schopenhauer ın aşkın metafiziği kitabından bir alıntı yerinde olacaktır; 'varlığımızın dolaysız amacı acı çekmek olmasaydı, yeryüzünde bulunuşumuzun hiçbir nedene dayanmadığını kolayca söyleyebilirdik. çünkü, hayatın derinlerinde yatan ve sefilliğimizden doğarak dünyayı dolduran acıların, gerçek bir amaç değil de rastlantı olduğunu ileri sürmek saçmadır. tek tek ele alındıklarında, her mutsuzluğun bir kuraldışılık olarak görülmesi kabildir, ama genel olarak ele alındığı zaman, mutsuzluk ve acı, kural dışı değil kuraldır.'
kelimelere dokulmesi zaten zorken bir de bir baskasinin dilinde anlatmaya calismanin, kendinize ait bir dilde yasadiginiz bir siziyi baskasinin dilinde dillendirmeye calismanin ilki kadar kuvvetli bir baska siziyi dogurmasi... bolunerek cogalan, bolerek cogaltan.
...nedir ki bu... istediğimiz gibi olmayan şeylerin yerlerinden taşarak duyumsanan,ruhumuzu,bedenimizi kapsayan... ağlatıyorsa yavandır...güçlü kılıyorsa ne güzel... isyan ettiriyorsa ne acıdır...
arama motoruna yazdığımda bu siteyle karşılaşmama neden olan 3 harfli kelime.. hayatımdaki en güzel şeyi kaybettiğimi anladığımda yüreğime saplanan keskin bir şey.. geceleri uykusuzluk sebebi.. günlerdir beynimin sol,yüreğimin her yanında dolanan bir kemirgen. bir şarkıyı 30 defadan fazla dinleyebilme sebebi.. kalan olmak.. başka bir şey olamamak..
Hintli bir yaşlı usta, çırağının sürekli herşeyden şikayet etmesinden bıkmıştı. Bir gün çırağını tuz almaya gönderdi. Yaşamındaki herşeyden mutsuz olan çırak döndüğünde, yaşlı usta ona, bir avuç tuzu, bir bardak suya atıp içmesini söyledi. Çırak, yaşlı adamın söylediğini yaptı ama içer içmez ağzındakileri tükürmeye başladı.
- “Tadı nasıl? ” diye soran yaşlı adama öfkeyle:
- “Acı” diye cevap verdi.
Usta kıkırdayarak çırağını kolundan tuttu ve dışarı çıkardı. Sessizce az ilerdeki gölün kıyısına götürdü ve çırağına bu kez de bir avuç tuzu göle atıp, gölden su içmesini söyledi. Söyleneni yapan çırak, ağzının kenarlarından akan suyu koluyla silerken aynı soruyu sordu:
- “Tadı nasıl? ” “Ferahlatıcı” diye cevap verdi genç çırak.
- “Tuzun tadını aldın mı? ” diye sordu yaşlı adam, “Hayır” diye cevapladı çırağı.
Bunun üzerine yaşlı adam, suyun yanına diz çökmüş olan çırağının yanına oturdu ve şöyle dedi:
- “Yaşamdaki ıstıraplar tuz gibidir, ne azdır, ne de çok. Istırabın miktarı hep aynıdır. Ancak bu ıstırabın acılığı, neyin içine konulduğuna bağlıdır. Istırabın olduğunda yapman gereken tek şey ıstırap veren şeyle ilgili hislerini genişletmektir. Onun için sen de artık bardak olmayı bırak, göl olmaya çalış.”
insan acı çekerken parçalanarak büyüdüğünü hisseder.kalp derinden yaralanır. hiç bitmiycekmiş gibi ağlarsınız. sonra gün gelir hepsini unutursunuz. acılar yerini mutluluklara bırakır. mutluluklar acıları çağırır. bu böyle sürer gider sanırım
İlgisiz kalmış bir çocuk çâresizliğiyle gözlerimi yere indiriyorum. Saçlarım yüzümü örtüyor... Uyuşan dudaklarıma bastırıyorum. Bu et parçaları benim mi? ! Yanağım, gözümün hediye ettiği tuzlu yaşları emmeye çoktan alıştı. Bir ben alışamadım hıçkıra hıçkıra ağlayan bu kızın ben olduğuma... Acı... Öyle büyüksün ki... Büyük... İlgisiz kalmış bir çocuk çâresizliğiyle gözlerimi yere indiriyorum. 'Büyük'lerden nefret ediyorum...
insanın kalbinden onu çıkartınca duyduğu his. öyle keskin, öyle tarifsiz, öyle buruk ki, isimli ama tanımsız sanki. insan kaybedince anlıyor. bir cam parçası gibi kalbin en can alıcı yerine saplanmış. çıkarmak lazım ama insan korkuyor tabi. hadi bir cesaret dese, bunu yaparım dese, elini cam parçasına götürse... işte ismi çok kolay konmuş ama tanımı yapılamayan o duygu.. midesinin tam ortasında başlıyor. dairesel hareketlerle yayılıp bütün organlara yayılıyor ne hissettiğini ifade etmek için. sızlıyor, sızlıyor, büyüyor, büyüyor, her yer kayboluyor ve evrenin ortasında sadece küçücük bir karanoktacık kalıyor. bir de o küçücük noktacığın içinde varolmaya çalışan o çaresiz insan. ama yine de insancık kararlı. ne yapsın, kurtulmak istiyor bu histen tabi. tek bir hamlesi kalmış elinde. fütursuzca tutuyor cam parçasını eliyle ve öylece birdenbire çekiveriyor. bitiyor mu peki? hayır! pastel bi kırmızı kanıyor her yerde. zaten nokta küçücüktü, bir de boğulmaya başlıyor insan. çığlık atıyor, ağlıyor, susuyor, siniyor, yılıyor, bitiyor... ileriye bakıyor ama ileride bir şey kalmamış ki görsün. her şey o noktacıktan ve içinde boğulduğu kan gölünden ibaret kalmış. tabi elindeki cam parçası da duruyor. ne yapsın ki artık o cam parçasını? tekrar çıkardığı yere saplasa daha fazla kanayacak, hiç olmamış gibi varsaymaya çalışsa hayalkırıklığı o noktacığı bile tüketecek, fırlatıp bir köşeye atmaya çalışsa kalbinin bir parçasından vazgeçmiş olacak. işte insan, öyle çaresiz, boğulurken, küçücük nokatacığın içinde, elindeki o cam parçasını ne yapacağını bilmeden yine de onunla yaşamaya çalışırken kendisinden yükselen histir acı.
acı gittiğini geri dönen yavaş at, gizli ve tekinsiz öksesi yaşamanın. umulmadık sevinçleri tattıran bize, renklendiren bir kuşun kanadını. ve gece söküp gündüz örerek, var gibi gösteren hiç olmayanı.
gelirler tüyden adımlarıyla ve aşk ve mut ve başkaları. duyulur içten içe değişmez acı, komaz ansımaya yanıltıcı yanlarını. ve bizim o insancıl yaramız açılır bir gülün yapraklarını yüreğimizin kanayan gergefinde delerek acının gerilmiş kumaşını.
nereye dönersen dön tecavüzse, kaçınılmaz olandan zevk almasını öğrenmelisin telkinleri hep bir ağızdan koro halinde kulaklarına doğru uğulduyorsa, her yer ve her şey içine dışına pisse ve pislik doluysa, uymuyorsan, uyamıyorsan, yaşanılan ve hissedilenlerin bir kabus olduğunu dileyip, uyanmayı bekliyorsan, ve öyle ki, artık hissedilenleri dahi ayrımsayamıyorsan... acı nedir? biliyorsundur...
mide bosluguna coreklenmis kara yilan. agirligi ve sicakligi ile varligini her daim hissettirir. zaman zaman bir anı ile uyanir... aninin kaynagina yonelir yavas hareketlerle, merakla... ipek bir kumasin akmasi gibi, yureginize beyninize dogru sürünür sakince... o akarken eski yerindeki agirlik hafifler yeni yerine bir azap cöreklenir... insan ölüyorum sanır... beynine bedenine yüreğine yabancılaşır.... sonra bir müddet orda uyur... sessiz sakin... acı diner. sonra başka bir anı dürtükler onu... gene akar bir yerden diğerine... bu beden onun evidir, iyi yada kötü bütün misafirler davetsizdir onu için, sevmez. bedeni bekler, ölünceye kadar terketmez acı seni..
“”...lar çekmekten usandım deme. Izdırabı sevmeyen, bil ki bedbahtlardır. Hangi şarap ümitsiz bir hasret kadar lezzetlidir.? Hangi visalde sonu olmayan çilenin cezbesi vardır? Günde beş kere yaptığın ibadet,günde on kere başını döndürüp de, seni sersem kürenin her tarafından çağırmıyorsa kendini buldun mu zannedersin? Kendinden geçip de sonra dikenlikten gül toplar gibi,acılar bahçesinde kendini aramayanlar, gafil olmadıklarını, uyanık durduklarını mı sanırlar? Halbuki asıl gafil onlardır. Günlerimiz güzel geçsin, diyorsun. Günün geceden, iyinin kötüden çıktığını görmüyor musun? Öyleyse sık sık öl ki, yine sık sık dirilesin..”” (Nurettin Topçu) Kabulumdür..Lakin.. Nazar kıl ki efendim, tükendi takatim..
Aldı gitti neyim var neyim yoksa, Kalanlarsa yalım yalım yangınsa. Bu can bu bedenden ayrılmıyorsa, Daha çok hasretle yanacak ömrüm.. Bu can bu bedenden ayrılmıyorsa, Daha çok ACI yla yanacak ömrüm... ...
Olmasa keşke diyesim geliyor ama artık şuna inanıyorumki evrende lüzumsuz bir şey yok... Bazı insanları görünce fikrim değişebiliyor gerçi ama vardır onunda bir hikmeti ;)))
schopenhauer ın aşkın metafiziği kitabından bir alıntı yerinde olacaktır; 'varlığımızın dolaysız amacı acı çekmek olmasaydı, yeryüzünde bulunuşumuzun hiçbir nedene dayanmadığını kolayca söyleyebilirdik. çünkü, hayatın derinlerinde yatan ve sefilliğimizden doğarak dünyayı dolduran acıların, gerçek bir amaç değil de rastlantı olduğunu ileri sürmek saçmadır. tek tek ele alındıklarında, her mutsuzluğun bir kuraldışılık olarak görülmesi kabildir, ama genel olarak ele alındığı zaman, mutsuzluk ve acı, kural dışı değil kuraldır.'
kelimelere dokulmesi zaten zorken bir de bir baskasinin dilinde anlatmaya calismanin, kendinize ait bir dilde yasadiginiz bir siziyi baskasinin dilinde dillendirmeye calismanin ilki kadar kuvvetli bir baska siziyi dogurmasi... bolunerek cogalan, bolerek cogaltan.
belki her nefesimde
yüreğimin sol yanı acıyordu
ama şimdi bir dipsiz kuyunun
ta dibine gömdüm seni
ben artık özgürüm
Aci tutar ellerinden usulca
Kimse tutmuyorsa...kimse bilmiyorsa...
derler ki bir yerden sonra acımaz daha fazla
'Sevinçler ortaktır, acı yalnız çekilir' derdi Ömer. Acı paylaşmaya çalıştıkça büyüyen bir duygu, deneyimle biliyor...
Oya Baydar
Sıcak Külleri Kaldı
Ölüm gibi, acı da paylaşılmıyor. Nasıl herkes kendi ölümüyle ölürse, herkes kendi acısını kendi başına, yapayalnız taşıyor.
Oya Baydar
Sıcak Külleri Kaldı
herkesin bildiği,herkesin dilinde oldugu fakat sadece çenekenlerin anladığı......
acı bana uzulmeyı acı cakmeyı yavas yavas sankı benı bıtırıyor eeeeeeee sankı boyle yavas yavas kanımı emıyomus gıbı gelıyor
Ruhun fiyakası...
gözlerini uzaklara diken her insan
acıyla karışık duygular içindedir...
acıyı tarif etmek bile bi nebze acı vermezmi bizlere
acılar
adam eder adamı...
...nedir ki bu...
istediğimiz gibi olmayan şeylerin yerlerinden taşarak duyumsanan,ruhumuzu,bedenimizi kapsayan...
ağlatıyorsa yavandır...güçlü kılıyorsa ne güzel...
isyan ettiriyorsa ne acıdır...
arama motoruna yazdığımda bu siteyle karşılaşmama neden olan 3 harfli kelime..
hayatımdaki en güzel şeyi kaybettiğimi anladığımda yüreğime saplanan keskin bir şey..
geceleri uykusuzluk sebebi..
günlerdir beynimin sol,yüreğimin her yanında dolanan bir kemirgen.
bir şarkıyı 30 defadan fazla dinleyebilme sebebi..
kalan olmak..
başka bir şey olamamak..
Tuz ve Su
Hintli bir yaşlı usta, çırağının sürekli herşeyden şikayet etmesinden bıkmıştı. Bir gün çırağını tuz almaya gönderdi. Yaşamındaki herşeyden mutsuz olan çırak döndüğünde, yaşlı usta ona, bir avuç tuzu, bir bardak suya atıp içmesini söyledi. Çırak, yaşlı adamın söylediğini yaptı ama içer içmez ağzındakileri tükürmeye başladı.
- “Tadı nasıl? ” diye soran yaşlı adama öfkeyle:
- “Acı” diye cevap verdi.
Usta kıkırdayarak çırağını kolundan tuttu ve dışarı çıkardı. Sessizce az ilerdeki gölün kıyısına götürdü ve çırağına bu kez de bir avuç tuzu göle atıp, gölden su içmesini söyledi. Söyleneni yapan çırak, ağzının kenarlarından akan suyu koluyla silerken aynı soruyu sordu:
- “Tadı nasıl? ” “Ferahlatıcı” diye cevap verdi genç çırak.
- “Tuzun tadını aldın mı? ” diye sordu yaşlı adam, “Hayır” diye cevapladı çırağı.
Bunun üzerine yaşlı adam, suyun yanına diz çökmüş olan çırağının yanına oturdu ve şöyle dedi:
- “Yaşamdaki ıstıraplar tuz gibidir, ne azdır, ne de çok. Istırabın miktarı hep aynıdır. Ancak bu ıstırabın acılığı, neyin içine konulduğuna bağlıdır. Istırabın olduğunda yapman gereken tek şey ıstırap veren şeyle ilgili hislerini genişletmektir. Onun için sen de artık bardak olmayı bırak, göl olmaya çalış.”
insan acı çekerken parçalanarak büyüdüğünü hisseder.kalp derinden yaralanır. hiç bitmiycekmiş gibi ağlarsınız. sonra gün gelir hepsini unutursunuz. acılar yerini mutluluklara bırakır. mutluluklar acıları çağırır. bu böyle sürer gider sanırım
İlgisiz kalmış bir çocuk çâresizliğiyle gözlerimi yere indiriyorum.
Saçlarım yüzümü örtüyor...
Uyuşan dudaklarıma bastırıyorum. Bu et parçaları benim mi? !
Yanağım, gözümün hediye ettiği tuzlu yaşları emmeye çoktan alıştı.
Bir ben alışamadım hıçkıra hıçkıra ağlayan bu kızın ben olduğuma...
Acı...
Öyle büyüksün ki...
Büyük...
İlgisiz kalmış bir çocuk çâresizliğiyle gözlerimi yere indiriyorum.
'Büyük'lerden nefret ediyorum...
insanın kalbinden onu çıkartınca duyduğu his. öyle keskin, öyle tarifsiz, öyle buruk ki, isimli ama tanımsız sanki. insan kaybedince anlıyor. bir cam parçası gibi kalbin en can alıcı yerine saplanmış. çıkarmak lazım ama insan korkuyor tabi. hadi bir cesaret dese, bunu yaparım dese, elini cam parçasına götürse... işte ismi çok kolay konmuş ama tanımı yapılamayan o duygu.. midesinin tam ortasında başlıyor. dairesel hareketlerle yayılıp bütün organlara yayılıyor ne hissettiğini ifade etmek için. sızlıyor, sızlıyor, büyüyor, büyüyor, her yer kayboluyor ve evrenin ortasında sadece küçücük bir karanoktacık kalıyor. bir de o küçücük noktacığın içinde varolmaya çalışan o çaresiz insan. ama yine de insancık kararlı. ne yapsın, kurtulmak istiyor bu histen tabi. tek bir hamlesi kalmış elinde. fütursuzca tutuyor cam parçasını eliyle ve öylece birdenbire çekiveriyor. bitiyor mu peki? hayır! pastel bi kırmızı kanıyor her yerde. zaten nokta küçücüktü, bir de boğulmaya başlıyor insan. çığlık atıyor, ağlıyor, susuyor, siniyor, yılıyor, bitiyor... ileriye bakıyor ama ileride bir şey kalmamış ki görsün. her şey o noktacıktan ve içinde boğulduğu kan gölünden ibaret kalmış. tabi elindeki cam parçası da duruyor. ne yapsın ki artık o cam parçasını? tekrar çıkardığı yere saplasa daha fazla kanayacak, hiç olmamış gibi varsaymaya çalışsa hayalkırıklığı o noktacığı bile tüketecek, fırlatıp bir köşeye atmaya çalışsa kalbinin bir parçasından vazgeçmiş olacak. işte insan, öyle çaresiz, boğulurken, küçücük nokatacığın içinde, elindeki o cam parçasını ne yapacağını bilmeden yine de onunla yaşamaya çalışırken kendisinden yükselen histir acı.
acı gittiğini geri dönen yavaş at,
gizli ve tekinsiz öksesi yaşamanın.
umulmadık sevinçleri tattıran bize,
renklendiren bir kuşun kanadını.
ve gece söküp gündüz örerek,
var gibi gösteren hiç olmayanı.
gelirler tüyden adımlarıyla
ve aşk ve mut ve başkaları.
duyulur içten içe değişmez acı,
komaz ansımaya yanıltıcı yanlarını.
ve bizim o insancıl yaramız
açılır bir gülün yapraklarını
yüreğimizin kanayan gergefinde
delerek acının gerilmiş kumaşını.
nereye dönersen dön tecavüzse, kaçınılmaz olandan zevk almasını öğrenmelisin telkinleri hep bir ağızdan koro halinde kulaklarına doğru uğulduyorsa, her yer ve her şey içine dışına pisse ve pislik doluysa, uymuyorsan, uyamıyorsan, yaşanılan ve hissedilenlerin bir kabus olduğunu dileyip, uyanmayı bekliyorsan, ve öyle ki, artık hissedilenleri dahi ayrımsayamıyorsan...
acı nedir?
biliyorsundur...
mide bosluguna coreklenmis kara yilan. agirligi ve sicakligi ile varligini her daim hissettirir. zaman zaman bir anı ile uyanir... aninin kaynagina yonelir yavas hareketlerle, merakla... ipek bir kumasin akmasi gibi, yureginize beyninize dogru sürünür sakince... o akarken eski yerindeki agirlik hafifler yeni yerine bir azap cöreklenir... insan ölüyorum sanır... beynine bedenine yüreğine yabancılaşır.... sonra bir müddet orda uyur... sessiz sakin... acı diner. sonra başka bir anı dürtükler onu... gene akar bir yerden diğerine... bu beden onun evidir, iyi yada kötü bütün misafirler davetsizdir onu için, sevmez. bedeni bekler, ölünceye kadar terketmez acı seni..
“”...lar çekmekten usandım deme. Izdırabı sevmeyen, bil ki bedbahtlardır. Hangi şarap ümitsiz bir hasret kadar lezzetlidir.? Hangi visalde sonu olmayan çilenin cezbesi vardır? Günde beş kere yaptığın ibadet,günde on kere başını döndürüp de, seni sersem kürenin her tarafından çağırmıyorsa kendini buldun mu zannedersin? Kendinden geçip de sonra dikenlikten gül toplar gibi,acılar bahçesinde kendini aramayanlar, gafil olmadıklarını, uyanık durduklarını mı sanırlar? Halbuki asıl gafil onlardır. Günlerimiz güzel geçsin, diyorsun. Günün geceden, iyinin kötüden çıktığını görmüyor musun? Öyleyse sık sık öl ki, yine sık sık dirilesin..”” (Nurettin Topçu)
Kabulumdür..Lakin..
Nazar kıl ki efendim, tükendi takatim..
acıyı gel bende gör
Aldı gitti neyim var neyim yoksa,
Kalanlarsa yalım yalım yangınsa.
Bu can bu bedenden ayrılmıyorsa,
Daha çok hasretle yanacak ömrüm..
Bu can bu bedenden ayrılmıyorsa,
Daha çok ACI yla yanacak ömrüm...
...
acıya büyüdü sevgiler
karanlıklar kentinde
güneşi hiç göremeden
oynadığımız bir oyundu
Olmasa keşke diyesim geliyor ama artık şuna inanıyorumki evrende lüzumsuz bir şey yok... Bazı insanları görünce fikrim değişebiliyor gerçi ama vardır onunda bir hikmeti ;)))
Yürek çatlaklarından ruha sızan...
insanin pisikolojisi..
acı çekmek olmasaydı mutlu olmanın değeride olmazdı.