Kalbim sıkışıyor; çatma, kaşını! Çatlattım, sabrımla sabır taşını! .. Anlayamıyorum, bu telâşını Sakin ol, ruhuma bir ferahlık yay!
Ayakta pranga, bilekte demir… Demire hükmeden, hep aynı Emir… Yeter ki: “Ol! ..” desin, buyursun emir! .. Kararı veren O! .. Hâkim, Kayyum, Hay! ..
O Nur olmasaydı, yoktu tesellim! .. Yoktu, tek bir umut, dumandı hâlim! .. Kırılsın, imzayı atan şu elim! .. Kahrolacağıma yok olsaydım, hay! .. Kahrolacağıma yok olsaydım, hay! ..
biz eski bilgeleriz, işaret gösterilenler bilinmeyen krallığından unutulmuş olanlar isimsiz, izsiz, ölümle battık ve zamanın kitabında isimlerimizin yeri boş
Onsuz hayatın sürmesi mümkün değil çünkü hayatımızın bir ya da birçok döneminde bir şekilde karşımıza çıkıyor.Acı gerçekten insanı olgunlaştırıyor diye düşünüyorum.
Yaşamdaki acılarda tuz gibidir, ne azdır,nede çok. Acının miktarı hep aynıdır.Ancak bu acının şiddeti, neyin içine konulduğuna bağlıdır. Acı olduğunda yapman gereken şey acı veren şeyle ilgili hislerini genişletmektir. Onun için bardak bardak olmayı bırak, göl almaya çalış.........
Kalbin taraçalarına düşen yağmurlar gibidir acı. Yağdıkça, kalbin toprağına gömülü tohumları uyandırır, vahşi çiçekler açtırır göğsünde. Değil mi ki, toprağın en çok yaralı olduğu yerde açar en güzel güller; sen de acının yarasına aç göğsünü. Yaralanmaya razı olmazsan, tohumlara beşiklik edemezsin, kazılıp karılmayı göze almazsan ekinlere annelik edemezsin. Senai Demirci
var olusumuz sebebıyle hıssetmemız gereken hıslerımız(en temel hıssımız) düşüncede acıyla karıstırmayalım aslında aynı acıdır ama sadece düşünürüz hissedemeyiz
schopenhauer,nietzsche,cioran ın üzerine kafa patlattığı en önemli konu...acı üzerinde yaptıkları tanımda hemen hemen hemfikir sayılırlar...hemfikir oldukları tanım: ' her insanın yaşamak zorunda olduğu bir süreç olduğudur bu kaçınılmazdır ve süreçten kasıtları kişinin bütün ömrüdür'...
Kalbim sıkışıyor; çatma, kaşını! Çatlattım, sabrımla sabır taşını! .. Anlayamıyorum, bu telâşını Sakin ol, ruhuma bir ferahlık yay!
Ayakta pranga, bilekte demir… Demire hükmeden, hep aynı Emir… Yeter ki: “Ol! ..” desin, buyursun emir! .. Kararı veren O! .. Hâkim, Kayyum, Hay! ..
O Nur olmasaydı, yoktu tesellim! .. Yoktu, tek bir umut, dumandı hâlim! .. Kırılsın, imzayı atan şu elim! .. Kahrolacağıma yok olsaydım, hay! .. Kahrolacağıma yok olsaydım, hay! ..
Yaşamaktan öte özür bulamayınca aşka sonuçları bir bir gözden geçiriyorum pulluklarla devrilen toprağın ıslaklığındaki can madenlerin buharından elde edilen büyü bazı yasak kitapların verdiği dinç duygular nelerse ki yaşamak sözünü asi kılan nelerse ki lekesiz, umutlu ve budala.
Denedim. Soğuk sular dökünüp fırladım sokaklara sorular sordum nice kara sıfatları üstüme alaraktan ipte boynum, ağzım şehvet yalaklarında çapraştım, and içip ayna kırdım doğadan bir vahiy bekledimse boşuna baktım akşam herkesin kabul ettiği kadar akşamdı hiç bir meşru yanı kalmamıştı hayatımın.
Sözlerimin anlamı beni ürkütüyor böylesine hazırlıklı değilim daha. Bilmek. Bu da ürkütüyor. Gene de biliyorum: Kapanmaz yağmurun açtığı yaralar çocuklarda.
Bazıları acıyla yoğrulur. Yerinin cennet olması içindir belkide... Nur, ilk solukla son soluk arasında olsundur. Hazzın hak edilmeyişinde hayır vardır. Çünkü olanda hayır vardır... Çünkü haz, nefsin şeytana göz kırpmasına nedendir...
Acınız, anlayışınızı saklayan kabugun kırılışıdır..Nasil bir meyvenin çekirdegi, kalbi Güneş'i görebilsin diye kabuğunu kırmak zorundaysa, siz de acıyı bilmelisiniz.Ve eger kalbinizi, yasamınızın günlük mucizelerini,hayranlıkla izlemek üzere açarsanız, acınızın, neşenizden hiç de daha az harikulade olmadığını göreceksiniz; Ve kırlarınızın üstünden mevsimlerin geçisini kabul ettiginiz gibi,aynı dogallıkla, kalbinizin mevsimlerini de onaylıyacaksınız.
Gercek acı ağlatmaz.Yer,bitirir,öldürür belki ama asla ağlatmaz.Donuk bakışlı,buz gibi bir insan yaratır sadece.Yasayamadıkları için pişman olan,kurduğu hayaller için pişman olan bir hayalet yaratır gercek acı.Ölüm ile yasam arasına sıkışıp kalmış,sahte gülümsemeyi marifet saymış, çok istesede ağlayamamış, hayat dolu ama ölümü isteyen,özleyen umutsuz bir ruh sunar gercek acı…
Ben hayatımda böyle bir şey okumadım. İçim oyuldu. Bittim. Öldüm. Alya, 'Anne neden ağlıyorsun? ' dedi, cevap veremedim. Okuyunca sizin de ağlayacağınızdan eminim. H.Y.’ye başsağlığı ve sabır diliyorum. Başka da ne denir bilemiyorum. Evlat acısı hiçbir şeye benzemiyor... İlk defa bugün yazmak istedim. Ve acımı sizinle paylaşmak istedim. Belki de anneliği çok yoğun yaşadığınız için sizi kendime yakın hissettim. Belki de tanımadığım, tanışma ihtimalimin de olmadığı birinin bu hikáyeyi bilmesini istedim... İnsan, bir yığın duygusuyla yüzleşir yaşamı boyunca. Öfkesiyle, kıskançlığıyla, sevgisiyle, hırsıyla... Ama insan, yaşadığı en büyük acıyla nasıl yüzleşebilir ki? Bilmiyorum, deneyeceğim. Sadece deneyeceğim...
* * *
13 Ocak 1990, saat 18.00. Doğum sancılarım başladığımda sırtım ikiye ayrılıyordu sanki. Teyzem demişti ki bana: 'Önce bir fırtına kopacak. Her yer toz duman. Göz gözü görmeyecek. Ardından öyle bir güneş doğacak ki... Gözlerin kamaşacak. Müthiş bir dinginlik yaşayacaksın! ' Allah’ım bu kadın, kesin diğer hayatında filozoftu! Bir doğum, bu kadar mı güzel tarif edilir... Aynen dediği gibi oldu... Saat 21.15’te önce kıyamet koptu. Ardından... Ardından, öyle bir güneş doğdu ki, böyle bir rahatlama duygusu yok... Sanki içim boşalıyor... Bedenim kuş gibi hafifliyor... Ve... Ve kapkara bir şey... Hiçbir şeye benzemiyor. Bir de doğar doğmaz, tepetaklak doktorun elinde dururken üstüme işemesin mi? O zamanlar ultrason falan yok... Doktor, habire karnıma huni gibi bir şey koyuyor, kalp atışını dinliyoruz... At koşuyor gibi... Dıgıdık dıgıdık... Bir hızlı atıyor, heyecandan geberiyoruz. Ama nedense hep ona Osman diyoruz... Pazar günleri kayınvalidem aranıyor, 'Anne ya Osman’ın canı yine pişi istedi! ' Ya da Osman, gecenin bir vakti çilekli pasta istiyor! Taa ki işgüzar doktor eşime, 'Aşermek diye bir şey yok. Tamamen psikolojik' diyene kadar... Adam jinekolog değil de, sosyolog sanki! Hamileyken habire dergi, kitap karıştırıyorum. Doğar doğmaz anne göğsüne konan bebek, diğerlerine göre daha kısa sürede annesini tanırmış... Muhteşem, ilk temas... O zamanlar sezaryen furyası daha yok. Ama özel hastanede bayılarak doğum yapmak moda. Özel hastanede doğurunca, bütün sülale, cümbür cemaat odada. Sancılar hep birlikte sayılıyor. Doğuma yakın markaj yani. Ben de özel hastanede doğuracağım ama bayılmayacağım. Aynı okuduğum gibi, önce benim göğsüme gelecek. Geceliğim sıyrılıyor... Ve o şey, benim koca memelerimin üzerinde... Ben şokta... Bu arada doktor dikiş atıyor... Ama umurumda değil... Acayip bir şey... Yumuk gözlü... Çipil çipil... Küçücük... O küçücük şey, sarıp sarmalanıyor. Gelen çocuk doktoru, şöyle bir alelade bakıyor: 'Sorun yok, çok sağlıklı! ' Ama içime hiç sinmiyor. Ben yorgun, o yorgun. Ve o küçücük şey, sabaha kadar inliyor... Evimizde ilk gece... Oturma odasında yatıyoruz... Kış, hava çok soğuk... Lok lok ses çıkaran gaz sobası... Bebek, karyolasında... Biz çekyatta... Yüzümüz bebeğe dönük... Babası arkamdan kafasını uzatmış, sadece onu seyrediyoruz... O şey, uyuyor... Mırıldanıyor... Memelerim şişiyor, uçları acıyor... Bir de dikişlerimin acısı... Ama o şey, müthiş... Kucağıma alınca transa geçiyorum, içim çekiliyor sanki...
* * * 13 Ocak 2008. O şey, artık 18’ini dolduruyor. Kocaman bir adam 1.90 boyunda, 90 kilo, 46 numara ayakkabı giyiyor... Bir heyecanlı, bir heyecanlı... Ben mutfakta kendimi paralıyorum... İki de bir yanımda... Hep aç ya... Sadece dayısıyla neredeyse bir koyunu mangalda yedikten sonra 'İlk defa doydum' diyor, '18 yıl boyunca! ' '18 dolunca hep böyle olur insan' diyorum, 'Ama yarın bugünden farklı olmayacak! ' Acayip bozuluyor... Akşam dedesi, doğum günü parasını iki kat verince havalara uçuyor. Bir de günlerce kafa yorup aldığım gümüş bilekliği takınca...
* * * 09 Şubat 2008. Yine transa geçiyorum... Yine içim çekiliyor sanki... Sedyedeyim... Bir yığın insan gelip gidiyor... Elimde bırakmadığım torba... İçinde temiz eşofman altı, boxer ve çorap var... Ama hiç bırakmıyorum... Bir bakıyorum yanımdaki sedyede kayınvalidem... Babası ve kardeşi nerede? Ortalıkta yoklar. Uğultulu bir anons: 'Kaan Y.’nin yakınları danışmaya...' Bir şey mi isteyecekler acaba? Bir ilaç mı lazım oldu? Kimse yanımda yok... Kalkıyorum... Elimde yine torbam... Koridoru dönünce karşılaşıyorum... Birileriyle... Tekrar bir yere yatırıyorlar... Başımda bir yığın kafa. 'N’olur söyleyin, ne oldu? ' Tek kelime: 'Kaybettik.' Neyi kaybettik? Uğulduyor kulaklarım... Yine içim çekiliyor... Doktorun elini sıkıyorum, 'Neden, neden daha çok uğraşmadınız? ' diyorum. 'İnanın çok uğraştık' diyor. 'Benim de bir oğlum var. Ama... Söz, sizi götüreceğim ona...'
* * * Bir yatakta... Üzerinde, inatla giydiği babasının eski, mavi kadife kazağı... Kolları kısalmış, sökülmüş... Altında gri eşofman altı... Gözleri kapalı... Uzun, kıvrık kirpikleri, alnındaki siyah noktaları... Dudaklarının kenarı hafif mor gibi... Sadece uyuyor. Dışarıda bir yığın insan... Hepsi bana bakıyor yerde sürünürken... Kardeşi ağlıyor, babası ağlıyor, dayısı, herkes... Kendi yatağımdayım... Hep tavana bakıyorum... Bembeyaz tavan... İçim delinmiş sanki. Hep uyumak istiyorum... İçimden bir şey çıkmış gitmiş, kocaman deliği kalmış sadece. Ertesi gün yine görüyorum... Oğlumu... Bembeyaz, sıcacık yanakları... Gülsuyu kokuyor... Saçlarını taramışlar... Yine uyuyor... Dudak kenarları da artık mor değil. Gümüş bilekliği babasının kolunda... Ben yine hep havaya bakıyorum... Bir yığın insan... Hepsini tanıyorum... Yine de havaya bakıyorum... Bir divanda arkası dönük yatarken görüyorum... Cep telefonundan mesaj çekiyor, 'Ben yaşıyorum! ' Bir sevinç bende: 'Ben size demedim mi? ' Yine yatarken görüyorum... Uyanıyor birdenbire... Hemen mutfağa koşuyorum şekerli süt ısıtmak için... Bu sefer yattığı yerden çıkıyor... Ayağında lacivert şort ve bir tişört... Yine çok seviniyorum... 'Ben size demedim mi? ' Babası kucağına alıyor, ayaklarına taş batmasın diye... Koşuyoruz kaçırıyoruz onu... Ben hep 'Karnın acıkmadı mı bunca zamandır? ' diyorum... Ayşe ARMAN
tarif edilmesi çok zor. sahi, beyin mi yapıyor bütün bunları? unutmak istediğiniz şeyi sürekli size hatırlatıyor. ağrı gibi değil. ondan kat kat kötü...
...cevapsızlık da kendine göre bir sorundur. bunu biliyorum. ama bir çaresizlikle ellerini kucağına koyarsın. başın önünde beklemeye başlarsın. oysa her soruyu ilk kez görüyormuş gibi titreyerek karşılamak gerçekten yorucudur ve bir süre sonra da ürkütücü. her seferinde ruhundan bir parça daha kopar. ve sonra bir tane daha. çatlaklardan sızan şey seni insandan başka ne olunuyorsa o yapmaya yeter de artar bile...
acı önemli bir nesne. ve onu kutsayanlar, lânetleyenler olduğu gibi benimkine benzer kaliteli tecessüslerle inceleyenler de var. ama elbette sadece dışarıdan. hâlbuki hissedilen, kendini laboratuarda ele vermez. olay mahallinde, ok yaydan çıkmışken, çığ büyürken, aklıma gelmeyen o diğer atasözleri, deyimler size hangi fotoğrafları gösteriyorsa, orada, o zamanda, kendini anlatmaya başlar. nefret, korku, pişmanlık, merhamet... acı öyle güzel babalık yapar ki bunlara, hangisi iyiden yana, hangisi kötüden, kestiremezsin bile...
İnsanın mahiyetini anlayamadığı şeylere verdiği isim....
Türünün zenginliği açısından zıttından daha dolgundur.
ACı
Acıma acıyan yürek yaşını
Serperek, harını çoğaltmışsın, vay! ..
Acıma! .. Sen de vur! .. Al git başını!
“Hiç tanımadım...” de, beni yoktan say!
Karanlıklarımı yararcasına
Bağrına basarak sararcasına
Tüm kemiklerimi kırarcasına
Üstüme gelmekten usan artık, cay! ..
Kalbim sıkışıyor; çatma, kaşını!
Çatlattım, sabrımla sabır taşını! ..
Anlayamıyorum, bu telâşını
Sakin ol, ruhuma bir ferahlık yay!
Ayakta pranga, bilekte demir…
Demire hükmeden, hep aynı Emir…
Yeter ki: “Ol! ..” desin, buyursun emir! ..
Kararı veren O! .. Hâkim, Kayyum, Hay! ..
O Nur olmasaydı, yoktu tesellim! ..
Yoktu, tek bir umut, dumandı hâlim! ..
Kırılsın, imzayı atan şu elim! ..
Kahrolacağıma yok olsaydım, hay! ..
Kahrolacağıma yok olsaydım, hay! ..
Onur Bilge
http://www.antoloji.com/siir/siir/siir_SQL.asp? sair=42021&siir=636408&order=oto
İnkişaf-ı mahiyeti kah hine-i tebessümde kah hine-i istihzada kah hine-i aşkta kah hine-i hubta ve saire vudud bulan ezvar-ı hissiyyatta cirit atarak terennüm eden, seciyyat-ı beşerin rukunlarından olan, yekvucudleuğuyla taksimatı kabul etmeyen.
biz eski bilgeleriz, işaret gösterilenler
bilinmeyen krallığından unutulmuş olanlar
isimsiz, izsiz, ölümle battık
ve zamanın kitabında isimlerimizin yeri boş
pentagram
acı 'engellenmiş isteklerdir' veya 'kötürümleştirilmiş hayattır'
Onsuz hayatın sürmesi mümkün değil çünkü hayatımızın bir ya da birçok döneminde bir şekilde karşımıza çıkıyor.Acı gerçekten insanı olgunlaştırıyor diye düşünüyorum.
Yaşamdaki acılarda tuz gibidir, ne azdır,nede çok. Acının miktarı hep aynıdır.Ancak bu acının şiddeti, neyin içine konulduğuna bağlıdır. Acı olduğunda yapman gereken şey acı veren şeyle ilgili hislerini genişletmektir. Onun için bardak bardak olmayı bırak, göl almaya çalış.........
Kalbin taraçalarına düşen yağmurlar gibidir acı. Yağdıkça, kalbin toprağına gömülü tohumları uyandırır, vahşi çiçekler açtırır göğsünde. Değil mi ki, toprağın en çok yaralı olduğu yerde açar en güzel güller; sen de acının yarasına aç göğsünü. Yaralanmaya razı olmazsan, tohumlara beşiklik edemezsin, kazılıp karılmayı göze almazsan ekinlere annelik edemezsin.
Senai Demirci
Bir hikâyede okumuştum, sol yanım acıyor anne diyordu! ,
İşte öyle acıyor benim sol yanım!
Çıkmaza girmiş bir hayat hikâyesi benimkisi, kaçtıkça içine düşen, hayalleri yıkılan bir çocuk misali,
işte öyle acıyor benim sol yanım,
anlamsız bakıyor gözlerim boşluğa, sanki birini bekler gibi,
ama ne gelen var ne giden, uzattım ellerimi semaya belki bir gören olur diye, içim buruk, kalbim kırık, gözlerim yaşlı,
işte böyle acıyorr benim sol yanım, çareyi bilip ama çaresiz olmak, karanlık bir kuyunun en dibinde kalmak,
imkânsız olan aşklar gibi,
işte öyle acıyor benim sol yanım.
Coşkuyu yitirmiş, sevgiden yoksun kalmış, şefkate muhtaç, tek başına bir kardelen çiçeği gibi,
işte öyle acıyor benim sol yanım.
Mutlu olurum sevenleri görünce, dalar giderim boşluğa,
hüzün çöker tüm benliğime, başım yana eğilir bakarım öylece, gözlerimden inen yaşı durduramam,
işte öyle yanıyor benim sol yanım.
'tanrı bizi bir heykeltraş misali yontuyor, biraz daha incelmemiz ve güzelleşmemiz için vurduğu çekiç darbeleridir acı'
acı::: sevgilinin giderken arkasından bıraktığı yegane şeydir...
bazen acı dinmez, bazende yağmur.....
Aşkın diğer adı olsa gerek...
buyutmeyin bu kadar.. bırakın isotu en ucuz pul bibere bakar :)
var olusumuz sebebıyle hıssetmemız gereken hıslerımız(en temel hıssımız) düşüncede acıyla karıstırmayalım aslında aynı acıdır ama sadece düşünürüz hissedemeyiz
schopenhauer,nietzsche,cioran ın üzerine kafa patlattığı en önemli konu...acı üzerinde yaptıkları tanımda hemen hemen hemfikir sayılırlar...hemfikir oldukları tanım: ' her insanın yaşamak zorunda olduğu bir süreç olduğudur bu kaçınılmazdır ve süreçten kasıtları kişinin bütün ömrüdür'...
Acılar, insanı gördüğü kabustan tekmeyle uyandırmaya çalışan adama benzer.
.ACı
Acıma acıyan yürek yaşını
Serperek, harını çoğaltmışsın, vay! ..
Acıma! .. Sen de vur! .. Al git başını!
“Hiç tanımadım...” de, beni yoktan say!
Karanlıklarımı yararcasına
Bağrına basarak sararcasına
Tüm kemiklerimi kırarcasına
Üstüme gelmekten usan artık, cay! ..
Kalbim sıkışıyor; çatma, kaşını!
Çatlattım, sabrımla sabır taşını! ..
Anlayamıyorum, bu telâşını
Sakin ol, ruhuma bir ferahlık yay!
Ayakta pranga, bilekte demir…
Demire hükmeden, hep aynı Emir…
Yeter ki: “Ol! ..” desin, buyursun emir! ..
Kararı veren O! .. Hâkim, Kayyum, Hay! ..
O Nur olmasaydı, yoktu tesellim! ..
Yoktu, tek bir umut, dumandı hâlim! ..
Kırılsın, imzayı atan şu elim! ..
Kahrolacağıma yok olsaydım, hay! ..
Kahrolacağıma yok olsaydım, hay! ..
Onur Bilge
http://www.antoloji.com/siir/siir/siir_SQL.asp? sair=42021&siir=636408&order=oto
İlk sayfadaki 4. şiir...
Çözülmüş Bir Sırrın Üzüntüsü
Yaşamaktan öte özür bulamayınca aşka
sonuçları bir bir gözden geçiriyorum
pulluklarla devrilen toprağın ıslaklığındaki can
madenlerin buharından elde edilen büyü
bazı yasak kitapların verdiği dinç duygular
nelerse ki yaşamak sözünü asi kılan
nelerse ki lekesiz, umutlu ve budala.
Denedim. Soğuk sular dökünüp fırladım sokaklara
sorular sordum nice kara sıfatları üstüme alaraktan
ipte boynum, ağzım şehvet yalaklarında
çapraştım, and içip ayna kırdım
doğadan bir vahiy bekledimse boşuna
baktım akşam herkesin kabul ettiği kadar akşamdı
hiç bir meşru yanı kalmamıştı hayatımın.
Sözlerimin anlamı beni ürkütüyor
böylesine hazırlıklı değilim daha.
Bilmek. Bu da ürkütüyor. Gene de biliyorum:
Kapanmaz yağmurun açtığı yaralar çocuklarda.
İsmet Özel
anlatilmaz YASANIR ancak kimse kimsenin acisini yasayamaz, ates dustugu yeri yakar...
yüreği yakıp kavurdukça sızısı hiç bitmeyen bir his....
Bazıları acıyla yoğrulur. Yerinin cennet olması içindir belkide... Nur, ilk solukla son soluk arasında olsundur. Hazzın hak edilmeyişinde hayır vardır. Çünkü olanda hayır vardır... Çünkü haz, nefsin şeytana göz kırpmasına nedendir...
Acınız, anlayışınızı saklayan kabugun kırılışıdır..Nasil bir meyvenin çekirdegi, kalbi Güneş'i görebilsin diye kabuğunu kırmak zorundaysa, siz de acıyı bilmelisiniz.Ve eger kalbinizi, yasamınızın günlük mucizelerini,hayranlıkla izlemek üzere açarsanız, acınızın, neşenizden
hiç de daha az harikulade olmadığını göreceksiniz; Ve kırlarınızın üstünden mevsimlerin geçisini kabul ettiginiz gibi,aynı dogallıkla, kalbinizin mevsimlerini de onaylıyacaksınız.
Gercek acı ağlatmaz.Yer,bitirir,öldürür belki ama asla ağlatmaz.Donuk bakışlı,buz gibi bir insan yaratır sadece.Yasayamadıkları için pişman olan,kurduğu hayaller için pişman olan bir hayalet yaratır gercek acı.Ölüm ile yasam arasına sıkışıp kalmış,sahte gülümsemeyi marifet saymış, çok istesede ağlayamamış, hayat dolu ama ölümü isteyen,özleyen umutsuz bir ruh sunar gercek acı…
Ben hayatımda böyle bir şey okumadım.
İçim oyuldu.
Bittim.
Öldüm. Alya, 'Anne neden ağlıyorsun? ' dedi, cevap veremedim.
Okuyunca sizin de ağlayacağınızdan eminim. H.Y.’ye başsağlığı ve sabır diliyorum.
Başka da ne denir bilemiyorum.
Evlat acısı hiçbir şeye benzemiyor...
İlk defa bugün yazmak istedim.
Ve acımı sizinle paylaşmak istedim.
Belki de anneliği çok yoğun yaşadığınız için sizi kendime yakın hissettim.
Belki de tanımadığım, tanışma ihtimalimin de olmadığı birinin bu hikáyeyi bilmesini istedim...
İnsan, bir yığın duygusuyla yüzleşir yaşamı boyunca.
Öfkesiyle, kıskançlığıyla, sevgisiyle, hırsıyla...
Ama insan, yaşadığı en büyük acıyla nasıl yüzleşebilir ki?
Bilmiyorum, deneyeceğim. Sadece deneyeceğim...
* * *
13 Ocak 1990, saat 18.00.
Doğum sancılarım başladığımda sırtım ikiye ayrılıyordu sanki.
Teyzem demişti ki bana: 'Önce bir fırtına kopacak.
Her yer toz duman. Göz gözü görmeyecek. Ardından öyle bir güneş doğacak ki...
Gözlerin kamaşacak.
Müthiş bir dinginlik yaşayacaksın! '
Allah’ım bu kadın, kesin diğer hayatında filozoftu!
Bir doğum, bu kadar mı güzel tarif edilir...
Aynen dediği gibi oldu...
Saat 21.15’te önce kıyamet koptu.
Ardından...
Ardından, öyle bir güneş doğdu ki, böyle bir rahatlama duygusu yok...
Sanki içim boşalıyor...
Bedenim kuş gibi hafifliyor...
Ve...
Ve kapkara bir şey...
Hiçbir şeye benzemiyor.
Bir de doğar doğmaz, tepetaklak doktorun elinde dururken üstüme işemesin mi?
O zamanlar ultrason falan yok...
Doktor, habire karnıma huni gibi bir şey koyuyor, kalp atışını dinliyoruz...
At koşuyor gibi...
Dıgıdık dıgıdık...
Bir hızlı atıyor, heyecandan geberiyoruz.
Ama nedense hep ona Osman diyoruz...
Pazar günleri kayınvalidem aranıyor, 'Anne ya Osman’ın canı yine pişi istedi! ' Ya da Osman, gecenin bir vakti çilekli pasta istiyor!
Taa ki işgüzar doktor eşime, 'Aşermek diye bir şey yok. Tamamen psikolojik' diyene kadar...
Adam jinekolog değil de, sosyolog sanki!
Hamileyken habire dergi, kitap karıştırıyorum.
Doğar doğmaz anne göğsüne konan bebek, diğerlerine göre daha kısa sürede annesini tanırmış...
Muhteşem, ilk temas...
O zamanlar sezaryen furyası daha yok.
Ama özel hastanede bayılarak doğum yapmak moda.
Özel hastanede doğurunca, bütün sülale, cümbür cemaat odada.
Sancılar hep birlikte sayılıyor.
Doğuma yakın markaj yani.
Ben de özel hastanede doğuracağım ama bayılmayacağım.
Aynı okuduğum gibi, önce benim göğsüme gelecek.
Geceliğim sıyrılıyor...
Ve o şey, benim koca memelerimin üzerinde...
Ben şokta...
Bu arada doktor dikiş atıyor...
Ama umurumda değil...
Acayip bir şey...
Yumuk gözlü...
Çipil çipil...
Küçücük...
O küçücük şey, sarıp sarmalanıyor.
Gelen çocuk doktoru, şöyle bir alelade bakıyor: 'Sorun yok, çok sağlıklı! ' Ama içime hiç sinmiyor.
Ben yorgun, o yorgun.
Ve o küçücük şey, sabaha kadar inliyor...
Evimizde ilk gece...
Oturma odasında yatıyoruz...
Kış, hava çok soğuk...
Lok lok ses çıkaran gaz sobası...
Bebek, karyolasında...
Biz çekyatta...
Yüzümüz bebeğe dönük...
Babası arkamdan kafasını uzatmış, sadece onu seyrediyoruz...
O şey, uyuyor...
Mırıldanıyor...
Memelerim şişiyor, uçları acıyor...
Bir de dikişlerimin acısı...
Ama o şey, müthiş...
Kucağıma alınca transa geçiyorum, içim çekiliyor sanki...
* * *
13 Ocak 2008.
O şey, artık 18’ini dolduruyor.
Kocaman bir adam 1.90 boyunda, 90 kilo, 46 numara ayakkabı giyiyor...
Bir heyecanlı, bir heyecanlı...
Ben mutfakta kendimi paralıyorum...
İki de bir yanımda...
Hep aç ya...
Sadece dayısıyla neredeyse bir koyunu mangalda yedikten sonra 'İlk defa doydum' diyor, '18 yıl boyunca! '
'18 dolunca hep böyle olur insan' diyorum, 'Ama yarın bugünden farklı olmayacak! '
Acayip bozuluyor...
Akşam dedesi, doğum günü parasını iki kat verince havalara uçuyor.
Bir de günlerce kafa yorup aldığım gümüş bilekliği takınca...
* * *
09 Şubat 2008.
Yine transa geçiyorum...
Yine içim çekiliyor sanki...
Sedyedeyim...
Bir yığın insan gelip gidiyor...
Elimde bırakmadığım torba...
İçinde temiz eşofman altı, boxer ve çorap var...
Ama hiç bırakmıyorum...
Bir bakıyorum yanımdaki sedyede kayınvalidem...
Babası ve kardeşi nerede?
Ortalıkta yoklar.
Uğultulu bir anons: 'Kaan Y.’nin yakınları danışmaya...'
Bir şey mi isteyecekler acaba? Bir ilaç mı lazım oldu?
Kimse yanımda yok...
Kalkıyorum...
Elimde yine torbam...
Koridoru dönünce karşılaşıyorum...
Birileriyle...
Tekrar bir yere yatırıyorlar...
Başımda bir yığın kafa.
'N’olur söyleyin, ne oldu? '
Tek kelime: 'Kaybettik.'
Neyi kaybettik?
Uğulduyor kulaklarım...
Yine içim çekiliyor...
Doktorun elini sıkıyorum, 'Neden, neden daha çok uğraşmadınız? ' diyorum.
'İnanın çok uğraştık' diyor. 'Benim de bir oğlum var. Ama... Söz, sizi götüreceğim ona...'
* * *
Bir yatakta...
Üzerinde, inatla giydiği babasının eski, mavi kadife kazağı...
Kolları kısalmış, sökülmüş...
Altında gri eşofman altı...
Gözleri kapalı...
Uzun, kıvrık kirpikleri, alnındaki siyah noktaları...
Dudaklarının kenarı hafif mor gibi...
Sadece uyuyor.
Dışarıda bir yığın insan...
Hepsi bana bakıyor yerde sürünürken...
Kardeşi ağlıyor, babası ağlıyor, dayısı, herkes...
Kendi yatağımdayım...
Hep tavana bakıyorum...
Bembeyaz tavan...
İçim delinmiş sanki.
Hep uyumak istiyorum...
İçimden bir şey çıkmış gitmiş, kocaman deliği kalmış sadece.
Ertesi gün yine görüyorum...
Oğlumu...
Bembeyaz, sıcacık yanakları...
Gülsuyu kokuyor...
Saçlarını taramışlar...
Yine uyuyor...
Dudak kenarları da artık mor değil.
Gümüş bilekliği babasının kolunda...
Ben yine hep havaya bakıyorum...
Bir yığın insan...
Hepsini tanıyorum...
Yine de havaya bakıyorum...
Bir divanda arkası dönük yatarken görüyorum...
Cep telefonundan mesaj çekiyor, 'Ben yaşıyorum! ' Bir sevinç bende: 'Ben size demedim mi? '
Yine yatarken görüyorum...
Uyanıyor birdenbire...
Hemen mutfağa koşuyorum şekerli süt ısıtmak için...
Bu sefer yattığı yerden çıkıyor...
Ayağında lacivert şort ve bir tişört...
Yine çok seviniyorum... 'Ben size demedim mi? ' Babası kucağına alıyor, ayaklarına taş batmasın diye...
Koşuyoruz kaçırıyoruz onu...
Ben hep 'Karnın acıkmadı mı bunca zamandır? ' diyorum...
Ayşe ARMAN
Acı, bilgidir.
Byron
Ölüyüm çoktan, bir baksana gözlerime
Gör, içindeki o kanlı cam kırıklarını
Bu ne karanlık, bu ne zindan gece böyle
Bütün gemiler söndürmüş ışıklarını
Ümit Yaşar OĞUZCAN
tarif edilmesi çok zor. sahi, beyin mi yapıyor bütün bunları? unutmak istediğiniz şeyi sürekli size hatırlatıyor. ağrı gibi değil. ondan kat kat kötü...
...cevapsızlık da kendine göre bir sorundur. bunu biliyorum. ama bir çaresizlikle ellerini kucağına koyarsın. başın önünde beklemeye başlarsın. oysa her soruyu ilk kez görüyormuş gibi titreyerek karşılamak gerçekten yorucudur ve bir süre sonra da ürkütücü. her seferinde ruhundan bir parça daha kopar. ve sonra bir tane daha. çatlaklardan sızan şey seni insandan başka ne olunuyorsa o yapmaya yeter de artar bile...
acı önemli bir nesne. ve onu kutsayanlar, lânetleyenler olduğu gibi benimkine benzer kaliteli tecessüslerle inceleyenler de var. ama elbette sadece dışarıdan. hâlbuki hissedilen, kendini laboratuarda ele vermez. olay mahallinde, ok yaydan çıkmışken, çığ büyürken, aklıma gelmeyen o diğer atasözleri, deyimler size hangi fotoğrafları gösteriyorsa, orada, o zamanda, kendini anlatmaya başlar. nefret, korku, pişmanlık, merhamet... acı öyle güzel babalık yapar ki bunlara, hangisi iyiden yana, hangisi kötüden, kestiremezsin bile...