Kültür Sanat Edebiyat Şiir

estetik sizce ne demek, estetik size neyi çağrıştırıyor?

estetik terimi Ultimate tarafından tarihinde eklendi

  • Gökhan Oflazoğlu
    Gökhan Oflazoğlu

    Damıtılmış görü, bağlantının nesnede bağlantısızlaşarak can kuruşu, geçişgenliğin kurucu unsuru, ruhsallık ve nesnellik içiçeliğinin kendilik sıçrayışı, nereye istersen götür, dükkan senini.

  • Lââ Lemân
    Lââ Lemân

    Yaratılışta eksiklik görenlerin mükemmellikleri nereden geliyor acaba?

  • Su Gökbakar
    Su Gökbakar

    Bir kere denendiğinde tâbir- i câizse bünyede narkotik etki şeklinde psikolojik bir hasar yaratan ameliyat türü.Özellikle kadınlarda başlayan bu tatminsizlikten kaynaklanan psikolojik sorunların, durumun estetik kaygısından daha vahim olduğunu gösterir.Burda bahsedilen herhangi bir deformasyon ya da travma sonucunda yüzün genel bütünlüğünün tamiratı için yapılan estetik ameliyatlar değil elbet. Lâkin, masumca yapılan bir göğüs silikonu ameliyatıyla bu ilk kanını akıtan estetik doyumSUzu kişimiz, devamında dudak silikonu, kaş kaldırma, yüz gerdirme, burun düzeltme, yağ aldırma vs.. gibi atraksiyonlarda da bulunmaktan inanın kaçınmayacaktır. sentetik, selulozik android şeklinde bir insan türü geliyor hızla.Ateşle yaklaşmayın, patlayabilirler! !

  • Merkan Esen
    Merkan Esen

    Bir arkadaş tutturmuş ille burnumu yaptıracam diyor.Yav diyorsun elleme bak bu sana çok yakışıyor.Yooo tutturmuş değiştirecem.Yahu arabanın farı değilki bu eskisini söküp yenisini takasın.
    Allallaaaaaa estetik çıktı orjinalite bozuldu vesselam

  • Nihade Sıfır
    Nihade Sıfır

    Estetik, irfanla zevk-i selimin inzimamından doğar.

  • Oznur Goksu
    Oznur Goksu

    Estetik, insanın aklına sadece ameliyatlarıyla yer etmiş bir kelimedir. Aslı güzellik kavramını inceleyen bilim dalıdır. Kelime olarak duyum, duyulur algı anlamına gelir. Yunancada da hissetmek demektir.

  • Pelin Karatas
    Pelin Karatas

    AJDA pekkan ve DENIZ akkaya

  • Mustafa Nihat Malkoç
    Mustafa Nihat Malkoç

    İSLAMDA ESTETİK VE MEKÂN TASAVVURU

    M.NİHAT MALKOÇ


    Sanatın oluşumunda yaşama biçiminin ve inançların rolü büyüktür. Hak olsun, batıl olsun her inanç, kendisine tabi olan fertlerin maddi ve manevi hayatını şekillendirmiştir. Bunu uzak ve yakın çevremize göz atınca rahatça görebiliriz. Etrafımızdaki mimari eserlere bakınca orada yaşayan insanların inanç ve duygu coğrafyaları hakkında bilgi sahibi olabiliyoruz.

    İnanç sistemleri belli bir estetik kaygıyı da beraberinde getiriyor. Estetik; hayatın göze ve gönle akan, görünen yüzüdür. Zira estetik, bakış açısı ve algılama biçimidir. Onun içindir ki bütün medeniyetlere bir estetik kurgu hâkimdir. İslam kültüründe estetik ‘İlm-ül Cemal’ kavramıyla karşılanır. Osmanlıca’da buna “bediiyyat” denmektedir. Bizde ve diğer İslam ülkelerinde Müslüman toplumların ürettikleri güzellikler estetiğin kapsamını teşkil eder.

    Bazı kesimler İslam’ın sanata bakışını sorgulamışlar, meseleye dar çerçeveden baktıkları için de bu inancın sanata yaklaşımını yargılamışlardır. Onların en büyük kıstasları İslam’ın resim ve heykele karşı takındığı olumsuz tavırdır. Gerçekten de İslamiyet insan suretinin resmedilmesine ve heykelinin yapılmasına pek olumlu bakmamış, bunu uygun görmemiştir. Bunun en mühim sebebi ise şirke temayül riskidir. Onun içindir ki Müslümanlar arasında bu sahada yetişmiş fazla bir sanatkâr ve sanat eserleri yoktur. Sadece bunu ölçü alarak İslam’ın sanata bakışını yargılamak iyi niyetli bir yaklaşım değildir. Bu durum Müslümanların hiçbir zaman sanata kayıtsız kaldığını göstermez.

    İslam her bakımdan güzellik dinidir. Allah’ın sıfatlarından birisi de ‘Cemil’dir. Aslında en büyük sanatkâr Allah’tır. Onun yarattıklarındaki sanatı hiçbir kul vücuda getirememiştir, bundan sonra da getirmeye muktedir olamayacaktır. Rabbimiz bir ayetinde mahlûkatındaki eşsiz güzelliğe dair şöyle buyurmaktadır: “Allah yarattığı her şeyi güzel yaratandır.”(Secde 32/7) Yüce Allah yarattıklarında güzelliği ve zerafeti hikmetle buluşturmuş, bu iki unsur arasında eşsiz bir bütünlük sağlamıştır. Kâinata, gökyüzüne, yeryüzüne, dağlara, denizlere, ovalara, vadilere baktığımızda, bu zerafetin, uyumun, hatta kusursuzluğun bütün boyutlarını açıkça görebiliriz.

    “Allah güzeldir, güzeli sever” hadisi İslam’ın güzellik anlayışını özetlemektedir. Fakat bu inanç sistemi, güzelliği sadelikle buluşturmayı esas almıştır. İnsanoğlu yaratılışa dair sanat ve hüner arıyorsa öncelikle aynaya bakması gerekli ve yeterlidir. Çünkü gerçek sanat, insanın dışa açılan penceresi olan suretinde bütün çıplaklığıyla teşhir edilmiştir.

    Her inanç sistemi kendi içinde bir bütünlük arz eder. Bünyesine zararlı gördüğü değerleri dışlar, onların yerine başka değerler koyar. İşte İslamiyet de resim ve heykeli hoş karşılamadığı için onların yerini başka sanatlarla doldurmuştur. Bunun içindir ki İslam’da ağaç ve taş oymacılığı, çini ve yazı sanatı çok gelişmiştir. Bu sahalarda eşsiz sanat eserleri ortaya konulmuştur. Neticede sanat hayatın daima merkezinde yer almıştır.

    İslam dininin sanata getirdiği en büyük yenilik cami mimarisidir. İslamlığın ilk yıllarından, o zamanki haliyle günümüze gelmiş yapı mevcut değildir. Fakat İslam’ın ilk yıllarında gaye, sanat değeri olan yapılar meydana getirmek değildi. Mühim olan ibadetlerin yapılacağı asgari donanımlı mekânlar oluşturmaktı. Fakat bu anlayış ilerleyen yüzyıllarda değişmiştir. Artık sanat göstermek ihtiyaçtan öncelikli hale gelmiştir. Lakin hiçbir zaman israf bataklığına saplanılmamıştır. Çünkü israf inancımızda kesinlikle haramdır.

    İslam sanatı, İslamlığın yayıldığı bütün bölgelerde yöresel üsluplarla kaynaşarak zengin örnekler ortaya koymuştur. İslam ülkelerini dolaşanlar bu coğrafyalardaki camilerin mimari özelliklerindeki üstün nitelikleri görüp onlara hayran kalırlar. Özellikle Türkiye’de Selçuklu ve Osmanlı dönemlerine ait dini eserler orijinal figürler taşır. İslam inanç dairesinde olsalar da bazı ülkelerin sanat motifleri yerel özellikler taşır. Bu çeşitlilik ve özgünlük dağınıklık olarak görülmemiş, aksine İslam sanatının ufkunu olabildiğince genişletmiştir. İslam’ın estetik anlayışı ve mekân tasavvuru her zaman çağın ilerisinde olmuştur.

  • Murat Kalaoğlu
    Murat Kalaoğlu

    Estetik sözcüğü Grekçe 'aisthesis' sözünden gelir. duyum ve algı duyum ve algı anlamına gelir. Güzellik bilimi olarakta bilinen estetiği ilk kez Alexander G. baumgarten 1714-1762 yıllarında 'Aesthetica' adlı yapıtla, temellendirir, konusunu belirler ve bu bilimin sınırlarını çizer.

  • Aydın Aydın
    Aydın Aydın

    Nisa (kadınlar) suresi:

    119. 'Yemin olsun, onları saptıracağım, onları kuruntulara/hurafelere/anlamını bilmeden okumaya mutlaka iteceğim. Onlara mutlaka emir vereceğim de davarların kulaklarını yaracaklar; onlara muhakkak emredeceğim de Allah'ın yaratışını/yarattıklarını değiştirecekler.' Kim Allah'ı bırakıp da şeytanı yandaş edinirse açık bir hüsrana kesinlikle yuvarlanmış olacaktır.

  • Selin Pamuk
    Selin Pamuk

    argoda estetik cerrahi: nip/tuck

  • Düşünmüyorum Yine De Varım
    Düşünmüyorum Yine De Varım

    kötü,çirkin,güsel

  • Ekim Adalı
    Ekim Adalı

    estetik sanattan felsefeye toplum doğa ve evrenle kurduğumuz bütün ilşkilerin ölçütü

  • Nurfer Yıldız
    Nurfer Yıldız

    Doğadaki ve sanattaki 'güzelin' temelini oluşturan özelliklerin aranması sistemidir. Estetik kaygısı olmayanların yaratıcı kaynakları görmesi de mümkün değildir..e zaten böyle adamlar estetik de değildir..

  • Hamza Ressam
    Hamza Ressam

    güzelin bilimi

  • Mustafa Sarıoğlu
    Mustafa Sarıoğlu

    insani bir duygu..

  • Zeynep Yılmaz
    Zeynep Yılmaz

    bazilarina yakisan,bazilarini ise oldugundan daha cirkin gosteren bi teknoloji harikasi

    ama insani psikolojik olarak rahatlaticaksa olunmasi gerekiyo diye dusunuyorum...

  • Gülçin Yilmaz
    Gülçin Yilmaz

    -insanlara bakıp şurasını düzeltirdim bunun diyor musun?
    estetik ceraah olmak isteyen kişi-yoooo....
    -peki ikinci tercihin ne?
    estetik ceraah olmak isteyen kişi-üroloji.
    -böbrek taşı olanlara da size çok yakışıyo almıyam mı diycen?
    estetik ceraah olmak isteyen kişi- :))))
    -yada kalp hastalarına vadeniz yetmiş efendim, takdiri ilahi?
    estetik ceraah olmak isteyen kişi-hayır ya! .. :)))
    -eeee?
    estetik ceraah olmak isteyen kişi-sen çeneni yaptırcaktın di mi bana?
    -biras büyütür, konturumu da düzeltirsin artık...
    estetik ceraah olmak isteyen kişi-ayıldığında ne halde olacağına ben karar verecem ama, elimdesin ;)
    -g.t çene mi yapcan oolum? allah korusun...
    estetik ceraah olmak isteyen kişi-yok, ağır metal takacam :))
    -o zaman iyice düşer ;)

  • Selin Sonsuz
    Selin Sonsuz

    plastik cerrahların kendilerini tanrı gibi görmelerini sağlayan meret...

  • Yakup Şimşek
    Yakup Şimşek

    Uyum, uygunluk, zerafet, yakışılılık...

    Ayrıca sanatı oluşturan temel yapı taşlarının en önemlilerinden biri. Benim olmazsa olmazım ve sadece sanatta değil yaşamımın her alanındaki önceliğim.

  • Düşünmüyorum Yine De Varım
    Düşünmüyorum Yine De Varım

    Rektefe

  • Sezgin Yeşiltaş
    Sezgin Yeşiltaş

    * Değer verdiğimiz ortamlarda kimseyi kırmamak için ettiğimiz dikkat..

    * Narin uyum.

  • Sezgin Yeşiltaş
    Sezgin Yeşiltaş

    Bir gün dişleri çarpık, iri burunlu, koca kulaklı çocuğumuz olduğunda' hanım hanım evlenmedem önce sen hangi ameliyatları yaptırdın bir anlat hele' dememize sebep olacak bir illet..

  • Onur Umut
    Onur Umut

    insanlardan çok hayvanlara yapılması kanaatindeyim....daha şık ve alımlı bir timsah örneğin,o dişleri yontsalar ,naif bir hava verseler..
    insanlar bahçelerine köpek yerine onu koyarlardı sanırım bekçi diye.

  • Bilhan Erden
    Bilhan Erden

    silikon

  • Alp Tanhu
    Alp Tanhu

    bende olmayan şey...

  • Gülçin Yilmaz
    Gülçin Yilmaz

    aşağıdaki arkadaş güzelce yazmış, ben ameliyat kısmına gireceğim. bütün kadınlar birbirine benziyor! ! korkunç.

  • Arthas
    Arthas

    1 SANAT: SOYUTLAMALARIN SOMUTLAŞTIRILMASI

    Bir sanat eserinin ayırt edici karakteristiklerinden biri, hiçbir pratik, maddi amaca hizmet etmemesi, başlı-başına bir amaç olmasıdır. Bir sanat eseri, bir düşünme, tefekkür, tahayyül hali yaratmaktan başka bir amaca hizmet etmez; bu halin zevki, öylesine şiddetli; öylesine derinlemesine kişiseldir ki; insan, bu hali, başka hiçbir amaca araç olmayan bir birincil gibi, başlı-başına yeterli bir deney gibi yaşar; bu hali analiz etmesi istendiğinde, rahatsız olur; böyle bir isteği yerine getirmemekte genellikle direnir; bu öneri, ona, kendi kimliğine, en derin, asli benliğine karşı yapılmış bir saldırı gibi görünür.
    Oysa, hiçbir insan duygusu sebepsiz ve indirgenmez değildir. Sanatın yarattığı şiddetli duygu da, ne sebepsiz olabilir; ne indirgenmez olabilir; ne de, duyguların (dolayısiyle değerlerin) kaynağından, yani yaşayan bir varlık olarak insanın ihtiyaçlarından bağımsız olabilir. Sanatın bir amacı vardır ve insani bir ihtiyacı karşılar; ancak, bu ihtiyaç, maddi bir ihtiyaç değildir: insan bilincinin duyduğu bir ihtiyaçtır. Sanat, insanın hayatta varkalması işiyle kopmaz biçimde bağlantılıdır; ancak, hayatta var kalmanın fiziki veçhesiyle değil; fiziki veçhenin başarısını mümkün kılan öbür veçhesiyle bağlantılıdır: bilincin korunması ve varkalması veçhesi.
    Sanatın kaynağı, insanın bilgilenme yeteneğinin kavramsal olması olgusundadır. Yani, insanın bilgi elde etmek ve faaliyetlerini yönlendirmek için tek tek algılardan değil, soyutlamalardan hareket ettiği gerçeği, sanatın ortaya çıkış sebebidir.
    Sanatın tabiatını ve fonksiyonunu anlamak için, kavramların tabiatı ve fonksiyonu anlaşılmalıdır.
    Bir kavram, spesifik bir(kaç) karakteristiğe göre tecrit edilmiş ve belirli bir tanım altında birleştirilmiş iki veya daha fazla birimi temsil eden bir zihni bütünlüktür. İnsan, algısal materyali kavramlar içinde, kavramları geniş ve daha geniş kavramlar içinde organize ederek, sınırsız miktar bilgiyi, o an verili somutlukların ötesine erişen bir bilgiyi kavrayıp göz önünde tutabilir.
    Kavramlar, verili herhangi bir anda, sırf algısal olan kapasitenin izin vereceğinden çok daha fazla veriyi, insanın bilinçli haberdarlığının menziline getirebilir. İnsanın algısal haberdarlığının menzili -herhangi bir anda işleme alabileceği algıların sayısı- sınırlıdır. Dört veya beş birimi -mesela, beş ağacı- göz önüne getirebilir. Ama, yüz ağacı veya on ışık yılı mesafeyi göz önüne getiremez. Bu tür bilgiyi işleyebilmesi için varolan tek kapasitesi, kavramsal yeteneğidir.
    İnsan, kavramları lisan vasıtasıyla elde tutar. Özel isimler hariç, kullandığımız her kelime, bir kavramı temsil eder; yani, sınırsız sayıda belirli bir tür somutluk yerine geçer. Matematikte (eksi sonsuzdan artı sonsuza) kullanılan bir sayı dizisi gibi; bir kavram da, her iki yönü açık bir dizidir ve o kavramla işaret edilen o özel tür birimlerin hepsini içerir. Mesela, 'insan' kavramı, halen yaşayan, geçmişte yaşamış, gelecekte yaşayacak bütün insanları içerir; bu, o kadar büyük sayıda insandır ki, onları incelemek ve haklarında birşey keşfetmek bir yana, hepsinin görsel olarak algılanması bile imkansızdır.
    Lisan, soyutlamaları (kavramları) , somutluklara dönüştürme -veya daha dakik terimlerle söylenirse: soyutlamaları, somutlukların psiko-epistemolojik eşdeğerlerine dönüştürerek, uğraşılacak spesifik birimlerin sayısını azaltma- psiko-epistemolojik fonksiyonunu ifa eden görsel-işitsel bir semboller sistemidir. (Psiko-epistemoloji, insanın öğrenme süreçlerinin, bilinçli zihin ile bilinç-altının otomatik fonksiyonları arasındaki etkileşim açısından incelenmesidir.)
    Bir çocuğun konuşmasından, bir bilim adamının konferansına kadar, herhangi bir yerde geçen bir cümledeki muazzam kavramsal bütünleştirmeyi göz önüne alın. Basit, ostensif (göstererek yapılan) tanımdan başlayarak, giderek yükselen kavramlara varan, hiçbir bilgisayarın alamayacağı kadar karmaşıklaşan bir bilgi hiyerarşisi oluşturan uzun kavramsal zinciri düşünün. İnsanın realite bilgisinin elde edilip muhafaza edilmesi, ancak bu zincirler vasıtasıyla mümkündür.
    Bu, yine de, insanın psiko-epistemolojik vazifesinin daha basit olan kısmıdır.
    Daha zor olan diğer kısım, bu bilginin tatbik edilmesidir: realite olgularının değerlendirilmesi, amaçların seçilmesi ve buna uygun olarak faaliyetlerin yönetilmesidir. Bunu yapmak için, insanın başka bir kavramlar zincirine ihtiyacı vardır; birinci kavramlar zincirinden (bilgisel zincir) türeyip ona bağlı olan, ama ayrı ve bir anlamda daha karmaşık olan bu zincir: bir normatif (kural koyan) soyutlamalar zinciridir.
    Bilgisel soyutlamalar realite olgularını teşhis ederken (kimliklendirirken) , normatif soyutlamalar olguları değerlendirip, bir değerler seçeneği ve bir faaliyet çizgisi emreder. Bilgisel soyutlamalar, neyin var olduğu konusuyla uğraşır; normatif soyutlamalar, (insanın seçeneğine açık olan alanlarda) neyin var olması gerektiği konusuyla uğraşır.
    Normatif bilim olarak ahlak, felsefenin iki bilgisel dalı üzerine bina olur: metafizik ve epistemoloji. İnsanın ne yapması gerektiğini emretmek için, önce insanın ne olduğu ve nerede olduğu; (bilgilenme araçları dahil) insanın tabiatının ve içinde davrandığı evrenin tabiatının ne olduğu öğrenilmelidir.
    Evren, insanın anlayabileceği bir yer midir; yoksa, anlaşılmaz ve bilinemez midir? İnsan, yeryüzünde mutluluk bulabilir mi; yoksa, sıkıntıya ve ümitsizliğe mahkum mudur? İnsanın seçme gücü, amaçlarını seçme ve onlara erişme gücü, hayatının gidişini yönlendirme gücü var mıdır; yoksa, kontrolu dışında olan ama kaderini tayin eden kuvvetlerin çaresiz oyuncağı mıdır? Tabiatı bakımından; insan, iyi olarak mı değerlendirilmelidir; yoksa, kötü olarak nefret mi edilmelidir? Bunlar metafizik sorulardır; fakat, bunlara verilecek cevaplar, insanların hangi tür ahlakı kabul edip tatbik edeceklerini belirler; bu cevaplar, metafizik ile ahlak arasındaki bağlantıdır. Her ne kadar, metafizik, başlı başına normatif bir bilim değilse de; bu kategori sorulara verilecek cevaplar, insan zihninde metafizik değer-yargıları fonksiyonu yerine geçer; çünkü, bu cevaplar, ahlaki değerlerinin tamamına temel teşkil edecektir.
    İster bilinçli olarak, isterse bilinç-altı sezgiyle; ister açıkca, isterse zımnen olsun; insan şunları bilir: değerlerini bütünleştirmek, amaçlarını seçmek, geleceğini planlamak, hayatının birliğini ve insicamını sürdürmek için, mevcudiyet hakkında kapsamlı bir görüşe sahip olmalıdır; ve, metafizik değer-yargıları, hayatının her anında, her seçiminde, her kararında ve her faaliyetinde söz konusudur.
    Metafizik -realitenin asli tabiatıyla uğraşan bilim- insanın en geniş soyutlamalarından oluşur. Metafizik, insanın algıladığı her somutluğu içerir; o kadar büyük bir miktar ve o kadar uzun bir kavramlar zinciri söz konusudur ki; hiçbir insan, metafizik soyutlamaların tamamını, o anki bilinçli haberdarlığının odağında tutamaz. Ama, kendisine rehberlik etmesi için o bütüne, o haberdarlığa ihtiyacı vardır; onları, bilincinin odağına tam olarak getirebilme kudretine ihtiyacı vardır.
    İşte, sanat insana bu kudreti verir.
    Sanat, realitenin, bir sanatkarın metafizik değer-yargılarına göre seçici bir tarzda yeniden-yaratılmasıdır.
    Seçici bir yeniden-yaratma vasıtasıyla, sanat: realitenin insanın kendisi ve mevcudiyetle ilgili görüşlerini temsil eden veçhelerini tecrit eder ve bütünleştirir. Bir sanatçı, sayılamaz miktardaki somutluklardan -tek tek, bağlantısız ve (görünüşte) çelişkili hususiyetlerden, eylemlerden ve varlıklardan- kendisine metafiziken asli görünenleri tecrit eder ve onları yeni ve tek bir somutlukta bütünleştirerek bu soyutlamaya bir beden, bir kimlik verir; bu beden, sanat eseridir.
    Mesela; biri, bir Yunan tanrısını; diğeri, çarpık bir ucube şeklindeki bir ortaçağ karakterini temsil eden iki insan heykelini göz önüne alın. Her ikisi de, insanla ilgili metafizik değerlendirmelerin ürünüdür; her ikisi de, sanatkarların insan tabiatıyla ilgili görüşlerinden kaynaklanır; her ikisi de, yaratıldıkları çağların kültürlerinin somutlaştırılmış temsilcisidir.
    Sanat metafiziğin somutlaştırılmasıdır. Sanat, insanın kavramlarını, bilincinin algısal düzeyine getirerek, bu kavramların algılar gibi doğrudan anlaşılmasını sağlar.
    Bu, sanatın psiko-epistemolojik fonksiyonudur; sanatın insan hayatındaki önemi, bu fonksiyondan kaynaklanır.
    Nasıl ki; lisan, soyutlamaları, somutlukların psiko-epistemolojik eşdeğerlerine dönüştürerek (kelimelendirerek) , uğraşılacak spesifik birimlerin sayısını azaltma fonksiyonunu yapmaktaysa; benzer şekilde, sanat, insanın metafizik soyutlamalarını, somutluklara dönüştürerek (sanat eseri haline sokarak): bu soyutlamaları, insanın doğrudan algısına konu olabilecek spesifik varlıklar haline getirir. 'Sanat evrensel dildir' sözü, boş bir metafor olmayıp -sanatın yaptığı psiko-epistemolojik fonksiyon açısından- harfiyen doğrudur.
    İnsanlık tarihinde, sanatın, dine bir yardımcı olarak (ve genellikle dinin tekeli altında) doğduğunu hatırlayın. Din, felsefenin ilkel şekli idi: insana mevcudiyet hakkında kapsamlı bir görüş sağlamaya teşebbüs etmişti. O ilkel kültürlerdeki sanatın, o kültürlerin dinlerindeki metafiziki ve ahlaki soyutlamaların bir somutlaştırılması olduğuna dikkat edin.
    Sanatta söz konusu olan psiko-epistemolojik sürecin en iyi izahını, özel bir sanatın belirli bir veçhesinde görebiliriz: edebiyattaki karakterizasyon. İnsan karakteri -sayısız potansiyelleriyle, erdemleriyle, kötülükleriyle, tutarsızlıklarıyla, çelişkileriyle- o kadar karmaşıktır ki; insan, kendi kendisinin en çetin bilmecesidir. İnsan karakter çizgilerini tecrit edip; onları, -tamamen bilgisel soyutlamalar halinde de olsa- soyutlamalar halinde bütünleştirmek çok zordur; bu soyutlamaların hepsini, karşımızdaki bir insanı anlamak maksadıyla kullanmak üzere zihinde taşımak çok zordur.
    Şimdi, Cervantes'in Don Kişot karakterini düşünün. Don Kişot, belirli bir türden sayısız insanın sahip olduğu, sayısız karakteristiklerin, sayısız kere gözlemlenip değerlendirilmesinden oluşturulmuş bir soyutlamanın somutlaştırılmış halidir. Cervantes bu insanların asli kişilik çizgilerini tecrit edip, bu çizgileri tek bir karakterin somut biçiminde bütünleştirmiştir; mesela, bir insan hakkında 'O bir Don Kişot'tur' dediğinizde, bir tek cümlede yaptığınız bu yargı, o karakterle iletilen muazzam bir bilgi bütününü içerir.
    Normatif soyutlamalara -ahlaki prensiplerin tanımlanmasına, insanın ne olması gerektiğinin belirlenmesi görevine- gelince, gereken psiko-epistemolojik işlem daha da zordur. Bu görev, yıllar süren bir çalışma gerektirir; ve, varılacak sonuçların iletilmesi, sanatın yardımı olmaksızın hemen hemen imkansızdır. Ahlaki değerleri tanımlayan, sahip olunacak erdemleri uzun bir liste halinde veren kapsamlı bir felsefi risale, bu işi görmez; böyle bir çalışma, ideal bir insan nasıl olurdu ve nasıl davranırdı bilgisini iletmez; hiçbir zihin, bu kadar muazzam bir soyutlamalar bütünüyle uğraşamaz: bu soyutlamaları, temsil ettikleri somutluklara tekrar dönüştüremez -yani onları realiteyle tekrar bağlantılandıramaz- ve bunları her an bilinçli haberdarlığının odağında tutamaz. Fiili bir insan figürü çizmeden, böylesine muazzam miktar bilgiyi bütünleştirmeğe imkan yoktur; bu figür, -lisanda, kelimenin, temsil ettiği kavrama, (görsel-işitsel) bir somutluktan oluşan bir kimlik vermesi gibi- bütünleştirilmiş bir somutluk olarak normatif teoriyi aydınlatır ve onu anlaşılır kılar.
    Ahlak üzerine yapılan çoğu teorik tartışmanın kısırlığı, hiç bir yere vardırmayışı, çoğu insanın bu tür tartışmalardan sıkılmasının sebebi budur: ahlaki prensipler, somutlaştırılmadığı takdirde, insanların zihinlerinde boşlukta asılı soyutlamalar halinde kalır; bu prensipler, insanların önlerine, bir türlü kavrayamadıkları bir amaç koyup, ruhlarını bu amaç doğrultusunda yeniden şekillendirmelerini ister; oysa, nasıl tatbik edileceği bilinmeyen ahlaki prensipler, insanları, gayri-kabili-tarif bir ahlaki suçluluk duygusunun yükü altında bırakır. Sanat, ahlaki bir idealin iletimi için vazgeçilmez ortamdır.
    Her dinin bir mitolojisi olduğunu hatırlayın. Bir dinsel mitoloji: o dindeki ahlak sisteminin, o ahlak sisteminin nihai ürünü olarak ortaya konmuş insan figürlerinde bedenlenmiş biçimde, dramatik olarak somutlaştırılmasıdır. (Çeşitli mitolojiler arasında, bazı figürlerin diğerlerinden daha inandırıcı olması, temsil ettikleri ahlaki teorilerinin nisbi rasyonelliğine veya irrasyonelliğine bağlıdır.)
    Bu demek değildir ki; sanat, felsefi düşünceye bir ikamedir: kavramsal bir ahlak teorisine sahip olmayan bir sanatkar, ideal olanı, başarılı bir imaj halinde somutlaştıramaz. Fakat, sanatın yardımı olmaksızın; ahlak, teorik mühendislik pozisyonunda kalır: sanat, model-çizicidir.
    Ancak şu hususu vurgulamak önemlidir: ahlaki değerler, sanatla ayrılmaz biçimde içiçedir; ama, değerler sebepsel bir belirleyici olarak değil, sadece bir sonuç olarak sanatın içindedir: sanatın birincil odağı metafiziktir, ahlak değil. Sanat, ahlakın uşağı değildir; temel amacı ne eğitmek, ne değiştirmek, ne de bir şey tavsiye etmektir. Ahlaki bir idealin somutlaştırılması, nasıl ideal bir insan olunacağı konusunda bir ders kitabı ortaya koymak değildir. Sanatın temel amacı öğretmek değil, göstermektir: insanın tabiatını ve evrendeki yerini temsil eden somutlaştırılmış bir imajı insanın karşısına koymaktır.
    Her metafizik konu, insan davranışlarında, dolayısiyle ahlakta mutlaka büyük bir etki yaratacaktır; benzer şekilde, her sanat eseri, -bir temeya sahip olduğundan- izleyicisinde mutlaka bir etki yaratacak, ona bir 'mesaj' iletecektir. Fakat, bu etki ve bu 'mesaj' sadece ikincil sonuçlardır. Sanat hiçbir didaktik amacın aracı değildir. Bir sanat eseri ile bir moralite oyunu veya bir propaganda posteri arasındaki fark buradadır. Bir sanat eserinin büyüklüğü, temasının evrenselliğindeki derinlik oranındadır. Sanat harfiyen nakletme aracı değildir. Bir sanat eseri ile bir gazete haberi veya bir fotoğraf arasındaki fark buradadır.
    Verili herhangi bir sanat eserinde ahlakın yeri, sanatkarın metafizik görüşlerine bağlıdır. Eğer, bir sanatkar, -bilinçli veya bilinç-altı olarak- insanın irade gücüne sahip olduğu öncülüne sahipse; bu öncül, o sanatkarın eserini, bir değer yönelimine (Romantisizme) götürecektir. Eğer, insanın kaderinin kendi kontrolu dışındaki güçlerce çizildiği öncülüne sahipse; bu öncül, o sanatkarın eserini, bir anti-değer yönelimine (Natüralizme) götürecektir. Determinizm içindeki felsefi ve estetik çelişkiler, bu bağlamda konu dışıdır; aynı şekilde, bir sanatkarın metafizik görüşlerinin doğruluğu veya yanlışlığı, sanat olarak sanatın tabiatını ilgilendirmez. Bir sanat eseri, peşinde olunması gereken değerleri stilize ederek insana gösterebilir ve erişilmesi gereken hayatı somutlaştırılmış bir görüntüyle karşısına koyabilir. Veya, insanın gayretlerinin nafile olduğunu söyleyip, nihai kaderi olarak yenilginin ve ümitsizliğin somutlaştırılmış görüntüsünü karşısına koyabilir. Her iki halde de, estetik araçlar -ceryan eden psiko-epistemolojik süreçler- aynıdır.
    Elbette ki, bu iki tarzın realitede yolaçacağı sonuçlar farklı olacaktır. İnsan; mevcudiyetinin gün-be-gün faaliyetleri esnasında karşısına çıkan seçeneklerin çokluğu ve karmaşıklığı ortasında; sık sık ürkütücü olabilen olaylar bombardımanı altında; başarıların kısa süreli neşesi ile başarısızlıkların uzun süren hüznü arasında gidip gelirken; perspektifini ve kendi kanaatlerinin realitesini kaybetmek tehlikesiyle her an karşı karşıyadır. Unutulmamalıdır ki, soyutlamalar, maddi varlıklar olarak mevcut değildir: soyutlamalar, insanın mevcut olan şeylerden haberdar olmak için kullandığı epistemolojik yöntemdir; mevcut olan şeyler somutluklardır. Realitenin, ikna edici, dayanılmaz kudretinin tam olarak elde edilmesi için; metafizik soyutlamaların, insanın karşısına, somutluk biçiminde, sanat biçiminde çıkarılması gerekir.
    İnsanın felsefi bir rehberliğe veya doğrulanmaya veya ilhama ihtiyacı olduğu bir sırada, şu iki sanattan hangisine yöneldiği gerçeğinin nasıl bir fark yaratacağını düşünün: 1. Eski Yunan sanatı; 2. Ortaçağ sanatı. Sanat, iki kuvvetin birleşik etkisine sahiptir: soyut düşünce ve doğrudan realite; dolayısiyle, insanın hem zihnine hem de duygularına, aynı anda ulaşır. Bunu bilerek, yukarıdaki iki sanatın ne olduğunu hatırlayın: birincisi, felaketlerin geçici olduğunu; yüceliğin, güzelliğin, kuvvetin, kendine-güvenin, insan için olması gereken, tabii durum olduğunu; ikincisi ise, mutluluğun geçici ve kötü olduğunu; insanın, ebedi bir cehennemin zebanilerince kovalanan, çarpık, kuvvetsiz, sefil bir günahkar olduğunu söyler.
    Bu iki sanat türünün yaşattığı deneylerin sonuçları ortadadır; tarih onların pratik teşhiridir. O iki çağın büyüklüğünün veya dehşetinin tek sorumlusu sanat değildir; ama sanat, o kültürlere egemen olan özel felsefelerin sesidir.
    Sanatın insan için neden bu kadar derin bir kişisel öneme sahip olduğu, daha belirginleşmiş olmalıdır: sanat, -bir sanat eserinin, insanın realiteyle ilgili kendi temel görüşlerini destekliyor veya inkar ediyor olması durumuna göre- bilincin etkinliğini onaylar veya reddeder.
    Sanat denen bu ortamın anlamı ve gücü işte öylesine büyüktür. Fakat, bugün, sanatı pratiğe geçirenlerin çoğu, yaptıkları şeyin tabiatını bilmediklerini övünerek söylemeyi, mesleki hüner zanneden insanlardır.

  • Arthas
    Arthas

    Estetik, sanatı inceleyen felsefe dalıdır.
    İnsan bilgisi, felsefe denen kök üzerinde iki dal halinde gelişir. Bu dallardan biri, fiziki dünyayı -insanın fiziki mevcudiyetiyle ilgili fenomenleri- inceler; diğeri, insanı -insan bilinciyle ilgili fenomenleri- inceler. Birinci dal, soyut bilime yol açar; soyut bilim, uygulamalı bilime veya mühendisliğe yol gösterir; uygulamalı bilim, teknolojiyi -maddi değerlerin fiilen üretimini- mümkün kılar. İkinci dal, birinciye benzer bir yönelimle, sanatı mümkün kılar.
    Sanat, ruhun (bilincin) teknolojisidir.
    Sanat, üç felsefi disiplinin ürünüdür: metafizik, epistemoloji ve ahlak. Metafizik ve epistemoloji, insan fenomeninin soyut bilimidir. Bu soyut temel üzerinde bina olunan ahlak, insan fenomeninin uygulamalı bilimidir: hayatının amaç ve çizgisini belirleyen seçim ve faaliyetlerinde insanı yönlendiren değerler sistemini tanımlar; yani, ahlak, insan inşaının mühendisliğidir: prensipleri ortaya koyar, projeleri çizer. Sanat, insan inşaının teknolojisidir: nihai ürünü yaratır, model inşa eder.
    Bu analojiyi vurgulayalım: sanat öğretmez; sanat, nihai amacın tam ve somut realitesinin nasıl olacağını teşhir eder. Öğretmek, ahlakın görevidir. Sanatın amacının 'öğretmek' ile olan ilgisi, bir uçağın amacının 'öğretmek' ile olan ilgisinden daha fazla değildir. Nasıl ki, bir uçağın incelenmesinden, onun parçalarına demonte edilmesinden bir çok şey öğrenilebilirse; benzer şekilde, bir sanat eserinin incelenmesinden de
    -insanın tabiatı, insanın ruhu (bilinci) , insanın mevcudiyeti hakkında- çok şey öğrenilebilir. Fakat, bunlar, sadece yan faydalardır. Bir uçağın birincil amacı, insana uçmayı öğretmek değil, ona uçma deneyini fiilen yaşatmaktır. Sanatın birincil amacı da, aynı şekilde düşünülmelidir.
    Sanatın; şeyleri, 'olabileceği ve olması gerektiği gibi' temsil etmesi, insanın bu şeylere, gerçek hayatta erişmesine yardımcı olur; ama, bu yarar, sadece ikincil bir değerdir. Birincil değer; sanatın, şeylerin olması gerektiği gibi olduğu bir dünyada yaşama deneyini insana tattırmasıdır. Bu deney, insan için hayati önemi haizdir.
    İnsanın heves ve ihtirasları sınırsız olduğundan, değerleri peşindeki çabası ömür-boyu bir süreç olduğundan ve değerlerinin yüksekliği arttıkça, mücadelesi de güçleştiğinden; öyle bir ana, öyle bir saate veya öyle bir belirli zaman süresine ihtiyaç duyar ki; bu zaman zarfında, görevini bitirmiş olduğu duygusunu yaşasın; değerlerinin başarılı bir şekilde elde edilmiş olduğu bir evren içinde yer aldığı duygusunu yaşasın. Bu, daha ileri gitmek için enerji, yakıt elde edilen bir mola süresi gibidir. Sanat ona bu yakıtı verir; bir insanın kendi hayat hissinin objektifleştirilmiş realitesini görebilip, üzerinde düşünmesi zevkini verir; o insanı, bir süre için o insanın ideal dünyasında yaşatarak, o dünyada bulunmanın zevkini tattırır.
    Verili bir birey, bu deneyin anlamını, kendi hayatına tercüme etmek üzere fiilen davranmayı seçebilir; veya, bu deneyin esinlendirdiği şekilde yaşamakta başarısız kalıp, hayatının geri kalan kısmını, bu esine ihanet etmekle geçirebilir. Fakat, sonuç ne olursa olsun; sanat eseri, dokunulmaz bir mevcudiyet kazanmıştır: kendi kendine yeterli tam bir varlıktır; erişilmiş, gerçekleştirilmiş, sabit bir realite olgusudur; adeta, karanlık bir yol kavşağını aydınlatmak üzere dikilmiş ve 'Bu mümkündür' diye ses veren bir işaret feneridir.
    Fakat, esefle söylenmelidir ki; sanatın insan bilgisinde işgal ettiği yerin ölçüsü; sanatın, insan bilinci için yaptığı fonksiyonun büyük önemiyle ters orantılı olagelmiştir. Bugün, fizik bilimlerinde kaydedilen ilerlemenin büyüklüğü ile beşeri bilimlerde varolan durgunluk (hatta gerileme) arasındaki uçurumun belki en çarpıcı göstergesi, sanata yaklaşımda sergilenen pervasız irrasyonelliktir.
    Fizik bilimleri hala (gittikçe tahrip olmakta olan) rasyonel bir epistemolojinin kalıntılarınca yönlendirilir; oysa, beşeri bilimler, hemen hemen tamamen mistisizmin ilkel epistemolojisine terkedilmiştir. Fizik bilimlerinde, atom-altı parçacıklardan, en uzak yıldızlara kadar bütün fenomenler incelenebilecek bir düzeye erişilmişken; sanat fenomeni, karanlık bir esrar gibi kalmıştır: sanatın tabiatı, insan hayatındaki fonksiyonu veya muazzam psikolojik gücü hakkında çok az şey öğrenilmiştir. Oysa, sanat, çoğu insan için büyük önem taşıyan, derin kişisel ilgi uyandıran bir fenomendir; sanat, -yazılı tarih öncesi dahil- bütün medeniyetlerde mevcut olmuş, insanın her adımına eşlik etmiştir.
    İnsanlık, bir istisna ile her bilgi alanında, mistik kahinlerden rehberlik bekleme pratiğini terkedecek kadar olgunlaşmıştır; bu istisan estetiktir. Estetikte, bu pratik hala tam anlamında geçerlidir ve giderek daha aşikar bir hale gelmektedir. Mistik kahinin mesleğinin püf noktası, anlaşılmazlıktı; bugünün estetiğinde de: anlaşılmazlık, bir değer zannedilmektedir. Nasıl ki, ilkel vahşiler, tabiat fenomenlerini olduğu gibi kabul etmiş; bu fenomenleri, soruşturulmaz, analiz edilmez ve indirgenmez bir birincil zannetmiş; ve, bu fenomenlerin kaynağını bilinmez cinlere atfetmişdilerse; benzer şekilde, bugünün epistemolojik vahşileri de, sanatı olduğu gibi kabul etmiş; onu, soruşturulmaz, analiz edilmez ve indirgenmez bir birincil zannetmiş; ve, sanatın kaynağını özel bir tür bilinmez cinlere atfetmişlerdir: hissettikleri duygular. Aralarındaki tek fark, tarih-öncesi vahşilerin hatasının masumca yapılmış olmasıydı.
    Alrüizmin en acı abidelerinden biri, insanların kendi içlerinde kültürel olarak yarattıkları benliksizliktir: kendisini, bir bilinmeyen olarak görmekteki istekliliği; kendisiyle, bir yabancıyla birlikte yaşıyor gibi yaşaması ve bundan rahatsızlık duymaması; ruhunun, kişisel (gayri-sosyal) ihtiyaçlarını bilmezden gelmesi, göz ardı etmesi, bastırması; kendisine en gerekli olan şeyleri en az bilmesi; en derin değerlerini, sübjektifliğin iktidarsızlığına teslim ederek, hayatını kronik bir suçluluk duygusunun kasvetli zindanına çevirmesidir.
    Sanat üzerindeki felsefi ihmalin sürmesinin asıl sebebi, sanatın fonksiyonunun gayri-sosyal (bireysel) olması; buna mukabil, felsefeye, genellikle altrüizmin (birey düşmanlığının) egemen olmasıdır. (Bu, altrüizmin gayrı-insaniliğinin, insanın (fiilen varolan bir bireyin) en derin ihtiyaçlarına gösterdiği insafsız kayıtsızlığın bir başka örneğidir.) Sanat, realitenin sosyalleşmesi gayri-mümkün bir veçhesine aittir; evrensel (bütün insanlara özgü) , fakat gayri-kollektif olan bu veçhe: insan bilincidir.