Hidayet, doğru yolu gösterme, Allah-ü teâlânın razı olduğu yolda bulunma, Cenab-ı Hakkın insanın kalbinden her sıkıntı ve darlığı çıkarıp, yerine rahatlık, genişlik verip, kendi emir ve yasaklarına uymada tam bir kolaylık ihsan etmesi ve kulun rızasını kendi kaza ve kaderine tâbi eylemesi demektir. İhtidanın manası da hidayete erme demektir, yani Müslüman olma, din olarak İslamiyet'i seçme.
Bir kişiyi hidayete kavuşturmak, Peygamberler dâhil hiç kimsenin elinde değildir. Allah-ü Teâlâ Peygamber efendimizi, âlemlere rahmet olarak gönderdiği ve bütün kâinatı onun için yarattığı halde hidayete erdirme yetkisini vermemiştir. Hâdi ve Mehdi, yani hidayet veren yalnız Allah-ü Teâlâ’dır.
İrşad tabiî ki her mü’min üzerinde haktır insanların doğru yola gitmesine vesile olmak güzeldir. Lakin Hidayet Allah’tandır.
Yaratılmışların en şereflisi, yeryüzünde Cenab-ı Hakk’ın halifesi olan, Rabbimizin kendi ruhundan üfleyerek yaratmış olduğu insanoğlunun en önemli görevi; Rabbini bilmesi, anlaması ve O’nun yolunda olmasıdır.insanın yaratılış gayesi, bu dünyaya gönderiliş sebebi kâinatın yaratıcısını tanımak, O’na iman edip ibadet etmektir.
Cenabı Hak Kur’an-ı Kerimde; “Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.” (Zariyat 51/56) “Biz insanı en güzel bir biçimde yarattık.” (Tin 95/4) “İnsanı yarattıklarımızın bir çoğundan çok üstün kıldık.” (İsra 17/70) buyurmaktadır
Şefaat kelime manası olarak, birisinin işi için aracı olmak, hatır ve yetkisini kullanarak darda kalan kimseyi sıkıntıdan kurtarmaktır. Dinimizde şefaatin varlığı net bir şekilde Kur’an-ı Kerim’de ve Peygamber (sav) Efendimizin hadis-i şeriflerinde beyan edilmiştir. Allah-ü Teâlâ Hz.lerinin izni ve müsaadesi ile Rasulullah’ın (sav) , evliya, âlim, şehit ve kısacası hayırlı kimseleri iman ehli olanlara azaptan kurtulmaları için vesile olup Allah-ü Teâlâ’ya onun af olunması için dua edecek Allah-ü Teâlâ’da dilediğini bağışlayacaktır.
Yüce Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’de bizlere şefaatin mümin kullar için hak olduğunu şöyle beyan etmektedir:
“Muttakileri o çok esirgeyici (Allah’ın) huzuruna süvari elçiler gibi toplayacağımız günahkârları ise susuz olarak cehenneme süreceğimiz gün, çok esirgeyici (Allah’ın) nezdinde ahit edilmiş olanlardan başkaları şefaat hakkına malik olmayacaklardır”(Meryem / 85.86.87) .
Yine bir başka ayet-i kerimede Yüce Allah(cc):
“O gün (kıyamet) çok esirgeyici (Allah’ın) kendisine izin verdiği ve sözünden hoşnut olduğu kimselerden başkasının şefaati fayda vermez”(Ta-ha/ 109) .
“Allah’ı bırakıp da, taptığı putlar şefaat edemez. Ancak hak dine inanıp ona şahitlik eden kimseler şefaat eder” (Zuhruf /86) .
“Sadece Allahın dilediği ve razı olduğu kimselere şefaat etmesi için izin verilen, göklerde nice melekler vardır.” (Necm / 26)
Ayet-i kerimelerde görüldüğü gibi, şefaat yetkisine sahip olanlar, (Peygamberler, âlimler, şehitler gibi) ancak Allah-ü Teâlâ’nın izni ile şefaat edeceklerdir. Allah’ın izni olmadan kimsenin şefaat edemeyeceği, açıkça bildirilmektedir. Ancak Allah’ın izin verdiklerinin bundan müstesna oldukları da bildirilmiştir.
Peygamber(sav) Efendimize de Şefiâl Müznibin denmiştir.
Kulun işlemiş olduğu günahından pişmanlık duyması kendini levm etmesi (kınaması) güzeldir. Ancak bu pişmanlığı duyduktan sonra tekrar o hata işlenmez ise güzeldir. Sürekli abdestli dolaşmak, Allah-ü Teala’yı her an zikretmek insanı muhafaza eden faktörlerdir. Ayrılık insana Hayır değil zarar verir. Cemaatte rahmet vardır. O rahmetten nasipdar olursak o zaman hata ve kusurlarımızın azaldığını görürüz. Çevremizde bulunan insanlar bize Allah ve Resulünü anlatan hayır konuşan boş maleyane işler ile uğraşmayan insanlar olmasına dikkat edelim. “İsin yanında is, Misin Yanında mis Kokarsın” hadis-i şerifini aklımızdan çıkarmayalım,. Kulun günah işleyip hemen arkasından pişman olması Rabbine yönelip ona sığınması gerekir. Bu Kulluğun nişanesidir, Yaratandan affını talep etmesi Her ne olursa olsun, burada nefse uyup daha kötüye gitmemelidir. Nasıl olsa benden bir şey olmaz, ben adam olmam diyerek nefsin fısıltılarına kulak asmamak lazım. Dinimizi sağlam kaynaklardan öğrenip ilmimizi arttırmamız lazım.
“Kullarım Beni sana soracak olursa, muhakkak ki Ben (onlara) pek yakınım. Bana dua ettiği zaman dua edenin duasına cevap veririm. Öyleyse, onlar da Benim çağrıma cevap versinler ve Bana iman etsinler. Umulur ki irşad olurlar.” (Bakara Suresi, 186)
'Dua, mü'minin silahıdır, dinin direğidir, göklerin ve yerin nurudur. Dua, ibadettir. Darlık zamanında Allah'ın kendisine yetişmesini isteyen kimse, genişlik zamanında çok dua etsin. Genişlik zamanında dua etmek kadar Allah 'a hoş gelen bir şey yoktur. Allah fazl 'u kerem sahibidir. Bir adam ellerini Ona kaldırırsa, onları boş olarak geri çevirmekten utanır
'Ana gibi yâr, vatan gibi diyâr olmaz.' demişlerdir.
Hakîkaten dünyâyı diyâr diyâr gezsek, anamız gibi bizi bağrına basarak sevecek ve şefkatle kucaklayacak bir ana bulamayız. İnsan, hanımı gibisini veya ondan daha iyisini her yerde bulabilir, fakat ana gibisini hiç bir diyârda bulamaz.
Âile içinde çocuk üzerinde en çok hakkı olan ve hizmeti geçen annedir. Anne, hâmile kaldığı andan itibâren çocuk yüzünden sıkıntı çekmeye başlar. Doğum sırasında bu sıkıntı, zirveye ulaşır. Kimi zaman doğum, annenin hayâtına mâl olur.
Annenin esas hizmeti, doğumdan sonra başlar. Çocuğun emzirilmesi, giydirilmesi, temizliğinin yapılması, terbiye edilmesi ve tedâvîsi gibi ardı arkası kesilmeden ömür boyu sürecek bir hizmet dönemi içersine girer.
Cenâb-ı Hakk’ın özellikle annelere lutfettiği şefkat duygusu, anneleri; istirâhatini, sıhhatini, yeme-içme ve giyinmesini düşünmeden bütün imkânlarıyla çocuğuna hizmete sevkeder.
Annenin bu sonu ve sınırı olmayan fedâkârlıklarının bedelini, evlâdın maddî bir karşlıkla ödemesi mümkün değildir.
Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz’in huzuruna bir adam geldi ve:
'Yâ Rasûlallâh! Anam iyice ihtiyarladı. Ben onu kendi ellerimle yediriyor, içiriyor ve sırtımda taşıyorum.. Hâsılı her türlü ihtiyâcını karşılıyorum.. Mükâfâta hak kazandım mı? .' dedi.
Rasûlullâh (s.a.v.) Efendimiz cevâben:
'Hayır, bu senin yaptıkların, ananın senin üzerindeki haklarının yüzde birine bile karşılık değildir. Fakat sen, iyilik ediyorsun. Allâh sana bu az iyilik karşılığında çok sevap verir.' buyurdular. (20)
Hz. Peygamber (s.a.v.) ’in:
'Cennet annelerin ayakları altındadır.' (21) hadîs-i şerîfi de annelerin lâyık oldukları yüce mertebeyi belirlemekte ve erkekle eşit olmaktan öte üstün haklara sahib bulunduklarına işaret etmektedir.
İbn-i Amr (r.a.) anlatıyor:
'Bir adam cihâda iştirâk etmek için Hz. Peygamber (s.a.v.) ’den izin istedi. Rasûlullâh (s.a.v.) :
'Annen, baban sağ mı? ' diye sordu. Adam:
'Evet.' deyince Rasûlullâh (s.a.v.) :
'Onlara hizmet de cihâd sayılır, sen onlara hizmet ederek cihâd yap! ' buyurdu. (22)
Bir insana orucun farz olmasi için onda üç sartin bulunmasi gerekir. Birincisi; Islâm'dir. Bilindigi gibi, bir ibadetin sahih olabilmesi için mükellefin ihlâsla tevhid akidesine baglanmasi sarttir. Ikincisi; akil'dir. Delilere ve ehliyet arizasi bulunan kimselere oruç farz degildir. Zira teklifin mahiyetini bilmesi gerekir. Üçüncüsü; bulûga ermis olmasi lazimdir (Fetavay-i Hindiyye, Beyrut 1400, I, 195) . Ibn-i Abidin 'Reddül Muhtar' isimli eserinde bu konu ile ilgili olarak sunlari zikreder: 'Niyet ederek gündüzün orucu bozan seylerden kendini tutmaktan ibaret olan oruç, Islâm diyarinda olsun, Darül harb'te olsun, ayni sekilde orucun farz oldugunu bilsin veya bilmesin, hayiz ve nifastan temiz olan müslümandan tahakkuk eder. Ancak akil ve bulûg; Ramazan orucunun farz olmasi için sarttir. Sahih olmasinin sarti degildir' (Ibn-i Abidin, IV, 231) . Dolayisiyle oruç; çocuklara bulûga ermedikleri süre içerisinde farz degildir. Ancak onlarin belirli bir yastan itibaren bu ibadete alistirilmalari ve tesvik olunmalari lâzimdir.
Oruçun edâsinin farz olmasi için gerekli sartlar:
Bir mükellefe orucun edâsinin farz olmasi için onda iki sartin bulunmasi gerekir. Birincisi: Sihhatli olmaktir. Ramazan ayina hasta olarak giren bir kimse, mümin ve mütehassis bir doktora müracaat ederek, orucun kendisine zarar verip vermeyecegini ögrenmelidir. Eger orucun edâsi mümkün olmazsa, sihhat buldugu zamanda kaza eder veya o hastalik sebebiyle ölürse, yakinlari durumu arastirirlar: Hastaliktan kurtulmus ve nefsine maglup olarak tutmamissa fidye vermeleri müstehaptir. Ikincisi: Mukim olmaktir, yani seferî halde bulunmamaktir. Hanefi fukahasi; 'Sefer halinde bulunan kimseye oruç zarar vermeyecekse, tutmasi menduptur. Çünkü Allahu Teâlâ (c.c) : 'Oruç tutmaniz sizin için daha hayirlidir' (el-Bakara, 2/184) buyurmustur. Resul-u Ekrem (s.a.s) 'in: 'Sefer halinde iken oruç tutmak bir (itaat ve iyilik) degildir' hadisi, 'güçlük durumuna hamledilir' hükmünde görüs birligindeler. Bilindigi gibi ruhsat; kullarin özürlerine binaen mesrû kilinmis hükümleri içine alir. Seferî halde bulunmak güçlükten uzak olmaz. Ancak Ramazan ayinda tutulan oruçla, diger zamanlarda tutulan oruç ayni degildir. Dolayisiyle 'Ruhsat-i Terfih'teki esas; azimetle amelin mesrûiyetini düsürmesidir. Islâm âlimlerinden bazilari; yukarida zikrettigimiz hadisin zahirini esas alarak 'Seferî halde iken oruç tutulmamasi gerektigini' ifade etmistir.
Oruç'un edâsinin sahih olmasinin sartlari: Bu hususta da iki sartin bulunmasi gerekir. Birincisi, niyet etmek; ikincisi, kadinlar için hayizdan ve nifas'tan temizlenmektir. Bilindigi gibi niyet; kalbe ait olan kat'i bir azimdir. Mükellefin oruç tutacagini kalbi ile bilmesi ve azmetmesi niyet hükmündedir. Bunu dili ile söylemesi ise sünnettir. Nehrü'l Fâik'te de bu sekilde zikredilmistir (Fetevay-i Hindiyye, I, 195) . Ramazan-i Serif ayinda her günün orucu için ayri ayri niyet etmek esastir (Fethül-Kadir, II, 46) . Zira her günün orucu baslibasina bir ibadet hükmündedir.
Oruç'un Vakti:
Kur'an-i Kerim'de 'Oruç (günlerinin) gecesinde kadinlariniza yaklasmak size helâl kilindi. Onlar sizin için, siz de onlar için birer libbassiniz. Allah nefislerinize karsi zayif göstermekte oldugunuzu bildi de, tevbenizi kabul etti, sizi bagisladi. Artik (bundan sonra geceleri) onlara yaklasin ve Allah'dan hakkinizda yazdigini isteyin. (Bütün gece) fecr(i sadik) olarak ak iplik, kara iplikten seçilinceye kadar yeyin, için! . Sonra geceye kadar orucunuzu tamamlayin ' (el-Bakara, 2/187) hükmü beyan buyurulmustur. Imam-i Serahsî, bu ayet-i kerime'de zikredilen 'siyah ve beyaz iplik' kelimelerinin renk manasina kullanildigini, ufuktaki yaygin beyazligin zahir olmasi ile oruca baslamak gerektigini kaydetmektedir (Serahsî, el-Mebsut, III, 54) . Esasen Islâm bilginleri 'Orucun vaktinin fecr-i sadikla baslayacagi ve günes batincaya kadar devam edecegi' hususunda müttefiktirler. Sadece ikinci fecrin (fecr-i sadik'in) ilk dogdugu ana mi, yoksa beyazligin ufukta dagilmaya basladigi zamana mi itibar edilecegi hususunda farkli görüsler vardir. Semsü'leimme el-Hulvânî bu hususta 'Birinci görüse uymak yani ilk ana bakmak, ihtiyata daha uygundur. Ikinci görüs ise, oruç tutacaklar için daha genistir. Âlimlerin çogu da bu görüsü benimsemislerdir' demistir (el-Fetevay-i Hindiyye, I, 194) .
Islâmin dört temel ibadetinden ve bes esasindan biri. Farsça'dan Türkçe'ye geçmis bir isimdir. Kelimenin asli 'Ruze'dir. Önceleri 'Oruze' (günlük) olarak kullanilmis; daha sonra 'Oruç' seklinde telaffuz edilmeye baslanmis ve bu sekliyle yayginlasmistir. Arapça karsiligi 'savm' veya 'siyam'dir. Savm kelimesinin lügat manasi; yeyip-içmekten kendini tutmak, imsak, hareketsiz kalmak ve herseyden el, etek çekmektir. Kur'an-i Kerim'de bazan 'susmak' manasina kullanilmistir (Meryem, 19/26) . Islâmi istilahta oruç, 'Ikinci fecirden (fecr-i sadik'tan) ' itibaren, günesin grubuna kadar yemekten, içmekten, cinsel iliskiden ve orucu bozan diger seylerden, Allahü Teala (c.c) 'ya kulluk niyetiyle nefsi alikoymaya verilen isimdir. Bilindigi gibi oruç, yalniz bedenle yapilan ibadetlerden biridir. Dolayisiyle, her mükellefin kendi nefsi için farz-i ayn'dir. Resul-u Ekrem (s.a.s) 'in; 'Bir kimse, baska bir mükellefin yerine oruç tutmaz. Yine bir kimse, baska bir mükellefin yerine namaz kilmaz' (Ibnül-Hümam, Fethül-Kadir, Beyrut 1315, II, 85) buyurdugu bilinmektedir.
Kur'an-i Kerim'de; 'Ey iman edenler! .. Sizden evvelki (ümmet) lere yazildigi gibi, sizin üzerinize de oruç yazildi (farz kilindi) . Ta ki, korunasiniz' (el-Bakara, 2/183) buyurulmustur. Oruç ibadetinin; Hicret'ten sonra farz kilindigi hususunda görüsbirligi vardir. Sahih olan rivayete göre, Bedir savasindan kisa bir süre sonra farz kilinmistir. Hz. Âise (r.a) validemizden rivayete göre; Resulullah (s.a.s) daha önce 'Asûre orucu'na devam etmis ve Sahabe'ye tutmalari tavsiyesinde bulunmustur. Muaz b. Cebel (r.a) 'den rivayet edilen bir haberde de, Medine'de her ay üç gün oruç tutmustur. Imam Merginani:
'Ramazan ayinda oruç tutmak farzdir. Çünkü Allahu Teala (c.c) 'Sizin üzerinize oruç farz kilindi' diye buyurur. Ayrica farziyyeti hususunda kat'i icma tesekkül etmistir. Bundan dolayi, Ramazan orucunun farziyyetini inkâr eden kimse kâfir olur' (Merginanî, el-Hidâye, I, 118) diyerek, meselenin hassasiyetine isaret etmistir.
Oruç ibadetinin nedenine gelince; Usûl ûlemasi, ibadetlerde asil olanin Allahu Teâlâ (c.c) 'ya ihlâsla kulluk oldugunu, sebeplerinin tesbit edilip edilememesinin önemli olmadigini; hikmetlerinden bazilarini kavramanin ve açiklamanin mümkün, ancak teabbüdî olan bu hususlarda illeti tesbit etmenin güç oldugunu söylemisler ve ihlâsla Allah'a kullugun esas alinmasini tavsiye etmislerdir.
Resul-u Ekrem (s.a.s) 'in: 'Oruç insani Cehennem atesinden koruyan bir kalkandir. Tipki sizi harpte ölüme karsi muhafaza eden bir kalkan gibi' (Nesâî, Savm, IV, 167) buyurdugu bilinmektedir. Oruç, mükellefi her türlü sehvetten alikoyan ve ihlâsi artiran bir ibadettir. Açliga, susuzluga ve nefsin diger arzularina karsi direnmek oldukça önemlidir. Allahu Teâlâ (c.c) 'ya iman eden ve O'nun dini ugruna cihada karar veren müminler; oruç ibadeti ile kuvvetli bir iradeye sahip olurlar. Hicrî takvim ayin hareketlerine göre degistigi için, her yil digerine nisbetle on veya on bir gün önce gelir. Dolayisiyle insan bazen kisin (20) derecede, bazen yazin (+ 40) derecede oruç tutar. Bu bir anlamda mükellefin 'Dondurucu bir sogukta ve kavurucu bir sicakta dahi; Allahu Teâlâ'nin emirlerini eda etmeye hazirim' taahhüdünde bulunmasidir. Ayrica bir ay süre ile Allah Teâlâ (c.c) 'nin rizasini kazanmak için, nefsinin bütün sehvetlerini terk etmesi oldukça önemli bir hadisedir.
Oruç ibadetine riyanin karismasi da mümkün degildir. Nitekim bir Hadis-i Serif'te; orucun ve oruçlunun mahiyeti su sekilde ortaya konulmustur:
'Oruç bir kalkandir. Oruçlu kötü (kem) söz söylemesin. Kendisiyle itismek ve dalasmak isteyene iki defa 'Ben oruçluyum'desin ve uymasin. Ruhum yed-i kudretinde olan Allahu Teâlâ (c.c) 'ya yemin ederim ki; oruçlu agzin (açlik) kokusu, Allah indinde misk kokusundan daha temizdir. Cenab-i Hak buyurmustur ki: 'Oruçlu kimse benim rizam için yemesini, içmesini ve cinsi arzularini birakmistir. Oruç dogrudan dogruya bana edilen (riya karismayan) bir ibadettir. Onun sayisiz sevabini da, dogrudan dogruya ben veririm. Halbuki baska ibadetlerin hepsi on misliyle ödenmektedir' (Sahih-i Buharî Muhtasari Tecrid-i Sarih Tercümesi, VI, 248, Hadis no: 897) .
Allahu Teala Peygamberimiz (Sallallahu aleyhi vesellem) 'e verdiği önemi hiç bir yaratığa vermemiştir. Yerde, gökte, melekler, Peygamberler onsekizbin alem bütün mükevvenat yaratılan her şeyi Peygamberimiz (Sallallahu aleyhi vesellem) hürmetine yaratmıştır.
«Ey Habibim! Sen olmasaydın yerleri, gökleri bütün mükevvenatı yaratmazdım.» (Mir'at-ı Kainat, Cild 1, Sayfa: 414)
Hidayet, doğru yolu gösterme, Allah-ü teâlânın razı olduğu yolda bulunma, Cenab-ı Hakkın insanın kalbinden her sıkıntı ve darlığı çıkarıp, yerine rahatlık, genişlik verip, kendi emir ve yasaklarına uymada tam bir kolaylık ihsan etmesi ve kulun rızasını kendi kaza ve kaderine tâbi eylemesi demektir. İhtidanın manası da hidayete erme demektir, yani Müslüman olma, din olarak İslamiyet'i seçme.
Bir kişiyi hidayete kavuşturmak, Peygamberler dâhil hiç kimsenin elinde değildir. Allah-ü Teâlâ Peygamber efendimizi, âlemlere rahmet olarak gönderdiği ve bütün kâinatı onun için yarattığı halde hidayete erdirme yetkisini vermemiştir. Hâdi ve Mehdi, yani hidayet veren yalnız Allah-ü Teâlâ’dır.
İrşad tabiî ki her mü’min üzerinde haktır insanların doğru yola gitmesine vesile olmak güzeldir. Lakin Hidayet Allah’tandır.
Yaratılmışların en şereflisi, yeryüzünde Cenab-ı Hakk’ın halifesi olan, Rabbimizin kendi ruhundan üfleyerek yaratmış olduğu insanoğlunun en önemli görevi; Rabbini bilmesi, anlaması ve O’nun yolunda olmasıdır.insanın yaratılış gayesi, bu dünyaya gönderiliş sebebi kâinatın yaratıcısını tanımak, O’na iman edip ibadet etmektir.
Cenabı Hak Kur’an-ı Kerimde; “Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.” (Zariyat 51/56) “Biz insanı en güzel bir biçimde yarattık.” (Tin 95/4) “İnsanı yarattıklarımızın bir çoğundan çok üstün kıldık.” (İsra 17/70) buyurmaktadır
Şefaat kelime manası olarak, birisinin işi için aracı olmak, hatır ve yetkisini kullanarak darda kalan kimseyi sıkıntıdan kurtarmaktır. Dinimizde şefaatin varlığı net bir şekilde Kur’an-ı Kerim’de ve Peygamber (sav) Efendimizin hadis-i şeriflerinde beyan edilmiştir. Allah-ü Teâlâ Hz.lerinin izni ve müsaadesi ile Rasulullah’ın (sav) , evliya, âlim, şehit ve kısacası hayırlı kimseleri iman ehli olanlara azaptan kurtulmaları için vesile olup Allah-ü Teâlâ’ya onun af olunması için dua edecek Allah-ü Teâlâ’da dilediğini bağışlayacaktır.
Yüce Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’de bizlere şefaatin mümin kullar için hak olduğunu şöyle beyan etmektedir:
“Muttakileri o çok esirgeyici (Allah’ın) huzuruna süvari elçiler gibi toplayacağımız günahkârları ise susuz olarak cehenneme süreceğimiz gün, çok esirgeyici (Allah’ın) nezdinde ahit edilmiş olanlardan başkaları şefaat hakkına malik olmayacaklardır”(Meryem / 85.86.87) .
Yine bir başka ayet-i kerimede Yüce Allah(cc):
“O gün (kıyamet) çok esirgeyici (Allah’ın) kendisine izin verdiği ve sözünden hoşnut olduğu kimselerden başkasının şefaati fayda vermez”(Ta-ha/ 109) .
“Allah’ı bırakıp da, taptığı putlar şefaat edemez. Ancak hak dine inanıp ona şahitlik eden kimseler şefaat eder” (Zuhruf /86) .
“Onlar, Onun (Allahın) rızasına kavuşmuş olandan başkasına şefaat etmezler” (Enbiya/ 28) .
“Sadece Allahın dilediği ve razı olduğu kimselere şefaat etmesi için izin verilen, göklerde nice melekler vardır.” (Necm / 26)
Ayet-i kerimelerde görüldüğü gibi, şefaat yetkisine sahip olanlar, (Peygamberler, âlimler, şehitler gibi) ancak Allah-ü Teâlâ’nın izni ile şefaat edeceklerdir. Allah’ın izni olmadan kimsenin şefaat edemeyeceği, açıkça bildirilmektedir. Ancak Allah’ın izin verdiklerinin bundan müstesna oldukları da bildirilmiştir.
Peygamber(sav) Efendimize de Şefiâl Müznibin denmiştir.
Kulun işlemiş olduğu günahından pişmanlık duyması kendini levm etmesi (kınaması) güzeldir. Ancak bu pişmanlığı duyduktan sonra tekrar o hata işlenmez ise güzeldir. Sürekli abdestli dolaşmak, Allah-ü Teala’yı her an zikretmek insanı muhafaza eden faktörlerdir. Ayrılık insana Hayır değil zarar verir. Cemaatte rahmet vardır. O rahmetten nasipdar olursak o zaman hata ve kusurlarımızın azaldığını görürüz. Çevremizde bulunan insanlar bize Allah ve Resulünü anlatan hayır konuşan boş maleyane işler ile uğraşmayan insanlar olmasına dikkat edelim. “İsin yanında is, Misin Yanında mis Kokarsın” hadis-i şerifini aklımızdan çıkarmayalım,. Kulun günah işleyip hemen arkasından pişman olması Rabbine yönelip ona sığınması gerekir. Bu Kulluğun nişanesidir, Yaratandan affını talep etmesi Her ne olursa olsun, burada nefse uyup daha kötüye gitmemelidir. Nasıl olsa benden bir şey olmaz, ben adam olmam diyerek nefsin fısıltılarına kulak asmamak lazım. Dinimizi sağlam kaynaklardan öğrenip ilmimizi arttırmamız lazım.
“Kullarım Beni sana soracak olursa, muhakkak ki Ben (onlara) pek yakınım.
Bana dua ettiği zaman dua edenin duasına cevap veririm. Öyleyse, onlar da
Benim çağrıma cevap versinler ve Bana iman etsinler. Umulur ki irşad olurlar.”
(Bakara Suresi, 186)
'Dua, mü'minin silahıdır, dinin direğidir, göklerin ve yerin nurudur. Dua, ibadettir. Darlık zamanında Allah'ın kendisine yetişmesini isteyen kimse, genişlik zamanında çok dua etsin. Genişlik zamanında dua etmek kadar Allah 'a hoş gelen bir şey yoktur. Allah fazl 'u kerem sahibidir. Bir adam ellerini Ona kaldırırsa, onları boş olarak geri çevirmekten utanır
Atalarımız;
'Ana gibi yâr, vatan gibi diyâr olmaz.' demişlerdir.
Hakîkaten dünyâyı diyâr diyâr gezsek, anamız gibi bizi bağrına basarak sevecek ve şefkatle kucaklayacak bir ana bulamayız. İnsan, hanımı gibisini veya ondan daha iyisini her yerde bulabilir, fakat ana gibisini hiç bir diyârda bulamaz.
Âile içinde çocuk üzerinde en çok hakkı olan ve hizmeti geçen annedir. Anne, hâmile kaldığı andan itibâren çocuk yüzünden sıkıntı çekmeye başlar. Doğum sırasında bu sıkıntı, zirveye ulaşır. Kimi zaman doğum, annenin hayâtına mâl olur.
Annenin esas hizmeti, doğumdan sonra başlar. Çocuğun emzirilmesi, giydirilmesi, temizliğinin yapılması, terbiye edilmesi ve tedâvîsi gibi ardı arkası kesilmeden ömür boyu sürecek bir hizmet dönemi içersine girer.
Cenâb-ı Hakk’ın özellikle annelere lutfettiği şefkat duygusu, anneleri; istirâhatini, sıhhatini, yeme-içme ve giyinmesini düşünmeden bütün imkânlarıyla çocuğuna hizmete sevkeder.
Annenin bu sonu ve sınırı olmayan fedâkârlıklarının bedelini, evlâdın maddî bir karşlıkla ödemesi mümkün değildir.
Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz’in huzuruna bir adam geldi ve:
'Yâ Rasûlallâh! Anam iyice ihtiyarladı. Ben onu kendi ellerimle yediriyor, içiriyor ve sırtımda taşıyorum.. Hâsılı her türlü ihtiyâcını karşılıyorum.. Mükâfâta hak kazandım mı? .' dedi.
Rasûlullâh (s.a.v.) Efendimiz cevâben:
'Hayır, bu senin yaptıkların, ananın senin üzerindeki haklarının yüzde birine bile karşılık değildir. Fakat sen, iyilik ediyorsun. Allâh sana bu az iyilik karşılığında çok sevap verir.' buyurdular. (20)
Hz. Peygamber (s.a.v.) ’in:
'Cennet annelerin ayakları altındadır.' (21) hadîs-i şerîfi de annelerin lâyık oldukları yüce mertebeyi belirlemekte ve erkekle eşit olmaktan öte üstün haklara sahib bulunduklarına işaret etmektedir.
İbn-i Amr (r.a.) anlatıyor:
'Bir adam cihâda iştirâk etmek için Hz. Peygamber (s.a.v.) ’den izin istedi. Rasûlullâh (s.a.v.) :
'Annen, baban sağ mı? ' diye sordu. Adam:
'Evet.' deyince Rasûlullâh (s.a.v.) :
'Onlara hizmet de cihâd sayılır, sen onlara hizmet ederek cihâd yap! ' buyurdu. (22)
Orucun Sartlari
Bir insana orucun farz olmasi için onda üç sartin bulunmasi gerekir. Birincisi; Islâm'dir. Bilindigi gibi, bir ibadetin sahih olabilmesi için mükellefin ihlâsla tevhid akidesine baglanmasi sarttir. Ikincisi; akil'dir. Delilere ve ehliyet arizasi bulunan kimselere oruç farz degildir. Zira teklifin mahiyetini bilmesi gerekir. Üçüncüsü; bulûga ermis olmasi lazimdir (Fetavay-i Hindiyye, Beyrut 1400, I, 195) . Ibn-i Abidin 'Reddül Muhtar' isimli eserinde bu konu ile ilgili olarak sunlari zikreder: 'Niyet ederek gündüzün orucu bozan seylerden kendini tutmaktan ibaret olan oruç, Islâm diyarinda olsun, Darül harb'te olsun, ayni sekilde orucun farz oldugunu bilsin veya bilmesin, hayiz ve nifastan temiz olan müslümandan tahakkuk eder. Ancak akil ve bulûg; Ramazan orucunun farz olmasi için sarttir. Sahih olmasinin sarti degildir' (Ibn-i Abidin, IV, 231) . Dolayisiyle oruç; çocuklara bulûga ermedikleri süre içerisinde farz degildir. Ancak onlarin belirli bir yastan itibaren bu ibadete alistirilmalari ve tesvik olunmalari lâzimdir.
Oruçun edâsinin farz olmasi için gerekli sartlar:
Bir mükellefe orucun edâsinin farz olmasi için onda iki sartin bulunmasi gerekir. Birincisi: Sihhatli olmaktir. Ramazan ayina hasta olarak giren bir kimse, mümin ve mütehassis bir doktora müracaat ederek, orucun kendisine zarar verip vermeyecegini ögrenmelidir. Eger orucun edâsi mümkün olmazsa, sihhat buldugu zamanda kaza eder veya o hastalik sebebiyle ölürse, yakinlari durumu arastirirlar: Hastaliktan kurtulmus ve nefsine maglup olarak tutmamissa fidye vermeleri müstehaptir. Ikincisi: Mukim olmaktir, yani seferî halde bulunmamaktir. Hanefi fukahasi; 'Sefer halinde bulunan kimseye oruç zarar vermeyecekse, tutmasi menduptur. Çünkü Allahu Teâlâ (c.c) : 'Oruç tutmaniz sizin için daha hayirlidir' (el-Bakara, 2/184) buyurmustur. Resul-u Ekrem (s.a.s) 'in: 'Sefer halinde iken oruç tutmak bir (itaat ve iyilik) degildir' hadisi, 'güçlük durumuna hamledilir' hükmünde görüs birligindeler. Bilindigi gibi ruhsat; kullarin özürlerine binaen mesrû kilinmis hükümleri içine alir. Seferî halde bulunmak güçlükten uzak olmaz. Ancak Ramazan ayinda tutulan oruçla, diger zamanlarda tutulan oruç ayni degildir. Dolayisiyle 'Ruhsat-i Terfih'teki esas; azimetle amelin mesrûiyetini düsürmesidir. Islâm âlimlerinden bazilari; yukarida zikrettigimiz hadisin zahirini esas alarak 'Seferî halde iken oruç tutulmamasi gerektigini' ifade etmistir.
Oruç'un edâsinin sahih olmasinin sartlari: Bu hususta da iki sartin bulunmasi gerekir. Birincisi, niyet etmek; ikincisi, kadinlar için hayizdan ve nifas'tan temizlenmektir. Bilindigi gibi niyet; kalbe ait olan kat'i bir azimdir. Mükellefin oruç tutacagini kalbi ile bilmesi ve azmetmesi niyet hükmündedir. Bunu dili ile söylemesi ise sünnettir. Nehrü'l Fâik'te de bu sekilde zikredilmistir (Fetevay-i Hindiyye, I, 195) . Ramazan-i Serif ayinda her günün orucu için ayri ayri niyet etmek esastir (Fethül-Kadir, II, 46) . Zira her günün orucu baslibasina bir ibadet hükmündedir.
Oruç'un Vakti:
Kur'an-i Kerim'de 'Oruç (günlerinin) gecesinde kadinlariniza yaklasmak size helâl kilindi. Onlar sizin için, siz de onlar için birer libbassiniz. Allah nefislerinize karsi zayif göstermekte oldugunuzu bildi de, tevbenizi kabul etti, sizi bagisladi. Artik (bundan sonra geceleri) onlara yaklasin ve Allah'dan hakkinizda yazdigini isteyin. (Bütün gece) fecr(i sadik) olarak ak iplik, kara iplikten seçilinceye kadar yeyin, için! . Sonra geceye kadar orucunuzu tamamlayin ' (el-Bakara, 2/187) hükmü beyan buyurulmustur. Imam-i Serahsî, bu ayet-i kerime'de zikredilen 'siyah ve beyaz iplik' kelimelerinin renk manasina kullanildigini, ufuktaki yaygin beyazligin zahir olmasi ile oruca baslamak gerektigini kaydetmektedir (Serahsî, el-Mebsut, III, 54) . Esasen Islâm bilginleri 'Orucun vaktinin fecr-i sadikla baslayacagi ve günes batincaya kadar devam edecegi' hususunda müttefiktirler. Sadece ikinci fecrin (fecr-i sadik'in) ilk dogdugu ana mi, yoksa beyazligin ufukta dagilmaya basladigi zamana mi itibar edilecegi hususunda farkli görüsler vardir. Semsü'leimme el-Hulvânî bu hususta 'Birinci görüse uymak yani ilk ana bakmak, ihtiyata daha uygundur. Ikinci görüs ise, oruç tutacaklar için daha genistir. Âlimlerin çogu da bu görüsü benimsemislerdir' demistir (el-Fetevay-i Hindiyye, I, 194) .
Islâmin dört temel ibadetinden ve bes esasindan biri. Farsça'dan Türkçe'ye geçmis bir isimdir. Kelimenin asli 'Ruze'dir. Önceleri 'Oruze' (günlük) olarak kullanilmis; daha sonra 'Oruç' seklinde telaffuz edilmeye baslanmis ve bu sekliyle yayginlasmistir. Arapça karsiligi 'savm' veya 'siyam'dir. Savm kelimesinin lügat manasi; yeyip-içmekten kendini tutmak, imsak, hareketsiz kalmak ve herseyden el, etek çekmektir. Kur'an-i Kerim'de bazan 'susmak' manasina kullanilmistir (Meryem, 19/26) . Islâmi istilahta oruç, 'Ikinci fecirden (fecr-i sadik'tan) ' itibaren, günesin grubuna kadar yemekten, içmekten, cinsel iliskiden ve orucu bozan diger seylerden, Allahü Teala (c.c) 'ya kulluk niyetiyle nefsi alikoymaya verilen isimdir. Bilindigi gibi oruç, yalniz bedenle yapilan ibadetlerden biridir. Dolayisiyle, her mükellefin kendi nefsi için farz-i ayn'dir. Resul-u Ekrem (s.a.s) 'in; 'Bir kimse, baska bir mükellefin yerine oruç tutmaz. Yine bir kimse, baska bir mükellefin yerine namaz kilmaz' (Ibnül-Hümam, Fethül-Kadir, Beyrut 1315, II, 85) buyurdugu bilinmektedir.
Kur'an-i Kerim'de; 'Ey iman edenler! .. Sizden evvelki (ümmet) lere yazildigi gibi, sizin üzerinize de oruç yazildi (farz kilindi) . Ta ki, korunasiniz' (el-Bakara, 2/183) buyurulmustur. Oruç ibadetinin; Hicret'ten sonra farz kilindigi hususunda görüsbirligi vardir. Sahih olan rivayete göre, Bedir savasindan kisa bir süre sonra farz kilinmistir. Hz. Âise (r.a) validemizden rivayete göre; Resulullah (s.a.s) daha önce 'Asûre orucu'na devam etmis ve Sahabe'ye tutmalari tavsiyesinde bulunmustur. Muaz b. Cebel (r.a) 'den rivayet edilen bir haberde de, Medine'de her ay üç gün oruç tutmustur. Imam Merginani:
'Ramazan ayinda oruç tutmak farzdir. Çünkü Allahu Teala (c.c) 'Sizin üzerinize oruç farz kilindi' diye buyurur. Ayrica farziyyeti hususunda kat'i icma tesekkül etmistir. Bundan dolayi, Ramazan orucunun farziyyetini inkâr eden kimse kâfir olur' (Merginanî, el-Hidâye, I, 118) diyerek, meselenin hassasiyetine isaret etmistir.
Oruç ibadetinin nedenine gelince; Usûl ûlemasi, ibadetlerde asil olanin Allahu Teâlâ (c.c) 'ya ihlâsla kulluk oldugunu, sebeplerinin tesbit edilip edilememesinin önemli olmadigini; hikmetlerinden bazilarini kavramanin ve açiklamanin mümkün, ancak teabbüdî olan bu hususlarda illeti tesbit etmenin güç oldugunu söylemisler ve ihlâsla Allah'a kullugun esas alinmasini tavsiye etmislerdir.
Resul-u Ekrem (s.a.s) 'in: 'Oruç insani Cehennem atesinden koruyan bir kalkandir. Tipki sizi harpte ölüme karsi muhafaza eden bir kalkan gibi' (Nesâî, Savm, IV, 167) buyurdugu bilinmektedir. Oruç, mükellefi her türlü sehvetten alikoyan ve ihlâsi artiran bir ibadettir. Açliga, susuzluga ve nefsin diger arzularina karsi direnmek oldukça önemlidir. Allahu Teâlâ (c.c) 'ya iman eden ve O'nun dini ugruna cihada karar veren müminler; oruç ibadeti ile kuvvetli bir iradeye sahip olurlar. Hicrî takvim ayin hareketlerine göre degistigi için, her yil digerine nisbetle on veya on bir gün önce gelir. Dolayisiyle insan bazen kisin (20) derecede, bazen yazin (+ 40) derecede oruç tutar. Bu bir anlamda mükellefin 'Dondurucu bir sogukta ve kavurucu bir sicakta dahi; Allahu Teâlâ'nin emirlerini eda etmeye hazirim' taahhüdünde bulunmasidir. Ayrica bir ay süre ile Allah Teâlâ (c.c) 'nin rizasini kazanmak için, nefsinin bütün sehvetlerini terk etmesi oldukça önemli bir hadisedir.
Oruç ibadetine riyanin karismasi da mümkün degildir. Nitekim bir Hadis-i Serif'te; orucun ve oruçlunun mahiyeti su sekilde ortaya konulmustur:
'Oruç bir kalkandir. Oruçlu kötü (kem) söz söylemesin. Kendisiyle itismek ve dalasmak isteyene iki defa 'Ben oruçluyum'desin ve uymasin. Ruhum yed-i kudretinde olan Allahu Teâlâ (c.c) 'ya yemin ederim ki; oruçlu agzin (açlik) kokusu, Allah indinde misk kokusundan daha temizdir. Cenab-i Hak buyurmustur ki: 'Oruçlu kimse benim rizam için yemesini, içmesini ve cinsi arzularini birakmistir. Oruç dogrudan dogruya bana edilen (riya karismayan) bir ibadettir. Onun sayisiz sevabini da, dogrudan dogruya ben veririm. Halbuki baska ibadetlerin hepsi on misliyle ödenmektedir' (Sahih-i Buharî Muhtasari Tecrid-i Sarih Tercümesi, VI, 248, Hadis no: 897) .
Allahu Teala Peygamberimiz (Sallallahu aleyhi vesellem) 'e verdiği önemi hiç bir yaratığa vermemiştir. Yerde, gökte, melekler, Peygamberler onsekizbin alem bütün mükevvenat yaratılan her şeyi Peygamberimiz (Sallallahu aleyhi vesellem) hürmetine yaratmıştır.
«Ey Habibim! Sen olmasaydın yerleri, gökleri bütün mükevvenatı yaratmazdım.» (Mir'at-ı Kainat, Cild 1, Sayfa: 414)
İLAHİ! tek sana geleyim diye bir bir tüm kapıları kapatıyorsun..
'ümitsizlik semtine gitme; ümitler vardır.
karanlık tarafa gitme güneş vardır.'