Her insan bir harf armağan etti bana Yalan yok, ben en çok sonuncu harfe benzedim Öperken mi koydu içime, o çatlak F.’yi Yoksa hikâye bittiğinde mi anlamadım İşte bu yüzden bazı cümlelerim hep çatlıyor
Bulamadım “Sence yağmur mu yağacak?” diyorsam ve o “bilmiyorum” diyorsa hemen “benden gerçekten hoşlanıyor mu?” diye düşünmeye başlıyorum.
Başka bir tabirle biraz ürkütücü oluyorum.
Bir keresinde bir arkadaşım “biriyle arkadaş olmak birine âşık olmaktan yirmi kat daha iyidir” demişti.
Sanırım bunda haklı üstelik bir yerlerde yağmur yağıyor ve çiçekleri büyütüyor ve salyangozları mutlu etmeye devam ediyor. Önemsenen tek şey bu
Ama…
Bir kadın benden çok hoşlanıyorsa ve gerçekten gerilmeye başlıyorsa ve bana aniden tuhaf sorular sormaya başlıyorsa ve yanlış cevapları verdiğimde yüzü asılıyorsa ve şu gibi şeyler söylüyorsa: “sence yağmur mu yağacak?” Ve ben “en ufak bir fikrim yok!” diyorsam ve o “ah,” diyorsa ve hafiften üzgün görünüyorsa Kaliforniya’nın açık mavi gökyüzünde, şöyle düşünüyorum: “tanrıya şükür, sensin bebeğim, bu sefer benim yerime sensin.”
Bu şarkı da bir şekilde bir şeye meze olanlara gelsin; rakı sofrasındaki balığa, 90 liraya içki ısmarlayanı çeken konsa, not için hocasının eline düşen öğrenciye, kapı kapı gezen işsize, beat'e ilham veren cassady'e, karpuzun yanındaki peynire, Gogen'e, kadere, sana, bana, birde gittiğin arabanın tekerine i.
Neal Cassady - Beat'lerin İlahı YAŞAMAKTAN YAZMAYA VAKİT KALMADI
Meteliksiz alkolik bir babanın en küçük çocuğuydu Neal Cassady. Babası ve dedesiyle aynı ismi paylaşıyordu. Dedesi de alkolün pençesinde zorlu yıllar geçiren bir adamdı ama dayanıklı sayılırdı. Babası ise sürekli içiyor ve zaten çok da fazla olmayan müşterileri gün be gün azalıyordu. Neal’ın babası Neal bir berberdi. İçkiye daha erken başlayabilmek için dükkanı öğlen saatlerinde kapatıyor, azalan işleri bahane ederek dükkanı ilk talibine satıyordu. Yıllar yılı üç kuruş biriktirerek açtığı onlarca berber dükkanını yok pahasına elinden kaçırmıştı ama yinede oğlu Neal’ı seviyor ve onu yanından ayırmıyordu. Küçük Neal’ın annesi bu duruma daha fazla dayanamadı ve Neal’ın babasından ayrıldı. Baba Neal, oğul Neal’ı yanına alarak Denver’ın arka sokaklarının yolunu tuttu. Sahip olduklarından daha zor ve yokluk içinde bir hayat onları bekliyordu. Küçük Neal durumdan habersiz yeni yaşam alanlarını hayatın kendisi sanıyor ve tanımaya çalışıyordu. İzbe sokaklarda, evsizlerle, berduşlarla, hırsızlarla o kadar küçük yaşlarda düşüp kalkmaya başlamıştı ki, hayattan hiçbir beklentisi olmayan bu insanlar Neal’a baktıklarında kendi çocukluklarına doğru küçük yolculuklara çıkıyorlar, onu kendi çocukları yerine koyuyor ve kolluyorlardı.
Neal ve babası yıkılmak üzere olan köhne bir apartmanın ucuz yollu odalarından birini belinden aşağısını kaybetmiş eski bir askerle paylaşıyordu. Herkes son derece yoksul ve çaresizdi. Neal ve babası akşamları karınlarını doyurabilmek için sosyal hizmetlere muhtaçtı. Neal onlar gibi aç insanların oluşturduğu kuyruklarda saatlerce bekler, guruldayan karnını sıra mutfağa yaklaştıkça duyulan yemek kokularıyla zapt ederdi. Paslanmaz çelikten yapılmış masalara yine aynı malzemeden üretilmiş tabaklarını koyarken çıkan sesler orada yemek yiyen herkesin kalbine işleyen içinde birliktelik mesajları içeren duygulu bir müzik gibiydi. Öylesine kalabalıktı ki bırakın yemek yerken dirseklerin birbirine çarpmasını herkes kaşık tutmayan kolunu masanın altında tutmak zorunda kalırdı. Neal küçük elleriyle içinde bir parça kişisellik barındırmayan koca metal kaşığı çorbasına sallarken çevresindeki insanların kaderlerinin nasıl olup da bu noktaya gelebildiğini düşünüyordu, yaşam denilen şey onu hayrete düşürmeye başlamıştı.
Yaşamak zorunda oldukları sefaletin içinde en azından huzurları vardı. Çünkü Neal’ın iki abisinin şiddet dolu tavırlarından uzaktılar. Neal ve babası, ayrılıktan sonra birkaç kez annesini ziyarete gitmişler, annesinin evinde Neal’ın iki abisiyle karşılaşmışlardı. İki abi, baba Neal’ı ağzı burnu kan içinde kalana dek dövüyor, ağızlarına geleni söylüyorlardı. Bu durum birkaç nahif niyetli ziyarette daha tekrarlanmıştı. Çocukların en küçüğü Neal babasını dövebilen abilerinden ölesiye korkuyor ve zaman zaman şiddete maruz kalıyordu ancak her seferinde babasını kanlar içinde görünce yediği yumrukların acısı bir anda siliniyordu. Böyle zamanlarda küçük Neal’ın içi büyük bir kasvetle dolar, içindekileri bir nebze boşaltabilmek için şehir dışına kendi başına yürüyüşler yapardı. Şehrin yüksek ve ürkütücü beton viyadüklerinden birinin tepesine çıkar, bu devasa yapıyı insanların yapma amaçlarını düşünür ve korkutucu kemerlerin üstünde dolaşmayı göze alan biri var mıdır diye geçirirdi içinden. Çocukluğu yoksulluk içinde, bilinç seviyesi neredeyse olmayan dağınık bir aile düzeninde, izbe yapıların ucuz odalarında, zaman zaman babasıyla yaptıkları yük vagonu yolculuklarıyla, 1930’ların köhne Amerikası’nda oradan oraya savrularak geçiyordu. Neal yirmili yaşlarına gelince, babasıyla sürdürdüğü hayatı terk ederek kendi yolunda yürümeye karar verecekti. Yaşam tarzını değiştirmeyecek sadece yürüdüğü yolda yalnız olmayı seçecekti. Yine izbe bir sokakta, köhne bir apartmanın ucuz dairelerinde kalacaktı üstelik eskisinden daha da bozuk muhitlerdi bunlar. Apartmanın bodrum katı yer altı amerikan film setlerini andırıyordu. Bitmek bilmeyen striptizler, kumar oyunları, yasadışı dövüşleri düzenleniyor, hesabı ödeyemeyenler insafsızca dövülüyor, kadınlar kumar masalarında satılıyordu. Neal fakirliğin içine yasa dışılığın bulaştığı Amerikan getto yaşamının tam merkezinde, tüm pisliğine şahit olarak, kimi zamanda bulaşarak yaşamaya başladı. Tam da bu sıyrık ve ölümle her an dirsek teması mesafede yaşadığı zamanlar kaderinin değişmesi için daha doğrusu bir çoğunun kaderini değiştirmesi için en uygun zemini hazırlıyordu. Neal, etrafında dönüp duran hayattan bir parça sıkılacak ve üniversiteye gitmeye karar verecekti. Columbia Üniversitesi 1946 yılında arızaların bir araya gelmesine ev sahipliği yapıyor, ilerleyen zamanda beat akımını oluşturacak sıyrıklar Ginsberg, Kerouac ve Neal Cassady’i bir araya getiriyordu. Kısa zamanda sıkı ahbaplıklar kurulacak ve yeni bir hareketin dinamikleri oluşacaktı.
Neal diğerlerine nazaran hayatla daha yakın temaslar içerisindeydi, üniversitedeyken de eski hayat tarzından kopamayacaktı. Günü birlik işlerde çalışır, genelevlerin yollarını ezbere bilir, barlarda müdavimlik eder, içer, çeker, kafasına göre takılırdı. Çaldığı 500’e yakın arabayla sokaklarda fink atar, bazen bu çalıntı arabalarla küçük geziler yapar, hayali dünyaların iz sürücüsü olur, gelişigüzel yaşar, şiir gibi konuşur, bilinen yaşam kurallarının ne kadar zıddı varsa onların peşinden koşardı. Beat’ler onun bu doğal, başına buyruk, özgür ve içtenlik dolu tarzına hayran kalmışlardı. Bir şeyi beğenmiyorsan, eleştirmekle yetinmeyecek onun tam tersine bakacaktın. Neal’da tam olarak böyle yapıyordu. Durmak bilmeyen yolculukların iki kuralı vardı Neal için, birincisi yolda yürürken birinin seni alması için beklemektense hiç durmadan, gece gündüz gözetmeden devam etmekti, belli bir noktada beklemek ona göre değildi. İkincisi ise; Tanrı’ya güvenmek ve arabayla yapılan ve nereye gidildiği hiç de önemli olmayan bir yolculuğun en iyi yolculuk olduğuydu. Neal, beatlerin üzerinde büyük bir etki yaratmış, yaşam tarzı beatlerin ortak yaşam tarzı haline gelmeye başlamıştı. Neal, Jack Kerouac’la birlikte ülkeye baştan sona dolaştıkları serseri bir geziye çıkmıştı. Yolculuktan dönünce Jack Kerouac bir otel odasına kapanmış ve iki haftada beat kuşağının meşhur kitabı ‘Yolda’yı yazmıştı. Bu kitabın baş karakteri ise Dean Moriarty adı altına gizlenen Neal Cassady’ydi Ölümle burun buruna gelmekten çekinmeyen, yaşamın gizli tenine dokunan, her ne olursa olsun sonunda tükenileceğini bilen ama asla bir köşeye çekilip durmayan, kendini güvende hissedip çürümektense yola çıkıp gebermeyi göze alan özgür ruha sahip kendine has, başına buyruk biriydi Neal. Dönemin arızalar kervanına katılmış, hatta onlar tarafından ikon haline getirilmeye başlamıştı. Rahatsız sanatçılar topluluğu, beatler, kendinden sonraki kuşakları derinden etkiledi ve bir çok akımın doğmasını sağladı. Amerika’da ki bütün yer altı akımları, rock ve psikedelik müzik beatlerin tohumlarını içinde taşır. Beat cazdan, doğaçlama müzikten, dışavurumcu resimden, tinsel arayışlardan nasıl ilham aldıysa yer altına da böyle ilham vermiştir, isyan bayrağı hep açıktır. Bu isyan bayrağını en önlerde koşturan, beatlerin nezrinde yarı insan-yarı tanrı statüsüne taşınan idol de Neal Cassady’dir.
Aslına bakılırsa Neal diğer beatler gibi düzenli yazan biri değildi ama otobiyografik bir roman olan ‘’Üçün Biri’’ ni yazmıştır. Beat kuşağının çekirdeğini oluşturan yazarlar onun konuşurken ve mektuplarında kullandığı serbest ve akıcı üslubundan çok etkilenmişlerdir. Kerouac kitaplarında kullandığı doğaçlama nesir üslubunu onun yazdıklarından aldığını söyler. Neal Cassady, Jack Kerouac’ın Yolda romanıyla kültürel bir ikon haline dönüşmüştür. İşsiz ve parasız, bardan bara, kentten kente, kadından kadına savrulan, bilinen yaşam çemberinin hep dışında, yaşama tüm kaslarıyla sarılan, yaşamaktan yazmaya zaman bulamayan, Kerouac’ın yedi kitabına baş karakterlik etmiş dahası Bukowski’nin, Ginsberg’in, Ken Kesey’in yazılarının kahramanı olmuş ve bir çok beat yazarın ilahı haline gelmiş gönlü serseri bir adamdı Neal Cassady. Yaşamaktan yazmaya vakit bulamıyordu…
Yazdıklarını yaşarken bir kitap altında toplayamayanlara yada toplamayanlara yazar denebilir mi, yazılanların gösterilme veya sunulma zorunluluğu olabilir mi, üretilenler ancak başkalarına sunulabilecek bir formata sokulduğunda mı bir sıfat sahibi oluyorlar... Yaşamı boyunca durmadan okumuş ve yazmış ama bunları kimseyle paylaşmamış birine yazar denebilir mi… Yazarlar böyle koşullara tabi olabilir mi… Juan Rulfo yok ettiği ilk ve son romanı gibi basılan tek romanını da yok etseydi bir yazar olamayacak mıydı… Neal Cassady yazdıklarını yaşarken bir araya toplamadığı için bir yazar değil mi… Belki değil belki de öyle. Hiç ama hiç umurunda olmadığını hissedebiliyorum. Bir şeyi içten geldiği gibi ve hiçbir beklentiye kapılmadan yaptığınız da bunun kimse tarafından takdir edilmesini, yerilmesi hatta kabul edilip edilmemesini bile umursamazsınız. Ama yinede yazma konusunda biraz disiplinli olabilseydi kolaylıkla beatlerin en tanınır yazarı olabilirdi. Her şeye rağmen o eline kağıt kalem almadan kitaplar ürettirebilen, 15 ayrı kitaba baş karakterlik etmiş ve hakkında 4 farklı film yapılmış beatlerin idolüydü. Neal Cassady, kendi otobiyografik romanı haricinde basılı başka çalışması olmayan ama beat yazarlarının kendi kitaplarında en fazla esinlendikleri hatta katıksız olarak anlattıkları biridir. Kısacası, yazdığı tek bir kitabı olan bu adam, varlığıyla ve yaşam düsturuyla beatlerin varolmasındaki en büyük güç olmuş, stili ve etkisiyle onlarca kitap, şiir ve müziğin ortaya çıkmasını sağlamıştır.
Aslında bakılırsa Neal Cassady’nin hareketli ve akıcı bir üslubu vardır ama kendi zenginliğinin farkında olamayacak kadar zevk düşkünüdür. Nerde akşam orda sabah, farklı kadınlar, bolca içki, epeyce uyuşturucu vesaire. Dağınık ve hercaidir, rüzgar nerden eserse oraya yelken açar. Bazen doğru olanı bulmak için bilinen yollardan uzaklaşmak hatta bilinmeyene kendini bırakmak gerekir, bazen kontrolü kaybetmek iyidir. Kontrol duygusu bizi var eden en güçlü yönlendiricilerden, ona sıkı sıkı bağlanıp çokta fazla sorgulamadığımız beklentilerimizi karşılamak adına çalışmaya başladığımızda istatistik olarak avantajlı sonuçlar alıyoruz. Kontrol işe yarıyor. Ondan sıyrılıp rüzgara yelken açtığımızda, pusula görevini de yüreğimize verdiğimizde vardığımız koylarda bulduğumuz kendimiz her seferinde başka biri oluyor. Kendi içimizde ki onlarca yeni insanla tanışıyoruz, kısa süreli de olsa tanıyoruz onları, heyecanlanıyoruz. Dünyada yeni bir yerde yeni bir insanla tanışmanın verdiği heyecana kaptırıyoruz kendimizi, saklı diğer bizleri tanırken. Kontrole ihtiyacımız olmadığında bugün sahip olduğumuz bir çok şeye aslında ihtiyacımız olmadığını da fark edeceğiz. Malımız, mülkümüz olmayacak, elle tutulur bir başarımız yada geleceğe bakınca güvenebileceğimiz bir garantimiz de olmayacak. Meteliksiz ve bakımsız olacağız, kaybedecek ve kazanacak pek bir şey kalmayacak, hırslardan sıyrılacağız, dünyanın kendi etrafımızda dönmediğini ve sahildeki küçük bir kum tanesinden daha değerli olmadığımızı fark edeceğiz, işte o an, ciğerlerimiz yanacak, çünkü ilk defa gerçekten nefes aldığımızı hissedeceğiz, yaşamın ilk defa bu kadar kıyısında durabileceğiz ve dalgalar ayaklarımıza dolanmaya başladığında rüzgar nereye götürürse oraya gideceğiz. Yaşamın bir yarış değil bir gezinti olduğunu anlayacak ve sahip olduğumuz tek şeyin avuçlarımızın arasından sızıp giden, içinde bulunduğumuz an olduğunu fark edeceğiz. İşte o zaman yaşamaktan yazmaya vakit bulamayacağız. John Lennon’ın da dediği gibi; ‘’Hayatın, biz yarın için endişelenirken, bugün başımızdan geçenler olduğunu göreceğiz.’’
Cassady günü birlik yaşamaya, sadece içinde olduğu anın hakkını vermeye çalışanlardandı. Doğruluğu, yanlışlığı tartışılır, sahip olduğu anları daha da keyifli hale getirebilmek için her türlü yolu denerdi. İçki, uyuşturucu, partiler ve zamansız, sınırsız yolculuklarla arası sıkı fıkıydı. İçki ve uyuşturucuların eğlenceyi farklı boyutlara taşıdığı, zihinlerin kayıp zamanlarda eridiği, kontrol duygusunun tamamen yok olduğu bir parti gecesinde Neal kendinden geçtiğinde mekanı Meksika’ydı. Zihni bulanmaya başlamış, üst alemleri ziyaretler sıklaşmıştı. Ağırlaşan bedeni ve eriyen bilinci onu rahatsız etmiş, bir parça açılmak için evden uzaklaşarak bir gezintiye çıkmıştı. Gece karanlık ceketini sırtından attığında Neal evden 15 mil uzakta güneşin ilk ışıklarıyla aydınlanmaktaydı fakat bu ışıkları göremedi. Çıktığı bu küçük yolculuğun tam ortasında kendisine otostop çeken ölümü kıramadı ve onu bünyesine bindirdi. 1968’de Meksika’da 43.doğum gününe 4 gün kala ve Kerouc’ın ölümünden bir yıl önce son kez ‘’yolda’’ydı. Beatlerin yarı tanrısı tarih olmuştu… YALIN İNCE
sahildeki boş sezlonga, şemsiye devirenlere, kayalık tarafinda ah ulan ah :)) , dalga sesine, yakamoza, kayan yıldıza, donla denize girenlere ve derin düşüncelerdeki tüm sarhoşlara... beattim 84.01 fm
Bira, Balık ve Yalnızlık-Richard Brautigan Yazar neobeat Bira, Balık, Yalnızlık
Sıcaktan kavrulan, uyumaktan başka bir şey yapmaya gücü yokmuş gibi görünen yorgun topraklar, derin bir karanlıkla tükenmiş yaşamları sonsuza kadar hapsedecek mezarlar haline gelmek için bekliyorlar.
Dalları zayıflamış, susuzluktan kurumuş yapraklarıyla toprağa bağlı ağaçlar sonun yakınlığını hissettikçe daha büyük bir nefretle salıyorlar köklerini bu ölümcül topraklara.
Kuşlar ötüşmekten yorulmuş, bir damla gölgeye aç, güçsüz kanatlarına son bir azimle rüzgâr doldurmaya çalışıyorlar.
Her şey akıl almaz bir düzen içinde, algılanamayacak kadar karışık ve fark edilemeyecek kadar sade…
Dünyanın her yerinde ortak tek bir an içinde bir sürü insan gözlerini bambaşka yerlerde ilk defa açarken bende Tacoma’da dünyanın nasıl bir yer olduğuna meraklı gözlerle bakıyordum ilk defa. 1935’in 30 Ocak günü.
Babamı hatırlamak istemiyorum, bir oğlu olduğundan haberi olduğunu da sanmıyorum zaten.
Aradan yirmi yıl geçti, harika bir yere gelmediğimi anladım artık.
Evimdeki aynaya bakıyor ve yüzümü görüyorum, başka bir şey görmek isteyebilirdim belki. Gördüğüm 20’sinde polis karakolunun camlarını elindeki taşlarla alaşağı etmiş bir suçlu, yalnız biri, duyarlılığı bu hayatı kaldıramayacak kadar keskinleşmiş bir kaybeden, bir kalem ve kâğıt müptelası, bir yazar, bir alkolik, bir yalnız nihayetinde.
Yalnızlığını şiirlerle kovmaya çalışan bir umutsuz…
Kaçmakla kurtulunur, en azından inanılan bu. Fazlasıyla da denenilen. Kimi başarır, kimi başaramaz. Yalnızlıktan kaçılmaz işte, kendini yanında götürdükçe yalnızlıktan kaçamazsın. Kaçtım diyorsan da büyük bir yalancısın.
21 yaşımda Tacoma’yı terk ettim, umurunda olmasını isterdim, California’da yaşamaya başladım. Sokak aralarında, köşe başlarında bazen de ana caddelerde şiirlerimi satıp, yalnızlığı kovmaya bir de karnımı doyuracak kadar yiyecek parası çıkarmaya çalışıyordum. İşportacı şair Brautigan…
Bir on yıl böyle gitti, bu süre içerisinde Beat’lerle tanıştım hani şu Beatnik’ler, kafalarına göre takılan kıyak adamlar yani, Jack, Allen ve diğerleri. Ama hiçbir zaman kendimi onların yürüdüğü yola tam olarak ait göremedim.
Beat’ler anlaşılır, açık, içten, cüretkâr, muhaliftiler, mizah duygusuna da sahiptiler. Ama bir şiir için bunlar yetersiz kalır, lirik ve sürreal olmalı, saflığı ve sevgiyi barındırmalı. Benim için sevgiliye yazılan naif satırlar her türlü karşıt hareketten daha güçlüdür.
Tabiat ve önemsiz anlar hayatı oluştururlar, asıl olan budur benim için.
67 yılında Amerika’da Balık Avı kitabım yayınlanınca bende bir hayli tanınır hale geldim. O sokaklarda yıllarca kendi başıma takılırken aradığım şey kimsenin umurumda değildi. Ama bir kitap, her şeyi değiştirecek öyle mi, artık isteniyor ve tanınıyor muyum? Bunların hiçbiri umurumda değil.
Her şey fütursuzca yalpalanıyor ve eskiyor, bende bu akışı içimde hissediyorum.
Ruhlarımız kör doğmadı ama dünya gözünü çıkarmak için elinden geleni yapıyor. Savrulmak yapraklara özel bir şey olmalı, insanın ruhu bu işin içine girmemeli.
Bir barmen tezgâhın benim oturmadığım diğer ucundaki, aslında orada hiçbir zaman olmamış hayali lekeyi nasıl bir şuursuzlukla siliyorsa, önümüze çıkan güzellikleri, yeni aşkların başlama fırsatlarını aynı şuursuzlukla es geçiyoruz. Ancak tüketilebilecek şeyler üretecek kadar yaratıcıyız hepimiz. İnceliğin peşi çoktan bırakıldı. Ürettiklerim tüketilmeli ve tüketeceğim şeyler üretilmeli. Bunu daha fazla hassasiyet ve bilgi gerektiren bir platformda gerçekleştirince de entelektüel oluyoruz. Bu duruma üzülmeli miyim bilmiyorum ama sevinemeyeceğim kesin.
Yıl 72’ydi ve ben 37’sinde yolun sonuna yaklaşmıştım. Yazdıklarım seviliyor, Amerika ve Japonya’da tanınıyordum. Ama sıkılmaya yine kötü hissetmeye başladım. Ne kitaplar ne de şiirler içimi aradığım şey kadar dolduramıyordu. Yüzler, sesler her zamankinden daha anlamsız geliyordu. Şimdi herkes peşimde, sürüyle dinleti ve röportaj teklifleri geliyor, bunlarda umurumda değil bana hiçbir şey ifade etmiyor.
Buna bunalım mı deniyor bilmiyorum ama ne deniyorsa eğer en derinlerine düşmüştüm. İçki, yalan ve gerçek kadar güçlenmişti hayatımda, onla ve onsuz yapamıyordum. Montana’da bir çiftlik evine yerleştim. İnzivaya çekilmek sadece kendimi dinlemek istiyordum.
Belki bende herkes gibi ömrünün geri kalanını geçmiş olan bölümünde yitirdiklerini arayarak geçirenlerdenim. Belki de tamamen onlardan biriyim. Kulağım artık var olmayan bir evin duvarına dayanmış gibi geçmişe dayalı. İçimde pişmanlıklar sıkıntılı bir bitkinlik taşıyan yaz akşamüstlerinde daktiloya vurulan hüzünlü ünlem işaretleri gibi haykırıyorlar.
Bir şekilde bekliyorum, yaşayacaklarımın hayalimdekilerle kesişeceği o imkânsız zamanları, herkes gibi bende bekliyorum, hiç gelmeyecek özgürlüğün ve aşkın tadını, bir şekilde bekliyorum, herkes gibi, nasıl olsa beklemek beklemektir.
Farklılaştırabildiğim şeyler olmuştur belki, kendi adıma ya da bütün bir hiçlik adına. Bira şişemle oturduğumuz evimin verandasındayız şimdi, buradan hayat bir parça daha dingin gözüküyor gözüme, sevdiği adamla harika bir sevişme yaşamış, yorgun ve tatmin olmuş bedenini yatağa bırakmış, pencereden esen meltemi teninin her noktasında hisseden, ciğerlerine tütünün nefesine dolduran güzel ve âşık bir kadın gibi mutlu ve dingin gözüküyor şuan hayat. Boş şişelerin fazlalığından da böyle geliyor olabilir elbet. Düz bir çizgide ağzıma götürdüğüm biramdan bir fırt daha alıp, Rembrandt’ın bile böylesine düzgün ve güzel bir çizgi çizemeyeceğini düşünürken karşımda ki eşsiz çekicilikte sevişmeden yorgun düşen harikulade kadını izliyorum ve kanımda yeterince alkol var.
Her zaman gitmekle kalmak arasında bir yerlerdeydim.
Aradıklarım ya hiç yoktular ya da olamayacak şeyleri aradım. Bu belki hayatın suçuydu belki de ben onu yanlış anladım. Mükemmellik, normalliğin kristalleşmiş halinden öte bir şey değil.
Grenli, siyah beyaz eski bir fotoğrafın içine sıkışmış, renksizlikten şikâyetçi, içi geçmiş, umutsuz bezginlerin hüzünleriyle dolu kalbim. Ruhları kemiren aşağılık bir umutsuzluk ve kırılganlıkla çürüyor her şey. Biraz içki ve biraz daha içkiyle dolduruyorum bedenimi. Benim gibi biraz fazla içiyorsanız sakallarınız birbirinden ayırt edilemeyen milyonlarca küçük nergisten oluşan zarif bir bahçe gibi lekeleniyor, gözlerinizde yorgun bir ihtiyar bakışı beliriyor ve içinizde yanan ateşler mum alevleri kadar korkaklaşıyor. Bekliyor, bekliyor, bekliyorsunuz, yazıyor ve yazıyor ve yazıyorgunsunuz…
Kaçmak dedim de, bir ara bunu başarmıştım sanırım. Jantları çatlak, kaportası çürüklerle dolu, görmüş geçirmiş eski bir amerikan arabasının arkasına taktığım karavanla Idaho nehirlerinin kıyılarına kurduğum kamplarda biraz olsun kurtulmuştum peşimi bırakmayan tüm hezeyanlardan…
Doğayla bütünleşmenin ancak içinde olunduğunda fark edilebilen serin okşayışlarıyla uyudum geceleri. Seslerin harmonisi kanserli hücreleri söküp attı ruhumdan.
Beklentilerimi azalttım, insanlardan beklediklerime harcadığım enerjiyi kendime yakınlaşmak için harcadım. Şu an hiçbir şey yapmıyor ve düşünmüyorum. Sadece sessizliği dinliyorum. Ben ve kendimden bir parça uzaklaştım. Doğadan soyutlanıp sanata yönelmiyorum, hayatın bir değişkeni ya da hayatı değiştirme gibi bir derdim yok, doğa olmaya çalışıyorum. Bir şey anlatmıyorum aslında anlattıklarımdansa beklentim yok artık. Doğanın bağrındayım, bir parçasından öte artık oyum. Doyacak kadar yemeğim var, fazlası her zaman insanı kötülüğe iter, sessizce uyuyacak bir yerdeyim, entelektüel ve duygusal zırvaları azaltıp içimdeki sese yöneliyorum.
Bunlar iyi zamanlarımdı, ve yine bir şey oldu. Sihir bozuldu. Bulduğum harika cennetten bile memnun kalmayacak hisler ve düşünceler üretmeyi becerdim yine.
Sanırım oraya kalem ve kâğıt götürmemeliydim. Yazmayı yanımda götürmemeliydim.
Ama olan bu, sonuç olarak buradayım. İçkiye ve yazmaya muhtacım, bana bahşedilen cennet bile olsa cehennemde yanmak zorundayım. Ben bir yazarım ve buna hazırım.
Ölene kadar acı çekip yazacağım, başka bir yolda yürüyecek değilim.
Satın alınacakların listesi yapılırken ya da tahsil planlaması, kitapların taslakları oluşturulurken ya da bir yönetmen ışık kararları verirken, sanatlı ya da sanatsız içinde başrolünü oynamak istediğiniz bir hikâye yaratırken var ettiğiniz küçük kümelerin içinde daha da yalnızlaşırken bir devletin herhangi bir kararının bir çoğunluk için iyiyken yolu kayıp bir biçimde herhangi bir azınlık için kötü olmak zorunda olduğu gerçeğini görürken, sevgilinizin bir var bir yok olacağını o hep kalsa da aşkın başıboş bir gezginden ibaret olduğunu hissederken, dünyayı kalemlerin ve kılıçların değiştirdiğini, ucuz bir merhemden öteye gidemeyen sevgiyi yalnızlığınızın üstüne umutsuzca sürerken, ölümden bir zerre bile korkmayıp, ölümünüze üzülecek kimsenin olmadığını anlarken hayat pek te uğrunda savaşılası bir yer gibi gelmiyor artık.
Birden kendinizi batmakta olan bir gemi gibi hissediyorsunuz.
Şimdi Bolinas’ta bir balıkçı kasabasındayım.
Ömrümün geri kalanını cehennemin kapısı aralanana dek yazarak geçireceğim.
Kendimi her şeyden koparıp göl kenarında balık tutup içki içeceğim
Gözlerini tavana dikmiş hayallere dalanlar, elindeki soğuk içecekle yüreğine su serpenler, .işe çıkacaklar, hiçe karışacaklar, kendine kendine konuşanlar bu şarkı sizin için beattim fm 84.01
Burada varlığından mutlu olduğum insanların sanat ve özellikle müzik kültürü oldukça geniş... Ayrımız gayrımız yok kısacası :))
Hangi çiçek, diğerini “sarı açtı” diye ayıplar? Hangi kuş, “farklı ötünce” diğerine yasak koyar? Derisinden, dilinden ötürü öldürülüyor insanlar. Ah insanlar! Her şeyi bulup kendini bulamayanlar…
Şırdancı Cemil Baba'da sponsor olur, yapabilirim aslında :))
Soğuk, yağmurlu rüzgarın altında büzülüp vadideki mahzun ekim bağlarını seyre daldım. O muhteşem "Lover Man" şarkısı geldi aklıma, Billie Holiday'in söylediği şekliyle. Çalıların arasında kendi konserimi verdim. "Bir gün karşılaşacağız ve sen tüm gözyaşlarımı kurutacaksın, kulağıma tatlı şeyler fısıldayacaksın, sarılıp öpeceksin beni, ah, neler kaçırıyoruz, Lover Man, ah, nerdesin kimbilir..." İnşam etkileyen, sözlerden çok armonik yapıydı, Billie'nin söyleyişiydi, sanki bir kadın yumuşak abajur ışığında erkeğinin saçlarını okşuyordu. Rüzgar uğuldadı. Üşüyordum.
Şimdiye duyduğum nefret yüzünden birkaç ölü dahiye sığınıyordum; var olana duyduğum nefret yüzünden kendimi hayallere bırakıyordum; insanlara duyduğum nefret yüzünden doğanın yalnızlığını ve bitkilerin sessiz dostluğunu arıyordum. O zamanlardaki favori kelimem özgürlük idi. Ondan ve bundan; şimdiden ve sonradan, buradan ve oradan özgür olmak: Her şeyden özgür olmak.
Ah ya o uzaya gidilecek
Ya o uzaya gidilecek
sıkı bir diss at, bulaşmazlar daha :))
Gökkuşağı istiyorsan, yağmura katlanmalısın.
Aynı Yıldızın Altında, John Green
Yolda dinlediğim şarkılardan...
şehre yeni geldim bu akşam,
kararlarım var rakıyı bırakıcam
yaramıyorsa içmicen başkan
Birlikte keşfettik kendimizi, düşünceyi birlikte keşfettik. Ben sana senin ruhunu gösterdim, sen de bana benim ruhumu gösterdin.
Bitik Adam, Giovanni Papini
Kötü bir niyetim yok. Sadece başka bir dünyaya gitmek istiyorum ben. ''
Jack Kerouac
Felsefesini sevdiğim...
Her insan bir harf armağan etti bana
Yalan yok, ben en çok sonuncu harfe benzedim
Öperken mi koydu içime, o çatlak F.’yi
Yoksa hikâye bittiğinde mi anlamadım
İşte bu yüzden bazı cümlelerim hep çatlıyor
Şu koca galakside bir harfi olmayan…
Farazi Asi, İ.
Bulamadım
“Sence yağmur mu yağacak?” diyorsam
ve o “bilmiyorum” diyorsa
hemen “benden gerçekten hoşlanıyor mu?” diye
düşünmeye başlıyorum.
Başka bir tabirle
biraz ürkütücü oluyorum.
Bir keresinde bir arkadaşım
“biriyle arkadaş olmak
birine âşık olmaktan
yirmi kat daha iyidir” demişti.
Sanırım bunda haklı
üstelik
bir yerlerde yağmur yağıyor ve
çiçekleri büyütüyor
ve salyangozları mutlu etmeye devam ediyor.
Önemsenen tek şey bu
Ama…
Bir kadın benden çok hoşlanıyorsa
ve gerçekten gerilmeye başlıyorsa
ve bana aniden tuhaf sorular sormaya başlıyorsa
ve yanlış cevapları verdiğimde yüzü asılıyorsa
ve şu gibi şeyler söylüyorsa:
“sence yağmur mu yağacak?”
Ve ben “en ufak bir fikrim yok!” diyorsam
ve o “ah,” diyorsa
ve hafiften üzgün görünüyorsa
Kaliforniya’nın açık mavi gökyüzünde,
şöyle düşünüyorum: “tanrıya şükür, sensin bebeğim,
bu sefer benim yerime sensin.”
Richard Brautigan
Bu şarkı da bir şekilde bir şeye meze olanlara gelsin; rakı sofrasındaki balığa, 90 liraya içki ısmarlayanı çeken konsa, not için hocasının eline düşen öğrenciye, kapı kapı gezen işsize, beat'e ilham veren cassady'e, karpuzun yanındaki peynire, Gogen'e, kadere, sana, bana, birde gittiğin arabanın tekerine i.
Neal Cassady - Beat'lerin İlahı
YAŞAMAKTAN YAZMAYA VAKİT KALMADI
Meteliksiz alkolik bir babanın en küçük çocuğuydu Neal Cassady.
Babası ve dedesiyle aynı ismi paylaşıyordu. Dedesi de alkolün pençesinde zorlu yıllar geçiren bir adamdı ama dayanıklı sayılırdı. Babası ise sürekli içiyor ve zaten çok da fazla olmayan müşterileri gün be gün azalıyordu. Neal’ın babası Neal bir berberdi. İçkiye daha erken başlayabilmek için dükkanı öğlen saatlerinde kapatıyor, azalan işleri bahane ederek dükkanı ilk talibine satıyordu. Yıllar yılı üç kuruş biriktirerek açtığı onlarca berber dükkanını yok pahasına elinden kaçırmıştı ama yinede oğlu Neal’ı seviyor ve onu yanından ayırmıyordu. Küçük Neal’ın annesi bu duruma daha fazla dayanamadı ve Neal’ın babasından ayrıldı. Baba Neal, oğul Neal’ı yanına alarak Denver’ın arka sokaklarının yolunu tuttu. Sahip olduklarından daha zor ve yokluk içinde bir hayat onları bekliyordu.
Küçük Neal durumdan habersiz yeni yaşam alanlarını hayatın kendisi sanıyor ve tanımaya çalışıyordu. İzbe sokaklarda, evsizlerle, berduşlarla, hırsızlarla o kadar küçük yaşlarda düşüp kalkmaya başlamıştı ki, hayattan hiçbir beklentisi olmayan bu insanlar Neal’a baktıklarında kendi çocukluklarına doğru küçük yolculuklara çıkıyorlar, onu kendi çocukları yerine koyuyor ve kolluyorlardı.
Neal ve babası yıkılmak üzere olan köhne bir apartmanın ucuz yollu odalarından birini belinden aşağısını kaybetmiş eski bir askerle paylaşıyordu. Herkes son derece yoksul ve çaresizdi. Neal ve babası akşamları karınlarını doyurabilmek için sosyal hizmetlere muhtaçtı. Neal onlar gibi aç insanların oluşturduğu kuyruklarda saatlerce bekler, guruldayan karnını sıra mutfağa yaklaştıkça duyulan yemek kokularıyla zapt ederdi. Paslanmaz çelikten yapılmış masalara yine aynı malzemeden üretilmiş tabaklarını koyarken çıkan sesler orada yemek yiyen herkesin kalbine işleyen içinde birliktelik mesajları içeren duygulu bir müzik gibiydi. Öylesine kalabalıktı ki bırakın yemek yerken dirseklerin birbirine çarpmasını herkes kaşık tutmayan kolunu masanın altında tutmak zorunda kalırdı.
Neal küçük elleriyle içinde bir parça kişisellik barındırmayan koca metal kaşığı çorbasına sallarken çevresindeki insanların kaderlerinin nasıl olup da bu noktaya gelebildiğini düşünüyordu, yaşam denilen şey onu hayrete düşürmeye başlamıştı.
Yaşamak zorunda oldukları sefaletin içinde en azından huzurları vardı. Çünkü Neal’ın iki abisinin şiddet dolu tavırlarından uzaktılar. Neal ve babası, ayrılıktan sonra birkaç kez annesini ziyarete gitmişler, annesinin evinde Neal’ın iki abisiyle karşılaşmışlardı. İki abi, baba Neal’ı ağzı burnu kan içinde kalana dek dövüyor, ağızlarına geleni söylüyorlardı. Bu durum birkaç nahif niyetli ziyarette daha tekrarlanmıştı. Çocukların en küçüğü Neal babasını dövebilen abilerinden ölesiye korkuyor ve zaman zaman şiddete maruz kalıyordu ancak her seferinde babasını kanlar içinde görünce yediği yumrukların acısı bir anda siliniyordu.
Böyle zamanlarda küçük Neal’ın içi büyük bir kasvetle dolar, içindekileri bir nebze boşaltabilmek için şehir dışına kendi başına yürüyüşler yapardı. Şehrin yüksek ve ürkütücü beton viyadüklerinden birinin tepesine çıkar, bu devasa yapıyı insanların yapma amaçlarını düşünür ve korkutucu kemerlerin üstünde dolaşmayı göze alan biri var mıdır diye geçirirdi içinden.
Çocukluğu yoksulluk içinde, bilinç seviyesi neredeyse olmayan dağınık bir aile düzeninde, izbe yapıların ucuz odalarında, zaman zaman babasıyla yaptıkları yük vagonu yolculuklarıyla, 1930’ların köhne Amerikası’nda oradan oraya savrularak geçiyordu.
Neal yirmili yaşlarına gelince, babasıyla sürdürdüğü hayatı terk ederek kendi yolunda yürümeye karar verecekti. Yaşam tarzını değiştirmeyecek sadece yürüdüğü yolda yalnız olmayı seçecekti. Yine izbe bir sokakta, köhne bir apartmanın ucuz dairelerinde kalacaktı üstelik eskisinden daha da bozuk muhitlerdi bunlar.
Apartmanın bodrum katı yer altı amerikan film setlerini andırıyordu. Bitmek bilmeyen striptizler, kumar oyunları, yasadışı dövüşleri düzenleniyor, hesabı ödeyemeyenler insafsızca dövülüyor, kadınlar kumar masalarında satılıyordu.
Neal fakirliğin içine yasa dışılığın bulaştığı Amerikan getto yaşamının tam merkezinde, tüm pisliğine şahit olarak, kimi zamanda bulaşarak yaşamaya başladı.
Tam da bu sıyrık ve ölümle her an dirsek teması mesafede yaşadığı zamanlar kaderinin değişmesi için daha doğrusu bir çoğunun kaderini değiştirmesi için en uygun zemini hazırlıyordu. Neal, etrafında dönüp duran hayattan bir parça sıkılacak ve üniversiteye gitmeye karar verecekti. Columbia Üniversitesi 1946 yılında arızaların bir araya gelmesine ev sahipliği yapıyor, ilerleyen zamanda beat akımını oluşturacak sıyrıklar Ginsberg, Kerouac ve Neal Cassady’i bir araya getiriyordu.
Kısa zamanda sıkı ahbaplıklar kurulacak ve yeni bir hareketin dinamikleri oluşacaktı.
Neal diğerlerine nazaran hayatla daha yakın temaslar içerisindeydi, üniversitedeyken de eski hayat tarzından kopamayacaktı. Günü birlik işlerde çalışır, genelevlerin yollarını ezbere bilir, barlarda müdavimlik eder, içer, çeker, kafasına göre takılırdı. Çaldığı 500’e yakın arabayla sokaklarda fink atar, bazen bu çalıntı arabalarla küçük geziler yapar, hayali dünyaların iz sürücüsü olur, gelişigüzel yaşar, şiir gibi konuşur, bilinen yaşam kurallarının ne kadar zıddı varsa onların peşinden koşardı. Beat’ler onun bu doğal, başına buyruk, özgür ve içtenlik dolu tarzına hayran kalmışlardı. Bir şeyi beğenmiyorsan, eleştirmekle yetinmeyecek onun tam tersine bakacaktın. Neal’da tam olarak böyle yapıyordu. Durmak bilmeyen yolculukların iki kuralı vardı Neal için, birincisi yolda yürürken birinin seni alması için beklemektense hiç durmadan, gece gündüz gözetmeden devam etmekti, belli bir noktada beklemek ona göre değildi. İkincisi ise; Tanrı’ya güvenmek ve arabayla yapılan ve nereye gidildiği hiç de önemli olmayan bir yolculuğun en iyi yolculuk olduğuydu. Neal, beatlerin üzerinde büyük bir etki yaratmış, yaşam tarzı beatlerin ortak yaşam tarzı haline gelmeye başlamıştı.
Neal, Jack Kerouac’la birlikte ülkeye baştan sona dolaştıkları serseri bir geziye çıkmıştı. Yolculuktan dönünce Jack Kerouac bir otel odasına kapanmış ve iki haftada beat kuşağının meşhur kitabı ‘Yolda’yı yazmıştı. Bu kitabın baş karakteri ise Dean Moriarty adı altına gizlenen Neal Cassady’ydi
Ölümle burun buruna gelmekten çekinmeyen, yaşamın gizli tenine dokunan, her ne olursa olsun sonunda tükenileceğini bilen ama asla bir köşeye çekilip durmayan, kendini güvende hissedip çürümektense yola çıkıp gebermeyi göze alan özgür ruha sahip kendine has, başına buyruk biriydi Neal. Dönemin arızalar kervanına katılmış, hatta onlar tarafından ikon haline getirilmeye başlamıştı. Rahatsız sanatçılar topluluğu, beatler, kendinden sonraki kuşakları derinden etkiledi ve bir çok akımın doğmasını sağladı. Amerika’da ki bütün yer altı akımları, rock ve psikedelik müzik beatlerin tohumlarını içinde taşır. Beat cazdan, doğaçlama müzikten, dışavurumcu resimden, tinsel arayışlardan nasıl ilham aldıysa yer altına da böyle ilham vermiştir, isyan bayrağı hep açıktır. Bu isyan bayrağını en önlerde koşturan, beatlerin nezrinde yarı insan-yarı tanrı statüsüne taşınan idol de Neal Cassady’dir.
Aslına bakılırsa Neal diğer beatler gibi düzenli yazan biri değildi ama otobiyografik bir roman olan ‘’Üçün Biri’’ ni yazmıştır. Beat kuşağının çekirdeğini oluşturan yazarlar onun konuşurken ve mektuplarında kullandığı serbest ve akıcı üslubundan çok etkilenmişlerdir. Kerouac kitaplarında kullandığı doğaçlama nesir üslubunu onun yazdıklarından aldığını söyler. Neal Cassady, Jack Kerouac’ın Yolda romanıyla kültürel bir ikon haline dönüşmüştür.
İşsiz ve parasız, bardan bara, kentten kente, kadından kadına savrulan, bilinen yaşam çemberinin hep dışında, yaşama tüm kaslarıyla sarılan, yaşamaktan yazmaya zaman bulamayan, Kerouac’ın yedi kitabına baş karakterlik etmiş dahası Bukowski’nin, Ginsberg’in, Ken Kesey’in yazılarının kahramanı olmuş ve bir çok beat yazarın ilahı haline gelmiş gönlü serseri bir adamdı Neal Cassady.
Yaşamaktan yazmaya vakit bulamıyordu…
Yazdıklarını yaşarken bir kitap altında toplayamayanlara yada toplamayanlara yazar denebilir mi, yazılanların gösterilme veya sunulma zorunluluğu olabilir mi, üretilenler ancak başkalarına sunulabilecek bir formata sokulduğunda mı bir sıfat sahibi oluyorlar...
Yaşamı boyunca durmadan okumuş ve yazmış ama bunları kimseyle paylaşmamış birine yazar denebilir mi…
Yazarlar böyle koşullara tabi olabilir mi…
Juan Rulfo yok ettiği ilk ve son romanı gibi basılan tek romanını da yok etseydi bir yazar olamayacak mıydı…
Neal Cassady yazdıklarını yaşarken bir araya toplamadığı için bir yazar değil mi… Belki değil belki de öyle.
Hiç ama hiç umurunda olmadığını hissedebiliyorum.
Bir şeyi içten geldiği gibi ve hiçbir beklentiye kapılmadan yaptığınız da bunun kimse tarafından takdir edilmesini, yerilmesi hatta kabul edilip edilmemesini bile umursamazsınız.
Ama yinede yazma konusunda biraz disiplinli olabilseydi kolaylıkla beatlerin en tanınır yazarı olabilirdi. Her şeye rağmen o eline kağıt kalem almadan kitaplar ürettirebilen, 15 ayrı kitaba baş karakterlik etmiş ve hakkında 4 farklı film yapılmış beatlerin idolüydü. Neal Cassady, kendi otobiyografik romanı haricinde basılı başka çalışması olmayan ama beat yazarlarının kendi kitaplarında en fazla esinlendikleri hatta katıksız olarak anlattıkları biridir.
Kısacası, yazdığı tek bir kitabı olan bu adam, varlığıyla ve yaşam düsturuyla beatlerin varolmasındaki en büyük güç olmuş, stili ve etkisiyle onlarca kitap, şiir ve müziğin ortaya çıkmasını sağlamıştır.
Aslında bakılırsa Neal Cassady’nin hareketli ve akıcı bir üslubu vardır ama kendi zenginliğinin farkında olamayacak kadar zevk düşkünüdür. Nerde akşam orda sabah, farklı kadınlar, bolca içki, epeyce uyuşturucu vesaire.
Dağınık ve hercaidir, rüzgar nerden eserse oraya yelken açar.
Bazen doğru olanı bulmak için bilinen yollardan uzaklaşmak hatta bilinmeyene kendini bırakmak gerekir, bazen kontrolü kaybetmek iyidir.
Kontrol duygusu bizi var eden en güçlü yönlendiricilerden, ona sıkı sıkı bağlanıp çokta fazla sorgulamadığımız beklentilerimizi karşılamak adına çalışmaya başladığımızda istatistik olarak avantajlı sonuçlar alıyoruz. Kontrol işe yarıyor. Ondan sıyrılıp rüzgara yelken açtığımızda, pusula görevini de yüreğimize verdiğimizde vardığımız koylarda bulduğumuz kendimiz her seferinde başka biri oluyor. Kendi içimizde ki onlarca yeni insanla tanışıyoruz, kısa süreli de olsa tanıyoruz onları, heyecanlanıyoruz. Dünyada yeni bir yerde yeni bir insanla tanışmanın verdiği heyecana kaptırıyoruz kendimizi, saklı diğer bizleri tanırken.
Kontrole ihtiyacımız olmadığında bugün sahip olduğumuz bir çok şeye aslında ihtiyacımız olmadığını da fark edeceğiz. Malımız, mülkümüz olmayacak, elle tutulur bir başarımız yada geleceğe bakınca güvenebileceğimiz bir garantimiz de olmayacak. Meteliksiz ve bakımsız olacağız, kaybedecek ve kazanacak pek bir şey kalmayacak, hırslardan sıyrılacağız, dünyanın kendi etrafımızda dönmediğini ve sahildeki küçük bir kum tanesinden daha değerli olmadığımızı fark edeceğiz, işte o an, ciğerlerimiz yanacak, çünkü ilk defa gerçekten nefes aldığımızı hissedeceğiz, yaşamın ilk defa bu kadar kıyısında durabileceğiz ve dalgalar ayaklarımıza dolanmaya başladığında rüzgar nereye götürürse oraya gideceğiz.
Yaşamın bir yarış değil bir gezinti olduğunu anlayacak ve sahip olduğumuz tek şeyin avuçlarımızın arasından sızıp giden, içinde bulunduğumuz an olduğunu fark edeceğiz.
İşte o zaman yaşamaktan yazmaya vakit bulamayacağız.
John Lennon’ın da dediği gibi; ‘’Hayatın, biz yarın için endişelenirken, bugün başımızdan geçenler olduğunu göreceğiz.’’
Cassady günü birlik yaşamaya, sadece içinde olduğu anın hakkını vermeye çalışanlardandı. Doğruluğu, yanlışlığı tartışılır, sahip olduğu anları daha da keyifli hale getirebilmek için her türlü yolu denerdi. İçki, uyuşturucu, partiler ve zamansız, sınırsız yolculuklarla arası sıkı fıkıydı.
İçki ve uyuşturucuların eğlenceyi farklı boyutlara taşıdığı, zihinlerin kayıp zamanlarda eridiği, kontrol duygusunun tamamen yok olduğu bir parti gecesinde Neal kendinden geçtiğinde mekanı Meksika’ydı. Zihni bulanmaya başlamış, üst alemleri ziyaretler sıklaşmıştı. Ağırlaşan bedeni ve eriyen bilinci onu rahatsız etmiş, bir parça açılmak için evden uzaklaşarak bir gezintiye çıkmıştı. Gece karanlık ceketini sırtından attığında Neal evden 15 mil uzakta güneşin ilk ışıklarıyla aydınlanmaktaydı fakat bu ışıkları göremedi. Çıktığı bu küçük yolculuğun tam ortasında kendisine otostop çeken ölümü kıramadı ve onu bünyesine bindirdi. 1968’de Meksika’da 43.doğum gününe 4 gün kala ve Kerouc’ın ölümünden bir yıl önce son kez ‘’yolda’’ydı. Beatlerin yarı tanrısı tarih olmuştu…
YALIN İNCE
sahildeki boş sezlonga, şemsiye devirenlere, kayalık tarafinda ah ulan ah :)) , dalga sesine, yakamoza, kayan yıldıza, donla denize girenlere ve derin düşüncelerdeki tüm sarhoşlara... beattim 84.01 fm
gece alemlerinde "es to es" yapanlara gelsin...
Bira, Balık ve Yalnızlık-Richard Brautigan
Yazar neobeat
Bira, Balık, Yalnızlık
Sıcaktan kavrulan, uyumaktan başka bir şey yapmaya gücü yokmuş gibi görünen yorgun topraklar, derin bir karanlıkla tükenmiş yaşamları sonsuza kadar hapsedecek mezarlar haline gelmek için bekliyorlar.
Dalları zayıflamış, susuzluktan kurumuş yapraklarıyla toprağa bağlı ağaçlar sonun yakınlığını hissettikçe daha büyük bir nefretle salıyorlar köklerini bu ölümcül topraklara.
Kuşlar ötüşmekten yorulmuş, bir damla gölgeye aç, güçsüz kanatlarına son bir azimle rüzgâr doldurmaya çalışıyorlar.
Her şey akıl almaz bir düzen içinde, algılanamayacak kadar karışık ve fark edilemeyecek kadar sade…
Dünyanın her yerinde ortak tek bir an içinde bir sürü insan gözlerini bambaşka yerlerde ilk defa açarken bende Tacoma’da dünyanın nasıl bir yer olduğuna meraklı gözlerle bakıyordum ilk defa. 1935’in 30 Ocak günü.
Babamı hatırlamak istemiyorum, bir oğlu olduğundan haberi olduğunu da sanmıyorum zaten.
Aradan yirmi yıl geçti, harika bir yere gelmediğimi anladım artık.
Evimdeki aynaya bakıyor ve yüzümü görüyorum, başka bir şey görmek isteyebilirdim belki. Gördüğüm 20’sinde polis karakolunun camlarını elindeki taşlarla alaşağı etmiş bir suçlu, yalnız biri, duyarlılığı bu hayatı kaldıramayacak kadar keskinleşmiş bir kaybeden, bir kalem ve kâğıt müptelası, bir yazar, bir alkolik, bir yalnız nihayetinde.
Yalnızlığını şiirlerle kovmaya çalışan bir umutsuz…
Kaçmakla kurtulunur, en azından inanılan bu. Fazlasıyla da denenilen. Kimi başarır, kimi başaramaz. Yalnızlıktan kaçılmaz işte, kendini yanında götürdükçe yalnızlıktan kaçamazsın. Kaçtım diyorsan da büyük bir yalancısın.
21 yaşımda Tacoma’yı terk ettim, umurunda olmasını isterdim, California’da yaşamaya başladım. Sokak aralarında, köşe başlarında bazen de ana caddelerde şiirlerimi satıp, yalnızlığı kovmaya bir de karnımı doyuracak kadar yiyecek parası çıkarmaya çalışıyordum. İşportacı şair Brautigan…
Bir on yıl böyle gitti, bu süre içerisinde Beat’lerle tanıştım hani şu Beatnik’ler, kafalarına göre takılan kıyak adamlar yani, Jack, Allen ve diğerleri. Ama hiçbir zaman kendimi onların yürüdüğü yola tam olarak ait göremedim.
Beat’ler anlaşılır, açık, içten, cüretkâr, muhaliftiler, mizah duygusuna da sahiptiler. Ama bir şiir için bunlar yetersiz kalır, lirik ve sürreal olmalı, saflığı ve sevgiyi barındırmalı. Benim için sevgiliye yazılan naif satırlar her türlü karşıt hareketten daha güçlüdür.
Tabiat ve önemsiz anlar hayatı oluştururlar, asıl olan budur benim için.
67 yılında Amerika’da Balık Avı kitabım yayınlanınca bende bir hayli tanınır hale geldim. O sokaklarda yıllarca kendi başıma takılırken aradığım şey kimsenin umurumda değildi. Ama bir kitap, her şeyi değiştirecek öyle mi, artık isteniyor ve tanınıyor muyum? Bunların hiçbiri umurumda değil.
Her şey fütursuzca yalpalanıyor ve eskiyor, bende bu akışı içimde hissediyorum.
Ruhlarımız kör doğmadı ama dünya gözünü çıkarmak için elinden geleni yapıyor. Savrulmak yapraklara özel bir şey olmalı, insanın ruhu bu işin içine girmemeli.
Bir barmen tezgâhın benim oturmadığım diğer ucundaki, aslında orada hiçbir zaman olmamış hayali lekeyi nasıl bir şuursuzlukla siliyorsa, önümüze çıkan güzellikleri, yeni aşkların başlama fırsatlarını aynı şuursuzlukla es geçiyoruz. Ancak tüketilebilecek şeyler üretecek kadar yaratıcıyız hepimiz. İnceliğin peşi çoktan bırakıldı. Ürettiklerim tüketilmeli ve tüketeceğim şeyler üretilmeli. Bunu daha fazla hassasiyet ve bilgi gerektiren bir platformda gerçekleştirince de entelektüel oluyoruz. Bu duruma üzülmeli miyim bilmiyorum ama sevinemeyeceğim kesin.
Yıl 72’ydi ve ben 37’sinde yolun sonuna yaklaşmıştım. Yazdıklarım seviliyor, Amerika ve Japonya’da tanınıyordum. Ama sıkılmaya yine kötü hissetmeye başladım. Ne kitaplar ne de şiirler içimi aradığım şey kadar dolduramıyordu. Yüzler, sesler her zamankinden daha anlamsız geliyordu. Şimdi herkes peşimde, sürüyle dinleti ve röportaj teklifleri geliyor, bunlarda umurumda değil bana hiçbir şey ifade etmiyor.
Buna bunalım mı deniyor bilmiyorum ama ne deniyorsa eğer en derinlerine düşmüştüm. İçki, yalan ve gerçek kadar güçlenmişti hayatımda, onla ve onsuz yapamıyordum. Montana’da bir çiftlik evine yerleştim. İnzivaya çekilmek sadece kendimi dinlemek istiyordum.
Belki bende herkes gibi ömrünün geri kalanını geçmiş olan bölümünde yitirdiklerini arayarak geçirenlerdenim. Belki de tamamen onlardan biriyim. Kulağım artık var olmayan bir evin duvarına dayanmış gibi geçmişe dayalı. İçimde pişmanlıklar sıkıntılı bir bitkinlik taşıyan yaz akşamüstlerinde daktiloya vurulan hüzünlü ünlem işaretleri gibi haykırıyorlar.
Bir şekilde bekliyorum, yaşayacaklarımın hayalimdekilerle kesişeceği o imkânsız zamanları, herkes gibi bende bekliyorum, hiç gelmeyecek özgürlüğün ve aşkın tadını, bir şekilde bekliyorum, herkes gibi, nasıl olsa beklemek beklemektir.
Farklılaştırabildiğim şeyler olmuştur belki, kendi adıma ya da bütün bir hiçlik adına. Bira şişemle oturduğumuz evimin verandasındayız şimdi, buradan hayat bir parça daha dingin gözüküyor gözüme, sevdiği adamla harika bir sevişme yaşamış, yorgun ve tatmin olmuş bedenini yatağa bırakmış, pencereden esen meltemi teninin her noktasında hisseden, ciğerlerine tütünün nefesine dolduran güzel ve âşık bir kadın gibi mutlu ve dingin gözüküyor şuan hayat. Boş şişelerin fazlalığından da böyle geliyor olabilir elbet. Düz bir çizgide ağzıma götürdüğüm biramdan bir fırt daha alıp, Rembrandt’ın bile böylesine düzgün ve güzel bir çizgi çizemeyeceğini düşünürken karşımda ki eşsiz çekicilikte sevişmeden yorgun düşen harikulade kadını izliyorum ve kanımda yeterince alkol var.
Her zaman gitmekle kalmak arasında bir yerlerdeydim.
Aradıklarım ya hiç yoktular ya da olamayacak şeyleri aradım. Bu belki hayatın suçuydu belki de ben onu yanlış anladım. Mükemmellik, normalliğin kristalleşmiş halinden öte bir şey değil.
Grenli, siyah beyaz eski bir fotoğrafın içine sıkışmış, renksizlikten şikâyetçi, içi geçmiş, umutsuz bezginlerin hüzünleriyle dolu kalbim. Ruhları kemiren aşağılık bir umutsuzluk ve kırılganlıkla çürüyor her şey. Biraz içki ve biraz daha içkiyle dolduruyorum bedenimi. Benim gibi biraz fazla içiyorsanız sakallarınız birbirinden ayırt edilemeyen milyonlarca küçük nergisten oluşan zarif bir bahçe gibi lekeleniyor, gözlerinizde yorgun bir ihtiyar bakışı beliriyor ve içinizde yanan ateşler mum alevleri kadar korkaklaşıyor. Bekliyor, bekliyor, bekliyorsunuz, yazıyor ve yazıyor ve yazıyorgunsunuz…
Kaçmak dedim de, bir ara bunu başarmıştım sanırım. Jantları çatlak, kaportası çürüklerle dolu, görmüş geçirmiş eski bir amerikan arabasının arkasına taktığım karavanla Idaho nehirlerinin kıyılarına kurduğum kamplarda biraz olsun kurtulmuştum peşimi bırakmayan tüm hezeyanlardan…
Doğayla bütünleşmenin ancak içinde olunduğunda fark edilebilen serin okşayışlarıyla uyudum geceleri. Seslerin harmonisi kanserli hücreleri söküp attı ruhumdan.
Beklentilerimi azalttım, insanlardan beklediklerime harcadığım enerjiyi kendime yakınlaşmak için harcadım. Şu an hiçbir şey yapmıyor ve düşünmüyorum. Sadece sessizliği dinliyorum. Ben ve kendimden bir parça uzaklaştım. Doğadan soyutlanıp sanata yönelmiyorum, hayatın bir değişkeni ya da hayatı değiştirme gibi bir derdim yok, doğa olmaya çalışıyorum. Bir şey anlatmıyorum aslında anlattıklarımdansa beklentim yok artık. Doğanın bağrındayım, bir parçasından öte artık oyum. Doyacak kadar yemeğim var, fazlası her zaman insanı kötülüğe iter, sessizce uyuyacak bir yerdeyim, entelektüel ve duygusal zırvaları azaltıp içimdeki sese yöneliyorum.
Bunlar iyi zamanlarımdı, ve yine bir şey oldu. Sihir bozuldu. Bulduğum harika cennetten bile memnun kalmayacak hisler ve düşünceler üretmeyi becerdim yine.
Sanırım oraya kalem ve kâğıt götürmemeliydim. Yazmayı yanımda götürmemeliydim.
Ama olan bu, sonuç olarak buradayım. İçkiye ve yazmaya muhtacım, bana bahşedilen cennet bile olsa cehennemde yanmak zorundayım. Ben bir yazarım ve buna hazırım.
Ölene kadar acı çekip yazacağım, başka bir yolda yürüyecek değilim.
Satın alınacakların listesi yapılırken ya da tahsil planlaması, kitapların taslakları oluşturulurken ya da bir yönetmen ışık kararları verirken, sanatlı ya da sanatsız içinde başrolünü oynamak istediğiniz bir hikâye yaratırken var ettiğiniz küçük kümelerin içinde daha da yalnızlaşırken bir devletin herhangi bir kararının bir çoğunluk için iyiyken yolu kayıp bir biçimde herhangi bir azınlık için kötü olmak zorunda olduğu gerçeğini görürken, sevgilinizin bir var bir yok olacağını o hep kalsa da aşkın başıboş bir gezginden ibaret olduğunu hissederken, dünyayı kalemlerin ve kılıçların değiştirdiğini, ucuz bir merhemden öteye gidemeyen sevgiyi yalnızlığınızın üstüne umutsuzca sürerken, ölümden bir zerre bile korkmayıp, ölümünüze üzülecek kimsenin olmadığını anlarken hayat pek te uğrunda savaşılası bir yer gibi gelmiyor artık.
Birden kendinizi batmakta olan bir gemi gibi hissediyorsunuz.
Şimdi Bolinas’ta bir balıkçı kasabasındayım.
Ömrümün geri kalanını cehennemin kapısı aralanana dek yazarak geçireceğim.
Kendimi her şeyden koparıp göl kenarında balık tutup içki içeceğim
pide sıcak çay demli her şey milli ve yerli :)) afiyet olsun...
Gözlerini tavana dikmiş hayallere dalanlar, elindeki soğuk içecekle yüreğine su serpenler, .işe çıkacaklar, hiçe karışacaklar, kendine kendine konuşanlar bu şarkı sizin için beattim fm 84.01
Bugün orda da cumartesi mi?
Sende beni benim kadar özledin mi?
efso bir hikayeydi :))
beattim fm 84.01 içinizdeki donkişotlara gelsin geceniz düşlerinizi aydınlatsın
yel değirmenlerine karşı donkişot muyum
uçuyorum durmadan ben pilot muyum
.... Türk sinemasını tanıtıyorum Elif, Kurbağalar filmiyle sıkı bı giriş yaptım:))
herşeyi daha güzel /lezzetli yapan onu paylaşmaktır kanımca.
Bir lisanda, şair ceketli çocuktan gelsin o zaman...
Kafası kendinden güzel...
Güzel zamanlardı...
Günün sözünü ve sahibini kutlarım :))
Burada varlığından mutlu olduğum insanların sanat ve özellikle müzik kültürü oldukça geniş... Ayrımız gayrımız yok kısacası :))
Hangi çiçek, diğerini “sarı açtı” diye ayıplar?
Hangi kuş, “farklı ötünce” diğerine yasak koyar?
Derisinden, dilinden ötürü öldürülüyor insanlar.
Ah insanlar! Her şeyi bulup kendini bulamayanlar…
Chinaski...
Şırdancı Cemil Baba'da sponsor olur, yapabilirim aslında :))
Soğuk, yağmurlu rüzgarın altında büzülüp vadideki mahzun ekim bağlarını seyre daldım. O muhteşem "Lover Man" şarkısı geldi aklıma, Billie Holiday'in söylediği şekliyle. Çalıların arasında kendi konserimi verdim. "Bir gün karşılaşacağız ve sen tüm gözyaşlarımı kurutacaksın, kulağıma tatlı şeyler fısıldayacaksın, sarılıp öpeceksin beni, ah, neler kaçırıyoruz, Lover Man, ah, nerdesin kimbilir..." İnşam etkileyen, sözlerden çok armonik yapıydı, Billie'nin söyleyişiydi, sanki bir kadın yumuşak abajur ışığında erkeğinin saçlarını okşuyordu. Rüzgar uğuldadı. Üşüyordum.
Yolda, Jack Kerouac
....bu şarkı ve bu gülüş sana gelsin Elif:))
Bana caz yapma!
Beat Generation, Jack Kerouac
:))
Şimdiye duyduğum nefret yüzünden birkaç ölü dahiye sığınıyordum; var olana duyduğum nefret yüzünden kendimi hayallere bırakıyordum; insanlara duyduğum nefret yüzünden doğanın yalnızlığını ve bitkilerin sessiz dostluğunu arıyordum. O zamanlardaki favori kelimem özgürlük idi. Ondan ve bundan; şimdiden ve sonradan, buradan ve oradan özgür olmak: Her şeyden özgür olmak.
Bitik Adam, Giovanni Papini
Eyvallah, cigaradan iz sürdün sanırım...
.... kayıp kardeşini bulduk F.:)))