Yalan ile gerçek arasındaki ince çizgiyi silmek için bir silgi aradı insanoğlu. Ne o çizgiyi, ne de o silgiyi bulabildi. Ama aramaktan da vazgeçmedi. Tanımsızlık, yalan ile gerçeğin birbirine karışmış olma durumu. İnsan, insan olduğundan beri, tanımından rahatsız. Hep boşalmak, hep rahatlamak, hep üzerinden ağırlıkları atmak istiyor. Kısacası insan tanımsızlık istiyor. Düşü, bir kaosta kaybolup gitmek, unutmak, yok olmak… İşte bu yüzden, yalan ile gerçek arasındaki çizgiye düşman. Önüne konan sınırları hep bu çizgi sanır insanoğlu. Bundan dolayı, sınır tanımamazlık, baş özelliği olmuştur insanın. İnsan iki evrende yaşar: Madde(zahiri) Evreni, Mana(batıni) Evreni. Çoğu zaman insanın bir evrendeki yaşamı diğerinkiyle uyuşmazç Bu uyuşmazlık insanın içinde iki kutup olusturur. Birbirine düşman iki kutup. Hep bir savaş vardır bu iki evren arasında. Her zaman biri diğerine üstün gelmeye çalışır. Madde evreni somutluğu temsil eder. Günlük yapıp etmeler, bu evrenin içinde yaşanır. Mana evreni ise soyutluğun temsilidir. Duyguler, düşünceler, rüyalar, hayaller hep bu evrende yaşanır. İki evrenin birbiriyle mücadele etmesinin en kolay yolu, diğerini reddetmesidir. Onun için iki evrende birbirini yok sayar. Fakat bu savaş, hiçbir zaman sonuç vermez ve hiçbir zaman biri diğerine üstünlük sağlayamaz. Bu üstünlük sağlayamama, bir kaos yaratır insanda. Hep bir değiskenlik vardır, yani yapım ile yıkımın iç içe girmesi… İnsanın sınır tanımama egosunu tatmin için iki evrende de bir çok imkanlar teşekkül etmiştir. Lakin, bu imkanların hepsi sunni, hepsi yalan… İnsan bu yalanların kalbalıklığında, perdelenmiş olarak yaşar. Bu perdelenme, gerçeği görmesine engel olur. Yalan gerçek olmuştur, gerçek yalan. Bu noktaya gelmiş insan, çizgiyi sildigini zanneder. Oysa çizgi hep vardır ve insan çizginin bir o tarafına bir bu tarafına şaşkın şaşkın atlar durur. İnsan her ne kadar sınırsızlık isterse istesin, özlediği sınırsızlığa her iki evreninde de ulaşamaz. Madde evreninde tüm fizik kanunları, onun sınırsızlığına düşman sınırlar olarak belirirler. Mana evreninde ise insana iki sınır koyucu vardır. Bu sınır koyuculardan biri, aklı. İkinci sınır koyucu iseö insanın nereden kaynaklandığını bir türlü anlayamadığı vicdanıdır(Vicdan kelimesini ilerki paragraflarda daha deteylı bir şekilde ele alacağız) . İnsan bu sınırlarla ilk karşılaştığı zaman bir bocalama dönemine girer. ' Ben neyim? Ne yapıyorum? Nerden geldim? Nereye gidiyorum? ' gibi sorular ilk olarak, bu devrede şiddetli tokatlar gibi sarsmaya başlar insanı. Artık bir arayış içindedir insan. Kainatı kavramada aklının zavallı kalışını seyreder. Sonuçta bir yol ayrımına varır. Bu yollardan biri, onu, tüm sebeplerin yaratıcısı bir ilahi kudretin varolduğuna; diğeri de, onun kendi kendinin sebebi olan bir varlık olduğu sonucuna götürür. Ataizmin(tanrıtanımamazlık) temeli, insanın kendi kendinin sebebi olan bir varlık olması düşüncesiyle atılır. Kendi kendinin sebebi olan bir varlık, kendi hakkındaki tüm ıyı ve kötü ayrımlarıda iöinde bulunduruyor demektir. Bu noktada, kendi için neyin doğru neyin yalniş olacağınıda en iyi kendisi bilecektir. Ahlaki değerler tümüyle kendi içinde depolanmıştır ve kendisi herşeyin üstündedir. İnsan bu yüzden, sınırlara boyun eğen değil, bizzat sınır koyandır. Tüm ahlaki değerler, tim bilim, tüm sınır koyuculuk kendi özünde depolanmıştır insanın. İşte bundan dolayı, tanrı gibi yüce bir varlığın varlığı gereksizdir ve onu reddeder. Buraya kadar anlatılanları kabul eden bır düşünce sistemi, karşısında şu soruyu buldu: Madem, insan kendi özünde tüm ahlaki değerleri, tüm bilmi, tüm sınır koyuculuğu barındırıyor, bugün insanoğlunun içinde bulunduğu çürük toplumsal yapı nasıl açıklanabilir? Bu soruyla muhattap olan ataizm, soruya cevap verebilmek için 'yabancılaşma kuramı'nı ortaya attı. İsmet Özel' in Üç Mesele isimli kitabında, batının ataizmin yıkılan kulesine destek olmak için ortaya attığı yabancılaşma kuramı şöyle özetleniyor:' …bu şartlar(çürük toplum yapısı içinde) karşısında bulunan insan, insan değildi, kendisi değildi, kendi insanlığının bilincinde değildi, insan olarak kendi bütünlüğünden ayrılmış, kendinden kopmuş, kendine yabancılaşmıştı. Büyük bir ihtimalle insan bir zamanlarbir bütüni kendi yüceliğinin ve mutluluğunun sahibi bir varlıktı ve yine böyle bir varlık olamaya çabalamalıydı.' Buna göre, insanın şu anda içinde bulunduğu durumun dışında, mükemmelliği temsil eden ideal bir insan var. İdeal insanın varlığı, böylelikle tanrı düşüncesini ahlaki davranişların dışında tutabiliyor. Ataizm, bu şekilde sağlam temellere(!) oturtulmuş oluyor.
Bir varlığın sebebinin yine o varlıkta var olduğunu kabul etmek, o varlığa bilinen ve bilinmeyen tüm bilimlerin bilgisini yüklemekle mümkün olabilir. Ataizm, insanın sebebini insanda görür. Bir bütünün sebebini yine o bütünün kendisinde görmekö ancaka ve ancak o bütünü oluşturan parçaların sebeplerinin yine o parçaların kendilerinden kaynaklandığını kabul etmekle umkun. Yani, eğer ınsan kendi kendisinin sebebiyse, onu oluşturan bütün parçalarda ayrı ayrı kendilerinin sebebi. Tümden gelim yapacak olursak, ulaşacağımız son parcalardan biri atom. Bu noktada, insanı olusturan bütün atomlar kendi kendilerinin sebebi ve kendi kendilerinin sebebi oldukları için sonsuz bir bilgiyi kendi bünyelerinde bulunduruyorlar. Yani, her atom kendi kendinin sebebi olduğu için bulunduğu, yapmakla yükümlü olduğu fonksiyonları, diğer atomlarla arasındaki ilişkiyi önceden biliyor ve bu bilgiyle varlık buluyor. Bu yüzden, insanın kendi sebebini kendinde bulundurduğu iddeası, onu oluşturan tüm zerrelerin, kendini ve icinde bulunduğu tüm evreni tanıma, anlama ve bilme gibi, sonsuz bir ilme sahip olduğunu kabul etmek zorunda. Hücreyi oluşturan atomların herbiri nerede bulunacaklarını, ne yapacaklarını biliyorlar; bunlardan oluşan hücrede aynı şekilde nerede bulunacağını ve ne yapacağını biliyor. Sonra bu hücrelerden oluşmuş organlarda ne yapacaklarını ve nerede bulunacaklarını biliyorlar. Böylece insan oluşuyor ve bu insan tüm sebeplerini içersinde bulundurmuş oluyor. Ataizm, herşeyi bilen, herşeyi düzenleyen, yüce bir kudreti yok saymakla, kainatı oluşturan tüm zerrelere herşeyi bilmek gibi bir kudret yüklüyor ki; bir tanrının varlığını reddetmekle, kainatta bulunan tüm zerreler miktarında tanrı var olduğunu kabul etmek zorunda kalıyor. Ataizm, yabancılaşma kuramı, humanizm 'tanrıyı reddetme' amacının kılık değiştirmiş halleri, özleri hep aynı.
İnsanın sebebinin kendinde var olamayacağını anlatmaya çalıştıktan sonra, şimdi de yüce bir yaratıcının varlığı hakkında (haddimi aşmamaya calışarak) bir kaç söz söyleyerek bu bahsi kapatmak istiyorum. Bediuzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatında, yüce bir yaratıcının varlığına dört delil gösteriyor. Bunlar, kainat kitabi, Kuran-ı Kerim, Peygamber(S.A.V) Sünneti, ve son olarak vicdan. Samimiyetle arayan insan, eminim Kuran-ı Kerim ve Peygamber(S.A.V) Sünneti'nde yüce bir yaratıcının varlığına dair birçok delil bulacaktır. Ama şu anda, background umun yetersizliğinden dolayı sadece kainattan ve vicdandan bahsedeceğim. Kainatta, bir yüce yaratıcının varlığını gösteren deliller bulunduğunu, daha önce birçoklarının yaptığı gibi, kainattaki düzeni, ihtişamı ve mükemmelliği anlatarak ispatlama yoluna gitmeyeceğim. Zaten bunlar daha önce yüzlerce kez anlatılmış. Bu sefer, bu konuyu başka bir açıdan ele almak istiyorum. Öncelikle bir soru koyacağım önüme, sonra bu soruyu kurcalayarak bir yerlere ulaşmaya çalışacağım. Soru şu: Kainatın bir sınırı var mı? Bu soruya cevap olabilecek yalnızca iki önerge bulunabilir. Bu önergelerden birisi: Kainat sınırsızdır. Bu önerge göründüğünden çok daha karmaşık kavramları içinde barındırıyor. Kainatın sınırsızlığını kabul ettiğimiz zaman, 'yok' kelimesini lügatımızdan çıkarmamız gerekiyor. 'yok' gittiği zaman, olmaz, olamaz gibi ifadelerde ğüç kaybediyorlar, hatta siliniyorlar. Peki, kainatın sınırsızlığı 'yok'u nasıl siliyor? Bu cevaplaması kolay bir soru. Sınırsızlığı kabul etmek, hep bir 'ulaşılamayan'ın var olduğunu kabul etmek anlamına geliyor. Varılan nokta hiçbir zaman son olmuyor; her zaman daha ilerde varılacak başka bir yer oluyor. Burada 'yok olanın' daha doğrusu 'yok sanılanın', ilerde bir yerlerde var olmadığını söylemek, bu önerge kabul edildiği zamn imkansız. Başka bir ifadeyle, bu önergenin kabulu, 'ulaşılamayan' ın, 'ulaşılamayacak olan' ın var olduğunun kabulu alamına geliyor. Yukarıdaki soruya cevap olabilecek ikinci ve son önerge ise şu: Kainat sınırlıdır. Hemen burda belirtelim; kainatın bir sınırı olduğunu kabul etmek ancak ve ancak o sınırın geçilmez olduğunu kabul etmekle mümkün. Nasıl? Şöyle: Kainata bir sınır koyup, o sınırı geçebildiğiniz zaman, sınır kabul ettiğiniz noktayı geçtikten sonra vardığınız noktalarıda kainat denilen bütünün içersine katmışşınız demektir. Böyle olunca, sınır kabul ettiğiniz noktanın, sınır olama özelliği ortadan kalkmış oluyor. O halde, kainat sınırlıdır demekle, o sınırın geçilebilirolduğunu kabul etmek birbirleriyle örtişmeyen ifadeler. Çünkü biraz öncede ifade ettiğim gibi, sınır kabul edilen noktadan sonra varılan her nokta, kainat bütününün içine dahil edilmiş oluyor. Sınırın geçilebilir olduğunu kabul etmek, aslında sınırsızlığı kabul etmek manasına geliyor. Sonuç olarak, kainat sınırlıdır dediğimiz zaman, o sınırın geçilmez olduğunu önergemize eklememiz gerekiyor. Peki, kainatın sınırlılığı ve o sınırın geçilmezliği ne manaya geliyor? Önümüzde bir sınır varsa ve o sınırın ötesine geçemiyorsak, o 'öte'de ne olduğunu da bilmiyoruz demektir. Bu bimemezlik, şimdiki zamanla sınırlı kalmayacak, tüm zamana yayılacaktır. Bu şekide, kainatın sınırlı olduğunu kabul ettiğimiz zaman, o sınırın ötesinde ne olduğunu bilemediğimiz için, burada 'yok olanın' veya 'yok sayılanın' orada da yok olduğunu iddea edemeyiz ve bize yine her zaman bir 'ulaşılamayan' ın, bir 'ulaşılamayacak olan' ın varlığını gösterir. Yukarıda anlatmaya alıştığım sınırlıdır-sınırsızdır yaklaşımını, sadece maddesel boyuta hapsetmemek lazım. Üzerinde düşünüldüğü zaman, bu yaklaşımın maddesel boyut dışında diğer boyutlarada başarıyla uygulanabileceği görülecektir. Mesela zaman boyutunu ele alalım. Yukarıda kainat üzerinde anlşatmaya çalıştığım model aynı şekilde zaman üzerinde de işliyor ve yukarıda ulaşılan sonuca zaman baz alınarakta ulaşılıyor. İşte soru: Zaman sınırlı mıdır? Cevabı okura bırakıyorum.
Son olarak vicdan dan bahsederek bitirmek istiyorum. Vicdan, insanın içinde hissettiği derin sızı. Herşeyi maddesel boyutta lagılama eğilimi olan insan, karşısına dikilen vicdanı karşısında çaresizdir. Onun bildiği aci fiziksel acıdır. Oysa vicdan fiziksel olarak can yakmaz. İnsan vicdanını maddesel evrende bir anlama oturtamadığı için, tanımsız damgası vurur vicdanının üzerine. Mana evreninin hayal artığıdır ona göre vicdan. Gelip geçici bir rüya der önce. Oysa, o rüya şeklinde nitelediği, hiç geçmez, hiç bitmez, hiç zayıflamaz; hep güçlenir, hep büyür içinde. Hata işlediği zaman, işlediği hataların dışarıdan gelecek bir tepkiyle cezalandırılmasını bekleyen insan; içersindeki o anlam veremediği duygu karışımının yumruk misali sorularına maruz kalır. Bu soruların en ağırı ' Sen kimsin? ' sorusudur. Bir müddet sonra, ' Sen kimsin? ' sorusu taşınmaz bir ağırlık olur insanın içinde. Bu soruyu çözmeden, hiç feraha kavuşamayacaktır. Vicdanın sorduğu bu soruyu içinde bir ağırlık olarak taşıyan insan, eninde sonunda yüce bir yaratıcının varlığını bulacaktır.
Tüm bu delillere rağmen, insanlar arasında inanmayanlar çıkar, çıkacaktır. Kainatın bu ihtişamı karşısında, yaratıcıyı reddeden, bu akıl fukaralarını anlamakta güçlük çekiyorum. Nasıl vicdanlarını yenipte inanmayabiliyorlar? Aklım bu soru karşısında eriyor. Cevabı yine yaratanın kendisi veriyor: '(2/6) Şüphe yok ki, inkar edenleri, başlarına gelecekle uyarsan da uyarmasan da birdir, inanmazlar. (2/7) Allah onların kalblerini ve kulaklarini mühürlemiştir, gözlerinde de perde vardır ve büyük azab onlar içindir.' Zaten, kalbe mühür vuracak, vicdanı kör edecek sonsuz kudret bir tek onda var. İnsan nankör. İşte bir ayet: (22/26) Hakikat, (şu) insan çok nankördür. Ey sana verdiği bunca nimete rağmen, 'O' na sırt çeviren nankör. Varken, varlıkların en üstüyken, 'hiç' olmayı isteyecek kadar zavallısın.
Bitirirken… Kainattan bahsederken, hep bir 'ulaşılamayan'ın, bir 'ulaşılamayacak olan'ın varolduğunu göstermeye çalıştım. İşte Allah o 'ulaşılamayan' dır. İslami anlayış şöyle: Ne ki Allah zannedersin, o zannettiğin şey Allah'a perdedir. Büyük veli, bin yılın yenileyicisi İmam-ı Rabbani Hazretleri ise şöyle diyor: Allah veraların (ötelerin) verasında, onunda verasında, onunda verasında. Hemen burada belirtmeme gereken başka bir husus daha var. Biz, Allah'ın bize şah damarımızdan daha yakın olduğuna inanıyoruz. Burada, Necip Fazıl'ın kader hakkında yazdığı nefis bir paragrafı aklıma geldi:Allah hem kulunu muhtar olarak yaratmak, hemde önceden kuşatmış olmak gibi, akıl almaz tezatı birleştiren kudrettir. Aklın durduğu ve kıpırdayamaz olduğu bu noktadaki sonsuz kudrettirki, Allah'tır. Sen yaratıcıyı kendi seviyene mi indiriyorsun ki, sence birleştirilmesi muhal olan bir teztı, onca da birleştirilemez farzediyorsun. Nereden çıktı diyeceksiniz. Çıkış noktam, yukarıda Necip Fazıl'ın anlattığı ile, biraz önce bahsettiğim meselenin benzer yönlerinin oluşu. İşte benzerlik: Allah, hem kuluna şah damarından daha yakın olmak, hem de ötelerin ötesinde, onun da ötesinde, onun da ötesinde olmak gibi akıl almaz tezatı birleştiren sonsuz kudrettir. Aklın kuyusuna düşüpte çıkmayı başramayanlar ve 'O'nu reddeden zavallılar keşke bilselerdi… Keşke
Hiçbir ilâh kabul etmeyen, Tanrıtanımaz felsefi doktrinlerin ortak adı.
Sistemleştirilmiş bir ekol oluşturulmaksızın filozoflardan bir bölümünce benimsenmiş olan bu anlayış, doğrudan doğruya tanrının varlığını inkâr üzerine kuruludur. Bu özelliğiyle de benzer yanlar taşıyor olsa da- tanrının varlığını ya da mahiyetini tartışan doktrinlerden ayrılır; tanrının yokluğunu kesin bir biçimde öne sürer.
Hemen hemen tüm felsefe ekolleri ve öğretileri gibi ateizm'in kökleri de Eski Yunan'a uzanır. Maddeci yapı belirten çeşitli felsefe okullarının bağlıları, ontolojik yorumları sonucunda ateist bir inanç sergilemişlerdir. 'Gölge etme başka ihsan istemem' sözüyle yaygın bir ünü bulunan Diyojen bunlardan biri ve felsefe tarihinde kâfir diye nitelenen ilk kimsedir. Atom kuramcısı Demokrit, onun izleyicisi Leocippus, Sofist'lerden Gorgias ve Protegoras, kendi adıyla anılan ekolün kurucusu Epikür, öne sürdükleri materyalist görüşler bağlamında birer ateist olarak göze çarparlar.
Rönesans'tan sonra Batı'da varlığını hissettiren din-dışı eğilimler ve özellikle de evrenin, doğanın ve insanın, insan toplumunun dinden bütünüyle soyutlanarak yorumlanması sonucu ortaya çıkan görüşler, ateist tutumlara büyük katkılarda bulunmuş, onlara bolca kullanabilecekleri veriler sağlamıştır.
Nitekim, dinden ve törelerden bağımsız bir siyasetin oluşturulması savını öne süren Makyavel, ateizm'i bu alana sokarken; birer ateist olmadıkları hâlde Dekart, David Hume ve Kant gibi kimselerin akılı dinden bağımsız kılma çabaları ve bu doğrultuda öne sürdükleri düşünceler çağdaş ateizm'e tutanaklar hazırlamış oldu. Pozitivist yorumlarla oluşturulan bilimsel kuramlar ve evrene yönelik rasyonalist bakış açılarının oluşturduğu ortam, Feuerbach'ın öne süreceği düşünceler için çok elverişliydi. XIX. Yüzyılın en önemli ve sonraki dönemler bakımından da en etkili ateisti olan bu düşünür, Tanrı'nın insana özgü ülkülerin bir yansıması olduğunu, insanın özgürlüğünün Tanrı'yı inkârla gerçekleşebileceğini öne sürmüş; dini insanın etkinlik alanına indiren bu görüşten yola çıkan Marks ise, ezilenlerin egemenliğiyle birlikte dinin de yok olacağı varsayımıyla ateizm'i doruk noktasına çıkarmıştır. Bu çizgiyi kemâline ulaştıran Nietzsche ise, 'Tanrı'nın Ölümü' adlı kitabında, insanın kendisini bütünlemesi ve özünü bulması için göstermesi gereken en insanca tepkinin ateizm olduğunu söylemiştir.
Darwin, geliştirdiği kuramla Yaratıcı-Tanrı kavramını dışlarken; Freud, Tanrı inancının çaresizlik içindeki insanın çocukluk durumuna dönerek koruyucu bir babaya sığınma ihtiyacından doğduğunu öne sürerek, psikolojik çerçevedeki inkârı gündeme getirmek yoluyla ateizm'e bir başka boyut kazandırmıştır.
Yüzyılımızdaysa, ateizm'i Jean Paul Sartre, Albert Camus gibi varoluşçular temsil ettiler. Bunlar, insanın evrende bir başına olduğu ve kendi değerlerini belirlemek özgürlüğüne sahip bulunduğu düşüncesinden yola çıkarak, bu özgürlüğü kabulün kaçınılmaz sonucu olarak Tanrı'nın inkârına gitmektedirler.
Agnostizm (bilinmezcilik) ve Pozitivizm (olguculuk) gibi ateizm'i andıran görüşler, açıkça 'tanrı yoktur' demeyip de 'bilinemez' 'tartışılması bilimsel değildir' türünden ifadeler kullandıklarından konumuzun dışında kalmaktadır.
İslâm literatüründe, dehriyye* diye adlandırılan ateizm, kronolojik bakımdan iki ayrı safha halinde irdelenebilir. Cahiliyye Dönemi Dehriliği ve İslâm sonrasındaki Dehriyyun...
Kur'an-ı Kerîm'de: 'Dediler ki: o (hayat dedikleri) şey, dünya hayatımızdan başkası değildir; ölürüz, diriliriz, Ve bizi ancak dehr (zaman) helâk etmektedir.' Halbuki onların bu sözlerinde hiçbir ilimleri yoktur. Onlar ancak zanda bulunuyorlar. ' (el-Casiye, 45/24) haberiyle bildirilen cahiliyye dehriliği, yaratılmayı inkârla zaman ve maddenin ebediliğini öne süren bir inançtır.
Felsefî anlamdaki İslâm sonrası dehrilik ise, muhtemelen, Sâsânîler döneminde yaygın bir inanç olarak gözlenen 'herşeyi değiştiren ve herşeyden kuvvetli olan, tüm olayları oluşturan ve yönlendiren büyük güç, ilâhî zat olan Hürmüz değil, yalnızca sınırsız zamandır' temel inancı üzerine oturtulmuş bulunan zurvanig'in karşılığı ve uzantısıdır. Bu inancın sahipleri Allah'ı inkâr ederek, bütün oluşları zaman, dehr ya da felek adını verdikleri akışa bağlamaktaydılar.
Öte yandan, kısmî inkâr diyebileceğimiz bir tutum içinde bulunan maddiyun, tabiiyun (maddecilik, tabiatçılık) gibi düşüncelerle dehriliği karıştırmamak gerekir. Çünkü, dehrilikde, ateizm'de olduğu gibi kesin bir inkâr, Yüce Allah'ı açık bir biçimde yok sayma sözkonusudur. Yüce Allah'ın kimi esma ve sıfatlarını değil de, gerek yaratıcılık, gerek ilâhlık ve gerekse rablık plânında küllî bir inkâr vardır. Ateizm, gerçek anlamıyla, işte böylesine bir küllî inkârdır.
1- Evrim'in olduğunu iddia etmek insanın kendi aklını inkar etmesi gibi birşeydir. 2- Biz, Allah madde olarak yeryüzünde demiyoruz zati, O'nu görmene bu yüzden imkan yok. 3- Senin bahsettiğin evrim benim elimde oyuncak.... Evrimin ağası benim o zaman.... Evrim neden bir kavram benim hareketlerime bağlı....Bu da basitliktir. Eskiden putları helvadan yapar,etraflarından O'ndan başka birşey görmez. O'na dua eder....Sonra O'nu yerlerdi. 4- Şu bahsettiğimiz evrim, bir zaman sonra insanın başına iş açar.Nasıl mı? Düşünmeye başlarsın.Bu evrimin bir üst düzeyi kabul edilsin. Kalkar ineğe tapmaya başlarsın. Çünkü senin hayatta yapabildiğin tek şey etrafına bağımlı olmandır. Bunu asalaklar yapar. 5- Sen madem gelişmiş bir türdür... Seni değerlendirmek gerek. 6- Ara geçişlere bilgin yetmezmiş.Daha düne kadar biz doğaya bakın dediğimizde bana doğadan örnek vermemizi isteyen sen.Şimdi kalkıp kendin örnek veriyorsun.... 7- Ben doğayı kabul etmiyorum.Hadi bana isbat et evrimi! S 8- Sen hala evrimin doğayla mı olduğunu sanıyorsun. 9-Ben katılmıyorum....Önüme o ara geçişlerden bırak yüzlerceyi milyonlarca örnek gösteremeyen bir fikriyat ne kadar sağlamdır. 10- Ama ben sana en azından aynı tip kemik yapısına uygun hala yaşayanlardan sadfece 5 milyar örnek verebilirim, ölüleri bıraktım....
ateizm bütün kainatın tamamiyle tedüfe dayandığını iddia eden bir inanıştır bunun başlıca savunucusu devrim teorisidir bu konu hakkında fazla söze gerek yok biliniyorki hiç bir şey tesadüften ibaret değildir bu artık tüm dünyaca kabul edilmektedir kainatı ve içerisinde bulunan her bir zerre tanesini yaratan bir güç vardır bu yaratıcının varlığına en büyük deliller arasında arının bal yapma mucizesi kabul edilir bu günkü teknolojiyle bile yapılamayan bir altıgenin mimarıdırlar arılar peki bunu nereden biliyor ve ne gibi bir alet kullanarak milim hatasız yapailiyor ve iki taraftan başlayan bu altıgenler nasıl oluyorda ortada kusursuzca en ufak bir kayma olmadan birleştirilebiliyor bal suyla karıştırıldığında zararlı maddeleri öldürme özelliğine sahiptir ve arı yavrusunu beslerken balı sulandırıp yedirir bunu nerden biliyor nasıl bir teknolojiyle bunu keşfediyor ve bunun gibi bir çok ıspat ve delil gösterilerek devrim teorisinin yanlış olduğu ıspatlanabilir.
[HAMİŞ BEYE İTHAFAEN] 1 Evrim Teorisi, Tesadüfleri Yaratıcı Bir İlah Olarak Görür
Evrimcilerin en büyük yanılgılarından biri ilkel dünya olarak adlandırdıkları ortamda canlılığın kendiliğinden oluşabileceğini düşünmeleridir. Evrim teorisinin iddiasına göre, fosfor, karbon gibi bilinçsiz, akılsız, yeteneksiz, bilgisiz ve cansız atomlar tesadüfler sonucunda biraraya gelmişler, yıldırımlar, volkanlar, ultraviyole ışınları, radyasyon gibi doğal olaylar sonucunda kendilerini kusursuzca organize ederek proteinleri, hücreleri, balıkları, kedileri, tavşanları, aslanları, kuşları, insanları ve tüm canlılığı meydana getirmişlerdir.
Tesadüfleri yaratıcı bir ilah kabul eden evrim teorisinin temel iddiası budur. Böyle bir iddiaya inanmak ise akla, mantığa ve bilime karşıdır.
2 Doğal Seleksiyon Canlılardaki Karmaşık Yapıların Nasıl Meydana Geldiğini Açıklayamaz
Çıtanın saldırdığı bu yavru büyük bir ihtimalle kaçmayı başaramayacaktır. Çünkü çıta bu yavruya göre çok daha atik, güçlü ve tecrübelidir. Bu herkesin bildiği olayı evrimciler, 'evrimleştirici bir mekanizma' olarak topluma kabul ettirmeye çalışırlar. Oysa açıktır ki bu yavru -ne kadar zaman geçerse geçsin- başka bir canlıya dönüşmeyecektir. Evrim teorisi, yaşadıkları ortama en iyi uyum sağlayan canlıların daha çok yaşama ve çoğalma imkanı bulduklarını ve bu şekilde faydalı özelliklerini sonraki nesillere aktarabildiklerini, türlerin bu 'mekanizma'yla evrimleştiğini iddia etmektedir.
Oysa doğal seleksiyon olarak bilinen söz konusu mekanizma, canlıları evrimleştirmez, onlara yeni özellikler kazandıramaz. Sadece bir canlı türüne ait özellikleri güçlendirebilir.
Örneğin bir bölgede yaşayan tavşanlardan hızlı koşanlar hayatta kalır, diğerleri ise ölürler. Birkaç nesil sonra bu bölgedeki tavşanlar daha hızlı koşan bireylerden oluşur. Ancak, hiçbir zaman bu tavşanlar başka bir canlı türüne (örneğin tazılara veya tilkilere) evrimleşmezler.
3 Sanayi Devrimi Güveleri Doğal Seleksiyonla Evrime Delil Değildir
Evrim teorisinin tüm dünya çapında en çok tekrar edilen sözde 'delil'lerinin başında, 19. yüzyıl İngilteresi'nde gerçekleşen sanayi devrimi sırasındaki güve popülasyonu gelir. İddiaya göre sanayi devrimindeki hava kirliliği ağaç kabuklarının rengini koyulaştırmış, bu nedenle koyu renkli güveler daha kolay kamufle olarak avcı kuşlardan korunmuş ve sonuçta koyu renkli güvelerin nüfusu artmıştır. Ama bu bir evrim değildir, çünkü yeni bir güve türü ortaya çıkmamış, sadece zaten var olan türlerin nüfus oranı değişmiştir. Bunun dışında, güvelerle ilgili bu iddianın dayandırıldığı hikayenin de doğru olmadığı ortaya çıkmıştır: Güveleri ağaçlar üzerine konmuş olarak gösteren ünlü fotoğrafların sahte olduğu ve iddia edildiği gibi bir 'endüstriyel melanizm'in (endüstriyel kirlilik nedeniyle rengin koyulaşması) hiçbir zaman yaşanmadığı anlaşılmıştır.
4 Deprem, Bir Şehri Nasıl Geliştiremezse, Mutasyonlar da Canlıları Geliştiremezler
Mutasyonlar, insan vücuduna dair tüm bilgilerin şifreli olduğu DNA üzerindeki rastlantısal değişikliklerdir. Mutasyonlara radyasyon, kimyasallar gibi etkenler neden olur. Evrimciler, mutasyonların canlıları evrimleştirdiğini öne sürerler. Oysa mutasyonlar canlılara daima zarar verirler, onları geliştirmezler, onlara yeni özellikler (örneğin kanat, akciğer gibi organlar) kazandıramazlar. Onları ya öldürür ya da sakat bırakırlar. Mutasyonların bir canlıyı geliştirdiğini, ona yeni özellikler kazandırdığını iddia etmek, bir depremin bir şehri daha gelişmiş ve modern bir hale getirdiğini, veya bir bilgisayara çekiçle vurulduğunda bir üst modelinin ortaya çıkacağını iddia etmeye benzer. Nitekim gözlemlenmiş hiçbir mutasyonun genetik bilgiyi artırdığı görülmemiştir.
5 Hayat Hayattan Gelir
Ortaçağ'dan beri inanılan 'spontane jenerasyon' adlı yanlış bir teori, cansız maddelerin tesadüfen biraraya gelip, canlı bir varlık oluşturabileceklerini öngörüyordu. 18. yüzyıla dek, böceklerin yemek artıklarından, farelerin de buğdaydan oluştuğu yaygın bir düşünceydi. Darwin'in Türlerin Kökeni adlı kitabını yazdığı 19. yüzyılda ise, bakterilerin cansız maddeden oluşabildikleri inancı, bilim dünyasında yaygın bir kabul görüyordu.
Oysa Darwin'in kitabının yayınlanmasından beş yıl sonra, ünlü Fransız biyolog Louis Pasteur, evrime temel oluşturan bu inancı kesin olarak çürüttü. Pasteur yaptığı uzun çalışma ve deneyler sonucunda vardığı sonucu şöyle özetlemişti: 'Cansız maddelerin hayat oluşturabileceği iddiası artık kesin olarak tarihe gömülmüştür.'
Bu gerçek, yeryüzünde yaşamın kendiliğinden oluşmadığını, ancak mucizevi bir yaratılışla başladığını da bir kez daha göstermiş oluyordu.
6 Ara Geçiş Canlılarına Fosil Kayıtlarında Rastlanmamıştır
Evrim teorisi, bir türün bir başka türe dönüşmesinin ilkelden (basitten) karmaşığa doğru, yavaş ve aşamalı olduğunu iddia eder. Bu iddiaya göre, bu dönüşüm sırasında 'ara geçiş formu' adı verilen ucube canlıların yaşamış olması gerekir. Örneğin, balık özelliklerini hala taşımasına rağmen, bir yandan da bazı sürüngen özellikleri kazanmış olan yarı balık yarı sürüngenler, yarı maymun yarı insanlar, yarı sürüngen yarı kuş canlılar yaşamış olmalıdır geçmişte. Eğer gerçekten bu tür canlılar yaşamışlarsa, bunların kalıntılarına da fosil kayıtlarında rastlanması gerekir. Oysa, yıllardır büyük bir hırsla aranan bu ara geçiş formlarından eser yoktur.
7 Canlı Grupları Yeryüzünde Aniden ve Aynı Anda Ortaya Çıkmıştır
Camın hammaddesi olan silis nasıl kendi kendine, aşama aşama bir kadehe dönüşemezse veya bir fotoğraf makinesinin parçaları yavaş yavaş biraraya gelip fotoğraf makinesini oluşturamazsa, canlılar da cansız maddelerden zaman içinde kendi kendilerine ortaya çıkamazlar. Bugün bilinen temel canlı kategorilerinin tamamına yakını, 530-520 milyon yıl önce, 'Kambriyen Devri' adı verilen jeolojik devirde aynı anda ve aniden ortaya çıkmıştır. Süngerler, yumuşakçalar, solucanlar, derisidikenliler, eklembacaklılar, omurgalılar gibi birbirinden tamamen farklı vücut planlarına sahip canlı kategorileri, daha önceki jeolojik devirlerde hiçbir benzerleri yokken, bir anda belirmişlerdir. Bu gerçek, evrimcilerin, canlıların tek bir ortak atadan uzun zaman içinde ve aşama aşama türedikleri iddiasını çürüten önemli bir delildir.
Yeryüzünün bir anda, son derece farklı vücut yapılarına, son derece karmaşık organlara sahip birçok canlı ile dolması, elbette ki bu canlıların yaratıldıklarını gösterir. Evrimciler, Allah'ın varlığını ve yaratışını inkar ettikleri için bu mucizevi olayı kesinlikle açıklayamazlar.
8 Canlı Türleri Yüz Milyonlarca Yıl Boyunca Hiçbir Değişikliğe Uğramamaktadırlar
Eğer gerçekten bir evrim yaşanmış olsaydı, canlıların yeryüzünde küçük kademeli değişimlerle ortaya çıkmaları ve zaman içinde de değişmeye devam etmeleri gerekirdi. Oysa fosil kayıtları bunun tam aksini gösterir. Farklı canlı sınıflamaları, kendilerine benzeyen ataları olmadan aniden ortaya çıkmışlar ve yüz milyonlarca yıl boyunca hiç değişim geçirmeden durağan bir biçimde kalmışlardır.
Cœlacanth Evrimciler 400 miyon yıllık fosilleri bulunan Cœlacanth sınıfına dahil olan balıkları, balıklar ve amfibiyenler arasında çok güçlü bir ara form delili olarak gösteriyorlardı. Bu canlının yetmiş milyon yıl önce soyu tükenmiş bir tür olduğu zannedildiği için, evrimciler fosili üzerinde her türlü spekülasyonu yapmışlardı. Ancak 22 Aralık 1938'de Hint Okyanusu açıklarında bir Cœlacanth canlı olarak bulundu. İlerleyen yıllarda başka bölgelerde de 200'den fazla Cœlacanth yakalandı.
Bu balıkların yakalanmasıyla beraber, bu canlılar üzerinde yapılan spekülasyonların temelsizliği de anlaşılmış oldu. Cœlacanth, evrimcilerin iddialarının aksine karaya çıkmak üzere olan yarı balık yarı amfibiyen özellikleri gösteren bir canlı değildi. Hatta 180 m. derinliğin üzerine hemen hiç çıkmayan bir dip balığı idi. Dahası, yaşayan Cœlacanthlar ile 400 milyon yıllık fosil örnekleri arasında hiçbir fark yoktu. Canlı, hiçbir 'evrim' geçirmemişti.
10 Kuş Kanatları Tesadüflerin Eseri Değildir
Evrimciler kuşların sürüngenlerden evrimleştiğini ileri sürerler, ancak bu imkansızdır. Sadece kuş kanatları bile bunu kanıtlamaya yeter. İddia edildiği gibi bir evrim olması için, bir sürüngenin ön ayaklarının, genlerinde meydana gelen mutasyonlar sonucunda kusursuz kanatlara dönüşmüş olması gereklidir ki, bu mümkün değildir. Herşeyden önce bu teorik canlı yarım kanatla uçamayacaktır. Bir yandan da ön ayaklarından mahrum kalmış olacaktır. Bu ise canlının sakat olmasına ve evrim teorisine göre elenmesine neden olacaktır. Ayrıca, uçuş için kanatların tüm detaylarının kusursuzca oluşması gerekir. Kanatların; kuşun göğüs çıkıntısına sağlam bir biçimde tutturulmuş olması gerekmektedir. Kuşu havaya kaldırmaya, havadaki dengesini ve her yöne hareketini sağlamaya elverişli bir yapıda olması, kanat ve kuyruk tüylerinin hafif, esnek ve birbiriyle orantılı olması, kısaca uçuşa imkan veren mükemmel bir aerodinamik düzende işlemesi şarttır. Kanatların bu kusursuz yapısının nasıl olup da birbirini izleyen rastlantısal mutasyonlar sonucu meydana gelmiş olabileceği sorusu tümüyle cevapsızdır.
Dün sınavda sorulan bir soru: Darvinizm ve Evrim teorisi, ilmi delilleri sürekli çürütüldüğü ve o dönemde dahi ispattan yoksun olduğu halde neden bu kadar çok kabul görmüştür. El cevap: 1789 sonrası başlayan akıl devrimi ile insanların soylarını ayıran insanlar doğal olarak devlet yönetimlerine etk etmiştir. Fikirlerine destek bulmak isteyen devlet yöneticileri Darvinizmin yayılmasına neden olmuştur.... Hiçbir müslüman topluluk İki dünya savaşına sebep olmamıştır.... O dönemde darvinizmi destkleyen ldierlere bakın. Hitler, mussolini, Churcill Ve Darvinist görüşe sahip Churcill 'in Çanakkale Savaşı uzayınca söylediği sözün niteliği: -Artık bu Türkler fazla olmaya başladı.... Onları gaz ile yakmalıyız... Çünkü onlar insan bile değildir. Peki onlar nedir? Homoerectus.....
Peki siz Hamıs Bey; Siz master sınavınıza gireceksiniz.Siizn bu sınavı tayin etme şansınız var mı? Soruları soranlara neden bu soruları böyle sordunuz bu imtihanın nedeni niye böyle. Bana bu notu niye verdiniz deme hakkınız var mı? Doğal olarak yok.Bizim bahsettiğimiz imtihanın da bir sırrı bu.. Peki neden 5 milyar organizma... Neden dünyanın ve ışığın hızı şu kadar. Bu hız neden değişmez. Değiştiğinde bunları tayin eden nedir? Bu tayinin kendi kendine meydaa geldiğini söylemek aspirinin durup duruken olduğunu söylemek gibidir...... Madem bu kadar akıllı bir varlığın mikroorganizmalara karşı direnen insan bedeni için bana neden bilimsel açıklama yerine senin tabirinle hurafi açıklamalarda bulundun.... Madem ben maymundan geldim aha! maymunlar ve insanlar peki biyoloji ilmi bu kadar gelişmiş ise gelecek yüzyıllarda ne olacağız.... Nasıl bir değişim geçireceğiz.... Bu gelişim son mu buldu? Bir suya, bir ekmeğe neden bu kadar muhtacım! Ömrüm boyunca beni delirten tek soru bu olacak herhalde.... İnsan bu kadar sıkıntıya neden müptala olur! Ve kendini durup durupken yeniler.... Bu evrim haksız o zaman... Beni farklı bir varlık olarak diye yaratmadı.... Kim tayin ediyor bunları ve ne adına..... Acayip bir durum :-)
Evren içinde Dünya mikroskopla görülecek kadar küçük; insan dünya içinde zerre kadar küçük iken neden büyük olan Allah, bu kadar küçük olan insana kendini ispat etmek için sizin gibi insanlara tebliğ vazifesi veriyor?
Enel Hak! ! !
Siz araştıran düşünen değil ancak RAVİ siniz. Sorgudan mahrum, papağan gibi taklit edensiniz.Düğmesine basılmış bir TEYPsiniz
Felesefi bir düşünceden kaynaklanan ve bir çok tutumu kapsayan toplumsal bir olay olan ateizm (tanrıtanımazlık) , Tanrı'nın varlığını inkar olarak tanımlanamaz.
''Tanrıtanımaz'' kelimesi köken olarak ''tanrısı olmayan'' bir kişiyi niteler; eski Yunanlılar ve Romalılar bu kelimeyi ''kendi'' tanrılarını saymayanları belirtmek için kullanırdı, ama çağdaş dilde bu kelime ''hiçbir'' tanrıya inanmayanı belirtmek için kullanılır oldu. Tanrının inkarı, genel olarak muhakemeler üstüne kurulmuştur: bilimin doğayı açıklmaya yeterli olduğu iddiası (bilimcilik) , kötünün varlığı ile Tanrının varlığının bağdaşmazlığı (sarte) , aynı anda hem Tanrı'nın hem insanın özgürlüğünü öne sürmenin olanaksızlığını (Nietzche) , veya Tanrı ile sonsuzluk arasındaki farkı (Heidegger) bu tür muhakamelere örnek gösterebilir. ''Kuşku ustaları''nın (Marx, Nietzsche, Freud) Tanrının ölümünü ilan ederek düşünceleri sarsmasından sonra, militan tanrıtanımazlık dini kayıtsızlığa dönüştü; Tanrı meselesi giderek önemini kaybetti.
Bununla birlikte çeşitli tutumları birbirinden ayırt etmek gerekir: inançsızlık, vahiy dini olduğuna iddia eden bir dinin Tanrı konusundaki bütün iddialarını reddeder, ama Tanrı fikrini reddetmez (yaradancılık, deizm): buna karşılık bilinmezcilik sorunun varlığını da, bu konudaki kaygıları da reddetmemekle birlikte, kesin bir görüş bildiremeceğini göz önünde tutarak, Tanrı sorunu üzerinde konuşmamayı tercih eder; paratik tanrıtanımazlık ise Tanrı'nın varlığı konusunda kesin bir karara varmaz ve bu konuda fikir yürütmez, imanla şavaş gereği duymaz.
Tanrıtanımazlık uzun süre toplumun dışı kaldı. Bu tutum ancak (sözde) modern ve laikleşmiş toplumlarda ortaya çıktı. Ama yayılırken, zayıfladı; oysa başlangıçta ateizm, hiç değilse din olayının önemini kabul etmek anlamına geliyordu.
Marksizm, insanı sadece, hayalinde var olan bir Tanrı'nın vesayetinden kurtarmaya çalıştığı oranda tanrıtanımaz bir humanizm görünümü aldı. Feuerbach, Das Wesen des Christentums (Hıristiyanlığın Özü 1841) adlı eserinde ''insanın gerçek Tanrı'sı insanın kendisidir'' diyordu. Materyalist Alman felsefesine göre, insanın Tanrı'ya mal ettiği şeyler aslında insanın kendisine aittir. İnsan mükemmeliyet arzusunu Tanrı'ya yansıtır, böylece Tanrıyı, kendi olmadığı veya kendinde olmayan her şeyle donatmak için, kendine yabancılaşır, küçülür, veya haklarından feragat eder. Tanrı'da ''insan kendi dışındaki özünü seyreder''. Din ilk başta insanın kendini anlamasına olanak verir, daha sonra özüne yeniden sahip olmak için dini reddetmesi gerekir.
Marx bu fikirleri yeniden ele aldı ve eleştirdi: Feurbach üzerine tezler - (Thesen über Feurbach, 1845) - Alman İdeolojisi (Die detsche İdeologie, 1846) eserleri ile. Feurbach'ı, dini sosyal ve tarihsel bir olgu olarak ahlaki hukuki, siyasi düşünceyle birlikte düşünülmesi gereken bir ''ideoloji'' türü olarak ele almadığı için eleştirdi. Bu üstyapıları ekonomik altyapı koşullandırdığına göre, insanın, insanın yabancılaşamasını ortadan kaldırmak için ekonomik altyapıya karşı savaşmak gerekiyordu. Bu yüzden, 1846'dan sonra Marx din konusuyla ilgilenmedi.
Ünlü ''din halkların afyonudur'' sözüne gelince, bu bağlamda Zur Kritik der Hegelschen Rechtsphilosophie (Hegel'in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Katkı, 1843) dinin sıradan insnaların hem ''gerçek felakate karşı çıkmaları'' olduğunu belirtti. Dinle fazla ilgilenen Engels, bu iddiayı sınıf çatışmalarına bağlayarak daha da derinleştirdi. Engel'se göre inançlar, bir sınıfın çıkarını diğer sınıfların aleyhine savunmak için takılan bir maskeydi. Ama daha sonra İtalyan Gramsci ve Alman Ernst Bloch'un da çok değişik biçimlerde ele alacakları gibi Engels, sapkınlıklara, hatta ilk kilise gibi bazı dini olaylar taşıdığı muhalif güce de işaret etmiştir.
Marksçı kurama göre, kapitalist ekonomi ortadan kalktıktan sonra, artık bir var olma nedeni kalmayan dinin kendi kendine yok olması gerekiyordu. Ama tarih, dinin baskıya direndiğini ve bu bastırmaya rağmen imanın canlı kaldığını gösterdi. Çin'de geleneksel bağdaştırmacılık, kırk sene süren din aleyhtarı bir eğitime ve 1966-1976 arasında, Kültür devrimi sırasında doruk noktasına ulaşan baskıya rağmen ayakta kaldı. Rusya'da, bir çok kilisenin kapatılmasına, tanrıtanımazlık propagandasına ve inananların kamplara yollanmasına rağmen Ortodoksluk varlığını sürdürdü. Zaten çoğu zaman dinsel özgürlük talebi isteklerle karışmıştır: Polonya Katolikliği, Tibet Buddhacılığı gibi burada, bir dine mensup olmaktan çok, dinin uzlaşmaz potansiyeli önem kazanıyordu. Onun için iktidarlar da daha çok inancı bir yabancılaşma olarak gördükleri için değil de, bağımsız bir örgütlemeye denetimden çıkabilecek bir mezhepler ayrılığına yol açacağından endişe ettikleri için tavır alıyordu.
Tahrihsel olarak tanrıtanımazlık, dinlerin tanrıya atfettikleri işlevleri bir tepki biçiminde ortaya çıktı. Bilimsel gelişmeler, olayları tanrıları yardıma çağırmadan açıklamaya olanak veriyordu, ama özellikle Hıristiyan otoriteler bunu högörüyle karşılamadılar. Galilei'nin Kopernik sistmenine yaptığı eklemeden vazgeçemeye çalışması, Darwin'in evrim teorisinin reddi bunun açık kanıtlarıdır. Ancak, Auguste Comte'a (1798-1857) dayandırılan bilimci gelenek daha ileri gidecekti. Bilimi insanın yerine geçirmek ve bütün insan etkinliklerinin tek başvuru kaynağı ve toplumun örgütleyici ilkesi haline getirmek istiyen bilimcilik, bağımsız bir dine benzetilebilir. Fransız düşünürüne göre bu değişim insan aklının gelişmelerine, ''üç durum yasası'' dediği şeye uygundur: insan doğal olayları tanrıyı insanlaştıran güçlere (ilahiyatın durumu) , daha sonra ise soyut felsefelerle (metafizik durum) açıkladıktan sonra pozitif çağa girer. İlk nedenleri keşfetmekten vazgeçerek ''yararlı bilgiler''le yetinir. Din yine de insanın özelliği olduğu için, Comte bir ''insanlık dini'', tanrısı olmayan, amacı insan nesline faydası dokunanları anmak olan din tasarlamıştır.
20. yy'da bilimcilik kesinliğini kaybetti. Bilimin sınırlarının tanınması, birbirinden çok farklı iki tür tepki doğurdu. Bazı bilim adamları mistik yolların veya bazı metafizik kavramların kendi bilgileri dışında bir değeri olduğunu kabul ederlerken, bu yöndeki en ileri uzlaşma girişimi ''princeton gnose'' adlı düşünce hareketinden geldi; 30 yıldan daha fazla süredir var olan bu hareket, özellikle Amerikalı bilim adamlarını bünyesinde toplamıştır: Onlara göre sınırlarına ulaşmış olan bilimin ''mantıksal'' sonucu kesin olarak tanımlanamaycak bir tanrısal varlığın kabulüdür (yaradancılık) . Bu arada bu konuda bazı bilim adamları ise, bilimin olayların bütünlüğünü anlayıp kavramasını ve açıklamasını talep etmeyen radikal (köktenci) bir tanrıtanızmazlığa yöneldiler: sözgelimi biyo-kimyacı Jacques Monod (1910-1976) , 1970 yılında Le Hasard er la Necessite (Raslantı ve Zorunluluk) adlı kitabında ''evrende var olan her şeyin gereklilik ve tesadüfün ürünü'' olduğundan söz ediyordu…
Kaynak: Michel Meslin
Not: Aktarılan yazı daha çok batı görüşlüdür, bundan dolayı İslamiyet'ten değil daha çok bozulmuş din olan Hıristiyanlığa tepkilerden bahseder. Mesela Galilei'nin reddi olayı, dünya ilmiyle maneviyatı ayıran hıristiyanların laikleşme döneminden sonra ortaya çıkan yobazlıktan gelir, zaten İslam alemi dünyanın yuvarlıklığından Galilei'den çok çok önceden yani 8 yy.lardan sonra bahsetmişlerdir, 13yy'dan sonra dünya ilmiyle maneviyatı ayıran Kelamcılıların laikleşme harekti ile yobazlaşmalar daha öne çıkıp bilime karşı saçma saldırlar yapılmıştır.
bir de 'moda 'olusu var ki bu terimin, bi de bi de 'moda oldugu icin', uzerlerine yakismayan bir giysi gibi giyenler var ki ben en cok onlara guluyorum boyle: HA HA HA!
hiç bilimsel değil. kaçış yolu.
işte burası yaaa işte burası aydınlığın odası, karanlığın düşmanlarının odası, hurafelerin, ol deyince olmaların yok olduğu oda, canım odam
Şifozren :)) , mantığa bakın....
ÖZGÜR BEYINLER.
SEBEBİNİ KAYBEDEN İNSAN VE ATAİZM
Yalan ile gerçek arasındaki ince çizgiyi silmek için bir silgi aradı insanoğlu. Ne o çizgiyi, ne de o silgiyi bulabildi. Ama aramaktan da vazgeçmedi.
Tanımsızlık, yalan ile gerçeğin birbirine karışmış olma durumu. İnsan, insan olduğundan beri, tanımından rahatsız. Hep boşalmak, hep rahatlamak, hep üzerinden ağırlıkları atmak istiyor. Kısacası insan tanımsızlık istiyor. Düşü, bir kaosta kaybolup gitmek, unutmak, yok olmak… İşte bu yüzden, yalan ile gerçek arasındaki çizgiye düşman. Önüne konan sınırları hep bu çizgi sanır insanoğlu. Bundan dolayı, sınır tanımamazlık, baş özelliği olmuştur insanın.
İnsan iki evrende yaşar: Madde(zahiri) Evreni, Mana(batıni) Evreni. Çoğu zaman insanın bir evrendeki yaşamı diğerinkiyle uyuşmazç Bu uyuşmazlık insanın içinde iki kutup olusturur. Birbirine düşman iki kutup. Hep bir savaş vardır bu iki evren arasında. Her zaman biri diğerine üstün gelmeye çalışır. Madde evreni somutluğu temsil eder. Günlük yapıp etmeler, bu evrenin içinde yaşanır. Mana evreni ise soyutluğun temsilidir. Duyguler, düşünceler, rüyalar, hayaller hep bu evrende yaşanır. İki evrenin birbiriyle mücadele etmesinin en kolay yolu, diğerini reddetmesidir. Onun için iki evrende birbirini yok sayar. Fakat bu savaş, hiçbir zaman sonuç vermez ve hiçbir zaman biri diğerine üstünlük sağlayamaz. Bu üstünlük sağlayamama, bir kaos yaratır insanda. Hep bir değiskenlik vardır, yani yapım ile yıkımın iç içe girmesi…
İnsanın sınır tanımama egosunu tatmin için iki evrende de bir çok imkanlar teşekkül etmiştir. Lakin, bu imkanların hepsi sunni, hepsi yalan… İnsan bu yalanların kalbalıklığında, perdelenmiş olarak yaşar. Bu perdelenme, gerçeği görmesine engel olur. Yalan gerçek olmuştur, gerçek yalan. Bu noktaya gelmiş insan, çizgiyi sildigini zanneder. Oysa çizgi hep vardır ve insan çizginin bir o tarafına bir bu tarafına şaşkın şaşkın atlar durur.
İnsan her ne kadar sınırsızlık isterse istesin, özlediği sınırsızlığa her iki evreninde de ulaşamaz. Madde evreninde tüm fizik kanunları, onun sınırsızlığına düşman sınırlar olarak belirirler. Mana evreninde ise insana iki sınır koyucu vardır. Bu sınır koyuculardan biri, aklı. İkinci sınır koyucu iseö insanın nereden kaynaklandığını bir türlü anlayamadığı vicdanıdır(Vicdan kelimesini ilerki paragraflarda daha deteylı bir şekilde ele alacağız) .
İnsan bu sınırlarla ilk karşılaştığı zaman bir bocalama dönemine girer. ' Ben neyim? Ne yapıyorum? Nerden geldim? Nereye gidiyorum? ' gibi sorular ilk olarak, bu devrede şiddetli tokatlar gibi sarsmaya başlar insanı. Artık bir arayış içindedir insan. Kainatı kavramada aklının zavallı kalışını seyreder. Sonuçta bir yol ayrımına varır. Bu yollardan biri, onu, tüm sebeplerin yaratıcısı bir ilahi kudretin varolduğuna; diğeri de, onun kendi kendinin sebebi olan bir varlık olduğu sonucuna götürür.
Ataizmin(tanrıtanımamazlık) temeli, insanın kendi kendinin sebebi olan bir varlık olması düşüncesiyle atılır. Kendi kendinin sebebi olan bir varlık, kendi hakkındaki tüm ıyı ve kötü ayrımlarıda iöinde bulunduruyor demektir. Bu noktada, kendi için neyin doğru neyin yalniş olacağınıda en iyi kendisi bilecektir. Ahlaki değerler tümüyle kendi içinde depolanmıştır ve kendisi herşeyin üstündedir. İnsan bu yüzden, sınırlara boyun eğen değil, bizzat sınır koyandır.
Tüm ahlaki değerler, tim bilim, tüm sınır koyuculuk kendi özünde depolanmıştır insanın. İşte bundan dolayı, tanrı gibi yüce bir varlığın varlığı gereksizdir ve onu reddeder. Buraya kadar anlatılanları kabul eden bır düşünce sistemi, karşısında şu soruyu buldu: Madem, insan kendi özünde tüm ahlaki değerleri, tüm bilmi, tüm sınır koyuculuğu barındırıyor, bugün insanoğlunun içinde bulunduğu çürük toplumsal yapı nasıl açıklanabilir? Bu soruyla muhattap olan ataizm, soruya cevap verebilmek için 'yabancılaşma kuramı'nı ortaya attı. İsmet Özel' in Üç Mesele isimli kitabında, batının ataizmin yıkılan kulesine destek olmak için ortaya attığı yabancılaşma kuramı şöyle özetleniyor:' …bu şartlar(çürük toplum yapısı içinde) karşısında bulunan insan, insan değildi, kendisi değildi, kendi insanlığının bilincinde değildi, insan olarak kendi bütünlüğünden ayrılmış, kendinden kopmuş, kendine yabancılaşmıştı. Büyük bir ihtimalle insan bir zamanlarbir bütüni kendi yüceliğinin ve mutluluğunun sahibi bir varlıktı ve yine böyle bir varlık olamaya çabalamalıydı.' Buna göre, insanın şu anda içinde bulunduğu durumun dışında, mükemmelliği temsil eden ideal bir insan var. İdeal insanın varlığı, böylelikle tanrı düşüncesini ahlaki davranişların dışında tutabiliyor. Ataizm, bu şekilde sağlam temellere(!) oturtulmuş oluyor.
Bir varlığın sebebinin yine o varlıkta var olduğunu kabul etmek, o varlığa bilinen ve bilinmeyen tüm bilimlerin bilgisini yüklemekle mümkün olabilir. Ataizm, insanın sebebini insanda görür. Bir bütünün sebebini yine o bütünün kendisinde görmekö ancaka ve ancak o bütünü oluşturan parçaların sebeplerinin yine o parçaların kendilerinden kaynaklandığını kabul etmekle umkun. Yani, eğer ınsan kendi kendisinin sebebiyse, onu oluşturan bütün parçalarda ayrı ayrı kendilerinin sebebi. Tümden gelim yapacak olursak, ulaşacağımız son parcalardan biri atom. Bu noktada, insanı olusturan bütün atomlar kendi kendilerinin sebebi ve kendi kendilerinin sebebi oldukları için sonsuz bir bilgiyi kendi bünyelerinde bulunduruyorlar. Yani, her atom kendi kendinin sebebi olduğu için bulunduğu, yapmakla yükümlü olduğu fonksiyonları, diğer atomlarla arasındaki ilişkiyi önceden biliyor ve bu bilgiyle varlık buluyor. Bu yüzden, insanın kendi sebebini kendinde bulundurduğu iddeası, onu oluşturan tüm zerrelerin, kendini ve icinde bulunduğu tüm evreni tanıma, anlama ve bilme gibi, sonsuz bir ilme sahip olduğunu kabul etmek zorunda. Hücreyi oluşturan atomların herbiri nerede bulunacaklarını, ne yapacaklarını biliyorlar; bunlardan oluşan hücrede aynı şekilde nerede bulunacağını ve ne yapacağını biliyor. Sonra bu hücrelerden oluşmuş organlarda ne yapacaklarını ve nerede bulunacaklarını biliyorlar. Böylece insan oluşuyor ve bu insan tüm sebeplerini içersinde bulundurmuş oluyor.
Ataizm, herşeyi bilen, herşeyi düzenleyen, yüce bir kudreti yok saymakla, kainatı oluşturan tüm zerrelere herşeyi bilmek gibi bir kudret yüklüyor ki; bir tanrının varlığını reddetmekle, kainatta bulunan tüm zerreler miktarında tanrı var olduğunu kabul etmek zorunda kalıyor. Ataizm, yabancılaşma kuramı, humanizm 'tanrıyı reddetme' amacının kılık değiştirmiş halleri, özleri hep aynı.
İnsanın sebebinin kendinde var olamayacağını anlatmaya çalıştıktan sonra, şimdi de yüce bir yaratıcının varlığı hakkında (haddimi aşmamaya calışarak) bir kaç söz söyleyerek bu bahsi kapatmak istiyorum.
Bediuzzaman Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatında, yüce bir yaratıcının varlığına dört delil gösteriyor. Bunlar, kainat kitabi, Kuran-ı Kerim, Peygamber(S.A.V) Sünneti, ve son olarak vicdan. Samimiyetle arayan insan, eminim Kuran-ı Kerim ve Peygamber(S.A.V) Sünneti'nde yüce bir yaratıcının varlığına dair birçok delil bulacaktır. Ama şu anda, background umun yetersizliğinden dolayı sadece kainattan ve vicdandan bahsedeceğim.
Kainatta, bir yüce yaratıcının varlığını gösteren deliller bulunduğunu, daha önce birçoklarının yaptığı gibi, kainattaki düzeni, ihtişamı ve mükemmelliği anlatarak ispatlama yoluna gitmeyeceğim. Zaten bunlar daha önce yüzlerce kez anlatılmış. Bu sefer, bu konuyu başka bir açıdan ele almak istiyorum. Öncelikle bir soru koyacağım önüme, sonra bu soruyu kurcalayarak bir yerlere ulaşmaya çalışacağım. Soru şu: Kainatın bir sınırı var mı? Bu soruya cevap olabilecek yalnızca iki önerge bulunabilir. Bu önergelerden birisi: Kainat sınırsızdır. Bu önerge göründüğünden çok daha karmaşık kavramları içinde barındırıyor. Kainatın sınırsızlığını kabul ettiğimiz zaman, 'yok' kelimesini lügatımızdan çıkarmamız gerekiyor. 'yok' gittiği zaman, olmaz, olamaz gibi ifadelerde ğüç kaybediyorlar, hatta siliniyorlar. Peki, kainatın sınırsızlığı 'yok'u nasıl siliyor? Bu cevaplaması kolay bir soru. Sınırsızlığı kabul etmek, hep bir 'ulaşılamayan'ın var olduğunu kabul etmek anlamına geliyor. Varılan nokta hiçbir zaman son olmuyor; her zaman daha ilerde varılacak başka bir yer oluyor. Burada 'yok olanın' daha doğrusu 'yok sanılanın', ilerde bir yerlerde var olmadığını söylemek, bu önerge kabul edildiği zamn imkansız. Başka bir ifadeyle, bu önergenin kabulu, 'ulaşılamayan' ın, 'ulaşılamayacak olan' ın var olduğunun kabulu alamına geliyor.
Yukarıdaki soruya cevap olabilecek ikinci ve son önerge ise şu: Kainat sınırlıdır. Hemen burda belirtelim; kainatın bir sınırı olduğunu kabul etmek ancak ve ancak o sınırın geçilmez olduğunu kabul etmekle mümkün. Nasıl? Şöyle: Kainata bir sınır koyup, o sınırı geçebildiğiniz zaman, sınır kabul ettiğiniz noktayı geçtikten sonra vardığınız noktalarıda kainat denilen bütünün içersine katmışşınız demektir. Böyle olunca, sınır kabul ettiğiniz noktanın, sınır olama özelliği ortadan kalkmış oluyor. O halde, kainat sınırlıdır demekle, o sınırın geçilebilirolduğunu kabul etmek birbirleriyle örtişmeyen ifadeler. Çünkü biraz öncede ifade ettiğim gibi, sınır kabul edilen noktadan sonra varılan her nokta, kainat bütününün içine dahil edilmiş oluyor. Sınırın geçilebilir olduğunu kabul etmek, aslında sınırsızlığı kabul etmek manasına geliyor. Sonuç olarak, kainat sınırlıdır dediğimiz zaman, o sınırın geçilmez olduğunu önergemize eklememiz gerekiyor. Peki, kainatın sınırlılığı ve o sınırın geçilmezliği ne manaya geliyor? Önümüzde bir sınır varsa ve o sınırın ötesine geçemiyorsak, o 'öte'de ne olduğunu da bilmiyoruz demektir. Bu bimemezlik, şimdiki zamanla sınırlı kalmayacak, tüm zamana yayılacaktır. Bu şekide, kainatın sınırlı olduğunu kabul ettiğimiz zaman, o sınırın ötesinde ne olduğunu bilemediğimiz için, burada 'yok olanın' veya 'yok sayılanın' orada da yok olduğunu iddea edemeyiz ve bize yine her zaman bir 'ulaşılamayan' ın, bir 'ulaşılamayacak olan' ın varlığını gösterir.
Yukarıda anlatmaya alıştığım sınırlıdır-sınırsızdır yaklaşımını, sadece maddesel boyuta hapsetmemek lazım. Üzerinde düşünüldüğü zaman, bu yaklaşımın maddesel boyut dışında diğer boyutlarada başarıyla uygulanabileceği görülecektir. Mesela zaman boyutunu ele alalım. Yukarıda kainat üzerinde anlşatmaya çalıştığım model aynı şekilde zaman üzerinde de işliyor ve yukarıda ulaşılan sonuca zaman baz alınarakta ulaşılıyor. İşte soru: Zaman sınırlı mıdır? Cevabı okura bırakıyorum.
Son olarak vicdan dan bahsederek bitirmek istiyorum. Vicdan, insanın içinde hissettiği derin sızı. Herşeyi maddesel boyutta lagılama eğilimi olan insan, karşısına dikilen vicdanı karşısında çaresizdir. Onun bildiği aci fiziksel acıdır. Oysa vicdan fiziksel olarak can yakmaz. İnsan vicdanını maddesel evrende bir anlama oturtamadığı için, tanımsız damgası vurur vicdanının üzerine. Mana evreninin hayal artığıdır ona göre vicdan. Gelip geçici bir rüya der önce. Oysa, o rüya şeklinde nitelediği, hiç geçmez, hiç bitmez, hiç zayıflamaz; hep güçlenir, hep büyür içinde. Hata işlediği zaman, işlediği hataların dışarıdan gelecek bir tepkiyle cezalandırılmasını bekleyen insan; içersindeki o anlam veremediği duygu karışımının yumruk misali sorularına maruz kalır. Bu soruların en ağırı ' Sen kimsin? ' sorusudur. Bir müddet sonra, ' Sen kimsin? ' sorusu taşınmaz bir ağırlık olur insanın içinde. Bu soruyu çözmeden, hiç feraha kavuşamayacaktır. Vicdanın sorduğu bu soruyu içinde bir ağırlık olarak taşıyan insan, eninde sonunda yüce bir yaratıcının varlığını bulacaktır.
Tüm bu delillere rağmen, insanlar arasında inanmayanlar çıkar, çıkacaktır. Kainatın bu ihtişamı karşısında, yaratıcıyı reddeden, bu akıl fukaralarını anlamakta güçlük çekiyorum. Nasıl vicdanlarını yenipte inanmayabiliyorlar? Aklım bu soru karşısında eriyor. Cevabı yine yaratanın kendisi veriyor: '(2/6) Şüphe yok ki, inkar edenleri, başlarına gelecekle uyarsan da uyarmasan da birdir, inanmazlar. (2/7) Allah onların kalblerini ve kulaklarini mühürlemiştir, gözlerinde de perde vardır ve büyük azab onlar içindir.' Zaten, kalbe mühür vuracak, vicdanı kör edecek sonsuz kudret bir tek onda var.
İnsan nankör. İşte bir ayet: (22/26) Hakikat, (şu) insan çok nankördür. Ey sana verdiği bunca nimete rağmen, 'O' na sırt çeviren nankör. Varken, varlıkların en üstüyken, 'hiç' olmayı isteyecek kadar zavallısın.
Bitirirken…
Kainattan bahsederken, hep bir 'ulaşılamayan'ın, bir 'ulaşılamayacak olan'ın varolduğunu göstermeye çalıştım. İşte Allah o 'ulaşılamayan' dır. İslami anlayış şöyle: Ne ki Allah zannedersin, o zannettiğin şey Allah'a perdedir. Büyük veli, bin yılın yenileyicisi İmam-ı Rabbani Hazretleri ise şöyle diyor: Allah veraların (ötelerin) verasında, onunda verasında, onunda verasında. Hemen burada belirtmeme gereken başka bir husus daha var. Biz, Allah'ın bize şah damarımızdan daha yakın olduğuna inanıyoruz. Burada, Necip Fazıl'ın kader hakkında yazdığı nefis bir paragrafı aklıma geldi:Allah hem kulunu muhtar olarak yaratmak, hemde önceden kuşatmış olmak gibi, akıl almaz tezatı birleştiren kudrettir. Aklın durduğu ve kıpırdayamaz olduğu bu noktadaki sonsuz kudrettirki, Allah'tır. Sen yaratıcıyı kendi seviyene mi indiriyorsun ki, sence birleştirilmesi muhal olan bir teztı, onca da birleştirilemez farzediyorsun. Nereden çıktı diyeceksiniz. Çıkış noktam, yukarıda Necip Fazıl'ın anlattığı ile, biraz önce bahsettiğim meselenin benzer yönlerinin oluşu. İşte benzerlik: Allah, hem kuluna şah damarından daha yakın olmak, hem de ötelerin ötesinde, onun da ötesinde, onun da ötesinde olmak gibi akıl almaz tezatı birleştiren sonsuz kudrettir. Aklın kuyusuna düşüpte çıkmayı başramayanlar ve 'O'nu reddeden zavallılar keşke bilselerdi… Keşke
ATEİZM
Hiçbir ilâh kabul etmeyen, Tanrıtanımaz felsefi doktrinlerin ortak adı.
Sistemleştirilmiş bir ekol oluşturulmaksızın filozoflardan bir bölümünce benimsenmiş olan bu anlayış, doğrudan doğruya tanrının varlığını inkâr üzerine kuruludur. Bu özelliğiyle de benzer yanlar taşıyor olsa da- tanrının varlığını ya da mahiyetini tartışan doktrinlerden ayrılır; tanrının yokluğunu kesin bir biçimde öne sürer.
Hemen hemen tüm felsefe ekolleri ve öğretileri gibi ateizm'in kökleri de Eski Yunan'a uzanır. Maddeci yapı belirten çeşitli felsefe okullarının bağlıları, ontolojik yorumları sonucunda ateist bir inanç sergilemişlerdir. 'Gölge etme başka ihsan istemem' sözüyle yaygın bir ünü bulunan Diyojen bunlardan biri ve felsefe tarihinde kâfir diye nitelenen ilk kimsedir. Atom kuramcısı Demokrit, onun izleyicisi Leocippus, Sofist'lerden Gorgias ve Protegoras, kendi adıyla anılan ekolün kurucusu Epikür, öne sürdükleri materyalist görüşler bağlamında birer ateist olarak göze çarparlar.
Rönesans'tan sonra Batı'da varlığını hissettiren din-dışı eğilimler ve özellikle de evrenin, doğanın ve insanın, insan toplumunun dinden bütünüyle soyutlanarak yorumlanması sonucu ortaya çıkan görüşler, ateist tutumlara büyük katkılarda bulunmuş, onlara bolca kullanabilecekleri veriler sağlamıştır.
Nitekim, dinden ve törelerden bağımsız bir siyasetin oluşturulması savını öne süren Makyavel, ateizm'i bu alana sokarken; birer ateist olmadıkları hâlde Dekart, David Hume ve Kant gibi kimselerin akılı dinden bağımsız kılma çabaları ve bu doğrultuda öne sürdükleri düşünceler çağdaş ateizm'e tutanaklar hazırlamış oldu. Pozitivist yorumlarla oluşturulan bilimsel kuramlar ve evrene yönelik rasyonalist bakış açılarının oluşturduğu ortam, Feuerbach'ın öne süreceği düşünceler için çok elverişliydi. XIX. Yüzyılın en önemli ve sonraki dönemler bakımından da en etkili ateisti olan bu düşünür, Tanrı'nın insana özgü ülkülerin bir yansıması olduğunu, insanın özgürlüğünün Tanrı'yı inkârla gerçekleşebileceğini öne sürmüş; dini insanın etkinlik alanına indiren bu görüşten yola çıkan Marks ise, ezilenlerin egemenliğiyle birlikte dinin de yok olacağı varsayımıyla ateizm'i doruk noktasına çıkarmıştır. Bu çizgiyi kemâline ulaştıran Nietzsche ise, 'Tanrı'nın Ölümü' adlı kitabında, insanın kendisini bütünlemesi ve özünü bulması için göstermesi gereken en insanca tepkinin ateizm olduğunu söylemiştir.
Darwin, geliştirdiği kuramla Yaratıcı-Tanrı kavramını dışlarken; Freud, Tanrı inancının çaresizlik içindeki insanın çocukluk durumuna dönerek koruyucu bir babaya sığınma ihtiyacından doğduğunu öne sürerek, psikolojik çerçevedeki inkârı gündeme getirmek yoluyla ateizm'e bir başka boyut kazandırmıştır.
Yüzyılımızdaysa, ateizm'i Jean Paul Sartre, Albert Camus gibi varoluşçular temsil ettiler. Bunlar, insanın evrende bir başına olduğu ve kendi değerlerini belirlemek özgürlüğüne sahip bulunduğu düşüncesinden yola çıkarak, bu özgürlüğü kabulün kaçınılmaz sonucu olarak Tanrı'nın inkârına gitmektedirler.
Agnostizm (bilinmezcilik) ve Pozitivizm (olguculuk) gibi ateizm'i andıran görüşler, açıkça 'tanrı yoktur' demeyip de 'bilinemez' 'tartışılması bilimsel değildir' türünden ifadeler kullandıklarından konumuzun dışında kalmaktadır.
İslâm literatüründe, dehriyye* diye adlandırılan ateizm, kronolojik bakımdan iki ayrı safha halinde irdelenebilir. Cahiliyye Dönemi Dehriliği ve İslâm sonrasındaki Dehriyyun...
Kur'an-ı Kerîm'de: 'Dediler ki: o (hayat dedikleri) şey, dünya hayatımızdan başkası değildir; ölürüz, diriliriz, Ve bizi ancak dehr (zaman) helâk etmektedir.' Halbuki onların bu sözlerinde hiçbir ilimleri yoktur. Onlar ancak zanda bulunuyorlar. ' (el-Casiye, 45/24) haberiyle bildirilen cahiliyye dehriliği, yaratılmayı inkârla zaman ve maddenin ebediliğini öne süren bir inançtır.
Felsefî anlamdaki İslâm sonrası dehrilik ise, muhtemelen, Sâsânîler döneminde yaygın bir inanç olarak gözlenen 'herşeyi değiştiren ve herşeyden kuvvetli olan, tüm olayları oluşturan ve yönlendiren büyük güç, ilâhî zat olan Hürmüz değil, yalnızca sınırsız zamandır' temel inancı üzerine oturtulmuş bulunan zurvanig'in karşılığı ve uzantısıdır. Bu inancın sahipleri Allah'ı inkâr ederek, bütün oluşları zaman, dehr ya da felek adını verdikleri akışa bağlamaktaydılar.
Öte yandan, kısmî inkâr diyebileceğimiz bir tutum içinde bulunan maddiyun, tabiiyun (maddecilik, tabiatçılık) gibi düşüncelerle dehriliği karıştırmamak gerekir. Çünkü, dehrilikde, ateizm'de olduğu gibi kesin bir inkâr, Yüce Allah'ı açık bir biçimde yok sayma sözkonusudur. Yüce Allah'ın kimi esma ve sıfatlarını değil de, gerek yaratıcılık, gerek ilâhlık ve gerekse rablık plânında küllî bir inkâr vardır. Ateizm, gerçek anlamıyla, işte böylesine bir küllî inkârdır.
Akla durak mahallinden ote yer yoktur. yani mezara kadardır. bırakalım mezarla yetinenler hayatlarının tadını cıkarsınlar!
1- Evrim'in olduğunu iddia etmek insanın kendi aklını inkar etmesi gibi birşeydir.
2- Biz, Allah madde olarak yeryüzünde demiyoruz zati, O'nu görmene bu yüzden imkan yok.
3- Senin bahsettiğin evrim benim elimde oyuncak.... Evrimin ağası benim o zaman.... Evrim neden bir kavram benim hareketlerime bağlı....Bu da basitliktir. Eskiden putları helvadan yapar,etraflarından O'ndan başka birşey görmez. O'na dua eder....Sonra O'nu yerlerdi.
4- Şu bahsettiğimiz evrim, bir zaman sonra insanın başına iş açar.Nasıl mı? Düşünmeye başlarsın.Bu evrimin bir üst düzeyi kabul edilsin. Kalkar ineğe tapmaya başlarsın. Çünkü senin hayatta yapabildiğin tek şey etrafına bağımlı olmandır. Bunu asalaklar yapar.
5- Sen madem gelişmiş bir türdür... Seni değerlendirmek gerek.
6- Ara geçişlere bilgin yetmezmiş.Daha düne kadar biz doğaya bakın dediğimizde bana doğadan örnek vermemizi isteyen sen.Şimdi kalkıp kendin örnek veriyorsun....
7- Ben doğayı kabul etmiyorum.Hadi bana isbat et evrimi! S
8- Sen hala evrimin doğayla mı olduğunu sanıyorsun.
9-Ben katılmıyorum....Önüme o ara geçişlerden bırak yüzlerceyi milyonlarca örnek gösteremeyen bir fikriyat ne kadar sağlamdır.
10- Ama ben sana en azından aynı tip kemik yapısına uygun hala yaşayanlardan sadfece 5 milyar örnek verebilirim, ölüleri bıraktım....
hakikat :))
ateizm bütün kainatın tamamiyle tedüfe dayandığını iddia eden bir inanıştır bunun başlıca savunucusu devrim teorisidir bu konu hakkında fazla söze gerek yok biliniyorki hiç bir şey tesadüften ibaret değildir bu artık tüm dünyaca kabul edilmektedir kainatı ve içerisinde bulunan her bir zerre tanesini yaratan bir güç vardır bu yaratıcının varlığına en büyük deliller arasında arının bal yapma mucizesi kabul edilir bu günkü teknolojiyle bile yapılamayan bir altıgenin mimarıdırlar arılar peki bunu nereden biliyor ve ne gibi bir alet kullanarak milim hatasız yapailiyor ve iki taraftan başlayan bu altıgenler nasıl oluyorda ortada kusursuzca en ufak bir kayma olmadan birleştirilebiliyor bal suyla karıştırıldığında zararlı maddeleri öldürme özelliğine sahiptir ve arı yavrusunu beslerken balı sulandırıp yedirir bunu nerden biliyor nasıl bir teknolojiyle bunu keşfediyor ve bunun gibi bir çok ıspat ve delil gösterilerek devrim teorisinin yanlış olduğu ıspatlanabilir.
Evrim teorisini algılamak hiçbir şeyi değiştirmez. Evrimin kullandığı çeşitlemlerde ve savunduğu değerlerde Allah'ın varlığına delildir...
[HAMİŞ BEYE İTHAFAEN] 1 Evrim Teorisi, Tesadüfleri Yaratıcı Bir İlah Olarak Görür
Evrimcilerin en büyük yanılgılarından biri ilkel dünya olarak adlandırdıkları ortamda canlılığın kendiliğinden oluşabileceğini düşünmeleridir.
Evrim teorisinin iddiasına göre, fosfor, karbon gibi bilinçsiz, akılsız, yeteneksiz, bilgisiz ve cansız atomlar tesadüfler sonucunda biraraya gelmişler, yıldırımlar, volkanlar, ultraviyole ışınları, radyasyon gibi doğal olaylar sonucunda kendilerini kusursuzca organize ederek proteinleri, hücreleri, balıkları, kedileri, tavşanları, aslanları, kuşları, insanları ve tüm canlılığı meydana getirmişlerdir.
Tesadüfleri yaratıcı bir ilah kabul eden evrim teorisinin temel iddiası budur. Böyle bir iddiaya inanmak ise akla, mantığa ve bilime karşıdır.
2 Doğal Seleksiyon Canlılardaki Karmaşık Yapıların Nasıl Meydana Geldiğini Açıklayamaz
Çıtanın saldırdığı bu yavru büyük bir ihtimalle kaçmayı başaramayacaktır. Çünkü çıta bu yavruya göre çok daha atik, güçlü ve tecrübelidir. Bu herkesin bildiği olayı evrimciler, 'evrimleştirici bir mekanizma' olarak topluma kabul ettirmeye çalışırlar. Oysa açıktır ki bu yavru -ne kadar zaman geçerse geçsin- başka bir canlıya dönüşmeyecektir.
Evrim teorisi, yaşadıkları ortama en iyi uyum sağlayan canlıların daha çok yaşama ve çoğalma imkanı bulduklarını ve bu şekilde faydalı özelliklerini sonraki nesillere aktarabildiklerini, türlerin bu 'mekanizma'yla evrimleştiğini iddia etmektedir.
Oysa doğal seleksiyon olarak bilinen söz konusu mekanizma, canlıları evrimleştirmez, onlara yeni özellikler kazandıramaz. Sadece bir canlı türüne ait özellikleri güçlendirebilir.
Örneğin bir bölgede yaşayan tavşanlardan hızlı koşanlar hayatta kalır, diğerleri ise ölürler. Birkaç nesil sonra bu bölgedeki tavşanlar daha hızlı koşan bireylerden oluşur. Ancak, hiçbir zaman bu tavşanlar başka bir canlı türüne (örneğin tazılara veya tilkilere) evrimleşmezler.
3 Sanayi Devrimi Güveleri Doğal Seleksiyonla Evrime Delil Değildir
Evrim teorisinin tüm dünya çapında en çok tekrar edilen sözde 'delil'lerinin başında, 19. yüzyıl İngilteresi'nde gerçekleşen sanayi devrimi sırasındaki güve popülasyonu gelir. İddiaya göre sanayi devrimindeki hava kirliliği ağaç kabuklarının rengini koyulaştırmış, bu nedenle koyu renkli güveler daha kolay kamufle olarak avcı kuşlardan korunmuş ve sonuçta koyu renkli güvelerin nüfusu artmıştır. Ama bu bir evrim değildir, çünkü yeni bir güve türü ortaya çıkmamış, sadece zaten var olan türlerin nüfus oranı değişmiştir. Bunun dışında, güvelerle ilgili bu iddianın dayandırıldığı hikayenin de doğru olmadığı ortaya çıkmıştır: Güveleri ağaçlar üzerine konmuş olarak gösteren ünlü fotoğrafların sahte olduğu ve iddia edildiği gibi bir 'endüstriyel melanizm'in (endüstriyel kirlilik nedeniyle rengin koyulaşması) hiçbir zaman yaşanmadığı anlaşılmıştır.
4 Deprem, Bir Şehri Nasıl Geliştiremezse, Mutasyonlar da Canlıları Geliştiremezler
Mutasyonlar, insan vücuduna dair tüm bilgilerin şifreli olduğu DNA üzerindeki rastlantısal değişikliklerdir. Mutasyonlara radyasyon, kimyasallar gibi etkenler neden olur. Evrimciler, mutasyonların canlıları evrimleştirdiğini öne sürerler. Oysa mutasyonlar canlılara daima zarar verirler, onları geliştirmezler, onlara yeni özellikler (örneğin kanat, akciğer gibi organlar) kazandıramazlar. Onları ya öldürür ya da sakat bırakırlar. Mutasyonların bir canlıyı geliştirdiğini, ona yeni özellikler kazandırdığını iddia etmek, bir depremin bir şehri daha gelişmiş ve modern bir hale getirdiğini, veya bir bilgisayara çekiçle vurulduğunda bir üst modelinin ortaya çıkacağını iddia etmeye benzer. Nitekim gözlemlenmiş hiçbir mutasyonun genetik bilgiyi artırdığı görülmemiştir.
5 Hayat Hayattan Gelir
Ortaçağ'dan beri inanılan 'spontane jenerasyon' adlı yanlış bir teori, cansız maddelerin tesadüfen biraraya gelip, canlı bir varlık oluşturabileceklerini öngörüyordu. 18. yüzyıla dek, böceklerin yemek artıklarından, farelerin de buğdaydan oluştuğu yaygın bir düşünceydi. Darwin'in Türlerin Kökeni adlı kitabını yazdığı 19. yüzyılda ise, bakterilerin cansız maddeden oluşabildikleri inancı, bilim dünyasında yaygın bir kabul görüyordu.
Oysa Darwin'in kitabının yayınlanmasından beş yıl sonra, ünlü Fransız biyolog Louis Pasteur, evrime temel oluşturan bu inancı kesin olarak çürüttü. Pasteur yaptığı uzun çalışma ve deneyler sonucunda vardığı sonucu şöyle özetlemişti: 'Cansız maddelerin hayat oluşturabileceği iddiası artık kesin olarak tarihe gömülmüştür.'
Bu gerçek, yeryüzünde yaşamın kendiliğinden oluşmadığını, ancak mucizevi bir yaratılışla başladığını da bir kez daha göstermiş oluyordu.
6 Ara Geçiş Canlılarına Fosil Kayıtlarında Rastlanmamıştır
Evrim teorisi, bir türün bir başka türe dönüşmesinin ilkelden (basitten) karmaşığa doğru, yavaş ve aşamalı olduğunu iddia eder. Bu iddiaya göre, bu dönüşüm sırasında 'ara geçiş formu' adı verilen ucube canlıların yaşamış olması gerekir. Örneğin, balık özelliklerini hala taşımasına rağmen, bir yandan da bazı sürüngen özellikleri kazanmış olan yarı balık yarı sürüngenler, yarı maymun yarı insanlar, yarı sürüngen yarı kuş canlılar yaşamış olmalıdır geçmişte. Eğer gerçekten bu tür canlılar yaşamışlarsa, bunların kalıntılarına da fosil kayıtlarında rastlanması gerekir. Oysa, yıllardır büyük bir hırsla aranan bu ara geçiş formlarından eser yoktur.
7 Canlı Grupları Yeryüzünde Aniden ve Aynı Anda Ortaya Çıkmıştır
Camın hammaddesi olan silis nasıl kendi kendine, aşama aşama bir kadehe dönüşemezse veya bir fotoğraf makinesinin parçaları yavaş yavaş biraraya gelip fotoğraf makinesini oluşturamazsa, canlılar da cansız maddelerden zaman içinde kendi kendilerine ortaya çıkamazlar.
Bugün bilinen temel canlı kategorilerinin tamamına yakını, 530-520 milyon yıl önce, 'Kambriyen Devri' adı verilen jeolojik devirde aynı anda ve aniden ortaya çıkmıştır. Süngerler, yumuşakçalar, solucanlar, derisidikenliler, eklembacaklılar, omurgalılar gibi birbirinden tamamen farklı vücut planlarına sahip canlı kategorileri, daha önceki jeolojik devirlerde hiçbir benzerleri yokken, bir anda belirmişlerdir. Bu gerçek, evrimcilerin, canlıların tek bir ortak atadan uzun zaman içinde ve aşama aşama türedikleri iddiasını çürüten önemli bir delildir.
Yeryüzünün bir anda, son derece farklı vücut yapılarına, son derece karmaşık organlara sahip birçok canlı ile dolması, elbette ki bu canlıların yaratıldıklarını gösterir. Evrimciler, Allah'ın varlığını ve yaratışını inkar ettikleri için bu mucizevi olayı kesinlikle açıklayamazlar.
8 Canlı Türleri Yüz Milyonlarca Yıl Boyunca Hiçbir Değişikliğe Uğramamaktadırlar
Eğer gerçekten bir evrim yaşanmış olsaydı, canlıların yeryüzünde küçük kademeli değişimlerle ortaya çıkmaları ve zaman içinde de değişmeye devam etmeleri gerekirdi. Oysa fosil kayıtları bunun tam aksini gösterir. Farklı canlı sınıflamaları, kendilerine benzeyen ataları olmadan aniden ortaya çıkmışlar ve yüz milyonlarca yıl boyunca hiç değişim geçirmeden durağan bir biçimde kalmışlardır.
9 Evrimcileri Hayal Kırıklığına Uğratan Balık: Cœlecanth
Cœlacanth
Evrimciler 400 miyon yıllık fosilleri bulunan Cœlacanth sınıfına dahil olan balıkları, balıklar ve amfibiyenler arasında çok güçlü bir ara form delili olarak gösteriyorlardı. Bu canlının yetmiş milyon yıl önce soyu tükenmiş bir tür olduğu zannedildiği için, evrimciler fosili üzerinde her türlü spekülasyonu yapmışlardı. Ancak 22 Aralık 1938'de Hint Okyanusu açıklarında bir Cœlacanth canlı olarak bulundu. İlerleyen yıllarda başka bölgelerde de 200'den fazla Cœlacanth yakalandı.
Bu balıkların yakalanmasıyla beraber, bu canlılar üzerinde yapılan spekülasyonların temelsizliği de anlaşılmış oldu. Cœlacanth, evrimcilerin iddialarının aksine karaya çıkmak üzere olan yarı balık yarı amfibiyen özellikleri gösteren bir canlı değildi. Hatta 180 m. derinliğin üzerine hemen hiç çıkmayan bir dip balığı idi. Dahası, yaşayan Cœlacanthlar ile 400 milyon yıllık fosil örnekleri arasında hiçbir fark yoktu. Canlı, hiçbir 'evrim' geçirmemişti.
10 Kuş Kanatları Tesadüflerin Eseri Değildir
Evrimciler kuşların sürüngenlerden evrimleştiğini ileri sürerler, ancak bu imkansızdır. Sadece kuş kanatları bile bunu kanıtlamaya yeter. İddia edildiği gibi bir evrim olması için, bir sürüngenin ön ayaklarının, genlerinde meydana gelen mutasyonlar sonucunda kusursuz kanatlara dönüşmüş olması gereklidir ki, bu mümkün değildir. Herşeyden önce bu teorik canlı yarım kanatla uçamayacaktır. Bir yandan da ön ayaklarından mahrum kalmış olacaktır. Bu ise canlının sakat olmasına ve evrim teorisine göre elenmesine neden olacaktır. Ayrıca, uçuş için kanatların tüm detaylarının kusursuzca oluşması gerekir. Kanatların; kuşun göğüs çıkıntısına sağlam bir biçimde tutturulmuş olması gerekmektedir. Kuşu havaya kaldırmaya, havadaki dengesini ve her yöne hareketini sağlamaya elverişli bir yapıda olması, kanat ve kuyruk tüylerinin hafif, esnek ve birbiriyle orantılı olması, kısaca uçuşa imkan veren mükemmel bir aerodinamik düzende işlemesi şarttır. Kanatların bu kusursuz yapısının nasıl olup da birbirini izleyen rastlantısal mutasyonlar sonucu meydana gelmiş olabileceği sorusu tümüyle cevapsızdır.
'OYLE HOROZLAR VARDIRKI,OTTUKLERi iCiN
GUNESiN DOGDUGUNU SANIRLAR! ' {DUSUNUR}
ONCE KENDiN GiDECEGiN SONU BUL, SONRA GOTUR GELEN VARSA ! ' {DUSUNUR}
'ASKI TANIDIGINDA YARATICIYIDA TANIRSIN'
{KIZILDERELi}
'BUTUN DUNYA ALLAHI iN KAR ETSEDE,BiR MiKROBUN VARLIGI
ONU BANA iSBATA KAFiDiR' {PASTOR}
'KUCUK YUREKLERiN BUYUK GURURLARI OLUR '
{VOLTAiRE}
'TABiATIN iLAH OLDUGUNU DUSUNMEK SAAT iLE SAATCIYI BiRBiRiNE KARISTIRMAK DEMEKTiR '}
'N E Y I A R I Y O R S A N
O S U N S E N ' {HZ MEVLANA}
Dün sınavda sorulan bir soru:
Darvinizm ve Evrim teorisi, ilmi delilleri sürekli çürütüldüğü ve o dönemde dahi ispattan yoksun olduğu halde neden bu kadar çok kabul görmüştür.
El cevap:
1789 sonrası başlayan akıl devrimi ile insanların soylarını ayıran insanlar doğal olarak devlet yönetimlerine etk etmiştir. Fikirlerine destek bulmak isteyen devlet yöneticileri Darvinizmin yayılmasına neden olmuştur....
Hiçbir müslüman topluluk İki dünya savaşına sebep olmamıştır.... O dönemde darvinizmi destkleyen ldierlere bakın. Hitler, mussolini, Churcill
Ve Darvinist görüşe sahip Churcill 'in Çanakkale Savaşı uzayınca söylediği sözün niteliği:
-Artık bu Türkler fazla olmaya başladı.... Onları gaz ile yakmalıyız... Çünkü onlar insan bile değildir. Peki onlar nedir? Homoerectus.....
Peki siz Hamıs Bey;
Siz master sınavınıza gireceksiniz.Siizn bu sınavı tayin etme şansınız var mı? Soruları soranlara neden bu soruları böyle sordunuz bu imtihanın nedeni niye böyle. Bana bu notu niye verdiniz deme hakkınız var mı? Doğal olarak yok.Bizim bahsettiğimiz imtihanın da bir sırrı bu..
Peki neden 5 milyar organizma...
Neden dünyanın ve ışığın hızı şu kadar. Bu hız neden değişmez. Değiştiğinde bunları tayin eden nedir?
Bu tayinin kendi kendine meydaa geldiğini söylemek aspirinin durup duruken olduğunu söylemek gibidir......
Madem bu kadar akıllı bir varlığın mikroorganizmalara karşı direnen insan bedeni için bana neden bilimsel açıklama yerine senin tabirinle hurafi açıklamalarda bulundun....
Madem ben maymundan geldim aha! maymunlar ve insanlar peki biyoloji ilmi bu kadar gelişmiş ise gelecek yüzyıllarda ne olacağız.... Nasıl bir değişim geçireceğiz.... Bu gelişim son mu buldu?
Bir suya, bir ekmeğe neden bu kadar muhtacım! Ömrüm boyunca beni delirten tek soru bu olacak herhalde....
İnsan bu kadar sıkıntıya neden müptala olur! Ve kendini durup durupken yeniler.... Bu evrim haksız o zaman... Beni farklı bir varlık olarak diye yaratmadı.... Kim tayin ediyor bunları ve ne adına.....
Acayip bir durum :-)
hayatın düzgün gittiği zamanlarda 'böyle devam etsin' diye inandığımız Tanrı'nın varlığından, herşey tepetaklak gittiğinde şüphe duymaktır.
Evren içinde Dünya mikroskopla görülecek kadar küçük; insan dünya içinde zerre kadar küçük iken neden büyük olan Allah, bu kadar küçük olan insana kendini ispat etmek için sizin gibi insanlara tebliğ vazifesi veriyor?
Enel Hak! ! !
Siz araştıran düşünen değil ancak RAVİ siniz. Sorgudan mahrum, papağan gibi taklit edensiniz.Düğmesine basılmış bir TEYPsiniz
1. Günümüzde Ateizm:
Felesefi bir düşünceden kaynaklanan ve bir çok tutumu kapsayan toplumsal bir olay olan ateizm (tanrıtanımazlık) , Tanrı'nın varlığını inkar olarak tanımlanamaz.
''Tanrıtanımaz'' kelimesi köken olarak ''tanrısı olmayan'' bir kişiyi niteler; eski Yunanlılar ve Romalılar bu kelimeyi ''kendi'' tanrılarını saymayanları belirtmek için kullanırdı, ama çağdaş dilde bu kelime ''hiçbir'' tanrıya inanmayanı belirtmek için kullanılır oldu. Tanrının inkarı, genel olarak muhakemeler üstüne kurulmuştur: bilimin doğayı açıklmaya yeterli olduğu iddiası (bilimcilik) , kötünün varlığı ile Tanrının varlığının bağdaşmazlığı (sarte) , aynı anda hem Tanrı'nın hem insanın özgürlüğünü öne sürmenin olanaksızlığını (Nietzche) , veya Tanrı ile sonsuzluk arasındaki farkı (Heidegger) bu tür muhakamelere örnek gösterebilir. ''Kuşku ustaları''nın (Marx, Nietzsche, Freud) Tanrının ölümünü ilan ederek düşünceleri sarsmasından sonra, militan tanrıtanımazlık dini kayıtsızlığa dönüştü; Tanrı meselesi giderek önemini kaybetti.
Bununla birlikte çeşitli tutumları birbirinden ayırt etmek gerekir: inançsızlık, vahiy dini olduğuna iddia eden bir dinin Tanrı konusundaki bütün iddialarını reddeder, ama Tanrı fikrini reddetmez (yaradancılık, deizm): buna karşılık bilinmezcilik sorunun varlığını da, bu konudaki kaygıları da reddetmemekle birlikte, kesin bir görüş bildiremeceğini göz önünde tutarak, Tanrı sorunu üzerinde konuşmamayı tercih eder; paratik tanrıtanımazlık ise Tanrı'nın varlığı konusunda kesin bir karara varmaz ve bu konuda fikir yürütmez, imanla şavaş gereği duymaz.
Tanrıtanımazlık uzun süre toplumun dışı kaldı. Bu tutum ancak (sözde) modern ve laikleşmiş toplumlarda ortaya çıktı. Ama yayılırken, zayıfladı; oysa başlangıçta ateizm, hiç değilse din olayının önemini kabul etmek anlamına geliyordu.
Kaynak: Michel Meslin
2. Marksist ateizm ve dinlere karşı mücadele:
Marksizm, insanı sadece, hayalinde var olan bir Tanrı'nın vesayetinden kurtarmaya çalıştığı oranda tanrıtanımaz bir humanizm görünümü aldı. Feuerbach, Das Wesen des Christentums (Hıristiyanlığın Özü 1841) adlı eserinde ''insanın gerçek Tanrı'sı insanın kendisidir'' diyordu. Materyalist Alman felsefesine göre, insanın Tanrı'ya mal ettiği şeyler aslında insanın kendisine aittir. İnsan mükemmeliyet arzusunu Tanrı'ya yansıtır, böylece Tanrıyı, kendi olmadığı veya kendinde olmayan her şeyle donatmak için, kendine yabancılaşır, küçülür, veya haklarından feragat eder. Tanrı'da ''insan kendi dışındaki özünü seyreder''. Din ilk başta insanın kendini anlamasına olanak verir, daha sonra özüne yeniden sahip olmak için dini reddetmesi gerekir.
Marx bu fikirleri yeniden ele aldı ve eleştirdi: Feurbach üzerine tezler - (Thesen über Feurbach, 1845) - Alman İdeolojisi (Die detsche İdeologie, 1846) eserleri ile. Feurbach'ı, dini sosyal ve tarihsel bir olgu olarak ahlaki hukuki, siyasi düşünceyle birlikte düşünülmesi gereken bir ''ideoloji'' türü olarak ele almadığı için eleştirdi. Bu üstyapıları ekonomik altyapı koşullandırdığına göre, insanın, insanın yabancılaşamasını ortadan kaldırmak için ekonomik altyapıya karşı savaşmak gerekiyordu. Bu yüzden, 1846'dan sonra Marx din konusuyla ilgilenmedi.
Ünlü ''din halkların afyonudur'' sözüne gelince, bu bağlamda Zur Kritik der Hegelschen Rechtsphilosophie (Hegel'in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Katkı, 1843) dinin sıradan insnaların hem ''gerçek felakate karşı çıkmaları'' olduğunu belirtti. Dinle fazla ilgilenen Engels, bu iddiayı sınıf çatışmalarına bağlayarak daha da derinleştirdi. Engel'se göre inançlar, bir sınıfın çıkarını diğer sınıfların aleyhine savunmak için takılan bir maskeydi. Ama daha sonra İtalyan Gramsci ve Alman Ernst Bloch'un da çok değişik biçimlerde ele alacakları gibi Engels, sapkınlıklara, hatta ilk kilise gibi bazı dini olaylar taşıdığı muhalif güce de işaret etmiştir.
Marksçı kurama göre, kapitalist ekonomi ortadan kalktıktan sonra, artık bir var olma nedeni kalmayan dinin kendi kendine yok olması gerekiyordu. Ama tarih, dinin baskıya direndiğini ve bu bastırmaya rağmen imanın canlı kaldığını gösterdi. Çin'de geleneksel bağdaştırmacılık, kırk sene süren din aleyhtarı bir eğitime ve 1966-1976 arasında, Kültür devrimi sırasında doruk noktasına ulaşan baskıya rağmen ayakta kaldı. Rusya'da, bir çok kilisenin kapatılmasına, tanrıtanımazlık propagandasına ve inananların kamplara yollanmasına rağmen Ortodoksluk varlığını sürdürdü. Zaten çoğu zaman dinsel özgürlük talebi isteklerle karışmıştır: Polonya Katolikliği, Tibet Buddhacılığı gibi burada, bir dine mensup olmaktan çok, dinin uzlaşmaz potansiyeli önem kazanıyordu. Onun için iktidarlar da daha çok inancı bir yabancılaşma olarak gördükleri için değil de, bağımsız bir örgütlemeye denetimden çıkabilecek bir mezhepler ayrılığına yol açacağından endişe ettikleri için tavır alıyordu.
Kaynak: Michel Meslin
3. Bilimcilik:
Tahrihsel olarak tanrıtanımazlık, dinlerin tanrıya atfettikleri işlevleri bir tepki biçiminde ortaya çıktı. Bilimsel gelişmeler, olayları tanrıları yardıma çağırmadan açıklamaya olanak veriyordu, ama özellikle Hıristiyan otoriteler bunu högörüyle karşılamadılar. Galilei'nin Kopernik sistmenine yaptığı eklemeden vazgeçemeye çalışması, Darwin'in evrim teorisinin reddi bunun açık kanıtlarıdır. Ancak, Auguste Comte'a (1798-1857) dayandırılan bilimci gelenek daha ileri gidecekti. Bilimi insanın yerine geçirmek ve bütün insan etkinliklerinin tek başvuru kaynağı ve toplumun örgütleyici ilkesi haline getirmek istiyen bilimcilik, bağımsız bir dine benzetilebilir. Fransız düşünürüne göre bu değişim insan aklının gelişmelerine, ''üç durum yasası'' dediği şeye uygundur: insan doğal olayları tanrıyı insanlaştıran güçlere (ilahiyatın durumu) , daha sonra ise soyut felsefelerle (metafizik durum) açıkladıktan sonra pozitif çağa girer. İlk nedenleri keşfetmekten vazgeçerek ''yararlı bilgiler''le yetinir. Din yine de insanın özelliği olduğu için, Comte bir ''insanlık dini'', tanrısı olmayan, amacı insan nesline faydası dokunanları anmak olan din tasarlamıştır.
20. yy'da bilimcilik kesinliğini kaybetti. Bilimin sınırlarının tanınması, birbirinden çok farklı iki tür tepki doğurdu. Bazı bilim adamları mistik yolların veya bazı metafizik kavramların kendi bilgileri dışında bir değeri olduğunu kabul ederlerken, bu yöndeki en ileri uzlaşma girişimi ''princeton gnose'' adlı düşünce hareketinden geldi; 30 yıldan daha fazla süredir var olan bu hareket, özellikle Amerikalı bilim adamlarını bünyesinde toplamıştır: Onlara göre sınırlarına ulaşmış olan bilimin ''mantıksal'' sonucu kesin olarak tanımlanamaycak bir tanrısal varlığın kabulüdür (yaradancılık) . Bu arada bu konuda bazı bilim adamları ise, bilimin olayların bütünlüğünü anlayıp kavramasını ve açıklamasını talep etmeyen radikal (köktenci) bir tanrıtanızmazlığa yöneldiler: sözgelimi biyo-kimyacı Jacques Monod (1910-1976) , 1970 yılında Le Hasard er la Necessite (Raslantı ve Zorunluluk) adlı kitabında ''evrende var olan her şeyin gereklilik ve tesadüfün ürünü'' olduğundan söz ediyordu…
Kaynak: Michel Meslin
Not: Aktarılan yazı daha çok batı görüşlüdür, bundan dolayı İslamiyet'ten değil daha çok bozulmuş din olan Hıristiyanlığa tepkilerden bahseder. Mesela Galilei'nin reddi olayı, dünya ilmiyle maneviyatı ayıran hıristiyanların laikleşme döneminden sonra ortaya çıkan yobazlıktan gelir, zaten İslam alemi dünyanın yuvarlıklığından Galilei'den çok çok önceden yani 8 yy.lardan sonra bahsetmişlerdir, 13yy'dan sonra dünya ilmiyle maneviyatı ayıran Kelamcılıların laikleşme harekti ile yobazlaşmalar daha öne çıkıp bilime karşı saçma saldırlar yapılmıştır.
Bkz. İlim
bir de 'moda 'olusu var ki bu terimin, bi de bi de 'moda oldugu icin', uzerlerine yakismayan bir giysi gibi giyenler var ki ben en cok onlara guluyorum boyle: HA HA HA!