'...sinema diline getirilen bir yenilik herkesçe kullanılan,sıradan bir orta malına dönüşmeden önce,bir sanatçının dünyaya getirdiği kendi yorumunu ancak bu dil aracılığıyla olabildiğince kapsamlı yansıtabileceği,yalnızca bu dilin doğal ve yegane olanak olduğu kanıtlanmalı,yani her şeyden önce bu yenilik kendini kanıtlamalı...Bir sanatçı yalnız estetik kaygılarla yeni uygulama tarzları peşinden koşmaz...O,daha çok,yaratıcının gerçekliğe olan ilişkisini en uygun biçimlerde şekillendirecek araçları büyük acılara katlanma pahasına bulma derdindedir...'
'...oyuncunun maddi-manevi,duygusal ve düşünsel yapısına uygun olarak yalnızca kendine özgü olan bir ruhsal konumu,yalnızca kendine özgü bir biçimde ifade etmesi çok önemlidir...Bunu nasıl yaptığı hiç fark etmez...Bence bir oyuncu,kişiliğinin gerçek bir parçası olan belli bir ruh haline sahipken ona başka bir ifade tarzını benimsetmeye hiç hakkımız yoktur...Her insan aynı olayı kendine özgü,tekil bir biçimde yaşar...Üzüntü ve karamsarlık dolu insanların bir kısmı 'içlerini dökmeye',kendilerini açmaya çalışırken,diğer bir kısmı da acılarıyla yalnız kalmak isterler...'
Andrei Tarkovsky, 1932 yılında Moskova'da büyük Rus Şairi Arseniy Tarkovsky'nin oğlu olarak doğdu. Tarkovsky filmleri otobiyografik özellikleriyle büyük zenginlik içerirler. Bunda babasının şair olmasının ve 7 yaşından itibaren müzik eğitimi almasının önemi büyüktür.
Tarkovsky sinema eğitimini Moskova'da Devlet Sinema Okulunda aldı. 'Yol Silindiri ve Keman', 1960 yılında Sinema Okulu için yaptığı diploma filmi aynı zamanda ilk filmi ve tamamen Sovyet topraklarında geçen tek filmidir Tarkovsky'nin. Moskova'da çekilen filmin, harici mekanlarında bina imgelerinin ağır bastığı görülmektedir. Film, erkek bir müzisyen ile silindir şoförünün karşılaşma hikayesini anlatır. İşleyiş tarzı olarak duygusal görünen film, Tarkovsky'nin renkli olarak çektiği tek filmidir. İlk konulu uzun filmine 'İvan'ın İhtirasları' adıyla başlayan yönetmen, filmi 1961 yılında 'İvan'ın Çocukluğu' ismiyle bitirmiştir.
'Andrei Tarkovsky' adını uluslararası arenada duyuran ilk film 'İvan'ın Çocukluğu'dur. Öksüz bir çocuğun İkinci Dünya Savaşı sırasında başından geçenleri anlatan film, Venedik Film Festivalinde, Altın Arslan Ödülünü başka bir filmle paylaşır.
'Yol Silindiri ve Keman'daki görsel zaaflar 'İvan'ın Çocukluğu'ndan itibaren düşünceli peyzajlarla yerini sınırsız bir doğaya sahip görselliğe bırakır.
1966'da 'Andrei Rublev'i çeken Tarkovsky, bu filmiyle komünist yönetimin tepkisini çekti. Filmin SSCB'de gösterimine, 1967 Cannes Film Festivali'nde ödül kazandıktan 1 yıl sonra izin verildi. Andrei Rublev, Eisenstein'in ölümünden beri durgun olan Sovyet sinemasında bomba etkisi yarattı. Ama şunu da belirtmek gerekir ki, bu filmin dönemin gözde akımlarıyla bir ilgisi yoktu.
Tarkovsky, 1972'de Stonislov Lem'in eserinden uyarlayarak çektiği ve kendi ifadesi ile bilim-düşlem olan 'Solaris'adlı filminde hayatın anlamını araştıran yolculuğuna çıktı. Bu film, ünlü yönetmen Stanley Kubrick'in bilim kurgu filmi '2001 Uzay Yolu Macerası'na doğulu bir cevap olarak nitelendirilir. Tarkovsky diğer filmlerinde olduğu gibi bu filminde de şiirsel öğelere yer vermişti ve Solaris gezegeninin sonsuz koridorlarında, sonluluk - sonsuzluk, varlık - yokluk gibi insanın varoluşsal gayelerine ilişkin sorularına cevaplar arıyordu.
Tarkovsky, 1975'te yönettiği 'Ayna'da yansıma ve hafıza olgularını çıkış noktası yaparak, çocukluk ve ilk gençlik yıllarına, bilinç altı derinliklerine, düşlerine ışık tuttu. Filmde Tarkovsky'nin kahramanları, dünyayı kişisel kökenlerinde öğrenmeye başlıyorlar. Çocuklukları hatırlayamayacakları kadar sönük bir neşeyle geçmiş ve bu onları yetişkinliklerinde duygusal açıdan yetim bırakmış.
Tarkovsky'nin 1979'da çektiği 'Stalker - İz Sürücü' adlı filmi, meteor düşen yasak bir bölgeye keşif yapan bir kılavuz, bir ressam ve bir edebiyatçının yolculuğunu konu ediyor.Tarkovsky'nin kahramanı ruhani bir yolculuğun içindedir. Kavrayışa, iletişime ulaşmak için yapılan bu yolculuklar zaman ve mekan içinde yapılır. Ayrıca bu yolculuklar Tarkovsky'nin iç alemine yaptığı yolculuklardır ve sürgünde geçirdiği yılları da hatırlatır. Yolculuğun sonunda doğru yoldan ulaşılmayan bölgenin merkezinde gerçek arzularımızın açığa çıkacağı ve gerçekleşeceği esrarengiz bir oda bulunur.
Tarkovsky 1982'de, kendine has sinema anlayışının doruklarından biri olarak görülen 'Nostaljiya' filmini çekti. Son filmi 'Kurban'ı, 1986'da İsveç'te çekti. 'Kurban' teknolojik burjuva uygarlığına ve trajik dünya görüşüne yönelttiği destansı bir eleştiri niteliğindedir. Tarkovsky bu filmde bireyin kendi hayatıyla hesaplaşmasını anlatır. 'Kurban' şahsi ve tarihi perspektiflerden dünyaya dair zihni ve manevi yansıtmalar dahil, Tarkovsky'nin film kariyerinde ele aldığı tüm konuların, temaların çoğunu topladığı 'son' filmidir. Gerçeklik ve düşlerin çatışmasıyla birleşen görsel imgeler çerçevesinde insanın mevcudiyeti üzerinde, kişinin kendisiyle, başkalarıyla ve dünyayla ilişkisinde insan ruhu üzerinde odaklaşarak felsefe yaptığı 'Kurban' filmi 'Stalker' ve 'Nostaljiya' ile başlayan görsel geleneğin bir uzantısıdır.
Andrei Tarkovsky 29 Aralık 1986'da öldü. Ölümünün üzerinden geçen bu süre zarfında klasik satatüsünü elde etti. 'Andrei Rublev' 1995 BBC 100'de yer alan tek Rus filmiydi. Dünyadaki en iyi eleştirmenlerin hazırladığı listede 'Andrei Rublev' birinci sıradaydı. Sinema eleştirisi açısından hazırlanan listelerin ilk onunda ise hem 'Andrei Rublev' hem de 'Ayna' vardı. Umarız artık bilinçli seyirciler, Tarkovsky gibi zirveye çıkmış sinemacılara hakettiği ilgiyi gösterirler.
Andrei Tarkovsky Filmleri Kurban (1986) The Sacrifice Yönetmen, Senarist
Nostalji (1983) Nostalghia Yönetmen, Senarist
Stalker (1979) Yönetmen, Senarist
Ayna (1975) The Mirror Yönetmen, Senarist
Solaris (1972) Yönetmen, Senarist
Andrei Rublev (1969) Yönetmen, Senarist
İvan'ın Çocukluğu (1962) My Name Is Ivan Yönetmen, Senarist
'...buna karşılı enstrümantal müzik o kadar özgün bir sanat dalıdır ki,onu filmin organik bir parçası olarak filmle bütünselleştirmek oldukça zordur.Bu yüzden onu kullanmak aslında her zaman bir tavizdir; o hep ilüstratiftir.Ayrıca elektronik müzik bir filmin ses düzeni içinde kaybolabilir,kendini görüntülerin ardına gizleyebilir,bir tür belirsiz bir şey olarak yansıyabilir.Kendini tıpkı doğanın sesiymişçesine,belirsiz duyguların işareti olarak sunulabilir,ama bir insanın nefes alışını da taklit edebilir.Ben bu belirsizliği seviyorum işte.Ses hep ortalarda bir yerlerde yüzmelidir,ister müzik,ister bir konuşma ya da yalnızca bir rüzgar şeklinde olsun,hiç önemli değil.'
'Benim için 'fikri bunalım' her zaman bir sıhhat belirtisi olmuştur.Zira bence,'fikri bunalım' kendini bulma,yeni inançlara kavuşma çabasıdır.Fikri bunalıma,fikri sorunlarla yüzyüze gelmekten çekinmeyen herkes,eninde sonunda düşmek zorundadır.Başka türlü olması da beklenebilir mi? Hayatın uyumsuzluklarla dolu olmasına mukabil ruhumuz uyum diye yanıp tutuşmaz mı? İşte bu çelişki,hareketin uyarıcısı,ama aynı zamanda da acılarımızın ve umutlarımızın kaynağıdır.Bizim fikri derinliğimizin,manevi olanaklarımızın onayıdır.'
'Kendi ruhunun verdiği acı insana olayların gerçek yüzünü fark etme imkanı tanır; sorumluluk duygusu artar,suçluluk bilinci gelişir.İşte o zaman insan kendi tembelliğini ve ihmalkarlığını,bu dünyada olup bitenlerin kendi suçu olmadığı,bütün bunların diğer insanların kötü emelleri tarafından belirlendiği şeklindeki bir bahaneyle haklı göstermeye kalkışmaz.Bence dünyaya huzur,ancak ve ancak kişisel sorumluluğun yeniden yerleşmesiyle gelir.'
'... Özgürlük sorunuyla birlikte ortaya,deneyim ve eğitim sorunu da çıkar.Zira günümüz insanlığının özgürlük mücadelesi bireysel özgürlük,yani bireyin kendi yararına olacak her şeyi yapmasına izin veren olanaklar etrafında döner.Ancak bu hayali bir kurtuluştur,çünkü bu yolda isanlığı yalnızca yeni hayal kırıklıkları beklemektedir.İnsan ruhundaki enerjinin kurtuluşu ancak,korkunç bir iç çatışma sonucu gerçekleşebilir ki bu çatışmaya girip girmemeye de ancak bireyin kendisi karar verebilir.İnsanın eğitimi yerine öz-eğitim geçmelidir,aksi takdirde elde ettiği özgürlükle ne yapacağını,onun kaba,salt tüketmeye dayalı bir anlayışla ele alınmasına nasıl karşı çıkacağını bilemez.'
'Sanatın tadına varmasını bilen bir insan en sevdiği eserleri kendi temayüllerine göre seçmiş ve sınırlamıştır.Ancak bir obur,kendine özgü seçimleri ve kararları olmayan ortalama bir insandır'
Genelde insan,yitirilmiş,kaçırılmış veya henüz erişilememiş zaman yüzünden sinemaya gider.Çünkü sinema,başka hiçbir sanat türünün başaramayacağı kadar insanın olgusal deneyimini genişletir,zenginleştirir ve derinleştirir.Hatta yalnız zenginleştirmekle de kalmaz,adeta gözle görülür bir şekilde uzatır da.Sinemanın esas gücü budur,yoksa 'star'lar,bıkkınlık veren konular,günlük hayatı unutturan eğlence değil.
Oysa sinema,istenilen büyüklükte ve uzunlukta bir 'zaman parçası'ndan oluşan olguların seçiminde ve birbiri arasında kuracağı bağlantıda özgür olmalı,tabii bu,hiç durmadan tek bir adamı izlemek gerekir demek değildir.Beyaz perdede bir insanın davranış mantığı,tamamiyle farklı (görünürde önemsiz) olgulara ve fenomenlere dönüşebilir.Dahası film yönetmeninin olguları ele alışına yön veren düşüncesi açısından gerekli görülürse başta seçilmiş kişilik,perdeden tamamen kaybolarak yerini bambaşka bir şeye terkedebilir.Örneğin içinde herhangi bir anahtar kşiliğin yer almadığı,buna karşılık her şeyin öznel,insanı bir bakışın hayatı ele alışı açısından kavradığı br film de çekilebilir.
'Her doğal organizma gibi sanat da birbiriyle çelişen öğelerin mücadelesi sonucu yaşar ve gelişir.Zıtlıklar burada iç içe geçer,yani bir anlamda düşünceyi sonsuza kadar tekrarlar.Bir eseri sanat haline dönüştüren düşünce,temelinde yatan çelişkilerin dengesinde ve uyumunda gizlidir.Sonuçta,sanat eseri üzerinde nihai bir 'zafer' elde etmek,anlamını ve görevini kesin bir açıklığa kavuşturmak mümkün değildir.İşte bu yüzden Goethe sanat eseri yargılamaya ne kadar kapalıysa o kadar değerlidir demiştir.
Gene de biz,mutluluğun,hem de kelimenin en geniş anlamıyla,insanlara eksiksiz bir irade özgürlüğü tanıyan şekliyle mutluluğun,bir an için kapısını insanlara açtığını varsayalım.Daha hemen o an,insanın bireyselliği yok olurdu.
Dahası bazı zayıf noktalar içermeyen,yetersizliklerden tamamen arınmış olan tek bir başyapıt dahi tanımıyorum.Dahileri yaratan kişisel ihtiraslar,şahsi bir eser yaratma düşüncesine saplanmışlık,yalnızca onların büyüklüklerinin değil,başarısızlıklarının da nedenidir.Ancak,organik olarak genel dünya görüşüne sığmadı diye bir şeyi 'başarısız' addetmek acaba ne dereceye kadar doğrudur.Bir dahi özgür değildir.Thomas Mann,bir keresinde şöyle bir söz sarfetmişti:Özgür olan,yalnızca kayıtsızlıktır.Kişilik sahibi olan özgür değildir,aksine kendi damgasının izini taşımak,gereklerine uymak ve esiri olmak zorundadır.
Anılar bizi saldırılara açık,acı çekmeye hazır kılar.
'...dinsel gerçeğin anlamı umutta yatar.felsefe,gerçeği,insan aklının sınırlarını,insan eyleminin ve insan varlığının anlamının sınırlarını belirleyerek arar.(bir filozof,insan varlığının ve eyleminin son derece anlamsız olduğu sonucuna varsa bile bu geçerliliğini yitirmez.)
sık sık sanıldığının aksine,sanatın işlevsel belirlemi,düşünmeyi teşvik etmek,bir düşünce iletmek ya da bir örnek oluşturmak değildir.hayır,sanatın amacı,daha çok,insanı ölüme hazırlamak,onu iç dünyasının en gizli köşesinden vurmaktır.
insan bir başyapıtla karşılaştığında kendi içinde,sanatçıya da ilham veren sesi duymaya başlar.böyle bir sanat eseriyle karşılaştığında izleyici,derin bir sarsıntı yaşar,adeta temizlenir.sanatsal bir başyapıtla onu algılayanlar arasında oluşan o özel gerilim alanında insanlar,varlıklarının,o andan itibaren serbest kalmak için baskı yapan en iyi yanlarının bilincine varırlar.böyle anlarda,olanaklarımızın tükenmezliğinde,kendi duygularımızın derinliğinde kendimizin farkına varır,kendimizi keşfederiz.
bir başyapıt:bu,mutlak geçerliliği içinde gerçeklik hakkında verilmiş kusursuz ve tam bir yargıdır ve bu yargının değeri,manevi olanla karşılıklı ilişki içinde insan kişilliğini ne kadar kapsamlı ifade etmeyi başarmış olmasıyla ölçülür.
'...bence,çağımızın en üzücü özelliği,sıradan insanın bugün,güzeli ve geçici olmayanı yansıtmakla ilgili olan her şeyden koparılmış olmasıdır.'tüketicilere' göre biçilmiş günümüz kitle kültürü-bir protezler medeniyeti-ruhları sakatlıyor; insanın kendi varlığıyla ilgili en temel soruları sormasını,bir ruhsal varlık olarak kendisinin bilincine varmasını giderek artan bir şekilde engelliyor.ama bir sanatçı,gerçeğin sesine kulaklarını tıkamamalıdır,tıkayamaz,çünkü ancak ve ancak bu çağrı,yaratıcı iradesini belirleyecek ve disiplin altına alacaktır.sanatçı ancak bu sayede inancını başkalarına da aktarabileme yeteneğine kavuşacaktır.bu inanca sahip olmayan bir sanatçı ise doğuştan kör bir ressama benzer. Bir sanatçının konusunu 'aradığını' söylemek yanlış olur.konu,onun içinde tıpkı bir tohum gibi olgunlaşır ve şekillendirilmeyi bekler.bu tıpkı bir doğuma benzer.şu farkla ki şairin elinde gurur duyacağı hiçbir şey yoktur.sanatçı,durumunun hakimi değil,hizmetkarıdır.yaratıcılık,onun için mümkün olan yegane varoluş biçimidir ve yarattığı her eser,onun için,gönüllü olarak kaçamayacağı bir eylemdir.'
'Bir sanat eserinin kabul görmesinin vazgeçilmez önkoşulu,bir sanatçıya güvenmeye,ona inanmaya hazır olmaktır.Ama bazen,salt duygularla kavranması gereken şiirsel bir görüntüden bizi ayıran anlaşmazlık derecesini aşmak çok güçtür.Tıpkı Allah'a duyulan gerçek inanç gibi bu inancın da koşulu,belli bir ruhsal tutum ve özel,saf bir manevi güçtür.'
...kanımca,şiirsel mantık,hem düşünce geliştirmenin yasalarına hem de genel olarak yaşamın yasalarına klasik dramatürjinin mantığından çok daha yakındır...
...karmaşık bir düşünce ve şiirsel bir dünya görüşü,asla,ne pahasına olursa olsun,fazla açık,herkesçe bilinen olgular çerçevesine sıkıştırılmamalıdır.Dolaysız,genelgeçerli sonuçlar çıkarma mantığı,insana fazlasıyla geometri teoremlerinin ispatını anımsatıyor...
...bir nesne hakkında her şey hemen bir çırpıda söylenmezse,insan bu konuda şahsi görüşler üretme olanağına kavuşmuş olur.Oysa genelde sonuç,seyirciye hiç akıl yürütme fırsatı tanımaksızın tepsi içinde sunulmaktadır.Seyirci zahmetsiz elde ettiği bu sonuçla ne yapacağını bilemez.Yönetmen,bir görüntünün yaratılmasındaki zahmeti ve mutluluğu seyirciyle paylaşmadan ona bir şey anlatabilir mi? .. ...burada şiirden söz ederken aklımda belli bir tür yok.Şiir benim için bir dünya görüşü,hakikatle olan ilişkimin özel bir biçimidir...'
'...Bu tip (İvan karakteri için söylüyor) ,içsel dramatikliğiyle beni,keskinleşen buhran anlarından ve insanlara özgü bütün temel çatışmalardan geçerek adım adım gelişen karakterlerden çok daha fazla etkiledi.Gelişmeyen,nerdeyse durgun bir karakterde,ihtirasın baskısı aşırı derecede yoğunlaşır ve bu yüzden adım adım gelişen bir insanda olduğundan çok daha belirgin ve inandırıcı bir şekle bürünür.İşte Dostoyevski'yi de bu tür bir ihtirası anlattığı için seviyorum.Benim bütün ilgim,görünüşte dingin,ancak esiri oldukları ihtiraslar yüzünden içsel gerilimle dolu karakterlere yöneliktir.' A.Tarkovsky (Mühürlenmiş Zaman'dan)
andreı tarkovsky bir şairin oglu olarak dünyaya geldi ve sinemada insan unsurunu öne çıkartan uzun çekim sahneleri ve duru bir anlatım tercih etti.Tanrı düşüncesini bir varış olarak ele aldı ve bütün mutsuzlugumuzun yeterince inançlı olmamaktan kaynaklandıgını ifadeye çalıştı.Filmlerinde kısa müziklere yer verdi diger bütün seslerin zaten yeterli oldugunu düşündü.önemli filmleri S.LEM in kitabından SOLARİS, STALKER,KURBAN,İVAN NIN ÇOÇUKLUGU gösterilebilir.sanat hakkındaki düşüncelerinide kapsayan MÜHÜRLENMİŞ ZAMAN adlı bir kitabıda bulunmaktadır.
'...sinema diline getirilen bir yenilik herkesçe kullanılan,sıradan bir orta malına dönüşmeden önce,bir sanatçının dünyaya getirdiği kendi yorumunu ancak bu dil aracılığıyla olabildiğince kapsamlı yansıtabileceği,yalnızca bu dilin doğal ve yegane olanak olduğu kanıtlanmalı,yani her şeyden önce bu yenilik kendini kanıtlamalı...Bir sanatçı yalnız estetik kaygılarla yeni uygulama tarzları peşinden koşmaz...O,daha çok,yaratıcının gerçekliğe olan ilişkisini en uygun biçimlerde şekillendirecek araçları büyük acılara katlanma pahasına bulma derdindedir...'
sinema tarihinde önemli bir yere sahip olmak.
'...görüntü kavramsal,spekülatif bir kalıba ne kadar az sokulursa asıl amacına o kadar yaklaşır...'
'...bir filmde görüntü,kişinin bir nesne hakkındaki duygularını bir gözlem olarak sunabilme yeteneğine dayanır...'
'...oyuncunun maddi-manevi,duygusal ve düşünsel yapısına uygun olarak yalnızca kendine özgü olan bir ruhsal konumu,yalnızca kendine özgü bir biçimde ifade etmesi çok önemlidir...Bunu nasıl yaptığı hiç fark etmez...Bence bir oyuncu,kişiliğinin gerçek bir parçası olan belli bir ruh haline sahipken ona başka bir ifade tarzını benimsetmeye hiç hakkımız yoktur...Her insan aynı olayı kendine özgü,tekil bir biçimde yaşar...Üzüntü ve karamsarlık dolu insanların bir kısmı 'içlerini dökmeye',kendilerini açmaya çalışırken,diğer bir kısmı da acılarıyla yalnız kalmak isterler...'
'Her sanatçı az çok aynı kaynaktan su içer...'
Andrei Tarkovsky, 1932 yılında Moskova'da büyük Rus Şairi Arseniy Tarkovsky'nin oğlu olarak doğdu. Tarkovsky filmleri otobiyografik özellikleriyle büyük zenginlik içerirler. Bunda babasının şair olmasının ve 7 yaşından itibaren müzik eğitimi almasının önemi büyüktür.
Tarkovsky sinema eğitimini Moskova'da Devlet Sinema Okulunda aldı. 'Yol Silindiri ve Keman', 1960 yılında Sinema Okulu için yaptığı diploma filmi aynı zamanda ilk filmi ve tamamen Sovyet topraklarında geçen tek filmidir Tarkovsky'nin. Moskova'da çekilen filmin, harici mekanlarında bina imgelerinin ağır bastığı görülmektedir. Film, erkek bir müzisyen ile silindir şoförünün karşılaşma hikayesini anlatır. İşleyiş tarzı olarak duygusal görünen film, Tarkovsky'nin renkli olarak çektiği tek filmidir. İlk konulu uzun filmine 'İvan'ın İhtirasları' adıyla başlayan yönetmen, filmi 1961 yılında 'İvan'ın Çocukluğu' ismiyle bitirmiştir.
'Andrei Tarkovsky' adını uluslararası arenada duyuran ilk film 'İvan'ın Çocukluğu'dur. Öksüz bir çocuğun İkinci Dünya Savaşı sırasında başından geçenleri anlatan film, Venedik Film Festivalinde, Altın Arslan Ödülünü başka bir filmle paylaşır.
'Yol Silindiri ve Keman'daki görsel zaaflar 'İvan'ın Çocukluğu'ndan itibaren düşünceli peyzajlarla yerini sınırsız bir doğaya sahip görselliğe bırakır.
1966'da 'Andrei Rublev'i çeken Tarkovsky, bu filmiyle komünist yönetimin tepkisini çekti. Filmin SSCB'de gösterimine, 1967 Cannes Film Festivali'nde ödül kazandıktan 1 yıl sonra izin verildi. Andrei Rublev, Eisenstein'in ölümünden beri durgun olan Sovyet sinemasında bomba etkisi yarattı. Ama şunu da belirtmek gerekir ki, bu filmin dönemin gözde akımlarıyla bir ilgisi yoktu.
Tarkovsky, 1972'de Stonislov Lem'in eserinden uyarlayarak çektiği ve kendi ifadesi ile bilim-düşlem olan 'Solaris'adlı filminde hayatın anlamını araştıran yolculuğuna çıktı. Bu film, ünlü yönetmen Stanley Kubrick'in bilim kurgu filmi '2001 Uzay Yolu Macerası'na doğulu bir cevap olarak nitelendirilir. Tarkovsky diğer filmlerinde olduğu gibi bu filminde de şiirsel öğelere yer vermişti ve Solaris gezegeninin sonsuz koridorlarında, sonluluk - sonsuzluk, varlık - yokluk gibi insanın varoluşsal gayelerine ilişkin sorularına cevaplar arıyordu.
Tarkovsky, 1975'te yönettiği 'Ayna'da yansıma ve hafıza olgularını çıkış noktası yaparak, çocukluk ve ilk gençlik yıllarına, bilinç altı derinliklerine, düşlerine ışık tuttu. Filmde Tarkovsky'nin kahramanları, dünyayı kişisel kökenlerinde öğrenmeye başlıyorlar. Çocuklukları hatırlayamayacakları kadar sönük bir neşeyle geçmiş ve bu onları yetişkinliklerinde duygusal açıdan yetim bırakmış.
Tarkovsky'nin 1979'da çektiği 'Stalker - İz Sürücü' adlı filmi, meteor düşen yasak bir bölgeye keşif yapan bir kılavuz, bir ressam ve bir edebiyatçının yolculuğunu konu ediyor.Tarkovsky'nin kahramanı ruhani bir yolculuğun içindedir. Kavrayışa, iletişime ulaşmak için yapılan bu yolculuklar zaman ve mekan içinde yapılır. Ayrıca bu yolculuklar Tarkovsky'nin iç alemine yaptığı yolculuklardır ve sürgünde geçirdiği yılları da hatırlatır. Yolculuğun sonunda doğru yoldan ulaşılmayan bölgenin merkezinde gerçek arzularımızın açığa çıkacağı ve gerçekleşeceği esrarengiz bir oda bulunur.
Tarkovsky 1982'de, kendine has sinema anlayışının doruklarından biri olarak görülen 'Nostaljiya' filmini çekti. Son filmi 'Kurban'ı, 1986'da İsveç'te çekti. 'Kurban' teknolojik burjuva uygarlığına ve trajik dünya görüşüne yönelttiği destansı bir eleştiri niteliğindedir. Tarkovsky bu filmde bireyin kendi hayatıyla hesaplaşmasını anlatır. 'Kurban' şahsi ve tarihi perspektiflerden dünyaya dair zihni ve manevi yansıtmalar dahil, Tarkovsky'nin film kariyerinde ele aldığı tüm konuların, temaların çoğunu topladığı 'son' filmidir. Gerçeklik ve düşlerin çatışmasıyla birleşen görsel imgeler çerçevesinde insanın mevcudiyeti üzerinde, kişinin kendisiyle, başkalarıyla ve dünyayla ilişkisinde insan ruhu üzerinde odaklaşarak felsefe yaptığı 'Kurban' filmi 'Stalker' ve 'Nostaljiya' ile başlayan görsel geleneğin bir uzantısıdır.
Andrei Tarkovsky 29 Aralık 1986'da öldü. Ölümünün üzerinden geçen bu süre zarfında klasik satatüsünü elde etti. 'Andrei Rublev' 1995 BBC 100'de yer alan tek Rus filmiydi. Dünyadaki en iyi eleştirmenlerin hazırladığı listede 'Andrei Rublev' birinci sıradaydı. Sinema eleştirisi açısından hazırlanan listelerin ilk onunda ise hem 'Andrei Rublev' hem de 'Ayna' vardı. Umarız artık bilinçli seyirciler, Tarkovsky gibi zirveye çıkmış sinemacılara hakettiği ilgiyi gösterirler.
Andrei Tarkovsky Filmleri
Kurban (1986)
The Sacrifice
Yönetmen, Senarist
Nostalji (1983)
Nostalghia
Yönetmen, Senarist
Stalker (1979)
Yönetmen, Senarist
Ayna (1975)
The Mirror
Yönetmen, Senarist
Solaris (1972)
Yönetmen, Senarist
Andrei Rublev (1969)
Yönetmen, Senarist
İvan'ın Çocukluğu (1962)
My Name Is Ivan
Yönetmen, Senarist
'...buna karşılı enstrümantal müzik o kadar özgün bir sanat dalıdır ki,onu filmin organik bir parçası olarak filmle bütünselleştirmek oldukça zordur.Bu yüzden onu kullanmak aslında her zaman bir tavizdir; o hep ilüstratiftir.Ayrıca elektronik müzik bir filmin ses düzeni içinde kaybolabilir,kendini görüntülerin ardına gizleyebilir,bir tür belirsiz bir şey olarak yansıyabilir.Kendini tıpkı doğanın sesiymişçesine,belirsiz duyguların işareti olarak sunulabilir,ama bir insanın nefes alışını da taklit edebilir.Ben bu belirsizliği seviyorum işte.Ses hep ortalarda bir yerlerde yüzmelidir,ister müzik,ister bir konuşma ya da yalnızca bir rüzgar şeklinde olsun,hiç önemli değil.'
(aklıma hemen lynch geldi)
'Benim için 'fikri bunalım' her zaman bir sıhhat belirtisi olmuştur.Zira bence,'fikri bunalım' kendini bulma,yeni inançlara kavuşma çabasıdır.Fikri bunalıma,fikri sorunlarla yüzyüze gelmekten çekinmeyen herkes,eninde sonunda düşmek zorundadır.Başka türlü olması da beklenebilir mi? Hayatın uyumsuzluklarla dolu olmasına mukabil ruhumuz uyum diye yanıp tutuşmaz mı? İşte bu çelişki,hareketin uyarıcısı,ama aynı zamanda da acılarımızın ve umutlarımızın kaynağıdır.Bizim fikri derinliğimizin,manevi olanaklarımızın onayıdır.'
'...varoluşun bütünüyle ilgili genel bir hüzünden kaynaklanan o özleme,nostaljiye kendini kaptırmış bir insanın...'
'Bir insanın sahip olduğu en önemli şey,gönül rahatlığıyla hayatın tadını çıkarmasını engelleyen her zaman huzursuz bir vicdandır.'
Ayna isimli müthiş filmin yönetmeni.
'Kendi ruhunun verdiği acı insana olayların gerçek yüzünü fark etme imkanı tanır; sorumluluk duygusu artar,suçluluk bilinci gelişir.İşte o zaman insan kendi tembelliğini ve ihmalkarlığını,bu dünyada olup bitenlerin kendi suçu olmadığı,bütün bunların diğer insanların kötü emelleri tarafından belirlendiği şeklindeki bir bahaneyle haklı göstermeye kalkışmaz.Bence dünyaya huzur,ancak ve ancak kişisel sorumluluğun yeniden yerleşmesiyle gelir.'
'...
Özgürlük sorunuyla birlikte ortaya,deneyim ve eğitim sorunu da çıkar.Zira günümüz insanlığının özgürlük mücadelesi bireysel özgürlük,yani bireyin kendi yararına olacak her şeyi yapmasına izin veren olanaklar etrafında döner.Ancak bu hayali bir kurtuluştur,çünkü bu yolda isanlığı yalnızca yeni hayal kırıklıkları beklemektedir.İnsan ruhundaki enerjinin kurtuluşu ancak,korkunç bir iç çatışma sonucu gerçekleşebilir ki bu çatışmaya girip girmemeye de ancak bireyin kendisi karar verebilir.İnsanın eğitimi yerine öz-eğitim geçmelidir,aksi takdirde elde ettiği özgürlükle ne yapacağını,onun kaba,salt tüketmeye dayalı bir anlayışla ele alınmasına nasıl karşı çıkacağını bilemez.'
'Sanatın tadına varmasını bilen bir insan en sevdiği eserleri kendi temayüllerine göre seçmiş ve sınırlamıştır.Ancak bir obur,kendine özgü seçimleri ve kararları olmayan ortalama bir insandır'
Genelde insan,yitirilmiş,kaçırılmış veya henüz erişilememiş zaman yüzünden sinemaya gider.Çünkü sinema,başka hiçbir sanat türünün başaramayacağı kadar insanın olgusal deneyimini genişletir,zenginleştirir ve derinleştirir.Hatta yalnız zenginleştirmekle de kalmaz,adeta gözle görülür bir şekilde uzatır da.Sinemanın esas gücü budur,yoksa 'star'lar,bıkkınlık veren konular,günlük hayatı unutturan eğlence değil.
Oysa sinema,istenilen büyüklükte ve uzunlukta bir 'zaman parçası'ndan oluşan olguların seçiminde ve birbiri arasında kuracağı bağlantıda özgür olmalı,tabii bu,hiç durmadan tek bir adamı izlemek gerekir demek değildir.Beyaz perdede bir insanın davranış mantığı,tamamiyle farklı (görünürde önemsiz) olgulara ve fenomenlere dönüşebilir.Dahası film yönetmeninin olguları ele alışına yön veren düşüncesi açısından gerekli görülürse başta seçilmiş kişilik,perdeden tamamen kaybolarak yerini bambaşka bir şeye terkedebilir.Örneğin içinde herhangi bir anahtar kşiliğin yer almadığı,buna karşılık her şeyin öznel,insanı bir bakışın hayatı ele alışı açısından kavradığı br film de çekilebilir.
'Her doğal organizma gibi sanat da birbiriyle çelişen öğelerin mücadelesi sonucu yaşar ve gelişir.Zıtlıklar burada iç içe geçer,yani bir anlamda düşünceyi sonsuza kadar tekrarlar.Bir eseri sanat haline dönüştüren düşünce,temelinde yatan çelişkilerin dengesinde ve uyumunda gizlidir.Sonuçta,sanat eseri üzerinde nihai bir 'zafer' elde etmek,anlamını ve görevini kesin bir açıklığa kavuşturmak mümkün değildir.İşte bu yüzden Goethe sanat eseri yargılamaya ne kadar kapalıysa o kadar değerlidir demiştir.
Gene de biz,mutluluğun,hem de kelimenin en geniş anlamıyla,insanlara eksiksiz bir irade özgürlüğü tanıyan şekliyle mutluluğun,bir an için kapısını insanlara açtığını varsayalım.Daha hemen o an,insanın bireyselliği yok olurdu.
Dahası bazı zayıf noktalar içermeyen,yetersizliklerden tamamen arınmış olan tek bir başyapıt dahi tanımıyorum.Dahileri yaratan kişisel ihtiraslar,şahsi bir eser yaratma düşüncesine saplanmışlık,yalnızca onların büyüklüklerinin değil,başarısızlıklarının da nedenidir.Ancak,organik olarak genel dünya görüşüne sığmadı diye bir şeyi 'başarısız' addetmek acaba ne dereceye kadar doğrudur.Bir dahi özgür değildir.Thomas Mann,bir keresinde şöyle bir söz sarfetmişti:Özgür olan,yalnızca kayıtsızlıktır.Kişilik sahibi olan özgür değildir,aksine kendi damgasının izini taşımak,gereklerine uymak ve esiri olmak zorundadır.
Anılar bizi saldırılara açık,acı çekmeye hazır kılar.
'...dinsel gerçeğin anlamı umutta yatar.felsefe,gerçeği,insan aklının sınırlarını,insan eyleminin ve insan varlığının anlamının sınırlarını belirleyerek arar.(bir filozof,insan varlığının ve eyleminin son derece anlamsız olduğu sonucuna varsa bile bu geçerliliğini yitirmez.)
sık sık sanıldığının aksine,sanatın işlevsel belirlemi,düşünmeyi teşvik etmek,bir düşünce iletmek ya da bir örnek oluşturmak değildir.hayır,sanatın amacı,daha çok,insanı ölüme hazırlamak,onu iç dünyasının en gizli köşesinden vurmaktır.
insan bir başyapıtla karşılaştığında kendi içinde,sanatçıya da ilham veren sesi duymaya başlar.böyle bir sanat eseriyle karşılaştığında izleyici,derin bir sarsıntı yaşar,adeta temizlenir.sanatsal bir başyapıtla onu algılayanlar arasında oluşan o özel gerilim alanında insanlar,varlıklarının,o andan itibaren serbest kalmak için baskı yapan en iyi yanlarının bilincine varırlar.böyle anlarda,olanaklarımızın tükenmezliğinde,kendi duygularımızın derinliğinde kendimizin farkına varır,kendimizi keşfederiz.
bir başyapıt:bu,mutlak geçerliliği içinde gerçeklik hakkında verilmiş kusursuz ve tam bir yargıdır ve bu yargının değeri,manevi olanla karşılıklı ilişki içinde insan kişilliğini ne kadar kapsamlı ifade etmeyi başarmış olmasıyla ölçülür.
'...bence,çağımızın en üzücü özelliği,sıradan insanın bugün,güzeli ve geçici olmayanı yansıtmakla ilgili olan her şeyden koparılmış olmasıdır.'tüketicilere' göre biçilmiş günümüz kitle kültürü-bir protezler medeniyeti-ruhları sakatlıyor; insanın kendi varlığıyla ilgili en temel soruları sormasını,bir ruhsal varlık olarak kendisinin bilincine varmasını giderek artan bir şekilde engelliyor.ama bir sanatçı,gerçeğin sesine kulaklarını tıkamamalıdır,tıkayamaz,çünkü ancak ve ancak bu çağrı,yaratıcı iradesini belirleyecek ve disiplin altına alacaktır.sanatçı ancak bu sayede inancını başkalarına da aktarabileme yeteneğine kavuşacaktır.bu inanca sahip olmayan bir sanatçı ise doğuştan kör bir ressama benzer.
Bir sanatçının konusunu 'aradığını' söylemek yanlış olur.konu,onun içinde tıpkı bir tohum gibi olgunlaşır ve şekillendirilmeyi bekler.bu tıpkı bir doğuma benzer.şu farkla ki şairin elinde gurur duyacağı hiçbir şey yoktur.sanatçı,durumunun hakimi değil,hizmetkarıdır.yaratıcılık,onun için mümkün olan yegane varoluş biçimidir ve yarattığı her eser,onun için,gönüllü olarak kaçamayacağı bir eylemdir.'
'Bir sanat eserinin kabul görmesinin vazgeçilmez önkoşulu,bir sanatçıya güvenmeye,ona inanmaya hazır olmaktır.Ama bazen,salt duygularla kavranması gereken şiirsel bir görüntüden bizi ayıran anlaşmazlık derecesini aşmak çok güçtür.Tıpkı Allah'a duyulan gerçek inanç gibi bu inancın da koşulu,belli bir ruhsal tutum ve özel,saf bir manevi güçtür.'
'...sinemada beni çeken,alışılmamış şiirsel bağlantılar,şiirselliğin mantığıdır...
...kanımca,şiirsel mantık,hem düşünce geliştirmenin yasalarına hem de genel olarak yaşamın yasalarına klasik dramatürjinin mantığından çok daha yakındır...
...karmaşık bir düşünce ve şiirsel bir dünya görüşü,asla,ne pahasına olursa olsun,fazla açık,herkesçe bilinen olgular çerçevesine sıkıştırılmamalıdır.Dolaysız,genelgeçerli sonuçlar çıkarma mantığı,insana fazlasıyla geometri teoremlerinin ispatını anımsatıyor...
...bir nesne hakkında her şey hemen bir çırpıda söylenmezse,insan bu konuda şahsi görüşler üretme olanağına kavuşmuş olur.Oysa genelde sonuç,seyirciye hiç akıl yürütme fırsatı tanımaksızın tepsi içinde sunulmaktadır.Seyirci zahmetsiz elde ettiği bu sonuçla ne yapacağını bilemez.Yönetmen,bir görüntünün yaratılmasındaki zahmeti ve mutluluğu seyirciyle paylaşmadan ona bir şey anlatabilir mi? ..
...burada şiirden söz ederken aklımda belli bir tür yok.Şiir benim için bir dünya görüşü,hakikatle olan ilişkimin özel bir biçimidir...'
'...Bu tip (İvan karakteri için söylüyor) ,içsel dramatikliğiyle beni,keskinleşen buhran anlarından ve insanlara özgü bütün temel çatışmalardan geçerek adım adım gelişen karakterlerden çok daha fazla etkiledi.Gelişmeyen,nerdeyse durgun bir karakterde,ihtirasın baskısı aşırı derecede yoğunlaşır ve bu yüzden adım adım gelişen bir insanda olduğundan çok daha belirgin ve inandırıcı bir şekle bürünür.İşte Dostoyevski'yi de bu tür bir ihtirası anlattığı için seviyorum.Benim bütün ilgim,görünüşte dingin,ancak esiri oldukları ihtiraslar yüzünden içsel gerilimle dolu karakterlere yöneliktir.' A.Tarkovsky (Mühürlenmiş Zaman'dan)
andreı tarkovsky bir şairin oglu olarak dünyaya geldi ve sinemada insan unsurunu öne çıkartan uzun çekim sahneleri ve duru bir anlatım tercih etti.Tanrı düşüncesini bir varış olarak ele aldı ve bütün mutsuzlugumuzun yeterince inançlı olmamaktan kaynaklandıgını ifadeye çalıştı.Filmlerinde kısa müziklere yer verdi diger bütün seslerin zaten yeterli oldugunu düşündü.önemli filmleri S.LEM in kitabından SOLARİS, STALKER,KURBAN,İVAN NIN ÇOÇUKLUGU gösterilebilir.sanat hakkındaki düşüncelerinide kapsayan MÜHÜRLENMİŞ ZAMAN adlı bir kitabıda bulunmaktadır.
Filmlerini seyretmek için büyük sabır gereken Rus yönetmen....