Ansızın gelen karanlık ürkütücüydü. Sesin patladığı yöne döndü yüzünü. Paniklemişti. Puslu görüntülerin üzerine düşen gölgelerle bir belirip, bir kaybolması korkusunu iyice depreştirmişti. Şimdi bir başına ortada kalmışlığın şaşkınlığındaydı. Onu tek düşündüren bu karanlığı yırtarak çıkmaktı. Düştüğü derin kuyudan, yittiği koygun sulardan kanatlanarak yeryüzüne çıkmak… Soluğu tükenecek gibiydi. Eliyle sağ kolunu yakaladı. Yaşıyorum, çok şükür dedi. Ne söz gelen, ne de bilinçte toparlanan söz öbeğiydi… Uzak tutmak istiyordu o tür düşünceleri kendisinden. Özlemdi içindeki, derin sızı taşıdığı; bir başına kaldıktan sonra daha çok anlıyordu içinde yaşanan, ya da yaşanamayanları…
Unutuşun yüzü bu mu? O kimliğinden uzaklaşmıştı günlerdir, hatta aylardır. Yazmakta olduğu kitabı, araştırma notlarını bir yana bırakıp buralara değin gelmişti. O sesin yakınında durmuştu o da. Üçlü kavşakta buluşmuşlardı. Yazdıklarının özüyle kucaklaşacağını bilmeden düşmüştü yola. Bir renk, Bir koku, Bir düş izi, O rastlaşma an’ı yol ibresini buraya çevirmişti. Şimdi durup geldiği yerin anlamını çözmeye çalışıyordu. İçinde avazlanan sese kulak veriyordu ara sıra. Kavuşmanın durağına gelmişti ya da öyle sanmıştı. Kavuşmak yitirmekti aslında. Öteki sesi dinliyordu. ‘’Ben’’ ve ‘’öteki’’nin arasındaki düş tufanıyla alt üst olmuştu. Yitirdiği yer çocukluğuydu; Oyun düşleri, Yol izleri, Bahçe gölgeleri, Çiçek renkleriydi… Bir de kokulardı. Sesler. Rüzgar.
Bakışlarını içe çektiğini düşündü. Dokunduğu eller tutmuyordu artık demek ki. O iç denizlere baktı. Neydi arayıp da bulamadığı, bunu düşündü. Bir renk, bir ışık, hareket miydi yoksa? Bir ses uzaklardan ‘’hiç kimse kendi şiirlerini incitmemeli bence…’’ diyordu. Oysa bilmiyordu benim yazılarım beni ne çok incitiyordu, Ne çok kanatıyordu içini, içindekileri. Buna rağmen yazmaktan cayamıyordu. Hiç dokunmamıştı, sevememişti hiç… Evet, evet; hiçlemişti nice zamandır ellerin sıcaklığını, bakışlarının bekleyişini. Onu buraya getiren neydi? Bunu sordu kendine. Son halini anımsadı birden. Bu haliyle ne çok benziyordu ona. Yaklaşıp ellerini tuttu. İkisini de avuçlarının içine aldı. Öpmek istedi Duraladı. Yüzüne baktı. Artık onu tanımadığını, konuşmayı nicedir unuttuğunu bile bile bakışımsız kaldı. Bakışlarını içine çektiğini gördü! Elleri gevşedi! Soğudu. Düştü iki yana onunkiler öylece
Sesimin sesi ol. Suda, yelde ve ateşte yol bulanım ol sükûtum, gül seyrim. Zamana hükmeden sözün yalınkılıç sırdaşı; bu sese dön yüzünü. Özlemi ve ayrılığı aynı gölgede tutmadan tanı. Gününün rengini bil, bir de gecenin sesini dinle. Yiten gölgede kalan izim. Solan günün akşamına benziyor gözlerin şimdi. Benim solgun bakışlı, gönül çerağım. Unutma bu kenti. Ötekini ve yazıcıyı. Unutma varoluş ve yok oluş, sürüklenişin öyküsünü. Bir de kavuşmanın, savruluşun
Issızdı her yan, benim gibi. Adımları iyice yavaşladı. Hemen çekip gitmek istemiyordu. Sokaklar kimsesizdi. Bu kent öyledir. Hangi sokağına girerseniz, oranın rengini, kokusunu alırsınız. Ruhunuz orayla beslenir. Teninizin altındaki renk rengini oradan alır. Geceyi sözle, gündüzü sükûtla teslim alırdınız… Birden geride bırakılan ilk yazı anımsadı. Yemek yapmıştım sana, sen salatayı hazırlarken, etin sosunu sormuştun bana sır demiştim anımsadın mı? Bulaşıkları ben yıkamıştım sen şarabını içerken. Çok gülmüştük, kırmızı şarap, Air On the G String çalıyordu anımsadın mı? Hüzünlenmiştik. Bach’ı anlatmıştım sana uzun uzun. Biliyordum sıkılmıştın, ama sözümü kesmemiştin. Neden anlattım ben, neden dinledin sen anımsadın mı? Neden hep takım elbise giydiğimi sormuştun, cevap vermemiştim. Ama çok yakışıyor sana demiştin anımsadın mı? Yaranın ancak doğduğun iklimde iyileşebileceği söylenmişti sana. Düşülen ateşlerin açtığını örtebilecek iklime yol alıyordun. İçinde avazlanan bir ses… Düşlerin ötesine geçiyordunuz birlikte. Bir başka gökyüzüydü o sesi getiren.
Bu adımladığım yollarda ömrüm hep buraya ait, burada kalacakmışım diyerek ne çok düşünmüştüm diye geçirdi içinden. Tek yitirmediği duygu buydu. ‘’bir yere ait olmak’’. Onu, yıllar sonra döndürüp buraya getiren, geçmişteki izlerin, renklerin, seslerin, kokuların ardına düşürendi de üstelik. Gördüğü her yerde bir eskimişlik, yerine konulamamışlık, solgunluk vardı. İçindeki görünmemezlik, siliklik, yitirilmişlik duygusunu depreştiren sokaklara düşürdüğünde yolunu, bu solgunluğu daha bir adlandırabiliyordu. Görmek istemediği, buradaki hayatların sesini, soluğunu çekip almıştı sanki.
Bahçeyi gören pencereye yanaştı iyice. İçindeki ıssızlığın yansımasını gördü orada Evi çepeçevre dolaşıp bahçeden girerek gelmeyi düşünmüş sonra vazgeçmişti. Gözlerini alamadı oradan. Sesi bir uzaklaşıp, bir yakınlaşıyordu. Ey canımın canı, avazlanan sesimi dinle. Yolumu yoluna düşürmek isterim. Sana kavuşmaya can baş koyduğumu bil, Bana ışık tut. Canımı canından ayırma, can ışığım. Ölümü gözleyen yolların ırağına geçelim.
Sükûtuna erelim canı tenden ayırışın BİR GECE VAKTİ.
Hiç tanımadığı, yüzünü hiç görmediği bir ses içini ılıtmıştı. Bir an bütün duyguları çözülüvermişti sanki. Hiç bilmediği şeyler değildi söylediği sözler, ilk kez duymuyordu, ilk kez düşünmüyordu onun söylediklerini; Acısını hafifletmemişti, neydi o zaman diye düşündü uzun uzun… Yalnız kalmak istemediği o an’da arkadaş olmuştu birkaç dakikalığına evet evet hepsi buydu… Arkadaşı olmamasına karşın kısa bir dostluk eliydi, insan eliydi…
Gene de tedirgindi. Keşke tutsalardı, karanlığın ucunu görseydim. Çay bu saatte gitmez dedi, kahve fincanını sarmaladı elleri. Günün gerginliğini üzerinden atmak için, oturup kitap okumak istiyordu. Tolstoy’un Dirilişi’ni yarılamıştı bile tüm gece boyunca. Lenin’in Tolstoy üzerine yazdıklarını tekrar okumak için aramış ama bulamamıştı. Yazılanları yazdıklarını kaybedince içi daralıyordu. Geceyi düşündü içemediği çayın sıcaklığı, buğusu almıştı onu içine… Yitirilmiş bir zamanın, tutsak olunmuş bir aşkın ardına düşmüştü. Bu gecenin hem sesine, hem sözüne, Tolstoy ve sıcak çay fon oluşturuyordu;
Geçilip gidilen yerlerin izi vardı gözlerinde. Anlatılanlar kadar okudukların da seni kavuşmanın sızısıyla buluşturuyordu. Baktıklarında gördüğün, hissettiklerinde yaşadığın bu yerin dili değildi. Çözülen yaşamın iğreti duruşuna tanıktın artık. Belki de otel odaları bundandır senin tek barınağın. Sırlı aynalara yansıyan yüzün bütün bir ömrün hüznünü yansıtması da bundandır. Her sabah oraya bakmadan, yüzündeki izlerin anlattığını görmeden güne dönmezdin yüzünü. Şimdiyse, kaçıyorsun onun yansımalarından. Dışardaki hayatın yansıttıkları alıyor seni içine.
Her türlü sızıya karşın, üzerine üzerine yürüyorsun ait olduklarının. BİR GECE VAKTİ
Burası bu yer, ne çok anlatıyordu dışarısını ve dışarının var ettiği yaşamın dilini; dışın içe, için dışa yansımasıydı yaşam… Dede Efendi’nin ferahnaz faslını dinlemek istedi. Gramofonu açtı, taş plağı çıkardı, kadife bezle yüzeyini sildi. Ninesinden armağandı ‘’bunun değerini sen anlarsın ancak Umudum’’ sözü dün gibi kulaklarındaydı. Geçip camın kenarına oturmaya karar verdi. Ömründe pencereleri neden daha çok sevdiğini; içteki ve dıştakinin asıl sırrının buranın aynasında gizli olduğunu düşündü. Bahçedeki kiraz ağacına bakarken Hammamizade İsmail Dede Efendi’nin hüzzam yürüksemaisi dünyanın dilini kiraz ağacıyla birlikte anlatıyordu.
Onu araştırmaya, yazmaya iten ayrı kalış düşleri miydi? Hep bunu soruyordu kendine. Araştırdıkça, yazdıkça başka bir dünya ile yüzleşiyordu. Yürüdüğü izler farklılaşıyordu. Bir kazıcı gibi yol alıyordu. Parmağını camda sabitleyip tuttu öylece. En esnek olanıydı işaret parmağı. Camda şekiller çizmeye çalıştı. Bir tür göz oyununa dönüştürmüştü, görünmez şekiller çizdiği cam da… Şimdi camda çizdiği, ya da çizmek istediği bu şekillerle yalnız başına kalmanın dilini çözüyordu. Her bir eşya, nesne biraz da içte ve dıştakilerin yansımasını anlatıyordu ona. Gidememenin yolu, Yapamamanın sözü, Çizememenin resmi, Paylaşamamanın sesi, Konuşamamanın rengi yansımıştı her bir duvara, köşeye, masaya, Ve dahi
"HİÇ": Felsefede "hiçlik" terimi, varoluşsal veya ontolojik bir kavramı ifade eder. Bu anlamda hiçlik, varoluşun veya gerçekliğin olmamasını ifade eder. Bazı felsefi görüşlere göre, hiçlik, varlık öncesinde veya varlık dışında bulunan bir durumu temsil edebilir. Hiçlik kavramı, özellikle varoluş felsefesi ve mistisizm gibi alanlarda tartışılır....
Her zaman ki bakışlarını yitirmişti. Bedeni ölgünceydi, bakışları da öyle. Susmuştu… O da susuyordu. Konuşunca o da konuşuyordu! Boşluğa, tıpkı o zifiri karanlığa bakar gibi, söylenmiş sözleri oldu, en son. Geçip gittiğim yerlerde ne çok anıya dönüşen iz var demişti kendi kendine. Ukala, her şeyi bilen, anlamadan, dinlemeden ahkam kesenler, hep uzak durmuştu hep. Onlardan kurtulduğu an, yazıda ve sözde, başka bir iklime, coğrafyaya, çıkartma yapmış gibi hissetmişti kendini. Pencerenin önünde kaskatı kesilmişti. Gecenin o koygun karanlığında bahçeye bakıyordu, Tagora büyülüyordu onu. Gandi’ye Mahatma adını vermiş onu onurlandırmıştı belki de bu yüzden etkilendim dedi içinden. Bir bardak çay çok iyi gelmişti; son günlerde kahveden tercihi çay olmuştu. Çocukluğunun yurduna salacaktı kendini. Şimdi, bütün sabahlarını bir bir anımsayarak yol alacağım sokaklarında içimin… O, şenliğin çok uzağındaydı şimdi. Kaskatı kesilmiş, pencere ile karanlığın arasına sıkışıp kalmış gibi bakıyordu zifiri boşluğa. Şimdi bütün sabahlarında olmak isterdim içimin, diye geçirmişti içinden;
Yeni bir sürgüne hazırlarken kendini; BİR GECE VAKTİ.
Ne zaman bunalsam, ne zaman kalabalıklar beni cendereye alsa, işlerimde birbiri içinde devrilse o şehre kaçardım. Orada kendi ıssızlığımda yarım kalan işlerimi toparlar, sayfalarca aldığım notları, el yazmalarımı bir düzene sokar yaşamı kendi akılganlığına bırakır kendimi hep iyi hissederdim. Yalnız kalmak, yalnızlığı tercih etmek bana akıl duruluğu sağlardı. Bu şehre beni çeken bir kişi de Osmanlı konağını butik otele çeviren ama sadece dostlarını ağırlayan bilge Afgan Dede’nin doyumsuz sohbeti… Sizi hiç sıkmayan, ihtiyacınız kadar sizinle olurdu. Bu dozu nasıl ayarlar asla bilemezdim. Ama dedim ya bilge kişi Afgan dede; bunun sırrı onda gizlİydi. Üç yıl önce, yani son gidişimde bana yöresel yemek yapan bir yeri önerdi. Lezzet düşkünü olmam nedeniyle o akşam için kendimi o lokantada buldum. Salaş denilen ufak ama çok temiz, sadece altı yedi masası olan şirin bir yerde burası. Masalarda el işi işlenmiş dantelli örtüler vardı. Duvarlarda sulu boya resimler ayrıca renk katmıştı buraya. Yemek siparişini asık suratlı 55-60 yaşlarında biri aldı. Yemeğimi yerken kasada oturan hanıma gözüm ilişmesiyle lokmam boğazımda tıkandı adeta. Kasada oturan hanım benim çocukluk aşkım Nevin’di. Ayağa kalktım ona doğru yürürken bana gelme işareti yapınca ortada kalakaldım. Başını sağa sola sallıyor lokantanın yemek bölümünü işaret ediyor, gözleri de ağlamaklı. NEVİN. İlk okulu ve orta okulu birlikte okumuş, ben lise tahsilini Ankara’da yapmak üzere kasabadan ayrılmıştım. Çocukça saf temiz platonik bir aşktı bizimkisi, el ele tutuşurduk, kalbim güvercin misali elinde atardı. ‘’Şımarık kara gözlü’’ ismini Nevin vermişti bana, çok yakışıyor bu şımarık gözler derdi; ben utanırdım. Kasabaya en son geldiğimde evlendi dediler, ‘’kız kısmı okuyup da ne yapacak’’ demişler, ortaokuldan sonra da evlendirmişlerdi. Çok zengin kendinden oldukça büyük birine vermişler dedilerdi bana. Yemek getiren asık surat kocası olmalı diye düşündüm. Masama oturdum. Kendime gelene dek bekledim hesabı ödemek için gittiğimde bir kağıt iliştirdi bana. Ağlıyordu sessizce, yüzüme bakamıyordu. Gözyaşlarına dokunmak istedim; Yapamadım Bakakaldım. Dünya kapkaranlıktı o an… İçimde cam kırıkları vardı. Ağzım keçe gibiydi. Bağırabilsem ahhh…. Ben masada otururken yazmıştı mektubu; ‘’Umut diyordu, kocam çok kıskanç, beni dövmek için bahane arar, sakın gelme, konuşma, ailem bana arka çıkmıyor, tahsilimde yok, ben beş çocukla bu adamın kölesiyim. Dört oğlum bir kızım var, dört erkek çocuğumun adını o koydu, kızın ismini sen seç dedi. Ben de onun adını Umut koydum, senin gibi saygılı, güzel olsun, çevresine yardım eden, hayvanları, doğayı seven iyi biri olsun dedim. Kırk yaşında ama hala çok yakışıklısın. Gözümü senden alamadım, bakamadım şımarık kara gözlerine, evlenmemiş dedilerdi en son. Senden tek dileğim var Umudum, beni anla tek dileğim. Bu şehri hemen terk et asla bir daha gelme, Afgan Dede yolladı seni bilirim. Ama çaresizim ben, çare arama, bu şehre tekrar gelme asla gelme, ben dayanamam sana burada uzak uzak bakmaya… dayanamam git bu şehirden Umudum…. Okutmamışlar, hemen evlendirmişler çocuk gelin olmuştu Nevin, ülkemin çocuk gelinlerinden bir çocuk, daha oyun çağında bir adama köle gibi verilmişti. Git demişti bana… GİT. O gece vakti şehri terk ettim, bir daha gelmedim yasaklanmıştı bana o kent BİR GECE VAKTİ…
Uyanırsın bazen Öyle ansızın değil Hoplayarak zıplayarak değil Usulca açarsın gözlerini Bin yıl uyumuş gibi hissedersin Bir bardak su içer yatağına dönersin İşte o an aklına gelir gördüğün rüyanın güzelliği Bi heyecanlanır bi duygulanırsın Yeniden uyumak istersin Kaldığı yerden devam etsin istersin Kendini kandırır avutur uykuya dalarsın Bir gece vakti...
O uğultu kesilmiş, gecenin zifiri karanlığını daha da koygunlaştıran bir sessizlik almıştı ortalığı. Perdeyi aralayıp dışarı baktı… Kapkara bir duvardı pencere önü. Oysa biliyordu ki; bir adım ötede tadına hiçbir zaman doyamadığı, elma ve portakal ağacı, onun hemen berisinde kiraz ağacı, güne birlikte eşlik edenler… Karanlığın gizlediklerine şaşkınlıkla baktı. Işığın rengini düşündü. Dahası onun yansıdığı nesnelerin karanlıktan, kapkaranlıktan kurtulup gerçekliklerine kavuşmalarını. Sabahı mı beklemeliyim dedi içinden. Şimdi çıkıp yola düşemeyeceğini bile bile, uykusunu bastırarak, kalkıp pencere önüne gelerek, hiçbir şeysizliğin kollarına kendini bırakarak, buradan gidip gitmemeyi; ama ne olursa olsun, adımını dışarı atınca kendini özgür hissedebileceği, o al-verden, ikilemden, kaygan düşüncelerden, kendisini alıp götürecek duyguların dinginliğinden kurtulup kurtulmamayı düşünmüştü. Buraya gelmek kolay, buradan gitmek zordu;
Yönünü yitiren bir güvercinin, ışığını özleyen Mihallıççık kuşunun, göğüne kavuşmak isteyen yaralı hüthütün umarsızlığı, özlemi, acısı vardı teninde. Her şey bu kadar çabuk mu değişiyor! Çözülmenin dilini anlamaktansa, var olanın nerelerde saklı tutulduğunu görmek istemişti. Görmeyi de öğrenir insan, Hele bir yıkılmaya, çözülmeye dursun… Ait olduğunuz yerin dilini anlamak için başka da umarınız yok! Şimdi, onun sözlerine dönmüştü yüzünü. Burada, her adımda sesi bir çınıltıya dönüşüyordu. Sözlerine dönüyordun ister istemez. Adımladığın her yer, rastlaştığın her mekân biraz da onu anlatıp, yazdıklarını anımsatıyordu sana bir bir. Görmeyi, bakmayı anlatıyordu sana… Görmeye, görülmeye dair sözler ediyordu. Bakışın dili, zihnin yansısı buradadır. ‘’Görmeyi öğrenme duygu diliyle gelişebilir ancak’’ diyordu. Bunu düşünmüştün günlerce. Yaralı ten uğuntusunu getiriyordu her bir görüntü. Gelenleri, gidenleri düşündün. Adlandırılamayanları. Hayatın derdest edip sürüklediklerini. Bakışların arıyordu onu. Bir yel gibi gelip geçmişti karşından. Bilmiyordu bakışlarının onda olduğunu, sözlerinin birikirtirdikleriyle buluştuğunu… Görmeye, görülmeye değer bir dil yurdunun gezginisiniz. O orada, sen burada
Yok oluşun, terk edişin tarihiyle yüzleşmişti. Sinikleşmenin, değişmenin, değiştirmenin, saklı kalışın, örtülüşün, kimliksizleşmenin…
Günü bir kuşluk vakti karşıladı. Bu yüzleşmenin adını arıyordu, bir de durduğu yerin anlamını sorguluyordu. Okuduğu kitabın satır aralarına dalmıştı. Tagore’nin balıkla selamlaşması müthişti dedi… Günün başladığı yer, ona göre, anılarla bürümleşen o mekanların dilini en iyi anlatan ince belli bardakla ilk çayını yudumlayarak yüzünü hayata dönmekti. Kuşluk vaktiydi dedim. Ben çayımı yudumlarken sen beni izliyordun, Şımarık kara gözlerim bunu biliyordu. Mademki ilk aşkının esintisi alıp dolaştırıyordu onu, demek ki ilk gençlik demlerindeydi gelip bu yeri keşfettiğinde. Gene bir gün, kuşluk vakti, gelip orada soluk aldığında, havuzun hemen yanı başındaki servinin, elma ağacının yapraklarıyla tanışmıştı. Ağaçları, daha çok gövdeleri, dallarından değil de yapraklarından tanıyıp adlandırdığımda şaşar kalırdın… Bahçemdeki bu yeşilin sabah güneşiyle bin bir renge bürünen hallerine bakarak, gözleriyle yaprakların yüzeyine dokunarak sormuştun; Söz senin hünerin, Bir de yalnızlık kokan Yazıların?...
Herkes bilirdi bu yanını! Önünü açtığınızda, şenliklerden şenlik beğenmeniz gerekirdi. O da, bu yanını bildiğinden, fazla üstelememişti sorusundan sonra anlatılanları. Gelip durduğu bu yeri, o yaprakların dili, rengi, biçimi olmasaydı tanıyamazdı. İnsansız bir şehir gibisin derdi, güzel bir şehir… Tanımak için içeri, daha içeri girmeniz gerekir. Oysa biliyordum ki burada çözülmüştü
Göç yurdun, Ayrılığının sebebi, Çocukluğun, Düşlerin… Düşlerindeydi hep o kent. Kokusu sevgili gibiydi, sinen ve hiç gitmeyen. Dağ yellerinin esintisi adımladığın sokakları. Getirdikleri düşlerindi, yurtluğunun sıcaklığıyla, Sevgilinin bakışlarının izleriydi. Bu ayrılığı yazanların sözlerini zamana ve tarihe bırakıyorsun. Çocukluk yurdunu arıyorsun. Bir yazgıyı paylaşıyorsunuz; yurtsuzluğu, sürgünlüğü. Sen yurdundan koparılmıştın, o düşlerinin evinden. Öteki ‘’aşk’’ının sürgünlüğündeydi. Yurt yeriniz, barınağınız aynı kavşakta buluşturmuştu sizleri. Ses… Sesler…
Taşa nakış veren elleri, biçimleyen bilincin aydınlık bakışını düşündü. Gelip durduğu bu yerde, taşların diline döndü gene. İçinde depreşen o boşluk duygusunu altetti. Rodin’i düşündü; Victor Hugo’yu neden çırılçıplak bir kayaya oturtmuştu. Victor Hugo’ya neden bu kadar kızgındı. Aşk ve tutkunun ne olduğunu, insan ömrünün ne anlama geldiğini, Rilke’yi düşündüren o dize; ‘’Bitirilecek ne kadar çok acı var!’’ Rodin neden Camilla Claudel’i öldürmek istemişti. Otuz yıl akıl hastanesinde hep Rodin’i düşündü, onu severek ve ondan çok korkarak… Tam otuz yıl Claudel akıl hastanesinde kimsesiz ve yalnız
Ölene kadar.
"Bir avuç toprağı yoğurmayı bile bilmeyenler. Duygusuz yavan insanlar. Bu benim ruhum en kutsal varlığım... Bunlar çalışma saatleri. Ruhumun yandığı saatler. Siz yiyip içerken, dalga geçerken, oburca tıkınırken, ben heykelimle yalnızdım.. Ve yavaş yavaş akan benim hayatımdı.. Bu toprağın derinliklerine kanımı akıtıyordum..."
Can suretim, Ayrılığın sebebi. Bir yol dervişiyim, yol oğluyum şimdi. Sencileyin yaşananların uzağındayım sanma, Gök gözlü servicanım. Dönüyorum gökyüzü maviliğinde Süzülen bir güvercin gibi. Savruluyorum, Yarasının kanını göstermeden O mavilikte kaybolmaya çalışan
O karanlığı anımsamıştı belki de. Onun anımsamak istediğini… Yarım yamalaktı hayatındaki her şey. Hiçbir şey başladığı gibi bitmiyordu. Engelini biliyordu. Evindeydi, pek çoğunun kıskandığı müthiş yalnızlığında. Ateşi düşmüştü; bu gece çeviri yapmayacaktı, okumayacaktı. Tagore beklesindi. Carl Orff’un Carmina Burana’sı çalıyordu. İyice ayırdına varmıştı… Ellerinde bir titreme hissetmişti. Müziğe doğru gidiyordu. Kendisini azat edecek bir yerin arayışındaydı. Dalgındı bakışları, içindeki acının uğunuşunu kimsenin görmesine gerek yoktu, kimseyi ilgilendirmezdi yazdıkları, acıysa bu acı kendine aitti.
Kulaklarında Carmina Burana ezgisi, bakışlarında bu kentin bütün hüznü vardı.
Upuzun, içine yuvarlanacağı bir karanlık boşluğa düştüğünü sandı. Nefesini tuttu. Bir an geri döner gibi oldu, vazgeçti. Günlerdir ateşler içindeydi, evine gelmek istemişti; bırakmadılar. Sarı bir ışık hep üzerindeydi.
Nihayet evimdeyim. Yalnızlığımın kalesi Her şey yerli yerinde bilgisayarım, çeviri yaptığım kitap, notlarım, son okuduğum kitap Rabindranath Tagore hepsi beni bekliyor.. Çok şükür. Artık yazmak istemiyorum, yazılarım kimse için sevgi, umut, düşsel, ya da ongunluk yaratmıyor…
Bir fenikme hali vardı yüzümde. Bulantı hissetmişti, içi karanlıktı, gecenin bu saatinde ne işi vardı burada, alıp başını gitmek istiyordu; Gidemiyordu. Bulantı geçmemişti. Diz çöktüğü yerden ağır ağır kalkıp, şaşkınca bakındı çevresine. Adım atacak yönü kestiremiyordu. Kararsız, şaşkındı, savruntuya kapılmış gibiydi! Panik içinde birinin savruntusundaydı. Titriyordu. Dudaklarında beliren alaysı gülümseyişle başını sağa sola döndürdü… Böylesi bir an’da bir yere gidememek, kapısını çalabileceğin birsinin olmaması ne acı diye geçirdi içinden. Duygularındaki al-veri yatıştırmaya çalışıyordu. İçindeki bu fırtınanın dineceği yoktu. Alıp başını nereye gitmeliydi peki! Tuna’nın sözleri geldi aklına ‘’evlen artık, çekilmez bu hayat’’ diyordu sesi kulaklarında.
İçimdeki gece hüznüyle bana en iyi gelen yalnızlıktı bunu bilmiyordu.
1977 yılında Viyana Belediyesi Vedat Dalokay yönetimindeki Ankara Belediyesine 2 adet beyaz kuğu hediye eder. Daha sonra Kavaklıdere Parkı’nın adını Kuğulu Park olarak değiştirecek bu ilk kuğuların isimleri Ankara ve Viyana olur. Bu iki güzellik birbirlerine delice aşık olurlar, parkta çok güzel günlerini yaşarken Ankaralıların hayran bakışları altında sevdalarını yaşarlar. Ama biliyoruz ki her güzelliğin bir sonu vardır. 1980 darbesi ile Kenan Evren’in emri ile bu iki sevdalıdan Ankara, Ankara’nın Çankaya semtinde bulunan Seymenler Parkına tayin edilir. Viyana yemeden içmeden kesilir, Ankarayı çok özlemektedir. Ankara için de durum çok kötüdür, Viyana’sız bir hayata katlanamamaktadır. Karar verir bir gece Seğmenler Parkından havalanır, tek isteği sevgilisi Viyana’ya kavuşmaktır. Ama çok katlı yüksek binaları gece karanlığında farkedemez, o zaten alışık değildir şehrin füze gibi gökdelenler arasında uçmağa ve bir gökdelene çarparak orada sevgilisi Viyana’nın hasretiyle ölür… Viyana da Ankara’ya kavuşmak için aynı yöntem uygular; o da bir gece sevgilisine kavuşmak ister ama o da bir gökdelene çarpar ve ölür.
Daha sonraları buraya başka ülkelerden de kuğular gelir. Çin’in Pekin Belediyesi iki siyah kuğu gönderir; isimleri Deniz ve Elmas olur. Ne zaman Ankara’ya gitsem mutlaka Kuğulu Park’a giderim, dostlarımın ‘’kız istemeye gider gibi’’ sözlerine gülümserim. Elimde bir kitap, kahvem olur; Ankara ve Viyana’nın hüzünlü hikayesini anımsarım. Louis Aragon’un o sözleri usumda canlanır
Sevincimin ve kederimin sebebi; Deli, hoyrat bir düş belki benimkisi. Bil ki canımın canı; Sensiz gece olmuyor bana; Yazı, kışı, baharı unutuyorum. Hazanındayım mevsimin. Zamanın en dar yerinde çaldığım piyanomun sesine kulak veriyorum; Yokluğun yalandı demek istiyorum. Cankuşum, geç gelen kara karasevdam. Geceyi sabaha erdirir gibi, Soluk soluğa çocukluk düşlerine koşar gibi, Bilmediğim bir kente sensiz girer gibi, Sonra seni orada yudum yudum yaşar gibi; Unutmak istiyorum!... Seni unuturcasına sevmek, severcesine unutmak istiyorum. Unutuşun aşkın kitabına dönüyorum; Yurtsuzluğumun encamını görüyorum. Savruluşum, kopup gidişim, arayışım bundandır.
Gitmek isteyip de gidememenin derin sızısını yaşatan bir buluşmanın kapısından döndüğünü anımsardı sık sık. Yaşanmamışlıkları yaşanılabilir kılan tek şey düşlerdi. Zamanda rastlaştıkları, yaşadıkları hep o görememenin doğurduğu sonuçlarla yüz yüze bırakmamış mıydı onu! Bunu hep bir kazanım gibi görmüş, sonrasında da unutuşun kollarına salmıştı kendini. O, buna hayatı onara onara yaşamak diyordu. Oysa şimdi dönüp geldiği noktada onarılabilecek hiçbir şeyin kalmadığını biliyordu! Sezgilerinin uzgörüşlülüğünü unutmuş, bilisizce davranıyor; neden, niçin yola düştüğünün ayrımına da varmak istemiyordu artık. O kısa zaman diliminin izlerine dönmekle neyi yakalamak, onarmak istiyordu! Bunu da hiç sormamıştı kendine… Sonrasını ve öncesini anımsamak istemedi… Çünkü, o, hep unutmak istiyordu; Sonradan anımsayıp
Ansızın gelen karanlık ürkütücüydü.
Sesin patladığı yöne döndü yüzünü.
Paniklemişti.
Puslu görüntülerin üzerine düşen gölgelerle bir belirip, bir kaybolması korkusunu iyice depreştirmişti. Şimdi bir başına ortada kalmışlığın şaşkınlığındaydı. Onu tek düşündüren bu karanlığı yırtarak çıkmaktı. Düştüğü derin kuyudan, yittiği koygun sulardan kanatlanarak yeryüzüne çıkmak…
Soluğu tükenecek gibiydi. Eliyle sağ kolunu yakaladı. Yaşıyorum, çok şükür dedi.
Ne söz gelen, ne de bilinçte toparlanan söz öbeğiydi…
Uzak tutmak istiyordu o tür düşünceleri kendisinden.
Özlemdi içindeki, derin sızı taşıdığı; bir başına kaldıktan sonra daha çok anlıyordu içinde yaşanan, ya da yaşanamayanları…
BİR GECE VAKTİ.
Sese dönüyorsun yine.
Bir ağlayış tufanındasın.
Kalbin.
Toz bulutuna gömülüyor yüzün.
Avuçların ıslak. Katı bir ılıklık, damlıyor gömleğine
O sesin uğunduğu yüreklere uzanıyorsun.
Yollara düşüyorsun. Bir ışığın ardına düşercesine renkten renge giriyorsun.
Bir an yitiriyorsun kimliğini
BİR GECE VAKTİ
Unutuşun yüzü bu mu?
O kimliğinden uzaklaşmıştı günlerdir, hatta aylardır.
Yazmakta olduğu kitabı, araştırma notlarını bir yana bırakıp buralara değin gelmişti. O sesin yakınında durmuştu o da. Üçlü kavşakta buluşmuşlardı. Yazdıklarının özüyle kucaklaşacağını bilmeden düşmüştü yola.
Bir renk,
Bir koku,
Bir düş izi,
O rastlaşma an’ı yol ibresini buraya çevirmişti.
Şimdi durup geldiği yerin anlamını çözmeye çalışıyordu. İçinde avazlanan sese kulak veriyordu ara sıra. Kavuşmanın durağına gelmişti ya da öyle sanmıştı.
Kavuşmak yitirmekti aslında.
Öteki sesi dinliyordu.
‘’Ben’’ ve ‘’öteki’’nin arasındaki düş tufanıyla alt üst olmuştu. Yitirdiği yer çocukluğuydu;
Oyun düşleri,
Yol izleri,
Bahçe gölgeleri,
Çiçek renkleriydi…
Bir de kokulardı.
Sesler.
Rüzgar.
Yüreği ateşe, buza kesen BİR GECE VAKTİ.
Bakışlarını içe çektiğini düşündü.
Dokunduğu eller tutmuyordu artık demek ki.
O iç denizlere baktı. Neydi arayıp da bulamadığı, bunu düşündü.
Bir renk, bir ışık, hareket miydi yoksa?
Bir ses uzaklardan ‘’hiç kimse kendi şiirlerini incitmemeli bence…’’ diyordu.
Oysa bilmiyordu benim yazılarım beni ne çok incitiyordu,
Ne çok kanatıyordu içini, içindekileri.
Buna rağmen yazmaktan cayamıyordu.
Hiç dokunmamıştı, sevememişti hiç…
Evet, evet; hiçlemişti nice zamandır ellerin sıcaklığını, bakışlarının bekleyişini.
Onu buraya getiren neydi? Bunu sordu kendine.
Son halini anımsadı birden. Bu haliyle ne çok benziyordu ona.
Yaklaşıp ellerini tuttu. İkisini de avuçlarının içine aldı.
Öpmek istedi
Duraladı.
Yüzüne baktı.
Artık onu tanımadığını, konuşmayı nicedir unuttuğunu bile bile bakışımsız kaldı. Bakışlarını içine çektiğini gördü!
Elleri gevşedi!
Soğudu.
Düştü iki yana onunkiler öylece
Kaldı! BİR GECE VAKTİ
Sesimin sesi ol.
Suda, yelde ve ateşte yol bulanım ol sükûtum, gül seyrim.
Zamana hükmeden sözün yalınkılıç sırdaşı; bu sese dön yüzünü.
Özlemi ve ayrılığı aynı gölgede tutmadan tanı.
Gününün rengini bil, bir de gecenin sesini dinle.
Yiten gölgede kalan izim. Solan günün akşamına benziyor gözlerin şimdi.
Benim solgun bakışlı, gönül çerağım. Unutma bu kenti. Ötekini ve yazıcıyı.
Unutma varoluş ve yok oluş, sürüklenişin öyküsünü. Bir de kavuşmanın, savruluşun
Uğrak yerlerini. BİR GECE VAKTİ.
Issızdı her yan, benim gibi.
Adımları iyice yavaşladı. Hemen çekip gitmek istemiyordu.
Sokaklar kimsesizdi.
Bu kent öyledir. Hangi sokağına girerseniz, oranın rengini, kokusunu alırsınız.
Ruhunuz orayla beslenir. Teninizin altındaki renk rengini oradan alır.
Geceyi sözle, gündüzü sükûtla teslim alırdınız…
Birden geride bırakılan ilk yazı anımsadı.
Yemek yapmıştım sana, sen salatayı hazırlarken, etin sosunu sormuştun bana sır demiştim anımsadın mı?
Bulaşıkları ben yıkamıştım sen şarabını içerken.
Çok gülmüştük, kırmızı şarap, Air On the G String çalıyordu anımsadın mı?
Hüzünlenmiştik.
Bach’ı anlatmıştım sana uzun uzun. Biliyordum sıkılmıştın, ama sözümü kesmemiştin.
Neden anlattım ben, neden dinledin sen anımsadın mı?
Neden hep takım elbise giydiğimi sormuştun, cevap vermemiştim.
Ama çok yakışıyor sana demiştin anımsadın mı?
Yaranın ancak doğduğun iklimde iyileşebileceği söylenmişti sana.
Düşülen ateşlerin açtığını örtebilecek iklime yol alıyordun.
İçinde avazlanan bir ses…
Düşlerin ötesine geçiyordunuz birlikte.
Bir başka gökyüzüydü o sesi getiren.
Gerisini sen tamamlıyordun. BİR GECE VAKTİ
Bu adımladığım yollarda ömrüm hep buraya ait, burada kalacakmışım diyerek ne çok düşünmüştüm diye geçirdi içinden.
Tek yitirmediği duygu buydu. ‘’bir yere ait olmak’’.
Onu, yıllar sonra döndürüp buraya getiren, geçmişteki izlerin, renklerin, seslerin, kokuların ardına düşürendi de üstelik.
Gördüğü her yerde bir eskimişlik, yerine konulamamışlık, solgunluk vardı.
İçindeki görünmemezlik, siliklik, yitirilmişlik duygusunu depreştiren sokaklara düşürdüğünde yolunu, bu solgunluğu daha bir adlandırabiliyordu.
Görmek istemediği, buradaki hayatların sesini, soluğunu çekip almıştı sanki.
Şimdi suskundu. BİR GECE VAKTİ
Bahçeyi gören pencereye yanaştı iyice.
İçindeki ıssızlığın yansımasını gördü orada
Evi çepeçevre dolaşıp bahçeden girerek gelmeyi düşünmüş sonra vazgeçmişti.
Gözlerini alamadı oradan.
Sesi bir uzaklaşıp, bir yakınlaşıyordu.
Ey canımın canı, avazlanan sesimi dinle.
Yolumu yoluna düşürmek isterim.
Sana kavuşmaya can baş koyduğumu bil,
Bana ışık tut.
Canımı canından ayırma, can ışığım.
Ölümü gözleyen yolların ırağına geçelim.
Sükûtuna erelim canı tenden ayırışın BİR GECE VAKTİ.
Hiç tanımadığı, yüzünü hiç görmediği bir ses içini ılıtmıştı.
Bir an bütün duyguları çözülüvermişti sanki. Hiç bilmediği şeyler değildi söylediği sözler, ilk kez duymuyordu, ilk kez düşünmüyordu onun söylediklerini;
Acısını hafifletmemişti, neydi o zaman diye düşündü uzun uzun…
Yalnız kalmak istemediği o an’da arkadaş olmuştu birkaç dakikalığına evet evet hepsi buydu…
Arkadaşı olmamasına karşın kısa bir dostluk eliydi, insan eliydi…
Gene de tedirgindi.
Keşke tutsalardı, karanlığın ucunu görseydim.
Çay bu saatte gitmez dedi, kahve fincanını sarmaladı elleri.
Günün gerginliğini üzerinden atmak için, oturup kitap okumak istiyordu. Tolstoy’un Dirilişi’ni yarılamıştı bile tüm gece boyunca. Lenin’in Tolstoy üzerine yazdıklarını tekrar okumak için aramış ama bulamamıştı. Yazılanları yazdıklarını kaybedince içi daralıyordu.
Geceyi düşündü içemediği çayın sıcaklığı, buğusu almıştı onu içine…
Yitirilmiş bir zamanın, tutsak olunmuş bir aşkın ardına düşmüştü.
Bu gecenin hem sesine, hem sözüne, Tolstoy ve sıcak çay fon oluşturuyordu;
BİR GECE VAKTİ.
Geçilip gidilen yerlerin izi vardı gözlerinde.
Anlatılanlar kadar okudukların da seni kavuşmanın sızısıyla buluşturuyordu.
Baktıklarında gördüğün, hissettiklerinde yaşadığın bu yerin dili değildi.
Çözülen yaşamın iğreti duruşuna tanıktın artık.
Belki de otel odaları bundandır senin tek barınağın.
Sırlı aynalara yansıyan yüzün bütün bir ömrün hüznünü yansıtması da bundandır.
Her sabah oraya bakmadan, yüzündeki izlerin anlattığını görmeden güne dönmezdin yüzünü. Şimdiyse, kaçıyorsun onun yansımalarından. Dışardaki hayatın yansıttıkları alıyor seni içine.
Her türlü sızıya karşın, üzerine üzerine yürüyorsun ait olduklarının. BİR GECE VAKTİ
Burası bu yer, ne çok anlatıyordu dışarısını ve dışarının var ettiği yaşamın dilini; dışın içe, için dışa yansımasıydı yaşam…
Dede Efendi’nin ferahnaz faslını dinlemek istedi.
Gramofonu açtı, taş plağı çıkardı, kadife bezle yüzeyini sildi. Ninesinden armağandı ‘’bunun değerini sen anlarsın ancak Umudum’’ sözü dün gibi kulaklarındaydı.
Geçip camın kenarına oturmaya karar verdi. Ömründe pencereleri neden daha çok sevdiğini; içteki ve dıştakinin asıl sırrının buranın aynasında gizli olduğunu düşündü.
Bahçedeki kiraz ağacına bakarken Hammamizade İsmail Dede Efendi’nin hüzzam yürüksemaisi dünyanın dilini kiraz ağacıyla birlikte anlatıyordu.
Biraz da. BİR GECE VAKTİ
Onu araştırmaya, yazmaya iten ayrı kalış düşleri miydi? Hep bunu soruyordu kendine. Araştırdıkça, yazdıkça başka bir dünya ile yüzleşiyordu. Yürüdüğü izler farklılaşıyordu.
Bir kazıcı gibi yol alıyordu.
Parmağını camda sabitleyip tuttu öylece. En esnek olanıydı işaret parmağı. Camda şekiller çizmeye çalıştı. Bir tür göz oyununa dönüştürmüştü, görünmez şekiller çizdiği cam da…
Şimdi camda çizdiği, ya da çizmek istediği bu şekillerle yalnız başına kalmanın dilini çözüyordu. Her bir eşya, nesne biraz da içte ve dıştakilerin yansımasını anlatıyordu ona.
Gidememenin yolu,
Yapamamanın sözü,
Çizememenin resmi,
Paylaşamamanın sesi,
Konuşamamanın rengi yansımıştı her bir duvara, köşeye, masaya,
Ve dahi
Bahçeye… BİR GECE VAKTİ.
"HİÇ": Felsefede "hiçlik" terimi, varoluşsal veya ontolojik bir kavramı ifade eder. Bu anlamda hiçlik, varoluşun veya gerçekliğin olmamasını ifade eder. Bazı felsefi görüşlere göre, hiçlik, varlık öncesinde veya varlık dışında bulunan bir durumu temsil edebilir. Hiçlik kavramı, özellikle varoluş felsefesi ve mistisizm gibi alanlarda tartışılır....
Her zaman ki bakışlarını yitirmişti. Bedeni ölgünceydi, bakışları da öyle.
Susmuştu…
O da susuyordu.
Konuşunca o da konuşuyordu!
Boşluğa, tıpkı o zifiri karanlığa bakar gibi, söylenmiş sözleri oldu, en son.
Geçip gittiğim yerlerde ne çok anıya dönüşen iz var demişti kendi kendine. Ukala, her şeyi bilen, anlamadan, dinlemeden ahkam kesenler, hep uzak durmuştu hep. Onlardan kurtulduğu an, yazıda ve sözde, başka bir iklime, coğrafyaya, çıkartma yapmış gibi hissetmişti kendini.
Pencerenin önünde kaskatı kesilmişti.
Gecenin o koygun karanlığında bahçeye bakıyordu, Tagora büyülüyordu onu. Gandi’ye Mahatma adını vermiş onu onurlandırmıştı belki de bu yüzden etkilendim dedi içinden.
Bir bardak çay çok iyi gelmişti; son günlerde kahveden tercihi çay olmuştu.
Çocukluğunun yurduna salacaktı kendini.
Şimdi, bütün sabahlarını bir bir anımsayarak yol alacağım sokaklarında içimin…
O, şenliğin çok uzağındaydı şimdi.
Kaskatı kesilmiş, pencere ile karanlığın arasına sıkışıp kalmış gibi bakıyordu zifiri boşluğa.
Şimdi bütün sabahlarında olmak isterdim içimin, diye geçirmişti içinden;
Yeni bir sürgüne hazırlarken kendini; BİR GECE VAKTİ.
YASAK ŞEHİR
Ne zaman bunalsam, ne zaman kalabalıklar beni cendereye alsa, işlerimde birbiri içinde devrilse o şehre kaçardım. Orada kendi ıssızlığımda yarım kalan işlerimi toparlar, sayfalarca aldığım notları, el yazmalarımı bir düzene sokar yaşamı kendi akılganlığına bırakır kendimi hep iyi hissederdim. Yalnız kalmak, yalnızlığı tercih etmek bana akıl duruluğu sağlardı.
Bu şehre beni çeken bir kişi de Osmanlı konağını butik otele çeviren ama sadece dostlarını ağırlayan bilge Afgan Dede’nin doyumsuz sohbeti…
Sizi hiç sıkmayan, ihtiyacınız kadar sizinle olurdu. Bu dozu nasıl ayarlar asla bilemezdim.
Ama dedim ya bilge kişi Afgan dede; bunun sırrı onda gizlİydi.
Üç yıl önce, yani son gidişimde bana yöresel yemek yapan bir yeri önerdi. Lezzet düşkünü olmam nedeniyle o akşam için kendimi o lokantada buldum. Salaş denilen ufak ama çok temiz, sadece altı yedi masası olan şirin bir yerde burası. Masalarda el işi işlenmiş dantelli örtüler vardı. Duvarlarda sulu boya resimler ayrıca renk katmıştı buraya.
Yemek siparişini asık suratlı 55-60 yaşlarında biri aldı.
Yemeğimi yerken kasada oturan hanıma gözüm ilişmesiyle lokmam boğazımda tıkandı adeta. Kasada oturan hanım benim çocukluk aşkım Nevin’di.
Ayağa kalktım ona doğru yürürken bana gelme işareti yapınca ortada kalakaldım. Başını sağa sola sallıyor lokantanın yemek bölümünü işaret ediyor, gözleri de ağlamaklı.
NEVİN.
İlk okulu ve orta okulu birlikte okumuş, ben lise tahsilini Ankara’da yapmak üzere kasabadan ayrılmıştım.
Çocukça saf temiz platonik bir aşktı bizimkisi, el ele tutuşurduk, kalbim güvercin misali elinde atardı.
‘’Şımarık kara gözlü’’ ismini Nevin vermişti bana, çok yakışıyor bu şımarık gözler derdi; ben utanırdım.
Kasabaya en son geldiğimde evlendi dediler, ‘’kız kısmı okuyup da ne yapacak’’ demişler, ortaokuldan sonra da evlendirmişlerdi. Çok zengin kendinden oldukça büyük birine vermişler dedilerdi bana. Yemek getiren asık surat kocası olmalı diye düşündüm. Masama oturdum. Kendime gelene dek bekledim hesabı ödemek için gittiğimde bir kağıt iliştirdi bana. Ağlıyordu sessizce, yüzüme bakamıyordu. Gözyaşlarına dokunmak istedim;
Yapamadım
Bakakaldım.
Dünya kapkaranlıktı o an…
İçimde cam kırıkları vardı. Ağzım keçe gibiydi.
Bağırabilsem ahhh….
Ben masada otururken yazmıştı mektubu; ‘’Umut diyordu, kocam çok kıskanç, beni dövmek için bahane arar, sakın gelme, konuşma, ailem bana arka çıkmıyor, tahsilimde yok, ben beş çocukla bu adamın kölesiyim. Dört oğlum bir kızım var, dört erkek çocuğumun adını o koydu, kızın ismini sen seç dedi. Ben de onun adını Umut koydum, senin gibi saygılı, güzel olsun, çevresine yardım eden, hayvanları, doğayı seven iyi biri olsun dedim. Kırk yaşında ama hala çok yakışıklısın. Gözümü senden alamadım, bakamadım şımarık kara gözlerine, evlenmemiş dedilerdi en son. Senden tek dileğim var Umudum, beni anla tek dileğim. Bu şehri hemen terk et asla bir daha gelme, Afgan Dede yolladı seni bilirim. Ama çaresizim ben, çare arama, bu şehre tekrar gelme asla gelme, ben dayanamam sana burada uzak uzak bakmaya… dayanamam git bu şehirden Umudum….
Okutmamışlar, hemen evlendirmişler çocuk gelin olmuştu Nevin, ülkemin çocuk gelinlerinden bir çocuk, daha oyun çağında bir adama köle gibi verilmişti.
Git demişti bana…
GİT.
O gece vakti şehri terk ettim, bir daha gelmedim yasaklanmıştı bana o kent
BİR GECE VAKTİ…
;
Uyanırsın bazen
Öyle ansızın değil
Hoplayarak zıplayarak değil
Usulca açarsın gözlerini
Bin yıl uyumuş gibi hissedersin
Bir bardak su içer yatağına dönersin
İşte o an aklına gelir gördüğün rüyanın güzelliği
Bi heyecanlanır bi duygulanırsın
Yeniden uyumak istersin
Kaldığı yerden devam etsin istersin
Kendini kandırır avutur uykuya dalarsın
Bir gece vakti...
Ben Yalnızlığı duvarın dibine çekip
Alnına bir kurşun sıkmak isterdim.
Ağlar mıydınız ardı sıra tüm yalnızlar..
BİR GECE VAKTİ
O uğultu kesilmiş, gecenin zifiri karanlığını daha da koygunlaştıran bir sessizlik almıştı ortalığı. Perdeyi aralayıp dışarı baktı… Kapkara bir duvardı pencere önü. Oysa biliyordu ki; bir adım ötede tadına hiçbir zaman doyamadığı, elma ve portakal ağacı, onun hemen berisinde kiraz ağacı, güne birlikte eşlik edenler…
Karanlığın gizlediklerine şaşkınlıkla baktı. Işığın rengini düşündü. Dahası onun yansıdığı nesnelerin karanlıktan, kapkaranlıktan kurtulup gerçekliklerine kavuşmalarını.
Sabahı mı beklemeliyim dedi içinden. Şimdi çıkıp yola düşemeyeceğini bile bile, uykusunu bastırarak, kalkıp pencere önüne gelerek, hiçbir şeysizliğin kollarına kendini bırakarak, buradan gidip gitmemeyi; ama ne olursa olsun, adımını dışarı atınca kendini özgür hissedebileceği, o al-verden, ikilemden, kaygan düşüncelerden, kendisini alıp götürecek duyguların dinginliğinden kurtulup kurtulmamayı düşünmüştü.
Buraya gelmek kolay, buradan gitmek zordu;
Ne gündüzleyin ne de GECE VAKTİ…
Yönünü yitiren bir güvercinin, ışığını özleyen Mihallıççık kuşunun, göğüne kavuşmak isteyen yaralı hüthütün umarsızlığı, özlemi, acısı vardı teninde.
Her şey bu kadar çabuk mu değişiyor!
Çözülmenin dilini anlamaktansa, var olanın nerelerde saklı tutulduğunu görmek istemişti.
Görmeyi de öğrenir insan,
Hele bir yıkılmaya, çözülmeye dursun…
Ait olduğunuz yerin dilini anlamak için başka da umarınız yok!
Şimdi, onun sözlerine dönmüştü yüzünü.
Burada, her adımda sesi bir çınıltıya dönüşüyordu.
Sözlerine dönüyordun ister istemez. Adımladığın her yer, rastlaştığın her mekân biraz da onu anlatıp, yazdıklarını anımsatıyordu sana bir bir.
Görmeyi, bakmayı anlatıyordu sana…
Görmeye, görülmeye dair sözler ediyordu. Bakışın dili, zihnin yansısı buradadır. ‘’Görmeyi öğrenme duygu diliyle gelişebilir ancak’’ diyordu. Bunu düşünmüştün günlerce.
Yaralı ten uğuntusunu getiriyordu her bir görüntü. Gelenleri, gidenleri düşündün.
Adlandırılamayanları.
Hayatın derdest edip sürüklediklerini.
Bakışların arıyordu onu.
Bir yel gibi gelip geçmişti karşından. Bilmiyordu bakışlarının onda olduğunu, sözlerinin birikirtirdikleriyle buluştuğunu…
Görmeye, görülmeye değer bir dil yurdunun gezginisiniz. O orada, sen burada
Düş mevsiminde yol alıyorsunuz BİR GECE VAKTİ.
Yok oluşun, terk edişin tarihiyle yüzleşmişti. Sinikleşmenin, değişmenin, değiştirmenin, saklı kalışın, örtülüşün, kimliksizleşmenin…
Günü bir kuşluk vakti karşıladı.
Bu yüzleşmenin adını arıyordu, bir de durduğu yerin anlamını sorguluyordu. Okuduğu kitabın satır aralarına dalmıştı. Tagore’nin balıkla selamlaşması müthişti dedi…
Günün başladığı yer, ona göre, anılarla bürümleşen o mekanların dilini en iyi anlatan ince belli bardakla ilk çayını yudumlayarak yüzünü hayata dönmekti.
Kuşluk vaktiydi dedim.
Ben çayımı yudumlarken sen beni izliyordun,
Şımarık kara gözlerim bunu biliyordu.
Mademki ilk aşkının esintisi alıp dolaştırıyordu onu, demek ki ilk gençlik demlerindeydi gelip bu yeri keşfettiğinde.
Gene bir gün, kuşluk vakti, gelip orada soluk aldığında, havuzun hemen yanı başındaki servinin, elma ağacının yapraklarıyla tanışmıştı. Ağaçları, daha çok gövdeleri, dallarından değil de yapraklarından tanıyıp adlandırdığımda şaşar kalırdın…
Bahçemdeki bu yeşilin sabah güneşiyle bin bir renge bürünen hallerine bakarak, gözleriyle yaprakların yüzeyine dokunarak sormuştun;
Söz senin hünerin,
Bir de yalnızlık kokan
Yazıların?...
Herkes bilirdi bu yanını!
Önünü açtığınızda, şenliklerden şenlik beğenmeniz gerekirdi. O da, bu yanını bildiğinden, fazla üstelememişti sorusundan sonra anlatılanları.
Gelip durduğu bu yeri, o yaprakların dili, rengi, biçimi olmasaydı tanıyamazdı.
İnsansız bir şehir gibisin derdi, güzel bir şehir… Tanımak için içeri, daha içeri girmeniz gerekir.
Oysa biliyordum ki burada çözülmüştü
Her şey Bir Gece Vakti…
Göç yurdun,
Ayrılığının sebebi,
Çocukluğun,
Düşlerin…
Düşlerindeydi hep o kent.
Kokusu sevgili gibiydi, sinen ve hiç gitmeyen.
Dağ yellerinin esintisi adımladığın sokakları.
Getirdikleri düşlerindi, yurtluğunun sıcaklığıyla,
Sevgilinin bakışlarının izleriydi.
Bu ayrılığı yazanların sözlerini zamana ve tarihe bırakıyorsun. Çocukluk yurdunu arıyorsun. Bir yazgıyı paylaşıyorsunuz; yurtsuzluğu, sürgünlüğü. Sen yurdundan koparılmıştın, o düşlerinin evinden. Öteki ‘’aşk’’ının sürgünlüğündeydi. Yurt yeriniz, barınağınız aynı kavşakta buluşturmuştu sizleri.
Ses…
Sesler…
Sonra ezgiler alıyordu seni.
Taşa nakış veren elleri, biçimleyen bilincin aydınlık bakışını düşündü. Gelip durduğu bu yerde, taşların diline döndü gene. İçinde depreşen o boşluk duygusunu altetti.
Rodin’i düşündü; Victor Hugo’yu neden çırılçıplak bir kayaya oturtmuştu.
Victor Hugo’ya neden bu kadar kızgındı.
Aşk ve tutkunun ne olduğunu, insan ömrünün ne anlama geldiğini, Rilke’yi düşündüren o dize;
‘’Bitirilecek ne kadar çok acı var!’’
Rodin neden Camilla Claudel’i öldürmek istemişti.
Otuz yıl akıl hastanesinde hep Rodin’i düşündü, onu severek ve ondan çok korkarak…
Tam otuz yıl Claudel akıl hastanesinde kimsesiz ve yalnız
Ölene kadar.
"Bir avuç toprağı yoğurmayı bile bilmeyenler.
Duygusuz yavan insanlar.
Bu benim ruhum en kutsal varlığım...
Bunlar çalışma saatleri. Ruhumun yandığı saatler.
Siz yiyip içerken, dalga geçerken, oburca tıkınırken, ben heykelimle yalnızdım..
Ve yavaş yavaş akan benim hayatımdı..
Bu toprağın derinliklerine kanımı akıtıyordum..."
https://www.demilked.com/giant-cats-andrey-scherbak/
Can suretim,
Ayrılığın sebebi.
Bir yol dervişiyim, yol oğluyum şimdi. Sencileyin yaşananların uzağındayım sanma,
Gök gözlü servicanım.
Dönüyorum gökyüzü maviliğinde
Süzülen bir güvercin gibi.
Savruluyorum,
Yarasının kanını göstermeden
O mavilikte kaybolmaya çalışan
Güvercin gibi… BİR GECE VAKTİ.
O karanlığı anımsamıştı belki de.
Onun anımsamak istediğini…
Yarım yamalaktı hayatındaki her şey.
Hiçbir şey başladığı gibi bitmiyordu.
Engelini biliyordu.
Evindeydi, pek çoğunun kıskandığı müthiş yalnızlığında.
Ateşi düşmüştü; bu gece çeviri yapmayacaktı, okumayacaktı. Tagore beklesindi.
Carl Orff’un Carmina Burana’sı çalıyordu. İyice ayırdına varmıştı… Ellerinde bir titreme hissetmişti. Müziğe doğru gidiyordu. Kendisini azat edecek bir yerin arayışındaydı.
Dalgındı bakışları, içindeki acının uğunuşunu kimsenin görmesine gerek yoktu, kimseyi ilgilendirmezdi yazdıkları, acıysa bu acı kendine aitti.
Kulaklarında Carmina Burana ezgisi, bakışlarında bu kentin bütün hüznü vardı.
Yüzünü nemli bir buğu yaladı.
İrkilmişti birden!
Upuzun, içine yuvarlanacağı bir karanlık boşluğa düştüğünü sandı. Nefesini tuttu. Bir an geri döner gibi oldu, vazgeçti.
Günlerdir ateşler içindeydi, evine gelmek istemişti; bırakmadılar.
Sarı bir ışık hep üzerindeydi.
Nihayet evimdeyim.
Yalnızlığımın kalesi
Her şey yerli yerinde bilgisayarım, çeviri yaptığım kitap, notlarım, son okuduğum kitap Rabindranath Tagore hepsi beni bekliyor..
Çok şükür.
Artık yazmak istemiyorum, yazılarım kimse için sevgi, umut, düşsel, ya da ongunluk yaratmıyor…
Bilmiyorum.
Bir fenikme hali vardı yüzümde.
Bulantı hissetmişti, içi karanlıktı, gecenin bu saatinde ne işi vardı burada, alıp başını gitmek istiyordu;
Gidemiyordu.
Bulantı geçmemişti. Diz çöktüğü yerden ağır ağır kalkıp, şaşkınca bakındı çevresine. Adım atacak yönü kestiremiyordu. Kararsız, şaşkındı, savruntuya kapılmış gibiydi! Panik içinde birinin savruntusundaydı.
Titriyordu.
Dudaklarında beliren alaysı gülümseyişle başını sağa sola döndürdü…
Böylesi bir an’da bir yere gidememek, kapısını çalabileceğin birsinin olmaması ne acı diye geçirdi içinden. Duygularındaki al-veri yatıştırmaya çalışıyordu. İçindeki bu fırtınanın dineceği yoktu.
Alıp başını nereye gitmeliydi peki!
Tuna’nın sözleri geldi aklına ‘’evlen artık, çekilmez bu hayat’’ diyordu sesi kulaklarında.
İçimdeki gece hüznüyle bana en iyi gelen yalnızlıktı bunu bilmiyordu.
KUĞULU PARK
ANAKARA-VİYANA
BİR SEVDA ÖYKÜSÜ
1977 yılında Viyana Belediyesi Vedat Dalokay yönetimindeki Ankara Belediyesine 2 adet beyaz kuğu hediye eder. Daha sonra Kavaklıdere Parkı’nın adını Kuğulu Park olarak değiştirecek bu ilk kuğuların isimleri Ankara ve Viyana olur.
Bu iki güzellik birbirlerine delice aşık olurlar, parkta çok güzel günlerini yaşarken Ankaralıların hayran bakışları altında sevdalarını yaşarlar.
Ama biliyoruz ki her güzelliğin bir sonu vardır. 1980 darbesi ile Kenan Evren’in emri ile bu iki sevdalıdan Ankara, Ankara’nın Çankaya semtinde bulunan Seymenler Parkına tayin edilir. Viyana yemeden içmeden kesilir, Ankarayı çok özlemektedir.
Ankara için de durum çok kötüdür, Viyana’sız bir hayata katlanamamaktadır. Karar verir bir gece Seğmenler Parkından havalanır, tek isteği sevgilisi Viyana’ya kavuşmaktır. Ama çok katlı yüksek binaları gece karanlığında farkedemez, o zaten alışık değildir şehrin füze gibi gökdelenler arasında uçmağa ve bir gökdelene çarparak orada sevgilisi Viyana’nın hasretiyle ölür…
Viyana da Ankara’ya kavuşmak için aynı yöntem uygular; o da bir gece sevgilisine kavuşmak ister ama o da bir gökdelene çarpar ve ölür.
Daha sonraları buraya başka ülkelerden de kuğular gelir. Çin’in Pekin Belediyesi iki siyah kuğu gönderir; isimleri Deniz ve Elmas olur.
Ne zaman Ankara’ya gitsem mutlaka Kuğulu Park’a giderim, dostlarımın ‘’kız istemeye gider gibi’’ sözlerine gülümserim. Elimde bir kitap, kahvem olur; Ankara ve Viyana’nın hüzünlü hikayesini anımsarım.
Louis Aragon’un o sözleri usumda canlanır
‘’Mutlu Aşk Yoktur’’
Sevincimin ve kederimin sebebi;
Deli, hoyrat bir düş belki benimkisi.
Bil ki canımın canı;
Sensiz gece olmuyor bana;
Yazı, kışı, baharı unutuyorum.
Hazanındayım mevsimin.
Zamanın en dar yerinde çaldığım piyanomun sesine kulak veriyorum;
Yokluğun yalandı demek istiyorum.
Cankuşum, geç gelen kara karasevdam.
Geceyi sabaha erdirir gibi,
Soluk soluğa çocukluk düşlerine koşar gibi,
Bilmediğim bir kente sensiz girer gibi,
Sonra seni orada yudum yudum yaşar gibi;
Unutmak istiyorum!...
Seni unuturcasına sevmek, severcesine unutmak istiyorum.
Unutuşun aşkın kitabına dönüyorum;
Yurtsuzluğumun encamını görüyorum.
Savruluşum, kopup gidişim, arayışım bundandır.
Ve ölüp ölüp diriliyorum; BİR GECE VAKTİ.
Gitmek isteyip de gidememenin derin sızısını yaşatan bir buluşmanın kapısından döndüğünü anımsardı sık sık.
Yaşanmamışlıkları yaşanılabilir kılan tek şey düşlerdi.
Zamanda rastlaştıkları, yaşadıkları hep o görememenin doğurduğu sonuçlarla yüz yüze bırakmamış mıydı onu! Bunu hep bir kazanım gibi görmüş, sonrasında da unutuşun kollarına salmıştı kendini. O, buna hayatı onara onara yaşamak diyordu. Oysa şimdi dönüp geldiği noktada onarılabilecek hiçbir şeyin kalmadığını biliyordu! Sezgilerinin uzgörüşlülüğünü unutmuş, bilisizce davranıyor; neden, niçin yola düştüğünün ayrımına da varmak istemiyordu artık. O kısa zaman diliminin izlerine dönmekle neyi yakalamak, onarmak istiyordu!
Bunu da hiç sormamıştı kendine…
Sonrasını ve öncesini anımsamak istemedi…
Çünkü, o, hep unutmak istiyordu;
Sonradan anımsayıp
Yola düşürülecekleri!...