Bu parolayı veren de alan da birbirleri için mü’min (güvenilir) kimselerdir. Birbirlerine karşı güven ve barışı taahhüd etmişlerdir. Bu nedenledir ki “selâm”, aynı kökten geldiği “İslâm”ın bir tezahürü olarak ortaya çıkar. İslâm’sa, imanın bir tezahürüdür.
Din, hem imanın hem İslâm’ın ortak adıdır. İmansız İslâm mümkündür, lâkin makbul değildir. 49/Hucurât sûresinin 14. âyet-i kerimesi de bunun delilidir. Bugün de iman etmediği, Allah’ın ahkâmını içine sindiremediği halde, kendilerini “müslüman” olarak tanımlayan insanlar bu kategoriye girerler. İman etmeden “İslâm olmak” kendi içerisinde iki kısımda mütalaa edilir:
1- İmana ulaşmadan müslüman olanlar: Bunun örneği 49/Hucurât, 14’deki bedevilerdir. Onlar, bazılarının iddia ettiği gibi bilinen manada münafık değildiler. Onlar, çeşitli sosyal ve siyasal nedenler yüzünden imana ermeden İslâm’ın siyasal hâkimiyetine teslim olmuş insanlardı. Bu nedenle sözkonusu âyette Allah, onların iman olarak niteledikleri şeyin gerçek adının “İslâm” olduğunu izah etmiş, iman etmeleri gerektiğini, ancak o zaman mü’min olabileceklerini, şimdiki durumda “müslim” olduklarını duyurmuş ve ardından şu garantiyi vermiştir: “Eğer Allah’a ve Rasûlü’ne itaat ederseniz, O yaptıklarınızdan hiçbir şeyi eksiltmez. Allah çok bağışlayandır, çok esirgeyendir.” (49/Hucurât, 14)
2- İmana ulaştıktan sonra onu reddedip müslüman görünenler: Bu da iman etmeden müslüman olmak olarak adlandırılabilir. Ne ki, birincisiyle bu ikinci arasında derin bir fark vardır. Birinciler imandan habersizken; ikinciler haberlidir. Birinciler bilinçsizken; ikinciler bilinçlidir. Çünkü bedeviler gerçekten teslim olmuşlar ve bunu da “iman” zannetmişlerdir. Bu ikinci kesime giren müslüman tipi olan münafıklarsa, ya imana girip onun gereğini yerine getirmedikleri için (Uhud’un ve Tebük’ün ortaya çıkarttığı münafıklar gibi) münafık olmuşlar; ya da bilinçli bir biçimde küfrü tercih ettikleri halde dıştan müslüman görünmeyi menfaatleri
açısından daha yararlı buldukları için müslüman olmuşlardır. Şu âyet, bu tür münafıklığı iyi açıklamaktadır: “Onlar ki iman ettiler, sonra inkâr ettiler; daha sonra inandılar yine inkâr ettiler, sonra inkârları arttı.” (4/Nisâ, 137)
Din, iman ve İslâm’ın her ikisinin ortak adıdır. Çünkü iman tasdik, İslâm ameldir. İman, kalbin ameli; İslâm, bedenin imanıdır. İman, muharrik kuvvet; İslâm, bu kuvvetin harekete dönüşmesidir. Bu nedenle İslâm, “şeriat”le eşleştirilir ve “İslâm şeriatı” olarak kullanılır; “İman şeriatı” biçiminde değil. İman ise “hakikat” ile eşleştirilir ve “imanın hakikatı” denilir; “İslâm’ın hakikatı” değil. İslâm’sız imanın hükmü ne ise; şeriatsız hakikatın hükmü de odur. Hakikatsız şeriat, kuru bir kabuk ve şekilcilik; şeriatsız hakikat, gizemcilik ve sapıklıktır. Hakikat, varlığını imandan; şeriat, meşruiyetini İslâm’dan alırsa makbul olur.
İmanla İslâm arasındaki ilgi, imanla amel arasındaki ilginin aynısıdır. Halkın dilinde “İslâm’ın şartı” olarak bilinen beş rükûn, ameli ilgilendiren (şehadet, dilin amelidir) maddelerdir.
Bütün bunlardan ortaya çıkan sonuç şudur: Şuurun dört mertebesinden iç bükey ve bâtınî olan marifet ve tasdik ile iman ortaya çıkmakta; dış bükey ve hâricî boyutu olan ikrar ve amel ile de İslâm ortaya çıkmaktadır. Özetin de özeti; İmanla ameli ayırmak, imanla İslâm’ı ayırmak
demektir ki, bu durumda ortada ne iman kalır, ne İslâm! Pezdevî der ki: “Ehl-i Sünnet icma etti: İman, İslâm’dan; İslâm da imandan ayrılamaz. Bununla birlikte iman ve İslâm mana olarak ayrıdırlar. Zira iman tasdiktir. İslâm ise ikrar, inkıyad, itaat, boyun eğme ve teslimiyettir. Mü’min, Allah’ı ve Rasûlü’nü tasdik eden; Müslim, Allah’a ve Rasûlü’ne itaat edendir.” (Pezdevî, Ehl-i Sünnet Akaidi, Kayıhan Y. s. 221) (1)
Kuru bir 'iman ettim' sözü elbette yeterli değildir. İmanın gerçeği de bu değildir. Söz, kalbin tasdiki ve beynin kabulü ile bağlılığın ifâdesi olmalıdır. Bu da yaşamayı gerekli kılar. İman sözünün verildiği anda, kişi 'ben, Allah'tan başka ilah olmadığına şahit olarak, bütün benliğimle Allah'a bağlanıyorum. O'nun otoritesine giriyorum.' demiş olur. Sonra da O'nun otoritesini hiçe sayıp, heva ve hevesleri doğrultusunda hayâtını sürdürürse, bu kişi imanı anlamamış ve benimsememiş demektir. Aslında onun imanı, kendi arzularının otorite olarak kabulü yönündedir. Çünkü o Allah'ın isteklerini değil; kendi isteklerini kayıtsız şartsız yerine getiriyor. Kim, kimin isteklerini kayıtsız şartsız yerine getirirse, o, onun kuludur. İmanı, yani bağlılığı onadır.
İman, itaat ve teslimiyet ile birlikte varlığını korur. 'İnsanlardan öyle kimseler vardır ki: 'Allah'a ve ahiret gününe iman ettik' derler; halbuki onlar, mü'min değillerdir.' (Bakara, 8) 'Allah'a ve Peygamber'e iman ve itaat ettik derler. Sonra da onlardan bir grup, bunun ardından yüzçevirir, bunlar mü'min değillerdir.' (24/Nur, 47) 'Ey iman edenler, Allah'a ve Peygamberi'ne itaat ediniz. İşitip dururken, itaatten yüz çevirmeyin. İşitmedikleri halde 'işittik' diyenler gibi olmayın. Zira Allah katında hayvanların en şerlisi, akıl etmeyen sağırlar ve dilsizlerdir.' (8/Enfâl, 20-22) Görüldüğü gibi âyet, Allah'a itaat etmeyenleri işitmeyen ve görmeyen, aynı zamanda akılsız, en aşağılık mahluklar olarak tanımlıyor. 'Ey iman edenler, Allah'tan korkulması gerektiği gibi korkun ve ancak müslüman olarak, O'na teslim olmuş şekilde can verin.' (3/Âl-i İmran, 102) İman, gerçek olup olmadığı ortaya konması için Allah tarafından imtihan edilir: 'İnsanlar, 'iman ettik' demekle bir imtihana çekilmeden bırakılıvereceklerini mi zannediyorlar? Halbuki Biz, kendilerinden öncekileri de denemiştik. Allah, elbette imanlarında doğru/sâdık olanları ortaya çıkaracaktır ve elbette yalancı olanları da belirleyecektir.' (29/Ankebut, 2-3) .
Allah’a iman, insan ile yaratıcısı arasında en şerefli bağı teşkil etmektedir. Zira yeryüzünde en şerefli varlık insandır. İnsanın en şerefli yeri kalbidir. Kalbin de en şerefli şeyi imandır. Bu bakımdan iman ve hidâyet, nimetlerin en üstünü ve Allah’ın en büyük lutfudur. “Allah imanı size sevdirdi. Onu kalplerinizde süsledi. Küfrü, fâsıklığı ve isyanı size çirkin gösterdi. İşte rüşdünü bulanlar da onların ta kendileridir.” (49/Hucurât, 7)
İmanın amellerle tezahürü olmalıdır. Güneşten ısı, gülden koku saçıldığı gibi, imandan da ameller saçılmalıdır. İmanın söz, fiil ve eylemlerle ispatlanması gerekir. Yoksa iman, birtakım istek ve temennilerden ibâret değildir. “İman, istek ve süsten ibâret değildir. Ancak iman, kalpte yerleşip amelde kendisini gösterendir.” İman, Allah ve Rasülünü sevmeden olmaz. Hem öyle ki, bir mü’min için, Allah ve Rasülü’nün her şeyden sevimli olması lazımdır. Bu sevginin mutlaka amel ve fiillerle ispatı lazımdır. Yoksa, sadece söz ile sevgi olmaz. Allah’ı ve Rasülünü sevmek
demek, Allah’ın hükümlerine ve Rasûlullah’ın tebligatına fiilen bağlanmak demektir. Bu konuda Allah şöyle buyurmaktadır. “De ki, eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, elinize geçirdiğiniz mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret ve hoşunuza gitmekte olan meskenler size Allah’tan, Onun Peygamberi’nden ve O’nun yolundaki cihaddan daha sevimli ise, artık Allah’ın emri gelinceye kadar bekleye durun. Allah, fâsıklar topluluğunu hidâyete erdirmez.” (9/Tevbe, 24) İman, ancak gerçek bir sevgiyle; Allah’a karşı sevgi, rasülü’ne karşı sevgi ve şeriatın tümüne karşı sevgi ile tamamlanır. Rasûlullah, bu konuda şöyle buyurur: “Şu üç şey kimde olursa, o kimse imanın zevkini alır: 1- Kendisine, Allah ve Rasülü’nün her şeyden sevimli olması, 2- Sevdiği kişiyi sadece Allah için sevmesi, 3- Ateşe atılmaktan nefret ettiği gibi, küfre dönmekten de nefret etmesi.” “Sizden biriniz beni, anasından, babasından, çocuğundan, kendi nefsinden ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe iman etmiş olamaz.”
İman dediğimiz şey, Allah ve Rasûlü'ne karşı sevgide şekillendiği gibi, Allah'ın dinini yüceltmek ve üstün kılmak için cihad etmede, yeryüzünde zulmü ve fesadı önlemek için mücâdele vermede de şekillenmelidir. Allah'a yaklaşmak için namaz ve oruca devam etmede, haram ve helâla ittibâ etmede de iman kendini göstermelidir. Allah, imandan söz ederken, iman ile birlikte amellerden de söz ediyor. Bu amellerin ekseriyeti de cihad kavramında birleşir. Çünkü cihad, imanın ruhu ve ameli olarak ortaya çıkar. 'Mü'minler ancak o kimselerdir ki, Allah'a ve Rasûlü'ne iman ettikten sonra şüpheye sapmayıp, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad ederler. İşte onlar, imanlarında sâdık (doğru) olanların ta kendileridir.' (49/Hucurât, 15)
İman, meyvesiz kurumuş çürümüş, odun kütüğü olmuş bir ağaç değildir; iman ağacının mutlaka eseri ve meyvesi görülmelidir. İmanın meyvesi, Allah'tan korkup Allah'ın murakabesi altında olduğumuzu bilmektir. Şüphesiz Allah'ı tanıyan kişi, kendi kusurlarını idrak eder, O'ndan korkar ve ona göre hazırlık yapar. 'Allah'ın gönderdiği risaleti tebliğ edenler, O'ndan korkanlar ve başka hiçbir kimseden korkmayanlar var ya, işte bu, Allah'ın dinine dosdoğru uyan hak ehlinin sıfatıdır.' (33/Ahzâb, 39)
İmanın varlığının en güzel isbatı, vahye sarılmaktır. Çünkü vahy, en temiz ve en sağlam kaynaktır. Vahye sarılmak, Allah'a bağlanıp, araya aracılar koymadan doğru olanı kendisinden almaktan başka bir şey değildir. Vahye sarılmaksızın Allah'a bağlanmak mümkün değildir. Vahyin mü'minlerden istediği onu dinlemek ve ona tâbi olmaktır. 'Aralarında hükmetmek üzere, Allah'ın Rasûlü'ne davet olundukları zaman, mü'minlerin sözü ancak, 'dinledik ve itaat ettik' demelerinden ibârettir. İşte asıl amaçlarına erenler bunlardır. Kim Allah'a ve Rasûlü'ne itaat ederse, Allah'tan korkar ve O'ndan sakınırsa, işte bunlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.' (24/Nur, 51-52) 'Allah ve Rasûlü bir işte hüküm verdikleri zaman, mü'min erkek ve mü'mine bir kadın için işlerinde muhayyerlik (başka şeyi tercih etme özgürlüğü) yoktur. Kim Allah'a ve Rasûlü'ne isyan ederse, muhakkak ki o, apaçık bir sapıklığa sapmıştır.' (33/Ahzâb, 36) 'Öyle değil, Rabbine and olsun ki, onlar aralarında çekiştikleri, tartıştıkları şeylerde seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükümden dolayı yürekleri hiçbir sıkıntı duymadan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.' (4/Nisâ, 65)
Görüldüğü gibi, mü'min erkek ve mü'mine kadınlara muhayyerlik hakkı yoktur. İman ettikten sonra, kendi heva ve hevesine göre hareket edemezler. Allah'a ve Rasûlü'ne itaat etmek zorundadırlar. Allah'a iman, sonra arkasından isyan, apaçık bir sapıklıktır. Allah'a iman, teslimiyetle beraber bütün işlerde Allah Rasûlü'nün hakemliğini şart koşar. İman ettiğini iddia eden herkesin mutlaka hakemi, hükmünü kabul edip uygulayacağı ölçüsü, tercihi Allah ve Rasûlü olmalıdır. Aksi, dalâlettir. “Demokrasi var, özgürlük var; bana kimse karışamaz. Canım neyi isterse onu yaparım! ” Bir mü’minin diyebileceği sözler değildir bunlar (bkz. 33/Ahzâb, 36) .
İman ile amel, birbirini tamamlayan iki husustur. İman olmadan amel, Allah katında kabul edilmeyeceği gibi; güzel amellerle süslenmeyen kalpteki imanın mânevî zevk vermekten uzak olduğu da bellidir. İman, kalp toprağına atılan bir tohumdur. İbâdetler, güzel ahlâk, iyi davranışlar onun yeşermesini ve hayâtiyetini devam ettirmesini sağlayan vâsıtalardır. Salih amel ve güzel ahlakla bezenmemiş iman, bir hücreye kapatılan ve kimseyle görüştürülmeyen bir din âliminin, mürşid ve vâizin, hitabettiği topluma faydasızlığı gibi; kişiyi olgunlaştırıp mânen
geliştirmekten yoksun bir cevherdir. O halde iman olmadan amelin kabul olunması söz konusu edilemezse; salih amellerle desteklenmeyen imanın kemale ermekten mahrum olacağı unutlulmamalıdır. Hatta bu konuda “imanı korumak, kazanmaktan daha zordur” sözü meşhur olmuştur. Mü’min olmak kolay, ama özellikle küfrün hâkim olduğu câhilî toplumda mü’min kalmak ve mü’mince ölmek zordur. Biz de Hz. Yusuf gibi, duâ etmeliyiz; fiilî ve kavlî duâ: “Teveffenî müslimen ve elhıknî bi’s-sâlihîn (Ey Rabbim, beni müslüman olarak öldür ve beni sâlihler arasına kat.” (12/Yusuf, 101)
İman ve Amel
Kur’an’ın, imanı tanımladığı âyetlere dikkat edecek olursak, hemen tamamında imanla amelin yan yana geldiğini görürüz. Özellikle iman ve salih amelin birlikte kullanıldığına şahit oluruz. Kur’an, amelin imandan bağımsız olmadığının delilleriyle doludur. Hatta kinâye olarak Kur’an’da amel, iman olarak adlandırılmıştır. “Allah imanlarınızı zâyi edecek değildir.” (2/Bakara, 143) . Bu âyetteki iman’dan kasıt “namaz”dır.
Sahih sünnette de iman-amel münâsebetlerini ele veren birçok rivâyete rastlamak mümkün. İşte şu hadiste iman-amel iç içe: “Nebî’ye soruldu: ‘Hangi amel daha efdaldir? ’ “Allah ve Rasûlü’ne iman” buyurdu. ‘Sonra hangisi? ’ diye soruldu. “Allah yolunda cihad.” buyurdu. Ardından yine soruldu: ‘Sonra hangisi? ’ Cevapladı: “Hayır üzere yapılmış bir hac.” (Buhârî, İman 26) . Rasûl’ü sevmek imandandır: “Nefsim elinde olan Allah’a yemin olsun ki, ben, içinizden herhangi birine babasından ve evladından daha sevimli olmadıkça iman etmiş olamazsınız.” (Buhârî, İman 14) . Allah yolunda cihad, imanın bir parçasıdır: “Allah, bir kimseye kendi yolunda cihadı nasip ederse ve o da Allah’a ve Rasûlü’ne iman ediyorsa çıksın. Ya ecri, ya ganimeti, ya da şehadeti elde eder. Eğer ümmetime lazım olmasaydım hiçbir çarpışmadan geri kalmazdım. Andolsun Allah yolunda öldürülüp sonra dirilmeyi, sonra öldürülüp bir daha dirilmeyi ve yine öldürülmeyi ne kadar isterdim.” (Buhârî, İman 37) . Hayâ da imandandır: “Hayâ imandandır.” (Buhârî, İman 24)
Allah için sevmek, kızmak, vermek ve engel olmak da imandandır: “Allah için seven, Allah için kızan, Allah için veren, Allah için engel olan kuşkusuz imanını tamamlamıştır.” Allah Rasûlü, imanın parçalardan meydana gelen bir bütün olduğunu, bunların içinde amellerin de yer aldığını açık bir biçimde ifâde etmiştir: “İman yetmiş küsür şubedir. En üst derecesi la ilahe illa’llah, en alt derecesi, çevreyi rahatsız edici bir engeli yoldan kaldırmaktır.” (Buhârî, Müslim) . Bu hadiste nazarî iman olan “lâ ilâhe illâ’llah” ile, amelî iman olan “eziyet veren şeyi ortadan kaldırmak” bir bütünün farklı ağırlıktaki parçaları olarak geçiyor. İşte o bütünün adı “iman”dır.
İmanın ve İslâm’ın şartlarını sayılarla ve belli maddelerle sınırlamanın yanlışlığının delili olan şu sahih hadiste namaz, zekât, oruç “iman nedir? ” sorusunun cevabı olarak zikredilmektedir: “Allah Rasûlü, kendisine gelen bir elçiler grubuna “yalnızca Allah’a iman etmeyi” emretti ve sordu: “Yalnızca Allah’a iman nedir, bilir misiniz? ” ‘Allah ve Rasûlü daha iyi bilir’ dediler. Bunun üzerine buyurdu ki: “Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in O’nun Rasûlü olduğuna şehadet etmek, namazı kılmak, zekâtı vermek, Ramazan orucunu tutmak ve beşte biri (humus) vermektir.” (Buhârî, İman 53)
İman ağacının meyvesidir amel. Mü’minlik iddiasının isbatı, vahyin hayâta dönüşmesidir amel. İmanın, zihinde hapsolunan soyut bir düşünce, kalpte mahkûm olan zavallı bir akide, dilde söylenilegelen kuru bir iddia olmaktan çıkarak göze fer, bileğe güç, dize derman olarak yürümesidir amel. İmanın beden ülkesinde şeytanın ve nefsin iktidarını yıkarak iktidara geçtiğinin göstergesidir amel.
“Bizim âyetlerimize yalnızca o kimseler inanır ki, onlar kendilerine hatırlatıldığı zaman hemen secdeye kapanırlar. Rablerini överek tesbih ederler, büyüklük taslamazlar.” (32/Secde, 15) “Mü’minler ancak o kimselerdir ki, Allah’a ve Peygamberi’ne inanırlar, toplumsal bir iş (görüşmek) üzere onunla buluştukları zaman ondan izin almadan gitmezler.” (24/Nur, 62)
Konumuzun eksenini teşkil eden “amel” den kasıt, Allah’a itaattir. Burada sözkonusu ettiğimiz amel, nafile olan ameller değildir; Allah’ın emir ve yasaklarıdır. Allah’a inandığını söylediği halde O’nun emirlerini yapmayanın durumu şu askerin durumu gibidir: Komutan, kendisine hayâtî önemi olan bir plânı verdikten sonra plânın yerine getirilmesi için gerekli emirleri de vermiştir. O plânın doğru olduğunu bilen, buna kalbiyle de inanan ve diliyle komutanın emirlerine uyacağını taahhüd eden bu adamın verilen emir ve tâlimatların hiçbirini tutmamasının iki sebebi olur: Ya inanmamıştır, ya da inandığı halde zaafları yüzünden emri aksatmıştır. İki halde de cezaya çarptırılır; Birinci durumda inanmayanların cezasına, ikinci durumda da âsîlerin cezasına.
Bu noktada İmam Ebu Hanife'nin şu tesbitini aktarmak yerinde olacaktır: Allah Teâlâ mü'mine ameli, kâfire imanı, münafığa da ihlası farz kılmıştır. 'Ey insanlar, Rabbinizden korkun.' (22/Hac, 1) âyetinde 'Ey mü'minler Allah'a itaat edin! ', 'Ey kâfirler Allah'a iman edin! ', 'Ey münafıklar, ihlâslı ve samimi olun! ' anlamı vardır. (Vasıyet, İmam Âzam'ın Beş Eseri, s. 75) İman hem amel, hem marifet, hem tasdik ve hem de ikrardır. Bunların her biri farklı ağırlıklarla imanı oluşturan boyutlardır. Bunlardan birini, ikisini ya da üçünü kaybeden kimse, imanî dengesini kaybeder. Yapması gereken işlevi ifa edemez. İşlevini ifa edemeyen iman da iman olmaktan çıkmış demektir.
İmanın vicdanlara hapsedildiği bir çağda, bundan zarar gören yalnızca mü'minler olmayacaktır. Bilakis bütün insanlık zarar görecektir. Çünkü imanın hâkim olduğu toplumda ahlak, adalet, fazilet, muhabbet, muâvenet, sadakat ve iffet baştacı edilen değerler olarak yerini alacak; İmanın hakim olmadığı toplumda ise rezalet, nefret, sefalet, sefahat, atalet, ihanet, bencillik ve her türlü dalavere ortalığı kaplayacaktır. Kimsenin unutmaması gereken bir gerçek var: İman, atom ve nötron bombasını yapan 'insan' adlı muazzam silahın emniyet anahtarıdır. Onun olmadığı bir yerde her an herkesin 'kaza'ya kurban gitme ihtimali çok yüksektir. Bütün bunlar imanın dünyevî kazancına dahildirler. Bir de onun uhrevî kazancı vardır ki o başka hiçbir şeyle elde edilemeyen bitimsiz mutluluğun ta kendisidir. (2) Gazete ve tv. haberlerinde sık sık canavarlaşan insanların durumlarına şahit oluyoruz. Kocasını vuran kadınlar, çocuklarını doğrayan babalar, küçücük bebelere tecâvüz edenler... Sebep tek: İmansızlık. Allah’a ve âhirete iman eden böyle vahşet ve barbarlık yapabilir mi? !
İmanın sahih ve kabule şâyan olması için bazı şartlar vardır. Birincisi; İman, ölüm döşeğinde iken, yeis ve ümitsizlik sebebiyle vâki olmamalıdır. 'Azabımızın şiddetini gördükleri zaman imanları kendilerine fayda verecek değildir.' (40/Mü'min, 85) Fir'avn bile boğulma ânında iken iman etmiştir. (İngiltere Brıtısh Museum'daki ona ait olduğu belirtilen bozulmamış ceset de secde halindedir.) Ölüm üzere iken azabın şiddeti ve dehşetini görerek iman, artık gayba iman olmaktan çıkar. İkincisi; zarûrât-ı diniyyeden olan hükümlerden herhangi birini inkâr veya tekzib etmemelidir. Mesela; bir kimse Allah'ın varlığına, meleklerine, âhiret gününe inandığını ikrar etse, ancak peygamberlere inanmadığını söylese, bu kimsenin imanı sahih değildir. Çünkü iman bir bütündür, tecezzî (cüzlere, parçalara ayrılmayı) kabul etmez. Yine Kur'an-ı Kerim'e inandığını beyan eden bir kimse, onun herhangi bir âyetini reddetse mü'min olamaz. Çünkü Kur'an-ı Kerim'den olduğu sabit olan herhangi bir âyeti inkâr etmek küfürdür. Bu durumda, 'efendim çoğuna inanıyor ya? ' diye itirazda bulunulamaz. Zira Kur'an, Allah tarafından vahy yoluyla indirilmiştir. Bir âyeti yalanlayan kimse, vahyi yalanlama durumundadır. Bu sebeple, insanı küfre götüren sözler (elfâz-ı küfür) ve haller (ef'âl-i küfür) bilinmelidir. Mü'minler; bilmedikleri herhangi bir mesele ile karşılaştıkları zaman; ileri geri herhangi bir söz söylemeden 'ben bunu bilmiyorum; Allah ve Rasûlü nasıl bildirmişse öyledir' demelidirler.
İnsan Niçin İman Eder?
İmanın Sebep ve Sonuçları (İmanla İlgili Sünnetullah)
İnsan niçin iman eder? İman, doğal bir ihtiyaçtır. İnsanın fıtratında inanma, bağlanma ve güvenme hisleri temel özelliklerdir. İnsan, inanmadığı zaman, bağlanmadığı ve güvenmediği zaman, yaşamanın bir anlamı ve değeri kalmaz. Her insan bir şeylere inanır, ama kurtarıcı olan iman, hakka/doğruya inanmadır. İman hissini kötüye ve olumsuz olana kullanarak şeytana tâbi olmak ve azgınlaşıp kendini Allah'a muhtaç görmemek, kendi kendine yeterli olduğuna inanıp her dakika soluduğu havayı verene nankörlük/küfr etmek, cehenneme dâvetiye çıkarmaktır. Fakat, doğru bir şekilde iman edip, Allah'ın hidâyetine uymak, cennete adım adım yaklaşmaktır. 'Biz insanı karışık bir nutfeden yarattık. Onu imtihan ediyoruz. Bu sebeple, onun işitmesini ve görmesini sağladık. Sonra da ona gideceği yolu gösterdik. Ya şükreder (bu yoldan gider) ya da küfreder. Kâfirler için elbette zincirler, halkalar ve alevli cehennem hazırladık.' (76/İnsan, 2-4) 'İman edenlere ve doğru hareket edenleri müjdele ki, onlara altından nehirler akan cennetler vardır.' (2/Bakara, 25)
İman, kişiye yalnızca âhirette mutlu bir hayât sağlamakla kalmaz; bu dünyada da huzur, saâdet ve büyük bir güç kazandırır: 'Allah, sizden iman edenlere ve sâlih amel işleyenlere, kendilerinden öncekileri halife/hükümran kıldığı gibi, onları da yeryüzünde halife/hükümran kılacağını, kendileri için râzı/hoşnut olduğu dinlerini, yine onlar için uygulamaya koyacağını ve korkulu hallerini güvene çevireceğini vaad etmiştir. Çünkü onlar, yalnız Bana kulluk eder ve Bana hiçbir şeyi şirk koşmazlar.' (24/Nur, 55)
Müjdeler, mü'minler içindir (13/Ra'd, 29) . Allah, onların kalbine imanı yazmış ve onları kendisinden bir ruhla desteklemiştir (58/Mücâdele, 22) . Şeytanî güçler onları ezmeye yol bulamaz (16/Nahl, 99; 34/Sebe', 20) . Onlara yardımcı olmak, Allah'ın bizzat kendi üzerine yazdığı bir görevdir. 'Mü'minlere yardım etmek, bize haktır (Bize düşen görevdir) .' (30/Rûm, 47) . Allah, iç huzuru ve doygunluğu onlara nasib etmiştir (Bkz. 9/Tevbe, 26; 48/Feth, 4) . Korkmak, üzülmek, kedere yenik düşmek onlara uzaktır (Bkz. 3/Al-i İmran, 139) . Allah'ın lütuf ve bağışı mü'minler içindir (3/Âl-i İmran, 152) . Mü'min, böylesine onurlu olduğu içindir ki, bir mü'mini kasten öldüren, ebediyyen cehennemde kalır (4/Nisâ, 93) . 'Şu bir gerçek ki, iman edip sâlih amel işleyenler, varlıklar dünyasının en hayırlılarıdır.' (98/Beyyine, 7)
'Gevşemeyin, üzülmeyin, eğer (gerçekten) iman ediyorsanız, mutlaka siz üstün geleceksiniz.' (3/Âl-i İmran, 139) Yani, her durumda düşmanınızla cihaddan korkmayınız. Kuvvetten düşmeyiniz. Siz üstünsünüz, yani iman ediyorsanız, sonunda zafer sizindir. Çünkü iman, kalbe güç verir, Allah'la olan irtibatı artırır ve düşmanlarına aldırış etmemeyi öğretir.
'Ve mü'minlere karşı kâfirlere asla yol vermeyecektir.' (4/Nisâ, 141) Yani, Allah, kâfirlerin bazı zamanlar üstünlük sağlasalar da, dünyada mü'minlere musallat olarak, tamamen ortadan kaldıracak şekilde istilâ ve işgal etmelerine yol vermez. Âyet, dünya ve âhireti kapsamaktadır. Dünya ve âhirette mutlu son mü'minlerindir. Mü'minler, imanın hakikatını yüreğinde yaşatan, sonra bu gerçek tevhidî imanı, Allah'ın râzı olduğu ameller, teslimiyet ve cihadla dışa yansıtan insanlardır.
Bazı zamanlarda kâfirlerin, intikam olarak mü'minlere yol bulmaları, imanlarının hakikatında meydana gelen gedikten olmuştur. Savaş araçları, Allah yolunda cihad niyyetiyle kuvvet hazırlığı, her türlü nisbet ve bağımlılıktan arınmış olarak sadece iman sancağı altında bulunmak, imandan ve imanın gereklerindendir. Müslümanlara zamanla yapışan yenilgi, imanın hakikatında meydana gelen zayıflık ölçüsündedir. Daha sonra, gerçek iman üzere bulunduklarında yardım, mü'minlere hak olarak döner. (Fî Zılâl'den)
'Andolsun Tevrat'tan sonra Zebur'da da: 'Arza mutlaka sâlih (iyi) kullarım vâris olacak' diye yazmıştık.' (21/Enbiyâ, 105)
'Kim mü'min olarak sâlih işlerden yaparsa, onun çalışmasına nankörlük yok ve Biz (onun çalışmasını) yazanlarız.' (21/Enbiyâ, 94)
'Kim kötülük yaparsa, sadece onun kadar cezalanır; ama kadın olsun erkek olsun kim mü'min olarak faydalı bir iş yaparsa, onlar cennete girerler ve orada kendilerine hesapsız rızık verilir.' (40/Mü'min, 40)
'Erkek ve kadından her kim mü'min olarak sâlih amel işlerse, onu hoş bir hayâtla yaşatırız. Onların ücretlerini yaptıklarının en güzeliyle veririz.' (16/Nahl, 97) Mü'min erkek ve kadınlara Allah, bu dünyada iyi bir geçim hazırlar. İman ve sâlih amelin mükâfatı olarak böyle bir hayâtı onlara kolaylaştırır. Âhiretteki ecri ise daha güzeldir. Mü'min olup sâlih amel işleyenlere vaad edilen dünyadaki güzel hayât, bir çok şeyle gerçekleşir. Rızâ, gönül huzuru (itmi'nan) , iç rahatlığı (inşirâh-ı sadr) , mutluluğu hissetmek ve rahat geçim. Bunlar, maddî ve dış etkenlere bağlı değil; iç etkenlere, gönle bağlı hususlardır. Gönüllere tasarruf edebilen de ancak Allah'tır.
İmanla beraber olan sâlih amelin mükâfatı, dünyada tertemiz, hoş bir geçimdir. Nimetlerle donatılmış, varlıklı ve zengin olmak önemli değildir. Bazen zenginliğin; tertemiz, hoş bir geçimi engelleyen dünya ve âhiret belâsı olduğu bilinmelidir. Hayâtta yetecek kadar maldan başka, geçimi güzel kılan çok şey vardır. Allah'a bağlanma ve O'nun gözetimine, himâyesine ve rızâsına sığınma vardır. Sıhhat, sükûnet, bereket, evde rahatlık ve gönülden sevgi vardır. Amel-i sâlihle huzur bulmak, onun gönüldeki ve hayâttaki izleri vardır. Mü'min olarak sâlih amel işleyenin dünyada nâil olacağı hoş ve güzel geçim, onun âhiretteki sevabını azaltmaz. Tersine, Allah onun sevabının, dünyadaki amelinin en güzeli üzerine olacağını vaad etmiştir. Cömert ve Kerim olan Rabbımızın hazineleri, sevabı ne büyüktür!
İmanı Bozan Haller
İmanın, bâtıl hale gelmemesi için, itikadın doğru ve tam olarak hayât boyu sürmesi gerekir. Kur'an ve sahih sünnet dışı olmaması ve imanı bozucu bir davranışın yapılmaması gerekir. İmanı bozan hallerin en önemlileri şunlardır:
a- Cibt ve tâğuta da inanmak: Cibt: Asılsız ve bâtıl olan hurafeler, Allah'tan başka kulluk edilen her şey, put vb. şeylerdir. Tâğut ise: Allah'ın çizdiği sınırları aşan, sapmış, azgın kimseler; Allah'ın hükmüne alternatif olma iddiasındaki anlayış, düzen, put veya şahıslardır. Bunlar, Allah'ın Kitabında olmayan ve Kitab'a aykırı olan hükümleri ve kanunları insanlara Allah'ın kanunları gibi sunarlar. Cahil kimseler de bunlara aldanıp inanırlar. Böylece imanlarını boşa çıkarırlar. 'Kitaptan bir nasip verilenleri görmüyor musun? Cibt ve tâğuta (putlara ve bâtıl tanrılara) iman ediyorlar. Sonra da kâfirler için 'bunlar, Allah'a iman edenlerden daha doğru yoldadır' diyorlar. İşte bunlar, Allah'ın lânetledikleridir. Allah'ın rahmetinden uzaklaştırdığı (lânetli) kimseye gerçek bir yardımcı bulamazsın.' (4/Nisâ, 51-52) 'Sana indirilene ve senden önce indirilenlere iman ettiklerini iddia edenleri görmedin mi? Tâğutun önünde mahkemeleşmek, onların hükümlerini uygulamak istiyorlar. Oysa onu tanımamakla emrolunmuşlardı. Şeytan onları uzak bir sapıklığa düşürmek istiyor.' (4/Nisâ, 60)
b- Şirk koşmak: Şirk koşma imanı bozan ve insanın bütün iyi amellerini yok ederek ebedî cehennemlik olmasına neden olan bir davranıştır. 'Sana da, senden öncekilere de vahyolunmuştur ki 'eğer şirk koşarsan, şüphesiz bütün amellerin boşa gider ve hüsrâna uğrayanlardan olursun.' (39/Zümer, 65) 'Allah, kendisine şirk/ortak koşulmasını asla bağışlamaz; bundan başkasını (günahları) dilediği kimse için bağışlar. Allah'a şirk koşan kimse büyük bir günah ile iftira etmiş olur. Kim Allah'a şirk/eş koşarsa büsbütün sapıtmıştır.' (4/Nisâ, 48 ve 116)
c- Kâfirleri velî ve yönetici tanımak: Velî kelimesi, Arapçada hem dost, hem de sahip, yönetici anlamına gelir. Mü'minler birbirlerinin dostudur. Allah da mü'minlerin sahibi ve yöneticisidir. Bir mü'min, mü'minleri bırakıp kâfirleri dost ve yönetici olarak kabul ederse imanı boşa çıkar ve kâfir olur. 'Allah, mü'minlerin velîsidir. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Kâfirlerin velîsi ise tâğuttur. Onları aydınlıktan karanlıklara çıkarırlar. Onlar ateş arkadaşlarıdırlar. Orada temelli kalacaklardır.' (2/Bakara, 257) 'Ey iman edenler, kendilerine Kitap verilenlerden herhangi bir gruba itaat ederseniz, onlar sizi, imanınızdan sonra çevirip kâfir yaparlar.' (3/Âl-i İmran, 100) 'Ey iman edenler, mü'minleri bırakıp kâfirleri velî edinmeyin. Allah için kendi aleyhinizde apaçık bir delil vermek ister misiniz? ' (4/Nisâ, 144)
Bâtıla İman
Kur'an, imanı sadece olumlu alanlar için kullanmaz. Gönülden benimseme ve tasdik etmenin, yani imanın olumsuz görünümlerinin bulunabileceğine de dikkatimizi çeker. İman, Allah'ın inanılmasını istediği şeylere olursa doğru; hakkında Allah'ın hiçbir delil indirmediği şeylere olursa bâtıl olur. 'De ki: Benimle sizin aranızda şahit olarak Allah yeter. O, göklerde ve yerde ne varsa bilir. Bâtıla iman eden ve Allah'ı inkâr edenler var ya, işte ziyana uğrayacaklar onlardır.' (29/Ankebut, 52) 'Tek Allah'a ibâdete çağrıldığı, duâ edildiği zaman küfrederdiniz. O'na şirk koşulunca (buna) iman ederdiniz. Artık hüküm, yüceler yücesi Allah'ındır.' (40/Mü'min, 12) 'Onların çoğu, ancak şirk koşarak Allah'a iman ederler.' (12/Yûsuf, 106)
Bu âyetlerden anlaşılıyor ki, mutlak anlamda aldığımızda inkâr da bir imandır. İnkâr, imansızlığa imandır. Yani, her imanda bir inkâr, her inkârda bir iman vardır. Mü'min de Allah'a iman etmiş olmak için, hatta imandan önce, bazı şeyleri inkâr etmesi, küfür etmesi gerekir. Küfür edip reddetmesi gerekenlerin başında tâğut gelir (Bkz. 2/Bakara, 256) . Doğru iman, Kur'an'ın gösterdiği imandır. Bu iman insanlara Allah'tan başka ilah olmadığını, Allah'ın âlemlerin Rabbı olduğunu, Allah'tan başkasına duâ ve kulluk edilmemesi gerektiğini öğretir. Doğru imanın zıddı, bâtıla iman, yani şirktir. Şirk, doğru olduğunu isbatlamak için Allah'ın, hakkında delil/âyet indirmemiş olmasına rağmen; insanların uydurdukları bâtıl inançlardır. 'Allah'tan başka kulluk ettiğiniz şeyler, sizin ve atalarınızın uydurduğu putlardan başka bir şey değildir. Allah, onların doğru olduğuna dair bir delil indirmemiştir. Hükmetmek, yalnızca Allah'a aittir. O'ndan başkasına değil! ' (12/Yûsuf, 40)
Kur'an, imanlarını zulümle (şirkle) lekeleyenler için kurtuluş kapısını kapatmıştır. 'İman edip de imanlarına herhangi bir zulüm bulaştırmayanlar var ya, işte emn (güven) onlarındır. Ve onlar hidâyeti (doğru yolu) bulanlardır.' (6/En'âm, 82) Kur'an, imandan sonra küfre sapanlara karşı çok sert ve şiddetli bir tavır takınmaktadır. Kur'an, bu olaya tebdil veya irtidat demektedir. Tebdil, imanı küfürle değiştirmek; irtidat ise, İslâm dininden çıkmak, geriye dönmek demektir. Tebdil ve irtidat Kur'an'a göre en iğrenç ve onur kırıcı hastalığın adlarıdır. (Bkz. 3/Âl-i İmran, 86, 90; 2/Bakara, 217)
Doğru iman Kur'an'ın gösterdiği imandır. Bu iman, insanlara, Allah'tan başka ilâh olmadığını, Allah'ın âlemlerin Rabbı olduğunu, Allah'tan başkasına duâ ve kulluk edilmemesi gerektiğini öğretir. Doğru imanın zıddı, bâtıla iman, yani şirktir. Şirk, doğru olduğunu isbatlamak için Allah'ın, hakkında delil/âyet indirmemiş olmasına rağmen; insanların uydurdukları bâtıl inançlardır. 'Allah'tan başka kulluk ettiğiniz şeyler, sizin ve atalarınızın uydurduğu putlardan başka bir şey değildir. Allah, onların doğru olduğuna dair bir delil indirmemiştir. Hükmetmek, yalnızca Allah'a aittir. O'ndan başkasına değil! ' (12/Yûsuf, 40)
1- M. İslâmoğlu, İman Risalesi, s. 302-308))
2- A.g. e. s. 311-313 ve 346-348
İmanla İlgili Âyet-i Kerimeler
Gaybe İman: Bakara, 3; En'am, 59; Yunus, 20; Nahl, 77; Fâtır, 82; Yasin, 11; Mülk, 12.
Haktan Şüphe Etmemek: Bakara, 147; Al-i İmran, 60; En'am, 114; Yunus, 94-95; Hucurat, 15.
İmanda Samimi Olmak: Al-i İmran, 16-17; Mü'minun, 57-61; Ankebut, 2-3; Feth, 29; Hadid, 7
Ye's (Ümitsizlik Halinde İman Geçersizdir: Nisa, 159; En'am, 158; Yunus, 90-91, 98; Enbiya, 122-15; Sebe', 54; Mü'min, 84-85; Muhammed, 18-19; Fecr, 21-23.
İman Edilecek Şeyler: Bakara, 177, 285; Nisa, 136.
İman Edenlerin Mükâfatı: Bakara, 62, 82, 186, 218, 277; Al-i İmran, 57; Nisa, 57, 122, 173; Maide, 9; En'am, 48; A'raf, 42-43; Tevbe, 20-22; Yunus, 9, 26; Hud, 23; Ra'd, 29; Kehf, 107-108; Ankebut, 58-59; Lokman, 8-9; Secde, 19; Ahzab, 35; Fâtır, 7; Fussılet, 8; Şura, 22-23; Muhammed, 12; Tûr, 21-24; Mülk, 12; İnşikak, 25; Buruc, 11; Leyl, 5-7; Tîn, 6; Beyyine, 7-8; Asr, 1-3.
Mü'minlerin İmanını Artıran Allah'tır: Feth, 4-5; Hucurat, 7-8.
Gerçek Mü'minler: Enfal, 2-4; Tevbe, 71, 112; Ra'd, 19-23; Hacc, 41; Mü'minun,1-11
57-61; Nur, 51, 62; Furkan, 63-68, 72-75; Neml, 3; Ankebut, 2-3; Secde, 15-18; Sebe', 6; Şura, 36-39; Hucurat, 15; Mearic, 22-35
Mü'minlerin Mükâfatı: Bakara, 25; Nisa,57; En'am, 127; A'raf, 42-43; Tevbe, 20-22, 72; Yunus, 9-10; Ra'd, 23-24; İbrahim, 23; Nahl, 97; Kehf, 30-31, 107-108; Meryem, 61-63; Taha, 75-76; Enbiya, 101-103; Hacc, 14, 23, 50, 56; Mü'minun, 10-11; Furkan, 75-76; Secde, 17; Ahzab, 47; Zümer, 10, 61; Duhan, 51-57; Ahkaf, 16; Muhammed, 2-3; Feth, 5; Hadid, 12; Mücâdele, 22; Teğabün, 9; İnsan, 12-22; İnfitar, 13, 15-16; Mutaffifin, 22-28.
Allah, Mü'minlerin Yardımcısıdır: Bakara, 257; Al-i İmran, 139, 160; En'am, 127; Tevbe, 40; Rûm, 47; Casiye, 19; Muhammed, 11.
Mü'minlerin Kutsal Kitaplardaki Özellikleri: Feth, 29.
Mü'minlerin Dostluğu: Al-i İmran, 118; Nisa, 144; Tevbe, 16, 71, 119.
Mü'minle Kâfir Karşılaştırması: Al-i İmran, 162-163, 196-198; En'am, 50, 122; Hud, 24; Ra'd, 19-21; Kehf, 32-44; Kasas, 61; Secde, 18; Fâtır, 19,22; Sâd, 28; Zümer, 9, 21-22; Mü'min, 58; Fussılet, 40; Casiye, 21; Muhammed, 14; Haşr, 19-20.
Mü'minle Münafığın Misali: A'raf, 58; Enfal, 20-23; Tevbe, 109.
Mü'minlerin Misali: Beyyine, 7.
Mü'minlerin Fazileti: Tevbe, 20-22, Beyyine, 7.
Allah, Mü'minleri Sevdirir: Meryem, 96.
Kur'an, Mü'minlerin İmanını Artırır: Enfal, 2; Tevbe, 124-125; Nahl, 102; Furkan, 73; Secde, 15; Zümer, 23; Zariyat, 55.
Mü'minler İçin Firavun'un Karısı Misal Getirildi: Tahrim, 11.
Mü'minlerin Dünyaya Bakışı: Kasas, 60.
Kâfirler Mü'minlerle Alay Ederler: Bakara, 212; En'am, 10; A'raf, 49; Yunus, 48; Meryem, 73-75; Furkan, 63.
Kâfirlerin Hayâtı Mü'minleri Aldatmasın: Al-i İmran, 196-197; Hıcr, 88; Taha, 131; Furkan, 10; Kasas, 79-82; Mü'min, 4; Zuhruf, 33-35; Ahkaf, 20; Kalem, 14.
Mü'minlerin Ölümü: Nahl, 28-29, 32-33; Vâkıa, 88-91; Naziat, 2-3; Fecr, 27-30.
y- Allah'ın Rahmetine Ulaşacak Mü'minler: A'raf, 156-157.
z- Kıyamet Günü Mü'minler: Taha, 112; Enbiya, 101-103; Furkan, 24; Rum, 14-16; Yâsin, 55; Zümer, 73; Mü'min, 51; Zuhruf, 68-73; Câsiye, 30; Fecr, 27-30
İman'la İlgili Hadis-i Şerif Kaynakları
(Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, İbrahim Canan, Akçağ Y. –İlk rakam cilt; ikinci rakam sayfa numarasıdır.-)
İman, İslâm, İhsan Nedir? 2, 216-217.
İman Kapısı Her Zaman Herkese Açıktır: 3, 366.
İman Sahibi ve Doğru Olan Cennete Girer: 17, 603.
İman ve İslâm'a Giren Müteferrik Hadisler: 2, 319-325.
İman ve İslâm'ın Fazileti: 2, 197-198.
Kâmil İmana Ermenin Yolu: 12, 398-399.
Kalbinde Hardal Tanesi Kadar İmanı Bulunan Cennete Gidecek: 14, 407.
İmanın Artıp Eksilmesi: 10, 494-497.
İmanın Fazileti: 14, 381-382.
İmanın Hakikatı: 2, 213.
İmanın Şu'beleri: 2, 240-245.
İmanın Tadını Almak İçin Üç Şeyin Yapılması: 2, 234-235.
Diliyle İmanını İkrar Edenin Kanı Haramdır: 14, 139.
Hz. Peygamber'in Müslüman Olan Mülteci Kadınların İmanını İmtihanı: 5, 120-1
Kimsenin İmanının Varlığı ve Yokluğu Hakkında Konuşamayız: 12, 221.
İmanla Ölen Herkes, Cezasını Çektikten Sonra Cennete Girecektir: 14, 467-469.
İmansız İyiliğin Sevabı Olmaz: 2, 203.
İmtihan Olunacak Beş Şey: 17, 540.
Asırlarca Her Yerde Aynı İnançlar: 11, 231-232.
Mü'minler
Mü'min Bir Yılanın Deliğinden İki Defa Sokulmaz: 16, 337-338.
Mü'minde Bulunması Gereken İki Mümtaz Sıfat: Şükür ve Sabır: 2, 208.
Mü'min Kabirde Bile İbâdeti Düşünür: 17, 600.
Mü'min Neden En Çok Hayır Görür: 17, 193.
Mü'min Olabilmenin Asgari Ölçüsünü Belirten Hadis: 2, 201.
Mü'mine Ancak Hüsn-i Zan Edilir: 17, 522.
Mü'mine La'net Etmek Onu Öldürmek Gibidir: 16, 366.
Mü'mine Yakışmayan Sözler: 15, 143.
Mü'mine Yakışmayan Vasıflar: 15, 143.
Mü'mine Zarar ve Hile: 16, 358-359.
Mü'mini Kasten Öldürenin Günahının Affedilip Affedilmeyeceği: 3, 414-415.
Mü'minin Devamlı Bela ve Musibetlere Giriftar Olması: 2, 320; 4, 326.
Mü'min Hususiyetleri: 15, 392; 16, 337-338.
Mü'minler Birbirine Buğzetmez: 10, 93.
Mü'minler Kardeştir: 15, 145.
Mü'minler Sayıca Az Olmalarına Rağmen Kâfirleri Yener: 3, 499.
Mü'minlerin Düştüğü Bir Vesvese: Her Zaman Aynı Uhrevî Hâleti Yaşayamamak: 2, 366-367.
Mü'minin Hastalığı: 9, 545.
Mü'minin Kanı, Malı Haramdır: 17, 521.
Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
Hak Dini Kur'an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Yenda Y. c. 1, s. 160-172
Tefsir-i Kebir, -Mefatih-i Gayb- Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 1 s. 449-456
Fi Zılali'l-Kur'an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1 s. 78-80
Hadislerle Kur'an-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 2 s. 162-170
Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c. 1 s. 82-83
Davetçinin Tefsiri, Seyfuddin El-Muvahhid, Hak Y. c. 1 s. 33
Kur'an'da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 486-500
Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılab Y. c. 1 s. 98-100
İslâm Ansiklopedisi, Şamil Y. c. 3 s. 145-151
İslâm Düşüncesinde İman Kavramı, Toshihiko İzutsu, Pınar Y.
Epistemolojik Açıdan İman, Hanifi Özcan, İFAV Y.
İman, Şartları ve Onu Bozan Şeyler, Seyfuddin El-Muvahhid, Hak Y. s. 218-230
İman Risalesi, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y. s. 302-309
İslâm, Mevdudi, Furkan Y.
Kur'an'da Mü'minlerin Özellikleri, Beşir İslâmoğlu, Pınar Y. s. 37-53
Düzeltilmesi Gereken Kavramlar, Muhammed Kutub, Risale Y. s. 15-124
İlahi Kanunların Hikmetleri (Sünnetullah) , Abdülkerim Zeydan, İhtar Y. s. 290-301
Tevhid, Muhammed Kutub, Risale Y. s. 1-127
Kur'an'da Tevhid, Mehmet Kubat, Şafak Y. s. 262-263
Dini Hayâtın Psiko - Sosyal Temelleri, Ali Murat Daryal, İFAV Y. s. 11-31
Kur'an ve Sünnete Göre Tevhid ve Akaid, Muhammed Karaca, Ribat Y. s. 208-223
Risale-i Nur'dan Vecizeler, Şaban Döğen, Gençlik Y. s. 129-225
Sorularla Tevhid ve Akaid, Mehmet Alptekin, Saff Y. s. 113-117
İslâm'ın İnanç İlkeleri, Mevlüt Uyanık, Esin Y. s. 25-49
İnanç ve Amelde Kur'ani Kavramlar, Muhammed El-Behiy, Yöneliş Y. s. 76-80
İslâmi Terimler Sözlüğü, Hasan Akay, İşaret Y. s. 219-220
Kur'ani Terimler ve Kavramlar Sözlüğü, Mustansır Mir, İnkılab Y. s. 98
Terimler Sözlüğü -Kitabu't- Ta'rifat-, Seyyid Şerif Cürcani, Bahar Y. s. 29, 31, 43
Yeryüzünün Varisleri, Kul Sadi Yüksel, Madve Y. s. 82-99; 278-281
Kelime-i Tevhid Davası, Kul Sadi Yüksel, Yenda Y. s. 13-72
Akide, Şeriat ve Hayât Yolu La İlahe İllallah, Muhammed Kutub, Ravza Y. s. 73-89
İslâm'da İman Esasları, Bekir Topaloğlu, İFAV Y. s. 20-25
İslâm'da İman ve Esasları, Ali Arslan Aydın, Hikmet-Dava-Çağ Y. s. 33-43
İslâm Akaidi, Ahmet Lütfi Kazancı, Marifet Y. s. 11-57
İman ve Sosyal Hayât, Beheşti, Birim Y. s. 11-25
Güven: İslâm Nizamı, Ali Rıza Demircan, Eymen Y. c. 3, s. 178-183
İman Küfür Sınırı, Ahmed Saim Kılavuz, Marifet Y. s. 19-54
Kur'an'da Uluhiyet, Suat Yıldırım, Kayıhan Y. s. 269-270
Esmaü'l Hüsna, Ali Osman Tatlısu, Yağmur Y. s. 52-55
Esmaü'l Hüsna, Metin Yurdagür, Marifet Y. s. 80-82
Esmaü'l Hüsna Şerhi, Mustafa Necati Bursalı, Erhan Y. s. 91-93
Esmaü'l Hüsna, A. Süleyman Tilmisani, İnsan Y. s. 181-182
Esmaü'l Hüsna'dan Esintiler, Sadettin Kaplan, Marifet Y. s. 21-22
Kur'an Okulu, Cüz Cüz Kur'an Meal ve Tefsiri, 5. Sayı s. 234-238
Kur'an'da İman, Veysel Özcan, Mirfak Y.
İman, M. Zahid Kotku, Seha Neşriyat
İman, Abdülmecid Zindani, Risale Y.
İman, Mustafa Kasadar, Ravza Y.
İman, A. Nedim El-Cisr 1, 2 Kitabevi Y.
İman Bilgileri, Ahmet Efe, Seha Neşriyat
İman Buhranı, Isamüddin Attar, Yunus Emre Y.
İman Hakikatları, Bediüzzaman Said Nursi, Sözler Y.
İman Hakikatleri Etrafında Suallere Cevaplar, İ. Fenni Ertuğrul, Sebil Y.
İman-İslâm-İhsan, Abdülaziz Hatip, Nesil Y.
İman-Küfür Muvazeneleri, Bediuzzaman Said Nursi, Tenvir Neşriyat
İman Nurları, Ahiret Sırları, Ali Küçüker, Bahar Y.
İman Prensipleri, Hüseyin Emin Öztürk, T. Diyanet Vakfı Y.
İman Risalesi, Salih El-Sırriyye, Sor Y.
İman Üzerine, İbn Teymiyye, Pınar Y.
İman ve Ahlakın Hayâti Değerleri, Mikdat Yalçın, Hikmet Y.
İman ve Altı Esası, Mahmut Toptaş, Cantaş Y.
İman ve Cihad, Yusuf Yiğitalp, Rehber Y.
İman ve İnsan, Haydar Baş, Belge Neşriyat
İman ve İslâm Atlası, Necip Fazıl Kısakürek, Büyük Doğu Y.
İman ve Şirk, Adil Akkoyunlu, Hidâyet Y.
İman-Mü'min, Salih Çavuşoğlu, Hanif Y.
İmana Çağrı, Hatice Özyiğit, Şelale Y.
İmanın Tadı Alınınca, Abdullah Ulvan, Uysal Y.
İmanın Temel Esasları, Süleyman Aksoy, Sır Y.
İmanla Gelen İlim, Haluk Nurbaki, Damla Y.
İman Aynası (Müslüman Yiğit Erkekler) , Abdullah Naim Şener, Sönmez Neşriyat
İnancımız, Ömer Küçükağa, Buruc Y.
İnançlar, Kenan Çığman, Gonca Y.
İnançta Hassas Ölçüler, İmam Gazali, Hisar Y.
Kur'an'da İnsan, İman ve Ahiret, Murtaza Mutahhari, Endişe Y.
Kur'an Ölçülerine Göre Mü'min, Kafir, Münafık, Ahmed Taşgetiren, Büşra Y.
İmanı Çabuk Anlamak, Harun Yahya, Vural Y.
Kâmil İman, Harun Yahya, Vural Y.
İman-Amel İlişkisi: İman ve Tavır, Beşir Eryarsoy, Şafak Y. s. 277-283
İman Risalesi, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y. s. 171-174; 342-349
İman Küfür Sınırı, Ahmed Saim Kılavuz, Marifet Y. 32-40
Kur'an'da İnsan ve Toplum, Ekrem Sağıroğlu, Pınar Y. s. 249-260
Yirminci Y.Y.da Tevhid ve Şirk, Mehmed Alagaş, İnsan Dergisi Y. s. 80-82
İslâm, Mevdudi, Furkan Y. s. 39-50
Kelimetü'l İhlas, 37-38
İman insanın Allah'a koşulsuz yürekten varlığına ve herşeyin onun dileğiyle var olduğuna ve herşeyin sadece Allah tarafından o ne dilerse o olur.
Allah yar ve yardımcımız olsun.hepimizin. amin.
iman sorgusuz sualsiz inanmaktır..