ben aşırı milliyetçi biriyim.bir insanın düşündüğü ne olursa olsun işkence yapılmamalıdır.İbrahim Kaypakkaya ve daha niceleri işkence görmüştür.işkenceye hayır.
MEZARI BAŞINDA ANILDI İbrahim Kaypakkaya, ölümünün 36. yılında Çorum’un Sungurlu ilçesine bağlı Karakaya köyündeki mezarı başında anıldı. Anma törenine Ankara ve İstanbul’dan Devrimci 78’liler Federasyonu, DHF, ESP, SGDF, Sosyalist Parti, Dev-Lis, DTP, Partizan, SDP, Kaldıraç, Ankara 78’liler Birlik ve Dayanışma Derneği katılırken, Çorum’dan ise Emek Partisi (EMEP) üyeleri katıldı. Hukukçuların tüm itirazlarına ve tepkilere rağmen anma töreninde arama, kimlik yazımı ve tutanakların imzalatılması saatlerce sürdü. Bu sırada etkinliğe katılanlar tek tek fotoğraflandı. İşkenceye dönüşen aramanın ardından kortej oluşturulup mezarlığa yüründü. Birçok kentten insanların geldiği anma töreninde güvenlik güçlerinin aldığı ‘olağanüstü güvenlik önlemi’ tepkiyle karşılanılarak, “Ölülerimizden bile korkuyorlar” sözleriyle GBT yapılması ve üst araması protesto edildi. Mezarı karanfiller, kendi fotoğrafları ve pankartlarla süslenen Kaypakkaya, babası Ali Karakaya ve yakınlarının da bulunduğu 200’e yakın kişi tarafından mezarı başında anıldı. (Çorum/EVRENSEL)
diyarbakır da ki duruşu takdire şayan ve saygı duyulması gereken bir hareketti.. kendisini ve inandığı şeyleri sevmem ama gerçek dava adanmı... kahrolsun darbe ve darbeciler... lanet olsun işkencecilere sağ olsun sol olsun işkenceye hayır..
Kaypakaya'nın ölümünün üstünden nerdeyse 35 yıl geçti hala ibrahim kaypakkaya dosyası açılmadı güya 68-78 dernekleri bu dosyayı açılması için çaba harcıyormuş ama bunun bir yalandan öteye geçemdiği açık bir şekilde ayan beyan ortadır. Sanki ibrahim kaypakkaya insanlık için bir tehlike unsuruymuş gibide hiç gündeme getirilmiyor buna örnek bir televizyon kanalında hatırla sevgilim adında bir dizi var ve o dizide mahir çayandan deniz gezmişe kadar herkez bu dizide vardı fakat o devirlerde küçümsenmeyecek kadar büyük bir kitleye sahip olan ibrahim kaypakkya niçi dizde lanse edilemdi öyle birşeyki 68 den 72 anlatıldı fakat nasıl olduda 72 den 78 ve kanlı 1 mayıs'a geçildi buda ilgimide çekmdi desem yalan olurdu ve çok komik olan 12 eylül o kadar basit ve normal anlatılıyorki inanmak çok saçma Ne diyelim diziyi yazanın geçmişte halkın kurtuluşçusu olmasıdır herhalde rezilik bir değil ibrahimi atladıkları yetmezmiş gibi birde dizideki safsaklar devrimcileri romantik olarak gösteriyor.deniz gezmiş asılırken son sözleri hadi eyvalahmış bir komedi ise deniz gezmiş hemen dar ağacında can vermiş nasıl olurda deniz gezmişin ipte 55 dk can çekişerek öldürüldüğünü anlatmazlar Bukadar tarihsel gerçekleri çarpıtmaya ben ancak HATIRLAMA SEVGLİM DERİM
Onlar bu ülkenin bağımsızlığını savunurken, onlar halkların kardeşliğini savunurken gözlerini bile kırpmadılar...Ve de korkmadılar...Korkmadan yürüdüler ve kahpe faşizmin gazabına denk geldiler...Kahrolsun faşist beğinler, kahrolsun amerikan işbirlikçisi kanlı katiller... Tüm yoldaşlarımı saygı ve sevgiyle anıyorum...
1949 yılında Çorum'da doğdu. Babası yoksul bir emekçiydi. Okulundan arta kalan zamanlarda ailesine yardım ediyordu. Ama koyun gütmeye giderken bile yanına kitap kalem alıyordu. İlkokulu bitirince Ankara Hasanoğlan Öğretmen Okulu'na yatılı öğrenci olarak başladı. Devrimci düşüncelerle de ilk kez burada tanıştı. Hasanoğlan'dan pekiyi ile mezun olunca İstanbul Çapa Yüksek Öğretmen Okulu'na kaydoldu. Köyüyle ilişkisini hiç kesmiyor, her gidişinde dergi, gazete, kitap götürüyordu. O artık Çapa'daki devrimci çevrenin en önde gelenlerindendi. İlk bildirisini gericilerin saldırısına uğrayan Çetin Altan için kaleme alacaktı. Konferans, açık oturum, forum, tartışma, seminer ne varsa hepsini izliyordu. Fikir Kulüpleri Federasyonu'na bağlı olarak kurulan Çapa Yüksek Öğretmen Okulu Fikir Kulübü kurulunca İbrahim başkanlığa seçildi. Bunun üzerin bir ay okuldan uzaklaştırma cezası aldı.
Forum, Ant, Türk Solu, Aydınlık gibi dergilere yazıyordu. Öğrenci hakları için verilen bir kavganın ardından bir grup arkadaşıyla birlikte okuldan atıldı.Önce bir otelde çalıştı, ardından matematik dersleri vererek geçimini sağlamaya başladı.
Eylemlerde hep en önde yürüyordu.
1960'ların sonunda 'Demokratik Devrimciler' adı verilen ve TİP içinde muhalefet eden grubun içindeydi. Bu grubun gençlik içindeki örgütlenmesi Dev-Genç'ti. Dev-Genç içinde de bir süre sonra ayrılık çıktı ve İbrahim 'Aydınlıkçı' grup içinde yer aldı. 12 Mart döneminde ise Aydınlıkçılardan, eylem anlayışı, Cumhuriyet dönemine yaptığı eleştiriler ve Kürt sorunu nedeniyle koptu. Askeri yönetim koşullarında TKP/ML olarak adlandırılan örgütün kurulmasına önayak oldu.
Malatya, Tunceli, Antep'te örgütlenme çalışmaları yürüttü. Köy göz gezdi, köylülere Çin, Vietnam ve Ekim devrimlerini anlattı.
Onun çalışma yaptığı köylerin yakınında Sinan Cemgil ve iki arkadaşı girdikleri çatışmada öldürülmüşlerdi. İhbarcının Kâhyalı köyü muhtarı Mustafa Mordeniz'in olduğunu ortaya çıkarttı. Ardından muhtar öldürüldü.
Muzaffer Oruçoğlu ve Ali Haydar Yıldız ile birlikte Tunceli yöresine geçti. 23 Ocak 1973 gecesi kaldıkları köy kuşatıldı. Ali Haydar vuruldu. Diğer arkadaşları kaçtı, Kaypakkaya da vurulmuştu. Köylerden aldığı yardımla bir süre yaralı olarak yaşadı. Vurulduğunun beşinci günü ise köyün öğretmeninin ihbarı sonucu tutuklandı. Buzlu derelerin içinde yaya sürüklendi. Ayakları donmuştu. Askeri hastanede ayakları kesildi. Sorgu ve cezaevi dönemi dört ay sürdü.
Delik deşik bedeni babasına 1973 yılının Mayıs ayında Diyarbakır Cezaevi'nde teslim edildi. *
KAYPAKKAYA, '68'İN İBO'SU
İbrahim Kaypakkaya... 12 Mart'ın ardından Diyarbakır Cezaevi'nde ölen genç bir devrimci. Ölümü hep karanlıkta kalan Kaypakkaya, bir kitapla yıllar sonra yeniden gündemde. Yaşamı anlatılırken dönemin ağırlığı da vurgulanıyor.
MUZAFFER ORUÇOĞLU
A niden gelip yanıma oturdu. Önümdeki kâğıda çizdiğim gül ve nargile marpucundan başımı kaldırıp baktım ki o. Gülümsüyordu her zamanki gibi. Duru su mavisinde ışıldayan çakıl saflığını çağrıştırıyordu bakışları. Kütüphanenin bende merak ve dinleme arzusu yaratan, o fısıltılı, malum köşesinden kalkıp gelmişti. Saatlerce okumanın verdiği bilgi yorgunluğuyla sağ avucuna gömdü alnını. Güle ve nargile marpucuna baktı.
'Farkında mısın bilmem,' dedi, 'bu okulda bir yığın değerli insan var. Bunlar, yağmurunu taşıyamayan kararsız kara bulutlar gibi gezinip duruyorlar.'
Hiçbir şeyin farkında değildim. Ayıp olmasın diye kalemimi yatırıp, sandalyeme yaslandım. Kesat ve dilsiz bir iklimle dinlemeye koyuldum.
'Bunlar, Köy Enstitüleri ruhunun henüz kaybolmadığı öğretmen okullarının en başarılı öğrencileri olarak seçilip buralara gönderildiler,' diye sürdürdü. 'Her biri birer yağmur yüklü buluta benziyor. Bütün mesele, bunların bereketlerini bereketli topraklara boşaltmalarıdır.'
Zamanın dışında yaşayan ve esnemeyi seven bir insan olarak aklımı biraz zorladım. Sözün özündeki ateşi sezinler gibi oldum. Kendi yüreğinden her daim bir adım önde yürüyen bu adamın beni örgütlemeye geldiğini anladım.
Aradan bir ay geçti. İçime uçurum suskunluğu çöktü. On kişi olduk. Kanadını mum alevinde yakmayan pervanenin aşkı nicedir diyerek, Fikir Kulüpleri Federasyonu'nun Çapa şubesini, on kişi olarak kurduk ve ABD'yi hedef alan bir kuruluş bildirgesi yayınladık.
Kısa bir zaman sonra müdür bizleri çağırdı, durumu sordu ve tümümüzü disiplin kuruluna verdi. Ahmet Kabaklı, Nihat Sami Banarlı gibi tanınmış hocaların içinde yer aldığı kurul, okuldan ihraç kararına vardı. Durumu öğrenince babamın sesi çınladı kulaklarımda: 'Rahat durmadın, köpoğlu köpek! Şimdi ne halt edeceksin, koca İstanbul şehrinde! '
Ivır zıvırımı torbalayıp okulun önüne çıktım. Yaptığımız işin doğru olduğuna inanmama rağmen, yine de bir kuşku vardı içimde. Mevsimsiz prensiplerin kurbanı olup olmadığımı anlamaya çalışıyodum. Başımı çevirip bir baktım ki gülümseyerek geliyor. Yanında birkaç 'atılmış'la yaklaştılar.
'Ne o, çok çabuk binmişsin Amentü gemisine, cennette bekleyenin mi var? '
'Sokakta kaldık, sorun olduk,' dedim.
Kikir kikir güldü. Sağ elini omuzuma koyarak, 'bu halk bizi besler,' dedi, yeter ki sorun olalım. Sorun olmaktan korkan insan aç kalır, sorunları çözemez.' Bakışları disiplin kurulunun karar aldığı odanın penceresine çevrildi. 'Bunlara acıyorum,' diye mırıldandı. 'Bunlar, çocukların işaret parmaklarından korkuyorlar. Çocukların soru sorması kadar güzel bir şey var mı yeryüzünde? '
Bu halk bizi besler'e bakıyordum ben. Çarpık adımlarla karşıdan karşıya geçen birkaç kişinin dışında kimsecikler görünmüyordu. Anamın yoksullar için söylediği, 'ekmeği kuru, ayranı duru,' sözü yankılanıyordu içimde.
Grevler, köylü mitingleri, toprak işgalleri derken, Türk Solu dergisinin yazı kurulunda yeniden bir araya geldik. Her zamanki gibi gözünün kuyruğuyla süzerken gülümsüyordu şirin şirin. Güzel şeyler yapmanın verdiği rehavetle,
'Eeeee anlat bakalım Hacı Fışfış, yaşamla aran nasıl' diye sordu.
'Fena değil,' dedim. 'Yaşamımı mide kıyıntısı ile moloz döşek arasında sıkışmaktan kurtardım. İyi oldu.. Köçek fistanı gibi renklendi ruhum.'
Keyfinden gözlerinin içi ışıldadı. Sözlerimin gerçek anlamlarıyla değil de çağrıştırdıklarıyla daha çok ilgilenir gibi bir hali vardı.
'Yaşadığımız pratik, ortak yönlerimizi keşfetmemize ve çoğaltmamıza yardımcı oluyor. Yalnız adamlar olmaktan çıktık. Sır kumkuması, kesirsiz, mükemmel insanlar değiliz artık. Lakırdıyı ağzımızda çiğnemiyoruz. Yalın ve doğrudan bir tarza doğru yaklaşıyoruz. Tartışmaları kökten sürme, yaşayan düşüncelerle kaliteli hale getirmeye çalışıyoruz.'
Ciddi şeyler söylemesine rağmen sesinde içtenlikli, içli bir alay arzusu vardı. İyimserliğini, bilgisinin ve pratiğinin zemini haline getirmişti.
'Öyle bir dünyada yaşıyoruz ki marsıvan eşeği bile değişmek zorunda kalıyor,' dedim. 'Anlam kazanmayan bir tek kıpırtı kalmadı. Deli alacasındayız.'
'Doğru,' diye onayladı. 'Bizi bu hale getiren, ülkenin ve dünyanın durumudur. Hayat, kelini körünü toplayarak iki ayağının üzerinde doğrulmaya çalışıyor. Kültür Devrimi ve Vietnam direnişi, dünyanın kabuğunu çatlattı, özneye dönüştürdü bizi. Güç olmanın zamanıdır.'
Öğrenci hareketlerinin dışındaydık. Ben köylü, o ise işçi hareketleriyle yakından illgileniyordu. Kitle hareketleri, 15-16 Haziran işçi direnişiyle doruk noktasına erişti. Bunu 12 Mart darbesi izledi.
Uçurumdan gelen seslere kulak verdim. Karşı zirvelere sis çökmüştü.
'Ekmek torbalarımız dibe vurdu,' dedim. 'Kitaplar ve zirve sisleriyle başbaşa kaldık. Halk denilen deryanın kıyısındayız. Derya bizim içimizde ama biz deryanın içinde değiliz. Korkuya kesmiş, sessizleşmiş bir deryanın kıyısındayız...
Elindeki çöple, ayağına büyük gelen kara lastiğin burnunu kurcalıyordu. Kasketi yana kaymıştı. Kiremit kızılı kıllar basmıştı çenesini.
'Darbe, ülkenin mumlarını tek tek söndürüyor,' diye mırıldandı. 'Mumu sönen bir halk homurdanır, acı çeker. Sessizliği derinleştiren bu öğelerdir.'
Sessizleştik. Avurtları çökmüştü. Mantığıyla hesaplaşan mağrur bir inatın egemenliği altındaydı sesi. Güzel günlere olan inancının dışında, her şeyini yitirmiş gibiydi. Derviş sessizliğiyle dinliyor, sağ göz kapağını hafif indirerek, kararlı ve kesin konuşuyordu. Zirvelerden inen sislerdeydi bakışlarımız.
Kafasının arkasına ve ensesine saplanan saçma yaralarından ve kurşun sıyrığından ılık kan sızıyordu kara. Derinleşen acılarda ve tüfek seslerindeydi kulakları. Kafasının kanlanmış kara batan tarafını kaldırmak isteyince, yaklaşan ayak seslerini duydu. Başucuna dikilen askerleri dinlemeye koyuldu.
Sırtüstü çevrileceğini anlayınca gözlerini yumdu. Kar, kan ve ter karışımı yüzde taşlaşan şafak aydınlığına baktılar. Soluğunu kıstı, iç gözleriyle bakışları izledi. Koynuna dalan ellerin soğukluğundan ürperdi. Cüzdanın çevrilen ilk sayfasından buz mavisi bir ses yükseldi.
'Haydar Mecit. Bu da kimmiş? Köylülerden birisi olmalı.'
Ölüyü bırakıp, kendilerini uçurumdan aşağılara atanların peşine düştüler. Uzaklaşan ayak seslerini hassasiyetle izledi ölü. Şafak ayazının uyuşturduğu ellerini açlığına ve acılarına bastırarak doğruldu ve yaralı bir kurt hırsıyla olay yerinden uzaklaştı sendeleye sendeleye.
Bir arkadaşla birlikte kendimi uçurumdan aşağı atmış, yuvarlana yuvarlana gelip buzlu suda konaklamıştım. İki saat sonra, sabah güneşinin ışıldattığı karşı zirvedeydik. Yırtıcı kuşların gübreleriyle renklenen bir kayanın üzerinde oturmuş, olay yerine, Vartinik'e bakıyorduk. Müfrezenin silahsız bir grubu bastığını ve kimseyi ele geçiremediğini sanıyorduk. Halbuki A. Haydar Yıldız vurulmuş, İbo ise yaralı haliyle kaçmıştı.
Köylüler, bitkin, kanlı ve sararmış benziyle kapıyı çalan ölüyü görünce dehşete kapıldılar ve onu içeri almak zorunda kaldılar. Yaralarını temizleyip karnını doyurdular. Büyük lastik ayakkabısının içindeki karları çıkardılar, çoraplarını ocak başının üzerinde kuruttular ve ona hemen evi terkedip gösterecekleri mağarada kalmasını söylediler. Ayaz karanlığı, karanlık ise gökyüzünü ve dağları yutmuş gibiydi.
Mağara, dayanılmaz derecede soğuktu. Karanlığı ve kıpırtıları soluyarak bekledi. Donacağını düşündü. Sızlayan yaralarını dinledi. Mağarayı terkedip kara ve karanlığa karıştı. Bu sefer bir öğretmenin evindeydi. Yaraları buzlanan, yanaklarının kılcal damarları patlayan bu garip ölüyü, sıcak bir misafirperverlikle ağırladı öğretmen. Ve sonra durumu, el altından müfrezeye bildirdi. Zaten Ölü'yü aramaya çıkmıştı müfreze.
Müfrezenin pür silah eve girdiğini gören Ölü, inadına ve soğukkanlılığına halel getirmeksizin gizlenmiş derin bir irkilişle ayağa kalktı.
'Hiç kimse kanundan kaçamaz. Seni Haydar Mecit sanmıştık, dirilip kaçınca İbrahim Kaypakkaya olduğunu anladık. Maceran burada noktalandı.'
Ödünsüz, dik bir duruşla tartışmaya koyuldu müfrezeyle. Hayretten donakaldı köylüler. Tartışma kelepçeyle noktalandı. Bir gün önce bir sırığa bağlanarak dağdan indirilen bir ölünün sırık izine düşüp, buzlu ve çetin bir dere yolculuğuna çıktılar. Ayağındaki ayakkabı, müfrezeyle birlikte katetmeye çalıştığı Kutuderesi'ni içine alacak derecede büyümüş ve sulu karla dolmuştu. *
Binadan koşar adımlarla çıkan yarbay cipin yanına geldi. Ali Kaypakkaya'ya inmesini söyledi. Birlikte aynı binaya girdiler. Bir koridordan geçtikten sonra yarbay, Ali Kaypakkaya'yı bir odaya aldı.
İçeride beyaz önlüklü bir adam vardı. O adamı görünce bu kez Ali Kaypakkaya'nın içi kararmış 'İbrahim belki de hasta, yine hastaneye yatırdılar, bu adamların telaşı bundan' diye düşünmeye başlamıştı.
Beyaz önlüklü adam, Ali Kaypakkaya odaya girince telaşlı ve tedirgin davranışlarla ona 'otur şuraya, buyur sigara yak...' demiş paketinden sigara uzatmıştı.
Ali Kaypakkaya ne sigara aldı, ne de oturdu. Odada aşağı yukarı dolanmaya başladı.
O sırada birden kapı açıldı. Sıkıyönetim Komutanı Korgeneral Şükrü Olcay yanında bir albay, hastane müdürü ve bir-iki subayla içeri girdiler.
Şükrü Olcay yukarıdan aşağıya Ali Kaypakkaya'yı süzdü, 'Sen İbrahim Kaypakkaya'nın babası mısın' diye sordu.
Ali Kaypakkaya 'Evet' diye yanıtladı onu.
Sonra Şükrü Olcay kesin ve katı bir sesle 'Bunu birdenbire söylemek olmaz, ama ben söyleyeceğim; İbrahim öldü....' dedi.
Ali Kaypakkaya'nın birden bütün kanı çekildi. 'Anlayamadım...' diye kekeledi.
'Oğlun öldü diyorum' diye sözünü yineledi Şükrü Olcay.
Ali Kaypakkaya şaşkın ve birden bembeyaz olmuş yüzü altından 'Neden ölsün benim oğlum, ölmez o...' diye karşılık verince... 'Öldü diyorum, işte öldü o...' diye kesip attı Şükrü Olcay.
Ali Kaypakkaya bu kez garip bir şekilde hareketlenmiş ve sanki boğulmak üzere olan bir insanın çırpınışlarıyla bir yandan yutkunuyor bir yandan ceplerini karıştırıyordu. Sonra cebinden mektubunu çıkarıp 'işte yazdığı mektup beni çağırıyor, ölmez benim oğlum, hasta değildi, sağlığım yerinde diye yazıyor' diye bağırmaya başlamıştı.
Şükrü Olcay 'intihar etti, oğlun intihar etti...' diye bağırarak karşılık verdi ona. Ali Kaypakkaya ise kesik kesik yanan yüreğini dışarıya vuruyordu: 'Hayır, hayır oğlum öldürüldü, oğlumu öldürdünüz, onu öldürdünüz, onu öldürdünüz, onu döve döve öldürdünüz, oğlumu siz öldürdünüz...'
Odadakilerden birisi 'sus, yoksa haddini bildiririz' diye kesti Ali Kaypakkaya'nın yakarışlarını; gözdağı verdiler ona.
Ali Kaypakkaya bir aralık suskunluktan sonra, içli ve acılı bir sesle 'verin benim cenazemi, ifadeniz mi neyiniz varsa alın; oğlumun cenazesini verin...' dedi.
İlkin 'vermeyeceğiz, biz gömeriz' dediler. Bu söz üzerine birden yırtıcı bir sesle Ali Kaypakkaya 'Cenazemi vermezseniz bir adım gitmem' diye diretti.
Şükrü Olcay bu sıra beyaz gömlekli adama dönerek 'Şuna su verin' dedi. Ali Kaypakkaya 'suyunuzu falan istemiyorum, oğlumun cenazesini istiyorum, onu dişimi tırnağıma takıp büyüttüm, bir gecekondum var, şimdi onu satıp oğluma harcayacağım, köyüme götüreceğim...' diye karşılık verdi.
Şükrü Olcay çevresindekilere 'Muamelesini yapın' deyip döndü ve çıktı odadan.
Sonra Ali Kaypakkaya'yı getiren yarbay onu tekrar alarak dışarıya çıkardı. Oğlunu görmek için Diyarbakır'a ilk indiği gün kapısından çevirdikleri Askeri Hastane'ye geldiler.
Orada Ali Kaypakkaya'ya yapması gereken birtakım işlerden söz ettiler. O da gidip belediyeden bir 'müsaade kâğıdı' aldı. 430 lira verip bir tabut seçti. 70 liraya kefen satın aldı.
Kefen katlanırken, yolda gelirken kurduğu düşleri, oğlunun çocukluğunu, gözü önüne gelen kundağını, onu kucağına alışını anımsadı.
Sonra bir hamal tutarak tabut ve kefeni ona verip hastaneye döndüler.
Belediye memuru 'taşınabilir' diye bir kâğıt imzalayıp verdi ona. Bir yer gösterip oturup beklemesini söylediler.
Oğlu yaralı yattığı günlerde, yüzünü göstermedikleri koridorlarda, şimdi onu görmeyi bekliyordu.
Bir süre sonra İbo'yu buzdolabından çıkardılar. Ali Kaypakkaya'ya 'işte oğlun hazır' dediler. Kafadan kesikti. Karnı, kolları, bacakları ve kaba etleri yarılmıştı. Parça parça edilmişti İbo. Gövdesi delik deşikti. 'Otopsi' diye mırıldandı onu buzdolabından çıkaran adam. 'Peki ya bu delikler ne? ' diye söyledi Ali Kaypakkaya. Ses etmediler.
Oğlunun karşısında sanki kanı kurumuştu Ali Kaypakkaya'nın, Karşısında o yiğit, o dal gibi oğlu yerine, kesilmiş, delik deşik edilmiş insan parçaları duruyordu. Boğazı ve gırtlağı tamamen çürümüş ve simsiyahtı. Sanki çembere alınmış da sıkılmış gibiydi. Daha sonra da kesilip parçalanmıştı boğazı. Omuzlarında, göğsünde sürüyle delik vardı.
Görüntüler karşısında İbo'yu tabutuna yerleştiren hamal ağlamaya başlamıştı. Ali Kaypakkaya ona parasını vermek istemiş, adam almamıştı. 'Bu bizim insanlık görevimiz' demişti. Nöbetçi erler ve hastabakıcılar Ali Kaypakkaya'yı yatıştırmaya çalışıyorlardı.
Gelirken İbo'ya vermek için yanına aldığı 1200 liradan 550 lira kalmıştı.
Gidip bir taksiyle pazarlık yaptı. Taksici parayı peşin istedi. Sonra Ali Kaypakkaya'ya 'Uçağa götür' dediler. Arkasından hep birileri geliyordu.
Uçakta 240 lira tabut taşıma parası aldılar. Cebinde kalan diğer parayı bilete verdi. Çıkışmayan kısmı için 'Arkasından gelenlerin' araya girmesiyle 'sonra alırız' dediler.
Oradan Ali Kaypakkaya'yı havaalanına getirip polise teslim ettiler.
Havaalanında uçuş bekleme salonuna alınırken arama kabininde Ali Kaypakkaya'yı arayan polisler, onun ceplerinden oğluna getirdiği ve İbo'nun savunması için babasından istediği bildirileri buldular. Evirip çevirip bakıyorlar ve söyleniyorlardı. Ali Kaypakkaya 'Onları oğlum istemişti, savunması için gerekiyormuş, ona getirmiştim' diye açıkladıysa da, polisler 'Yok efendim yok, bunlar suçtur, yasaktır, madem oğlun öldü, yorgan gitti kavga bitti deyip bunları yırtacaktın, seni suçlu olarak alıkoymamız gerekiyor...' diye bağırdılar.
Ali Kaypakkaya bu davranış karşısında polislere 'Oğlum ölmüş, bildiriyi nasıl düşüneyim, sabah beri bir dilim ekmek bir yudum su canıma girmemiş' diyerek kendisini bırakmalarını söylemiş, oradaki bir kadın polisin araya girmesiyle Ali Kaypakkaya'yı bırakmışlardı.
Uçak Ankara'ya indiğinde Ali Kaypakkaya'yı iki yüzbaşı karşıladı. Onunla taksi tutmaya çıktılar. İbo'yu taksiye yerleştirip bağladılar.
Önde İbo'nun bağlı olduğu taksi, arkada 'takipçilerin' arabası evin önüne geldiler.
Babası İbo'yu evine taşıdı. O gece evinde onun başında bekledi. Başı avuçlarında düşündü durdu, yaşlandı durdu oğlunun başucunda. Sabah erkenden gidip bir minibüs tuttu. Ve oğluyla birlikte köylerine geldi.
İbo ile birlikte 'takipçiler' de köye geldiler.
Çevre köylerden İbo'nun köye geldiği şaşılası bir biçimde kısa sürede duyulmuştu. Onu duyanlar öbek öbek uğurlamaya geliyordu. Evin çevresi bir anda köylülerle dolmuştu.
Mezarlığın karşısından geçen büyük yoldaki benzincinin lokantası önünde 'takipçilerin' arabaları duruyordu. Takipçiler orada oturmuş uzaktan köyü ve mezarlığı gözlüyorlardı... *
NİHAT BEHRAM
('İbrahim Kaypakkaya' kitabından,
Umut Yayıncılık, 2. baskı 1996)
KASKETLİ FOTOĞRAF
Yıl 1971. 12 Mart askeri darbesinin ardından 26 Nisan 1971 tarihinde sıkıyönetim ilan edildi. Arananlardan birisi de bendim. İbrahim Kaypakkaya Ankara'daydı. Birlikte Güneydoğu'ya gidecek ve Aydınlık hareketini örgütleyecektik. Benim kimlik sorununu çözmek için İbrahim'in köyüne gitmeye karar verdik.
Önce İbrahim'lerin Ankara Mamak NATO yolu üzerindeki evinde birkaç gün kaldık. Sonra Çorum yakınındaki Karakaya köyüne gittik. İbrahim'in babaannesi bizi Karakaya köyünde ağırladı. Daha sonra örgütlenme çalışmaları yürütmek üzere Malatya'ya doğru yola koyulduk.
Malatya'da tanıdıklarımız sınırlıydı. Bunlardan birisi de daha önce siyasi nedenlerle tutuklanmış, tüm devrimcilerin dostu Süleyman Kırteke'ydi. Kırteke'nin bir akrabasının evinde kalırken onu çağırdık. Bize yardımcı olmasını istedik. Her ikimize de kılık kıyafet ayarlamak gerekiyordu. İbrahim'in, yıllarca poster olarak kullanılan ünlü kasketli fotoğrafı işte bu sırada çekildi. Süleyman Kırteke, şapkalı fotoğrafın öyküsünü şöyle anlattı:
'12 Mart askeri darbesinden sonraki günlerdi. Solun bilinen isimleri, Malatya'ya örgütlenmek ve gizlenmek için geliyorlardı. Biz de gelenleri önceden belirlediğimiz köylere ve mekânlara yerleştiriyorduk. Tam gününü hatırlamıyorum ama, sanırım Kürecik dağları kar alacasıydı İbrahim Kaypakkaya'yı Hallahort Mehmet Ali'nin evine götürdüğümüzde. Akrabalarımızdan İbrahim Erdoğan beni aramış ve evlerinde iki misafirimin olduğunu söylemişti. Oraya gittiğimde karşıma daha önceden tanıdığım Oral'la, Dev-Genç'in son kurultayında tanıdığım İbrahim Kaypakkaya çıktı. Sorun aynıydı. Önce tebdili kıyafet sonra kimlik. Ben üstümdeki elbiseleri Oral'la değiştirdim. Kaypakkaya'ya ise ilginç bir kıyafet denk düştü. O günlerde akrabam İbrahim (Erdoğan) 'lerin evinde alacak-verecek meselesi nedeniyle İran'dan getirilip rehin tutulan bir İran'lı genç kalıyordu. Onun kıyafetlerini İbrahim'e uygun gördük. Gencin adını da hatırlıyorum: Feyzullah.
Feyzullah'ın üzerindekileri çıkarıp İbrahim'e giydirdik. O ünlü kasketi de kafasına geçirmişti, Malatya Mücelli caddesindeki evin hemen karşısındaki Foto Kemiksiz'e gittik. Fotoğraflar çekildi, kimlikler hazırlandı. Bundan sonra Mehmet isimli bir arkadaş İbrahim'i Hallahort Mehmet Ali'ye götürdü. Daha sonra sembol olan kasketli fotoğrafın kısa öyküsü bu. Dikkat edilirse Kaypakkaya'nın başındaki kasket Türkiye'deki kullanılan kasketlere benzemez. Sebebi o İran'lı Feyzullah'ın kasketi olmasındandır.' *
'Benim yavrum fakülteyi bitirmiş Eşi dostu hep yanına getirmiş, getirmiş Yaralanıncın tümenini yitirmiş Yaralı gövdene kurban olurum Ben de senin yollarına ölürüm
Ordunun askeri de üstüne varmış Kafirin biri de yavruma vurmuş, vurmuş Bu acılı haberin köye duyulmuş Acılı haberini duyan ağlasın Yas çekesin de karaleri bağlasın yavrum
Benim yavrum muradını almamış Bayrak dikilip de düğün olmamış olmamış kuzum oy Okumuş da muradını almamış almamış Yaralı gövdene kurban olurum Bende senin yollarına ölürüm
Benim yavrum dört ay hapiste yatmış Uyudum uyandım yüreğim kopmuş kopmuş Bu yavrum gören ondan efkarım artmış Yiğit boylarına kurban olurum oy Ben de senin yollarına ölürüm
Benim yavrum akılların kuyusu Vurmayın kafirler yiğit kuzusu oy Civan boylarına kurban olurum Ben de senin yollarına ölürüm oy
Benim yavrum ezelinden gülmemiş Okumuş da muradına ermemiş ermemiş Kafirin sürüsü de aman vermemiş vermemiş oy Yaralı gövdene kurban olurum Bende senin yollarına ölürüm kurban olurum sana neferim
Yavrumun yaresi de hançer yarası yaresi Ağlayan ağlayana da annesi, annesi oy Vurmayın kafirler de lise hocası, hocası Yaralı gövdene kurban olurum Ben de senin yollarına ölürüm, kuzum
Tunceli derler adını duydum, adını duydum Bir yiğit vurmuşlar da komşular duyun, duyun Babasına anenesine tel vuruk, tel vuruk, Yiğit boylarına da kurban olurum Ben de senin yollarına ölürüm kuzum
Arayı arayı da seni bulmuşlar Getirmişler de bir dergaha koymuşlar koymuşlar, kuzum, kuzum Yavrumu işkenceye almışlar almışlar Yaralı gövdene kurban olurum, olurum Ben de senin yollarına ölürüm Melerim kuzum, civan boylu kuzum kurban olduğum kuzum
Bahar gelmiş de herkes gülüp oynuyor, oynuyor Benim yorgun göynüm de hiç durmuyor, durmuyor Posta gözlüyom da mektup çıkmıyor çıkmıyor Yaralı gövdene kurban olurum, olurum Ben de senin yollarına ölürüm, kuzum'
İbrahim Kaypakkaya (1949 - 1973) , Türkiye Komünist Partisi / Marksist-Leninist'in kurucusu.
1949 yılında Çorum'un Alaca ilçesinin Karakaya köyünde doğdu. İlkokulu bitirdikten sonra Hasanoğlan Öğretmen Okulu'na girdi. Öğretmen Okulunun ardından İstanbul Çapa Yüksek Öğretmen Okulu 'na başladı. Aynı zamanda İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi- Fizik Bölümü öğrencisi olan Kaypakkaya, sol düşüncelerle burada tanıştı. Mart 1968'de Çapa Fikir Kulübü'nün kurucuları arasında yer aldı. Çapa Fikir Kulübü'nün başkanı olan Kaypakkaya, 6. Filo'ya karşı bildiri yayınladığı gerekçesiyle Kasım 1968'de okuldan atıldı.
FKF ve TİP içinde ortaya çıkan ayrışmada Milli Demokratik Devrim (MDD) tezini savunan kesimde yer aldı. İşçi-Köylü gazetesinin istanbul'daki bürosunda çalışan Kaypakkaya, Aydınlık ve Türk Solu dergilerine yazılar yazdı. Aydınlık içinde meydana gelen ayrışmada Doğu Perinçek'in başını çektiği PDA kanadında yer aldı. 1972 yılına kadar PDA (TİİKP) saflarında çalıştı ve DABK üyesi olarak görev yaptı. Bu tarihte PDA ile yolları ayrıldı. Doğu Perinçek ve çevresinin revizyonist ve oportünist olduklarını iddia eden Kaypakkaya, ayrılık sonrasında TKP/ML-TİKKO'yu kurdu.
TKP/ML faaliyetlerinin yoğunlaştırıldığı Tunceli Çemişgezek bölgesinde mücadele ederken, 24 Ocak 1973'de Vartinik köyü Mirik mezrasında Kolluk Güçleri tarafından bulunduğu köyün etrafı sarıldı. Çatışma sırasında TİKKO'nun ilk komutanlarından Ali Haydar Yıldız yaşamını yitirirken, yaralı olarak kaçan ve beş gün köylerde saklanan İbrahim Kaypakkaya, 29 ocak 1973'te kaldığı köyde bir öğretmenin ihbarı üzerine ele geçirildi. Yaralı olmasına rağmen yürütüldü. Buradan ayakları donmuş olduğu halde Diyarbakır'a getirildi. Daha sonra hastaneye yatırıldı, bu arada ayaklarının kesilmesine izin vermemesine karşın yemeğine ilaç konularak donmuş olan ayakları kesildi.
İyileştikten sonra günlerce işkenceye maruz kalan Kaypakkaya, sorgusunda hiçbir biçimde kendisini ve örgütünü bağlayacak ifade vermedi. 16 mayıs 1973'te yeniden sorguya götürüldükten iki gün sonra Diyarbakır'a gelen babasına intihar ettiği söylendi ve parçalanmış cesedi teslim edildi. Bu olay o dönemde bağımsız milletvekili olan Mehmet Ali Aybar tarafından bir soru önergesiyle Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne (TBMM) getirildi.
bütün işgencelere karşı kanının son damlasına kadar direnen devrimi satmayan ülkesini seven bir önder bazılarının dediği gibi ne moskow aşığı nede vatan haini vatan şu an o bazılarının elinde ve o bazıları memleketi amerikan mandasına dönüştürdü
Kemalizm başta olmak üzere, Türkiye'deki birçok tabuyu yerle bir eden komünist önder.
ser verip sır vermeyen
...Yan yana,upuzun,
boylu boyunca
tepeden tırnağa kan
yiğitler ki
herbiri bir parça vatan
gözlerinde bir küfür kasırgası
ana avrat
ah ulan...
Ahmet Arif.
'Zaman zaman kesiliyor yolumuz.
lal ettiler konuşmuyor dilimiz
Halı böyle olur işte Anadolu'nun
Kaypaklıyam.Kaypaklıyam.'
Türkiye'nin geleceği çelikten yoğruluyor; belki biz olmayacağız ama bu çelik aldığı suyu unutmayacak' İbrahim Kaypakkaya.
Çirkinliklerle dolu bir dünyada,güzeli arayan güzel bir insan.
ben aşırı milliyetçi biriyim.bir insanın düşündüğü ne olursa olsun işkence yapılmamalıdır.İbrahim Kaypakkaya ve daha niceleri işkence görmüştür.işkenceye hayır.
Cellat uyandı yatağından bir gece
Tanrım dedi,Bu ne zor bilmece
Öldükçe çoğalıyor adamlar
Ben tükenmekteuim öldürdükçe
A. Behramoğlu
...gittiğin her yerde
Bu işkencelerden söz et
Bu cehennemde yaşayan
Kardeşinden
Öteki kardeşine ilet
Öylece! ...
silah kucağında kanlar içinde
vurulmuş yatıyor ibrahim yoldaş
yiğitler ölür mü üç beş kurşunla
doğrulmuş kalkıyor ibrahim yoldaş
MEZARI BAŞINDA ANILDI
İbrahim Kaypakkaya, ölümünün 36. yılında Çorum’un Sungurlu ilçesine bağlı Karakaya köyündeki mezarı başında anıldı. Anma törenine Ankara ve İstanbul’dan Devrimci 78’liler Federasyonu, DHF, ESP, SGDF, Sosyalist Parti, Dev-Lis, DTP, Partizan, SDP, Kaldıraç, Ankara 78’liler Birlik ve Dayanışma Derneği katılırken, Çorum’dan ise Emek Partisi (EMEP) üyeleri katıldı. Hukukçuların tüm itirazlarına ve tepkilere rağmen anma töreninde arama, kimlik yazımı ve tutanakların imzalatılması saatlerce sürdü. Bu sırada etkinliğe katılanlar tek tek fotoğraflandı. İşkenceye dönüşen aramanın ardından kortej oluşturulup mezarlığa yüründü.
Birçok kentten insanların geldiği anma töreninde güvenlik güçlerinin aldığı ‘olağanüstü güvenlik önlemi’ tepkiyle karşılanılarak, “Ölülerimizden bile korkuyorlar” sözleriyle GBT yapılması ve üst araması protesto edildi. Mezarı karanfiller, kendi fotoğrafları ve pankartlarla süslenen Kaypakkaya, babası Ali Karakaya ve yakınlarının da bulunduğu 200’e yakın kişi tarafından mezarı başında anıldı. (Çorum/EVRENSEL)
saklanmaya çalışılan bir meşale
SENİ ARIYOR HALKININ GÖZLERİ HASRETLE UMUTLA ÇOCUKLARIN İSMİ İBO İBRAHİM OLUYOR............
BURÇAK TARLASI
sabahtan kalktım, ezan sesi var
ezan sesi değil, burçak yası var
bakın şu deyyusun kaç tarlası var
aman ne zor imiş burçak yolması
burçak tarlasında gelin olması
eğdirme fesini kalkar giderim
evini başına yıkar da giderim
elimi salladım değdi dikene
inkisar eyledim burçak ekene
ilahi kaynana ömrün tükene
FİKİRLERİ VE TEORİLERİ İLE YOLUMUZU AYDINLATAN İBRAHİM YOLDAŞ BU TÜRKÜ'YÜ ÇOK SEVERDİ BU TÜRKÜLER ŞİMDİ ANDOLUDA ONU SONSUZLAŞTIRACAK......
diyarbakır da ki duruşu takdire şayan ve saygı duyulması gereken bir hareketti..
kendisini ve inandığı şeyleri sevmem ama gerçek dava adanmı...
kahrolsun darbe ve darbeciler...
lanet olsun işkencecilere sağ olsun sol olsun işkenceye hayır..
SED IGNOTIS PERIERUNT MORTIBUSILI
...
...
...
...
(Onlar hiç kimsenin bilemeyeceği bir ölümle yitip gittiler)
...
/Murathan Mungan'dan alıntı/
soyadda meymenet yok ki
tkp nin savunucusu devrimci idaelist.
''yiğitler ölür mü
üç beş kurşunla
doğrulmuş kalkıyor
ibrahim yoldaş ''
şarkısını pek sewwerim
ilkay akkaya yorumuyla
KAYPAKKAYA'YA
Yürüyorum karlı yolda
Yalınayak yayayım ben
işkence yıpratmaz beni
Çünkü Kaypakkaya'yım ben
Anacığım sen üzülme
Ben çalıştım boş durmadım
Gurur duy sen anacığım
Ser verdimde sır vermedim
Faşizmin cellatları
Çektiler tırnaklarımı
Uzun günler işkencede
Kestiler parmaklarımı
Ağlama yoldaş ağlama
Ben çalıştım boş durmadım
Gurur duy sen can yoldaşım
Ser verdim de sır vermedim
Şu Dersim'in dağlarında
Arayıp sordular beni
intihar etti dediler
Halbuki vurdular beni
OZAN EMEKÇİ
ÇARPIKLAR
Kaypakaya'nın ölümünün üstünden nerdeyse 35 yıl geçti hala ibrahim kaypakkaya dosyası açılmadı güya 68-78 dernekleri bu dosyayı açılması için çaba harcıyormuş ama bunun bir yalandan öteye geçemdiği açık bir şekilde ayan beyan ortadır.
Sanki ibrahim kaypakkaya insanlık için bir tehlike unsuruymuş gibide hiç gündeme getirilmiyor buna örnek bir televizyon kanalında hatırla sevgilim adında bir dizi var ve o dizide mahir çayandan deniz gezmişe kadar herkez bu dizide vardı fakat o devirlerde küçümsenmeyecek kadar büyük bir kitleye sahip olan ibrahim kaypakkya niçi dizde lanse edilemdi öyle birşeyki 68 den 72 anlatıldı fakat nasıl olduda 72 den 78 ve kanlı 1 mayıs'a geçildi buda ilgimide çekmdi desem yalan olurdu ve çok komik olan 12 eylül o kadar basit ve normal anlatılıyorki inanmak çok saçma
Ne diyelim diziyi yazanın geçmişte halkın kurtuluşçusu olmasıdır herhalde rezilik bir değil ibrahimi atladıkları yetmezmiş gibi birde dizideki safsaklar devrimcileri romantik olarak gösteriyor.deniz gezmiş asılırken son sözleri hadi eyvalahmış bir komedi ise deniz gezmiş hemen dar ağacında can vermiş nasıl olurda deniz gezmişin ipte 55 dk can çekişerek öldürüldüğünü anlatmazlar
Bukadar tarihsel gerçekleri çarpıtmaya ben ancak HATIRLAMA SEVGLİM DERİM
Onlar bu ülkenin bağımsızlığını savunurken, onlar halkların kardeşliğini savunurken gözlerini bile kırpmadılar...Ve de korkmadılar...Korkmadan yürüdüler ve kahpe faşizmin gazabına denk geldiler...Kahrolsun faşist beğinler, kahrolsun amerikan işbirlikçisi kanlı katiller...
Tüm yoldaşlarımı saygı ve sevgiyle anıyorum...
Orhan ÇAPAN
İBOM ÖLÜYOR
Zenciri kolunda gözleri bağlı
Kalenin içinde yatar bir yiğit
Çürümüş vucudu göğsü yaralı
Kalenin dibinde yatar bir yiğit
İbom ölüyor, dostlar geliyor
zalim gülüyor vah lemıno
Zindancılar falakaya yıkmışlar
Ilgıt ılgıt kanlarını dökmüşler
Direm direm tırnağını çekmişler
Zindanın içinde ağlar bir yiğit
İbom ölüyor, düşman gülüyor
Dostlar geliyor vah lemıno
Sizi gidi insanlığı yiyenler
Vicdan yıkıp kara donlar giyenler
Hani nerde ben yiğidim diyenler
Kalenin içinde yatar bir yiğit
İbom ölüyor, dostlar ağlıyor
düşman gülüyor vah lemıno
Mahzuni der çağlar ağlar ozanlar
Lanet olsun insanlığı bozanlar
Yıkılıp gidesi kara düzenler
Kalenin dibinde ağlar bir yiğit
İbom ölüyor, düşman gülüyor
dostlar geliyor vah lemıno
İbom ölüyor dostlar gümezki...
AŞIK MAHZUNİ ŞERİF
İBRAHİM KAYPAKKAYA 18 MAYIS'A
1949 yılında Çorum'da doğdu. Babası yoksul bir emekçiydi. Okulundan arta kalan zamanlarda ailesine yardım ediyordu. Ama koyun gütmeye giderken bile yanına kitap kalem alıyordu. İlkokulu bitirince Ankara Hasanoğlan Öğretmen Okulu'na yatılı öğrenci olarak başladı. Devrimci düşüncelerle de ilk kez burada tanıştı. Hasanoğlan'dan pekiyi ile mezun olunca İstanbul Çapa Yüksek Öğretmen Okulu'na kaydoldu. Köyüyle ilişkisini hiç kesmiyor, her gidişinde dergi, gazete, kitap götürüyordu. O artık Çapa'daki devrimci çevrenin en önde gelenlerindendi. İlk bildirisini gericilerin saldırısına uğrayan Çetin Altan için kaleme alacaktı. Konferans, açık oturum, forum, tartışma, seminer ne varsa hepsini izliyordu. Fikir Kulüpleri Federasyonu'na bağlı olarak kurulan Çapa Yüksek Öğretmen Okulu Fikir Kulübü kurulunca İbrahim başkanlığa seçildi. Bunun üzerin bir ay okuldan uzaklaştırma cezası aldı.
Forum, Ant, Türk Solu, Aydınlık gibi dergilere yazıyordu. Öğrenci hakları için verilen bir kavganın ardından bir grup arkadaşıyla birlikte okuldan atıldı.Önce bir otelde çalıştı, ardından matematik dersleri vererek geçimini sağlamaya başladı.
Eylemlerde hep en önde yürüyordu.
1960'ların sonunda 'Demokratik Devrimciler' adı verilen ve TİP içinde muhalefet eden grubun içindeydi. Bu grubun gençlik içindeki örgütlenmesi Dev-Genç'ti. Dev-Genç içinde de bir süre sonra ayrılık çıktı ve İbrahim 'Aydınlıkçı' grup içinde yer aldı. 12 Mart döneminde ise Aydınlıkçılardan, eylem anlayışı, Cumhuriyet dönemine yaptığı eleştiriler ve Kürt sorunu nedeniyle koptu. Askeri yönetim koşullarında TKP/ML olarak adlandırılan örgütün kurulmasına önayak oldu.
Malatya, Tunceli, Antep'te örgütlenme çalışmaları yürüttü. Köy göz gezdi, köylülere Çin, Vietnam ve Ekim devrimlerini anlattı.
Onun çalışma yaptığı köylerin yakınında Sinan Cemgil ve iki arkadaşı girdikleri çatışmada öldürülmüşlerdi. İhbarcının Kâhyalı köyü muhtarı Mustafa Mordeniz'in olduğunu ortaya çıkarttı. Ardından muhtar öldürüldü.
Muzaffer Oruçoğlu ve Ali Haydar Yıldız ile birlikte Tunceli yöresine geçti. 23 Ocak 1973 gecesi kaldıkları köy kuşatıldı. Ali Haydar vuruldu. Diğer arkadaşları kaçtı, Kaypakkaya da vurulmuştu. Köylerden aldığı yardımla bir süre yaralı olarak yaşadı. Vurulduğunun beşinci günü ise köyün öğretmeninin ihbarı sonucu tutuklandı. Buzlu derelerin içinde yaya sürüklendi. Ayakları donmuştu. Askeri hastanede ayakları kesildi. Sorgu ve cezaevi dönemi dört ay sürdü.
Delik deşik bedeni babasına 1973 yılının Mayıs ayında Diyarbakır Cezaevi'nde teslim edildi. *
KAYPAKKAYA, '68'İN İBO'SU
İbrahim Kaypakkaya... 12 Mart'ın ardından Diyarbakır Cezaevi'nde ölen genç bir devrimci. Ölümü hep karanlıkta kalan Kaypakkaya, bir kitapla yıllar sonra yeniden gündemde. Yaşamı anlatılırken dönemin ağırlığı da vurgulanıyor.
MUZAFFER ORUÇOĞLU
A niden gelip yanıma oturdu. Önümdeki kâğıda çizdiğim gül ve nargile marpucundan başımı kaldırıp baktım ki o. Gülümsüyordu her zamanki gibi. Duru su mavisinde ışıldayan çakıl saflığını çağrıştırıyordu bakışları. Kütüphanenin bende merak ve dinleme arzusu yaratan, o fısıltılı, malum köşesinden kalkıp gelmişti. Saatlerce okumanın verdiği bilgi yorgunluğuyla sağ avucuna gömdü alnını. Güle ve nargile marpucuna baktı.
'Farkında mısın bilmem,' dedi, 'bu okulda bir yığın değerli insan var. Bunlar, yağmurunu taşıyamayan kararsız kara bulutlar gibi gezinip duruyorlar.'
Hiçbir şeyin farkında değildim. Ayıp olmasın diye kalemimi yatırıp, sandalyeme yaslandım. Kesat ve dilsiz bir iklimle dinlemeye koyuldum.
'Bunlar, Köy Enstitüleri ruhunun henüz kaybolmadığı öğretmen okullarının en başarılı öğrencileri olarak seçilip buralara gönderildiler,' diye sürdürdü. 'Her biri birer yağmur yüklü buluta benziyor. Bütün mesele, bunların bereketlerini bereketli topraklara boşaltmalarıdır.'
Zamanın dışında yaşayan ve esnemeyi seven bir insan olarak aklımı biraz zorladım. Sözün özündeki ateşi sezinler gibi oldum. Kendi yüreğinden her daim bir adım önde yürüyen bu adamın beni örgütlemeye geldiğini anladım.
Aradan bir ay geçti. İçime uçurum suskunluğu çöktü. On kişi olduk. Kanadını mum alevinde yakmayan pervanenin aşkı nicedir diyerek, Fikir Kulüpleri Federasyonu'nun Çapa şubesini, on kişi olarak kurduk ve ABD'yi hedef alan bir kuruluş bildirgesi yayınladık.
Kısa bir zaman sonra müdür bizleri çağırdı, durumu sordu ve tümümüzü disiplin kuruluna verdi. Ahmet Kabaklı, Nihat Sami Banarlı gibi tanınmış hocaların içinde yer aldığı kurul, okuldan ihraç kararına vardı. Durumu öğrenince babamın sesi çınladı kulaklarımda: 'Rahat durmadın, köpoğlu köpek! Şimdi ne halt edeceksin, koca İstanbul şehrinde! '
Ivır zıvırımı torbalayıp okulun önüne çıktım. Yaptığımız işin doğru olduğuna inanmama rağmen, yine de bir kuşku vardı içimde. Mevsimsiz prensiplerin kurbanı olup olmadığımı anlamaya çalışıyodum. Başımı çevirip bir baktım ki gülümseyerek geliyor. Yanında birkaç 'atılmış'la yaklaştılar.
'Ne o, çok çabuk binmişsin Amentü gemisine, cennette bekleyenin mi var? '
'Sokakta kaldık, sorun olduk,' dedim.
Kikir kikir güldü. Sağ elini omuzuma koyarak, 'bu halk bizi besler,' dedi, yeter ki sorun olalım. Sorun olmaktan korkan insan aç kalır, sorunları çözemez.' Bakışları disiplin kurulunun karar aldığı odanın penceresine çevrildi. 'Bunlara acıyorum,' diye mırıldandı. 'Bunlar, çocukların işaret parmaklarından korkuyorlar. Çocukların soru sorması kadar güzel bir şey var mı yeryüzünde? '
Bu halk bizi besler'e bakıyordum ben. Çarpık adımlarla karşıdan karşıya geçen birkaç kişinin dışında kimsecikler görünmüyordu. Anamın yoksullar için söylediği, 'ekmeği kuru, ayranı duru,' sözü yankılanıyordu içimde.
Grevler, köylü mitingleri, toprak işgalleri derken, Türk Solu dergisinin yazı kurulunda yeniden bir araya geldik. Her zamanki gibi gözünün kuyruğuyla süzerken gülümsüyordu şirin şirin. Güzel şeyler yapmanın verdiği rehavetle,
'Eeeee anlat bakalım Hacı Fışfış, yaşamla aran nasıl' diye sordu.
'Fena değil,' dedim. 'Yaşamımı mide kıyıntısı ile moloz döşek arasında sıkışmaktan kurtardım. İyi oldu.. Köçek fistanı gibi renklendi ruhum.'
Keyfinden gözlerinin içi ışıldadı. Sözlerimin gerçek anlamlarıyla değil de çağrıştırdıklarıyla daha çok ilgilenir gibi bir hali vardı.
'Yaşadığımız pratik, ortak yönlerimizi keşfetmemize ve çoğaltmamıza yardımcı oluyor. Yalnız adamlar olmaktan çıktık. Sır kumkuması, kesirsiz, mükemmel insanlar değiliz artık. Lakırdıyı ağzımızda çiğnemiyoruz. Yalın ve doğrudan bir tarza doğru yaklaşıyoruz. Tartışmaları kökten sürme, yaşayan düşüncelerle kaliteli hale getirmeye çalışıyoruz.'
Ciddi şeyler söylemesine rağmen sesinde içtenlikli, içli bir alay arzusu vardı. İyimserliğini, bilgisinin ve pratiğinin zemini haline getirmişti.
'Öyle bir dünyada yaşıyoruz ki marsıvan eşeği bile değişmek zorunda kalıyor,' dedim. 'Anlam kazanmayan bir tek kıpırtı kalmadı. Deli alacasındayız.'
'Doğru,' diye onayladı. 'Bizi bu hale getiren, ülkenin ve dünyanın durumudur. Hayat, kelini körünü toplayarak iki ayağının üzerinde doğrulmaya çalışıyor. Kültür Devrimi ve Vietnam direnişi, dünyanın kabuğunu çatlattı, özneye dönüştürdü bizi. Güç olmanın zamanıdır.'
Öğrenci hareketlerinin dışındaydık. Ben köylü, o ise işçi hareketleriyle yakından illgileniyordu. Kitle hareketleri, 15-16 Haziran işçi direnişiyle doruk noktasına erişti. Bunu 12 Mart darbesi izledi.
Uçurumdan gelen seslere kulak verdim. Karşı zirvelere sis çökmüştü.
'Ekmek torbalarımız dibe vurdu,' dedim. 'Kitaplar ve zirve sisleriyle başbaşa kaldık. Halk denilen deryanın kıyısındayız. Derya bizim içimizde ama biz deryanın içinde değiliz. Korkuya kesmiş, sessizleşmiş bir deryanın kıyısındayız...
Elindeki çöple, ayağına büyük gelen kara lastiğin burnunu kurcalıyordu. Kasketi yana kaymıştı. Kiremit kızılı kıllar basmıştı çenesini.
'Darbe, ülkenin mumlarını tek tek söndürüyor,' diye mırıldandı. 'Mumu sönen bir halk homurdanır, acı çeker. Sessizliği derinleştiren bu öğelerdir.'
Sessizleştik. Avurtları çökmüştü. Mantığıyla hesaplaşan mağrur bir inatın egemenliği altındaydı sesi. Güzel günlere olan inancının dışında, her şeyini yitirmiş gibiydi. Derviş sessizliğiyle dinliyor, sağ göz kapağını hafif indirerek, kararlı ve kesin konuşuyordu. Zirvelerden inen sislerdeydi bakışlarımız.
Kafasının arkasına ve ensesine saplanan saçma yaralarından ve kurşun sıyrığından ılık kan sızıyordu kara. Derinleşen acılarda ve tüfek seslerindeydi kulakları. Kafasının kanlanmış kara batan tarafını kaldırmak isteyince, yaklaşan ayak seslerini duydu. Başucuna dikilen askerleri dinlemeye koyuldu.
'Kafası parçalanmış. Silahı yok. Çevirin, ceplerini yoklayın. Kimliğine bakın.'
Sırtüstü çevrileceğini anlayınca gözlerini yumdu. Kar, kan ve ter karışımı yüzde taşlaşan şafak aydınlığına baktılar. Soluğunu kıstı, iç gözleriyle bakışları izledi. Koynuna dalan ellerin soğukluğundan ürperdi. Cüzdanın çevrilen ilk sayfasından buz mavisi bir ses yükseldi.
'Haydar Mecit. Bu da kimmiş? Köylülerden birisi olmalı.'
Ölüyü bırakıp, kendilerini uçurumdan aşağılara atanların peşine düştüler. Uzaklaşan ayak seslerini hassasiyetle izledi ölü. Şafak ayazının uyuşturduğu ellerini açlığına ve acılarına bastırarak doğruldu ve yaralı bir kurt hırsıyla olay yerinden uzaklaştı sendeleye sendeleye.
Bir arkadaşla birlikte kendimi uçurumdan aşağı atmış, yuvarlana yuvarlana gelip buzlu suda konaklamıştım. İki saat sonra, sabah güneşinin ışıldattığı karşı zirvedeydik. Yırtıcı kuşların gübreleriyle renklenen bir kayanın üzerinde oturmuş, olay yerine, Vartinik'e bakıyorduk. Müfrezenin silahsız bir grubu bastığını ve kimseyi ele geçiremediğini sanıyorduk. Halbuki A. Haydar Yıldız vurulmuş, İbo ise yaralı haliyle kaçmıştı.
Köylüler, bitkin, kanlı ve sararmış benziyle kapıyı çalan ölüyü görünce dehşete kapıldılar ve onu içeri almak zorunda kaldılar. Yaralarını temizleyip karnını doyurdular. Büyük lastik ayakkabısının içindeki karları çıkardılar, çoraplarını ocak başının üzerinde kuruttular ve ona hemen evi terkedip gösterecekleri mağarada kalmasını söylediler. Ayaz karanlığı, karanlık ise gökyüzünü ve dağları yutmuş gibiydi.
Mağara, dayanılmaz derecede soğuktu. Karanlığı ve kıpırtıları soluyarak bekledi. Donacağını düşündü. Sızlayan yaralarını dinledi. Mağarayı terkedip kara ve karanlığa karıştı. Bu sefer bir öğretmenin evindeydi. Yaraları buzlanan, yanaklarının kılcal damarları patlayan bu garip ölüyü, sıcak bir misafirperverlikle ağırladı öğretmen. Ve sonra durumu, el altından müfrezeye bildirdi. Zaten Ölü'yü aramaya çıkmıştı müfreze.
Müfrezenin pür silah eve girdiğini gören Ölü, inadına ve soğukkanlılığına halel getirmeksizin gizlenmiş derin bir irkilişle ayağa kalktı.
'Hiç kimse kanundan kaçamaz. Seni Haydar Mecit sanmıştık, dirilip kaçınca İbrahim Kaypakkaya olduğunu anladık. Maceran burada noktalandı.'
Ödünsüz, dik bir duruşla tartışmaya koyuldu müfrezeyle. Hayretten donakaldı köylüler. Tartışma kelepçeyle noktalandı. Bir gün önce bir sırığa bağlanarak dağdan indirilen bir ölünün sırık izine düşüp, buzlu ve çetin bir dere yolculuğuna çıktılar. Ayağındaki ayakkabı, müfrezeyle birlikte katetmeye çalıştığı Kutuderesi'ni içine alacak derecede büyümüş ve sulu karla dolmuştu. *
İFADENİZ Mİ NEYİNİZ VARSA ALIN; OĞLUMUN CENAZESİNİ VERİN...
Binadan koşar adımlarla çıkan yarbay cipin yanına geldi. Ali Kaypakkaya'ya inmesini söyledi. Birlikte aynı binaya girdiler. Bir koridordan geçtikten sonra yarbay, Ali Kaypakkaya'yı bir odaya aldı.
İçeride beyaz önlüklü bir adam vardı. O adamı görünce bu kez Ali Kaypakkaya'nın içi kararmış 'İbrahim belki de hasta, yine hastaneye yatırdılar, bu adamların telaşı bundan' diye düşünmeye başlamıştı.
Beyaz önlüklü adam, Ali Kaypakkaya odaya girince telaşlı ve tedirgin davranışlarla ona 'otur şuraya, buyur sigara yak...' demiş paketinden sigara uzatmıştı.
Ali Kaypakkaya ne sigara aldı, ne de oturdu. Odada aşağı yukarı dolanmaya başladı.
O sırada birden kapı açıldı. Sıkıyönetim Komutanı Korgeneral Şükrü Olcay yanında bir albay, hastane müdürü ve bir-iki subayla içeri girdiler.
Şükrü Olcay yukarıdan aşağıya Ali Kaypakkaya'yı süzdü, 'Sen İbrahim Kaypakkaya'nın babası mısın' diye sordu.
Ali Kaypakkaya 'Evet' diye yanıtladı onu.
Sonra Şükrü Olcay kesin ve katı bir sesle 'Bunu birdenbire söylemek olmaz, ama ben söyleyeceğim; İbrahim öldü....' dedi.
Ali Kaypakkaya'nın birden bütün kanı çekildi. 'Anlayamadım...' diye kekeledi.
'Oğlun öldü diyorum' diye sözünü yineledi Şükrü Olcay.
Ali Kaypakkaya şaşkın ve birden bembeyaz olmuş yüzü altından 'Neden ölsün benim oğlum, ölmez o...' diye karşılık verince... 'Öldü diyorum, işte öldü o...' diye kesip attı Şükrü Olcay.
Ali Kaypakkaya bu kez garip bir şekilde hareketlenmiş ve sanki boğulmak üzere olan bir insanın çırpınışlarıyla bir yandan yutkunuyor bir yandan ceplerini karıştırıyordu. Sonra cebinden mektubunu çıkarıp 'işte yazdığı mektup beni çağırıyor, ölmez benim oğlum, hasta değildi, sağlığım yerinde diye yazıyor' diye bağırmaya başlamıştı.
Şükrü Olcay 'intihar etti, oğlun intihar etti...' diye bağırarak karşılık verdi ona. Ali Kaypakkaya ise kesik kesik yanan yüreğini dışarıya vuruyordu: 'Hayır, hayır oğlum öldürüldü, oğlumu öldürdünüz, onu öldürdünüz, onu öldürdünüz, onu döve döve öldürdünüz, oğlumu siz öldürdünüz...'
Odadakilerden birisi 'sus, yoksa haddini bildiririz' diye kesti Ali Kaypakkaya'nın yakarışlarını; gözdağı verdiler ona.
Ali Kaypakkaya bir aralık suskunluktan sonra, içli ve acılı bir sesle 'verin benim cenazemi, ifadeniz mi neyiniz varsa alın; oğlumun cenazesini verin...' dedi.
İlkin 'vermeyeceğiz, biz gömeriz' dediler. Bu söz üzerine birden yırtıcı bir sesle Ali Kaypakkaya 'Cenazemi vermezseniz bir adım gitmem' diye diretti.
Şükrü Olcay bu sıra beyaz gömlekli adama dönerek 'Şuna su verin' dedi. Ali Kaypakkaya 'suyunuzu falan istemiyorum, oğlumun cenazesini istiyorum, onu dişimi tırnağıma takıp büyüttüm, bir gecekondum var, şimdi onu satıp oğluma harcayacağım, köyüme götüreceğim...' diye karşılık verdi.
Şükrü Olcay çevresindekilere 'Muamelesini yapın' deyip döndü ve çıktı odadan.
Sonra Ali Kaypakkaya'yı getiren yarbay onu tekrar alarak dışarıya çıkardı. Oğlunu görmek için Diyarbakır'a ilk indiği gün kapısından çevirdikleri Askeri Hastane'ye geldiler.
Orada Ali Kaypakkaya'ya yapması gereken birtakım işlerden söz ettiler. O da gidip belediyeden bir 'müsaade kâğıdı' aldı. 430 lira verip bir tabut seçti. 70 liraya kefen satın aldı.
Kefen katlanırken, yolda gelirken kurduğu düşleri, oğlunun çocukluğunu, gözü önüne gelen kundağını, onu kucağına alışını anımsadı.
Sonra bir hamal tutarak tabut ve kefeni ona verip hastaneye döndüler.
Belediye memuru 'taşınabilir' diye bir kâğıt imzalayıp verdi ona. Bir yer gösterip oturup beklemesini söylediler.
Oğlu yaralı yattığı günlerde, yüzünü göstermedikleri koridorlarda, şimdi onu görmeyi bekliyordu.
Bir süre sonra İbo'yu buzdolabından çıkardılar. Ali Kaypakkaya'ya 'işte oğlun hazır' dediler. Kafadan kesikti. Karnı, kolları, bacakları ve kaba etleri yarılmıştı. Parça parça edilmişti İbo. Gövdesi delik deşikti. 'Otopsi' diye mırıldandı onu buzdolabından çıkaran adam. 'Peki ya bu delikler ne? ' diye söyledi Ali Kaypakkaya. Ses etmediler.
Oğlunun karşısında sanki kanı kurumuştu Ali Kaypakkaya'nın, Karşısında o yiğit, o dal gibi oğlu yerine, kesilmiş, delik deşik edilmiş insan parçaları duruyordu. Boğazı ve gırtlağı tamamen çürümüş ve simsiyahtı. Sanki çembere alınmış da sıkılmış gibiydi. Daha sonra da kesilip parçalanmıştı boğazı. Omuzlarında, göğsünde sürüyle delik vardı.
Görüntüler karşısında İbo'yu tabutuna yerleştiren hamal ağlamaya başlamıştı. Ali Kaypakkaya ona parasını vermek istemiş, adam almamıştı. 'Bu bizim insanlık görevimiz' demişti. Nöbetçi erler ve hastabakıcılar Ali Kaypakkaya'yı yatıştırmaya çalışıyorlardı.
Gelirken İbo'ya vermek için yanına aldığı 1200 liradan 550 lira kalmıştı.
Gidip bir taksiyle pazarlık yaptı. Taksici parayı peşin istedi. Sonra Ali Kaypakkaya'ya 'Uçağa götür' dediler. Arkasından hep birileri geliyordu.
Uçakta 240 lira tabut taşıma parası aldılar. Cebinde kalan diğer parayı bilete verdi. Çıkışmayan kısmı için 'Arkasından gelenlerin' araya girmesiyle 'sonra alırız' dediler.
Oradan Ali Kaypakkaya'yı havaalanına getirip polise teslim ettiler.
Havaalanında uçuş bekleme salonuna alınırken arama kabininde Ali Kaypakkaya'yı arayan polisler, onun ceplerinden oğluna getirdiği ve İbo'nun savunması için babasından istediği bildirileri buldular. Evirip çevirip bakıyorlar ve söyleniyorlardı. Ali Kaypakkaya 'Onları oğlum istemişti, savunması için gerekiyormuş, ona getirmiştim' diye açıkladıysa da, polisler 'Yok efendim yok, bunlar suçtur, yasaktır, madem oğlun öldü, yorgan gitti kavga bitti deyip bunları yırtacaktın, seni suçlu olarak alıkoymamız gerekiyor...' diye bağırdılar.
Ali Kaypakkaya bu davranış karşısında polislere 'Oğlum ölmüş, bildiriyi nasıl düşüneyim, sabah beri bir dilim ekmek bir yudum su canıma girmemiş' diyerek kendisini bırakmalarını söylemiş, oradaki bir kadın polisin araya girmesiyle Ali Kaypakkaya'yı bırakmışlardı.
Uçak Ankara'ya indiğinde Ali Kaypakkaya'yı iki yüzbaşı karşıladı. Onunla taksi tutmaya çıktılar. İbo'yu taksiye yerleştirip bağladılar.
Önde İbo'nun bağlı olduğu taksi, arkada 'takipçilerin' arabası evin önüne geldiler.
Babası İbo'yu evine taşıdı. O gece evinde onun başında bekledi. Başı avuçlarında düşündü durdu, yaşlandı durdu oğlunun başucunda. Sabah erkenden gidip bir minibüs tuttu. Ve oğluyla birlikte köylerine geldi.
İbo ile birlikte 'takipçiler' de köye geldiler.
Çevre köylerden İbo'nun köye geldiği şaşılası bir biçimde kısa sürede duyulmuştu. Onu duyanlar öbek öbek uğurlamaya geliyordu. Evin çevresi bir anda köylülerle dolmuştu.
Mezarlığın karşısından geçen büyük yoldaki benzincinin lokantası önünde 'takipçilerin' arabaları duruyordu. Takipçiler orada oturmuş uzaktan köyü ve mezarlığı gözlüyorlardı... *
NİHAT BEHRAM
('İbrahim Kaypakkaya' kitabından,
Umut Yayıncılık, 2. baskı 1996)
KASKETLİ FOTOĞRAF
Yıl 1971. 12 Mart askeri darbesinin ardından 26 Nisan 1971 tarihinde sıkıyönetim ilan edildi. Arananlardan birisi de bendim. İbrahim Kaypakkaya Ankara'daydı. Birlikte Güneydoğu'ya gidecek ve Aydınlık hareketini örgütleyecektik. Benim kimlik sorununu çözmek için İbrahim'in köyüne gitmeye karar verdik.
Önce İbrahim'lerin Ankara Mamak NATO yolu üzerindeki evinde birkaç gün kaldık. Sonra Çorum yakınındaki Karakaya köyüne gittik. İbrahim'in babaannesi bizi Karakaya köyünde ağırladı. Daha sonra örgütlenme çalışmaları yürütmek üzere Malatya'ya doğru yola koyulduk.
Malatya'da tanıdıklarımız sınırlıydı. Bunlardan birisi de daha önce siyasi nedenlerle tutuklanmış, tüm devrimcilerin dostu Süleyman Kırteke'ydi. Kırteke'nin bir akrabasının evinde kalırken onu çağırdık. Bize yardımcı olmasını istedik. Her ikimize de kılık kıyafet ayarlamak gerekiyordu. İbrahim'in, yıllarca poster olarak kullanılan ünlü kasketli fotoğrafı işte bu sırada çekildi. Süleyman Kırteke, şapkalı fotoğrafın öyküsünü şöyle anlattı:
'12 Mart askeri darbesinden sonraki günlerdi. Solun bilinen isimleri, Malatya'ya örgütlenmek ve gizlenmek için geliyorlardı. Biz de gelenleri önceden belirlediğimiz köylere ve mekânlara yerleştiriyorduk. Tam gününü hatırlamıyorum ama, sanırım Kürecik dağları kar alacasıydı İbrahim Kaypakkaya'yı Hallahort Mehmet Ali'nin evine götürdüğümüzde. Akrabalarımızdan İbrahim Erdoğan beni aramış ve evlerinde iki misafirimin olduğunu söylemişti. Oraya gittiğimde karşıma daha önceden tanıdığım Oral'la, Dev-Genç'in son kurultayında tanıdığım İbrahim Kaypakkaya çıktı. Sorun aynıydı. Önce tebdili kıyafet sonra kimlik. Ben üstümdeki elbiseleri Oral'la değiştirdim. Kaypakkaya'ya ise ilginç bir kıyafet denk düştü. O günlerde akrabam İbrahim (Erdoğan) 'lerin evinde alacak-verecek meselesi nedeniyle İran'dan getirilip rehin tutulan bir İran'lı genç kalıyordu. Onun kıyafetlerini İbrahim'e uygun gördük. Gencin adını da hatırlıyorum: Feyzullah.
Feyzullah'ın üzerindekileri çıkarıp İbrahim'e giydirdik. O ünlü kasketi de kafasına geçirmişti, Malatya Mücelli caddesindeki evin hemen karşısındaki Foto Kemiksiz'e gittik. Fotoğraflar çekildi, kimlikler hazırlandı. Bundan sonra Mehmet isimli bir arkadaş İbrahim'i Hallahort Mehmet Ali'ye götürdü. Daha sonra sembol olan kasketli fotoğrafın kısa öyküsü bu. Dikkat edilirse Kaypakkaya'nın başındaki kasket Türkiye'deki kullanılan kasketlere benzemez. Sebebi o İran'lı Feyzullah'ın kasketi olmasındandır.' *
ORAL ÇALIŞLAR
(Turhan Feyizoğlu'nun
'İbo' kitabından)
KAYPAKKAYA DİRENİŞÇİ DİR
KAYPAKKAYA SAVAŞÇI DIR
KAYPAKKAYA KOMÜNİST DİR
KAYPAKKAYA HALK SAVAŞÇISI DIR
KAYPAKKAYA ZİNDANDA BİR DESTAN DIR
KAYPAKKAYA MÜCADELECİ DİR
KAYPAKKAYA KALEŞNİKOF TUR
KAYPAKKAYA MİTRALYÖZ DÜR
KAYPAKKAYA İŞÇİ DİR
KAYPAKKAYA KÖYLÜ DÜR
KAYPAKKAYA PARTİZAN DIR
KAYPAKKAYA YURT SEVER DİR
KAYPAKKAYA HALK SEVDALISI DIR
KAYPAKKAYA İLERİCİ DİR
KAYPAKKAYA DÜZENSİZ DİR
KAYPAKKAYA EMEKÇİ DİR
KAYPAKKAYA DEMİR DİR
KAYPAKKAYA ÇELİK DİR
KAYPAKKAYA YILMAZ DIR
KAYPAKKAYA GELENEKTİR
KAYPAKKAYA SER VERMEK
KAYPAKKAYA SIR VERMEMEKTİR
KAYPAKAKYA YOLUNDA..............
PATİKAYOLU@MSN.COM
KARADENİZE@LİVE.COM
DENİZLERE SELAM OLSUN............
İBRAHİM'E AĞIT
'Benim yavrum fakülteyi bitirmiş
Eşi dostu hep yanına getirmiş, getirmiş
Yaralanıncın tümenini yitirmiş
Yaralı gövdene kurban olurum
Ben de senin yollarına ölürüm
Ordunun askeri de üstüne varmış
Kafirin biri de yavruma vurmuş, vurmuş
Bu acılı haberin köye duyulmuş
Acılı haberini duyan ağlasın
Yas çekesin de karaleri bağlasın yavrum
Benim yavrum muradını almamış
Bayrak dikilip de düğün olmamış olmamış kuzum oy
Okumuş da muradını almamış almamış
Yaralı gövdene kurban olurum
Bende senin yollarına ölürüm
Benim yavrum dört ay hapiste yatmış
Uyudum uyandım yüreğim kopmuş kopmuş
Bu yavrum gören ondan efkarım artmış
Yiğit boylarına kurban olurum oy
Ben de senin yollarına ölürüm
Benim yavrum akılların kuyusu
Vurmayın kafirler yiğit kuzusu oy
Civan boylarına kurban olurum
Ben de senin yollarına ölürüm oy
Benim yavrum ezelinden gülmemiş
Okumuş da muradına ermemiş ermemiş
Kafirin sürüsü de aman vermemiş vermemiş oy
Yaralı gövdene kurban olurum
Bende senin yollarına ölürüm kurban olurum sana
neferim
Yavrumun yaresi de hançer yarası yaresi
Ağlayan ağlayana da annesi, annesi oy
Vurmayın kafirler de lise hocası, hocası
Yaralı gövdene kurban olurum
Ben de senin yollarına ölürüm, kuzum
Tunceli derler adını duydum, adını duydum
Bir yiğit vurmuşlar da komşular duyun, duyun
Babasına anenesine tel vuruk, tel vuruk,
Yiğit boylarına da kurban olurum
Ben de senin yollarına ölürüm kuzum
Arayı arayı da seni bulmuşlar
Getirmişler de bir dergaha koymuşlar koymuşlar, kuzum, kuzum
Yavrumu işkenceye almışlar almışlar
Yaralı gövdene kurban olurum, olurum
Ben de senin yollarına ölürüm
Melerim kuzum, civan boylu kuzum kurban olduğum kuzum
Bahar gelmiş de herkes gülüp oynuyor, oynuyor
Benim yorgun göynüm de hiç durmuyor, durmuyor
Posta gözlüyom da mektup çıkmıyor çıkmıyor
Yaralı gövdene kurban olurum, olurum
Ben de senin yollarına ölürüm, kuzum'
1
8
M
A
Y
I
S
UNUTMA 18 MAYISI
U
N
U
T
M
A
İBRAHİM KAYPAKKAYA
İbrahim Kaypakkaya (1949 - 1973) , Türkiye Komünist Partisi / Marksist-Leninist'in kurucusu.
1949 yılında Çorum'un Alaca ilçesinin Karakaya köyünde doğdu. İlkokulu bitirdikten sonra Hasanoğlan Öğretmen Okulu'na girdi. Öğretmen Okulunun ardından İstanbul Çapa Yüksek Öğretmen Okulu 'na başladı. Aynı zamanda İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi- Fizik Bölümü öğrencisi olan Kaypakkaya, sol düşüncelerle burada tanıştı. Mart 1968'de Çapa Fikir Kulübü'nün kurucuları arasında yer aldı. Çapa Fikir Kulübü'nün başkanı olan Kaypakkaya, 6. Filo'ya karşı bildiri yayınladığı gerekçesiyle Kasım 1968'de okuldan atıldı.
FKF ve TİP içinde ortaya çıkan ayrışmada Milli Demokratik Devrim (MDD) tezini savunan kesimde yer aldı. İşçi-Köylü gazetesinin istanbul'daki bürosunda çalışan Kaypakkaya, Aydınlık ve Türk Solu dergilerine yazılar yazdı. Aydınlık içinde meydana gelen ayrışmada Doğu Perinçek'in başını çektiği PDA kanadında yer aldı. 1972 yılına kadar PDA (TİİKP) saflarında çalıştı ve DABK üyesi olarak görev yaptı. Bu tarihte PDA ile yolları ayrıldı. Doğu Perinçek ve çevresinin revizyonist ve oportünist olduklarını iddia eden Kaypakkaya, ayrılık sonrasında TKP/ML-TİKKO'yu kurdu.
TKP/ML faaliyetlerinin yoğunlaştırıldığı Tunceli Çemişgezek bölgesinde mücadele ederken, 24 Ocak 1973'de Vartinik köyü Mirik mezrasında Kolluk Güçleri tarafından bulunduğu köyün etrafı sarıldı. Çatışma sırasında TİKKO'nun ilk komutanlarından Ali Haydar Yıldız yaşamını yitirirken, yaralı olarak kaçan ve beş gün köylerde saklanan İbrahim Kaypakkaya, 29 ocak 1973'te kaldığı köyde bir öğretmenin ihbarı üzerine ele geçirildi. Yaralı olmasına rağmen yürütüldü. Buradan ayakları donmuş olduğu halde Diyarbakır'a getirildi. Daha sonra hastaneye yatırıldı, bu arada ayaklarının kesilmesine izin vermemesine karşın yemeğine ilaç konularak donmuş olan ayakları kesildi.
İyileştikten sonra günlerce işkenceye maruz kalan Kaypakkaya, sorgusunda hiçbir biçimde kendisini ve örgütünü bağlayacak ifade vermedi. 16 mayıs 1973'te yeniden sorguya götürüldükten iki gün sonra Diyarbakır'a gelen babasına intihar ettiği söylendi ve parçalanmış cesedi teslim edildi. Bu olay o dönemde bağımsız milletvekili olan Mehmet Ali Aybar tarafından bir soru önergesiyle Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne (TBMM) getirildi.
PATİKAYOLU@MSN.COM
TİKKO nun kurucusu...Sevmememe rağmen saygı duyduğum birisi..
bütün işgencelere karşı kanının son damlasına kadar direnen devrimi satmayan ülkesini seven bir önder bazılarının dediği gibi ne moskow aşığı nede vatan haini vatan şu an o bazılarının elinde ve o bazıları memleketi amerikan mandasına dönüştürdü
Ser verip sır vermeyen KOMÜNİST önder.
YAŞASIN İŞÇİLER KAHROLSUN EMPERYALİZM