Biriken, ayrışan, tümleşen, dönüp birilerinin de ilgisini bekleyen; beklerken kalbime saplanan kapkara bıçaklar, kanayan iyileşmeyen yaralar… Bir an kopuşun sessizliğine kapandım. Bir yere kapanmaktansa özgür bırakılmaktan yana oldum hep. Başka ellere, gözlere gitmeli; o mevsimlerin renkleriyle buluşmalı. Biliyordum ki kopuş dönüşsüzlüktür. Sesin, sözün, son nefesin ağızdan bir kez çıkması gibi… Kendimi avutmak istiyordum bu son bakışta. Elveda öteki yarım… Elveda;
Günlerdir yollarda olduğumda, aracımda bir sözün bana eşlik etmesini isterim. İnsandan insana akan söz ırmağı… Edebiyatçı dostlarımın davetiyle gittiğim Diyarbakır’da Ahmet Arif şiir söylenceleri doyumsuz geçti. Dostlarımın sözlerinden akan ırmaklar beni kiraz ağacıma kadar getirdi. Tutunarak yol aldığım bir umman gibi. İnsan beklentilerinin avunucusudur çoğu kez. Beklentiler bizi mutlandırır. Beklentiler bizi yaralar… Yolda, sokakta, çarşıda, pazarda… Gittiği her yerde kendince seyrini sürer hayatın Bakmak, görmek, adlandırmak için bir neden arar bazen. Çünkü, dedim ya, avuntuların bekçisi kesilmişizdir. Yol boyunca bana eşlik eden Nazan Öncel’in sesinin tınısı, bana, kavuşmanın ne anlama geldiğini, düşündürttüğü gibi kopuşun da yokluğa bedel bir yanı olduğunu anımsattı… Senin yokluğun, kavuşmanın asla mümkün olamayacağı, rüzgarın savruntusuna da benzemeyen ecel yolculuğu… Kopuşlar öyledir ama bazıları bir yanınızı alıp götürür. Oysa; Sen giderken tüm yüreğimi alıp götürdün,
Bakışlarımı soldurmak için geldiğim mevsim geride kaldı. Buranın o içe çekilme hali yok bu mevsimde. Günü başlatan o esinti buranın en belirgin yüzüdür. Bir koku alır sizi içine. Reçine, şıra, kükürt… bir bir ayrımsarsınız bunları. Sonra taşların rengini seçer, ağaçların gündönümündeki haline bakarsınız. Duvarlar, kapılar, pencereler, çağıran bir ses gibi çıkarlar karşınıza ansızın. Çekip gidenlerin bıraktıkları izlere dönünce, buna dair yazılanlarla yüzleşirsiniz. En çok hatırlanan, özlemi çekilen anıları süsleyendir deli rüzgarları buranın. Getirir her bir şeyi bize o. Tuzu, nemi, özlemi, bekleyişi, gitmenin kokusunu, savrulmayı, kapanıp kalmayı, özleyişin sesini… Ben ne çok aradım burada seni, Suretini, Sesini, En çok da
Bir sesle uyandım sabaha Boşta bir yanım Unutturmuştun kendini Sanırdım ki, yalnızca ölümdür sonsuzluk Oysa şimdi ayrılığın da bir sonsuzluk olduğunu öğretiyorsun bana. Bu daha ağır ölmekten, daha zor ölmekten. Çıkıp gidiyorum. Bütün kapılarını açık bırakarak hayatın. Dönüş izlerini de siliyorum Unutuyorum geçilen yerlerin adlarını Her güne yeniden başlamak istiyorum. Çıkıp gidiyorum bilmediğim kentlere. Ardına düşüp, kendi sesimin renginin yansılarını göreyim. Bunun bir yara olduğunu düşündüm hep Kanayan ve hiçbir zaman kapanmayan. BİR GECE VAKTİ
YÜREK SUSKUNU Bunu seninle keşfettim, anlamadın hiç. Sustun sana doğru yürüdükçe. Keşfettikçe, gidilen dönülen yolları, Çıkmaz sokaklara sürdün beni. Bakışlarını yabancılaştırdın Başka sesler, başka sözler atlasın oldu. Sustun… Sustukça çoğaldım seninle. Anlamadın bunu. Sınırının sınırsızlığında yaşamayı seçtin. Düşündükçe seni sınırlar ötesinde; Gene yüzün dökük, için sancılı Başka bir göğün altında Yüreğin yargılıyor beni insafsızca. BİR GECE VAKTİ
Acı depreşiyor içimde Susunca sen. Kederleniyorum bensizliği kanıksadığın için Susunca sen Kopuyorum yaşadıklarımdan. Hayatın bir yüzü soğuyor, Sessiz sedasız kalınca sen. Biriktirmişsin kopuş çığlığını. Susman bunu anlatıyor, Söz etmemen ‘’git’’ çağrısı gibi geliyor bana
Burada bir yerde duruyor sesim… Yazarken onu dinler gibiyim. Burada izi var gözlerimin Bakınca bunu görüyor gibiyim. İçimde genişleyen zamanı görüyorum burada. Çıkıp, yürümek O içsel yolculuğumun renklerini Ve
Kaybettiğim seni bulmak istiyorum burada. BİR GECE VAKTİ
Buluşma çizgisini aştım. Aldatıcı söz yitirdi anlamını. Burada gezinen, durup eylenen zamanın taşıyıcı rengine dönük yolculuktur senin için sağaltıcı olan. Bak, orada ezgilenen bir dünya durup bekliyor seni. Ara yer, ara zaman… Unutulmuş ses gibi sana! Sınırları aşmak için öte yere geçmekten başka bir yolun da yok. Edilen sözlerin nasılsa karşılığı yok. Avutucu zamanı sil bakışlarından. Kendimi kapattığım yerden çıkınca görüyorum bunu. Şimdi’nin ötesinde durmak da biraz böyle. Kendi içinde çağrısını yitirenin ardına düşmenin bir anlamı yok. Dengenin nerede biçimlendiğini görmek için o yakıcı olanı yaşamak gerek. Başka yolu yok, alıp gidiyorum bunu. Yokluğunu işle kalbime, Ve acınla
İstanbul dendi mi, önce Haydarpaşa buluşması gelir aklıma. Sonra trenlerin ayıran, buluşturan, savuran, koparan, çekip götüren derin hüznü ile sevinci. İstanbul aklıma geldikçe münevver öğretmen geliyordu hep… Trenler gibi, Haydarpaşa garı gibi… Yol boyunca trende yazmaya yöneldiğim anlatılarımı tren yolculuğum öylesine biçimlendirmişti ki, gitmek kavuşmak, bellek labirentlerinde gezinmek, anımsamak, kopmak, savrulmak gibi kavramların uzun bir yolculukta ne anlam içereceğini gösteriyordu bir bir… Tren yolculuklarında en çok Tolstoy’u okumayı seviyordum; savaşın, dinin, köleliğin, insan sömürüsünün, aşkın yüzsüzlüğünün, aldatmanın sanrısının, kıskançlığın ölümcül yanlarının, yalanla gerçeğin ayrılmazlığının, karasevdanın derin kederinin, vicdanın elem verici bakışının bin bir yüzünün onun yapıtlarının ruhunu oluşturduğu söylenmelidir. Tolstoy sürekli sorgulayan bir yazardır. Öğreticidir, bir o kadar da huzursuz edicidir. Uzun tren yolculuklarını hep sevmişimdir, okurken yazarken kendimi iç yolculuğuma çıkarır… Biraz hüzün, Biraz keder, Ve Yalnızlık… BİR GECE VAKTİ.
Sözcüklere sığınarak yaşamın ötesindeyim şimdi. Yalnızca ezgiler avutabiliyor beni. Derin, içli, içimizdeki ağunun gamını dile getiren, Hayata bakma biçimlerimizi değiştiren ezgiler… Çıkıp gökyüzüne baktığım anlarda, bana sonsuzluğun dilini anlatan renklere tutulduğumu anımsıyorum şimdi. Ahh! İstanbul Daralan bir gökyüzünde süzülen martıların çığlıkları silinmiş, ağır çekimdeki bir filmin karesi gibi gelip göz erimime sinmiş yalnızlık mazgallarını andıran İstanbul silueti… Kendimi çekip alamıyorum bu görüntüden. Her ömrün bir dönüm noktası vardır. Uçarı, delişmen çağlarınızda hiç yanınıza yaklaştırmadığınız ölüm duygusu gelip gelip sizi bulduğu bir zaman aralığından bakınca, hayatın anlamını varedenin de bu olduğunu düşünüyorsunuz. Tıpkı gün ışığının dokunduğu her bir nesneye verdiği renk, işlediği tat gibi… Biri olmadan ötekinin varlığının kavranamazlığı… Orada bir çay söyledim kendime. Ürkmedim, çekinmedim. Yanıma aldığım Münevver öğretmenimin bana bıraktığı edebiyat söylemlerinin barındığı ve yakında basılıp gün yüzüne çıkacak olan derlemelerini okumaya koyuldum. Piyanosunun tuşlarına dokunur gibi;
Orada anlattığı insan sıcaklığına baktım. BİR GECE VAKTİ
Unutuşun rengi, Bekleyişin avuntusu, Düşlerin sırrı Anlatamadığım acım, yanılmalarım, terk etmek zorunda kaldıklarım. İnsanın baktığı yerle kendi arasında yaşadığı yanılsamayı görmesi; bununla gelen çağrışımlar bir durumdan başka bir duruma geçişte belirleyicidir. İnsanın durduğu yer, ait olduğu coğrafya, yaşadığı mekan, hayata bakışı işte bu yüzleşmenin rengini, dokusunu biçimler. Kendinden kaçan insanın kendine sığınışı, yabancılaşmanın barınağında yol alırken dışta olup bitenlere bakışı, orada kendini görüşü bir zaman sonra arayışa, düşlerin atlasına karışmaya dönüşür.
Ya alıp başını giden, savrulan yalnızlık… Beni de savuruyordu hayatın içinden… BİR GECE VAKTİ
Orada, dilin yalnızlığı, içimizde çoğalan sesi; gitmenin, savrulmanın, bağlanmanın, kopuşun, aşkın bendinden geçmenin, ateşlere düşmenin, kendi cehenneminde yaşamanın, kederin dilini okuyacağımı bilerek çıkıyorum yaşamda yeni bir yolculuğa.
Senin sözlerine hazırım. Biliyorum ki, yangın yeridir senin sözcüklerin. Düşünce biçimin, alarga gönül dedirten dil oyunların, kapandıkça kapatan içimin sızısı… Başka yolu yoktur, düşersiniz ardına. Gidilecek yerin ada olması, bir tür Penelope sızısını, bekleyişini getirebilecek bir yer olması dindirir duygularınızı. Odysseus’un gitme düşüncesiyle sizinkini buluşturur. Söz ki hep bağlayıcı, avutucu, yaralayıcı, sağaltıcıdır. Bir simyacı gibi hem de; Ben işte ne zaman seni düşünsem, bu minyatürü açar bakarım. Onda birden seni görürüm. Ta oralardan bana çare uzatışını. Başım döner, bir yerlerde bir şeyler ağlar, duyarım. Çaresizim, yanarım yanarım. O zaman gelir teninin karasevda dalı yalımına bırakırım kendimi. BİR GECE VAKTİ
Gösterendir ayna. Bize bakmasını öğreten. Yanılsama gibi de gelse gerçektir. Orada yansıtıcının ne olduğuna bakmaz, parıltıdaki gerçekliğin dilini öğrenmeye çalışırız. Bakmak bilgilenmektir, görmek zenginliktir, yoğunlaşmadır, daha içe doğru yürümektir. Yaşama anlam verebilmek, nesnelerin ayrımına varabilmek için görmenin dilini öğrenmemiz kaçınılmaz.
Ayna görmemizi sağlayandır. Gören dil, bakan gözdür ayna. Orada gösterilenlerde biz salt kendimizi tanımayız, varoluşun anlamını seyre dalarız. Yüze yüz, göze göz, kaşa kaş… derken kendimizden başlarız görmenin dilini öğrenmeye. Orada görülenlerin arkasına geçmeye ise bunlara bir anlam vermeye, işlevlerini düşünmeye başlarken yöneliriz. Her yönelme eylemi bir düşünce kıpırtısını yaşatır. Çünkü eylem düşünme demektir. Düşünme de anlam yoğunluğunu getirir. Bu yoğunluğun sonucudur düşünce. Suya yansıyan suretimizin bizdeki görme/anlama biçimlerini geliştirdiğini söylersek yaban kaçmamalı.
Ahhh ben neden göremedim o gerçekleri… BİR GECE VAKTİ
Yıllar, yıllar sonra Flaubert’in Madam Bovary’sini elime alıp okumaya başladığımda; gözlerimle dokunup parmak uçlarımla çevirdiğim her yaprak, içimi alev alev yakıyordu. O derin yalnızlığı, kederi hissederek, sayfaları bir bir resmediyordum içimin en derinliklerine. O içimin derinliklerinde, ona yazılan çocuksu aşkın günlüğünü geçmişin puslu zaman haritasından çıkarıp önüme aldığım şu anda, Flaubert okurluğumun bendeki derin anlamına da dönüyorum yüzümü. Bize, hayatın öte yakasında olup bitenleri görme, anlama, yorumlama bilincini veren; bir bakıma da ‘’içgöz’’ümüzü açan Flaubert’in yazdıklarının her dem anlamlı olması.
Bir de saldığı o sızının ne anlama gelebildiğini her okuyuşta hissetmek yok mu!... BİR GECE VAKTİ
Annemin arkadaşıydı. Filiz Akın’a benzerdi. Ben ona aşıktım, henüz ilkokula gidiyordum. Karşımızdaki eve yeni taşınmışlardı. Eşiyle pek barışık değildi, gündüzleri anneme anlattıklarını gizlice dinlerdim. Eşinin tayini taşra kentine çıkınca gitmek istememişti. Penceremden onun yalnızlığını gözlerdim hep. Elinden düşürmediği danteller, kasnakta kanaviçe işlemeleri, annemle terzilik üzerine konuşmaları, model alıp vermeleri gözümün önünden gitmezdi. Bir de hülyalı bakışları… Bazen kapı önünde bekler, oyalanır, onun görünmesini; bana el edip bakkaldan bir şeyler aldırmasını beklerdim… bir de evine her girdiğimde limonata ikramını, çok yavaş içerdim onu seyrederken… Güzelliğinin gölgesi evimize düşeli beri, bir anda her şeyim değişmişti. Eşi gece nöbetlerinde olunca geç vakte dek bizde kalır, bazen de annem, yalnız kalmasın diye beni yatıya gönderirdi. İşte o anlar hep bekleyişim olmuştu… Onun bana hazırladığı yatak, camlı bir bölmenin bu yanında ben diğer yanda o yatardı. Hele odaya girip ‘’iyi geceler’’ derken beni yanağımdan öpmesi; yüzüme savrulan saçlarının getirdiği meltem kokusu… Uyuyamazdım… O ışığı söndürene kadar bekler, usuldan söylediği şarkıları dinlerdim… Uzunca boyu, sarı saçları, ışıltılı bakışları, çekingen duruşu, ince gülüşüyle bir Filiz Akın filmini izliyorsunuz duygusu verirdi size. Her şey dayımın bize gelişiyle değişti. Dayımı görünce yüzünün anlamı değişir, uzun uzun konuşurlardı. Bir karasevda sözü dolaşıp duruyordu ortalıkta… Artık bize de gelmiyordu… Yalnız dayımın bir güm : ‘’Madam Bovary gibi bir kadın’’ dediğini anımsıyorum. Annemin dayıma o evli barklı bir kadın sözü hiç aklımdan çıkmamıştı. Tartışmalar sonucu dayım bizden gitti, yıllar yıllar onu görmedim. Ve dayım benim ilk aşkımın kendini asarak hayatını sonlandırdığını hiç öğrenemedi… Onun ölümüne en çok ben üzülmüş, nedense gizli gizli ağlamıştım… Filiz Akın filmlerini ben hep ağlayarak seyretmiştim…
Issızlığın dili vardı orada, bir de yalnızlığın. Bütün mevsimler solmuş, yeri, adı sanı silinmiş, insanlar bir tek dili konuşur olmuştu. O günlerdeydi… Yaşlı bir kadının yaşamına eşlik ettim bir süre… Tutuklanarak cezaevine giren oğlunun acısını taşıyan öğretmenimim gözü kulağı kesilmiştim… Ekmeğimi edebiyatdan çıkardığımı biliyordu. Her öğlen onun evine adımımı attığımda, bir konuğunu karşılarcasına açardı kollarını. Masada yemek hazır olur, ocakta da çay dem alırdı… Çehov’u, Mansfield’i, Gogol’ü, Istrati’yi okurdum sıklıkla. O da, oğlunu anımsattığı için Mozart’ın 40. Senfonisi’ni sürekli çalmamı isterdi piyanosunda. Bazen yağmur, bazen de kar yağardı yalnızlığımıza. Susardık çoğunlukla. Ben sözcüklerle, o da ezgilerle bağlanırdı yaşama. Çünkü ikimizin de gidecek başka bir yeri yoktu bunlardan gayri… Bugün Münevver öğretmenimin ölüm haberini aldım… Bugün oğluna hiç kavuşamadan ölen Münevver öğretmenimin ölüm haberi geldi. Sözcüklerim de öldü sanki… Sanki yazamam gayri…
Körleşen zaman, körleşen dil, körleşen benliklerden söz edip dururken, bir akkora dokunurcasına dokunuyorum. O ezgiler, kanat kanada belleğimde. ‘’Sanki denizsiz sandal, kuşsuz gökyüzüydük.’’ Bana diyorsun ki; ‘’Acımı güvenli bir yere sakladım, yüreğin yanmasın böyle…’’ Güne yüzümü döndüğümde; Pedro Paramo’yla baş başaydım artık. Geceki hüznüm, kederim gitmiş, bir sevinç tufanı kaplamıştı benliğimi… Yeryüzünün kalbi bu bahçede atıyordu benim için. Ve bu ömrümün mis amber kokulu günlerini okuma, yazma ve çeviri yapma saatleriyle şenlendirerek yaşıyordum burada. Acıyı ve ayrılığı parmak uçlarımda hissediyordum.
İyi yazarlar, iyi kitaplar böyledir işte. Size hayatın sırrını verdikleri gibi; bir ömür boyu da yol arkadaşınız olurlar. BİR GECE VAKTİ
Bir bahçe yaratmak kadar bununla ilgilenmenin, her bir yerine, köşe bucağına özenle bakmanın; toprağını, ağacını, bitkisini, börtü böceğini sevmenin ne anlama geldiğini onunla öğrendiğimi imlemek isterim. Nesrin’in bana bir cennet bahçesi yaratan ellerinin, hüneri kadar bilgisi, becerisi söz döküşüyle de namlı biriydi o. Taşıyıcı bilincinin ışığı yansırdı her bir yana. Kiraz ağacımın altında semaver çayı ile akşamüstünü karşılamaksa Nesrin’in eşi Davut’un bende yarattığı alışkanlık olmuştu artık. Şu karanlığı aydınlatan sözün ahengini vermez mi bize semaverin yaydığı sıcaklık, dem alan çayın getirdiği koku… Davut’un o güzelim İstanbul Türkçesi’yle konuşmasındaki o tını hep iyiyi, güzeli çağrıştırırdı bana. Daha da ötesi bir bilici gibi dururlardı karşımda Nesrin ve Davut…
Hayatın belleği, bilmenin yolu böyle oluşmuştu bende. BİR GECE VAKTİ.
Bir yeri, orada yaşarken yazmayı seviyorum. Gezginseniz eğer, yolculukların hayatınızda derin bir anlamı olması kaçınılmaz. ‘’Yazılarımda hep kullanılmayan sözcükler’’ seçiyorsun sözü bundandır. Aslında gezdiğim yerlerin yöresel sözcüklerini dağarcığıma kaydetmeyi severim. İlk gençlik yıllarımda kasabanın kütüphanesi bana başka dünyaları sunmuştu; Sartre’i, Camus’u, Stendhal’ı, Balzac’ı keşfediyordum burada. Beni alıp farklı yolculuklara çıkmaya, düş ve düşünüş duraklarından geçmeye hazırlayan bir süreçtir oradaki okuma tanıklıklarım. Gezmek, okumak duygu yolculuğunuzu taçlandıran bir yere/mekana dönünce, ister istemez, yazmaya engel olamıyordunuz. Ve yazı dilinde anlatacak o kadar sözüm var ki;
Dinleyen ve okuyan olmasa da yazacağım sanırım kendime, kendime… BİR GECE VAKTİ
Alıp götürüyor duygu atlasının, acının var olduğu iklime. Benim gök gözlü servicanım, Şimdi bilmelisin ki sözün okyanusuna açılıyoruz seninle. Turna katarı olmuş sevinçlerimle kendimi ehlileştiriyorum. Yani ayrılığı, özlemi, vuslatı yaşatan günleri hatırlamaktır bütün amacım. Canımı esriten, geçiş barınakları bildiğim sevi odalarına uğruyorum önce.
Yani acıyı, kavuşmayı yaşatan sözlere bağlanmaktır dileğim. BİR GECE VAKTİ
Kiraz ağacının altına oturdu. Ölü Canlar’ı okumaya başladı. Yıllar önce okumuştu, aklına takılanlar onu bu kitaba yeniden yöneltti. Neden yakmıştı Gogol, anlamak istiyordu… Gözleri ara ara kitaptan kaçıyordu. Yıllar önce Tuna’ya anlatmıştı, dün gibi anımsıyordu, kiraz ağacı da şahitti buna. Gülümsedi. Hacı Paşa Bey geldi aklına, Tuna’nın babası; daha ilk gençlik yıllarına gitti belleği ; Yalnız başına bir ordu gibi dururdu. İki metreyi bulan boyu, omuzlarına attığı sakosu, başındaki tiftik kalpağı, iri gözlerinin feldir feldir dönmesi, köstekli saatinin gümüş salavatları, elinden düşürmediği gümüş saplı, yılan başlı kırbacı, onu dolayan, iri ellerini zengin gösteren gümüş, altın üzeri sedef yakut kakmalı yüzükleri… Bu görüntü her karşısına çıktığında, yöredekilerin aksine, içinden bir gülme tufanı geçer, Tuna’nın annesini düşünürdü; ‘’Bu adamla nasıl baş ediyor’’ diye… Bu yöreyle ne çok anısı vardı, içinde belleğinde… Bahçeden girer girmez piyanosunun başına oturdu, eskilerden pek çoğu yanındaydı. Odayı onca kalabalığa rağmen sessizlik kaplamıştı. Onu bekliyordu herkes. Gece boyu çaldı, uzun hüzünlü şarkılardı.
Piyanosu duygu atlasına doğru sürükledi. BİR GECE VAKTİ
Can barınağım, Uzaklaştıkça bağlandığımız bir servi gölgesindeyiz seninle. Yani ne ölümlü ne de ölümsüz yaşanılan yerde. Ayrı dağlarda, Aynı gökler altındayız. Benim canımın canı, bil beni, tanı ve anla ki, bu yolculuğumda kalemim, yurtsuzluğum, kağıdım encamın oldu. Benim sırma saçlı sevincim, uzak yerlerdeyiz şimdi. Menekşelerin, yarpuzların, nergislerin kokusunu getiren dağ yellerinin sılasındayız yani. Canımın özü, canı tenden ayıran acının barınağındayız artık. Yani, Dilin dağlandığı, Sözün savrulduğu, Suyun bulandığı
Biliyordu kendini, burada geçen her saniye onu anlatacaktı… Bu kez söz vermişti kendine, hiç adını anmayacaktı, söz de etmeyecekti. Söz etmeyince unutulacak mıydı? Konuşup anlatamıyorum, sormak istediklerimi de soramıyorum. O dinlemiyordu konuşulanları, içindeki sızının o an daha da depreştiğini hissettiğini anımsıyordu şimdi. Öncesiz ve sonrasız bir zamanın aralığında kalmış gibiydi. Yıkıntının içte, hayatlarda da sürdüğünü düşündüğünü düşündü. O ölmüştü. Artık olmayacaktı. Konuşulan sözün, dokunulan her bir nesnenin anlamı yoktu artık onun için. Yazılarının da anlamı yoktu. İçindeki ıssızlığı, duyguların acı veren silikliğini, hiçbir ipilti duymamasını adlandıramamıştı da. O ipince narin hali, ürkek duruşu, gamzeli gülüşleri, hem ‘’evet’’ hem ‘’hayır’’ diyen sözleriyle son nefesine kadar ondaki imgesiyle yaşamamasının kaçınılmazlığını görüyordu bir kez daha.
Artık konuşamıyorum, dile getireceğim sözcükleri hatırlayamıyorum. Bakışlarıyla anlatamadıklarına teslim olmuştu. Yıllar önce geldiğinde o odada uyumuştu. Uyuyamamıştı doğrusu. Onun yatağında yatmış, dokunduğu yerlere dokunmuş, kitaplarına bakmış, hep onu düşünmüştü. Aradan yıllar geçmişti. Buraya gelip gelmemekte kararsızdı. Sonunda kararını verip buraya yöneldiğinde, içindeki ıssızlığın sesini dinledi. Yan yana iki tutkulu gölge gibi her sabah yola düştüklerini, göz göze, söz söze yol aldıklarını kimsenin bilmediği bir yerdeydi şimdi. Ellerini düşündü, onun hiç tutmadığı ellerini anımsadı. Gözlerini, gamzeli gülüşlerini… Onun saçlarının yasemin kokusu, gülüşlerinin sıcaklığıydı sanki bir esintiyle gelen. Duvarlara baktı. Görmek istediklerine, istemediklerine. Onun çizdiği resimler yoktu, o da yoktu hiçbir yerde.
Sana doğru gidiyorum. Gelip kapının önünden seni aldığım yere yani. Şimdi yoksun oralarda biliyorum. Bıraktığın izlere, sızıya dönüyorum yüzümü O yaranın iyileşmesi için, doğduğun yere gideceksin… Şimdi ben de doğduğum yere gidiyorum, açtığın yaranın iyileşmesi için. Sahi;
İşte o ak örtüye takılı bakışlarımla sana doğru gidiyorum. Bu aşkı soldurduğunu bildiğim yere. Geçtiğimiz sokaklarda gül ağaçları yoktu. Hanımelileri, bülbüllerde ötmezdi. Biz hayal ederdik seninle. Ellerimiz ellerimize değmese de değmişçesine içimiz titrerdi. Bakışlarımız bunu anlatırdı bize. Senin ürkek duruşuna söz düğünleri kurardım. Karşı dağdaki ejderhanın dile geleceğini sanırdım. Dilim soluğum kesilene dek anlatırdım. Bu masala gülerdin.
Evindeydi. Evi süt kokusu sarmıştı, canı süt istiyordu işte. Sütün akışının sesini ezgilemişti. Elinde süt, kiraz ağacına gitti. Gökyüzünü ve yıldızları seyretti. Nedense bu an’ı çok özlerdi. Bir de ninesinin sevecen halini, onunla paylaştıkları o tandır başı masal akşamlarını… Her şey sükûta erer; kapıların son sürgüleri çekilir, gaz lambası idareye alınır… Sözdür o an’da aslolan. Battaniyeler dizlere alınmış masal başlamıştır. Ahh çocukluğum dedi, o günden bu güne ne çok değişmişti, değişen ben miyim? Bilmiyorum. Bir an bilincini yitirir gibi oldu. Nereye gidiyordu! Unutmuştu! Yönsüzlüğü bundan mıydı yoksa! Son bakışını hiç kimse göremedi, sırrını bilemedi,
Üç turunç masalındaki üç şehzade gibiydiler. Kafdağı’na giderken su başında uyumuşlardı. Elif-Tuna-Umut Elif mantar yemek istiyordu, közde, Mantarların dilni en iyi Umut bilirdi. Ateşi siz yakın dedi, uzaklaştı. Saatler sonra gecenin karanlığında bu ıssızlıkta ateş başında üç şehzade. Mantar şarapla iyi gitmez demişti üçünden biri; yine de aldırmadılar. Üçü de. Elif Umut’un yazdığı söz dizimini okudu; Gecenin sevabını ayın ışığına, güneşin sırrını karanlığın diline ver! Bir fısıltı gibi dilinden sözler dökülmüştü. Umut söze karıştı; Keşke yazımı okumasaydın Elif dedi. Gece karanlıktı ateş közdü. Üç yolun üç sırrı sizde. Ben en sonuncusuyum, üç güzel turuncun. Hangi yol götürür beni gölgenin dağa vurduğu yere. Yalan ile gerçeğin, düş ile uykunun eşiğinde duruyordu sanki! Titreme geçti içinden. İçindeki sıcaklığa sarındı iyice… Soluğunu tuttu, derin derin nefes alınca içinin üşüyeceğini düşündü.
Şimdi evinin sıcaklığı düşmüştü aklına BİR GECE VAKTİ
Yeryüzünün sesini dinlercesine o uğultuya kulak kesildi. Arada bir ellerini yüzünde gezdiriyordu. Okuduğu kitabı bıraktı. Gecenin en koyusuydu şu an; Hiç erimese karlar, çözülmese buzlar, öylece kalakalsam; Toprağa düşsem, kaldırmasalar, bir tohumun yeşermesi gibi toprağa süzülsem, tenimin ısısı, gözümün yaşı, acımın sesiyle rengim toprağın rengine dönüşse… Silmek istedi ölüm düşüncesini. Ölmeyi istemiyordu ki, yaşam kazanmalı her koşulda, her evrede… Karanlıktan çıkmaktı derdi. Önünü, yanını, yöresini göremiyordu. Nereye el atıp, yolu nasıl, ne yöne adımlaması gerektiğini kestirmeye çalıştı. Bahçenin ışığını yaktı, kiraz ağacının altında bu saatte, okurken de yazarken de birlikte geceye bakmak istiyordu. BİR GECE VAKTİ
Son durak.
Biriken, ayrışan, tümleşen, dönüp birilerinin de ilgisini bekleyen; beklerken kalbime saplanan kapkara bıçaklar, kanayan iyileşmeyen yaralar…
Bir an kopuşun sessizliğine kapandım.
Bir yere kapanmaktansa özgür bırakılmaktan yana oldum hep.
Başka ellere, gözlere gitmeli; o mevsimlerin renkleriyle buluşmalı.
Biliyordum ki kopuş dönüşsüzlüktür. Sesin, sözün, son nefesin ağızdan bir kez çıkması gibi…
Kendimi avutmak istiyordum bu son bakışta.
Elveda öteki yarım…
Elveda;
Ömrümün mevsimleri… BİR GECE VAKTİ
Günlerdir yollarda olduğumda, aracımda bir sözün bana eşlik etmesini isterim. İnsandan insana akan söz ırmağı…
Edebiyatçı dostlarımın davetiyle gittiğim Diyarbakır’da Ahmet Arif şiir söylenceleri doyumsuz geçti. Dostlarımın sözlerinden akan ırmaklar beni kiraz ağacıma kadar getirdi.
Tutunarak yol aldığım bir umman gibi.
İnsan beklentilerinin avunucusudur çoğu kez.
Beklentiler bizi mutlandırır.
Beklentiler bizi yaralar…
Yolda, sokakta, çarşıda, pazarda…
Gittiği her yerde kendince seyrini sürer hayatın
Bakmak, görmek, adlandırmak için bir neden arar bazen.
Çünkü, dedim ya, avuntuların bekçisi kesilmişizdir.
Yol boyunca bana eşlik eden Nazan Öncel’in sesinin tınısı, bana, kavuşmanın ne anlama geldiğini, düşündürttüğü gibi kopuşun da yokluğa bedel bir yanı olduğunu anımsattı…
Senin yokluğun, kavuşmanın asla mümkün olamayacağı, rüzgarın savruntusuna da benzemeyen ecel yolculuğu…
Kopuşlar öyledir ama bazıları bir yanınızı alıp götürür.
Oysa;
Sen giderken tüm yüreğimi alıp götürdün,
bana iç sızılarımı bırakarak… BİR GECE VAKTİ.
Bakışlarımı soldurmak için geldiğim mevsim geride kaldı.
Buranın o içe çekilme hali yok bu mevsimde. Günü başlatan o esinti buranın en belirgin yüzüdür. Bir koku alır sizi içine. Reçine, şıra, kükürt… bir bir ayrımsarsınız bunları. Sonra taşların rengini seçer, ağaçların gündönümündeki haline bakarsınız. Duvarlar, kapılar, pencereler, çağıran bir ses gibi çıkarlar karşınıza ansızın.
Çekip gidenlerin bıraktıkları izlere dönünce, buna dair yazılanlarla yüzleşirsiniz.
En çok hatırlanan, özlemi çekilen anıları süsleyendir deli rüzgarları buranın.
Getirir her bir şeyi bize o.
Tuzu, nemi, özlemi, bekleyişi, gitmenin kokusunu, savrulmayı, kapanıp kalmayı, özleyişin sesini…
Ben ne çok aradım burada seni,
Suretini,
Sesini,
En çok da
Kokunu!... BİR GECE VAKTİ
BU YÜZDEN SEVMELERİM HEP YARIM KALDI
Bir sesle uyandım sabaha
Boşta bir yanım
Unutturmuştun kendini
Sanırdım ki, yalnızca ölümdür sonsuzluk
Oysa şimdi ayrılığın da bir sonsuzluk olduğunu öğretiyorsun bana.
Bu daha ağır ölmekten, daha zor ölmekten.
Çıkıp gidiyorum.
Bütün kapılarını açık bırakarak hayatın.
Dönüş izlerini de siliyorum
Unutuyorum geçilen yerlerin adlarını
Her güne yeniden başlamak istiyorum.
Çıkıp gidiyorum bilmediğim kentlere.
Ardına düşüp, kendi sesimin renginin yansılarını göreyim.
Bunun bir yara olduğunu düşündüm hep
Kanayan ve hiçbir zaman kapanmayan. BİR GECE VAKTİ
YÜREK SUSKUNU
Bunu seninle keşfettim, anlamadın hiç.
Sustun sana doğru yürüdükçe.
Keşfettikçe, gidilen dönülen yolları,
Çıkmaz sokaklara sürdün beni.
Bakışlarını yabancılaştırdın
Başka sesler, başka sözler atlasın oldu.
Sustun…
Sustukça çoğaldım seninle.
Anlamadın bunu.
Sınırının sınırsızlığında yaşamayı seçtin.
Düşündükçe seni sınırlar ötesinde;
Gene yüzün dökük, için sancılı
Başka bir göğün altında
Yüreğin yargılıyor beni insafsızca. BİR GECE VAKTİ
SUSMA
Acı depreşiyor içimde
Susunca sen.
Kederleniyorum bensizliği kanıksadığın için
Susunca sen
Kopuyorum yaşadıklarımdan.
Hayatın bir yüzü soğuyor,
Sessiz sedasız kalınca sen.
Biriktirmişsin kopuş çığlığını.
Susman bunu anlatıyor,
Söz etmemen ‘’git’’ çağrısı gibi geliyor bana
Susunca Sen. BİR GECE VAKTİ
SICAK GÜNEŞ ALTINDA
Burada bir yerde duruyor sesim…
Yazarken onu dinler gibiyim.
Burada izi var gözlerimin
Bakınca bunu görüyor gibiyim.
İçimde genişleyen zamanı görüyorum burada.
Çıkıp, yürümek
O içsel yolculuğumun renklerini
Ve
Kaybettiğim seni bulmak istiyorum burada. BİR GECE VAKTİ
VE ACINLA SAĞILT BENİ
Buluşma çizgisini aştım.
Aldatıcı söz yitirdi anlamını.
Burada gezinen, durup eylenen zamanın taşıyıcı rengine dönük yolculuktur senin için sağaltıcı olan.
Bak, orada ezgilenen bir dünya durup bekliyor seni.
Ara yer, ara zaman… Unutulmuş ses gibi sana!
Sınırları aşmak için öte yere geçmekten başka bir yolun da yok.
Edilen sözlerin nasılsa karşılığı yok.
Avutucu zamanı sil bakışlarından.
Kendimi kapattığım yerden çıkınca görüyorum bunu.
Şimdi’nin ötesinde durmak da biraz böyle.
Kendi içinde çağrısını yitirenin ardına düşmenin bir anlamı yok.
Dengenin nerede biçimlendiğini görmek için o yakıcı olanı yaşamak gerek.
Başka yolu yok, alıp gidiyorum bunu.
Yokluğunu işle kalbime,
Ve acınla
Sağalt beni… BİR GECE VAKTİ
TRENLERDE
İstanbul dendi mi, önce Haydarpaşa buluşması gelir aklıma. Sonra trenlerin ayıran, buluşturan, savuran, koparan, çekip götüren derin hüznü ile sevinci.
İstanbul aklıma geldikçe münevver öğretmen geliyordu hep…
Trenler gibi, Haydarpaşa garı gibi…
Yol boyunca trende yazmaya yöneldiğim anlatılarımı tren yolculuğum öylesine biçimlendirmişti ki, gitmek kavuşmak, bellek labirentlerinde gezinmek, anımsamak, kopmak, savrulmak gibi kavramların uzun bir yolculukta ne anlam içereceğini gösteriyordu bir bir…
Tren yolculuklarında en çok Tolstoy’u okumayı seviyordum; savaşın, dinin, köleliğin, insan sömürüsünün, aşkın yüzsüzlüğünün, aldatmanın sanrısının, kıskançlığın ölümcül yanlarının, yalanla gerçeğin ayrılmazlığının, karasevdanın derin kederinin, vicdanın elem verici bakışının bin bir yüzünün onun yapıtlarının ruhunu oluşturduğu söylenmelidir.
Tolstoy sürekli sorgulayan bir yazardır. Öğreticidir, bir o kadar da huzursuz edicidir.
Uzun tren yolculuklarını hep sevmişimdir, okurken yazarken kendimi iç yolculuğuma çıkarır…
Biraz hüzün,
Biraz keder,
Ve
Yalnızlık… BİR GECE VAKTİ.
’YALNIZLIĞI VURSALAR’’
Sözcüklere sığınarak yaşamın ötesindeyim şimdi.
Yalnızca ezgiler avutabiliyor beni.
Derin, içli, içimizdeki ağunun gamını dile getiren,
Hayata bakma biçimlerimizi değiştiren ezgiler…
Çıkıp gökyüzüne baktığım anlarda, bana sonsuzluğun dilini anlatan renklere tutulduğumu anımsıyorum şimdi.
Ahh! İstanbul
Daralan bir gökyüzünde süzülen martıların çığlıkları silinmiş, ağır çekimdeki bir filmin karesi gibi gelip göz erimime sinmiş yalnızlık mazgallarını andıran İstanbul silueti…
Kendimi çekip alamıyorum bu görüntüden.
Her ömrün bir dönüm noktası vardır. Uçarı, delişmen çağlarınızda hiç yanınıza yaklaştırmadığınız ölüm duygusu gelip gelip sizi bulduğu bir zaman aralığından bakınca, hayatın anlamını varedenin de bu olduğunu düşünüyorsunuz.
Tıpkı gün ışığının dokunduğu her bir nesneye verdiği renk, işlediği tat gibi… Biri olmadan ötekinin varlığının kavranamazlığı…
Orada bir çay söyledim kendime. Ürkmedim, çekinmedim. Yanıma aldığım Münevver öğretmenimin bana bıraktığı edebiyat söylemlerinin barındığı ve yakında basılıp gün yüzüne çıkacak olan derlemelerini okumaya koyuldum. Piyanosunun tuşlarına dokunur gibi;
Orada anlattığı insan sıcaklığına baktım. BİR GECE VAKTİ
Unutuşun rengi,
Bekleyişin avuntusu,
Düşlerin sırrı
Anlatamadığım acım, yanılmalarım, terk etmek zorunda kaldıklarım.
İnsanın baktığı yerle kendi arasında yaşadığı yanılsamayı görmesi; bununla gelen çağrışımlar bir durumdan başka bir duruma geçişte belirleyicidir.
İnsanın durduğu yer, ait olduğu coğrafya, yaşadığı mekan, hayata bakışı işte bu yüzleşmenin rengini, dokusunu biçimler.
Kendinden kaçan insanın kendine sığınışı, yabancılaşmanın barınağında yol alırken dışta olup bitenlere bakışı, orada kendini görüşü bir zaman sonra arayışa, düşlerin atlasına karışmaya dönüşür.
Ya alıp başını giden, savrulan yalnızlık…
Beni de savuruyordu hayatın içinden… BİR GECE VAKTİ
Orada, dilin yalnızlığı, içimizde çoğalan sesi; gitmenin, savrulmanın, bağlanmanın, kopuşun, aşkın bendinden geçmenin, ateşlere düşmenin, kendi cehenneminde yaşamanın, kederin dilini okuyacağımı bilerek çıkıyorum yaşamda yeni bir yolculuğa.
Senin sözlerine hazırım. Biliyorum ki, yangın yeridir senin sözcüklerin.
Düşünce biçimin, alarga gönül dedirten dil oyunların, kapandıkça kapatan içimin sızısı…
Başka yolu yoktur, düşersiniz ardına. Gidilecek yerin ada olması, bir tür Penelope sızısını, bekleyişini getirebilecek bir yer olması dindirir duygularınızı.
Odysseus’un gitme düşüncesiyle sizinkini buluşturur.
Söz ki hep bağlayıcı, avutucu, yaralayıcı, sağaltıcıdır.
Bir simyacı gibi hem de;
Ben işte ne zaman seni düşünsem, bu minyatürü açar bakarım.
Onda birden seni görürüm. Ta oralardan bana çare uzatışını.
Başım döner, bir yerlerde bir şeyler ağlar, duyarım.
Çaresizim, yanarım yanarım.
O zaman gelir teninin karasevda dalı yalımına bırakırım kendimi. BİR GECE VAKTİ
AYNADAKİ GERÇEK…
Gösterendir ayna.
Bize bakmasını öğreten.
Yanılsama gibi de gelse gerçektir.
Orada yansıtıcının ne olduğuna bakmaz, parıltıdaki gerçekliğin dilini öğrenmeye çalışırız.
Bakmak bilgilenmektir, görmek zenginliktir, yoğunlaşmadır, daha içe doğru yürümektir. Yaşama anlam verebilmek, nesnelerin ayrımına varabilmek için görmenin dilini öğrenmemiz kaçınılmaz.
Ayna görmemizi sağlayandır.
Gören dil, bakan gözdür ayna.
Orada gösterilenlerde biz salt kendimizi tanımayız, varoluşun anlamını seyre dalarız.
Yüze yüz, göze göz, kaşa kaş… derken kendimizden başlarız görmenin dilini öğrenmeye. Orada görülenlerin arkasına geçmeye ise bunlara bir anlam vermeye, işlevlerini düşünmeye başlarken yöneliriz.
Her yönelme eylemi bir düşünce kıpırtısını yaşatır. Çünkü eylem düşünme demektir. Düşünme de anlam yoğunluğunu getirir. Bu yoğunluğun sonucudur düşünce.
Suya yansıyan suretimizin bizdeki görme/anlama biçimlerini geliştirdiğini söylersek yaban kaçmamalı.
Ahhh ben neden göremedim o gerçekleri… BİR GECE VAKTİ
MADAM BOVARY’den günümüze…
Yıllar, yıllar sonra Flaubert’in Madam Bovary’sini elime alıp okumaya başladığımda; gözlerimle dokunup parmak uçlarımla çevirdiğim her yaprak, içimi alev alev yakıyordu.
O derin yalnızlığı, kederi hissederek, sayfaları bir bir resmediyordum içimin en derinliklerine.
O içimin derinliklerinde, ona yazılan çocuksu aşkın günlüğünü geçmişin puslu zaman haritasından çıkarıp önüme aldığım şu anda, Flaubert okurluğumun bendeki derin anlamına da dönüyorum yüzümü. Bize, hayatın öte yakasında olup bitenleri görme, anlama, yorumlama bilincini veren; bir bakıma da ‘’içgöz’’ümüzü açan Flaubert’in yazdıklarının her dem anlamlı olması.
Bir de saldığı o sızının ne anlama gelebildiğini her okuyuşta hissetmek yok mu!... BİR GECE VAKTİ
MADAM BOVARY
Annemin arkadaşıydı. Filiz Akın’a benzerdi. Ben ona aşıktım, henüz ilkokula gidiyordum. Karşımızdaki eve yeni taşınmışlardı. Eşiyle pek barışık değildi, gündüzleri anneme anlattıklarını gizlice dinlerdim. Eşinin tayini taşra kentine çıkınca gitmek istememişti.
Penceremden onun yalnızlığını gözlerdim hep. Elinden düşürmediği danteller, kasnakta kanaviçe işlemeleri, annemle terzilik üzerine konuşmaları, model alıp vermeleri gözümün önünden gitmezdi.
Bir de hülyalı bakışları…
Bazen kapı önünde bekler, oyalanır, onun görünmesini; bana el edip bakkaldan bir şeyler aldırmasını beklerdim… bir de evine her girdiğimde limonata ikramını, çok yavaş içerdim onu seyrederken…
Güzelliğinin gölgesi evimize düşeli beri, bir anda her şeyim değişmişti.
Eşi gece nöbetlerinde olunca geç vakte dek bizde kalır, bazen de annem, yalnız kalmasın diye beni yatıya gönderirdi.
İşte o anlar hep bekleyişim olmuştu… Onun bana hazırladığı yatak, camlı bir bölmenin bu yanında ben diğer yanda o yatardı.
Hele odaya girip ‘’iyi geceler’’ derken beni yanağımdan öpmesi; yüzüme savrulan saçlarının getirdiği meltem kokusu…
Uyuyamazdım… O ışığı söndürene kadar bekler, usuldan söylediği şarkıları dinlerdim…
Uzunca boyu, sarı saçları, ışıltılı bakışları, çekingen duruşu, ince gülüşüyle bir Filiz Akın filmini izliyorsunuz duygusu verirdi size.
Her şey dayımın bize gelişiyle değişti. Dayımı görünce yüzünün anlamı değişir, uzun uzun konuşurlardı.
Bir karasevda sözü dolaşıp duruyordu ortalıkta…
Artık bize de gelmiyordu…
Yalnız dayımın bir güm : ‘’Madam Bovary gibi bir kadın’’ dediğini anımsıyorum.
Annemin dayıma o evli barklı bir kadın sözü hiç aklımdan çıkmamıştı. Tartışmalar sonucu dayım bizden gitti, yıllar yıllar onu görmedim.
Ve dayım benim ilk aşkımın kendini asarak hayatını sonlandırdığını hiç öğrenemedi…
Onun ölümüne en çok ben üzülmüş, nedense gizli gizli ağlamıştım…
Filiz Akın filmlerini ben hep ağlayarak seyretmiştim…
Yıllar…
Yıllar.. BİR GECE VAKTİ
Issızlığın dili vardı orada, bir de yalnızlığın.
Bütün mevsimler solmuş, yeri, adı sanı silinmiş, insanlar bir tek dili konuşur olmuştu.
O günlerdeydi…
Yaşlı bir kadının yaşamına eşlik ettim bir süre…
Tutuklanarak cezaevine giren oğlunun acısını taşıyan öğretmenimim gözü kulağı kesilmiştim…
Ekmeğimi edebiyatdan çıkardığımı biliyordu.
Her öğlen onun evine adımımı attığımda, bir konuğunu karşılarcasına açardı kollarını. Masada yemek hazır olur, ocakta da çay dem alırdı… Çehov’u, Mansfield’i, Gogol’ü, Istrati’yi okurdum sıklıkla. O da, oğlunu anımsattığı için Mozart’ın 40. Senfonisi’ni sürekli çalmamı isterdi piyanosunda.
Bazen yağmur, bazen de kar yağardı yalnızlığımıza. Susardık çoğunlukla. Ben sözcüklerle, o da ezgilerle bağlanırdı yaşama.
Çünkü ikimizin de gidecek başka bir yeri yoktu bunlardan gayri…
Bugün Münevver öğretmenimin ölüm haberini aldım…
Bugün oğluna hiç kavuşamadan ölen Münevver öğretmenimin ölüm haberi geldi.
Sözcüklerim de öldü sanki…
Sanki yazamam gayri…
Sözcüklerim de öldü… BİR GECE VAKTİ
Körleşen zaman, körleşen dil, körleşen benliklerden söz edip dururken, bir akkora dokunurcasına dokunuyorum. O ezgiler, kanat kanada belleğimde.
‘’Sanki denizsiz sandal, kuşsuz gökyüzüydük.’’ Bana diyorsun ki;
‘’Acımı güvenli bir yere sakladım, yüreğin yanmasın böyle…’’
Güne yüzümü döndüğümde; Pedro Paramo’yla baş başaydım artık. Geceki hüznüm, kederim gitmiş, bir sevinç tufanı kaplamıştı benliğimi…
Yeryüzünün kalbi bu bahçede atıyordu benim için.
Ve bu ömrümün mis amber kokulu günlerini okuma, yazma ve çeviri yapma saatleriyle şenlendirerek yaşıyordum burada.
Acıyı ve ayrılığı parmak uçlarımda hissediyordum.
İyi yazarlar, iyi kitaplar böyledir işte. Size hayatın sırrını verdikleri gibi; bir ömür boyu da yol arkadaşınız olurlar. BİR GECE VAKTİ
Bir bahçe yaratmak kadar bununla ilgilenmenin, her bir yerine, köşe bucağına özenle bakmanın; toprağını, ağacını, bitkisini, börtü böceğini sevmenin ne anlama geldiğini onunla öğrendiğimi imlemek isterim.
Nesrin’in bana bir cennet bahçesi yaratan ellerinin, hüneri kadar bilgisi, becerisi söz döküşüyle de namlı biriydi o. Taşıyıcı bilincinin ışığı yansırdı her bir yana.
Kiraz ağacımın altında semaver çayı ile akşamüstünü karşılamaksa Nesrin’in eşi Davut’un bende yarattığı alışkanlık olmuştu artık.
Şu karanlığı aydınlatan sözün ahengini vermez mi bize semaverin yaydığı sıcaklık, dem alan çayın getirdiği koku… Davut’un o güzelim İstanbul Türkçesi’yle konuşmasındaki o tını hep iyiyi, güzeli çağrıştırırdı bana.
Daha da ötesi bir bilici gibi dururlardı karşımda Nesrin ve Davut…
Hayatın belleği, bilmenin yolu böyle oluşmuştu bende. BİR GECE VAKTİ.
Bir yeri, orada yaşarken yazmayı seviyorum.
Gezginseniz eğer, yolculukların hayatınızda derin bir anlamı olması kaçınılmaz.
‘’Yazılarımda hep kullanılmayan sözcükler’’ seçiyorsun sözü bundandır. Aslında gezdiğim yerlerin yöresel sözcüklerini dağarcığıma kaydetmeyi severim.
İlk gençlik yıllarımda kasabanın kütüphanesi bana başka dünyaları sunmuştu;
Sartre’i, Camus’u, Stendhal’ı, Balzac’ı keşfediyordum burada.
Beni alıp farklı yolculuklara çıkmaya, düş ve düşünüş duraklarından geçmeye hazırlayan bir süreçtir oradaki okuma tanıklıklarım. Gezmek, okumak duygu yolculuğunuzu taçlandıran bir yere/mekana dönünce, ister istemez, yazmaya engel olamıyordunuz.
Ve yazı dilinde anlatacak o kadar sözüm var ki;
Dinleyen ve okuyan olmasa da yazacağım sanırım kendime, kendime… BİR GECE VAKTİ
Alıp götürüyor duygu atlasının, acının var olduğu iklime.
Benim gök gözlü servicanım,
Şimdi bilmelisin ki sözün okyanusuna açılıyoruz seninle.
Turna katarı olmuş sevinçlerimle kendimi ehlileştiriyorum.
Yani ayrılığı, özlemi, vuslatı yaşatan günleri hatırlamaktır bütün amacım.
Canımı esriten, geçiş barınakları bildiğim sevi odalarına uğruyorum önce.
Yani acıyı, kavuşmayı yaşatan sözlere bağlanmaktır dileğim. BİR GECE VAKTİ
Kiraz ağacının altına oturdu. Ölü Canlar’ı okumaya başladı. Yıllar önce okumuştu, aklına takılanlar onu bu kitaba yeniden yöneltti. Neden yakmıştı Gogol, anlamak istiyordu…
Gözleri ara ara kitaptan kaçıyordu.
Yıllar önce Tuna’ya anlatmıştı, dün gibi anımsıyordu, kiraz ağacı da şahitti buna.
Gülümsedi.
Hacı Paşa Bey geldi aklına, Tuna’nın babası; daha ilk gençlik yıllarına gitti belleği ;
Yalnız başına bir ordu gibi dururdu. İki metreyi bulan boyu, omuzlarına attığı sakosu, başındaki tiftik kalpağı, iri gözlerinin feldir feldir dönmesi, köstekli saatinin gümüş salavatları, elinden düşürmediği gümüş saplı, yılan başlı kırbacı, onu dolayan, iri ellerini zengin gösteren gümüş, altın üzeri sedef yakut kakmalı yüzükleri…
Bu görüntü her karşısına çıktığında, yöredekilerin aksine, içinden bir gülme tufanı geçer, Tuna’nın annesini düşünürdü;
‘’Bu adamla nasıl baş ediyor’’ diye…
Bu yöreyle ne çok anısı vardı, içinde belleğinde…
Bahçeden girer girmez piyanosunun başına oturdu, eskilerden pek çoğu yanındaydı. Odayı onca kalabalığa rağmen sessizlik kaplamıştı. Onu bekliyordu herkes.
Gece boyu çaldı, uzun hüzünlü şarkılardı.
Piyanosu duygu atlasına doğru sürükledi. BİR GECE VAKTİ
Can barınağım,
Uzaklaştıkça bağlandığımız bir servi gölgesindeyiz seninle.
Yani ne ölümlü ne de ölümsüz yaşanılan yerde.
Ayrı dağlarda,
Aynı gökler altındayız.
Benim canımın canı, bil beni, tanı ve anla ki, bu yolculuğumda kalemim, yurtsuzluğum, kağıdım encamın oldu.
Benim sırma saçlı sevincim, uzak yerlerdeyiz şimdi.
Menekşelerin, yarpuzların, nergislerin kokusunu getiren dağ yellerinin sılasındayız yani.
Canımın özü, canı tenden ayıran acının barınağındayız artık.
Yani,
Dilin dağlandığı,
Sözün savrulduğu,
Suyun bulandığı
Gökyüzünden uzağız. BİR GECE VAKTİ
Biliyordu kendini, burada geçen her saniye onu anlatacaktı…
Bu kez söz vermişti kendine, hiç adını anmayacaktı, söz de etmeyecekti.
Söz etmeyince unutulacak mıydı?
Konuşup anlatamıyorum, sormak istediklerimi de soramıyorum.
O dinlemiyordu konuşulanları, içindeki sızının o an daha da depreştiğini hissettiğini anımsıyordu şimdi.
Öncesiz ve sonrasız bir zamanın aralığında kalmış gibiydi. Yıkıntının içte, hayatlarda da sürdüğünü düşündüğünü düşündü.
O ölmüştü.
Artık olmayacaktı.
Konuşulan sözün, dokunulan her bir nesnenin anlamı yoktu artık onun için. Yazılarının da anlamı yoktu.
İçindeki ıssızlığı, duyguların acı veren silikliğini, hiçbir ipilti duymamasını adlandıramamıştı da.
O ipince narin hali, ürkek duruşu, gamzeli gülüşleri, hem ‘’evet’’ hem ‘’hayır’’ diyen sözleriyle son nefesine kadar ondaki imgesiyle yaşamamasının kaçınılmazlığını görüyordu bir kez daha.
O ölmüştü. BİR GECE VAKTİ
Artık konuşamıyorum, dile getireceğim sözcükleri hatırlayamıyorum.
Bakışlarıyla anlatamadıklarına teslim olmuştu. Yıllar önce geldiğinde o odada uyumuştu. Uyuyamamıştı doğrusu. Onun yatağında yatmış, dokunduğu yerlere dokunmuş, kitaplarına bakmış, hep onu düşünmüştü.
Aradan yıllar geçmişti.
Buraya gelip gelmemekte kararsızdı. Sonunda kararını verip buraya yöneldiğinde, içindeki ıssızlığın sesini dinledi.
Yan yana iki tutkulu gölge gibi her sabah yola düştüklerini, göz göze, söz söze yol aldıklarını kimsenin bilmediği bir yerdeydi şimdi. Ellerini düşündü, onun hiç tutmadığı ellerini anımsadı. Gözlerini, gamzeli gülüşlerini…
Onun saçlarının yasemin kokusu, gülüşlerinin sıcaklığıydı sanki bir esintiyle gelen.
Duvarlara baktı.
Görmek istediklerine, istemediklerine.
Onun çizdiği resimler yoktu, o da yoktu hiçbir yerde.
İçi bulut buluttu. BİR GECE VAKTİ
Rüzgarın yönsüz yeli,
Benim efendim ol.
Yönsüzlüğüme yön kıl.
Ağlayış gölgelerinde saklı bakışlarıma dön.
Sureti yoksul gönül canı, dön ve bak bana.
De ki;
Yol dervişi olmaktan sakın, encamımı unut.
Bahtsız gönlünü viran kılan yüzün özlemini saklı tut.
BİR GECE VAKTİ
Sana doğru gidiyorum.
Gelip kapının önünden seni aldığım yere yani.
Şimdi yoksun oralarda biliyorum.
Bıraktığın izlere, sızıya dönüyorum yüzümü
O yaranın iyileşmesi için, doğduğun yere gideceksin…
Şimdi ben de doğduğum yere gidiyorum, açtığın yaranın iyileşmesi için.
Sahi;
Sen de sever miydin beni? BİR GECE VAKTİ.
İşte o ak örtüye takılı bakışlarımla sana doğru gidiyorum.
Bu aşkı soldurduğunu bildiğim yere.
Geçtiğimiz sokaklarda gül ağaçları yoktu.
Hanımelileri, bülbüllerde ötmezdi.
Biz hayal ederdik seninle.
Ellerimiz ellerimize değmese de değmişçesine içimiz titrerdi.
Bakışlarımız bunu anlatırdı bize.
Senin ürkek duruşuna söz düğünleri kurardım.
Karşı dağdaki ejderhanın dile geleceğini sanırdım.
Dilim soluğum kesilene dek anlatırdım.
Bu masala gülerdin.
Gamzelerin dünyayı devirirdi…
BİR GECE VAKTİ
Evindeydi.
Evi süt kokusu sarmıştı, canı süt istiyordu işte.
Sütün akışının sesini ezgilemişti. Elinde süt, kiraz ağacına gitti. Gökyüzünü ve yıldızları seyretti.
Nedense bu an’ı çok özlerdi. Bir de ninesinin sevecen halini, onunla paylaştıkları o tandır başı masal akşamlarını…
Her şey sükûta erer; kapıların son sürgüleri çekilir, gaz lambası idareye alınır…
Sözdür o an’da aslolan.
Battaniyeler dizlere alınmış masal başlamıştır.
Ahh çocukluğum dedi, o günden bu güne ne çok değişmişti, değişen ben miyim?
Bilmiyorum.
Bir an bilincini yitirir gibi oldu.
Nereye gidiyordu!
Unutmuştu!
Yönsüzlüğü bundan mıydı yoksa!
Son bakışını hiç kimse göremedi, sırrını bilemedi,
Bu tufana tutuluşunun… BİR GECE VAKTİ
Üç turunç masalındaki üç şehzade gibiydiler.
Kafdağı’na giderken su başında uyumuşlardı.
Elif-Tuna-Umut
Elif mantar yemek istiyordu, közde, Mantarların dilni en iyi Umut bilirdi. Ateşi siz yakın dedi, uzaklaştı.
Saatler sonra gecenin karanlığında bu ıssızlıkta ateş başında üç şehzade.
Mantar şarapla iyi gitmez demişti üçünden biri; yine de aldırmadılar.
Üçü de.
Elif Umut’un yazdığı söz dizimini okudu;
Gecenin sevabını ayın ışığına, güneşin sırrını karanlığın diline ver!
Bir fısıltı gibi dilinden sözler dökülmüştü.
Umut söze karıştı;
Keşke yazımı okumasaydın Elif dedi.
Gece karanlıktı ateş közdü.
Üç yolun üç sırrı sizde. Ben en sonuncusuyum, üç güzel turuncun. Hangi yol götürür beni gölgenin dağa vurduğu yere.
Yalan ile gerçeğin, düş ile uykunun eşiğinde duruyordu sanki!
Titreme geçti içinden.
İçindeki sıcaklığa sarındı iyice…
Soluğunu tuttu, derin derin nefes alınca içinin üşüyeceğini düşündü.
Şimdi evinin sıcaklığı düşmüştü aklına BİR GECE VAKTİ
Yeryüzünün sesini dinlercesine o uğultuya kulak kesildi. Arada bir ellerini yüzünde gezdiriyordu.
Okuduğu kitabı bıraktı.
Gecenin en koyusuydu şu an;
Hiç erimese karlar, çözülmese buzlar, öylece kalakalsam;
Toprağa düşsem, kaldırmasalar, bir tohumun yeşermesi gibi toprağa süzülsem, tenimin ısısı, gözümün yaşı, acımın sesiyle rengim toprağın rengine dönüşse…
Silmek istedi ölüm düşüncesini.
Ölmeyi istemiyordu ki, yaşam kazanmalı her koşulda, her evrede…
Karanlıktan çıkmaktı derdi. Önünü, yanını, yöresini göremiyordu. Nereye el atıp, yolu nasıl, ne yöne adımlaması gerektiğini kestirmeye çalıştı.
Bahçenin ışığını yaktı, kiraz ağacının altında bu saatte, okurken de yazarken de birlikte geceye bakmak istiyordu. BİR GECE VAKTİ