Biri sevdiği şiirlerin, öteki sevdiği kitapların, bir başkası sevdiği bitkilerin, porselenleri, ayakkabıları, etekleri, ceketleri, pipoları tek tek yitmişler... Sevdiğim her insan öldü. Ve ne yazık hepsini ben öldürdüm. Ölenler hep suçluydu, ne yapabilirdi ki? Katil...
Olmadı. Yapamadım. Hep bir şeyleri değiştirmek istedim, ama hiç bir şeyi değiştiremedim. Yanlış yerine ne koyacağımı bilemedim. Sizinle benim aramda nefes almanın dışında hiç bir fark yok.
Bir hiristiyan mezarligindan geciyorum Ortalikta kimsecikler yok Sadece oluler ve ben Eve giden yolu bulmayi umarken, Musluman mezarligi cikiveriyor karsima Tezata bak ki iki adam oturmus paradan konusuyor ölülerin yani basinda....
ne zamandı bilmem önceki gun heralde..baya korkmusum ki hafıza kaybına ugramısım farkettim..korku filmine gidiyorduk,1048.hiç tavsiye etmem bu arada...sinemayla mezarlıgın arası 500 metre felan böyle.önünden geciyoruz.harika bi idea geldi tabi aklımıza.kafa kullandık hemen o anda.ulan dedim para verip korkmak için sinemaya gidiyoz.gelin dalalım su mezarlıga,korkup çıkalım..beleşe getirelim mi işi? ya gören olursa dediler..bi arkadasa bakıp cıkıcaz deriz dedim.girdik neyse.tamam yalan yok ben girmedim.ama guzeldi zaten 1048 mi ne o film işte.boyle duvarlar parçalanıyo falan..
Ölüsüne saygısı olmayan milletlerin dirisine de saygısı olmaz. Çünkü her ölü, dünyadan göçmüş olsa da manevî bir şahsiyettir. Onun geçmişte yaptıklarına, sürdürmüş olduğu hayata ve insan oluşuna hürmet göstermek gerekir. Kişi öldü diye onu kıymetsiz bir varlık olarak göremeyiz. Biz ölüsüne azamî derecede saygı ve hürmet gösteren bir inancın mensuplarıyız. Ceddimiz ölülerini diriler kadar önemser ve onlara kıymet verirdi.
Osmanlı İmparatorluğu zamanında mezarlıklara çok önem verilirdi. O dönemde oluşturulan mezarlıklar çok bakımlı ve tertiplidir. İster halktan olsun, isterse yüksek kesimden olsun Osmanlı zamanında bakımsız kabristana rastlanmazdı. Buralarla ilgilenen ve bu işten ekmek yiyen özel hizmetliler vardı. Onlar hem ölüsüne, hem de dirisine kıymet veren bir medeniyetin temsilcisiydiler. Onun içindir ki uzun ömürlü bir idare kurdular.
Ölümü bize hatırlatan, hiç kimsenin saklayamayacağı ve kabul edemeyeceği cesetleri bağrına basan mezarlıklar hayatımızın ayrılmaz bir parçasıdır. İnsanlık var oldukça ölüm de var olacaktır. Ölüler yine toprağın kara bağrında gizlenecektir. Ölüm ve mezarlıklar edebiyatımızda da yaygın olarak yer almış, ağırlıklı bir tema olarak işlenmiştir. Son dönemin usta şairlerinden Üstat Necip Fazıl Kısakürek mezarlıklarla ilgili olarak ironiyle karışık şu dörtlükleri dile getirmiştir:
'Kapıya ne icra memuru gelir, Ne Birinci Şube sivil polisi.... İçerde kimine kuş tüyü sedir; Yüz üstü toprağa düşer kimisi....
Bir musiki orda zaman ve mekân.... Yıldız dolu feza küçük camekân... İmkân atomunu çatlatan imkân.... Bir hiç ki, içinde heplerin hepsi'
Osmanlı devletinde köklü bir ölüm ve mezar kültürü mevcuttu. Ölüler büyük bir ihtimamla gömülürlerdi. Mezarlar planlı ve tertipliydi. Evlere, cadde ve sokaklara gösterilen özen mezarlara da gösterilirdi. Her mezarın ayak ve başucunda birer mermer veya kesme taş bulunurdu. Bu taşlar usta yazıcılara işletilirdi. Ölümle ve ölüyle ilgili bilgi ve hatırlatmalar taşa kazınırdı. Bu gelişigüzel yapılmazdı. Hat sanatı burada titizce kullanılırdı. Mezar taşlarına işlenen yazıların ve şekillerin hepsi planlı ve anlamlı olurdu. Bunun da bir kökeni ve geleneği vardı. Her mezara aynı işaretler konulmazdı. Her mezar taşı bir şeyi simgelerdi. Bu başlı başına bir sanat dalıydı. Bazı mezar taşlarının anlamları şöyleydi:
Sarıklı, kavuklu, başlıklı ve fesli olarak mezar taşına işlenen başlıklar erkeğin meslek ve meşrebini gösteriyor. Başlıktaki çiçek süslemeler ise mezarın kadına ait olduğunu belirtiyor. Bunların yanında mezar taşındaki sarık müderris ve defter eminlerini; kavuk orta dereceli memurları, ihtişamlı kavuklar Osmanlı yönetiminde sadrazam, kubbealtı vezirlerini ve kaptan-ı deryaları; uzun külah Mevlevî tarikatı mensuplarını; çapa, gemi direği, yelken denizcileri; hokka ve kalem, kâtipleri; lahana, bamya cirit takımı oyuncularını; yazısız mezarlar cellâtları; kırık başlı mezar taşları yeniçerileri; müzik enstrümanı müzisyenleri temsil eden mezar taşlarıdır. Yani kişinin mezar taşına bakarak o kişinin mesleğini ve meşrebini anlamak mümkündü.
Günümüzde mezarlar da, mezar taşları da sıradandır. O eski mezar kültürü ve geleneği devam etmiyor artık. Bilindiği gibi Osmanlı döneminde Arap hurufatı kullanılıyordu. Harf devrimiyle beraber mezar taşlarımız da Latin kökenli alfabeyle yazılıyor artık…. Bu yazıların sanat bakımından hiçbir özelliği yoktur.
Günümüzün insanı eski harflerden bîhaberdir. Torunlar dedelerinin mezar taşlarını okumaktan acizdirler. Eski mezarlıkların önünden geçerken uzun uzun yazılara rastlıyoruz. Fakat Osmanlıca bilmediğimiz için bu taşlarda neler yazdığını bilemiyoruz. Geçenlerde bir gönüllü kuruluş 'Dedenizin mezar taşını okumak ister misiz? ' sloganından yola çıkarak Osmanlıca kursu açtı. Bu Osmanlıca kursuna, tarihçisinden mühendisine dek pek çok meslek grubundan geniş katılım oldu. Demek ki insanlar eski yazıya merak duyuyor. Her gün önünden geçtiğimiz mezar taşlarında neler yazdığını merak edenlerimiz az değil. 'Ceddinin mezar taşlarını okuyamayan toplum' damgasını yemekten utanç duymalıyız. Atalarımız bizim için, en değerli varlıkları olan canlarını bile göz kırpmadan verdi. Bizler onların mezar taşlarını bile okuyamıyoruz. Bizi bundan daha iyi ne anlatabilir ki? ...
Aslında mezarlar çok önemli görevler ifa ediyor. En azından bize ölümü hatırlatıyorlar. Eskiden mezarlar şehirle iç içe olurdu. Günümüzde mezarlar şehirlerden uzak yerlere kuruluyor. Şehir içindeki mezarlıklar da bozulup yol ve park haline getiriliyor. Adeta ölümü hatırlatan her şey gizleniyor. Fakat biz mezarları ne kadar uzaklara kurarsak kuralım ölüm bizi unutmayacaktır. Azrail denen ölüm meleği vakti geleni ebedî istirahatgâhına taşıyacaktır.
Son olarak şunu söylemek istiyorum: Mezarlarımızı ortak alanlar belleyip onları temiz tutalım. Vakti gelince çiçek dikelim, uzamış çimlerini biçelim. 'Nasıl olsa ölüler kalkıp kızamaz' deyip çöplerimizi buralara bırakmayalım. Özellikle yeni kurulan mezarların planlı olmasına dikkat edelim. Şehirlerimizdeki nizamsızlığı bari buralara taşımayalım. Bizlerin de bir gün buralara göç edeceğini hatırlayıp kendimize çeki düzen verelim. Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için çalışırken yarın ölecekmiş gibi ölüme veya dönüşü olmayan göçe hazırlıklı olalım. Neticede 'Her nefis ölümü tadacaktır.' (Âl-i İmran S.-185. Ayet) .
Deryada sonsuzlugu zikretmeye ne zahmet! Al sana, derya gibi sonsuz Karacaahmet! Gobeginde yalanci sehrin, sahici belde; Ona sor, gidenlerden kalan $ey neymis elde? Mezar, mezar, zitlarin kenetlendigi nokta; Mezar, mezar, varliga yol veren gecit, yokta... Onda sirlarin sirri: Bulmak icin kaybetmek. Parmaklarin saydigi ne varsa hep tuketmek. Varmak o iklime ki, ugramaz ihtiyarlik; Ebedi gencligin taht kurdugu yer, mezarlik. Ebedi genclik olum, desem kimse inanmaz; Ta$ ihtiyarlar, servi curur, olum yipranmaz. Karacaahmet bana neler soyluyor, neler! Diyor ki, viran olmaz tek bucak, viraneler, Zaman deli gomlegi, onu yirtan da olum; Olumde yekpare an, ne kesiklik, ne bolum... Hep olmadan hic olmaz, hicin otesinde hep; Bu mu dersin, taslarda donmus sukuta sebep? Kavuklu, basortulu, fesli, basacik taslar; Taslara yaslanmis da kuflu kemikten baslar, Kum dolu gozleriyle suzuyor insanlari; Suzuyor, sahi diye topraga basanlari. Onlar ki, her nefeste habersiz oldugunden, Gulup oynamaktalar, gelir gibi dugunden. Onlar ki, sifirlarda rakamlari bulmuslar, Fikirden kurtularak, olumden kurtulmuslar. Soyle Karacaahmet, bu ne acikli talih! Taslarina kapanmis, agliyor koca tarih!
Olağanın dışında hızlı adımlarla çıkıyordum dik yokuşu.sağımdan ve solumdan hızla geride bıraktığım insanların pis kokularını alıyordu burnum.kanlanmış gözlerim nefret dolu bakarken insanlar o kalabalık caddede bana çarpmamak için nerdeyse birbirlerini eziyorlardı.hepside zaten ezik ve aşağılık insanlardı, niye yaşadıklarını bile bilmiyorlar ki bilselerdi kendi sonlarını kendileri getirirlerdi eminim...soluk alışlarım dahada derinleşip dahada sıklaşıyordu, artan soluğum yanında sinirlerimde gitgide daha fazla artıyor, bakışlarım daha nefret dolu oluyor yanıma yalaşan çiçekçiler bile yüzümdeki ifadeyi görüp geri çekiliyorlardı. mezara ulaştığımda içerde kimsecikler yok, mezar taşlarının yanlarında akşamdan bırakıldığını sandığım şarap şişeleri ve insan pislikleri duruyordu.50 adım kadar sonra ulaştım gideceğim yere.aile mezarlığında 2 mezar taşı onun üzerindede yine insan pislikleri.annemin ve babamın mezarının ortasına diz çöktüm, bir diğerine sonra diğerine bakıp durdum bir süre.annemin mezarının arkasında duran şarap şişesini mermere vurup kırmıştım ne yaptığımı bilmeden, kırık cam parçaları dağıldı ayaklarımın dibine... yüzümde acıma ile karışık bir tebessüm ile hiç bir zaman söylemek isteyip te söylemediğim cümleler çıkıverdi ağzımdan, hepsi o nefretle, o kinle, o bıkmışlık ve çaresizlikle döküldü ilk ve son kez dudaklarımdan;
Kendimde değildim. Kendimde değildim gerçekten. Onun bunu yapabileceğine asla inanmadım. Onunla sözleşmiştik, hatta evlenecektik. Ama son zamanlarda garip davranmaya başlamıştı. Birlikte geçirdiğimiz gecelerde, yanında olmama rağmen benim adımı sayıklıyordu. Çoğu gece kabuslar gördüğünü söyledi. Kendini kapalı bir yerde boğulurken, hem de elinde bir silahla görüyormuş. Bir doktora gitmesini söyledim. Aslında tanıdığım bir doktor vardı. Sizi tanımıyorum, beni tanımıyorsunuz; ama ben doktorumun ya da ailemin, çevremin söylediğine göre sorunlu bir insanım. Kimsenin sevmediği şeylere ilkgi duyuyorum. Bu onda da vardı. Bazen ondan ayrı kalırdım; bunalırdım. Ağlamayı hiç beceremedim. Biiyor musunuz, benim en çok ağlamamı severdi. Halbuki çoğu insan bana sulu gözlü der. Ama o bana: Senin gülmeni değil, ağlamanı seviyorum derdi. Öyle güzel bir yüzü vardı ki! Bazen ondan korkardım; ama ona olan sevgim bunu bile bastırırdı. Bana yardım etmek için o kadar uğraştı ki! Onu nasıl sevdiğimi size anlatamam; çünkü ona da anlatamadım. Bunu yapacağını bilmiyordum. NAsıl yapabildi bunu? Gidecektik biz. Benim hasta olmamın sebebinin buralar olduğunu söylüyordu. Ben denize atimişim; kurak bir yerde yaşamazmışım. Bana hep böyle diyordu. Beni alıp gidecekti. Tepelerden, yeşil teperlerden bahsediyordu. Sadece ikimiz olacaktık, herkesten ve her şeyden uzak... Ben lanetlendim! Kimi sevdiysem kaybettim. Ama hiç kimseyi bu kadar çok sevmemiştim. İçimin kuruduğunu hissediyorum. Bir şeyler öyle acımasıza koptu ki benden; ne yapacağımı bilemiyorum. Onun toprağı... Mezarından aldım. Mezarlığa gidiyorum her gün; ama sanki beni istemiyor gibi. Bunu hissedebiliyorum. Unutamam; bunu o da biliyor. Ama... Kolyelerimi takıyorum, bana aldığı o ucuz bilekliği. Sırf gözlerimin rengine uysun diye almıştı. Seviyorum onları. Onun yanına giderken süslenmeyi seviyorum. Bana sormadınız. Evet gittiğimde onunla konuşuyorum da... Ben konuşuyorum, o dinliyor. Beni hiç kimse onun gibi sevmedi; sevmeyecek. Bunu nerden mi biliyorum? Çok komik, gülümsediğim gördünüz değil mi? Bazen oluyor. Bu ağlayacağıma işaret... Beni kimse onun gibi sevemez, neden? Neden mi? Ben ona göre eksikleri olmayan biriydim. Benim eksiğimi hiç görmedi. Ben onun için kanatsız doğan bir melektim. Çok kızardım beni bu şekilde çağırdığında. Ama şimdi ona hak veriyorum. Bir kitap verdi bana. İçinde sarı bir gül vardı. Ama öyle bildiğiniz gibi bir gül değil. Bir gül resmi çizmişti ve senin saçlarına benziyor demişti. Saçlarım sarıdır. Tabii ya, sizinle konuşuyorum, bunu görmemeniz mümkün değil. Kaybettim onu. Ağlayamadım, ağlayıp da acımı hafifleteceğimi biliyordum. Bu yüzden ağlamadım. Yavaş yavaş kendimi zehirlemek için. Niçin öyle bakıyorsunuz? Yoksa böyle bir şeyin olacağına inanmıyor musunuz? Ama ben inanıyorum. Ona da inandım. Benim için öleceğini söylediğinde, beni doğduğu yere götüreğini söylediğinde, beni iyi edeceğini söylediğinde ona herkesten daha çok inandım. Şimdi onun gibi ölüyorum. Hayır, onun gibi değil. Onun sevgisi beni zehirliyor artık. Bunu istiyorum, her gün onun yanına gitmemin sebebi bu. Şimdi bana neden o sarı gülü çizdiğini de anlıyorum. Biliyordu, benim de onun ardından gideceğimi biliyordu. Sararacağımı, benzmin atacağını... Evet, çok güzel bir tenim vardı. Ben çok güzeldim. O da o kadar güzeldi ki! Beni nasıl seviyordu. Bunu şimdi düşünemyorum. O zamanh da düşünemiyordum; ama biliyordum. Bir defasında ona sormuştum; bu anımızın resmini çizebilir misin diye? Bir şey söylemedi... Ben de bir şey söylemedim. O zaman hayattaydı ama susmuştu; şimdi yaşamıyor ve gene suskun. Artık benim de susma zamanım yaklaştı.
En kıymetlilerimizi koyduğumuz, hazine sandıklarıyla dolu bir yer...
Biri sevdiği şiirlerin, öteki sevdiği kitapların, bir başkası sevdiği bitkilerin, porselenleri, ayakkabıları, etekleri, ceketleri, pipoları tek tek yitmişler... Sevdiğim her insan öldü. Ve ne yazık hepsini ben öldürdüm. Ölenler hep suçluydu, ne yapabilirdi ki? Katil...
Olmadı. Yapamadım. Hep bir şeyleri değiştirmek istedim, ama hiç bir şeyi değiştiremedim. Yanlış yerine ne koyacağımı bilemedim. Sizinle benim aramda nefes almanın dışında hiç bir fark yok.
Yarım günlük mezarlık gezintimden çıkardığım sonuç:
'Ayakta yolcu kabul etmiyorlar, illa yatmanız gerekiyor.'
(alıntı; i.tenekeci)
Sonsuz huzur bulacağım yer :)
Dün ordaydım, cıvıl cıvıl kuş sesleri ve yaprak hışırtıları arasında insan huzur buluyor.. Bence insanın ölüsünden değil canlısından korkmak lazım..
Bir aralık konuştuğu bile söylenmiştir...
Şöyle dediği rivayet edilir, mezarlığın:
'Yalnız, yaşayanlar için midir, toprak üstündeki her bitki?
Ya yerin dibine doğru büyüyenler? ...
Onlar da mı yaşayanlar için? ...'
...
Toprağımdan filizlenir başım.:P
Bir hiristiyan mezarligindan geciyorum
Ortalikta kimsecikler yok
Sadece oluler ve ben
Eve giden yolu bulmayi umarken,
Musluman mezarligi cikiveriyor karsima
Tezata bak ki iki adam oturmus paradan konusuyor
ölülerin yani basinda....
ne zamandı bilmem önceki gun heralde..baya korkmusum ki hafıza kaybına ugramısım farkettim..korku filmine gidiyorduk,1048.hiç tavsiye etmem bu arada...sinemayla mezarlıgın arası 500 metre felan böyle.önünden geciyoruz.harika bi idea geldi tabi aklımıza.kafa kullandık hemen o anda.ulan dedim para verip korkmak için sinemaya gidiyoz.gelin dalalım su mezarlıga,korkup çıkalım..beleşe getirelim mi işi? ya gören olursa dediler..bi arkadasa bakıp cıkıcaz deriz dedim.girdik neyse.tamam yalan yok ben girmedim.ama guzeldi zaten 1048 mi ne o film işte.boyle duvarlar parçalanıyo falan..
ÖLÜYE SAYGI VE MEZARLIKLARIMIZ
M.NİHAT MALKOÇ
Ölüsüne saygısı olmayan milletlerin dirisine de saygısı olmaz. Çünkü her ölü, dünyadan göçmüş olsa da manevî bir şahsiyettir. Onun geçmişte yaptıklarına, sürdürmüş olduğu hayata ve insan oluşuna hürmet göstermek gerekir. Kişi öldü diye onu kıymetsiz bir varlık olarak göremeyiz. Biz ölüsüne azamî derecede saygı ve hürmet gösteren bir inancın mensuplarıyız. Ceddimiz ölülerini diriler kadar önemser ve onlara kıymet verirdi.
Osmanlı İmparatorluğu zamanında mezarlıklara çok önem verilirdi. O dönemde oluşturulan mezarlıklar çok bakımlı ve tertiplidir. İster halktan olsun, isterse yüksek kesimden olsun Osmanlı zamanında bakımsız kabristana rastlanmazdı. Buralarla ilgilenen ve bu işten ekmek yiyen özel hizmetliler vardı. Onlar hem ölüsüne, hem de dirisine kıymet veren bir medeniyetin temsilcisiydiler. Onun içindir ki uzun ömürlü bir idare kurdular.
Ölümü bize hatırlatan, hiç kimsenin saklayamayacağı ve kabul edemeyeceği cesetleri bağrına basan mezarlıklar hayatımızın ayrılmaz bir parçasıdır. İnsanlık var oldukça ölüm de var olacaktır. Ölüler yine toprağın kara bağrında gizlenecektir. Ölüm ve mezarlıklar edebiyatımızda da yaygın olarak yer almış, ağırlıklı bir tema olarak işlenmiştir. Son dönemin usta şairlerinden Üstat Necip Fazıl Kısakürek mezarlıklarla ilgili olarak ironiyle karışık şu dörtlükleri dile getirmiştir:
'Kapıya ne icra memuru gelir,
Ne Birinci Şube sivil polisi....
İçerde kimine kuş tüyü sedir;
Yüz üstü toprağa düşer kimisi....
Bir musiki orda zaman ve mekân....
Yıldız dolu feza küçük camekân...
İmkân atomunu çatlatan imkân....
Bir hiç ki, içinde heplerin hepsi'
Osmanlı devletinde köklü bir ölüm ve mezar kültürü mevcuttu. Ölüler büyük bir ihtimamla gömülürlerdi. Mezarlar planlı ve tertipliydi. Evlere, cadde ve sokaklara gösterilen özen mezarlara da gösterilirdi. Her mezarın ayak ve başucunda birer mermer veya kesme taş bulunurdu. Bu taşlar usta yazıcılara işletilirdi. Ölümle ve ölüyle ilgili bilgi ve hatırlatmalar taşa kazınırdı. Bu gelişigüzel yapılmazdı. Hat sanatı burada titizce kullanılırdı. Mezar taşlarına işlenen yazıların ve şekillerin hepsi planlı ve anlamlı olurdu. Bunun da bir kökeni ve geleneği vardı. Her mezara aynı işaretler konulmazdı. Her mezar taşı bir şeyi simgelerdi. Bu başlı başına bir sanat dalıydı. Bazı mezar taşlarının anlamları şöyleydi:
Sarıklı, kavuklu, başlıklı ve fesli olarak mezar taşına işlenen başlıklar erkeğin meslek ve meşrebini gösteriyor. Başlıktaki çiçek süslemeler ise mezarın kadına ait olduğunu belirtiyor. Bunların yanında mezar taşındaki sarık müderris ve defter eminlerini; kavuk orta dereceli memurları, ihtişamlı kavuklar Osmanlı yönetiminde sadrazam, kubbealtı vezirlerini ve kaptan-ı deryaları; uzun külah Mevlevî tarikatı mensuplarını; çapa, gemi direği, yelken denizcileri; hokka ve kalem, kâtipleri; lahana, bamya cirit takımı oyuncularını; yazısız mezarlar cellâtları; kırık başlı mezar taşları yeniçerileri; müzik enstrümanı müzisyenleri temsil eden mezar taşlarıdır. Yani kişinin mezar taşına bakarak o kişinin mesleğini ve meşrebini anlamak mümkündü.
Günümüzde mezarlar da, mezar taşları da sıradandır. O eski mezar kültürü ve geleneği devam etmiyor artık. Bilindiği gibi Osmanlı döneminde Arap hurufatı kullanılıyordu. Harf devrimiyle beraber mezar taşlarımız da Latin kökenli alfabeyle yazılıyor artık…. Bu yazıların sanat bakımından hiçbir özelliği yoktur.
Günümüzün insanı eski harflerden bîhaberdir. Torunlar dedelerinin mezar taşlarını okumaktan acizdirler. Eski mezarlıkların önünden geçerken uzun uzun yazılara rastlıyoruz. Fakat Osmanlıca bilmediğimiz için bu taşlarda neler yazdığını bilemiyoruz. Geçenlerde bir gönüllü kuruluş 'Dedenizin mezar taşını okumak ister misiz? ' sloganından yola çıkarak Osmanlıca kursu açtı. Bu Osmanlıca kursuna, tarihçisinden mühendisine dek pek çok meslek grubundan geniş katılım oldu. Demek ki insanlar eski yazıya merak duyuyor. Her gün önünden geçtiğimiz mezar taşlarında neler yazdığını merak edenlerimiz az değil. 'Ceddinin mezar taşlarını okuyamayan toplum' damgasını yemekten utanç duymalıyız. Atalarımız bizim için, en değerli varlıkları olan canlarını bile göz kırpmadan verdi. Bizler onların mezar taşlarını bile okuyamıyoruz. Bizi bundan daha iyi ne anlatabilir ki? ...
Aslında mezarlar çok önemli görevler ifa ediyor. En azından bize ölümü hatırlatıyorlar. Eskiden mezarlar şehirle iç içe olurdu. Günümüzde mezarlar şehirlerden uzak yerlere kuruluyor. Şehir içindeki mezarlıklar da bozulup yol ve park haline getiriliyor. Adeta ölümü hatırlatan her şey gizleniyor. Fakat biz mezarları ne kadar uzaklara kurarsak kuralım ölüm bizi unutmayacaktır. Azrail denen ölüm meleği vakti geleni ebedî istirahatgâhına taşıyacaktır.
Son olarak şunu söylemek istiyorum: Mezarlarımızı ortak alanlar belleyip onları temiz tutalım. Vakti gelince çiçek dikelim, uzamış çimlerini biçelim. 'Nasıl olsa ölüler kalkıp kızamaz' deyip çöplerimizi buralara bırakmayalım. Özellikle yeni kurulan mezarların planlı olmasına dikkat edelim. Şehirlerimizdeki nizamsızlığı bari buralara taşımayalım. Bizlerin de bir gün buralara göç edeceğini hatırlayıp kendimize çeki düzen verelim. Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için çalışırken yarın ölecekmiş gibi ölüme veya dönüşü olmayan göçe hazırlıklı olalım. Neticede 'Her nefis ölümü tadacaktır.' (Âl-i İmran S.-185. Ayet) .
KARACAAHMET
Deryada sonsuzlugu zikretmeye ne zahmet!
Al sana, derya gibi sonsuz Karacaahmet!
Gobeginde yalanci sehrin, sahici belde;
Ona sor, gidenlerden kalan $ey neymis elde?
Mezar, mezar, zitlarin kenetlendigi nokta;
Mezar, mezar, varliga yol veren gecit, yokta...
Onda sirlarin sirri: Bulmak icin kaybetmek.
Parmaklarin saydigi ne varsa hep tuketmek.
Varmak o iklime ki, ugramaz ihtiyarlik;
Ebedi gencligin taht kurdugu yer, mezarlik.
Ebedi genclik olum, desem kimse inanmaz;
Ta$ ihtiyarlar, servi curur, olum yipranmaz.
Karacaahmet bana neler soyluyor, neler!
Diyor ki, viran olmaz tek bucak, viraneler,
Zaman deli gomlegi, onu yirtan da olum;
Olumde yekpare an, ne kesiklik, ne bolum...
Hep olmadan hic olmaz, hicin otesinde hep;
Bu mu dersin, taslarda donmus sukuta sebep?
Kavuklu, basortulu, fesli, basacik taslar;
Taslara yaslanmis da kuflu kemikten baslar,
Kum dolu gozleriyle suzuyor insanlari;
Suzuyor, sahi diye topraga basanlari.
Onlar ki, her nefeste habersiz oldugunden,
Gulup oynamaktalar, gelir gibi dugunden.
Onlar ki, sifirlarda rakamlari bulmuslar,
Fikirden kurtularak, olumden kurtulmuslar.
Soyle Karacaahmet, bu ne acikli talih!
Taslarina kapanmis, agliyor koca tarih!
Necip Fazil, Cile
1969
Ölenlerin toplanma yeri
Ahiret hayatına başlama alanları
yanından geçerken İbret alınması gereken okul
Bayramlarda ziyaret edilen yer
Olağanın dışında hızlı adımlarla çıkıyordum dik yokuşu.sağımdan ve solumdan hızla geride bıraktığım insanların pis kokularını alıyordu burnum.kanlanmış gözlerim nefret dolu bakarken insanlar o kalabalık caddede bana çarpmamak için nerdeyse birbirlerini eziyorlardı.hepside zaten ezik ve aşağılık insanlardı, niye yaşadıklarını bile bilmiyorlar ki bilselerdi kendi sonlarını kendileri getirirlerdi eminim...soluk alışlarım dahada derinleşip dahada sıklaşıyordu, artan soluğum yanında sinirlerimde gitgide daha fazla artıyor, bakışlarım daha nefret dolu oluyor yanıma yalaşan çiçekçiler bile yüzümdeki ifadeyi görüp geri çekiliyorlardı.
mezara ulaştığımda içerde kimsecikler yok, mezar taşlarının yanlarında akşamdan bırakıldığını sandığım şarap şişeleri ve insan pislikleri duruyordu.50 adım kadar sonra ulaştım gideceğim yere.aile mezarlığında 2 mezar taşı onun üzerindede yine insan pislikleri.annemin ve babamın mezarının ortasına diz çöktüm, bir diğerine sonra diğerine bakıp durdum bir süre.annemin mezarının arkasında duran şarap şişesini mermere vurup kırmıştım ne yaptığımı bilmeden, kırık cam parçaları dağıldı ayaklarımın dibine...
yüzümde acıma ile karışık bir tebessüm ile hiç bir zaman söylemek isteyip te söylemediğim cümleler çıkıverdi ağzımdan, hepsi o nefretle, o kinle, o bıkmışlık ve çaresizlikle döküldü ilk ve son kez dudaklarımdan;
-----
Kendimde değildim. Kendimde değildim gerçekten. Onun bunu yapabileceğine asla inanmadım. Onunla sözleşmiştik, hatta evlenecektik. Ama son zamanlarda garip davranmaya başlamıştı. Birlikte geçirdiğimiz gecelerde, yanında olmama rağmen benim adımı sayıklıyordu. Çoğu gece kabuslar gördüğünü söyledi. Kendini kapalı bir yerde boğulurken, hem de elinde bir silahla görüyormuş. Bir doktora gitmesini söyledim. Aslında tanıdığım bir doktor vardı. Sizi tanımıyorum, beni tanımıyorsunuz; ama ben doktorumun ya da ailemin, çevremin söylediğine göre sorunlu bir insanım. Kimsenin sevmediği şeylere ilkgi duyuyorum. Bu onda da vardı. Bazen ondan ayrı kalırdım; bunalırdım. Ağlamayı hiç beceremedim. Biiyor musunuz, benim en çok ağlamamı severdi. Halbuki çoğu insan bana sulu gözlü der. Ama o bana: Senin gülmeni değil, ağlamanı seviyorum derdi.
Öyle güzel bir yüzü vardı ki! Bazen ondan korkardım; ama ona olan sevgim bunu bile bastırırdı. Bana yardım etmek için o kadar uğraştı ki! Onu nasıl sevdiğimi size anlatamam; çünkü ona da anlatamadım. Bunu yapacağını bilmiyordum. NAsıl yapabildi bunu? Gidecektik biz. Benim hasta olmamın sebebinin buralar olduğunu söylüyordu. Ben denize atimişim; kurak bir yerde yaşamazmışım. Bana hep böyle diyordu. Beni alıp gidecekti. Tepelerden, yeşil teperlerden bahsediyordu. Sadece ikimiz olacaktık, herkesten ve her şeyden uzak... Ben lanetlendim! Kimi sevdiysem kaybettim. Ama hiç kimseyi bu kadar çok sevmemiştim. İçimin kuruduğunu hissediyorum. Bir şeyler öyle acımasıza koptu ki benden; ne yapacağımı bilemiyorum. Onun toprağı... Mezarından aldım. Mezarlığa gidiyorum her gün; ama sanki beni istemiyor gibi. Bunu hissedebiliyorum. Unutamam; bunu o da biliyor. Ama... Kolyelerimi takıyorum, bana aldığı o ucuz bilekliği. Sırf gözlerimin rengine uysun diye almıştı. Seviyorum onları. Onun yanına giderken süslenmeyi seviyorum. Bana sormadınız. Evet gittiğimde onunla konuşuyorum da... Ben konuşuyorum, o dinliyor. Beni hiç kimse onun gibi sevmedi; sevmeyecek. Bunu nerden mi biliyorum? Çok komik, gülümsediğim gördünüz değil mi? Bazen oluyor. Bu ağlayacağıma işaret... Beni kimse onun gibi sevemez, neden? Neden mi? Ben ona göre eksikleri olmayan biriydim. Benim eksiğimi hiç görmedi. Ben onun için kanatsız doğan bir melektim. Çok kızardım beni bu şekilde çağırdığında. Ama şimdi ona hak veriyorum. Bir kitap verdi bana. İçinde sarı bir gül vardı. Ama öyle bildiğiniz gibi bir gül değil. Bir gül resmi çizmişti ve senin saçlarına benziyor demişti. Saçlarım sarıdır. Tabii ya, sizinle konuşuyorum, bunu görmemeniz mümkün değil.
Kaybettim onu. Ağlayamadım, ağlayıp da acımı hafifleteceğimi biliyordum. Bu yüzden ağlamadım. Yavaş yavaş kendimi zehirlemek için. Niçin öyle bakıyorsunuz? Yoksa böyle bir şeyin olacağına inanmıyor musunuz? Ama ben inanıyorum. Ona da inandım. Benim için öleceğini söylediğinde, beni doğduğu yere götüreğini söylediğinde, beni iyi edeceğini söylediğinde ona herkesten daha çok inandım. Şimdi onun gibi ölüyorum. Hayır, onun gibi değil. Onun sevgisi beni zehirliyor artık. Bunu istiyorum, her gün onun yanına gitmemin sebebi bu. Şimdi bana neden o sarı gülü çizdiğini de anlıyorum. Biliyordu, benim de onun ardından gideceğimi biliyordu. Sararacağımı, benzmin atacağını... Evet, çok güzel bir tenim vardı. Ben çok güzeldim. O da o kadar güzeldi ki! Beni nasıl seviyordu. Bunu şimdi düşünemyorum. O zamanh da düşünemiyordum; ama biliyordum. Bir defasında ona sormuştum; bu anımızın resmini çizebilir misin diye? Bir şey söylemedi...
Ben de bir şey söylemedim. O zaman hayattaydı ama susmuştu; şimdi yaşamıyor ve gene suskun. Artık benim de susma zamanım yaklaştı.
'Mezarlıkta gül olsam durmasam ağlasam
Ölümsüz kalıp da bir isim salsam dünyada...
portekizcede '' sepultura '' demek