Zonguldak'ın gerçek ismi Güldağ'mış. Zamanında Fransızlar, bu bölgede kömür arama ve çıkartma faaliyetlerine başlamışlar. Haritalarına bu yerin ismini 'Zone Guldag' olarak geçirmişler. Fakat Güldağ ismini doğru telaffuz edemedikleri için 'Zone Güldak' diyebilmişler. Zamanla kömür ocaklarının etrafında gelişen kente Zonguldak denir olmuş.
İtalya Kralı’nın oğlu 30 Mayıs 1867’de bi dükün kızıyla evlenecekmiş. Düğün için şenliklerin başladığı gün inanılmaz trajik olaylar zincirinin de başladığı tarih olmuş. Efsaneye göre, kraliyet ailesi bu olayları uzun süre halktan saklamış. Çünkü “sarayın etrafında uğursuzluk var” söylentisinden çekiniyolarmış. Önce, gelinin giysilerinden sorumlu olan hizmetçi kendini asmış. Ardından, düğün alayını saraydan kiliseye götüren gruba liderlik eden komutan, güneş çarpması sonucu fenalaşıp hastaneye kaldırılmış, ancak kurtarılamamış. Bu arada, kızın çeyizini saraya getirmişler. Sarayın kapısı uzun süre açılmamış. Kapıdan sorumlu olan görevli kan gölünün içinde yatar halde bulunmuş. Allahtan nikah kıyılırken ölümler durmuş ama rahip, “Sizi karı-koca ilan ediyorum” der demez kilisenin içinde bi silah sesi yankılanmış ve Kraliyet Muhafız Alayı’ndan bi asker yanlışlıkla kendini vurmuş. (üstelik kafasından)
Gelinle damat nikahtan sonra kraliyet ailesinin balayı yaptığı bölgeye gidecekmiş. Düğün alayı tren garına doğru yola çıkmış. Genç çiftin olduğu arabada resmi nikah işlemlerini yapan memur da varmış. Bi ara arabanın tekerleği çukura düşünce adam kafasını hızla cama çarpmış ve bayılmış. (Bilmiyoruz ama kesin ölmüştür) Bu arada, kraliyet trenini hazırlayan gar şefi kendini lokomotifin altına atarak intihar etmiş.
Kral Victor Emmanuel, bu trajik olaylara son vermek için gelinle damadın balayı köşküne gitmeyip, saraya dönmelerine istemiş. Çünkü oğlu ve yeni gelininin bu uğursuz günleri sarayda, güven içinde geçirmelerinin daha iyi olacağını düşünmüş. Ancak düğün alayı saraya doğru giderken Castiglione Dükü atından, taze çiftin olduğu arabanın altına düşmüş. Dükün ceketindeki madalyalardan biri yanağından içeri girerek ölümüne yol açmış.
'Gerçi Swann görmüş geçirmiş bir adamdı ve çoktan kanıksama çağına yaklaşmış sayılırdı.Bu yaşta,insan,aşkı yalnız aşık olmak zevki için ister ve karşılığını beklemek pek de aklından geçmez.Fakat,ilk gençlik devirlerine mahsus bir gönül kaynaşması,-ki takibettiğimiz,ulaşmak dilediğimiz başlıca hedeftir- bütün hayat boyunca daima sevginin esaslı vasıflarından biri gibi kalır ve bazan,-onunla aşık olmazdan evvel karşılaştığımız takdirde- bizim için gene aşkın temelini teşkil etmekte devam eder.Eskiden,-yani gençliğimizde kadını sevmeden önce onun kalbine malik olmayı hayal ederdik..Sonraları bir kadının bize gönül vermesi sevmemize kafi gelecektir.Gene o çağdaki insan,aşkta yalnız subjektif bir haz aradığı için,kadının güzelliği sevdanın en esaslı bir sebebini teşkil eder ve aşk -hatta aşkın en fiziki olanı bile- bizde,önceden hiçbir arzu duymaksızın peydah olabillir.Hayatın bu safhasında,aşk,bize,birçok defa çarpmıştır; bundan böyle,artık,pasif ve şaşkın kalbimiz içinde,ilk zamanlarda olduğu gibi tek başına,kendi mukadder ve meçhul kanunlarına göre tekamül edemez.Biz,daima onunu işlerine karışır,onun imdadına erişir ve hafızamızın telkinleriyle onun safiyetini bozar,cevherini bulandırırız.Alametlerinden birini sezince hemen eskiden bildiğimiz öbür alametleri de hatırlar ve yeniden canlandırıp yaşatmaya başlarız.Ve aşk türküsü,baştan başa bizim ezberimizde olduğu için herhangi bir kadının,gelip de,güzelliğinin ilhamiyle o şarkıyı bize hatırlatmasına veyahut başlangıcını söylemek suretiyle sonunu getirmemize yardım etmesine hiçbir ihtiyacımız yoktur.Böylece,kadın,o şarkıya,gönüllerin birbirine yaklaştığı ve 'sensiz ölürüm' yeminlerinin verildiği bir anda -ki,aşkın tam ortasıdır-başlıyacak olursa,biz,bu besteye çoktan alışmış bulunduğumuzdan müzik arkadaşımız bizi beklediği fasılda,nasıl iltihak edeceğimizi pek iyi biliriz.' M.Proust
-Oğlum az iç şu kahveyi,iyice zayıfladın. -Ama anne Amerikan Kimya Birliği tarafından yapılan bir araştırma Amerikalıların diyetlerinde yer alan besinler içerisinde en çok antioksidan sağlayanın kahve olduğunu gösterdi. Genellikle meyve ve sebzeler en iyi antioksidan kaynağı olarak bilindikleri için bu bulgu şaşırtıcı oldu. Decaf kahveler de aynı derecede antioksidan içermekte. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, bir besinin antioksidan içeriğinin vücuda aynı derecede yansımayabileceği. Bunu belirleyen de o besinin vücuda ne kadar emildiği ve kullanıldığı. Antioksidanlar özellikle kalp hastalıkları ve kansere karşı koruyucu olarak bilinmekte. Bu araştırma için 100'den fazla değişik besin maddesi incelendi. Kahve çay, süt ve çikolata gibi antioksidanları geçerek 1. sırada yer aldı.Bunu sırası ile muz, kurubaklagiller ve mısır izlemekte. Meyvalar ise aynı zamanda bol vitamin, mineral ve fiber içerdiklerinden her gün tüketilmesi gereken besin maddeleri. -Eyi oğul...
Televizyon açıldığında bütün kanallar mutlaka kahramanla ilgili bir haber vermektedir.Ve ilgili haber dinlendikten sonra,devamında bir laf var mı yok mu bir şey diyecekler mi düşüncesi olmaksızın pat diye kapatılır ve konu didiklenir.Ve hatta asıl olay o zaman çözülür.
Churchill ile İsmet İnönü'nün ünlü Adana buluşmasında, tarihin akışını değiştiren asıl olay, İnönü'nün Churchill'e kanmayıp Türkiye'yi savaşa sokmaması değilmiş. Bu görüşme sırasında, İnönü modern tıp dünyasına büyük bir yardımda bulunmuş.
İki lider buluştuklarında Churchill, İnönü'yü ikna etmek için elini kolunu sallayarak hararetle konuşuyormuş. Ancak İnönü kurt politikacı tabii, aslında karşısındakinin niyetini bildiğinden ve kararını çoktan verdiğinden pek de dinlemiyormuş. Öyle sağa sola bakarken Churchill'in elindeki lekelere gözü ilişmiş. Churchill'in ısrarlı konuşmasını durdurmak için bir ara 'Sör, elerinizin durumunu beğenmedim. Hayrola? ' deyivermiş. İngiliz: 'Hiç sorma İsmet Paşam! Egzama oldum ve tedavisi de yok mendeburun' demiş.
İsmet Paşa konuyu usturubuyla değiştirmenin yolunu bulduğu için gülümsemiş ve demiş ki: 'Sör Winston, sen bu işi oldu bil'. Bundan sonra iki liderin görüşmesi egzamadan başlayıp geyiğe sarmış. Churchill de bir sonuç elde edemeden gerisin geriye dönmüş.
Görüşmeden sonra Ankara'ya dönen İsmet Paşa peynircibaşını çağırmış. Ustadan Churchill'e iki teneke küflü peynir yollamasını istemiş. Churchill'e gidecek pakete konması için bir de not yazmış. Notta 'Azizim, ellerini bunla sabah akşam ov. İki güne bir şeyin kalmaz. İmza: İsmet İnönü' yazıyormuş. Churchill, Türkiye'den gelen paketi açınca dudak bükmüş önce, ama bir kaç gün sonra elleri iyiden kaşınmaya başlayınca İnönü'nün tavsiyesine uymuş. İki gün içinde ellerinde egzama megzama kalmamış. Churchill kalan bir tenekeyi hemmen labaratuara yollamış. Uzmanlar küflü Türk peynirinde acaip antibiyotikler keşfetmiş. Bugün egzema tedavisinde kullanılan kimi antibiyotikler İnönü'nün gönderdiği tenekede bulunanlarmış.
Gazi Üniversitesi’nde okuyan bi çocuğun sınavları varmış. Akşam da bi’kaç arkadaşı bizimkine ders çalışmaya gelecekmiş. Çocuk bankamatiğini kaptırdığından cebinde beş kuruş parası yokmuş. E, akşam da misafiri var, ne yapıcak? “Migros’tan akşamlık bi şeyler uçurayım işte, nolucak, yapmadığımız şey mi sanki” demiş. Bunun kocaman bi şapkası varmış. Hani olur ya, ciks işi, önü siperlikli falan... Tavukların olduğu bölüme gitmiş, dondurucudan bi bütün tavuk alıp şapkasının altına koymuş. Usulü öyledir ya, içeride biraz dolaşıp, bi çubuk kraker, çiklet falan bi’şeyler alıp kasaya gitmiş sonra. Çocuk tam cebinden para çıkaracakken birden fenalaşıp BAMM diye yere kapaklanmış. Taabi şapka bi yana, tavuk öbür yana savrulmuş gitmiş. Noluyo felan? Bakmışlar durum kötü, bi taksiye atıp dooğru en yakın hastaneye götürmüşler. Meğer başının üstündeki donuk tavuk çocuğun beyin fonksiyonlarını yavaşlatmış. Doktor, “Eğer trafik filan sıkışık olup da 5-10 dakka geç kalsaydınız ölürdü bu. Beyin zarı donmuş! ” demiş.
Amerika'da, müebbet hapis cezasına çarptırılan bi adam, sabah akşam hapishaneden kaçmanın yollarını düşünüyomuş. Bi gün bahçede volta atarken gardiyanların bi tabutu cenaze arabasına yüklediğini görünce nihayet aylardır aradığı fikri oracıkta bulmuş. Burası büyük bi cezaevi olduğu için her hafta mutlaka 2-3 kişi Tanrı'nın rahmetine kavuşuyomuş. Mahkum, gardiyanlardan birine, cenaze olduğu bi gün tabuta konularak kaçırılması karşılığında epey yüklüce para teklif etmiş. Gardiyan korktuğundan başta biraz mızırdanmış ama sonra paranın cazibesine kapılıp kabul etmiş. Gardiyan adama, gece cenazelerin bekletildiği yerin anahtarından yaptırıp vermiş. İlk cenazede adam tabutun içine girecekmiş. Cenaze defnedildikten sonra da, gece gardiyan gelip adamı mezardan çıkaracakmış.
Plan aynen uygulamaya konmuş. Kaçma ateşiyle yanıp kavrulan mahkum ölüye aldırmadan sıkış tepiş tabutun içine girmiş. Sabah da gardiyanlar tabutu cenaze arabasına yüklemişler ve mezarlığa götürüp laf olsun diye yapılan bir dini törenle gömmüşler.
Mahkum tabutun içinde sabırsızlanarak gardiyanın gelip onu çıkarmasını bekliyomuş. Epey vakit geçtiği halde gelen giden olmayınca biraz biraz endişelenmeye başlamış. Bayağı bi zaman geçip de hala gelen olmayınca bizimki hafiften tırsmaya başlamış. 'Acaba kendim çıkabilir miyim? ' diyerek etrafı araştırmak istemiş. Cebinden zar zor çakmağını çıkarıp yakmış. Tabutun üstünü incelerken gözü bi an yanındaki ölüye takılmış. Ve o an donup kalmış! Yanındaki ceset anlaşmayı yaptığı gardiyanmış!
Zonguldak'ın gerçek ismi Güldağ'mış. Zamanında Fransızlar, bu bölgede kömür arama ve çıkartma faaliyetlerine başlamışlar. Haritalarına bu yerin ismini 'Zone Guldag' olarak geçirmişler. Fakat Güldağ ismini doğru telaffuz edemedikleri için 'Zone Güldak' diyebilmişler. Zamanla kömür ocaklarının etrafında gelişen kente Zonguldak denir olmuş.
İtalya Kralı’nın oğlu 30 Mayıs 1867’de bi dükün kızıyla evlenecekmiş. Düğün için şenliklerin başladığı gün inanılmaz trajik olaylar zincirinin de başladığı tarih olmuş. Efsaneye göre, kraliyet ailesi bu olayları uzun süre halktan saklamış. Çünkü “sarayın etrafında uğursuzluk var” söylentisinden çekiniyolarmış.
Önce, gelinin giysilerinden sorumlu olan hizmetçi kendini asmış. Ardından, düğün alayını saraydan kiliseye götüren gruba liderlik eden komutan, güneş çarpması sonucu fenalaşıp hastaneye kaldırılmış, ancak kurtarılamamış. Bu arada, kızın çeyizini saraya getirmişler. Sarayın kapısı uzun süre açılmamış. Kapıdan sorumlu olan görevli kan gölünün içinde yatar halde bulunmuş. Allahtan nikah kıyılırken ölümler durmuş ama rahip, “Sizi karı-koca ilan ediyorum” der demez kilisenin içinde bi silah sesi yankılanmış ve Kraliyet Muhafız Alayı’ndan bi asker yanlışlıkla kendini vurmuş. (üstelik kafasından)
Gelinle damat nikahtan sonra kraliyet ailesinin balayı yaptığı bölgeye gidecekmiş. Düğün alayı tren garına doğru yola çıkmış. Genç çiftin olduğu arabada resmi nikah işlemlerini yapan memur da varmış. Bi ara arabanın tekerleği çukura düşünce adam kafasını hızla cama çarpmış ve bayılmış. (Bilmiyoruz ama kesin ölmüştür) Bu arada, kraliyet trenini hazırlayan gar şefi kendini lokomotifin altına atarak intihar etmiş.
Kral Victor Emmanuel, bu trajik olaylara son vermek için gelinle damadın balayı köşküne gitmeyip, saraya dönmelerine istemiş. Çünkü oğlu ve yeni gelininin bu uğursuz günleri sarayda, güven içinde geçirmelerinin daha iyi olacağını düşünmüş. Ancak düğün alayı saraya doğru giderken Castiglione Dükü atından, taze çiftin olduğu arabanın altına düşmüş. Dükün ceketindeki madalyalardan biri yanağından içeri girerek ölümüne yol açmış.
'Gerçi Swann görmüş geçirmiş bir adamdı ve çoktan kanıksama çağına yaklaşmış sayılırdı.Bu yaşta,insan,aşkı yalnız aşık olmak zevki için ister ve karşılığını beklemek pek de aklından geçmez.Fakat,ilk gençlik devirlerine mahsus bir gönül kaynaşması,-ki takibettiğimiz,ulaşmak dilediğimiz başlıca hedeftir- bütün hayat boyunca daima sevginin esaslı vasıflarından biri gibi kalır ve bazan,-onunla aşık olmazdan evvel karşılaştığımız takdirde- bizim için gene aşkın temelini teşkil etmekte devam eder.Eskiden,-yani gençliğimizde kadını sevmeden önce onun kalbine malik olmayı hayal ederdik..Sonraları bir kadının bize gönül vermesi sevmemize kafi gelecektir.Gene o çağdaki insan,aşkta yalnız subjektif bir haz aradığı için,kadının güzelliği sevdanın en esaslı bir sebebini teşkil eder ve aşk -hatta aşkın en fiziki olanı bile- bizde,önceden hiçbir arzu duymaksızın peydah olabillir.Hayatın bu safhasında,aşk,bize,birçok defa çarpmıştır; bundan böyle,artık,pasif ve şaşkın kalbimiz içinde,ilk zamanlarda olduğu gibi tek başına,kendi mukadder ve meçhul kanunlarına göre tekamül edemez.Biz,daima onunu işlerine karışır,onun imdadına erişir ve hafızamızın telkinleriyle onun safiyetini bozar,cevherini bulandırırız.Alametlerinden birini sezince hemen eskiden bildiğimiz öbür alametleri de hatırlar ve yeniden canlandırıp yaşatmaya başlarız.Ve aşk türküsü,baştan başa bizim ezberimizde olduğu için herhangi bir kadının,gelip de,güzelliğinin ilhamiyle o şarkıyı bize hatırlatmasına veyahut başlangıcını söylemek suretiyle sonunu getirmemize yardım etmesine hiçbir ihtiyacımız yoktur.Böylece,kadın,o şarkıya,gönüllerin birbirine yaklaştığı ve 'sensiz ölürüm' yeminlerinin verildiği bir anda -ki,aşkın tam ortasıdır-başlıyacak olursa,biz,bu besteye çoktan alışmış bulunduğumuzdan müzik arkadaşımız bizi beklediği fasılda,nasıl iltihak edeceğimizi pek iyi biliriz.'
M.Proust
Ateş benim yıkayan, yuyan, emziren annem!
Bir arınma kurnası olsa gerek cehennem...
NFK
-Oğlum az iç şu kahveyi,iyice zayıfladın.
-Ama anne Amerikan Kimya Birliği tarafından yapılan bir araştırma Amerikalıların diyetlerinde yer alan besinler içerisinde en çok antioksidan sağlayanın kahve olduğunu gösterdi. Genellikle meyve ve sebzeler en iyi antioksidan kaynağı olarak bilindikleri için bu bulgu şaşırtıcı oldu. Decaf kahveler de aynı derecede antioksidan içermekte. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, bir besinin antioksidan içeriğinin vücuda aynı derecede yansımayabileceği. Bunu belirleyen de o besinin vücuda ne kadar emildiği ve kullanıldığı. Antioksidanlar özellikle kalp hastalıkları ve kansere karşı koruyucu olarak bilinmekte.
Bu araştırma için 100'den fazla değişik besin maddesi incelendi. Kahve çay, süt ve çikolata gibi antioksidanları geçerek 1. sırada yer aldı.Bunu sırası ile muz, kurubaklagiller ve mısır izlemekte. Meyvalar ise aynı zamanda bol vitamin, mineral ve fiber içerdiklerinden her gün tüketilmesi gereken besin maddeleri.
-Eyi oğul...
Televizyon açıldığında bütün kanallar mutlaka kahramanla ilgili bir haber vermektedir.Ve ilgili haber dinlendikten sonra,devamında bir laf var mı yok mu bir şey diyecekler mi düşüncesi olmaksızın pat diye kapatılır ve konu didiklenir.Ve hatta asıl olay o zaman çözülür.
Churchill ile İsmet İnönü'nün ünlü Adana buluşmasında, tarihin akışını değiştiren asıl olay, İnönü'nün Churchill'e kanmayıp Türkiye'yi savaşa sokmaması değilmiş. Bu görüşme sırasında, İnönü modern tıp dünyasına büyük bir yardımda bulunmuş.
İki lider buluştuklarında Churchill, İnönü'yü ikna etmek için elini kolunu sallayarak hararetle konuşuyormuş. Ancak İnönü kurt politikacı tabii, aslında karşısındakinin niyetini bildiğinden ve kararını çoktan verdiğinden pek de dinlemiyormuş. Öyle sağa sola bakarken Churchill'in elindeki lekelere gözü ilişmiş. Churchill'in ısrarlı konuşmasını durdurmak için bir ara 'Sör, elerinizin durumunu beğenmedim. Hayrola? ' deyivermiş. İngiliz: 'Hiç sorma İsmet Paşam! Egzama oldum ve tedavisi de yok mendeburun' demiş.
İsmet Paşa konuyu usturubuyla değiştirmenin yolunu bulduğu için gülümsemiş ve demiş ki: 'Sör Winston, sen bu işi oldu bil'. Bundan sonra iki liderin görüşmesi egzamadan başlayıp geyiğe sarmış. Churchill de bir sonuç elde edemeden gerisin geriye dönmüş.
Görüşmeden sonra Ankara'ya dönen İsmet Paşa peynircibaşını çağırmış. Ustadan Churchill'e iki teneke küflü peynir yollamasını istemiş. Churchill'e gidecek pakete konması için bir de not yazmış. Notta 'Azizim, ellerini bunla sabah akşam ov. İki güne bir şeyin kalmaz. İmza: İsmet İnönü' yazıyormuş. Churchill, Türkiye'den gelen paketi açınca dudak bükmüş önce, ama bir kaç gün sonra elleri iyiden kaşınmaya başlayınca İnönü'nün tavsiyesine uymuş. İki gün içinde ellerinde egzama megzama kalmamış. Churchill kalan bir tenekeyi hemmen labaratuara yollamış. Uzmanlar küflü Türk peynirinde acaip antibiyotikler keşfetmiş. Bugün egzema tedavisinde kullanılan kimi antibiyotikler İnönü'nün gönderdiği tenekede bulunanlarmış.
rezalet...
Gazi Üniversitesi’nde okuyan bi çocuğun sınavları varmış. Akşam da bi’kaç arkadaşı bizimkine ders çalışmaya gelecekmiş. Çocuk bankamatiğini kaptırdığından cebinde beş kuruş parası yokmuş. E, akşam da misafiri var, ne yapıcak? “Migros’tan akşamlık bi şeyler uçurayım işte, nolucak, yapmadığımız şey mi sanki” demiş. Bunun kocaman bi şapkası varmış. Hani olur ya, ciks işi, önü siperlikli falan... Tavukların olduğu bölüme gitmiş, dondurucudan bi bütün tavuk alıp şapkasının altına koymuş.
Usulü öyledir ya, içeride biraz dolaşıp, bi çubuk kraker, çiklet falan bi’şeyler alıp kasaya gitmiş sonra. Çocuk tam cebinden para çıkaracakken birden fenalaşıp BAMM diye yere kapaklanmış. Taabi şapka bi yana, tavuk öbür yana savrulmuş gitmiş. Noluyo felan? Bakmışlar durum kötü, bi taksiye atıp dooğru en yakın hastaneye götürmüşler. Meğer başının üstündeki donuk tavuk çocuğun beyin fonksiyonlarını yavaşlatmış. Doktor, “Eğer trafik filan sıkışık olup da 5-10 dakka geç kalsaydınız ölürdü bu. Beyin zarı donmuş! ” demiş.
Amerika'da, müebbet hapis cezasına çarptırılan bi adam, sabah akşam hapishaneden kaçmanın yollarını düşünüyomuş. Bi gün bahçede volta atarken gardiyanların bi tabutu cenaze arabasına yüklediğini görünce nihayet aylardır aradığı fikri oracıkta bulmuş. Burası büyük bi cezaevi olduğu için her hafta mutlaka 2-3 kişi Tanrı'nın rahmetine kavuşuyomuş. Mahkum, gardiyanlardan birine, cenaze olduğu bi gün tabuta konularak kaçırılması karşılığında epey yüklüce para teklif etmiş. Gardiyan korktuğundan başta biraz mızırdanmış ama sonra paranın cazibesine kapılıp kabul etmiş.
Gardiyan adama, gece cenazelerin bekletildiği yerin anahtarından yaptırıp vermiş. İlk cenazede adam tabutun içine girecekmiş. Cenaze defnedildikten sonra da, gece gardiyan gelip adamı mezardan çıkaracakmış.
Plan aynen uygulamaya konmuş. Kaçma ateşiyle yanıp kavrulan mahkum ölüye aldırmadan sıkış tepiş tabutun içine girmiş. Sabah da gardiyanlar tabutu cenaze arabasına yüklemişler ve mezarlığa götürüp laf olsun diye yapılan bir dini törenle gömmüşler.
Mahkum tabutun içinde sabırsızlanarak gardiyanın gelip onu çıkarmasını bekliyomuş. Epey vakit geçtiği halde gelen giden olmayınca biraz biraz endişelenmeye başlamış. Bayağı bi zaman geçip de hala gelen olmayınca bizimki hafiften tırsmaya başlamış. 'Acaba kendim çıkabilir miyim? ' diyerek etrafı araştırmak istemiş. Cebinden zar zor çakmağını çıkarıp yakmış. Tabutun üstünü incelerken gözü bi an yanındaki ölüye takılmış. Ve o an donup kalmış! Yanındaki ceset anlaşmayı yaptığı gardiyanmış!