Kültür Sanat Edebiyat Şiir

12 eylül sizce ne demek, 12 eylül size neyi çağrıştırıyor?

12 eylül terimi Cem Nizamoglu tarafından tarihinde eklendi

  • Selahattin Aykurt
    Selahattin Aykurt

    ERDAL EREN'İ ANLARKEN ! ! ...


    Bir çocuk var biliyor musunuz?
    Mor ve Ötesi’nin şu parçasında geçer;
    “bir darbe / geldi başıma / bir darbe / erdal'ı gördüm / darağacında”
    Ve Sezen Aksu son bakış parçasında onu anlatır:
    “Acı yüzler kurşun gibi izler / Son bakıştaki o gözler kaldı aklımızda”
    Grup Yorum’un Büyü adlı parçasında söylenir:
    “Büyüyüp de 17’ine geldiğinde baban sana idamlar alacak” diye.
    Yine Grup Günola söylemiştir:
    “küçücük gözleri incecik elleri kocaman yüreğiyle: Erdal'ım”
    Veya Ali Ekber Eren anlatır türküsünde:
    “Ankara adı kara / bu yara başka yara / on yedi yaşındaydı / kıyılır mı Erdal'a”
    Bir çocuk var biliyor musunuz?
    Bundan 27 yıl önce 17 yaşındaydı. Türkiye’de o yıllarda var olan kitle muhalefetinin önünü kesmek isteyen egemenlerin gözünü ölesiye korkuttu. Bir çocuktu, Erdal Eren; 17 yaşında, günlerce ağır işkencelere direnip sonunda da idam edilen. Ve ipi geçirdiklerinde narin boynuna, içi titremeden ölmesini bilen…

    Partili bir genç militan
    Erdal’a bütün zor anlarında direnme gücü veren ise, ölüme bir nefes kala sesi bütün duvarları da aşacak denli ismini haykırdığı partisiydi. Erdal Eren’in en önemli özelliği de bu sayılabilir: örgütlü mücadele vermesi. O kahramanlık için yapmamıştır hiçbir şeyi. Bir alçakgönüllülük örneğidir Erdal’ın ölüme korkusuzca gitmesi. Bayrağını Denizlerden devralmıştı ve tarihsel sorumluluğunun bilincini taşıyordu Erdal. Ve hayatın her alanında zaten sürekli mücadele ediyordu. Çevresinde gördüğü tüm çelişkiler onu sosyalizmi benimsetmeye yöneltmişti. Erdal Eren, sosyalizmi kurmanın ancak işçi sınıfının partisinde mücadele etmekle gerçekleşebileceğini düşünüyordu.
    Örgütlü mücadele… Çünkü tek başına bir hiçten başka bir şey değildir bir insan ve bütün yetenekleri, bütün bildikleri ancak diğeriyle birlikte olduğu zaman bir anlam kazanır, bir sonuca ulaşır. Bu yüzden Erdal Eren, ölümünün üzerinden geçen bunca yıla rağmen, onu Erdal Eren yapan mücadelesiyle hala yaşatılmaktadır.

    Erdal Eren olmak
    Bizlerden daha önce büyük zorluklarla ve büyük fikirlerle tanışmış olmasına karşın, Erdal da bizim gibi bir gençti; gülmesini severdi mutlaka, onu kızdıran şeyler vardı. Annesi, babası, arkadaşları, mutlu anları, yaşadığı zorluklar… Bunlar hayatının parçasıydı. Hem bizlerden biriydi, hem de o büyük tarihsel akışa katılmıştı.
    Bizler ne yapıyoruz bugün? Her gün okul-ev ya da iş-ev arasında gidip gelmekten başka… Hayatımızda türlü türlü zorluklar, sıkıntılar yaşarken, içimize kapanmayı tercih etmek ya da bireysel kurtuluş yolları aramak bir çözüm olabilir mi? Hele de bizimle aynı dertleri, sorunları, özlemleri ve talepleri paylaşanlar varken… Ya da başarısızlığa uğramak yıldırabilir mi bizi Erdal fotoğraflarından gözlerimizin içine bakarken?
    Erdal Eren olmak, her gün çarpışmaktır burjuvaziyle, bizi bugünsüz ve geleceksiz bırakanlarla. Bugün Erdal Eren olmak, hayatımızı 3 saate sığdırmamızı isteyen ÖSS’ye karşı mücadele etmektir. Bilimsel, demokratik, özerk üniversitenin yaratılması için çabalamaktır. Kürt sorununda korkusuzca dik durabilmektir bütün karşı baskılanmalara. Bizi kuşatmaya çalışan ateşten şovenizm çemberini barış! çığlıklarıyla yarıp çıkmaktır. Sendika ve sigorta haklarımız için bir araya gelmektir, Bilmek, anlamak, duymak ve birlik olmaktır. Sesimizi duyurmaktır. Ve okullarımız, atölyelerimiz ve sokaklar birer kavga alanıdır bizim için.
    Erdal olmanın yolu gençlik kitleleri içinde günlük mücadeleyi örmekten geçer; adım adım Erdal Eren olunur.
    Kimdir Erdal?
    Erdal, bizim gökçefidan yoldaşımız;
    her gün yaptıklarımızla elini tutmaya bir adım daha yaklaştığımız...

    ____________________________________________________________

    Erdal’ın mahkemedeki son sözleri:
    'Sayın Yargıçlar; Türkiye’de ve dünyada görülmemiş bir yargılama usulüyle karşı karşıyayız. Bu davanın o kadar çabuk sonuçlandırılmak istenmesi, olay dahi anlaşılmadan, yukarıdan gelen emirlerle çoktan verilmiş bir kararın formalitesini yerine getirdiğinizi gösterir. Benim hakkımdaki kararın üst düzeydeki sıkıyönetim komutanları tarafından verildiği o kadar açıktır ki, normal hukuk usulleri dahi ayaklar altına alınmıştır.”

    _____________________________________________________________

    Yurtsever Devrimci Gençlik Derneği (YDGD) üyesi ve ODTÜ öğrencisi Sinan Suner duvara yazılama yaparken, dönemin MHP’li bakanı Cengiz Gökçek’in koruması Süleyman Ezendemir tarafından kurşunlanmış ve iki saat karakolda ifadesi alındıktan sonra hastaneye giderken kan kaybından ölmüştür.
    Erdal Eren’in de aralarında bulunduğu beş yüzü aşkın genç Sinan Suner’in öldürülmesini protesto etmek için, olayın olduğu yerde bir korsan gösteri düzenler. Gösteri bitip kitle dağılırken olaya bir askeri tim müdahale eder ve yaşanan arbede de Zekeriya Önge isimli bir er ölür. Olayda gözaltına 24 kişiden Erdal Eren silahla yakalanmııştır ve bu yüzden Önge’nin öldürülmesi onun üzerine yıkılır ve tüm hukuk usulleri de hiçe sayılarak, hızlı bir biçimde (gözaltına alındıktan 46 gün sonra) üç celsede idama mahkum edilir. Bu süreç o kadar hızlı işlemiştir ki Erdal Eren’in davanın ilk celsesinde avukat tutmaya bile fırsat bulamamıştır. Erdal Eren’in henüz 17 yaşında olması, tanıkların ifadeleri, deliller ve dünya kamuoyunun da tepkisi idamı engelleyememiştir. Kenan Evren meşhur asmayalım da besleyelim mi lafını Erdal Eren için söylemiştir.

    12 EYLÜL FAŞİST CUNTASI BİTMEDİ YARGISYLA DEMOKRASİYE SALDIRILARIYLA HALA ARAMIZDA YAŞIYOR GEZİNİYOR! ! ...


    günlük
    ..EVRENSEL GAZETESİ



    (GENÇ HAYAT) EKİ 05/12/2007

  • Selahattin Aykurt
    Selahattin Aykurt

    12 EYLÜL FAŞİST CUNTASININ İŞKENCE YÖNTEMLERİ


    1 DÜZ ASKI

    2 FİLİSTİN ASKISI

    3 TERS ASKI

    4 TESTİSLERİN SIKILMASI

    5 ASKIDA ELEKTRİK

    6 BUZA YATIRMA

    7 ISLAK ZEMİNDE ELEKTİRK VERME

    8 TAZVİKLİ SU VERME

    9 VANTİLATÖR KARŞISINADA BEKLETİP SLUNUM YOLARININ DARALTILAMASI

    10 TUTUKLU ÜSTÜNDE SİGARA SÖNDÜRME

    11 FALAKAYA YATIRMAK

    12 KABA DAYAK 20-30 KİŞİYLE BİRLİKTE ELİKOLU BAĞLANMIŞ TUTUKLUYA ŞİDDET VE CEBİR

    13 KUM TORBLARI İLE VURMA

    14 KIRIK CAM VE PARÇA METALLER ÜZERİNDE YÜRÜTME

    15 KAPLUMBA HÜCRE SİSTEMİ




    DAHA FAZLA BİLGİ İÇİN ULAŞIM ADRESİ www.tsip1974.com

  • Selahattin Aykurt
    Selahattin Aykurt

    YAZAMADIM! ! ! ! ! ! ! ..........

    uzak gecen baharlar
    huzun satan hazanlari
    gence kalem kiranlari
    yazamadim yazamadim
    kirik dokuk umutlari
    sakincali tutkulari
    o cocuksu korkulari
    yazamadim yazamadim

    solgun suskun resimleri
    goge yoldas denizleri
    omrume goz dikenleri
    yazamadim yazamadim
    ses vermeyen geceleri
    tanimi zor acilari
    tek kisilik sancilari
    yazamadim yazamadim
    gun oksuzu odalari
    uygun adim voltalari
    ah zamansiz sorgulari
    yazamadim yazamadim
    yitip giden anilari
    katledilmis duygulari
    yarim kalmis sevdalari
    yazamadim yazamadim

  • Kemalist Devrim
    Kemalist Devrim

    demirelin yaptığı mallık aklıma geliyor bide ülkenin düştüğü korkunç felaket! ! !

  • Muna Akayol
    Muna Akayol

    benim şahit olamadığım ama acılarını bütün hayatım boyunca çekeceğim bi hastalık....

  • Saime Yadigar
    Saime Yadigar

    Sıradan ve masum bir tarih gibi görünüyor değil mi? Hem de hazan mevsimi,hüzün vs.Evet hüzün ama acılara gark olmuş bir hüzün.Evet acının bini bir para!
    KAN,GÖZYAŞI,ÇARESİZLİK,KİN,NEFRET,KORKU,ALDATILMA,YOKOLUŞ,KARANLIK.........
    Hazan gibi sıradan bir lafla hiç uymuyor değil mi? Kendimizi aldatmayalım.Korku bizim damarlarımızda akan kan,korku bizim adımız,korku bizim toprağımız,hatta biz korkuyuz.Artık bütün bunlarla bir adım daha yürüyemeyiz.İşte size sıradan bir tarih,işte size hüzünlü bir sonbahar.
    Eylülde gel!

  • Eseme Us
    Eseme Us

    normalde bir tarih
    yılalrdan bir yıl
    aylardan eylül
    ve 12'si
    normali bu ama
    ..
    anormali
    ihtilalal
    ...
    bizdeki ise
    acı

  • Uğur Şener
    Uğur Şener

    Amerikanın Bizim Çocuklar dediği rütbeli faşistler ülke yönrtimine el koydu

  • Cenk Taşko
    Cenk Taşko

    demokrasiye vurulan darbe ama yapcak başka bişeyde yapılamazdı o dönemde o kargaşanın arasında onca insan ölüo falan

  • Emrah Kağan
    Emrah Kağan

    sağcı-solcu
    milliyetçi-kapitalist
    o partili-bu partili
    türk-kürt
    kapalı-açık
    dinci-laik

    gibi saçma ayrımlar her zaman olacaktır.
    bizi içten bölemedikçe Türk ilelebet var olacaktır.Bunu bildiklerinden %60`ı aptal olan bir toplumu kışkırtarak bir yerlere geleceklerini düşünmüşler ve uygulamada da asla duraklamıyorlar.
    Başarılı olamayacaklar.

  • Hikmet Kaan Dursun
    Hikmet Kaan Dursun

    TÜRKİYE nin en karanlık bir dönemi....
    Genç bir neslin yok oluşunun emparyalizmin canlı yayında izlediği bir dönemmiş...
    Vatanı sevmenin ve korumak istemenin ölümle ödüllerildiği bi tezat zaman..
    Görmedim ama dinledim....Okudum.....Araştırdım.....
    Allah o günleri bir daha göstermesin.

  • Mustafa İbrahim Yalnızkurt
    Mustafa İbrahim Yalnızkurt

    ALLAH birdaha 12 eylüller yaşatmasın.

  • Necati Sivri
    Necati Sivri

    Bu güzel ülkemin,güzel insanlarının tarihinde hala aydınlanmadığının ispatı sayılabilecek somut tarihi bir olgudur.

  • Kadriye Tecirli
    Kadriye Tecirli

    Yazıcak o kadar çok şey varki; sayfaların yetmeyecegi hep söylendi.O dönemi yaşamamış olmama ragmen araştırdıklarımla bu kadar etkileniyorum,yaşasam neler hissderdim düşünmek istemiyorumOlan halka olmuş; kim duydu anaların,babaların çıglıklarını...
    yok olan umutlar,çalınan gelecek-gençlik

  • Oruç Reis
    Oruç Reis

    Kenan Evren'in yedi dalda oskar adayı gösterildiği, üç dalda oskar aldığı büyük baş yapıtı. Dünyanın yedi harikasından biri. 12 Eylül 1980 darbesini, yahudileri katleden nazi almanyasını, filistinlileri katleden israiloğlularını, ırağı işgal eden amerikan ordusunu, cezayiri sömürgesi altına alan fransızları, Mısır'ı işgal eden ingilizleri, Çeçenleri kırmaya çalışan rusları, Vietnam karşısında hezimete uğrayanları, Kızılderilileri topraklarından süren yankileri LANETLE ANIYORUM! Ki onlar ateşin başına oturup insanların yakarak zevk alan insan görünümlü yaratıklardır.

  • Selahattin Aykurt
    Selahattin Aykurt

    Darbenin bilançosu

    İstanbul Haber Servisi - TBMM kapatıldı, anayasa ortadan kaldırıldı, siyasi partilerin kapısına kilit vuruldu ve mallarına el konuldu.

    * 650 bin kişi gözaltına alındı.

    **1 milyon 683 bin kişi fişlendi.

    **Açılan 210 bin davada 230 bin kişi yargılandı.

    **7 bin kişi için idam cezası istendi.

    **517 kişiye idam cezası verildi.

    **Haklarında idam cezası verilenlerden 50'si asıldı (18 sol görüşlü, 8 sağ görüşlü, 23 adli suçlu, 1'i Asala militanı) .

    **İdamları istenen 259 kişinin dosyası Meclis'e gönderildi.

    **71 bin kişi TCK'nin 141, 142 ve 163. maddelerinden yargılandı.

    **98 bin 404 kişi 'örgüt üyesi olmak' suçundan yargılandı.

    **388 bin kişiye pasaport verilmedi.

    **30 bin kişi 'sakıncalı' olduğu için işten atıldı.

    **14 bin kişi yurttaşlıktan çıkarıldı.

    **30 bin kişi 'siyasi mülteci' olarak yurtdışına gitti.

    **300 kişi kuşkulu bir şekilde öldü.

    **171 kişinin 'işkenceden öldüğü' belgelendi.

    **937 film 'sakıncalı' bulunduğu için yasaklandı.

    **23 bin 677 derneğin faaliyeti durduruldu.

    **3 bin 854 öğretmen, üniversitede görevli 120 öğretim üyesi ve 47 hâkimin işine son verildi.

    **400 gazeteci için toplam 4 bin yıl hapis cezası istendi.

    **Gazetecilere 3 bin 315 yıl 6 ay hapis cezası verildi.

    **31 gazeteci cezaevine girdi.

    **300 gazeteci saldırıya uğradı.

    **3 gazeteci silahla öldürüldü.

    **Gazeteler 300 gün yayın yapamadı.

    **13 büyük gazete için 303 dava açıldı.

    **39 ton gazete ve dergi imha edildi.

    **Cezaevlerinde toplam 299 kişi yaşamını yitirdi.

    **144 kişi kuşkulu bir şekilde öldü.

    **14 kişi açlık grevinde öldü.

    **16 kişi 'kaçarken' vuruldu.

    **95 kişi 'çatışmada' öldü.

    **73 kişiye 'doğal ölüm raporu' verildi.

    **43 kişinin 'intihar ettiği' bildirildi.



    ----------

    20. YILDÖNÜMÜ

    12 Eylül rejimi sürüyor

    * İHD Genel Başkanı Hüsnü Öndül, 12 Eylül darbesinin yurttaşın devlet için olduğu anlayışını yerleştirdiğini vurgularken ÖDP Genel Başkanı Ufuk Uras, Türkiye'nin 21. yüzyıla 12 Eylül'ün gölgesinde girdiğini öne sürdü. Ercan Karakaş ise 12 Eylül'le gelen yasakların sürmesinin Türk siyasetinin ve özellikle de Türk sağının ayıbı olduğunu söyledi.

    İSTANBUL/ANKARA (Cumhuriyet) - İnsan Hakları Derneği (İHD) Genel Başkanı Hüsnü Öndül, 12 Eylül darbesinin yurttaşın devlet için olduğu anlayışını yerleştirdiğini vurgularken ÖDP Genel Başkanı Ufuk Uras, Türkiye'nin 21. yüzyıla 12 Eylül'ün gölgesinde girdiğini öne sürdü. Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Başkanı Ali Balkız, 'kara dönem' olarak nitelediği 12 Eylül'ün unutulmamasını istedi. CHP Meclisi üyesi Ercan Karakaş, 12 Eylül'le gelen yasakların sürmesinin Türk siyasetinin ve özellikle de Türk sağının ayıbı olduğunu söyledi.

    ÖDP Genel Başkanı Ufuk Uras, yaptığı yazılı açıklamada, 12 Eylül'ün rejim üzerindeki olumsuz etkilerini anlattı. 'Rejimin şimdi onarmaya çalıştığı defoları aslında o dönemin ürünüdür' diyen Uras, 12 Eylül'ün etkilerini şöyle sıraladı: '12 Eylül ile birlikte sola karşı desteklenen Türk-İslam sentezcisi kadrolar devlet içine yerleştirildi. 12 Eylül'ün yasakçı kafası Kürt sorununu asayiş sorununa indirgedi, anadili yasak ilan etti ve onbinlerce insanın ölümüne yol açan süreci başlattı. 12 Eylül, sermaye yanlısı tutumuyla, yeni liberal ekonomi politikaları ile ülkeyi emeğiyle geçinenler açısından cehenneme çevirdi. Sendikal haklar, sosyal
    haklar tahrip edildi. 12 Eylül askeri otoriteyi, yürütmeye, yargıya ve siyasete müdahale edici, talimat verici bir konuma, sivil otoritenin üstüne yükseltti.

    RTÜK'ü medyanın başına musallat eden 12 Eylül rejimidir.' Türkiye'nin 21. yüzyıla 12 Eylül rejiminin gölgesinde girdiğini belirten Uras, '12 Eylül'ün militarist kurumlarını, zihniyetini, yasalarını ve anayasasını değiştirmeden Türkiye'nin devasa sorunlarını aşamayacağız' dedi. 12 Eylül'ün etkilerini 'kâbus' olarak nitelendiren Uras, bu kâbustan kurtulmanın yolunun da uzaktan kumandalı siyaset tarzını değiştirmekten, köklü bir anayasa ve yargı reformu yapmaktan geçtiğini kaydetti.

    İnsan Hakları Derneği Genel Başkanı Hüsnü Öndül, bir yazılı açıklama yaparak, derneklerinin hazırladığı insan hakları ihlalleri bilançosundan örnekler verdi. Bilançoya göre, 7 bin kişi için idam istendiği, 517 kişiye ölüm cezasının verildiği, 650 bin kişinin gözaltına alındığı, 1 milyon 683 bin kişinin fişlendiği, açılan 210 bin davada 230 bin kişinin yargılandığı, 388 bin kişiye pasaport verilmediği, 7 bin 233 devlet görevlisinin bölgelerinin dışına sürüldüğü, 300 gazetecinin saldırıya uğradığı, 49 ton gazete, dergi ve kitabın sakıncalı olduğu gerekçesiyle imha edildiği belirlendi.

    Öndül, 12 Eylül rejimi sonrası Türkiye'nin Türk-İslam sentezi anlayışı ile yeniden yapılandırıldığını, bu yeniden yapılanmada Aydınlar Ocağı'nın 1979 yılı tezlerinin sisteme damgasını vurduğunu belirtti.

    Öndül, 12 Eylül'le birlikte kutsal devlet anlayışının yerleştirildiğini belirterek bireyin, yurttaşın hakları ve özgürlüklerinin kutsal devlet anlayışına kurban edildiğini, yurttaşın devlet için var olduğu anlayışının sisteme yerleştirildiğini söyledi. Balkız ise yaptığı yazılı açıklamada, 12 Eylül'ün Türkiye demokrasisi üzerinde bıraktığı kara lekenin bugüne kadar aşılamadığını belirterek '12 Eylül'ün bıraktığı ceberrut rejim anlayışı halen egemenliğini sürdürmektedir' dedi. Balkız, Türkiye'nin, 12 Eylül'ün getirdiği anayasa, siyasi partiler yasası, YÖK ve DGM'lerle yönetilmeye devam ettiğini belirterek bir kez daha askeri müdahale
    yaşamaması için 12 Eylül'ün getirdiği olumsuzlukları unutmaması ve 12 Eylül anlayışını yaratanlarla hesaplaşması gerektiğini söyledi.

    12 Eylül darbesini ve anlayışını değerlendiren Ercan Karakaş, 12 Eylül Anayasası'nın, temel yasalarının ve YÖK gibi kurumların yerini koruduklarını belirterek o günlerde hüküm giyen 21 bin gencin siyaset yasağının sürmesinin kabul edilemeyeceğini vurguladı. Merkez sağ partilerin, darbenin sonuçlarına karşı olduklarını ve iktidar olunca bunları kaldıracaklarını açıkladıklarını anımsatan Karakaş, 'Fakat iktidar olduklarında bu konuda ciddi ve ısrarlı çaba göstermediler' dedi. Sağ uçtaki partilerin ise demokrasi gibi bir sorunlarının olmadığını savunan Karakaş, AB'ye üyelik sürecinde, insan haklarına ve hukukun üstünlüğüne dayalı bir demokrasi olmadan, Türkiye'nin sorunlarını çözemeyeceğini ifade etti.

    ÖDP olarak bugün saat 19.15'te, Kadıköy'deki Karaköy İskelesi önünde 12 Eylül'le ilgili kitlesel bir açıklama yapacaklarını söyleyen ÖDP Genel Sekreteri Sinan Tutal da Türkiye'nin hâlâ kanlı darbe anayasasıyla yönetildiğini ifade ederek 'Binlerce insanı işkenceden geçiren, tutuklayan, idam eden 12 Eylül cuntacıları hâlâ yargı önüne çıkarılmadılar' dedi.

    Tutal, darbenin üzerinden neredeyse 20 yıl geçtiğini anımsatarak yasalardaki düzenlemeye göre 20 yıllık zamanaşımı süresinin dolmak üzere olduğuna dikkat çekti. TGC Başkanı Nail Güreli ise bugün Cağaloğlu'ndaki TGC binasında 12 Eylül rejimini ve yeni yayın döneminden beklentilerini değerlendireceğini açıkladı.



    ----------

    İzleri hâlâ anayasada

    * Türkiye'de haklar ve özgürlüklerin askıya alındığı 12 Eylül darbesi döneminin izleri yıllar boyunca silinmedi. Askeri yönetimin yaptığı anayasa henüz değiştirilemedi. Hemen hemen her siyasetçi tarafından eleştirilen ve değiştirilmesi gerektiği vurgulanan anayasanın darbeciler ve onların uygulamalarını yargıdan koruyan geçici 15. maddesine ilişkin tartışmalar da sürüyor.

    ANKARA (Cumhuriyet Bürosu) - 12 Eylül 1980'de yapılan askeri darbe, Türk demokrasisinin hedef olduğu en ağır bunalımlardan biri olarak tarihe geçti.

    Türkiye'de haklar ve özgürlüklerin askıya alındığı darbe döneminin izleri yıllar boyunca silinmedi. Askeri yönetimin yaptığı anayasa henüz değiştirilemedi.

    Terör eylemleri ve sokak çatışmalarının yoğunlaşmasının ardından 1980'lerin başından itibaren Türkiye'de askerlerin darbe yapabileceği yolunda görüşler sık sık dillendirildi.

    Dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren, hükümete yaptığı uyarılarda bunun işaretini zaman zaman verdi. TSK komuta kademesi, dönemin Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk 'e gönderdiği 'muhtıra' niteliğindeki mektupta, terörün bitirilmesi uyarısında bulunarak darbe yapabileceklerine ilişkin örtülü imada bulundu.

    Dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Evren, harekât gününü 11 Temmuz olarak belirledi. 3 Temmuz'da CHP hükümetinin düşürülmesi için verilen gensoru ve 10 Temmuz'da Paris'te Türkiye'nin borçlarının ertelenmesinin gündeme gelmesi, darbe tarihinin saptanmasında etkili oldu.

    11 Temmuz harekât emri, özel kuryelerle bütün Türkiye'de ordu, kolordu ve bölge komutanlıklarına dağıtıldı. Ancak 3 Temmuz günü Demirel hükümeti güvenoyu aldı. Bunun üzerine Genelkurmay Başkanı Evren, kuvvet komutanlarını toplayarak darbeden vazgeçildiğini açıkladı. Böylece darbenin tarihi ertelendi.

    11 Eylül'de Bakanlar Kurulu öğle saatlerinde toplandı. Askerler, akşam saatlerinde TRT Genel Müdürü Doğan Kasaroğlu ve yardımcılarını Genelkurmay'a çağırarak radyo ve televizyonların saat 04.00'te hazır hale getirilmesini istediler.

    Darbe Türkiye'ye duyurulduktan sonra ilk bildiri yayımlandı.

    Bildiride, siyasilerin uzlaşmaktan kaçınan tutumu ve terör, darbenin gerekçesi olarak gösterildi. Milli Güvenlik Konseyi bildirisinin altında, Konsey Başkanı ve Genelkurmay Başkanı Kenan Evren, üyeler Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Nejat Tümer, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Nurettin Ersin, Hava Kuvvetleri Komutanı Tahsin Şahinkaya, Jandarma Genel Komutanı Sedat Celasun 'un imzası yer aldı.

    Darbenin ardından dönemin AP lideri Süleyman Demirel ve CHP lideri Bülent Ecevit 'in de aralarında bulunduğu 2'si BTP'li, 7'si CHP'li, 7'si AP'li olmak üzere toplam 16 siyasetçi Zincirbozan'a gönderilerek tecrit edildi.

    MHP lideri Alparslan Türkeş bir süre kaçtı, ancak daha sonra teslim oldu. 12 Eylül darbesinin ardından oluşturulan Danışma Meclisi'nin hazırladığı anayasa, 1982 yılında referanduma sunuldu. Anayasayı eleştirmek yasaktı; tartışmalı bir referandum sonucu, anayasa yüzde 92'ye yakın bir oy oranıyla kabul edildi.

    Anayasanın kabulü Kenan Evren'in de devlet başkanı olması demekti. Evren, 1989 yılına kadar Türkiye'nin 7. Cumhurbaşkanı olarak görev yaptı.

    Hemen hemen her siyasetçi tarafından eleştirilen ve değiştirilmesi gerektiği vurgulanan anayasanın darbeciler ve onların uygulamalarını yargıdan koruyan geçici 15. maddesine ilişkin tartışmalar da sürüyor. Söz konusu maddenin kaldırılması, yine TBMM'de bulunan bütün partilerin vaatleri arasında yer alıyor.



    ----------

    Eskişehir Demokrasi Platformu
    'Suskunluklar sona ermeli'

    *Eskişehir Demokrasi Platformu adına dönem sözcüsü Dr. Osman Elbek, 12 Eylül'ün dayattığı yeni dünya düzeninin 'küreselleşme' ve 'özelleştirme' adı altında uygulamaya koyduğu yeni liberal politikalar için gereken istikrar ortamını sağlamayı amaçladığını vurguladı.

    İstanbul Haber Servisi - Eskişehir Demokrasi Platformu adına dönem sözcüsü Dr. Osman Elbek, düşüncenin suç olmamasını, insanların gözaltında kaybolmamalarını, yargısız infazların olmamasını, şeriatın ve ırkçılığın hüküm sürmemesini isteyenler için bugünün 'milat' olduğunu belirterek suskunlukların bitmesini istedi.

    Dr. Osman Elbek yaptığı yazılı açıklamada, 12 Eylül'ün dayattığı yeni dünya düzeninin 'küreselleşme' ve 'özelleştirme' adı altında uygulamaya koyduğu yeni liberal politikalar için gereken istikrar ortamını sağlamayı amaçladığını vurguladı.

    Artık hiçbir şeyin değiştirilemeyeceği biçiminde empoze edilen düşüncenin yıkılması gerektiğini ifade eden Elbek, 'Her şeyin değişebileceğine olan inancın ve mücadelenin yükseltilebilmesi için yıllar içinde oluşturduğumuz birikimimizle, aklı, bilimi ve toplumun çıkarlarını temel alan evrensel ilkelerin yol göstericiliğinde, özgürlükçü, barışçı, eşitlikçi, emekten ve tüm dünya halklarının dayanışmasından yana bir anlayışı yirmi birinci yüzyıla taşımalıyız' dedi.

    Elbek, Demokrasi Platformu örgütlerinin, 12 Eylül darbesinin neden olduğu 'vahşeti' ve 'insanlık suçunu' kuru kuruya kınayarak geçmeyeceğine dikkat çekti. Türkiye'de yaşayan her yurttaşın eşit, özgür, evrensel insan ilkelerine bağlı olarak hayatını sürdürmesinin doğru olduğuna inananlara seslenen Elbek, sözlerine şöyle devam etti:

    'Bu ülkede düşüncesinin suç olmamasını, insanların gözaltında kaybolmamalarını, yargısız infazların olmamasını, şeriatın ve ırkçılığın hüküm sürmemesini isteyen birileri varsa ve bu birileri bugüne kadar susmuşlarsa, bugün onlar için milat olsun. Aşsınlar suskunluklarını.'



    ----------

    Eğit-Der Genel Başkanı Mustafa Gazalcı, yaraların sarılamadığını söyledi
    İlk darbe öğretim birliğine

    12 Eylül 1980 darbesi ülkemizde birçok alanı olumsuz etkilediği gibi eğitimi, eğitim işini yapan öğretmeni ve eğitimin temeli olan öğrencileri de derinden yaraladı. Yıllar geçmesine karşın bu yaralar sarılamadı, tam tersine kangren oldu.

    12 Eylül'de ilk darbe öğretim birliğine vuruldu. Cumhuriyetin kurulmasından hemen sonra 3 Mart 1924 tarihinde temeli atılan Öğretim Birliği (Tevhid-i Tedrisat) Yasası, 12 Eylül Anayasası'nın 24. maddesi ile zorunlu din dersleri konularak delindi. Öğretim Birliği Yasası, laik cumhuriyetin temeliydi.

    İmam-hatipler arttırıldı

    12 Eylül döneminde imam-hatip liseleri, eklentileri (şubeleri) ve öğrenci sayısı arttırıldı. 1983 tarihinde imam-hatip lisesi çıkışlılara, üniversitelerin her bölümüne girme hakkı tanınmasıyla, din eğitimi almış kişiler devletin tüm kurum ve kuruluşlarında görev aldı ve yönetici oldular.

    Ezberci eğitim, dersaneler ve paralı eğitim bu dönemde yaygınlaştı.

    Üniversitede kıyım

    Üniversite harçları, eğitime katkı payları 1983 yılında yürürlüğe girdi. YÖK kurularak üniversitelerin özerkliği ve bilimsel gelişmesi, vakıf üniversiteleri de kurularak devlet üniversitelerinin gelişmesi engellendi. Birçok yurtsever öğretim üyesi üniversiteden uzaklaştırıldı.

    12 Eylül döneminde eğitime ayrılan pay azaldı. Eğitim yatırımları düştü. Örneğin devlet bütçesinden ilköğretime ayrılan yatırım ödeneği 1963'te yüzde 2.1 iken 1980'de yüzde 0.82'ye, 1981'de yüzde 0.71 olarak gerçekleşmiş, her yöntem eğitimin niteliği düşmüştür. 12 Eylül anlayışının bir darbesi de eğitim işini yapan öğretmene oldu. Birçok yurtsever öğretmen suçlu gibi görüldü. Binlercesi 1402 sayılı yasayla (Sıkıyönetim Yasası) işinden, yerinden edildi. 200 bin üyeli en büyük öğretmen örgütü TÖB-DER yöneticileri haksız yere tutuklandı, yıllarca hapis yatırıldı. Ankara Sıkıyönetim Mahkemesi, 84 TÖB-DER yöneticisini 5 ile 8 yıla mahkûm ederek, derneğin mallarını hazineye devretti. Aradan 8 yıl geçtikten sonra, 24 Nisan 1989 tarihinde Ankara 2. Ağır Ceza Mahkemesi, örgütün genel başkanının da içinde bulunduğu 19 yöneticisini akladı; buna karşın, bu hukuk skandalı bugün de düzeltilmedi, TÖB-DER malları öğretmenlere geri verilmedi. Öğretmenlerin sandığı İLKSAN tüzüğü değiştirildi. Yönetimi öğretmenlerden alınarak, sandık, yolsuzlukların batağına sürüklendi. 12 Eylül döneminde öğretmenlere çok düşük ücret verildi. İkinci iş yapan öğretmen sayısı arttı. Toplumda saygınlıkları azaldı. Öğretmenlik bir meslek olmaktan çıkarıldı.

    12 Eylül anlayışının bir darbesi de eğitimin temeli olan öğrenciye yapıldı. Öğrenci gençliği de potansiyel suçlu gibi görüldü, siyaset ve örgütlenme hakkı ellerinden alındı. İlerici, demokrat gençler okullarından atıldı. 12 Eylül yönetimi laik eğitime, yurtsever öğretmene ve ilerici öğrenciye karşıydı. Sözde Atatürkçülük yaparak, Atatürk devrimlerini ve yapıtlarını yıprattılar.

    Atatürk 'ün Halkevleri etkinliği durduruldu, yöneticileri mahkemeye verildi. TDK ve TTK devlet dairesi durumuna sokuldu. Öztürkçe sözcükler yasaklandı. Onbinlerce kitap yakıldı ve toplatıldı. Kitap, suç aracı olan silahlarla birlikte gösterildi. 12 Eylül cuntasının, özetle laik eğitimde, öğretmende, öğrencide açtığı yaralar bugün de kanıyor. 12 Eylül cuntası, hem eğitimi, hem eğitimin temel öğesi olan öğrenci ve öğretmeni suçladı, yargıladı, hapse attı. Anayasaya zorunlu din derslerini koyarak Atatürk'ün Öğretim Birliği Yasası'nı bozdu. Atatürkçülük söylemini kullanarak Atatürkçülük düşüncesine aykırı zorunlu din derslerini okullarda okuttu. Anaokullarından başlayan şeriatçı eğitim kurumlarının yaygınlaşmasını özendirdi.

    Milli Eğitim Bakanlığı ve kurumlarında Atatürkçülük dışlanarak Türk-İslam Sentezi ideolojisi, kadrolaşma ve ders kitapları yoluyla egemen kılındı. Kitabı düşman bildi, toplattı ve yaktı. Öğretmen ve öğrenciyi potansiyel bir suçlu gibi gördü. Paralı eğitimi özendirdi, vakıf üniversitelerine olanak sağlayarak devlet üniversitelerinin gelişmesini engelledi. Öğretmen ve öğrenci örgütlerini dağıttı.

    Eğitimde 12 Eylül izleri

    - Din dersleri zorunlu hale getirildi, imam- hatiplerin sayısı arttırıldı, Öğretim Birliği Yasası delindi.

    - Üniversite özerkliğine darbe vuruldu. Öğretmenlerin örgütü TÖB-DER kapatıldı, yöneticileri gözaltına alıpın sorgulandı, yüzlercesi görevlerinden uzaklaştırıldı.

    - YÖK getirildi, 1402 sayılı Sıkıyönetim Kanunu'yla çok sayıda ilerici bilim adamı üniversitelerdeki görevlerinden uzaklaştırıldı, eğitimin kalitesi düştü, bilimsel araştırmalar geriledi.

    - Milli Eğitim ve Üniversitelerde gerçekleştirilen ırkçı-şeriatçı kadrolaşmayla Türk-İslam sentezci anlayış egemen kılındı.

    - Sorgulayıcı araştırıcı eğitim modeli yerine, ezberci model dayatıldı.

    - Öğrenciye potansiyel suçlu gözüyle bakıldı, demokratik katılımı önlendi, tepki gösterenler polisle karşı karşıya bırakıldı.

    PATİ[email protected]
    HARAMİ[email protected]

  • Selahattin Aykurt
    Selahattin Aykurt

    İdam Sehpasında Gencecik Bir yiğit;

    Erdal Eren...

    12 Eylül cuntasının emekçi halklara gözdağı vermek için gündeme getirdiği idamlar sürecinde devrimci onuru sehpada dimdik tutan Erdal Eren’i 13 Aralık 1980 günü yitirdik. Henüz 17 yaşındayken devrim ve sosyalizm davasını hayatı pahasına savunan bu genç fidan, Türkiye devrimci hareketinin yüz akı olarak geleceğe ışık tutmaktadır.
    Erdal, 25 Eylül 1961’de Giresun’a bağlı Şebinkarahisar’da doğdu. Erdal’ın babası o tarihlerde Giresun’un bir dağ köyünde öğretmendir. Doğduğunda okulların açılması ve ulaşım güçlüğü nedeniyle nüfusa yazdırılmayan Erdal, daha sonradan kimlik çıkartıldığında ise okula erken başlaması için bir yıl büyük yazdırılır.
    Daha sonra, 1970’li yıllarda ailesiyle birlikte Ankara’ya yerleşen Erdal, Ankara Yapı Meslek Lisesi’nde okumaya başlar ve burada devrimci mücadeleyle tanışır. ANOD (Ankara Ortaöğretimliler Derneği) içerisinde ve GBK (Geleceği Birlikte Kurtaralım) içinde yer alır. Bu süreçte Erdal, ODTÜ’lü devrimci öğrenci Sinan Suner’in öldürülmesini protesto için 2 Şubat 1980 günü yapılan bir korsan gösteride yer alır. Eylem bitirilip kitle dağılmak üzereyken silah sesleri duyulmaya başlar. Herkes gibi Erdal da geri çekilir ve bir apartman bahçesine girer. O sırada gösteriyi bastırmak için gelen askeri birlikten bir er vurularak ölmüş ve yakalanan Erdal olayın faili olarak ilan edilmiştir. Ankara Merkez Komutanlığı’na götürülen Erdal işkencelerden geçirilir. Oradan Mamak Askeri Hapishanesi’ne götürülerek bir hücreye konur.13 Şubat günü duruşmaları başlar ve tüm hukuk usulleri hiçe sayılarak 45 gün içerisinde yapılan üç celsede hakkında idam kararı verilir. Ortada hiçbir kanıt olmaması bir yana Erdal’ın yaşının henüz 17 olması da bir başka engeldir. Yaş tespiti istekleri reddedilir. Ve Yargıtay’ın iki kez bozduğu karar sonunda onaylanır. Çünkü Cunta şefleri açıkça Erdal’ın kanını istemektedir. Erdal duruşmada, “Benim hakkımda peşin bir yargılama yapıldığı son derece açıktır. Nitekim benimle ilgili olayın ertesinde Genelkurmay Başkanı’nın ‘Çoktandır idam olmuyor, bazı kişilerin idam edilmesi gerek’ şeklinde demeç vermesi benimle ilgili idam kararıdır. Ve size de bu konuda ulaştırılan emirlerin açıkça dışa vurulmasıdır” der. Yine savunmasında Erdal, “Bugün devrimcileri ve onların bir parçası olan beni, aldığınız emirlere uygun olarak yargılayabilir ve ölüm cezası verebilirsiniz. Fakat bu ilelebet sürmeyecektir. Bir gün mutlaka sizin yerinizde halkımız olacak, sizi ve koruduğunuz düzeni yargılayacak ve doğru kararı verecektir” demektedir.
    13 Aralık 1980 günü hücresine gelip Erdal’ı alırlar. İdam sehpasına giderken kimseden yardım istemez. Mamak’taki korkunç işkenceleri anlatır son mektubunda: “Cezaevinde yapılan (neler olduğunu ayrıntılı bir biçimde öğrenirsiniz sanırım) insanlık dışı zulüm altında inletildik. O kadar aşağılık, o kadar canice şeyler gördüm ki, bugünlerde yaşamak bir işkence haline geldi. İşte bu durumda ölüm korkulacak bir şey değil, şiddetle arzulanan bir olay, bir kurtuluş haline geldi. Böyle bir durumda insanın intihar ederek yaşamına son vermesi işten bile değildir. Ancak ben bu durumda irademi kullanarak ne pahasına olursa olsun yaşamımı sürdürdüm. Hem de ileride bir gün öldürüleceğimi bile bile.”
    Son anlarında bile Erdal neşeli ve soğukkanlıdır. Gülümseyerek avukatına bakar ve göz kırpar. Sonra, tıpkı duruşmalarda olduğu gibi yine dimdik olarak sehpaya yürür. Saat sabaha karşı üçe on kala cellat Erdal’ın boynuna ipi geçirir. Ortamın sessizliğini Erdal’ın gür sesi bozmaktadır: “Yaşasın TDKP, Faşizme Ölüm, Halka Hürriyet” diyerek ayağının altındaki sehpayı tekmeleyen Erdal, böylece Deniz’lerin onurlu kervanına katılır. Arkasında kısa ama tertemiz bir yaşamın anılarını bırakarak...



    PATİ[email protected]
    HARAMİ[email protected]

  • Selahattin Aykurt
    Selahattin Aykurt

    12 Eylül ve DİSK


    Bilindiği gibi, DİSK’in tarihinde 12 Eylül 1980 askeri cuntasının çok özel bir yeri vardır. O dönem işçi sınıfının sendikal alandaki en önemli mevzisi durumunda olan DİSK, sınıf hareketini ezme kararlılığındaki 12 Eylül cuntasının öncelikli hedeflerinden biri olmuştur.


    O dönem DİSK, sınıfın özellikle mücadeleci kesimleri içinde önemli düzeyde örgütlü durumdaydı. Yığınları cuntaya karşı mücadeleye çağırma ve bu mücadeleye önderlik etme imkanları yabana atılamayacak düzeydeydi. Ancak DİSK yönetimi bu görevin altına girmekten kaçındı.


    Cuntacılar, sonradan yaptıkları kimi konuşmalarda ortaya koydukları gibi, darbeye karşı sınıf hareketi cephesinden, özellikle de DİSK’te örgütlü kesimlerden belli bir direniş olacağını düşünüyorlar, bu yüzden bir parça da temkinli davranıyorlardı. Fakat yöneticilerinin böyle bir niyet içinde olmadığını anladıktan itibaren DİSK’e dönük saldırıyı da ağırlaştırdılar. Darbeden tam iki gün sonra DİSK yöneticilerini teslim olmaya çağırdılar. DİSK yöneticilerinin ezici bir bölümü cuntanın bu çağrısına uydu, teslim olmak için sıkıyönetim komutanlığının önünde kuyruğa girdiler. Ancak bundan sonradır ki 18 Eylül’de yayınlanan 8 numaralı MGK kararıyla DİSK’in tüm malvarlığına el konuldu.


    Sıkıyönetim mahkemelerinde DİSK’i ve sınıf hareketini savunan, cuntayı teşhir eden sendikacılar da oldu. Fakat bunların tutumu, darbeye teslim olmanın yarattığı büyük kırılmayı onarabilecek çapta sonuçlar üretmedi. 12 Eylül karşısında yöneticilerin sergilediği bu teslimiyetçi tutum, sonraki dönemde DİSK’in kaderini belirledi. 10 yıldan fazla bir zaman yasaklı kalan DİSK, yeniden açıldığında 12 Eylül öncesi dönemde sergilediği mücadeleci kimlikten artık önemli ölçüde kopmuş durumdaydı.


    “30 yıl sizi çok değiştirmiş”


    Mücadeleci kimlikten uzaklaşmış, “çağdaş sendikacılığı” kendine rehber edinmiş bu yeni DİSK sermaye sözcüleri tarafından sık sık övgü konusu yapılır oldu. Örneğin 1997 yılında, en azılı işçi düşmanlarından sermayedar Refik Baydur, DİSK’in 30. kuruluş yıldönümü kutlamalarına katıldı. Kendisini can kulağıyla dinleyen DİSK yöneticilerine, “30 yıl sizi çok değiştirmiş” diye seslendi.


    Sistemli örgütsüzleştirme saldırılarının sendikaları hızla erittiği son 10 yıllık dönemde, DİSK de dahil konfederasyon yönetimlerinin işbirlikçi, ihanetçi pratikleri sermayenin işini daha da kolaylaştırdı. Sendikalar belli istisnalar dışında işçi sınıfının çıkarlarını savunan örgütler olmaktan çıktılar, sermaye adına işçileri denetim altında tutmanın birer aracı haline geldiler.


    Öte yandan DİSK işçi sınıfı içinde yeniden örgütlenmeye çalışıyordu. Eski DİSK’ten kalan mücadele mirası sayesinde işçi sınıfının küçümsenemeyecek bir kesimi çağrılara yanıt verdi, yeniden DİSK’e bağlı sendikalarda örgütlendi. Fakat süreç içinde işçilerin DİSK’e bağlı umutları giderek zayıfladı. Çünkü yaşananlar, DİSK’in diğer konfederasyonlardan hemen hiçbir farkının kalmadığını ortaya koyuyordu. Özellikle ‘90’lı yılların ikinci yarısından itibaren işçi sınıfının sendikalara güveni giderek azaldı. Hem sermayenin saldırıları hem de sendika yönetimlerinin güven vermeyen duruşları yüzünden sendikaların üye sayıları son yıllarda iyiden iyiye azaldı. Birçok sendika bitme noktasına geldi.


    İşçiler, uzlaşmacı ve ihanetçi tutumlar
    nedeniyle DİSK bürokratlarına güvenini yitirdi


    Hem bugüne kadarki kötü gidişin sorumlusu yöneticiler, hem de DİSK içinde olup da sınıf hareketi adına sorumluluk duyanlar, DİSK’in içinde bulunduğu durumdan rahatsızlar. Sınıf hareketine karşı sorumluluk duygusuyla konuya yaklaşanlar, iyi niyetli bir tutumla, DİSK’in kötüye gidişinin sebebinin mücadeleci geleneğin terkedilmesinden kaynaklandığını, bu duruma son vermek için de eski DİSK’in canlandırılması gerektiğini düşünüyorlar. Eski DİSK’in canlandırılması fikri son genel kurullarda görüldüğü gibi tabanda giderek yayılan bir görüş durumunda.


    Yıllardır DİSK’in başında olan ve bu başaşağı gidişin temel sorumlusu olan Süleyman Çelebi ve ekibi, son genel kurulda tabandaki mücadele isteğinin öne çıkardığı sendika yönetimleriyle ortak bir yönetim oluşturdu ve bu sayede yönetimde kalmayı başardı. Şimdi de, tabandaki eski mücadeleci çizgiye duyulan özlemi, kendi konumunu korumanın bir imkanına çevirmek için kolları sıvamış bulunuyor. Son zamanlarda gündeme getirilen “Emekçileri saran 12 Eylül zincirleri kırılacak” kampanyası da bu amaca hizmet ediyor.


    DİSK’in yeniden açılmasının üzerinden 14 yıl geçti. 12 Eylül’ün ancak şimdi bir “hesaplaşma” konusu yapılmasının gerçek nedeni ise Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmesine dönük beklentiler. DİSK yönetimi, böyle bir kampanyaya soyunurken Avrupa Birliği’ne güveniyor. Sermayenin AB’ye giriş adına yasalarda bir takım rötuşlar yapması bu bürokratlara, 12 Eylül’e birkaç laf söylemek için ihtiyaç duydukları cesareti veriyor.


    Ama bütün yaptıkları ve yapacakları da zaten bu; birkaç laf söylemek. 12 Eylül’e karşı esaslı bir mücadele bu bayların gündeminde bulunmuyor. Dediğimiz gibi onların asıl derdi, tabandaki eski mücadeleci DİSK’e olan özlemin ve 12 Eylül’e dönük tepkinin meyvelerini toplamak, bu sayede koltuklarını korumak.


    Kampanyanın şu andaki gidişatı da bu söylediklerimizi doğrulayacak nitelikte. 21 Temmuz tarihli Başkanlar Kurulu toplantısından sonra kampanya resmen başlatıldı. Ve şu ana kadar bir dizi bölgede temsilciler kurulu toplantıları yapıldı, Süleyman Çelebi bütün toplantılara katıldı ve ateşli konuşmalar yaptı. İşçileri tekrar tekrar mücadeleye çağırdı. Ancak işçiler Süleyman Çelebi’nin sözlerine değil de gözlerine bakmış olmalı ki, bu mücadele çağrıları pek yanıt bulmadı. Eylül ayına kadar giderek güçlendirileceği söylenen kampanya tabandaki işçiler tarafından en azından şimdilik sahiplenilmedi.


    Son yıllarda yaşanan bunca ihanet ve hayal kırıklığından sonra tabanın daha farklı bir davranış içine girmesi de beklenemezdi. İşçiler, yıllardır ortaya koyduğu uzlaşmacı, sınıf işbirlikçisi ve ihanetçi tutumlar nedeniyle DİSK yönetimine güvenini büyük ölçüde yitirdi. Kampanyanın sahiplenişinde ortaya konan zayıflık esas olarak buradan kaynaklanıyor


    Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz!


    DİSK yönetimi işçilerin güvenini yitirmek için son yıllarda ne gerekiyorsa fazlasıyla yaptı. Diğer konfederasyonlar satış sözleşmesine imza atıyorsa DİSK de attı. Diğer konfederasyonlar sorunları çözmek için patronla, hükümetle utanç verici pazarlıklar içine giriyorsa DİSK de aynısını yaptı. Çıkarlarını korumak için DİSK çatısı altında örgütlenmeye çalışan işçiler çoğu durumda DİSK’in ihanetiyle karşılaştılar.


    Bunun son somut örneği Castleblair’de yaşandı. Süleyman Çelebi ve DİSK-Tekstil yöneticileri Castleblair’de DİSK tarihine utanç verici bir sayfa daha eklediler. Burada da satış sözleşmesine imza atmakla kalmadılar, fabrikada sendikal örgütlenmeyi sağlayan öncü işçilerin tasfiyesine çanak tuttular. Dahası onların haklarını ve örgütlülüklerini korumak için yürüttüğü direnişe karşı pervasızca bir karalama kampanyasına girişmekte sakınca görmediler. Açıkça işçi düşmanlığına soyundular.


    Bütün bunlar işçi sınıfının gözleri önünde yapıldı. Castleblair işçileri ısrarla sendikal örgütlenmelerine sahip çıkmalarına ve yöneticileri göreve çağırmalarına rağmen, Süleyman Çelebi ve avanesi sözüm ona 12 Eylül’e karşı mücadeleyi örgütlemek için toplantıdan toplantıya koşmakla meşguldü.


    Zincirin halkaları olanlar onu parçalayamaz


    12 Eylül, o dönemki mevcut sınıf hareketini önemli ölçüde ezdi. 12 Eylül’den sonra birçok bakımdan farklı bir sınıf hareketi ve yeni koşullara uygun bir sendikacılık hareketi oluştu. Bu yeni sendikacılık hareketi, 12 Eylül’e karşı mücadele içinde değil, tam tersine ona alkış tutarak ya da ondan icazet dilenerek, onun kalıplarına kendini uydurarak oluştu. Bugün DİSK içinde eski DİSK’in geleneklerine dair özlemler ne denli güçlü olursa olsun, gerçek şudur ki ‘91’den sonra faaliyetine izin verilen DİSK, 12 Eylül sisteminin yarattığı sendikacılığın kendine özgü bir parçasıdır. İçinde ilericilerin, devrimcilerin olması gelecek için umut kaynağı olabilir, ama bu DİSK’in son 14 yıldır sınıf mücadelesinde oynadığı olumsuz rolü ortadan kaldırmaz.


    Sermaye sendikaları sınıfı denetim altına almanın bir aracı olarak kullanmak istemiştir, 12 Eylül’le bunun yolunu düzlemiştir. 12 Eylül’e karşı direnmeyen DİSK, diğerleriyle aynı ölçüde olmasa da kendini sermayeye kullandırmıştır. DİSK’teki bu yönetim ve sendikacılık anlayışı, çoktandır sınıf hareketinin engellerinden biri haline gelmiştir. Yani DİSK’e hakim sendikal çizginin kendisi, Süleyman Çelebi’nin toplantılarda “kıracağız, parçalayacağız” dediği zincirin belki de en sağlam halkalarından birisidir.


    Halkanın zincire başkaldırdığı, onu parçaladığı görülmemiştir. Ancak bu, işçi ve emekçileri kuşatan sermaye gericiliğinin ve 12 Eylül düzeninin oluşturduğu zincirin hiç kırılamayacağı anlamına da gelmez. Bu zinciri kıracak iradenin ilk filizlerini görmek isteyenler mücadelenin kalbinin attığı grev ve direniş yerlerine gitmelidir. Saldırılara ve ihanete inat direnişlerini sürdüren Castleblair işçilerinin gözlerine bakanlar bu iradeyi göreceklerdir.





    ----------



    ‘80 öncesi DİSK ve ‘80 sonrası
    sol sendika bürokrasisi


    İşçi sınıfının iktisadi çıkarları ve bu çıkarlarla bağlantılı kısmi demokratik istemleri için mücadele yürütmek -eski DİSK’in işçi sınıfı hareketi tarihi içinde oynadığı rol sanıyoruz en iyi böyle özetlenebilir. Hızlı kapitalist gelişmenin sosyo-politik sonuçlarının kendini her alanda göstermeye başladığı ‘60’lı yıllar, aynı zamanda, işçi sınıfının aşırı sömürüye ve kötü çalışma koşullarına karşı kısmi demokratik haklar için mücadeleye atıldığı yıllar oldu. Grev ve toplusözleşme haklarının kazanıldığı bir dönemde Türk-İş sınıfın bu alandaki potansiyeline barikat oluşturunca, buna ilerici bir tepki olarak DİSK doğdu.


    Adındaki “devrimci” ibaresine rağmen DİSK hiçbir zaman sol reformist bir çizgiyi aşamadı, fakat sınıfın iktisadi mücadelesine ve dar demokratik istemlerine belli sınırlar içinde hep karşılık verdi. Zaman zaman kendisine egemen olan politik eğilimlerdeki tüm değişme ve oynamalara rağmen, nispeten bilinçli dinamik bir tabana sahip olmanın da avantajıyla DİSK, tüm ‘80 öncesi tarihi boyunca bu sınırlar içindeki bir mücadeleci kimlikle özdeşleşti. DİSK’in sendikal cephede ve iktisadi mücadele alanındaki nispi üstünlüğünü ve ilerici rolünü açıklamak gereksizdir. Bu sınıf hareketi tarihine malolmuş basit bir gerçektir. Kısmi demokratik istemlere dayalı siyasal mücadelesine ise, görkemli 1 Mayıs gösterilerinden DGM direnişlerine kadar bir dizi demokratik anti-faşist eylemi ve etkinliği örnek olarak sıralamak mümk&ul; n.


    Fakat buna rağmen dönemin tüm devrimci akımları DİSK’e egemen politikayı reformist-sınıf işbirlikçisi olarak nitelemekteydileler ve kuşkusuz bunda haklılardı da. Zira DİSK, kendisine egemen revizyonist-reformist akımlar nedeniyle, sınıfın kısmi talepleri uğruna mücadelesini genel devrimci iktidar mücadelesine bağlayan bir politik konumdan yoksun olduğu gibi, bu devrimci perspektife karşı revizyonist-reformist odakların elinde bir kalkandı da. Reformist-sınıf işbirlikçisi ithamı, DİSK’in sendikal tutumundan çok politik konumuna yöneltilmişti.


    Konumuz DİSK olmadığı için sözü kısa kesmek zorundayız. Şuraya gelmek istiyoruz. 12 Eylül, revizyonist-reformist politikaların egemenliğinde içten içe çürüyen ve kan kaybeden DİSK’e öldürücü bir darbe vurdu, eski DİSK’i tarihe gömdü. DİSK’in bu akıbete uğradığı yıllar, aynı zamanda, işçi sınıfının ağır bir sömürüye tabi tutulduğu ve zaten yasal planda çok sınırlı olan bir dizi demokratik hakkının da gaspedildiği yıllar oldu. Bunun işçi sınıfında biriktirdiği hoşnutsuzluk ve hoşnutsuzluğun kendisini ‘80’li yılların ikinci yarısından itibaren ortaya koyması, sınıf hareketindeki gelişme, ‘89 Baharı ve ‘90 yılının direnişleri, tüm bunlar bilinmektedir.


    Bu gelişmede en dikkate değer olgulardan biri, hareketin tümüyle tabandan gelmesi, taban dinamizminin sınıf hareketine yol açmasıdır. Bu gelişme, 12 Eylül dönemini kaba bir ihanet içinde geçirmiş, sermayenin sınıfa yönelttiği saldırıya seyirci kalmış, bunun da ötesinde, cunta hükümetlerinde yer alarak bizzat desteklemiş Türk-İş bürokrasisinde de, elbette yankı bulacaktı. Bürokratlar işçi sınıfının bazı ekonomik ve demokratik istemlerini seslendirmek, işçi sınıfının bu doğrultuda gösterdiği eylemliliği gönülsüzce ve ikiyüzlüce sahiplenmek zorunda kaldılar. Doğal olarak bu etki, tabana daha yakın olan ve yönetici olmanın ayrıcalıklarından daha az yararlanan sendika alt kademelerinde daha büyük oldu. Sendika kongrelerinde bu yönetimler bir ölçüde değişti, sınıfın hak istemlerine karşı daha duyarlı olan ya da oml; yle görünen unsurlar yer yer yönetimlere geldiler.


    Sendika şube platformları sınıf hareketindeki bu gelişmenin “yan ürünleri” oldular. Onlar sınıf hareketindeki gelişmenin kendisinden doğmadılar. Yalnızca, sınıf tabanındaki büyük hoşnutsuzluk ve mücadele isteği karşısında, alt kademe sendika bürokratlarının kendine çeki düzen vermek ihtiyacının ifadesi oldular. Sınıf hareketinin önünde değillerdi, arkasından geldiler. Onun ekonomik ve kısmi demokratik hak taleplerinin sözcüsü olmaya, bunu kendileri için bir sendikal politika platformu yapmaya çalıştılar. Dolayısıyla onlarınki sınıf hareketine önderlik değil, deyim uygunsa bu hareketin üzerine oturmaktı. DİSK’in ‘70’li yıllardaki yükseliş süreci içindeki konumu da buydu. Ne var ki DİSK aktifti, lafta kalan eylem çağrıları yapmakla kalmıyor, bunu bizzat örgütlüyor ve yürütüyordu. Örneğin DGM saldırı gündeme geldiğinde kendi etkinliğindeki sınıf kitlesini harekete geçiriyordu. 16 Mart öğrenci katliamı gerçekleştiğinde, genel greve gidiyordu. Kitlesini anti-faşist gösterilere katıyor, bu doğrultuda çaba harcıyordu. Bir kısım demokratik siyasal istemi sınıf kitlelerine maletmek ve toplumun gündemine sokmak için aktif çaba harcıyordu, vb.


    Ya şimdiki sendika şubeler platformu bürokratları ne yaptılar ve ne yapıyorlar? Bunlar Türk-İş merkezindeki hainleri aşan hangi pratik adımı atmışlardır? Hangi eylemi onlara rağmen gündeme getirmiş ve gerçekleştirmişlerdi? Yıllardır varlar, pratik olarak ne yapmıştır bu platformlar? Hangi ciddi politik ve eylemsel çıkışı göstermişlerdir? Kürt halkı katliamdan geçiriliyor, toplum her türlü demokratik haktan yoksun bırakılmak isteniyor, işkence, cinayet, zulüm kol geziyor, yüzbinlerce işçi sokağa atılıyor, İMF reçeteleri uygulanıyor, işçi sınıfı açlığa ve işsizliğe terkediliyor vb., vb... İstanbul, İzmir, Ankara, Eskişehir gibi temel sanayi kentlerindeki, demek oluyor ki toplumun nabzının attığı sanayi merkezlerindeki sınıf tabanı üzerine oturan bu platformlar, tüm bunlara karşı ne yapmışlardır? Aradan tam bir yıl geçmiştir, bu bürokratlar İstanbul gibi bir kentt26 Eylül ‘93 toplantısından beri bir yeni işçi temsilcileri toplantısını neden gerekli görmemişlerdir? 5 Nisan’dan sonra, 1 Mayıs’tan önce, 20 Temmuz’dan önce ve sonra, böyle toplantılar kesin bir zaruret değil midir? Bu tür toplantılar neden yapılmamıştır ve yapılmıyor? Bu tür toplantılar neden kurumlaştırılmıyor? Genel grev üzerine bunca laf ediliyor da, neden tabanda, fabrika ve işyerlerinde işçi komiteleri, genel grev komteeri oluşturulmuyor?


    Bu sorular çoğaltılabilir. Fakat sendika şube platformlarının gerçekte ne oldukları, ne ifade ettiklerini anlamak, ortaya çıkarmak için bu türden birkaç sorunun sorulması bile yeterlidir. Sonuç bu platformların pasif ve bürokratik bir reformizmi temsil ettikleridir. Bu halleriyle, sınıf hareketinin önüne örülmüş daha incelikli yeni bir barikattan başka bir şey olmadıklarıdır. Bu platformda yer alan ve platformun “sol” kanadını oluşturan bir kısım sözde “sosyalist” şube başkanının 27 Mart seçimlerinde 2. cumhuriyet programını açık açık savunan SHP adayı Zülfü Livaneli için kamuoyuna yönelik açık destek çağrısı yaptığını hatırlatmak, belki de çok şey söylemekten daha açıklayıcıdır.


    Fakat liberal kuyrukçularımızda liberal yanılsamaları yaratan Türkiye’nin bugünkü kendine özgü koşullarıdır. Sermaye düzeninin çözümsüz sorunları ve yaşamakta olduğu yapısal kriz ortamında, mevcut merkezi sendika bürokrasisi sınıfın iktisadi ve kısmi demokratik istemlerine bile sahip çıkamamaktadır. Böyle olunca, bu dar ve sınırlı istemlere belli bir biçimde sahip çıkanlar, böyle bir mücadeleden yana olanlar ya da öyle görünenler, liberal kuyrukçular için “namuslu ve dürüst”, “dinamik ve mücadeleci”, “sınıftan yana ve sınıf kaygusu güden” sendikacılar payelerini rahatlıkla kazanabiliyorlar. Oysa böyle bir mücadele platformu, her yerde ve her zaman burjuva reformist sendikacılığın ve onun politik alandaki izdüşümü olan liberal işçi politikacılığının gerçek zeminidir. Bu formist platform hain sendika merkezleri karşısında işçi sınıfının seçeneği olmak bir yana, sınıf hareketinin devrimci gelişmesi önünde yeni bir engeldir. Böyle bir platformu desteklemek, sarı sendikacılık karşısında pembe sendikacılığı, burjuva gericiliği karşısında burjuva reformizmini desteklemektir.


    Fakat hemen ekleyelim ki, alt kademe sendika bürokratlarına bu payeleri bu kadar kolay verenlerin tutumu basit bir liberal yanılsama değildir. Bu gerçekte böylelerinin son yıllarda ulaştığı yeni konumun sınıf hareketine yaklaşımda ortaya çıkan doğal bir yansımasıdır. ‘80 öncesinde devrimci-demokrattılar. Şimdi devrimcilik aşınıp eridi, geriye yalnızca demokratlık, yani o kaba burjuva demokratik ufuk kaldı. Burjuva ya da küçük-burjuva demokratizminin sınıf hareketi alanındaki yansıması ise her zaman ekonomizm, kendiliğindenciliğin kutsanması, liberal bir işçi politikacılığı olmuştur.


    İşçi sınıfı hareketinin kendini az çok göstermeye başladığı her burjuva toplumda, sınıfın dar iktisadi istemleri ve bunlarla bağlantılı demokratik siyasal istemleri üzerine oturan burjuva liberal bir işçi politikası için uygun bir zemin var demektir. Bu temele dayalı bir mücadele genellikle işçi sınıfının kendiliğinden gelişimi ile oluşur ve Lenin’in trade-unionculuk olarak ifade ettiği bir sendikalizmde ifade bulur. Trade-unionculuk burjuva anlamda politikleşmiş bir işçi hareketini anlatır. “Sendikacılık (trade-unionizm) , kimilerinin sandığı gibi, ‘siyaseti’ tümüyle dışlamaz. Sendikalar her zaman bazı siyasal (ama sosyal-demokrat olmayan) ajitasyon ve mücadele yürütmüşlerdir” (Lenin, Ne Yapmalı?) . Çoğu kere sınıf hareketinin ilk politizasyonu böyle gerçekleşmiştir. Türkiye işçi sınıfı hareketi tarihinde DİSK’in oynadı&curen; ı olumlu rol de budur.


    İlk ifadesini reformist bir sendikalizmde bulsa da, bu, bu politik zeminin salt sendikalar tarafından tutulduğu anlamına gelmez. Tersine bu zemin üzerine politika yapan burjuva ya da küçük-burjuva politik akımlar her ülkenin kendine özgü tarihsel koşulları içinde ve kendine özgü bir biçimde oluşur ve bunlar zaman içinde reformist sendikacılık akımı ile buluşurlar. Bu reformizm ile reformist sendikacılıkta ifade bulan bir sınıf hareketinin buluşup birleşmesidir. Reformist politik partiler bu buluşmanın temsilcisi ve taşıyıcısıdırlar. Reformist politik akım ya da parti, kendiliğinden gelişmenin sınıf hareketinde yarattığı sınırlı ufku bir program haline getirir, bunun üzerine oturur ve sınıf hareketini bu çerçevenin içinde kötürümleştirir. İşçi sınıfı, burjuva politik akımların dümen suyunda, kendi bağımsız devrimci sınıf kimliğinden ve tutumundan yoksun kal.


    İngiltere’de İşçi Partisi sendikalizmden doğdu. Birçok Avrupa ülkesinde başlangıçta sosyalist bir çizgiyi temsil eden partiler sonradan yozlaşarak ya da ondaki geriliğe boyun eğerek burjuva reformist işçi partileri haline geldiler. Sonradan benzer bir evrimi revizyonist çizgiye kayan komünist partileri yaşadı. Bütün bu partilerin politik çizgisinin özü ve esası, sınıfın düzen içi kısmi çıkarları ile burjuva düzenin genel çıkarlarını bağdaştırmaktan oluşmaktadır. Bunun artık olanaksızlaştığı koşullar (emperyalist savaş, kapitalizmin krizi, faşizm, vb.) bu parti ve akımların çöküntüsünü de beraberinde getirmiştir genellikle.


    Sınıf hareketi böylesi süreçleri Türkiye’de yaşamıştır. ‘60’lı yıllarda, liberal bir işçi politikası izleyen TİP’in burjuva sendikacılık hareketinden (Türk-İş) doğması, sonra bir başka çizgide DİSK’le buluşması yaşandı. ‘70’li yıllarda DİSK (başta TKP) revizyonist akımların sosyal-reformizmiyle içiçe geçti. Ardından ikisi birden burjuva reformist CHP’nin eklentisi haline geldiler.


    Bu bizi tartışmamız bakımından canalıcı olan soruna getiriyor. 12 Eylül’den itibaren eski DİSK artık yoktur. Kısmi istemler uğruna mücadele üzerine oturan eski sosyal-reformist akımlar iflas etti ve ‘80’li yıllarda çöktü. Oysa ‘80’li yılların ikinci yarısından itibaren işçi sınıfının ekonomik ve kısmi demokratik istemlere dayalı bir kendiliğinden hareketi oluştu ve dalgalı bir seyir içinde sürekli gelişti. Tam da bu koşullarda, DİSK’in ve liberal bir işçi politikası izleyen sosyal-reformist akımların yokluğu, liberal işçi politikacılığı alanında temelli bir boşluk demektir. Doğa gibi toplumun da boşluğu uzun süreli kaldıramadığı herkesçe bilindiğine göre, soru şudur: Bu boşluk ‘80’li yılların ikinci yarısından itibaren ve bugün, sendikal planda ve politik planda, nasıl ve kimler tarafından doldurulmaktadır ya da doldurulmaya &cceil; alışılmaktadır? (...)


    PATİ[email protected]
    HARAMİ[email protected]

  • Sedatcatli
    Sedatcatli

    Kapkara yüzüne
    Aydınlık sözler edip
    Seni dikkate aldığımızı
    Sanmaman için
    Seni bir şiirle hicvediyoruz.
    .... o kadar!
    “Piç düştün fahişe rahminden
    Kenan yüzlü hamakatlar emzirdin
    Kanser kesiği tek memenden
    Sürtüğün biri ismin EYLÜL”
    Ferman
    Senin katline
    Yeni takvimler yazıyoruz....!
    KAHPE EYLÜLLERE İNAT BİZ HEP BURADAYIZ....

  • Selin
    Selin

    TBMM kapatıldı, anayasa ortadan kaldırıldı, siyasi partilerin kapısına kilit vuruldu ve mallarına el konuldu.

    * 650 bin kişi gözaltına alındı.

    **1 milyon 683 bin kişi fişlendi.

    **Açılan 210 bin davada 230 bin kişi yargılandı.

    **7 bin kişi için idam cezası istendi.

    **517 kişiye idam cezası verildi.

    **Haklarında idam cezası verilenlerden 50'si asıldı (18 sol görüşlü, 8 sağ görüşlü, 23 adli suçlu, 1'i Asala militanı) .

    **İdamları istenen 259 kişinin dosyası Meclis'e gönderildi.

    **71 bin kişi TCK'nin 141, 142 ve 163. maddelerinden yargılandı.

    **98 bin 404 kişi 'örgüt üyesi olmak' suçundan yargılandı.

    **388 bin kişiye pasaport verilmedi.

    **30 bin kişi 'sakıncalı' olduğu için işten atıldı.

    **14 bin kişi yurttaşlıktan çıkarıldı.

    **30 bin kişi 'siyasi mülteci' olarak yurtdışına gitti.

    **300 kişi kuşkulu bir şekilde öldü.

    **171 kişinin 'işkenceden öldüğü' belgelendi.

    **937 film 'sakıncalı' bulunduğu için yasaklandı.

    **23 bin 677 derneğin faaliyeti durduruldu.

    **3 bin 854 öğretmen, üniversitede görevli 120 öğretim üyesi ve 47 hâkimin işine son verildi.

    **400 gazeteci için toplam 4 bin yıl hapis cezası istendi.

    **Gazetecilere 3 bin 315 yıl 6 ay hapis cezası verildi.

    **31 gazeteci cezaevine girdi.

    **300 gazeteci saldırıya uğradı.

    **3 gazeteci silahla öldürüldü.

    **Gazeteler 300 gün yayın yapamadı.

    **13 büyük gazete için 303 dava açıldı.

    **39 ton gazete ve dergi imha edildi.

    **Cezaevlerinde toplam 299 kişi yaşamını yitirdi.

    **144 kişi kuşkulu bir şekilde öldü.

    **14 kişi açlık grevinde öldü.

    **16 kişi 'kaçarken' vuruldu.

    **95 kişi 'çatışmada' öldü.

    **73 kişiye 'doğal ölüm raporu' verildi.

    **43 kişinin 'intihar ettiği' bildirildi.


    Bunlar sadece resmi rakamlar...LANETLE ANIYORUZ! ! !

  • Ela Mihrace
    Ela Mihrace

    işkence yasak intikam almak isteyen kişi dilediğini bu devlete karşı geliyor denip ihbar edilen günler ülkenin kafese konulmuş güvercin gibi geçdiği günler

  • Sıddık Ladin
    Sıddık Ladin

    12 Eylül Darbesi veya 1980 Darbesi, Türkiye'de, Türk Silahlı Kuvvetleri'in 12 Eylül 1980 günü emir komuta zinciri içinde gerçekleştirdiği askeri müdahale.

    27 Mayıs 1960 darbesi ve 12 Mart 1971 muhtırasının ardından Türkiye Cumhuriyeti tarihinde silahlı kuvvetlerin yönetime üçüncü açık müdahalesi.

    Bu müdahale ile Süleyman Demirel'in Başbakan'ı olduğu hükümet görevden alındı, Türkiye Büyük Millet Meclisi lağvedildi, 1970 sonrasında değiştirilen 1960 Anayasası tamamen rafa kaldırıldı ve Türkiye siyasetinin yeniden tasarlandığı bir baskı dönemi başladı.

    Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren ve Kuvvet Komutanları tarafından oluşturulan askeri cunta Milli Güvenlik Konseyi adı altında 1983 genel seçimine kadar Türkiye'ye ilişkin tüm kritik kararları aldı.

    Darbe ardından geçen 3 yıl içerisinde önemli kanunların tamamına yakını değiştirildi ve cuntanın belirlediği Danışma Meclisi tarafından hazırlanan Anayasa, 1982 yılındaki halk oylamasında, yüzde 92'lik 'Evet' oyu ile büyük farkla kabul edildi. Halk oylamasında 'Hayır' oyu kullananları sandık başında baskı altında tutmak için rengi dışardan görünen oy pusulaları kullandırıldığı iddia edildi ama bu, Anayasa'nın çok büyük çoğunlukla kabul edilmesini açıklayan tek neden değildi. Anayasa'nın kabulünün bir başka önemli etkeni olarak, ihtilal öncesi iç savaş ortamı nedeni ile vatandaşların kendi hayatlarından endişe etmesi de ifade edilir.[1]

    12 Eylül 1980 darbesi, Türkiye'de halkın önemli bölümü tarafından, siyasi ve ekonomik sorunların hiçbirine çözüm bulamayan iflas etmiş parlamenter rejimin 'haklı' alternatifi olarak görüldü. Bu nedenle, darbeye bir direniş olmadığı gibi, büyük çoğunluk, darbe liderlerini, ülkenin yeni liderleri olarak kısa sürede benimsedi.

    Aynı halk oylamasında, Kenan Evren Cumhurbaşkanı seçildi. Kabul edilen Anayasa'da, cunta üyelerinin ömür boyu yargılanmasını engelleyen geçici 15. madde, seçimlerle iktidara gelen hiçbir hükümet tarafından kaldırılmadı ve 12 Eylül liderlerinin dokunulmazlığı sürdü.

    12 Eylül 1980 askeri darbesinin gerekçeleri arasında ülkede yaygınlaşan siyasi cinayetler, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin birçok tur ardından Cumhurbaşkanı'nı seçememesi ve 6 Eylül günü Konya'da Necmettin Erbakan önderliğinde yapılan ve darbe liderlerinin şerîat amaçlı bir kalkışma girişimi olarak nitelediği yürüyüş gösterildi.

    Ülkede tırmandırılan sağ - sol ve alevi - sünni gerginliği bireysel ve kitlesel siyasi cinayetleri besledi. 12 Eylül 1980 öncesinde sağ ve sol siyasi hareketin önde gelen temsilcileri cinayetlere kurban gitti. Doç. Bedrettin Cömert, Abdi İpekçi, Gün Sazak, Nihat Erim ve tanınmış birçok kişi sağ ve sol gruplara mensup militanlar tarafından öldürüldü. Darbe öncesinde siyasi cinayetlerin sayısı her gün 30'a yaklaşıyordu.

    12 Eylül 1980'e gelindiğinde 19 ilde sıkıyönetim uygulanıyordu.

    Ülkede, yönetemeyen hükûmet, karar alamayan Meclis ve ardı arkası kesilmeyen siyasi cinayetlerin yol açtığı yılgınlık havası, 12 Eylül öncesi dönemin son Başbakanı Süleyman Demirel'in '70 sente muhtacız' sözü ile özetlenen işsizlik, kıtlık ve işyeri anlaşmazlıkları ile yoğunlaştı.

    Darbe ardından, siyasi cinayetlerin çok kısa sürede sona ermesi, güvenlik güçlerinin şiddet eylemlerini darbe öncesinde neden önlemediği / önleyemediği sorularını da beraberinde getirdi. Amerika Birleşik Devletleri yönetiminin darbeden haberdar olduğu ve darbe gecesi Başkan Jimmy Carter'a 'bizim çocuklar işi bitirdi' anlamında bir mesajın, bir toplantının ortasında iletildiğinin anlaşılması, 12 Eylül'de ABD'nin rolü konusunu da tartışmalara açtı.

    Türkiye'nin Doğu ve Güneydoğusu'nda başlatılan ayrılıkçı silahlı hareket, 12 Eylül yönetiminin getirdiği Kürtçe konuşma yasağı ile güçlendirildi ve gerekçelendirildi. Diyarbakır Cezaevi başta olmak üzere bölge cezaevlerindeki kötü muamele, 1983 seçimlerinden sonra yoğunlaşacak Kürdistan İşçi Partisi (PKK) adına terör eylemlerini gerçekleştirenlerin gerekçelerinden biri oldu. Bu cezaevlerinde tutulan PKK militanlarının önemli bölümü, daha sonra, PKK yöneticileri arasında yer aldı.

    12 Eylül 1980 ardından partiler lağvedildi, parti liderleri önce askeri üslerde gözetim altında tutuldu, ardından yargılandı. Bu durum, siyasi partilerin sürekliliği konusunda tarihsel sorunlar yaşayan Türkiye'de siyasi temsilin demokratikleşmesi önünde yeni bir engel oluşturdu, siyasi gelenekler geçici de olsa alt-üst edildi.

    6 Kasım 1983 genel seçimine, kapatılan eski siyasi partilerin hiçbiri katılamadı; 1982 yılında hazırlattığı Anayasa'yı onaylayarak cuntayı destekleyen seçmen, cuntanın işaret ettiği emekli Orgeneral Turgut Sunalp liderliğindeki Milliyetçi Demokrasi Partisi yerine Turgut Özal liderliğindeki Anavatan Partisi'ni Türkiye'yi yönetmek üzere seçti. Daha sonra, siyasi yasakların kalkması ile eski liderler ve eski kadrolar, yeni partiler ile seçimlere katıldı.

    1983 yılındaki genel seçimde Turgut Özal'ın Başbakan olması ile Türkiye ekonomisinin küresel entegrasyonu başladı. Bu anlamda, tasarlamadan da olsa, 12 Eylül cuntası, içe dönük kapalı bir ekonomiye sahip olan Türkiye'yi olumlu ve olumsuz tüm yönleri ile küresel ekonominin bir parçası haline getiren gelişmeleri tetikledi.

    İlk kez Mehmet Ali Birand'ın 12 Eylül Saat:04.00 (1984) adlı kitabında ortaya atılan, 12 Eylül Darbesi sırasında dönemin ABD Ulusal Güvenlik Konseyi Türkiye Masası Sorumlusu Paul Henze'in askeri müdahaleyi haber alırken haberi ulaştıran diplomatın your boys have done it - seninkiler yaptı/bizim çocuklar işi bitirdi - anlamındaki konuşması, 12 Eylül Darbesi içinde ABD'nin rolü konusunda tartışmalara neden olmuştur. Henze'den sonra Ankara’daki çocuklar başardı şeklindeki mesaj Başkan Jimmy Carter’a iletilmiştir. Paul Henze 2003 yılında bir Türk gazetesine verdiği demeçte Bizim çocuklar işi başardı sözlerinin Mehmet Ali Birand'ın uydurması olduğunu belirtmiş, ancak kısa bir süre sonra Birand 1997'de Henze ile yaptığı görüşmenin sesli ve görüntülü kayıtlarını yayınlayarak Henze'i yalanlamıştır.

    12 Eylül'ün sonuçları [değiştir]650.000 kişi göz altına alındı.
    1 milyon 683 bin kişi fişlendi.
    Açılan 210 bin davada 230 bin kişi yargılandı.
    7 bin kişi için idam cezası istendi.
    517 kişiye idam cezası verildi.
    Haklarında idam cezası verilenlerden 50'si asıldı (26 siyasi suçlu, 23 adli suçlu, 1'i Asala militanı) .
    İdamları istenen 259 kişinin dosyası Meclis'e gönderildi.
    71 bin kişi TCK'nin 141, 142 ve 163. maddelerinden yargılandı.
    98 bin 404 kişi örgüt üyesi olmak suçundan yargılandı.
    388 bin kişiye pasaport verilmedi.
    30 bin kişi sakıncalı olduğu için işten atıldı.
    14 bin kişi yurttaşlıktan çıkarıldı.
    30 bin kişi siyasi mülteci olarak yurtdışına gitti.
    300 kişi kuşkulu bir şekilde öldü.
    171 kişinin işkenceden öldüğü belgelendi.
    937 film sakıncalı bulunduğu için yasaklandı.
    23 bin 677 derneğin faaliyeti durduruldu.
    3 bin 854 öğretmen, üniversitede görevli 120 öğretim üyesi ve 47 hâkimin işine son verildi.
    400 gazeteci için toplam 4 bin yıl hapis cezası istendi.
    Gazetecilere 3 bin 315 yıl 6 ay hapis cezası verildi.
    31 gazeteci cezaevine girdi.
    300 gazeteci saldırıya uğradı.
    3 gazeteci silahla öldürüldü.
    Gazeteler 300 gün yayın yapamadı.
    13 büyük gazete için 303 dava açıldı.
    39 ton gazete ve dergi imha edildi.
    Cezaevlerinde toplam 299 kişi yaşamını yitirdi.
    144 kişi kuşkulu bir şekilde öldü.
    14 kişi açlık grevinde öldü.
    16 kişi kaçarken vuruldu.
    95 kişi çatışmada öldü.
    73 kişiye doğal ölüm raporu verildi.
    43 kişinin intihar ettiği bildirildi.

  • Sadık Yılmaz
    Sadık Yılmaz

    Bu ülke halkının zavallılığı ve siyasal önderlerin acizliği!

  • Korel Yılmaz
    Korel Yılmaz

    Her şey yasaktı.

  • King Predator
    King Predator

    12 Eylül döneminde ölüm cezası infaz edilenler şöyle:
    Necdet Adalı (sol görüşlü)
    Mustafa Pehlivanoğlu (sağ görüşlü)
    Serdar Soyergin (sol görüşlü)
    Erdal Eren (sol görüşlü)
    Cevdet Karakaş (sağ görüşlü)
    Veysel Güney (sol görüşlü)
    Ahmet Saner (sol görüşlü)
    Kadir Tandoğan (sol görüşlü)
    Mustafa Özenç (sol görüşlü)
    İsmet Şahin (sağ görüşlü)
    Seyit Konuk (sol görüşlü)
    İbrahim Ethem Coşkun (sol görüşlü)
    Necati Vardar (sol görüşlü)
    Fikri Arıkan (sağ görüşlü)
    Sabri Altay (adli suçlu)
    Cengiz Baktemur (sağ görüşlü)
    Şahabettin Ovalı (adli suçlu)
    Ednan Kavaklı (adli suçlu)
    Ali Bülent Orkan (sağ görüşlü)
    Veli Acar (adli suçlu)
    Eşref Özcan (adli suçlu)
    Halil Fevzi Uyguntürk (adi suçlu)
    Kazım Ergun (adli suçlu)
    Muzaffer Öner (adli suçlu)
    Adem Özkan (adli suçlu)
    Hüseyin Çaylı (adli suçlu)
    Osman Demiroğlu (adli suçlu)
    Ahmet Mehmet Uluğbay (adli suçlu)
    Ali Aktaş (siyasi)
    Duran Bircan (adli suçlu)
    Levon Ekmekçiyan (Asala)
    Ramazan Yukarıgöz (sol görüşlü)
    Ömer Yazgan (sol görüşlü)
    Erdoğan Yazgan (sol görüşlü)
    Mehmet Kambur (sol görüşlü)
    Ahmet Kerse (adli suçlu)
    Rıdvan Karaköse (adli suçlu)
    Cavit Karaköse (adli suçlu)
    Süleyman Karaköse (adli suçlu)
    Fatih Laçinligil (adli suçlu)
    Faik Görünmez (adli suçlu)
    Mustafa Başaran (adli suçlu)
    Hüseyin Üye (adli suçlu)
    Şener Yiğit (adli suçlu)
    Cafer Aksu Altıntaş (adli suçlu)
    Abdülaziz Kılıç (adli suçlu)
    Halil Esendağ (sağ görüşlü)
    Selçuk Duracık (sağ görüşlü)
    İlyas Has (sol görüşlü)
    Hıdır Aslan (sol görüşlü)

  • King Predator
    King Predator

    12 Eylül 1980 darbesi sonrasında 7 bin kişinin idamı istenmişti. Askerî Yargıtay 124 idam cezasını onayladı. Aralarında ülkücülerin de bulunduğu 50 kişi idam edildi.

  • Şener Ak
    Şener Ak

    Gözlerini kan bürümüş insanların hırsızlığın ve gaspın durdurulduğu gün.O gün canavarlar kendi ilaçları ile adam edildiler.

  • Gündüz Çepni
    Gündüz Çepni

    geleceğe umutla bakan, sömürüye aldatmacalara hayır diyebilen
    gençlerin katledilmesi demek

  • Eflatununengüzeltonu Erikçiçeğindedir
    Eflatununengüzeltonu Erikçiçeğindedir

    faşizmin iktidarı..hayat çalma operasyonu.Darbe ardından, siyasi cinayetlerin çok kısa sürede sona ermesi, güvenlik güçlerinin şiddet eylemlerini darbe öncesinde neden önlemediği / önleyemediği sorularını da beraberinde getirdi. Amerika Birleşik Devletleri yönetiminin darbeden haberdar olduğu ve darbe gecesi Başkan Jimmy Carter'a 'bizim çocuklar işi bitirdi' anlamında bir mesajın, bir toplantının ortasında iletildiğinin anlaşılması, 12 Eylül'de ABD'nin rolü konusunu da tartışmalara açtı.

  • Erkan Öner
    Erkan Öner

    12 eylül cuntacılarını buradan şiddetle kınıyorum Bu faşistler halkı birbirine kırdırdıktan sonra tümüne karşı savaş açan zalim diktatör ülkemizi çağların gerisine götüren Adolf Hitleri bile aratan kendini bilmez virüslerdir.Başka ne diyeyim.Tüfek Omzaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaa