'Bu haller bir mürebbi aslında.. Haddi aşınca, bir görünmez el acz ve fakr değneğini indiriyor kafaya.. Bir muhasebedir ki dünya-ukba arasında gidip geliyor zihin. Bir çöküntü bin çöküntüyü beraberinde getiriyor; bir zincirleme kaza.. Yok dostum! mazoşist değilim ben, bu sıkıntıları arasıra misafir edişim evsahipliğinin şanından.. Gel! diye ısrar etmem Git! diye kovmam bu halleri.. İradem istirahatte şuan; doğrudur zayıfım.. Ama çıkınım yaşamak için binbir bahaneyle dolu; bazısı sana malum.. O dediğin haller varya içe atma, yabancılaşma.. Ah! onlarda geldi geçti başımdan; HER sorgulayan KES gibi..
Hayat değişimden ibarettir. Yaşadıkça değişiyoruz, değiştikçe yaşıyoruz.‘Yaşadıkça neler daha göreceğiz’ derler ya, işte günümüzde tam da bu sözü haklı kılacak değişimler yaşıyoruz. Bu değişimler hayatımızı kolaylaştırdığı gibi, yozlaştırıyor da… Alışılmışlığın sınırlarını zorlayan bu uygulamalara gönüllü katılmasak da belli ki mahkûmuz…
Teknoloji hayatımızı ne kadar da değiştirdi! ... Birçok kolaylığı beraberinde getirirken hayatımızdan neler kopardı neler! ... Kökten değişime uğradı alışkanlıklarımız… Asırların getirdiği maddi ve manevi değerler bir anda tersyüz edildi. Toplum mühendisleri hayatımıza yepyeni ve bambaşka bir şekil verdi. Kazandıklarımızın yanında kaybettiklerimiz de oldu şüphesiz… Kâr zarar hesabı yapmaya cesaret edemedik hiçbir zaman… Kültür bahçemizi ayrık otları istila etti. Bizler bunları koparacak yerde suladık çoğu zaman…
‘En son ne zaman mektup yazdınız? ’ diye bir soru yöneltsem inanıyorum ki pek çoğunuz buna cevap vermekte zorlanır. Gönderdiği son mektubun tarihini hatırlayamaz. Çünkü uzun sayılabilecek yıllar geçmiştir aradan. Cep telefonları ve internet ağı, mektubu nostalji unsuru haline getirmiştir. Mektubun pabucu çoktan dama atılmıştır.
Artık sevgililer birbirine mektup göndermiyor, kısa mesaj atıyor. Pek çok telefon şirketi sınırsız konuşmayı mümkün kılan paketler sunuyor müşterilerine. Sabahtan akşama, akşamdan sabaha kadar konuşuyoruz uzaktakilerimizle… Bazen de mesaj atıyoruz bu soğuk, ruhsuz aletlerden… Adı üzerinde kısa mesaj… Kestirme yoldan duygu ve düşüncelerimizi aktarıyoruz sevdiklerimize… Otomatiğe bağlamışız hayatı sizin anlayacağınız…
Uzakları yakın eden mektupların ucu yakılmıyor hayli zamandır. Posta katarları sevgileri taşımıyor uzaklara. Postalar resmi evrak taşıyor günümüzde. Sadece kredi kartı borç dökümlerinin, faturaların, icra bildirilerinin mektuplarını getirip bırakıyorlar posta kutumuza. Artık posta kutularını şevk ve iştiyakla değil, korkuyla açıyoruz. Acaba kart limitimi aştım mı, fatura kabardı mı, icralık oldum mu? ... Eskiden postacıyı görünce sevincimizden havalara uçardık; oysa şimdi postacıyı görünce kaçacak delik arıyoruz kendimize. Bu korkuları yaşamayan insan o kadar az ki! ... Bu değişim ruhlarımızı da karattı besbelli! ...
‘Dost ve sevdiklerinizden en son ne zaman mektup aldınız? ’desem kim hatırlayabilir ki! ...En son yazdığı mektubu hatırlayamayanın en son aldığı mektubu hatırlamaya ne yüzü olur, ne de imkânı! ...Mahrem duygularımızı paylaşan ve sevdiklerimize ulaştıran zarflar tarih oldu neredeyse…Görünen o ki mürekkeple kağıdın vuslatı bir başka bahara kaldı. Köşeleri kınalı ellerle işlenmiş mektupları ne çok özledik. Onlar ki bizi düşünerek yazılırdı.
Teknolojiyi reddetmiyorum şüphesiz… Düşman da değilim ona… Fakat mektubun sıcaklığını ilelebet hissetmek istiyorum. Onu da hayatın bir köşesinde saklamak, devam ettirmek bize ne kaybettirir ki! ... Beni, matbaanın ülkemize iki asır geç gelmesine yol açan zihniyetin bugünkü temsilcisi olarak görenler olabilir. Şayet böyle düşünenler varsa onlar beni hakkıyla anlamayan idrak fukarası zavallı insanlardır. Maksadım bu insanlarla söz dalaşı yapmak değil asla… Ben teknolojinin yanında mektubun sıcaklığının da sürmesini istiyorum. Bu masum bir arzu değil mi? Bunda ne kötülük olabilir ki! ...
Eskiden mübarek gün ve gecelerde, özellikle dini bayramlarda tebrik kartı atardık birbirimize. Gönderilen kişiyle olan dostluğumuza ve irtibatımıza göre kartların içeriği değişirdi. Oysa şimdi bir mesaj yazıp onu bir kalıp olarak yüzlerce kişiye gönderiyoruz. Hatta bazı hazır mesajları alıp kullanıyoruz. Duygular bile satılıyor zamanımızda… Her şey ısmarlama usullerle dönüyor piyasada… Özelimiz kalmadı duyguda da, düşüncede de! ... Başkaları bizim yerimize düşünüyor, hissediyor nasıl olsa! ...
Bundan yıllar evvel aldığım mektupları saklarım hâlâ… İyi ki de saklarım, çünkü bu mektupların sahiplerinin bir kısmı artık aramızda değil. Onlar artık yadigâr olmuştur benim için! ... Paha biçilmez değerleri vardır. Ya sizin kısa mesajlarınız, e-mailleriniz, neredeler? ... Elektronik çöp kutularında değil mi? Yazık, çok yazık! ...
Bu arada Msn ile sesli ve yazılı görüşmeler moda oldu günümüzde… Kimsenin kimseye gittiği yok… Her şey uzaktan kumandalı... Bayramlar turistik geziler için vesile kabul ediliyor. Msn’de hallediliyor her şey! ... Msn’nin dili de kendi gibi yozlaştı son zamanlarda… Ne idüğü belirsiz kısaltmalar moda oldu. Güya zamandan tasarruf etmek için kelimeleri makaslamaya başladılar pervasızca… Ünlü harfleri kovduk kelimelerden… Ünsüzlerle durumu idare ediyor yeni nesil… “nbr (ne haber) , kib (kendine iyi bak) , gtcm (gideceğim) , mrb (merhaba) , tmm(tamam) , slm (selam) , ii(iyi) gibi ifadelerle laubalilikte sınır tanımadığımızı, dile saygı duymadığımızı gösteriyoruz. Bu sıradanlıklara tevessül edenler Necip Fazıl’ın deyimiyle ‘Yükseldik sanıyorlar alçaldıkça tabana…’
Milletçe bunları da mı görecektik? Biz kime ne ettik de bu çirkefliklere muhatap olduk? Bu nesil nasıl oldu da bu kadar çabuk koptu kültüründen, sanatından, edebiyatından ve geçmişinden? Sorular zihnimi kemirdikçe cevapları da beliriyor belleğimde… Fakat buna rağmen hatalar olanca hızıyla devam ediyor. Bazen karamsarlık duygusu sarıyor içimi çepeçevre… Duymak istemesem de ‘Bu kafayla biz adam olmayız’ diyor içimdeki bir ses… Bu sesi kulaklarıma yasaklıyorum ama beyhude, hâlâ duyuyorum.
teoman ın bu isimde, sözleri benim için anlamlı bir parçası var.. sözlerini de yazayım..
'Telefonda konuşamam bilirsin Mektuplarıysa ertelerim hep Belki de yazım çirkin diye Çok düşündüm çok kurdum Karar verdim hep vazgeçtim Ama sana yazabildim nihayet Aslında söz vermiştim Duygularımı kilitlemiştim Ta ki sen açana dek Korkma sevgililenmiycem Ama bilirsin beni işte Bitiririm her şeyi bir dikişte Napıyım aşk bu savaş bu Binlerce yıldır sürüp giden Aşk bu savaş bu Kadınla erkek arasında..'
Hergün yazar bugün yollarız atam Ne kadar Türk varsa o kadar selam İnsan gönülleri dolusu minnet Ne kadar Türk varsa o kadar hürmet... ......................................................
çağımızda mektub tabirini arka ya atıp yeni kılıflara bürüdük.belki herşey hızlı bir şekilde gelişti ama en büyük eksik kalan kısım ise yürekten kaleme sıçrayan samimi kelimeleri yokettik......
'sevgilim! herşey o kadar zor ki! günler çile ızdırap elem acı ve mutluluğun zıddı namına ne varsa yüklenmiş gelmiş kapıma...geceler! onlar zaten başlı başına bir zindan bir hücre...gözyaşlarım düğüm düğüm, hıçkırıklar tükenmez bir derya... sevgilim! herşey o kadar zor ki! aldığım nefes zehir gibi geliyor artık; incitiyor canımı...mısralara dökmeye çalıştığım isyanlara lügatım yetmiyor sadece yaşıyorum onları... şu kısacık hayatımda bir sürü hayat yaşar oldum.gündüzümde gecemde düşkılığında hep geleceği ya da bir kabusu yaşıyorum.bir an kopup bu dünyadan fırtınalı ütopyalara yelken açıyorum.alabora oluyor tüm duygularım.çok farklı, anlatılamayacak bir şekilde gerçekleşiyor bu düş seansları...normal hayatta her hangi bir yerde otururken gezerken veya bir meşgulken birden herşey dönmeye başlıyor.gözlerimden ışık kesiliyor, çevremde siyah siyah noktalar büyüyor büyüyor büyüyor.........her yeri kaplıyor.bastığım yer ayaklarımın altından kayıyor ve med cezir dalgaları gibi aşağı yukarı hareket ediyor.çığlığa benzer bir ses bu bazen siren gibi kulaklarımı beynimi parçalıyor.sonra karanlık yavaş yavaş dağılıyor.herşey değişmiş oluyor yalnız acılarımın dışında...kocaman dağlar, eteklerinde çam, tepelerinde kar...henüz güneş doğmamış...ben karanlık bir vadideyim,patika bir yolda cesur olmayan adımlarla kaçıyorum...dağların zirvesi güneşin habercisiışıklarla hafiften kızıla boyanmış...belki anlatırken güzelmiş gibi hayal ediyorsun ama üzerime çullanmayı bekleyen devler gibi ürkütücü ve çok sinsi duruyorlardı dağlar.herşey susuyor.benim nefeslerimse yıldırımlara inat gürlüyor adeta...bilmem nedendir ama sanki takip ediliyor hissediyorum kendimi.birden duruyorum.son adımımla son bir feryat çıkıyor ayaklarımın altında ezilen kardan...soluklarım düzensiz.göğsüm inip kalkıyor.nefesim serinliği ısıtmaya çalışıyor buharıyla...gözlerim cesaret edemiyor,korkak! tek bir noktaya odaklanmış...bakamıyorum ardıma darbesini bekliyorum canavarın...solukllarım iyice düzensizleşiyor.titreyerek ve asi dalgalar gibi feryat ederek yok oluyor nefeslerim.vücudum kaskatı boynum tutulmuş sanki. herşey durmuş...ne su ne zaman akıyor...herşey bir hamle bekliyor...cellat baltasını kaldırmış işaret istiyor...yavaşça kapıyorum gözlerimi...yanaklarımdan süzülen yaşlar bir anda ısıtıyor tüm bedenimi...yaratık...o canavar...şimdi tam arkamda.işte son adımını attı.soluklarını hissediyorum ensemde...herşey bitti...yakalandım.evet, hissediyorum ağır ağır kaldırıyor kollarını... -hayır! hayır! hayıııı...ııırrr! ! ! bu suç ihanet edenlere...ihanet etmedim ben sevdiğime bilmem kaç kez yankılandı bu sözlerim, kulağımda,yüreğimde ve o karanlık vadide... aniden arkama dönüyorum. yok olmuş canavar.kimseler yok... tuttuğum son nefesi de bırakıyorum.bütün gücüm kesiliyor.ayakta duramıyorum. dizlerimin üstüne çöküyorum. başım öne eğik zaferden mi seferden mi? herşey yine susuyor.kavrulan yanaklarım iki damla gözyaşımla vuslat ediyor...bir yıldrım gürültüsü...bir şimşek sedası.ne bu! bilmiyorum.başım yavaşça arkaya dönüyor...bir çığ dalgası bu.sensizlik acısı buüstüme üstüme geliyor..hayıır herşeye razıyım ama buna asla...yine korkak adımlarla kaçıyorum.gitfide yaklaşıyor düşmanım.o koca çamlara hiç aldırmıyor her adımda daha da büyüyor,yaklaşıyor.inanılmaz bir gürültü.biraz önceki sükut fırtına öncesi sessizlikmiş anladım.kaçıyorum.tüm bedenim titriyorardımda koca bir sensizlik tufanı...ağlıyorum çünkü yoruldum.ama durmuyorm çünkü korkuyorm... tuzaktı! evet o taş bir tuzaktı.ayağım bir taşa takılıyor.yuvarlanıyorum. ve sırt üstü düşüyorum.kalkamıyorum yerden.sensizlik hiç acımadan aldırmadan geliyor üstüme.iyice yaklaştı.işte son ağaçları devirdi.evet biliyorum.BİTİYORUM.hayır! hayır! hayııı...ııırrr....! ! ! - - - birden uyanıyorum sanki...KARANLIK...birşeyler dönüyor etrafımda.gözlerime soluk bir ışık çarpıyor...insanlar...vakit akşam üzeri, güneş henüz el sallamakta...elimde bir kaç kitap var..dönen eşyalar, hepsi yerine geçiyor.korkunç bir ses yırtıyor kulaklarımı...sireni andırıyor....küçük parlak bir ışık yaklaşıyor.ses kesildi.şimdi de insan sesleri...çevreme bakıyorum.yerde uzayıp giden demirler var.arkamda tek katlı bir bina kamu binasını andırıyor.algılıyorum.anlıyorum.şimdi herşeyi anlıyorum.tren istasyonundayım.evime gidecektim.korkunç bir kabusmuş.derin bir nefesle sevindiriyorum yüreğimi.yavaş yorgun ve titrek adımlarla gönül rahatlığı içinde trene biniyorum.içimde hala bir çarpıntı var.ama bir o kadar da kurtulmuşluk,zafer çoşkusu,vuslat umudu... sevgilim! sensizlikte herşey o kadar zor ki! ..' ..................................THE SON................................
Tarihte ilk mektubu kimin kime yazdığını bilmek isterdim doğrusu. Eski medeniyetlerin mektup ve haberleşme sistemleri hakkında bilgiler maalesef pek azdır. Belki yazı icad edildikten kısa bir müddet sonra mektup da icad edilmiştir. Rivayetler Eski Mısır'da posta servisi olduğunu söyler. Heredot ise, Keyhusrev'in İskitlerle yaptığı savaşta (M. Ö. 500) posta hizmetinin kullanıldığını yazar. Hz. Peygamber'in komşu devletlere gönderdiği dîne davet mektuplarından bir kısmı hâlâ müzelerdedir. Ayrıca O'nun devlet, kavim, kabile ve kişilere hitaben yazdırdığı 23 mektup bilinmektedir.
Osmanlı'da mektup, Sultan II. Mahmud'a gelesiye dek yalnızca devlet haberleşmesinde kullanıldı. II. Mahmud 1838 yılında bir ferman çıkararak, İstanbul ile diğer merkezî şehirler arasında sivil posta hizmeti kurulmasını ve ücreti mukabilinde, gizlilik ilkesine uyularak mektupların taşınmasını, reaya ve yabancılar ile müslümanlar arasında da bir ayrım gözetilmemesini emreder. Bir yıl sonra Tanzimat ilân edilince de posta işleri kamu hizmetleri grubuna dâhil edilir. Ertesi yıl Yenicâmi avlusunda bir posta idaresi (bugünkü Büyük Postahane) kurulmuştur. Daha sonra Musul, Sivas, Diyarbakır gibi merkezî yerlere postahâneler açılır. İşte o gün bu gündür mektup müvezziliği, çeşitli gelişmeler göstermiş ve bugün modern usûllerle mektuplarımız şehrin bir semtinden bir semtine 15-20 gün gibi kısa (!) bir sürede ulaşabilir olmuştur.
Şu telefon ve faks denen âletler icâd edileli dünyada mektup geleneği neredeyse kayboldu. Oysa bir dönemlerde mektup taşıyıcılığını resmî surette iş ve görev edinen insanlar varmış. Faaliyetlerini sürdüren bu kişilere tatar denirdi. Tatarlar bir ocak itibâr edilir (Ocak tatarları) ve husûsî posta işlerini yürütürlerdi. Ulak da denilen bu tatarlar, serî hareketli ve hızlı yürüyüşlü kişilerden seçilirmiş. Önceleri Tatar boyundan kişilerce ifâ edildiğinde bu adla anılmışlardır. Bunların kendilerin has kalpak ve elbiseleri vardı ve bu kıyafet başkalarınca kullanılmazdı. Evliya Çelebi Van'dan İstanbul'a 13 günde mektup getirdiğini kendisi yazar. Amiral Slade de İstanbul'dan Bağdat'a kadar olan mesafeyi (2.300 km.) 14 günde alan bir tatarın rekorunu 9 güne indiren ve görevini ifâdan 2 saat sonra dayanamayıp ölen başka bir tatardan bahseder. Durmadan, dinlenmeden at sırtında günlerce yol alan tatarlar, dilimize de bazı kelimeler hediye etmiştir. Tatar ağası, tatar dolaması, tatar kalpağı, tatar oku bunlardandır. Bugün hâlâ yarı pişmiş etler için 'tatarî' kelimesi kullanılır. Herhalde posta tatarlarının acele etmelerinden dolayı, onlar için alelacele pişirilen yarı çiğ etlerden kinaye olmalıdır. Nâbî'nin bir beytinde bu kelimeyi görürüz:
Tatarlar eski toplumumuzun önemli görevlerinden birini yürütmekle sosyal ve kültürel hayatın da içinde yer almışlardır. Zaman zaman Divân şiirinde adlarının anılması da bunun sonucudur. Meselâ Sürûrî, tatarların çok hızlı iş gördüğünü, durup dinlenmeye vakitleri olmadığını,
Eskiden okuma yazma bilen insanlar parmakla gösterilir derecede az imiş. Bu demektir ki mektup; öyle hercai ve harc-ı âlem bir şey değil, çok önemli bir yazı, bir nâmedir. Bizce mektup o zamanlarda edebî bir mahsûl de sayılmıyordu ve ancak önemli kişiler, yine önemli gördükleri hususlarda mektuba başvuruyorlardı. Zira mektuplaşmak pahalı bir lüks idi. Yalnızca devlet işlerinde ve mecbur kalındığında yazılır gönderilirdi.
O zamanların mektupları resmî ve özel diye tasnif edilebilir. Ancak ulaklar, yani tatarlar, hem resmî, hem de özel mektupları taşırlardı. Keza yolcuların da gayr-î resmî olarak özel mektupları taşıdığı bir vakıadır. Ediplerin, meşâyıhın, âlimlerin vb. bu tür özel mektupları belli bir sürede yerine ulaşmak kaydını taşımazsa da en erken zamanda ulaşması elbette matlubudur. İşte bunun için eskiler 'Bedûh' usûlüne başvururlar. Bedûh, bugünün APS yahut, taahhütlü mektubu gibidir.
Bedûh, bir rivayete göre Allah'ın isimlerden biridir. 'En güç işleri en kısa zamanda yapan' demektir. Bir başka rivayette ise 'mektupları yerine ulaştırmakla yükümlü meleğin adı'dır. İşte bunun için eskiler mektup zarflarının yahut mahfazalarının üzerine 'Ya Bedûh', 'Bedûh' gibi kelimeler, yahut bunun ebced hesabında mukabili olan '2-4-6-8' rakamlarını yazarlarmış. Böylece mektup kaybolmaktan kurtulur imiş (Doğrusu bu, her zamankinden çok bugün kullanılması gereken bir yöntem. Kim bilir belki PTT idaresi 'Bedûh' yazılı bir mühür yaptırır da zarfları bundan böyle onunla mühürler) . Mektupların bir köşesini yakma âdetidir. Böylece âşık sevgiliye aşkından dolayı bağrım yanık olduğunu îmâ eder. Birkaç yıl evvelinin dillerde dolaşan bir şarkısında bu anlatılıyordu. Keza bu şarkıda telefonun icadı ile mektuba rağbet kalmadığı da örneklendirilmiş durumdadır:
Eskiden tatarların gizli mektupları külahlarına yahut saçlarına gizledikleri, bilinen usûllerdendir, izzet Molla bunu şöyle anlatıyor:
Bulduk fesinde nüshâ-i sihr ü füsunu biz Mektûb-ı fitneyi arayın perçemindedir.
Casuslar da devlet sırlarını ihtiva eden mektupları yine saçlarının içinde taşırlarmış. Dahası, casusun başına döğme usulüyle mektup yazıldığı da olurmuş. Azîzî'nin,
Şehr i yârime kuş uçmaz ki edem arz-ı niyaz Kalmadı nâme-resân nakş-ı serimden gayrı
beytinde bunu îmâ vardır. Şâir diyor ki: 'Sevgilimin şehrine (veya şehriyarıma) kuş uçmaz (yani posta güvercinleri oraya ulaşamaz, çok uzaktır) ki isteklerimi bildireyim. Bu durumda başımdaki nakışlardan gayri bir mektup götürücü (ulak, tatar) kalmadı. (Tek çâre, sevgiliye kendim gitmemdir) .'
Ve bir kıssa; Abbasî halifelerinden birisi bir casusun başına dövme suretiyle mektup yazdırıp saçları büyüyünce yola çıkarmış. Adamcık en kısa zamanda istenilen yere varmış. İlgili kişi hemen saçlarını traş ettirip mektubu okumuş. Mektubun son satırı çok ilgi çekici: - İş bu nâmeyi imha ediniz.
'Bu haller bir mürebbi aslında..
Haddi aşınca, bir görünmez el acz ve fakr değneğini indiriyor kafaya..
Bir muhasebedir ki dünya-ukba arasında gidip geliyor zihin.
Bir çöküntü bin çöküntüyü beraberinde getiriyor; bir zincirleme kaza..
Yok dostum! mazoşist değilim ben, bu sıkıntıları arasıra misafir edişim
evsahipliğinin şanından..
Gel! diye ısrar etmem
Git! diye kovmam bu halleri..
İradem istirahatte şuan; doğrudur zayıfım.. Ama çıkınım yaşamak için
binbir bahaneyle dolu; bazısı sana malum..
O dediğin haller varya içe atma, yabancılaşma..
Ah!
onlarda geldi geçti başımdan; HER sorgulayan KES gibi..
eksik olma
çok ol
herdaim! '
BUNLARI DA MI GÖRECEKTİK?
M.NİHAT MALKOÇ
Hayat değişimden ibarettir. Yaşadıkça değişiyoruz, değiştikçe yaşıyoruz.‘Yaşadıkça neler daha göreceğiz’ derler ya, işte günümüzde tam da bu sözü haklı kılacak değişimler yaşıyoruz. Bu değişimler hayatımızı kolaylaştırdığı gibi, yozlaştırıyor da… Alışılmışlığın sınırlarını zorlayan bu uygulamalara gönüllü katılmasak da belli ki mahkûmuz…
Teknoloji hayatımızı ne kadar da değiştirdi! ... Birçok kolaylığı beraberinde getirirken hayatımızdan neler kopardı neler! ... Kökten değişime uğradı alışkanlıklarımız… Asırların getirdiği maddi ve manevi değerler bir anda tersyüz edildi. Toplum mühendisleri hayatımıza yepyeni ve bambaşka bir şekil verdi. Kazandıklarımızın yanında kaybettiklerimiz de oldu şüphesiz… Kâr zarar hesabı yapmaya cesaret edemedik hiçbir zaman… Kültür bahçemizi ayrık otları istila etti. Bizler bunları koparacak yerde suladık çoğu zaman…
‘En son ne zaman mektup yazdınız? ’ diye bir soru yöneltsem inanıyorum ki pek çoğunuz buna cevap vermekte zorlanır. Gönderdiği son mektubun tarihini hatırlayamaz. Çünkü uzun sayılabilecek yıllar geçmiştir aradan. Cep telefonları ve internet ağı, mektubu nostalji unsuru haline getirmiştir. Mektubun pabucu çoktan dama atılmıştır.
Artık sevgililer birbirine mektup göndermiyor, kısa mesaj atıyor. Pek çok telefon şirketi sınırsız konuşmayı mümkün kılan paketler sunuyor müşterilerine. Sabahtan akşama, akşamdan sabaha kadar konuşuyoruz uzaktakilerimizle… Bazen de mesaj atıyoruz bu soğuk, ruhsuz aletlerden… Adı üzerinde kısa mesaj… Kestirme yoldan duygu ve düşüncelerimizi aktarıyoruz sevdiklerimize… Otomatiğe bağlamışız hayatı sizin anlayacağınız…
Uzakları yakın eden mektupların ucu yakılmıyor hayli zamandır. Posta katarları sevgileri taşımıyor uzaklara. Postalar resmi evrak taşıyor günümüzde. Sadece kredi kartı borç dökümlerinin, faturaların, icra bildirilerinin mektuplarını getirip bırakıyorlar posta kutumuza. Artık posta kutularını şevk ve iştiyakla değil, korkuyla açıyoruz. Acaba kart limitimi aştım mı, fatura kabardı mı, icralık oldum mu? ... Eskiden postacıyı görünce sevincimizden havalara uçardık; oysa şimdi postacıyı görünce kaçacak delik arıyoruz kendimize. Bu korkuları yaşamayan insan o kadar az ki! ... Bu değişim ruhlarımızı da karattı besbelli! ...
‘Dost ve sevdiklerinizden en son ne zaman mektup aldınız? ’desem kim hatırlayabilir ki! ...En son yazdığı mektubu hatırlayamayanın en son aldığı mektubu hatırlamaya ne yüzü olur, ne de imkânı! ...Mahrem duygularımızı paylaşan ve sevdiklerimize ulaştıran zarflar tarih oldu neredeyse…Görünen o ki mürekkeple kağıdın vuslatı bir başka bahara kaldı. Köşeleri kınalı ellerle işlenmiş mektupları ne çok özledik. Onlar ki bizi düşünerek yazılırdı.
Teknolojiyi reddetmiyorum şüphesiz… Düşman da değilim ona… Fakat mektubun sıcaklığını ilelebet hissetmek istiyorum. Onu da hayatın bir köşesinde saklamak, devam ettirmek bize ne kaybettirir ki! ... Beni, matbaanın ülkemize iki asır geç gelmesine yol açan zihniyetin bugünkü temsilcisi olarak görenler olabilir. Şayet böyle düşünenler varsa onlar beni hakkıyla anlamayan idrak fukarası zavallı insanlardır. Maksadım bu insanlarla söz dalaşı yapmak değil asla… Ben teknolojinin yanında mektubun sıcaklığının da sürmesini istiyorum. Bu masum bir arzu değil mi? Bunda ne kötülük olabilir ki! ...
Eskiden mübarek gün ve gecelerde, özellikle dini bayramlarda tebrik kartı atardık birbirimize. Gönderilen kişiyle olan dostluğumuza ve irtibatımıza göre kartların içeriği değişirdi. Oysa şimdi bir mesaj yazıp onu bir kalıp olarak yüzlerce kişiye gönderiyoruz. Hatta bazı hazır mesajları alıp kullanıyoruz. Duygular bile satılıyor zamanımızda… Her şey ısmarlama usullerle dönüyor piyasada… Özelimiz kalmadı duyguda da, düşüncede de! ... Başkaları bizim yerimize düşünüyor, hissediyor nasıl olsa! ...
Bundan yıllar evvel aldığım mektupları saklarım hâlâ… İyi ki de saklarım, çünkü bu mektupların sahiplerinin bir kısmı artık aramızda değil. Onlar artık yadigâr olmuştur benim için! ... Paha biçilmez değerleri vardır. Ya sizin kısa mesajlarınız, e-mailleriniz, neredeler? ... Elektronik çöp kutularında değil mi? Yazık, çok yazık! ...
Bu arada Msn ile sesli ve yazılı görüşmeler moda oldu günümüzde… Kimsenin kimseye gittiği yok… Her şey uzaktan kumandalı... Bayramlar turistik geziler için vesile kabul ediliyor. Msn’de hallediliyor her şey! ... Msn’nin dili de kendi gibi yozlaştı son zamanlarda… Ne idüğü belirsiz kısaltmalar moda oldu. Güya zamandan tasarruf etmek için kelimeleri makaslamaya başladılar pervasızca… Ünlü harfleri kovduk kelimelerden… Ünsüzlerle durumu idare ediyor yeni nesil… “nbr (ne haber) , kib (kendine iyi bak) , gtcm (gideceğim) , mrb (merhaba) , tmm(tamam) , slm (selam) , ii(iyi) gibi ifadelerle laubalilikte sınır tanımadığımızı, dile saygı duymadığımızı gösteriyoruz. Bu sıradanlıklara tevessül edenler Necip Fazıl’ın deyimiyle ‘Yükseldik sanıyorlar alçaldıkça tabana…’
Milletçe bunları da mı görecektik? Biz kime ne ettik de bu çirkefliklere muhatap olduk? Bu nesil nasıl oldu da bu kadar çabuk koptu kültüründen, sanatından, edebiyatından ve geçmişinden? Sorular zihnimi kemirdikçe cevapları da beliriyor belleğimde… Fakat buna rağmen hatalar olanca hızıyla devam ediyor. Bazen karamsarlık duygusu sarıyor içimi çepeçevre… Duymak istemesem de ‘Bu kafayla biz adam olmayız’ diyor içimdeki bir ses… Bu sesi kulaklarıma yasaklıyorum ama beyhude, hâlâ duyuyorum.
mektup bir kişiye özel yazılan anlamı olandır
teoman ın bu isimde, sözleri benim için anlamlı bir parçası var..
sözlerini de yazayım..
'Telefonda konuşamam bilirsin
Mektuplarıysa ertelerim hep
Belki de yazım çirkin diye
Çok düşündüm çok kurdum
Karar verdim hep vazgeçtim
Ama sana yazabildim nihayet
Aslında söz vermiştim
Duygularımı kilitlemiştim
Ta ki sen açana dek
Korkma sevgililenmiycem
Ama bilirsin beni işte
Bitiririm her şeyi bir dikişte
Napıyım aşk bu savaş bu
Binlerce yıldır sürüp giden
Aşk bu savaş bu
Kadınla erkek arasında..'
Hergün yazar bugün yollarız atam
Ne kadar Türk varsa o kadar selam
İnsan gönülleri dolusu minnet
Ne kadar Türk varsa o kadar hürmet...
......................................................
......................................................
Her canımız başımızla biz
Emanetlerine siperiz atam
Güzel ellerinden öperiz atam...
Aşık Ömer (nam-ı diğer Behçet Kemal Çağlar)
Çocukluğumdan beri ezberimde olan uzuun ve çook güzel bir şiirdir.. Ama ben en çok girizgahındaki ve finalindeki insanca sıcaklığı severim..
E-Mail'in,büyüüük büyükbabası olmakla beraber,SMS gibi bir de yakın akrabaları bulunan Tarihi iletişim şekli....
upuzun yazmak istiyorum kendime ama mecalsizim
Mektup,bazen sonbahardır döker bizi yaprak misali,bazense ilkbahar çiçek açar kalbimizdeki izi...
hayal ile gerçek arasındaki ince çizgi.
Öldüüü...Mail çıktı şimdi..Nail'in ikiz kardeşi olurlar...
çağımızda mektub tabirini arka ya atıp yeni kılıflara bürüdük.belki herşey hızlı bir şekilde gelişti ama en büyük eksik kalan kısım ise yürekten kaleme sıçrayan samimi kelimeleri yokettik......
Keşke herkes eskisi gibi birbirine Mektup yazsa
Bana mutlulugu cagrıstırıyor
'sevgilim! herşey o kadar zor ki! günler çile ızdırap elem acı ve mutluluğun zıddı namına ne varsa yüklenmiş gelmiş kapıma...geceler! onlar zaten başlı başına bir zindan bir hücre...gözyaşlarım düğüm düğüm, hıçkırıklar tükenmez bir derya...
sevgilim! herşey o kadar zor ki! aldığım nefes zehir gibi geliyor artık; incitiyor canımı...mısralara dökmeye çalıştığım isyanlara lügatım yetmiyor sadece yaşıyorum onları...
şu kısacık hayatımda bir sürü hayat yaşar oldum.gündüzümde gecemde düşkılığında hep geleceği ya da bir kabusu yaşıyorum.bir an kopup bu dünyadan fırtınalı ütopyalara yelken açıyorum.alabora oluyor tüm duygularım.çok farklı, anlatılamayacak bir şekilde gerçekleşiyor bu düş seansları...normal hayatta her hangi bir yerde otururken gezerken veya bir meşgulken birden herşey dönmeye başlıyor.gözlerimden ışık kesiliyor, çevremde siyah siyah noktalar büyüyor büyüyor büyüyor.........her yeri kaplıyor.bastığım yer ayaklarımın altından kayıyor ve med cezir dalgaları gibi aşağı yukarı hareket ediyor.çığlığa benzer bir ses bu bazen siren gibi kulaklarımı beynimi parçalıyor.sonra karanlık yavaş yavaş dağılıyor.herşey değişmiş oluyor yalnız acılarımın dışında...kocaman dağlar, eteklerinde çam, tepelerinde kar...henüz güneş doğmamış...ben karanlık bir vadideyim,patika bir yolda cesur olmayan adımlarla kaçıyorum...dağların zirvesi güneşin habercisiışıklarla hafiften kızıla boyanmış...belki anlatırken güzelmiş gibi hayal ediyorsun ama üzerime çullanmayı bekleyen devler gibi ürkütücü ve çok sinsi duruyorlardı dağlar.herşey susuyor.benim nefeslerimse yıldırımlara inat gürlüyor adeta...bilmem nedendir ama sanki takip ediliyor hissediyorum kendimi.birden duruyorum.son adımımla son bir feryat çıkıyor ayaklarımın altında ezilen kardan...soluklarım düzensiz.göğsüm inip kalkıyor.nefesim serinliği ısıtmaya çalışıyor buharıyla...gözlerim cesaret edemiyor,korkak! tek bir noktaya odaklanmış...bakamıyorum ardıma darbesini bekliyorum canavarın...solukllarım iyice düzensizleşiyor.titreyerek ve asi dalgalar gibi feryat ederek yok oluyor nefeslerim.vücudum kaskatı boynum tutulmuş sanki. herşey durmuş...ne su ne zaman akıyor...herşey bir hamle bekliyor...cellat baltasını kaldırmış işaret istiyor...yavaşça kapıyorum gözlerimi...yanaklarımdan süzülen yaşlar bir anda ısıtıyor tüm bedenimi...yaratık...o canavar...şimdi tam arkamda.işte son adımını attı.soluklarını hissediyorum ensemde...herşey bitti...yakalandım.evet, hissediyorum ağır ağır kaldırıyor kollarını...
-hayır! hayır! hayıııı...ııırrr! ! ! bu suç ihanet edenlere...ihanet etmedim ben sevdiğime
bilmem kaç kez yankılandı bu sözlerim, kulağımda,yüreğimde ve o karanlık vadide...
aniden arkama dönüyorum. yok olmuş canavar.kimseler yok... tuttuğum son nefesi de bırakıyorum.bütün gücüm kesiliyor.ayakta duramıyorum. dizlerimin üstüne çöküyorum. başım öne eğik zaferden mi seferden mi? herşey yine susuyor.kavrulan yanaklarım iki damla gözyaşımla vuslat ediyor...bir yıldrım gürültüsü...bir şimşek sedası.ne bu! bilmiyorum.başım yavaşça arkaya dönüyor...bir çığ dalgası bu.sensizlik acısı buüstüme üstüme geliyor..hayıır herşeye razıyım ama buna asla...yine korkak adımlarla kaçıyorum.gitfide yaklaşıyor düşmanım.o koca çamlara hiç aldırmıyor her adımda daha da büyüyor,yaklaşıyor.inanılmaz bir gürültü.biraz önceki sükut fırtına öncesi sessizlikmiş anladım.kaçıyorum.tüm bedenim titriyorardımda koca bir sensizlik tufanı...ağlıyorum çünkü yoruldum.ama durmuyorm çünkü korkuyorm...
tuzaktı! evet o taş bir tuzaktı.ayağım bir taşa takılıyor.yuvarlanıyorum. ve sırt üstü düşüyorum.kalkamıyorum yerden.sensizlik hiç acımadan aldırmadan geliyor üstüme.iyice yaklaştı.işte son ağaçları devirdi.evet biliyorum.BİTİYORUM.hayır! hayır! hayııı...ııırrr....! ! !
- - -
birden uyanıyorum sanki...KARANLIK...birşeyler dönüyor etrafımda.gözlerime soluk bir ışık çarpıyor...insanlar...vakit akşam üzeri, güneş henüz el sallamakta...elimde bir kaç kitap var..dönen eşyalar, hepsi yerine geçiyor.korkunç bir ses yırtıyor kulaklarımı...sireni andırıyor....küçük parlak bir ışık yaklaşıyor.ses kesildi.şimdi de insan sesleri...çevreme bakıyorum.yerde uzayıp giden demirler var.arkamda tek katlı bir bina kamu binasını andırıyor.algılıyorum.anlıyorum.şimdi herşeyi anlıyorum.tren istasyonundayım.evime gidecektim.korkunç bir kabusmuş.derin bir nefesle sevindiriyorum yüreğimi.yavaş yorgun ve titrek adımlarla gönül rahatlığı içinde trene biniyorum.içimde hala bir çarpıntı var.ama bir o kadar da kurtulmuşluk,zafer çoşkusu,vuslat umudu...
sevgilim! sensizlikte herşey o kadar zor ki! ..'
..................................THE SON................................
Askerde iken beni bekleyenlerin o kadar yalvarmalarına rağmen onlarca sayfa yazıp da eringeçliğimden postalayamadığım sayfalar...
'lili brik'e mektuplar',mayakovski,de yayınevi...
'mektuplar acıortayıdır hapisteki insanın' -kenan yücel-
ah yazarken cenesi düser oysa ellerin...
' Yazarak susmaktır...'
Olmasa mektubun yazdıkların olmasa
Kim inanır senle ayrıldığımıza
Sanma unutulur kalp ağrısı zamanla
Herşeyi unutarak yaşanır sanma
Neydi bir arada tutan şey ikimizi
Birleştiren neydi ellerimizi
Bırak bana anlatma imkansız sevgimizi
Sevmek birçok şeyi göze almaktır
Olmasa mektubun yazdıkların olmasa
Kim inanır senle ayrıldığımıza
Baksana geçmişe ne çok anıyla yüklü
Nerde o taverna nerde sinema
Harcanmış zamanlar yeniden yaşanmazki
Geç kaldıktan sonra arama boşa...
.
Herşeyi başlatan da bitiren de mektup idi....
Mektup,hayallerimi ve korkularımı bir pula mı taşıyorsun?
21. Mektup
Dostu gözden çıkardıktan hemen sonra zarfa hüznümüzü de ekliyoruz bu ara... :(
Bir gecede 101 mektub..
O ne kutlu bir yolculuk ki dostun elinde son buluyor...
Kagita uzanmak kolay lakin kalemi ikna etmek sanildigi kadar kolay degil nicedir!
açmadan bekletmek bir süre...
Tarihte ilk mektubu kimin kime yazdığını bilmek isterdim doğrusu. Eski medeniyetlerin mektup ve haberleşme sistemleri hakkında bilgiler maalesef pek azdır. Belki yazı icad edildikten kısa bir müddet sonra mektup da icad edilmiştir. Rivayetler Eski Mısır'da posta servisi olduğunu söyler. Heredot ise, Keyhusrev'in İskitlerle yaptığı savaşta (M. Ö. 500) posta hizmetinin kullanıldığını yazar. Hz. Peygamber'in komşu devletlere gönderdiği dîne davet mektuplarından bir kısmı hâlâ müzelerdedir. Ayrıca O'nun devlet, kavim, kabile ve kişilere hitaben yazdırdığı 23 mektup bilinmektedir.
Osmanlı'da mektup, Sultan II. Mahmud'a gelesiye dek yalnızca devlet haberleşmesinde kullanıldı. II. Mahmud 1838 yılında bir ferman çıkararak, İstanbul ile diğer merkezî şehirler arasında sivil posta hizmeti kurulmasını ve ücreti mukabilinde, gizlilik ilkesine uyularak mektupların taşınmasını, reaya ve yabancılar ile müslümanlar arasında da bir ayrım gözetilmemesini emreder. Bir yıl sonra Tanzimat ilân edilince de posta işleri kamu hizmetleri grubuna dâhil edilir. Ertesi yıl Yenicâmi avlusunda bir posta idaresi (bugünkü Büyük Postahane) kurulmuştur. Daha sonra Musul, Sivas, Diyarbakır gibi merkezî yerlere postahâneler açılır. İşte o gün bu gündür mektup müvezziliği, çeşitli gelişmeler göstermiş ve bugün modern usûllerle mektuplarımız şehrin bir semtinden bir semtine 15-20 gün gibi kısa (!) bir sürede ulaşabilir olmuştur.
Şu telefon ve faks denen âletler icâd edileli dünyada mektup geleneği neredeyse kayboldu. Oysa bir dönemlerde mektup taşıyıcılığını resmî surette iş ve görev edinen insanlar varmış. Faaliyetlerini sürdüren bu kişilere tatar denirdi. Tatarlar bir ocak itibâr edilir (Ocak tatarları) ve husûsî posta işlerini yürütürlerdi. Ulak da denilen bu tatarlar, serî hareketli ve hızlı yürüyüşlü kişilerden seçilirmiş. Önceleri Tatar boyundan kişilerce ifâ edildiğinde bu adla anılmışlardır. Bunların kendilerin has kalpak ve elbiseleri vardı ve bu kıyafet başkalarınca kullanılmazdı. Evliya Çelebi Van'dan İstanbul'a 13 günde mektup getirdiğini kendisi yazar. Amiral Slade de İstanbul'dan Bağdat'a kadar olan mesafeyi (2.300 km.) 14 günde alan bir tatarın rekorunu 9 güne indiren ve görevini ifâdan 2 saat sonra dayanamayıp ölen başka bir tatardan bahseder. Durmadan, dinlenmeden at sırtında günlerce yol alan tatarlar, dilimize de bazı kelimeler hediye etmiştir. Tatar ağası, tatar dolaması, tatar kalpağı, tatar oku bunlardandır. Bugün hâlâ yarı pişmiş etler için 'tatarî' kelimesi kullanılır. Herhalde posta tatarlarının acele etmelerinden dolayı, onlar için alelacele pişirilen yarı çiğ etlerden kinaye olmalıdır. Nâbî'nin bir beytinde bu kelimeyi görürüz:
Tatarlar eski toplumumuzun önemli görevlerinden birini yürütmekle sosyal ve kültürel hayatın da içinde yer almışlardır. Zaman zaman Divân şiirinde adlarının anılması da bunun sonucudur. Meselâ Sürûrî, tatarların çok hızlı iş gördüğünü, durup dinlenmeye vakitleri olmadığını,
Eskiden okuma yazma bilen insanlar parmakla gösterilir derecede az imiş. Bu demektir ki mektup; öyle hercai ve harc-ı âlem bir şey değil, çok önemli bir yazı, bir nâmedir. Bizce mektup o zamanlarda edebî bir mahsûl de sayılmıyordu ve ancak önemli kişiler, yine önemli gördükleri hususlarda mektuba başvuruyorlardı. Zira mektuplaşmak pahalı bir lüks idi. Yalnızca devlet işlerinde ve mecbur kalındığında yazılır gönderilirdi.
O zamanların mektupları resmî ve özel diye tasnif edilebilir. Ancak ulaklar, yani tatarlar, hem resmî, hem de özel mektupları taşırlardı. Keza yolcuların da gayr-î resmî olarak özel mektupları taşıdığı bir vakıadır. Ediplerin, meşâyıhın, âlimlerin vb. bu tür özel mektupları belli bir sürede yerine ulaşmak kaydını taşımazsa da en erken zamanda ulaşması elbette matlubudur. İşte bunun için eskiler 'Bedûh' usûlüne başvururlar. Bedûh, bugünün APS yahut, taahhütlü mektubu gibidir.
Bedûh, bir rivayete göre Allah'ın isimlerden biridir. 'En güç işleri en kısa zamanda yapan' demektir. Bir başka rivayette ise 'mektupları yerine ulaştırmakla yükümlü meleğin adı'dır. İşte bunun için eskiler mektup zarflarının yahut mahfazalarının üzerine 'Ya Bedûh', 'Bedûh' gibi kelimeler, yahut bunun ebced hesabında mukabili olan '2-4-6-8' rakamlarını yazarlarmış. Böylece mektup kaybolmaktan kurtulur imiş (Doğrusu bu, her zamankinden çok bugün kullanılması gereken bir yöntem. Kim bilir belki PTT idaresi 'Bedûh' yazılı bir mühür yaptırır da zarfları bundan böyle onunla mühürler) . Mektupların bir köşesini yakma âdetidir. Böylece âşık sevgiliye aşkından dolayı bağrım yanık olduğunu îmâ eder. Birkaç yıl evvelinin dillerde dolaşan bir şarkısında bu anlatılıyordu. Keza bu şarkıda telefonun icadı ile mektuba rağbet kalmadığı da örneklendirilmiş durumdadır:
Eskiden tatarların gizli mektupları külahlarına yahut saçlarına gizledikleri, bilinen usûllerdendir, izzet Molla bunu şöyle anlatıyor:
Bulduk fesinde nüshâ-i sihr ü füsunu biz
Mektûb-ı fitneyi arayın perçemindedir.
Casuslar da devlet sırlarını ihtiva eden mektupları yine saçlarının içinde taşırlarmış. Dahası, casusun başına döğme usulüyle mektup yazıldığı da olurmuş. Azîzî'nin,
Şehr i yârime kuş uçmaz ki edem arz-ı niyaz
Kalmadı nâme-resân nakş-ı serimden gayrı
beytinde bunu îmâ vardır. Şâir diyor ki: 'Sevgilimin şehrine (veya şehriyarıma) kuş uçmaz (yani posta güvercinleri oraya ulaşamaz, çok uzaktır) ki isteklerimi bildireyim. Bu durumda başımdaki nakışlardan gayri bir mektup götürücü (ulak, tatar) kalmadı. (Tek çâre, sevgiliye kendim gitmemdir) .'
Ve bir kıssa;
Abbasî halifelerinden birisi bir casusun başına dövme suretiyle mektup yazdırıp saçları büyüyünce yola çıkarmış. Adamcık en kısa zamanda istenilen yere varmış. İlgili kişi hemen saçlarını traş ettirip mektubu okumuş. Mektubun son satırı çok ilgi çekici:
- İş bu nâmeyi imha ediniz.
Engel olunamayan bir yazma isteği belirir tastamamsa ay...
Ve iki düşünüp bir yazmanın keyfine varılır...
Satırlarda sesleniş...