Sayın Şairenin sorduğu bu soruya, sanırım ki en güzel cevabı 'TÜRKÜLERİMİZ' başlıklı 'mensur (şiirsel düzyazı) şiirimle' cevap vermişim... Ki zaten o dizelerim de, halk müziğinin klasikleri arasına yerleşen 'Etek Sarı, Sen Etekten Sarısan' fon müziği eşliğinde şiir dinletilerinde dile getirilmektedir. Şaireye başarı dileklerimle...
Türküler,türkülerimiz Anadolu insanının zulmün firavunlarına karşı Bir isyan çığlığıdır.Pir Sultanlar,Köroğlular, Dadaloğlular ve niceleri Onlar,tarih yapanlar ve tarihe adlarını kazıyanlardır.Unutulmazlar.
Türküler hakkındakien güzel sözü Nazım söylemiştir.
İNSANLARIN TÜRKÜLERI KENDILERINDEN GÜZEL İnsanların türküleri kendilerinden güzel, kendilerinden umutlu, kendilerinden kederli, daha uzun ömürlü kendilerinden. Sevdim insanlardan çok türkülerini. İnsansız yaşayabildim türküsüz hiçbir zaman. Kadınlarımı aldattım, türkülerini asla Hiçbir zaman aldatmadı beni türküler de. Türküleri anladım hangi dilde söylenirse söylensin. Bu dünyada yiyip içtiklerimin, gezip tozduklarımın, görüp işittiklerimin, dokunduklarımın, anladıklarımın hiçbiri, hiçbiri bahtiyar etmedi beni türküler kadar
türküler benim için çok önem teşkil etmektedir çünkü hayatın bir parcasıdır türküler gerek örf adet gerekse dönemin olaylarını sazlı sözlü olarak ifade edilmesidir.. ayrıca insanı en çok dinlendiren düşündüren ve maziye taşıyan tek müzik kaynagı olduğu düşüncesindeyim...
Su garip halimden bile işveli nazlım Gönlüm hep seni arıyor neredesin sen? Tatlı dillim, güler yüzlüm, ey ceylan gözlüm Gönlüm hep seni arıyor neredesin sen?
Ben ağlarsam ağlayan gülersem gülen Bütün dertlerim anlayıp gönlümü bilen Sanki kalbimi bilerek yüzüme gülen Gönlüm hep seni arıyor neredesin sen?
Sinemde gizli yare var kimse bilmiyor Hiçbir tabip bu yarama melhem olmuyor Boynu bükük bir garibim yüzüm gülmüyor Gönlüm hep seni arıyor neredesin sen?
Gesi bağlarında dolanıyorum, Yitirdim yarimi aman aranıyorum... Bir tek selamına güveniyorum, Gel otur yanıma hallarımı soyleyim, Derdimden anlamaz, ben o yari neyleyim
Gesi bağlarında üç top gülüm var, Hey Allah'tan korkmaz, sana bana ölüm var. Olüm varsa bu dünyada zulüm var. Atma garip anam beni dağlar ardına, Kimseler yanmasın, anam yansın derdime...
Selda Bagcan'in sesinden dinlenirse, cok daha etkili olur saniyorum :)
Ruhi SU 20 Eylül 1985'de yitirdiğimiz Ruhi Su'nun yaşamı boyunca tek uğraşı müzik olmuştur. İlle de türküler. Türkülere olan tutkusu çocuk denecek yaşında başlamış ve ona müzik dünyasının kapısını türküler açmıştı. Büyük bir yaşamın küçük bir özeti şöyle: 1912 de Van'da doğdu. Adana da büyüdü. Öksüzler yurdunda okudu. Çocukluğu hep zorluklar içinde geçti ama, kişiliğinin biçimlenmesinde bu zorluklar, Torosların çarpıcı, etkileyici doğası ve müzik tutkusu ile birlikte ilk çekirdeği oluşturacaktı.
İlkokulun dördüncü sınıfında keman çalmaya başladı. 1936'da o zaman ki adıyla Musiki Muallim Mektebini, 1942'de Ankara Devlet Konservatuarının şan bölümünü başarıyla bitirdi. Aldığı klasik batı müziği eğitimi, ömrü boyunca kendini adadığı türkülerin yorum icrasına yaklaşımının kurumsal temelini oluşturdu aynı yıllarda Ankara cebeci ikinci ortaokulunda ve Hasanoğlan Köy Enstitüsünde büyük bir koro oluşturdu. Ankara radyosunda on beş günde bir yayınlanan türkü programları düzenledi, dil tarih ve coğrafya fakültesinde büyük bir koro oluşturdu. Ankara devlet operası sanatçısı olarak, Bastien Bastienne Satılmış Nişanlı, Madame Butterfly, Fidelio, Tosca, Yarasa, Aşk iksiri, Rigoletto, Figaro'nun düğünü maskeli balo ve konsolos gibi operalardaki başarılarıyla, bas bariton Ruhi Su, müzik çevrelerinde ilgiyle izlenen bir müzisyen olmuştur.
12 Kasım 1952'de tutuklanarak İstanbul'a gönderildi. 141. maddeden yargılanarak 5 yıl hapis, 20 ay gözetim altı hükmü giydi. Böylece Ruhi nin opera yaşamı noktalanmış, türkülerine yeni bir boyut, buruk bir tat ekleyen başka bir dönem başlamış oluyordu. Bilinçli bir tavırla türküler üzerine çalışmaya başladığı 1938 yılından, ölümüne kadar, hapishanenin ağır koşulları, engellenmeler yasaklanmalar, hiçbir şey Ruhi'ye türküler söylemekten onlar üzerinde aralıksız çalışmaktan, korolar oluşturarak türkülerini öğretmekten olanak bulduğu zaman konserlerde, resitallerde, olanak verilmediği zaman dost evlerinden, gece kulüplerine kadar, elverişli elverişsiz her ortamda türkülerini söylemekten alıkoyamadı. Türkülerin anlam ve içeriği dünya görüşünü biçimlendirmekte; dünya görüşü, türkülerini sevip yorumlamakta belirleyici etken oldu. Sanatçı-toplum ilişkilerini bilinçle, sevgiyle besleyerek her zaman diri, işlevsel tuttu. Ne sanatından en küçük bir ödün verdi ne sağlam dünya görüşünden. Kendini sanatına sanatını halkına adadı. Böyle bir yolda büyüdü. Ölümsüzleşti.
Hiç kuşku yok ki 73 yıllık yaşamı boyunca büyük güçlüklerle karşılaştı. Çok acılar çekti. Ama hep direndi hiç yılmadı ve sazı eşliğinde türkülerini söyleyebildikçe müziğini duyurup yaşattıkça geniş kitlelere benimsettikçe mutlulukların en güzelini ta içinde yaşadı. Türküleriyle nerelerden seslendiyse, o yerler birer sanat merkezi oldu. Sarsılmayan sanatçı kişiliğinin saygınlığı ve ağırlığıyla yurt içinde yurt dışında, bilinç, insan sevgisi, coşku ve inançla yoğrulmuş belirli düşünce hareketinin vazgeçilmez bütünleyicisi oldu. Bilinçlendirdi coştu, coşturdu; hep bir şey vererek, kendine bir şeyler katarak öğretti, öğrendi. Bin bir güçlüğü aşarak derlemeler yaptı. Çok zengin bir türkü repertuarı oluşturdu. Dostlar korosunu kurarak onlarla birlikte konserler verdi. 45'lik plaklar, uzunçalarlar, kasetler çıkardı. tüm bir yaşamın inançlı ve verimli çalışmalarına kalıcılık kazandırdı böylece.
Sıdıka Su 1986 Ruhi Su'nun 1. ölüm yıldönümü
Albümleri: Aman Of - Ankara'nın Taşına Bak - Barabar - Beydagi'nin Başı - Dadaloglu ve Çevresi Dostlar Tiyatrosu Konseri - Ekin İdim Oldum Harman - El Kapıları - Sabahın Sahibi Var Huma Kuşu ve Taslamalar - Kadıköy Tiyatrosu Konseri - Karacaoglan - Pir Sultan Abdal - Pir Sultan'dan Levni'ye - Seferberlik Türküleri - Yunus Emre - Semahlar - Çocuklar Göçler Balıklar - Sultan Suyu - Şiirler Türküler - Köroglu - Uyur İken Uyardılar - Zeybekler - Ezgili Yürek
1935 Erzincan Ulalar Köyü doğumlu Ali Ekber Çiçek, babasını 1939 Erzincan depreminde yitiriyor ve çok küçük yaşlarda rençberlik yapmaya başlıyor. Bu arada bağlamayı öğreniyor ve cem toplantılarında kulağı Alevi deyişleri ve ezgileriyle doluyor. İlkokul öğreniminden sonra maddi olanaksızlıklar sonucu öğrenimini sürdüremiyor, ancak ağır yaşam şartlarına karşın müzikten hiç kopmuyor. Müzik aşkı ağır basınca İstanbul'a göç ediyor ve halk müziğinin önemli isimleriyle tanışyor. Vatani görevi sonrası radyoya giriyor ve 35 yılı aşkın bir sürede 400'den fazla yapıtı yorumlayarak geniş kitlelere ulaştırıyor.
Halen TRT arşivlerinde ustanın 54 kaseti olduğu söyleniyor. Birçok ülkede konserler ve üniversitelerdeki sohbetler aracılığıyla bu toprakların sanatını dünyaya taşımaya çabalamış Ali Ekber Çiçek, bir kaynakta yolunu şöyle özetliyor: 'Gerçekleri göstermek, gerçeğe kavuşmak ve gerçeği olduğu gibi insanlara anlatmak için çalışmış bir insanım. Cahilden uzak, kâmile yakın oldum; büyüklerime saygı ile, küçüklerime sevgiyle yaklaştım. Konuşulan her kelâmı ibadet gibi dinledim, kimseyi acizlik ve bilgisizlikle itham etmedim... Bu icraatım boyunca hiçbir maddi menfaat sağlamadan, insanların duygularını sömürmek gibi bir yanlışlığa meydan vermedim.
Ali Ekber Çiçek, 26.04.2006 tarihinde aramızdan ayrıldı...
Ali Ekber Çiçek'ten derlenen bazı türküler: Böyle İkrarınan Böyle Yolunan Bunca Olan Emeğimi Derdim Çoktur Hangisine Yanayım Ey Erenler Akıl Fikir Eyleyin Gönül Gel Seninle Muhabbet Edelim Gurbet Elde Bir Hal Geldi Başıma Gurbet Elde Yadellerin Derdini Gül Yüzlü Sevdiğim Hazin Hazin Esen Seher Yelleri İsmini Sevdiğim Saadetli Dostum Nasıl Yar Diyeyim Ben Böyle Yare Ondört Bin Yıl Gezdim Pervanelikte(Haydar Haydar)
Ali Ekber Çiçek tarafından derlenen bazı türküler: Bir güzeli methedeyim Çoktan Beri Yollarını Gözlerim El Vurup Yaremi İncitme Tabib Gönül gel varalım gülşen bağına Şepke'nin Kavakları Yolumuz Gurbete Düştü
TÜRKÜ İNSANIN ÖZÜNÜ KÜLTÜRÜNÜ HER AN UNUTULMAYA YÜZ TUTMUŞ MANEVİ DUYGULARIMIZI KAYBETMEMEMİZ İÇİN HAYATA BAKIŞ AÇISIDIR.
BİR GEMİCİ TÜRKÜSÜ
Rüzgâr, yıldızlar ve su. Bir Afrika rüyasının uykusu düşmüş dalgalara. Işıltılı, kara bir yelken gibi ince direğinde geminin. Geçmekteyiz içinden bir sayısız bir uçsuz bucaksız yıldızlar âleminin.
Yıldızlar rüzgâr ve su. Başüstünde bir gemici korosu su gibi, rüzgâr gibi, yıldızlar gibi bir türkü söylüyor, yıldızlar gibi rüzgâr gibi su gibi bir türkü. Bu türkü diyor ki, «Korkumuz yok! İnmedi bir gün bile gözlerimize bir kış akşamı gibi karanlığı korkunun.» Bu türkü diyor ki, «Bir gülüşün ateşiyle yakmasını biliriz ölümün önünde sigaramızı.» Bu türkü diyor ki, «Çizmişiz rotamızı dostların alkışlarıyla değil gıcırtısıyla düşmanın dişlerinin.» Bu türkü diyor ki, «Dövüşmek..» Bu türkü diyor ki, «Işıklı büyük ışıklı geniş ve sınırsız bir limana dümen suyumuzda sürüklemek denizi..» Bu türkü diyor ki, «Yıldızlar rüzgâr ve su...»
Başüstünde bir gemici korosu bir türkü söylüyor; yıldızlar gibi rüzgâr gibi, su gibi bir türkü..
Türkiye’nin neresine giderseniz gidiniz, hangi belgeye ulaşırsanız ulaşınız, hangi kitabı okursanız okuyunuz; efelerle ilgili olarak bulacağınız, ulaşacağınız sonuç değişmez, aynıdır: “Efelerin hepsi Aydınlıdır…” Bir Aydınlı olarak bu sonuç, bu söylem beni her zaman duygulandırmış, gururlandırmıştır. Ne zaman bu konu açılsa alnım yukarıda ve başım hep dimdik durmuştur… ve doğrudur. Efelerin hepsi de Aydınlıdır. Efe, Türkiye genelinde bir tanımı yapıldığında, Türkiye’nin neresine giderseniz gidiniz hep: “Batı Anadolu Yiğidi…” olarak ifade edilmiştir, elan edilmektedir de. Güzel yurdumuzun batı bölgesinin merkezine baktığımızda da o merkezin hak ortasında Güzel Aydın’ımızı görmekteyiz. Osmanlı İmparatorluğu idare sisteminde Aydın’ın eyalet merkezi; İzmir, Manisa, Denizli ve Muğla sancaklarının (ilçe) Aydın’a bağlı olduğu düşünüldüğünde bu sözün ne denli doğru olduğu görülecektir sanırım. Evet; “Efelerin Hepsi Aydınlıdır…” Peki, nedendir Aydın’dan pek az türkü anons edilir, pek az türkü söylenir. TRT’nin repertuarlarına baktığımızda Zeybek formunda söylenen türkülerin içinde Aydın’dan çok az türkü vardır. Haydi, şöyle bir düşünün… Aydın’dan bir çırpıda kaç türküyü ardı ardına sular seller gibi sayabilirsiniz? Üç, beş, on… Yoksa Aydın bu konuda cezalandırılmakta mıdır? Efeler Diyarının türküleri iki elin parmakları kadar az mıdır? “Pınarbaşı’na doğan ayın, günün ve al kanlara boyanan Trablus kuşağının…” ezgisi ne zamandan beri “Çökertme” formunda söylenir olmuştur.
Aydın İline bağlı bir de Atça Beldesi vardır. İnsanlar yaşar Atça’da; kararlı, suskun, ezilmiş, hırpalanmış, az konuşan, öz konuşan insanların yaşadığı bir beldedir Atça. Renkli geçmişi ve geleceğe karşı duruşuyla bir abidedir. Atça’nın yıllar öncesinden bugüne yaşadığı süreç, Aydınoğlu Beyliğinden Osmanlı İmparatorluğuna, Osmanlı İmparatorluğundan Türkiye Cumhuriyetine uzanan sürecin ta kendisidir. Ovada pamuk neyse dağdaki zeytin odur Atçalı için. Atçalı, ne kadar düzde çiftçi ve okuryazarsa, dağda da o kadar Atçalı Kel Mehmet Efe’dir. Arşivler karıştırıldığında Atçalı Kel Mehmet Efe ili ilgili türkülere rastlanır. Ancak nedendir bilinmez bu türküler repertuarlarda görünmez, müzik programlarında yer almaz bir türlü. İşte benim repertuarlarda yer almasını istediğim türkülerim. Ve bu güzelim türküleri dinlemek için daha ne kadar bekleyeceğim. İşte Atçalı Kel Mehmet Efe üzerine yakılan, güftesi olup da bestesini bir türlü duyamadığım türkülerin birincisi:
ATÇALI KEL MEHMET EFE
Aydın dağlarında gezerim gayri Yazıldı fermanım okundu gayri Aldım martinimi çıktım dağlara Dünya bir olsa tutulmam gayri
Atçalı Mehmet’im bilsinler beni Yoksulun yanında görsünler beni Koyarım bu yola tatlı canımı Dünya bir olsa tutulmam gayri
On iki yaşımda binerdim taya Minnet etmezdim paşaya beye Bizi yaman bildirmişler devlete Dünya bir olsa tutulmam gayri
Atçalı Kel Mehmet Efe üzerine yakılan, yine güftesi olup da bestesini bir türlü duyamadığım türkülerin ikincisi:
Atçalının aman aman zeybekleri efem de oynasın Atçalıyı vuran aman gençliğine efem de doymasın Kör olası aman aman müfrezeci efem de onmasın
Hey gidi zeybek aman aman nasıl da gıydın efem de canına Gahpe de Osman aman aman yakışır mı efem de şanına
Duman durdu aman aman şu dağların efem de başına Gahpe de Osman aman aman bakmıyor mu efem de yaşına Şu gençlikte aman aman neler geldi efem de başına
Hey gidi zeybek aman aman ateş verdin efem de dumana Ah güven olmaz aman aman gahpe de olmuş efem de Osman’a
Bu türküler gökten inmedi, vardı bu türküler; çalınıyor, söyleniyordu yörede. Peki, şimdi neden repertuarlarda yok, TRT’nin hazırladığı programlarda, neden dinleyemiyoruz türkülerimizi? Yoksa bu türküler, bir zamanlar Dolmabahçe Sarayının izbe mahzenlerinde kaderlerine terkedilmiş tarihi eserler gibi TRT raflarının bir köşesinde sıkışıp kaldı da çıkamıyor mu dışarı? Efe ve zeybeklere ait oyun, türkü ve bunlara özgü yiğitlik hikâyeleri, yöremiz folklorunun temelini oluşturmaktadır. Ben Atçalıyım; “TÜRKÜLERİMİ İSTİYORUM…”
'Halk müziğiyle diğer türler arasındaki farklılıklardan bahsedecektiniz? Her tür farklılık ele alınabilir tabii...
- Halk müziği ve onun dışındaki müzikleri ben iki açıdan değerlendiriyorum. Bir melodik yapı. Bir sözel yapı. Halk müziğinde sözlü bir savunma, sözlü bir uyarı var. İhtiyaçlarını aktaracaktır müzikte. Artık onun türleri, tipleri çok geniş. Mesela pop müziği dinleyen ve üretenlerin sosyo-ekonomik yapılarına bir bakalım; bir de halk müziğini dinleyen ve üretenlerin yapısına bakalım. Düşünce olarak, eylem olarak, bilgi olarak, ekonomik olarak, siyasal olarak aralarında ne kadar derin uçurumlar olduğunu görürüz. Halk müziğinin kendisi, onu dinleyen halkın sosyolojik, ekonomik yapısal yönünü yansıtır. Onu yeniledikçe kendini yeniler zaten. Mesela türkülerden bir iki örnek verelim. Otuz yıl geriye gittiğimiz zaman, trenler temel ulaşım aracıdır. Trenlerin üzerine yakılmış bir yığın türkü var. Trenler gelinceye kadar, sevgilinin selamını, mesajını en emin şekilde karşıya ulaştıran, turnalar üzerine birçok türkülerimiz var. Binlerce türkümüz. Sonra postacı çıkıyor karşımıza. Yani halk ihtiyaca göre yaratıyor.. Bunu yansıtıyor türkülerinde. Halk müziğinin kendi içinde bir evrimi var. Ama yavaş bir evrim bu evrim. Ağır ağır, yaşayarak hissedildiği için, geri kalmış gibi görünüyor. Aslında çok da sağlıklı bir gelişme bu. Mesela, doktorlara, hekimlere yazılmış yüzlerce türkü var. Eğer bir telefonla doktorlar hasta ayağına gelecek olsa, bu kadar türkü olmazdı, hekimlikle ilgili. Bu bir evrim. Halk müziğini dinleyen halkın yaşamı, diğerlerinden farklıdır.
Sizin, yurtdışı konserlerinizde farklı uluslardan çeşitli insanların yoğun ilgisiyle karşılaştığınızı biliyoruz. Kilise konserleriniz ise, özellikle üzerinde durulması gereken ilginç olaylar...
- Avrupalı dediğimiz milletler, devletler ekonomik olarak, kültürel olarak, oldukça mesafe kaydetmişler. Batı'da müzik formu artık sıkışmıştır. Ritim sınırlılığı var, Batı'daki müzikte. Fakat mesala Türkiye'de küçük formlar değişik ritimlerde bölünerek genişletilmiştir, çoğaltılmıştır. Ama Batı'da minör majör 99 akort vardır, bir gitarda. 99 akortun dışında başkası yok. Bir sıkışmışlık vardır yani. Benim oradaki izleyicilerim, Batı'daki tıkanmışlıklar içinde, bizim müziğe ilgi gösteriyorlar. Bir İngiliz müzisyen var, Peter Gabriel. Benim konserlerimi izleyip sohbet etmişti benimle. Asya'da bemol dediğimiz formu kullanıyor şimdi müziklerinde. Sadece bizim Batı'ya açılmamız değil, onların da Doğu'ya açılmaları söz konusudur. Peter Gabriel'in kasetleri milyonlarca satıyor. Burada, yani Doğu'da ritm zenginliği var. Bir madeni düşünelim. Burada, işte sadece şu kadar maden olduğu tespit edilmiş. Batılı Tükiye'deki madenleri keşfedip, işleyip, tekrar bize satıyor. Oradaki izleyicilerim, müzikte farklılıklar arayan insanlar. Otantik sözcüğü orada da aynen kullanıldığı için, ilgi daha da artıyor.'
'Siz halk müziğinin otantikliğinden yanasınız. Hiç'te de kemençe, bağlama, tambur gibi geleneksel sazlar kullanılmış. Perdesiz gitarın bu sazlarla bir araya gelmesi otantikliğe aykırı bir durum değil mi? Evet, belli manada aykırı. Ben otantizmden şunu anlıyorum: En orijinal hal, ilk doğduğu hal. Sesin ilk ham hali, en güzel halidir. Duygunun en katkısız, en saf halidir. O hali tercih ederim ama bu devirde, bu gidişatta öyle bir şey yapabilmemiz mümkün değil. Bu da yozlaşma neticesinde yaşadığımız bir süreç. Ben otantizmi, ya da orijinali nasıldırı tahayyül ederek müzikler tasarlamaya çalışıyorum. Hiç'in eleştirilecek yanlarından biri de otantizme yakın olup olmadığıdır. Çünkü bir gelenek var, -gerçi o gelenek nasıl oluşmuş, ne zaman oluşmuş o da tartışılır ama-, bizim yaptığımız o geleneğin dışında bir şey, bir orkestrasyon çalışması; falan sazla filan sazın yan yana getirilmesi. Oysa otantizm yeni doğan bebek gibidir.
Otantik çalışmalar yapmak artık imkânsız denilebilir mi? Bence bir müzik parçasının saflığı onu üreten kişinin saflığıyla doğru orantılıdır. Ve bugün o saflıkta bir üretim olduğunu sanmıyorum. Çünkü türkü üretimi diye bir şey yok. Türküler yapılmış, olmuş bitmiş şeylerdir. Bundan sonra yalnızca tekrarı ya da esinlenmeyle benzerleri olabilir. Bu nedenle müzikte otantizmin olması ya da saf, arı bir şeyin ortaya çıkması nadir olabilir. Ben rastlamadım. Aslında bu sorun beste tartışmasını da beraberinde getiriyor. Ben bestenin olmadığına inanıyorum. Bu dediğim saflıkta, arılıkta, varolan eserlerden etkilenmemiş bir parça üretimi söz konusu değil. Biz beste yaptık sanıyoruz, oysa onlar yıllardır bazı armonilerin kafamıza sinip, bir şekilde ortaya çıkmasıyla oluşan melodiler...'
Çok sesli müziği melodik müziğe göre üstün gören bir anlayış var. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Bende öyle bir görüş yok. Bunun olmaması da lazım. Çok seslilik büyük bir başarı değildir. Müzik, türlerinden biridir. Yani illa bir eseri çok sesli yapmanın bir gereği yok. Mesela 500 senelik bir eser var elimizde. Tek sesli gelmiştir. Bunu da çok sesli yapmak çok tehlikeli ve yanlış bir hareket olur müzikolojik yönden. Özellikle etnomüzikolojik yönden. Çok seslilik müziği güzelleştiren, müzikte, güzellik yaratan diğer güzelliklerden birisidir ve Batı Halklarının çok seslilik tercih etme sebeplerinden en büyüğü halk müziklerinin çok basit ve diyatonik seslerden oluşmasıdır. Armoniye her an müsait yapısı vardır. Çocuk şarkısi gibidirler. İçindeki çok sesliliği atın, öyle bir melodi kalır ki kırk sene müziksiz kalsanız onu söylemezsiniz. Yanına sokulan seslerle güzelleşmiştir o müzik. Ama bizim tek sesli müzikte gösterdiğimiz, çağın şartlarını dile getiren güçlü, melodik cümleleri onlarda aramayın. Çok sesliliği onlar fiziksel yönden de alarak bu sese bu yakışır diye bir armoni elde etmişler; müzikleri buna müsaittir. Bizde bu niye olmadı? Bir defa tek sesli de olsa müziğimizin çok sesliliği kabul etmeyecek yüksek seviyede bir güzelliği vardı. Çok sesli yapılırsa bu güzelliğin kaybolma tehlikesi vardı. Bilmediklerinden değil. Anadolu'da çok sesli müzik yapan adamlarımız var bizim. Türkmen abdallar çok sesli; armonik çalışırlar: Neşet Ertaş, Muharrem Ertaş…
Nedir çok seslilik? Bir sürü şekli var. Her zaman birini üçten aşağıdan yukarıdan söylenmesi vs. değldir çok seslilik. Serbest hareket vardır. Uysun uymasın ses konulablir. Abdallar bozlak Ay Dost okuyacağı zaman açış yapar. Bu açıştaki akordayken armoni bilmeyen bu adam 1,5 ton incelerden uzun havaya başlar. Bu nedir? Çok sesliliktir. Bir yerde gelir alma karar verir. Nefes alır. Sonra bir başka akor verir. Bunu görmek, anlamaya çalışmak gerekir. Bir Türkmen köylüsünün bozlak okurken gösterdiği stili kağıda dökün, çok sesli eser görürsünüz. Çok sesli müzik yapayım derken batının kendine yakışan zevkini almaya gerek yok. Bizim kendimizin var. Onu geliştirmek lazım; yaratmak lazım. Araştırmacıların - ben dahil - bu konuda tembelliği affedilmez. Neşet Ertaş'ın soyundan abdal Türkmenleri dinliyor musunuz? Muharrem Ertaş, Çekiç Ali, Hacı Taşan, bir de yeni bir çocuk çıktı Ekrem Çelebi diye. Güçlü çalıyor o da. Bunların uzun havalarına dikkat edin. Adım incelerde geçişiyle bir sert hareket yaparken akor, armoni teşkil eder. Uzun havada bir seste durmuyor. Hareket halinde olduğu için buradaki akor buna çokseslilik teşkil eder. Bunu duyma inceliğinde olduğunuz zaman Türk Halk Müziğinin hiçbir zaman tek seste olduğunu söyleyemezsiniz. Tek sesli olsa ne yazar.
Adamlar batıdan bıkmışlar Mozart'tan Beethoven'dan kardeşim inan bana. Tek sesli güzel bir melodi çizdiğiniz zaman bayılıyor adam. Benim Avusturyalı bir talebem vardı. Yunanistan'dan buzuki bulmuş benden de saz dersi aldı. Ben sazla Mozart'tan birşeyler çalardım. 'Aman Mösyö Özkan, Allah aşkına yapma' derdi bana. Bizim burada büyütüyorlar Mozart'ın eserlerini.
Tek sesliliğin çok değişik güzellikleri var. İlla çok sesli yapmaya çalışmak boşuna gayret. Olacağı zaman kendiliğinden gelir. Merak etmeyin siz.
Bu varolan toprağın altında parlayan altın madeni gibi, Abdal Türkmenlerde çıkıyor örneğin. Fethiye yöresinin Alevi semalarında, akordayken semahın ağırlama kısmı söyleniyor. Söz bölümündeki melodiyi saz takip etmiyor ki. Türk müziğine yaklaşan bir armoni bu. Benim müziğim armonik diyor adam işte. Türk derlemecilerinin ve kompazitörlerinin bunları yazması lazım. Bunlara benzer genişletilmiş eserler, uzun süre etüd edildikten sonra yapılabilir. 'Çanakkale İçinde Aynalı Çarşı' yı tutup da batı müziği gibi çok sesli yapmanın bir anlamı yok. Bizim Muammer Sun'un yaptığı gibi. Çok seslilik büyük bir başarı değil ama müzisyen olarak bilmek lazım gelir. En azından batının sistematize ettiği bir armoniyi bir Türk kompozitörü bilirse iyi olur kendi müziğindeki armonik yapıyı görmesi açısından.
Bu Türk anatomisini daha önce çalınmış eserleri inceleyip, yeni besteleri, çok sesli yapılacaksa yapmalı; eskilere dokunulmamalı, diyorsunuz. Neşet Ertaş da çalarken babasından öyle görmemiş olabilir. O anki duygularıyla onu o şekilde yorumluyor. Yeni bir yorumcu çıkıp da 'Çanakkale İçinde Aynalı Çarşı' yı o anki duygularına göre ve edindiği armonik bilgiye göre yorumlayamaz mı?
Tamam yorumlar, kabul. Ama şu şartla; mevcut olan armonik örnekler var ya, bozlaklarda filan, bu tarzı ağır çekime alınarak incelenmelidir. Bunların önceden bilinmesi gerekir, onda yerden göğe kadar haklısınız tabii. Böyle bir yorum getirebilmek için mevcut tarihi yorumları çok iyi analiz etmek gerektiğini söylüyorum. Buna tenezzül eden yok. Halbuki daha kolay batı müziği armonisini öğretmektense kendi müziğimizdeki akorları öğrenmek.
Size gösterdim ama güzel saz yok burada. Mesela bizim yörenin `Avşar Beyleri', `Avşar beylerinde bir yedili armoni var'. Oraya basmazsanız eğer köylü sizi dinlemez, `Sen öğretememişsin daha derler. Yedili armoni çocuklar, batılının büyük bir icatmış gibi bulduğu şeyi yüzyıllar önce bizim köyde Avşarlar basıyor.'
(ODTÜ THBT-THM Alt Birimi 301 ve 401 + Bağlama Grupları, Halkbilimi Dergisi, Sayı 11, Güz 1999)
trabzonluyum ama türkülere hastayım..
Sayın Şairenin sorduğu bu soruya, sanırım ki en güzel cevabı 'TÜRKÜLERİMİZ' başlıklı 'mensur (şiirsel düzyazı) şiirimle' cevap vermişim... Ki zaten o dizelerim de, halk müziğinin klasikleri arasına yerleşen 'Etek Sarı, Sen Etekten Sarısan' fon müziği eşliğinde şiir dinletilerinde dile getirilmektedir.
Şaireye başarı dileklerimle...
Türküz türkü çağırırız
Türkü bilmeyen veya dinlemeyen Türk'ü bilemez
Türküler,türkülerimiz Anadolu insanının zulmün firavunlarına karşı
Bir isyan çığlığıdır.Pir Sultanlar,Köroğlular, Dadaloğlular ve niceleri
Onlar,tarih yapanlar ve tarihe adlarını kazıyanlardır.Unutulmazlar.
Türküler hakkındakien güzel sözü Nazım söylemiştir.
İNSANLARIN TÜRKÜLERI KENDILERINDEN GÜZEL
İnsanların türküleri kendilerinden güzel,
kendilerinden umutlu,
kendilerinden kederli,
daha uzun ömürlü kendilerinden.
Sevdim insanlardan çok türkülerini.
İnsansız yaşayabildim
türküsüz hiçbir zaman.
Kadınlarımı aldattım, türkülerini asla
Hiçbir zaman aldatmadı beni türküler de.
Türküleri anladım hangi dilde söylenirse söylensin.
Bu dünyada yiyip içtiklerimin,
gezip tozduklarımın,
görüp işittiklerimin,
dokunduklarımın, anladıklarımın
hiçbiri, hiçbiri
bahtiyar etmedi beni türküler kadar
NAZIM HİKMET RAN
Her türkü 'ANADOLU' kokar.
Türküler susmaz,halayları,horonları,zeybekleri sürer medeniyetler beşiği Anadolunun Karacaoğlanı,Pir Sultan Abdal'ı Veysel'i,Mahsuni'si tükenmez.
Türkü türkü Türkiye'm.
Anadolu'nun has sesi.
ozumuz sozumuz kulturumuz
..iğde çiceğine de dilek diledim
gece gündüz bir hayale yöneldim
elin malında da gözüm yoğudu
yavrusuyla çift gezene çunardım....
türküler benim için çok önem teşkil etmektedir çünkü hayatın bir parcasıdır türküler gerek örf adet gerekse dönemin olaylarını sazlı sözlü olarak ifade edilmesidir.. ayrıca insanı en çok dinlendiren düşündüren ve maziye taşıyan tek müzik kaynagı olduğu düşüncesindeyim...
türkü olmadan olmaz diyenlerdenim..
şu garip hallimden bile işvenin nazı
gönlümm hep seni arıyor neredesin sen..
titreyen alev üşüyor mihriban
türküler bizi bize anlatan değerlerimiz.
Su garip halimden bile işveli nazlım
Gönlüm hep seni arıyor neredesin sen?
Tatlı dillim, güler yüzlüm, ey ceylan gözlüm
Gönlüm hep seni arıyor neredesin sen?
Ben ağlarsam ağlayan gülersem gülen
Bütün dertlerim anlayıp gönlümü bilen
Sanki kalbimi bilerek yüzüme gülen
Gönlüm hep seni arıyor neredesin sen?
Sinemde gizli yare var kimse bilmiyor
Hiçbir tabip bu yarama melhem olmuyor
Boynu bükük bir garibim yüzüm gülmüyor
Gönlüm hep seni arıyor neredesin sen?
Bir Neset Ertas klasigi...
Dersini almış da ediyor ezber,
Sürmeli gözlerin sürmeyi neyler,
Aman, aman ben yarelendım aman...
Bu dert beni iflah etmez del'eyler,
Benim dert çekecek dermanım mı var,
Aman, aman ben yarelendim aman...
Yozgat'ı sel almış, Sorgun'u duman.
Sıtkınan severim vallahi inan,
Aman, aman ben yarelendim aman...
Olünce mezara girdiğim zaman,
Ben susuyum kemiklerim söylesin,
Aman, aman ben yarelendım aman...
Kaşın çeymellenmiş kirpik üstüne,
Havada bulutun ağdığı gibi aman,
Aman, aman ben yarelendim aman...
Ciğ düşmüş de gül sineler ıslanmış,
Yağmurun dallara yağdığı gibi aman,
Aman, aman ben yaralendim aman...
Nida Tufekci'den dinleyin efendim...
Gesi bağlarında dolanıyorum,
Yitirdim yarimi aman aranıyorum...
Bir tek selamına güveniyorum,
Gel otur yanıma hallarımı soyleyim,
Derdimden anlamaz, ben o yari neyleyim
Gesi bağlarında üç top gülüm var,
Hey Allah'tan korkmaz, sana bana ölüm var.
Olüm varsa bu dünyada zulüm var.
Atma garip anam beni dağlar ardına,
Kimseler yanmasın, anam yansın derdime...
Selda Bagcan'in sesinden dinlenirse, cok daha etkili olur saniyorum :)
türküleri çok severim türkülerde yaşanmışlık var çok doğal ve çok güzel bence :) :)
Türküler özümüzün sesidir!
Ruhi SU 20 Eylül 1985'de yitirdiğimiz Ruhi Su'nun yaşamı boyunca tek uğraşı müzik olmuştur. İlle de türküler. Türkülere olan tutkusu çocuk denecek yaşında başlamış ve ona müzik dünyasının kapısını türküler açmıştı. Büyük bir yaşamın küçük bir özeti şöyle: 1912 de Van'da doğdu. Adana da büyüdü. Öksüzler yurdunda okudu. Çocukluğu hep zorluklar içinde geçti ama, kişiliğinin biçimlenmesinde bu zorluklar, Torosların çarpıcı, etkileyici doğası ve müzik tutkusu ile birlikte ilk çekirdeği oluşturacaktı.
İlkokulun dördüncü sınıfında keman çalmaya başladı. 1936'da o zaman ki adıyla Musiki Muallim Mektebini, 1942'de Ankara Devlet Konservatuarının şan bölümünü başarıyla bitirdi. Aldığı klasik batı müziği eğitimi, ömrü boyunca kendini adadığı türkülerin yorum icrasına yaklaşımının kurumsal temelini oluşturdu aynı yıllarda Ankara cebeci ikinci ortaokulunda ve Hasanoğlan Köy Enstitüsünde büyük bir koro oluşturdu. Ankara radyosunda on beş günde bir yayınlanan türkü programları düzenledi, dil tarih ve coğrafya fakültesinde büyük bir koro oluşturdu. Ankara devlet operası sanatçısı olarak, Bastien Bastienne Satılmış Nişanlı, Madame Butterfly, Fidelio, Tosca, Yarasa, Aşk iksiri, Rigoletto, Figaro'nun düğünü maskeli balo ve konsolos gibi operalardaki başarılarıyla, bas bariton Ruhi Su, müzik çevrelerinde ilgiyle izlenen bir müzisyen olmuştur.
12 Kasım 1952'de tutuklanarak İstanbul'a gönderildi. 141. maddeden yargılanarak 5 yıl hapis, 20 ay gözetim altı hükmü giydi. Böylece Ruhi nin opera yaşamı noktalanmış, türkülerine yeni bir boyut, buruk bir tat ekleyen başka bir dönem başlamış oluyordu. Bilinçli bir tavırla türküler üzerine çalışmaya başladığı 1938 yılından, ölümüne kadar, hapishanenin ağır koşulları, engellenmeler yasaklanmalar, hiçbir şey Ruhi'ye türküler söylemekten onlar üzerinde aralıksız çalışmaktan, korolar oluşturarak türkülerini öğretmekten olanak bulduğu zaman konserlerde, resitallerde, olanak verilmediği zaman dost evlerinden, gece kulüplerine kadar, elverişli elverişsiz her ortamda türkülerini söylemekten alıkoyamadı. Türkülerin anlam ve içeriği dünya görüşünü biçimlendirmekte; dünya görüşü, türkülerini sevip yorumlamakta belirleyici etken oldu. Sanatçı-toplum ilişkilerini bilinçle, sevgiyle besleyerek her zaman diri, işlevsel tuttu. Ne sanatından en küçük bir ödün verdi ne sağlam dünya görüşünden. Kendini sanatına sanatını halkına adadı. Böyle bir yolda büyüdü. Ölümsüzleşti.
Hiç kuşku yok ki 73 yıllık yaşamı boyunca büyük güçlüklerle karşılaştı. Çok acılar çekti. Ama hep direndi hiç yılmadı ve sazı eşliğinde türkülerini söyleyebildikçe müziğini duyurup yaşattıkça geniş kitlelere benimsettikçe mutlulukların en güzelini ta içinde yaşadı. Türküleriyle nerelerden seslendiyse, o yerler birer sanat merkezi oldu. Sarsılmayan sanatçı kişiliğinin saygınlığı ve ağırlığıyla yurt içinde yurt dışında, bilinç, insan sevgisi, coşku ve inançla yoğrulmuş belirli düşünce hareketinin vazgeçilmez bütünleyicisi oldu. Bilinçlendirdi coştu, coşturdu; hep bir şey vererek, kendine bir şeyler katarak öğretti, öğrendi. Bin bir güçlüğü aşarak derlemeler yaptı. Çok zengin bir türkü repertuarı oluşturdu. Dostlar korosunu kurarak onlarla birlikte konserler verdi. 45'lik plaklar, uzunçalarlar, kasetler çıkardı. tüm bir yaşamın inançlı ve verimli çalışmalarına kalıcılık kazandırdı böylece.
Sıdıka Su
1986 Ruhi Su'nun 1. ölüm yıldönümü
Albümleri:
Aman Of - Ankara'nın Taşına Bak - Barabar - Beydagi'nin Başı - Dadaloglu ve Çevresi Dostlar Tiyatrosu Konseri - Ekin İdim Oldum Harman - El Kapıları - Sabahın Sahibi Var Huma Kuşu ve Taslamalar - Kadıköy Tiyatrosu Konseri - Karacaoglan - Pir Sultan Abdal - Pir Sultan'dan Levni'ye - Seferberlik Türküleri - Yunus Emre - Semahlar - Çocuklar Göçler Balıklar - Sultan Suyu - Şiirler Türküler - Köroglu - Uyur İken Uyardılar - Zeybekler - Ezgili Yürek
Ali Ekber Çiçek
Ondörtbin Yıl Gezdim Pervanelikte,
Sıdkı İsmin Duydum Divanelikte.
İçtim Şerabını Mestanelikte,
Kırkların Ceminde Dara Düş Oldum.
Kırkların Ceminde
Haydar,Haydar Haydar Haydar,
Haydar Haydar Haydar Haydar,
Haydar,Dara Düş Oldum.
fotoğraf:Bekir Karadeniz
1935 Erzincan Ulalar Köyü doğumlu Ali Ekber Çiçek, babasını 1939 Erzincan depreminde yitiriyor ve çok küçük yaşlarda rençberlik yapmaya başlıyor. Bu arada bağlamayı öğreniyor ve cem toplantılarında kulağı Alevi deyişleri ve ezgileriyle doluyor. İlkokul öğreniminden sonra maddi olanaksızlıklar sonucu öğrenimini sürdüremiyor, ancak ağır yaşam şartlarına karşın müzikten hiç kopmuyor. Müzik aşkı ağır basınca İstanbul'a göç ediyor ve halk müziğinin önemli isimleriyle tanışyor. Vatani görevi sonrası radyoya giriyor ve 35 yılı aşkın bir sürede 400'den fazla yapıtı yorumlayarak geniş kitlelere ulaştırıyor.
Halen TRT arşivlerinde ustanın 54 kaseti olduğu söyleniyor. Birçok ülkede konserler ve üniversitelerdeki sohbetler aracılığıyla bu toprakların sanatını dünyaya taşımaya çabalamış Ali Ekber Çiçek, bir kaynakta yolunu şöyle özetliyor:
'Gerçekleri göstermek, gerçeğe kavuşmak ve gerçeği olduğu gibi insanlara anlatmak için çalışmış bir insanım. Cahilden uzak, kâmile yakın oldum; büyüklerime saygı ile, küçüklerime sevgiyle yaklaştım. Konuşulan her kelâmı ibadet gibi dinledim, kimseyi acizlik ve bilgisizlikle itham etmedim... Bu icraatım boyunca hiçbir maddi menfaat sağlamadan, insanların duygularını sömürmek gibi bir yanlışlığa meydan vermedim.
Ali Ekber Çiçek, 26.04.2006 tarihinde aramızdan ayrıldı...
Ali Ekber Çiçek'ten derlenen bazı türküler:
Böyle İkrarınan Böyle Yolunan
Bunca Olan Emeğimi
Derdim Çoktur Hangisine Yanayım
Ey Erenler Akıl Fikir Eyleyin
Gönül Gel Seninle Muhabbet Edelim
Gurbet Elde Bir Hal Geldi Başıma
Gurbet Elde Yadellerin Derdini
Gül Yüzlü Sevdiğim
Hazin Hazin Esen Seher Yelleri
İsmini Sevdiğim Saadetli Dostum
Nasıl Yar Diyeyim Ben Böyle Yare
Ondört Bin Yıl Gezdim Pervanelikte(Haydar Haydar)
Ali Ekber Çiçek tarafından derlenen bazı türküler:
Bir güzeli methedeyim
Çoktan Beri Yollarını Gözlerim
El Vurup Yaremi İncitme Tabib
Gönül gel varalım gülşen bağına
Şepke'nin Kavakları
Yolumuz Gurbete Düştü
TÜRKÜ İNSANIN ÖZÜNÜ KÜLTÜRÜNÜ HER AN UNUTULMAYA YÜZ TUTMUŞ MANEVİ DUYGULARIMIZI KAYBETMEMEMİZ İÇİN HAYATA BAKIŞ AÇISIDIR.
BİR GEMİCİ TÜRKÜSÜ
Rüzgâr,
yıldızlar
ve su.
Bir Afrika rüyasının uykusu
düşmüş dalgalara.
Işıltılı, kara
bir yelken gibi ince
direğinde geminin.
Geçmekteyiz içinden
bir sayısız
bir uçsuz bucaksız yıldızlar âleminin.
Yıldızlar
rüzgâr
ve su.
Başüstünde bir gemici korosu
su gibi, rüzgâr gibi, yıldızlar gibi bir türkü söylüyor,
yıldızlar gibi
rüzgâr gibi
su gibi bir türkü.
Bu türkü diyor ki, «Korkumuz yok!
İnmedi bir gün bile gözlerimize
bir kış akşamı gibi karanlığı korkunun.»
Bu türkü
diyor ki,
«Bir gülüşün ateşiyle yakmasını biliriz
ölümün önünde sigaramızı.»
Bu türkü
diyor ki,
«Çizmişiz rotamızı
dostların alkışlarıyla değil
gıcırtısıyla düşmanın
dişlerinin.»
Bu türkü diyor ki, «Dövüşmek..»
Bu türkü diyor ki, «Işıklı büyük
ışıklı geniş ve sınırsız bir limana
dümen suyumuzda sürüklemek denizi..»
Bu türkü diyor ki, «Yıldızlar
rüzgâr
ve su...»
Başüstünde bir gemici korosu
bir türkü söylüyor;
yıldızlar gibi
rüzgâr gibi,
su gibi bir türkü..
NAZIM HİKMET
Köroğlu
Bugün ben bir söz işittim
Üstümüze paşa gelir
Bütün düşmanlarım bile
Asker almış koşa gelir
Hepimiz de Arap atlı
Konuşalım tatlı tatlı
İster olsun yüz bin atlı
Yalnız Ayvaz başa gelir
Köroğlu'm söyledi bunu
Cihanı kaplamış ünü
Bu günlerdir kavga günü
Köpük atlar coşa gelir
Türkülerde buluşalım...
Yüzünde göz izi var sana kim baktı yarim...
“TÜRKÜLERİMİ İSTİYORUM”
Türkiye’nin neresine giderseniz gidiniz, hangi belgeye ulaşırsanız ulaşınız, hangi kitabı okursanız okuyunuz; efelerle ilgili olarak bulacağınız, ulaşacağınız sonuç değişmez, aynıdır: “Efelerin hepsi Aydınlıdır…” Bir Aydınlı olarak bu sonuç, bu söylem beni her zaman duygulandırmış, gururlandırmıştır. Ne zaman bu konu açılsa alnım yukarıda ve başım hep dimdik durmuştur… ve doğrudur. Efelerin hepsi de Aydınlıdır. Efe, Türkiye genelinde bir tanımı yapıldığında, Türkiye’nin neresine giderseniz gidiniz hep: “Batı Anadolu Yiğidi…” olarak ifade edilmiştir, elan edilmektedir de. Güzel yurdumuzun batı bölgesinin merkezine baktığımızda da o merkezin hak ortasında Güzel Aydın’ımızı görmekteyiz. Osmanlı İmparatorluğu idare sisteminde Aydın’ın eyalet merkezi; İzmir, Manisa, Denizli ve Muğla sancaklarının (ilçe) Aydın’a bağlı olduğu düşünüldüğünde bu sözün ne denli doğru olduğu görülecektir sanırım. Evet; “Efelerin Hepsi Aydınlıdır…”
Peki, nedendir Aydın’dan pek az türkü anons edilir, pek az türkü söylenir. TRT’nin repertuarlarına baktığımızda Zeybek formunda söylenen türkülerin içinde Aydın’dan çok az türkü vardır. Haydi, şöyle bir düşünün… Aydın’dan bir çırpıda kaç türküyü ardı ardına sular seller gibi sayabilirsiniz? Üç, beş, on… Yoksa Aydın bu konuda cezalandırılmakta mıdır? Efeler Diyarının türküleri iki elin parmakları kadar az mıdır? “Pınarbaşı’na doğan ayın, günün ve al kanlara boyanan Trablus kuşağının…” ezgisi ne zamandan beri “Çökertme” formunda söylenir olmuştur.
Aydın İline bağlı bir de Atça Beldesi vardır. İnsanlar yaşar Atça’da; kararlı, suskun, ezilmiş, hırpalanmış, az konuşan, öz konuşan insanların yaşadığı bir beldedir Atça. Renkli geçmişi ve geleceğe karşı duruşuyla bir abidedir. Atça’nın yıllar öncesinden bugüne yaşadığı süreç, Aydınoğlu Beyliğinden Osmanlı İmparatorluğuna, Osmanlı İmparatorluğundan Türkiye Cumhuriyetine uzanan sürecin ta kendisidir. Ovada pamuk neyse dağdaki zeytin odur Atçalı için. Atçalı, ne kadar düzde çiftçi ve okuryazarsa, dağda da o kadar Atçalı Kel Mehmet Efe’dir. Arşivler karıştırıldığında Atçalı Kel Mehmet Efe ili ilgili türkülere rastlanır. Ancak nedendir bilinmez bu türküler repertuarlarda görünmez, müzik programlarında yer almaz bir türlü.
İşte benim repertuarlarda yer almasını istediğim türkülerim. Ve bu güzelim türküleri dinlemek için daha ne kadar bekleyeceğim. İşte Atçalı Kel Mehmet Efe üzerine yakılan, güftesi olup da bestesini bir türlü duyamadığım türkülerin birincisi:
ATÇALI KEL MEHMET EFE
Aydın dağlarında gezerim gayri
Yazıldı fermanım okundu gayri
Aldım martinimi çıktım dağlara
Dünya bir olsa tutulmam gayri
Atçalı Mehmet’im bilsinler beni
Yoksulun yanında görsünler beni
Koyarım bu yola tatlı canımı
Dünya bir olsa tutulmam gayri
On iki yaşımda binerdim taya
Minnet etmezdim paşaya beye
Bizi yaman bildirmişler devlete
Dünya bir olsa tutulmam gayri
Atçalı Kel Mehmet Efe üzerine yakılan, yine güftesi olup da bestesini bir türlü duyamadığım türkülerin ikincisi:
Atçalının aman aman zeybekleri efem de oynasın
Atçalıyı vuran aman gençliğine efem de doymasın
Kör olası aman aman müfrezeci efem de onmasın
Hey gidi zeybek aman aman nasıl da gıydın efem de canına
Gahpe de Osman aman aman yakışır mı efem de şanına
Duman durdu aman aman şu dağların efem de başına
Gahpe de Osman aman aman bakmıyor mu efem de yaşına
Şu gençlikte aman aman neler geldi efem de başına
Hey gidi zeybek aman aman ateş verdin efem de dumana
Ah güven olmaz aman aman gahpe de olmuş efem de Osman’a
Bu türküler gökten inmedi, vardı bu türküler; çalınıyor, söyleniyordu yörede. Peki, şimdi neden repertuarlarda yok, TRT’nin hazırladığı programlarda, neden dinleyemiyoruz türkülerimizi? Yoksa bu türküler, bir zamanlar Dolmabahçe Sarayının izbe mahzenlerinde kaderlerine terkedilmiş tarihi eserler gibi TRT raflarının bir köşesinde sıkışıp kaldı da çıkamıyor mu dışarı? Efe ve zeybeklere ait oyun, türkü ve bunlara özgü yiğitlik hikâyeleri, yöremiz folklorunun temelini oluşturmaktadır.
Ben Atçalıyım;
“TÜRKÜLERİMİ İSTİYORUM…”
İsmet Nadir ATASOY
Musa Eroğlu
'Halk müziğiyle diğer türler arasındaki farklılıklardan bahsedecektiniz? Her tür farklılık ele alınabilir tabii...
- Halk müziği ve onun dışındaki müzikleri ben iki açıdan değerlendiriyorum. Bir melodik yapı. Bir sözel yapı. Halk müziğinde sözlü bir savunma, sözlü bir uyarı var. İhtiyaçlarını aktaracaktır müzikte. Artık onun türleri, tipleri çok geniş. Mesela pop müziği dinleyen ve üretenlerin sosyo-ekonomik yapılarına bir bakalım; bir de halk müziğini dinleyen ve üretenlerin yapısına bakalım. Düşünce olarak, eylem olarak, bilgi olarak, ekonomik olarak, siyasal olarak aralarında ne kadar derin uçurumlar olduğunu görürüz. Halk müziğinin kendisi, onu dinleyen halkın sosyolojik, ekonomik yapısal yönünü yansıtır. Onu yeniledikçe kendini yeniler zaten. Mesela türkülerden bir iki örnek verelim. Otuz yıl geriye gittiğimiz zaman, trenler temel ulaşım aracıdır. Trenlerin üzerine yakılmış bir yığın türkü var. Trenler gelinceye kadar, sevgilinin selamını, mesajını en emin şekilde karşıya ulaştıran, turnalar üzerine birçok türkülerimiz var. Binlerce türkümüz. Sonra postacı çıkıyor karşımıza. Yani halk ihtiyaca göre yaratıyor.. Bunu yansıtıyor türkülerinde. Halk müziğinin kendi içinde bir evrimi var. Ama yavaş bir evrim bu evrim. Ağır ağır, yaşayarak hissedildiği için, geri kalmış gibi görünüyor. Aslında çok da sağlıklı bir gelişme bu. Mesela, doktorlara, hekimlere yazılmış yüzlerce türkü var. Eğer bir telefonla doktorlar hasta ayağına gelecek olsa, bu kadar türkü olmazdı, hekimlikle ilgili. Bu bir evrim. Halk müziğini dinleyen halkın yaşamı, diğerlerinden farklıdır.
Sizin, yurtdışı konserlerinizde farklı uluslardan çeşitli insanların yoğun ilgisiyle karşılaştığınızı biliyoruz. Kilise konserleriniz ise, özellikle üzerinde durulması gereken ilginç olaylar...
- Avrupalı dediğimiz milletler, devletler ekonomik olarak, kültürel olarak, oldukça mesafe kaydetmişler. Batı'da müzik formu artık sıkışmıştır. Ritim sınırlılığı var, Batı'daki müzikte. Fakat mesala Türkiye'de küçük formlar değişik ritimlerde bölünerek genişletilmiştir, çoğaltılmıştır. Ama Batı'da minör majör 99 akort vardır, bir gitarda. 99 akortun dışında başkası yok. Bir sıkışmışlık vardır yani. Benim oradaki izleyicilerim, Batı'daki tıkanmışlıklar içinde, bizim müziğe ilgi gösteriyorlar. Bir İngiliz müzisyen var, Peter Gabriel. Benim konserlerimi izleyip sohbet etmişti benimle. Asya'da bemol dediğimiz formu kullanıyor şimdi müziklerinde. Sadece bizim Batı'ya açılmamız değil, onların da Doğu'ya açılmaları söz konusudur. Peter Gabriel'in kasetleri milyonlarca satıyor. Burada, yani Doğu'da ritm zenginliği var. Bir madeni düşünelim. Burada, işte sadece şu kadar maden olduğu tespit edilmiş. Batılı Tükiye'deki madenleri keşfedip, işleyip, tekrar bize satıyor. Oradaki izleyicilerim, müzikte farklılıklar arayan insanlar. Otantik sözcüğü orada da aynen kullanıldığı için, ilgi daha da artıyor.'
Erkan Oğur
'Siz halk müziğinin otantikliğinden yanasınız. Hiç'te de kemençe, bağlama, tambur gibi geleneksel sazlar kullanılmış. Perdesiz gitarın bu sazlarla bir araya gelmesi otantikliğe aykırı bir durum değil mi?
Evet, belli manada aykırı. Ben otantizmden şunu anlıyorum: En orijinal hal, ilk doğduğu hal. Sesin ilk ham hali, en güzel halidir. Duygunun en katkısız, en saf halidir. O hali tercih ederim ama bu devirde, bu gidişatta öyle bir şey yapabilmemiz mümkün değil. Bu da yozlaşma neticesinde yaşadığımız bir süreç. Ben otantizmi, ya da orijinali nasıldırı tahayyül ederek müzikler tasarlamaya çalışıyorum. Hiç'in eleştirilecek yanlarından biri de otantizme yakın olup olmadığıdır. Çünkü bir gelenek var, -gerçi o gelenek nasıl oluşmuş, ne zaman oluşmuş o da tartışılır ama-, bizim yaptığımız o geleneğin dışında bir şey, bir orkestrasyon çalışması; falan sazla filan sazın yan yana getirilmesi. Oysa otantizm yeni doğan bebek gibidir.
Otantik çalışmalar yapmak artık imkânsız denilebilir mi?
Bence bir müzik parçasının saflığı onu üreten kişinin saflığıyla doğru orantılıdır. Ve bugün o saflıkta bir üretim olduğunu sanmıyorum. Çünkü türkü üretimi diye bir şey yok. Türküler yapılmış, olmuş bitmiş şeylerdir. Bundan sonra yalnızca tekrarı ya da esinlenmeyle benzerleri olabilir. Bu nedenle müzikte otantizmin olması ya da saf, arı bir şeyin ortaya çıkması nadir olabilir. Ben rastlamadım. Aslında bu sorun beste tartışmasını da beraberinde getiriyor. Ben bestenin olmadığına inanıyorum. Bu dediğim saflıkta, arılıkta, varolan eserlerden etkilenmemiş bir parça üretimi söz konusu değil. Biz beste yaptık sanıyoruz, oysa onlar yıllardır bazı armonilerin kafamıza sinip, bir şekilde ortaya çıkmasıyla oluşan melodiler...'
Çok sesli müziği melodik müziğe göre üstün gören bir anlayış var. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Bende öyle bir görüş yok. Bunun olmaması da lazım. Çok seslilik büyük bir başarı değildir. Müzik, türlerinden biridir. Yani illa bir eseri çok sesli yapmanın bir gereği yok. Mesela 500 senelik bir eser var elimizde. Tek sesli gelmiştir. Bunu da çok sesli yapmak çok tehlikeli ve yanlış bir hareket olur müzikolojik yönden. Özellikle etnomüzikolojik yönden. Çok seslilik müziği güzelleştiren, müzikte, güzellik yaratan diğer güzelliklerden birisidir ve Batı Halklarının çok seslilik tercih etme sebeplerinden en büyüğü halk müziklerinin çok basit ve diyatonik seslerden oluşmasıdır. Armoniye her an müsait yapısı vardır. Çocuk şarkısi gibidirler. İçindeki çok sesliliği atın, öyle bir melodi kalır ki kırk sene müziksiz kalsanız onu söylemezsiniz. Yanına sokulan seslerle güzelleşmiştir o müzik. Ama bizim tek sesli müzikte gösterdiğimiz, çağın şartlarını dile getiren güçlü, melodik cümleleri onlarda aramayın. Çok sesliliği onlar fiziksel yönden de alarak bu sese bu yakışır diye bir armoni elde etmişler; müzikleri buna müsaittir. Bizde bu niye olmadı? Bir defa tek sesli de olsa müziğimizin çok sesliliği kabul etmeyecek yüksek seviyede bir güzelliği vardı. Çok sesli yapılırsa bu güzelliğin kaybolma tehlikesi vardı. Bilmediklerinden değil. Anadolu'da çok sesli müzik yapan adamlarımız var bizim. Türkmen abdallar çok sesli; armonik çalışırlar: Neşet Ertaş, Muharrem Ertaş…
Nedir çok seslilik? Bir sürü şekli var. Her zaman birini üçten aşağıdan yukarıdan söylenmesi vs. değldir çok seslilik. Serbest hareket vardır. Uysun uymasın ses konulablir. Abdallar bozlak Ay Dost okuyacağı zaman açış yapar. Bu açıştaki akordayken armoni bilmeyen bu adam 1,5 ton incelerden uzun havaya başlar. Bu nedir? Çok sesliliktir. Bir yerde gelir alma karar verir. Nefes alır. Sonra bir başka akor verir. Bunu görmek, anlamaya çalışmak gerekir. Bir Türkmen köylüsünün bozlak okurken gösterdiği stili kağıda dökün, çok sesli eser görürsünüz. Çok sesli müzik yapayım derken batının kendine yakışan zevkini almaya gerek yok. Bizim kendimizin var. Onu geliştirmek lazım; yaratmak lazım. Araştırmacıların - ben dahil - bu konuda tembelliği affedilmez. Neşet Ertaş'ın soyundan abdal Türkmenleri dinliyor musunuz? Muharrem Ertaş, Çekiç Ali, Hacı Taşan, bir de yeni bir çocuk çıktı Ekrem Çelebi diye. Güçlü çalıyor o da. Bunların uzun havalarına dikkat edin. Adım incelerde geçişiyle bir sert hareket yaparken akor, armoni teşkil eder. Uzun havada bir seste durmuyor. Hareket halinde olduğu için buradaki akor buna çokseslilik teşkil eder. Bunu duyma inceliğinde olduğunuz zaman Türk Halk Müziğinin hiçbir zaman tek seste olduğunu söyleyemezsiniz. Tek sesli olsa ne yazar.
Adamlar batıdan bıkmışlar Mozart'tan Beethoven'dan kardeşim inan bana. Tek sesli güzel bir melodi çizdiğiniz zaman bayılıyor adam. Benim Avusturyalı bir talebem vardı. Yunanistan'dan buzuki bulmuş benden de saz dersi aldı. Ben sazla Mozart'tan birşeyler çalardım. 'Aman Mösyö Özkan, Allah aşkına yapma' derdi bana. Bizim burada büyütüyorlar Mozart'ın eserlerini.
Tek sesliliğin çok değişik güzellikleri var. İlla çok sesli yapmaya çalışmak boşuna gayret. Olacağı zaman kendiliğinden gelir. Merak etmeyin siz.
Bu varolan toprağın altında parlayan altın madeni gibi, Abdal Türkmenlerde çıkıyor örneğin. Fethiye yöresinin Alevi semalarında, akordayken semahın ağırlama kısmı söyleniyor. Söz bölümündeki melodiyi saz takip etmiyor ki. Türk müziğine yaklaşan bir armoni bu. Benim müziğim armonik diyor adam işte. Türk derlemecilerinin ve kompazitörlerinin bunları yazması lazım. Bunlara benzer genişletilmiş eserler, uzun süre etüd edildikten sonra yapılabilir. 'Çanakkale İçinde Aynalı Çarşı' yı tutup da batı müziği gibi çok sesli yapmanın bir anlamı yok.
Bizim Muammer Sun'un yaptığı gibi. Çok seslilik büyük bir başarı değil ama müzisyen olarak bilmek lazım gelir. En azından batının sistematize ettiği bir armoniyi bir Türk kompozitörü bilirse iyi olur kendi müziğindeki armonik yapıyı görmesi açısından.
Bu Türk anatomisini daha önce çalınmış eserleri inceleyip, yeni besteleri, çok sesli yapılacaksa yapmalı; eskilere dokunulmamalı, diyorsunuz. Neşet Ertaş da çalarken babasından öyle görmemiş olabilir. O anki duygularıyla onu o şekilde yorumluyor. Yeni bir yorumcu çıkıp da 'Çanakkale İçinde Aynalı Çarşı' yı o anki duygularına göre ve edindiği armonik bilgiye göre yorumlayamaz mı?
Tamam yorumlar, kabul. Ama şu şartla; mevcut olan armonik örnekler var ya, bozlaklarda filan, bu tarzı ağır çekime alınarak incelenmelidir. Bunların önceden bilinmesi gerekir, onda yerden göğe kadar haklısınız tabii. Böyle bir yorum getirebilmek için mevcut tarihi yorumları çok iyi analiz etmek gerektiğini söylüyorum. Buna tenezzül eden yok. Halbuki daha kolay batı müziği armonisini öğretmektense kendi müziğimizdeki akorları öğrenmek.
Size gösterdim ama güzel saz yok burada. Mesela bizim yörenin `Avşar Beyleri', `Avşar beylerinde bir yedili armoni var'. Oraya basmazsanız eğer köylü sizi dinlemez, `Sen öğretememişsin daha derler. Yedili armoni çocuklar, batılının büyük bir icatmış gibi bulduğu şeyi yüzyıllar önce bizim köyde Avşarlar basıyor.'
(ODTÜ THBT-THM Alt Birimi 301 ve 401 + Bağlama Grupları, Halkbilimi Dergisi, Sayı 11, Güz 1999)