Yâhu! .. Eğer Müslüman iseniz, bunun bir kitabı, bir ana-yasası vardır. Alır okursunuz. Anlar veyâ anlamaz, inanır veyâ inanmaz, kabûl eder veyâ etmezsiniz. Burası size kalmış bir husustur. Ancak… Eğer inanmış ve kabûl etmişseniz, Kur’an’da olmayanın da peşinden gitmeyiniz! İslâm birdir; basit ve yalındır. Çeşitlemesi yok, yorumu yoktur, başka yolu (tarîkatı) da yoktur! O’ndan ve ana yoldan ayrılmayınız! Dünyâya bakın! Aslında bir olan İslâm, sözde O’na hizmet eden bâzı kafalar yüzünden bin-bir parçaya bölünmüştür. Neredeyse her yerde başka bir doktrindir. Bir din, eğer Allah gibi bir varlık tarafından gönderilmişse, “iki kere iki” gibidir! Yâni… Her yerde ve her zaman “dört” eder! ” Aaaah Atatürk, Ahhh! ! ! Şu belli olmaktadır ki, onca zorluğu aştıktan sonra bile eksik bir şeyler daha kalmışmış meğer!
Kandiller, zamanla ve bir evrim sonucunda İslâm’a monte edilmiş ve artık kutsal sayılan günlerdir. İslâm’da, en çok bilinerek önem verileni Kadir olmak üzere beş Kandil bulunmaktadırlar. Bunlar; Mevlid, Regâip, Mîraç, Berat ve Kadir adlarıyla sıralanmaktalar. Ancak, Mîlât’tan on gün kısa olan Arap takvimine göre bu sıralama, yıldan-yıla değişebilmektedir de. Konuya kandil denen aydınlatma aracından girelim... Bunun aslı olan candela (okunuşu kandela) , Latince yâni Roma dilinden geliyor. Buradan Araplar alıp kındil demişler; biz Türklerse sözü onlardan almış ve kandile çevirmişizdir. Belli bir yaşın üstünde olup, köy ve kasabalarda yetişmiş olanlar kandil görmüşlerdir. Kandil camsız bir âlet olup gaz lâmbasından daha basittir. Bâzı kandillerse, âdetâ fitilli bir çanaktan ibârettirler. İlk kandiller pişmiş topraktan yapılmış, sonra şekilden-şekle girmişlerdir. Târihte; taş, kurşun, cam, seramik, tunç, gümüş, altın gibi çeşitleri görülmüşlerdir. En sonundaysa tenekeden ve camlı yapıldığı görülmüştür. Kandiller sıvı yağları, daha çok da zeytinyağını yakmışlardır. Elektriğin yaygın olarak kullanıldığı günümüzde, câmilerin kubbe veyâ tavanlarında, kandil niyetine bunun benzeri elektrik lâmbalarını gene de görebiliriz. Bunlar artık, o mekânların süs unsurları da sayılmaktadırlar. Buradaki asıl konumuz olan Kandil günlerine gelince... Henüz elektrik bulunmadan önce, yukarıda andığımız kutsal günlerin gecelerinde, câmi veyâ mescit gibi yerlerde kandil yakıldığından, böyle gecelere de “Kandil” denmeye başlanmıştır. Kandillerin en ünlüsü, kuşkusuz Kadir (Arapça kadr) gecesi olur. Ramazan’ın 27. gününe rastlayan bu gece, İslâm için son derecede önem taşımaktadır. Kuran’ın beş âyet(cümle) lik Kadir sûresi, Kuran’ın bu gece tebliğ olunmaya başlandığını bildirmektedir. Aynı âyete göre, Kadir gecesi bin aydan daha hayırlıdır. Kadir gecesi Ramazan ayı içindedir ama, aslında bunun günü belli değildir. Buna rağmen, daha sonra konuyu irdeleyen İslâm yorumcuları, bâzı hadislerden çıkardıkları sonuçla Kadir gecesinin, Ramazan’ın 27. gününe rastlaması lâzım geldiğini ileri sürmüşlerdir. İddiâyı doğru kâbul eden İslâm toplumları, daha sonra günümüze kadar ve dâimâ aynı tez doğrultusunda hareket etmiştir. Mevlit (Arapça mevlid) Kandili... Aslı gene Arapça olan mevlit kelimesi; doğum, doğum yeri veyâ doğum zamânı demek olur. Kandilin konusu olan mevlit ise Hz. Muhammet’in doğumudur ki, ilk olarak Fâtımîler(Mısır) döneminde din törenleri düzenlenerek kutlanmıştır. Geniş çapta kutlamalar ise, Selçuklular dönemine rastlamaktadır. Mevlit adına kutlamalar bundan sonra ve yavaş-yavaş bütün bir İslâm toplumuna yayılmıştır. Şu var ki, işin içine kültür girince her toplum Mevlit’i kendine göre yoğurmuştur. Tıpkı İslâm’ın asıl akîdeleri gibi, Mevlit de her toplumda farklı algılanarak, farklı-farklı yorumlanıp, farklı da uygulanmıştır. Mevlit günleri için, değişik İslâm ülkeleri dillerinde manzum övgüler (manzûme) yazılmıştır. Bunlar, ayrıca bestelenerek Kandil günlerinde okunmuşlardır. Ülke’mizde yazılan mevlitlerin en ünlüsü Süleyman Çelebi’ninkidir. Bu, o derecede tutulmuş ve o derecede tutunmuştur ki, bugün, diğerlerinin metnini değil varlığını bile bilmemekte, Mevlit manzûmesini Süleyman Çelebi’nin yazdığından ibâret sanmaktayızdır. Mevlit Kandili, bizde Osmanlı’nın III. Murat döneminden sonra kutlanmaya başlanmış, bundan sonraysa İslâm’a yerleşip-kalmıştır. Regâip (Arapça regâib) Kandili... Regâib Arapçada, çok aranan, çok istenen demektir. Bu kandil, Âmine Hâtun’un Hz. Muhammet’e hâmile kaldığı gecenin yıldönümünü anlatır. İslâm toplumunda mübârek sayılan günlerdendir. Bu gece dahi, diğer kandiller gibi, dualarla ve genel ibâdetle geçirilir. Böyle bir gecenin (aslında bir günün tamamının) kutlanması, tabiî ki Hz. Muhammet’in tebliğlerinden değildir. Nitekim, İslâm içinde söz sâhibi olmuş bâzı kişiler, böyle bir kutlamanın yanlış ve yakışıksız olduğunu düşünmüşlerdir. Bugün de böyle düşünenler bulunmaktadırlar. Târih bilimi de, olayın târih olarak doğruluğunu zâten onaylamamaktadır. Mîraç (Arapça mîrac) Kandili... Arapça mîrac; merdiven, yükselme, göğe çıkma gibi anlamlar taşır. Burada, Hz. Muhammet’in İslâm inanışında gökteki Allah katına çıkışı anlatılır. Olay, Mesçidi Haram’dan Mesçidi Aksâ’ya gidiş gibi de yorumlanır. İddiâlı bir söylentiye göreyse, Hz. Muhammet Burak adındaki beyaz bir atla Mesçid’i Aksâ’ya varmıştır. (Burak gökte hareket edince, buna göre onun kanatlı olduğu ve uçtuğu var sayılmaktadır.) Önceki bütün peygamberler orada beklemektedirler ve Kendisi’ni saygıyla karşılamışlardır. Hz. Muhammet, bundan sonra da aynı Burak’la göğün yedinci katına varmıştır. Orada, Allah’a iki yay boyu yaklaşmış, O’nunla konuşmuş, cennet ve cehennemi görmüştür. Mîraç denilen olay, İslâm dünyası içindeki belli tartışmalardan birinin konusudur. Bâzıları göğe çıkmayı ciddîye almamakta, bunu bir rüyâ olarak kabûl etmektedirler. Onlar, Hz. Muhammet’in bedeniyle değil ama rûhuyla Miraç’a çıkmış olabileceğini düşünmektedirler. Hz. Muhammet’in yatağının Mîraç gecesi sabahında ıslak bulunmuş olması, O’nun geceyi yatağında geçirip-terlediği şeklinde izah edilmiştir. Diğer bir kısım İslâm tasavvufçularıysa, Mîraç olayını tümden reddetmektedirler. Onlara göre böyle bir olayın yaşanması aslâ mümkün değildir. Bu durum, akla ve dünyâ gerçeğine uymaz. Mîraç olayı işte böylesine tartışmalı bir konudur. Fakat sonuç itibarıyla Mîraç da İslâm’ın mübârek gecelerinden sayılmakta, bu gece de duâ ve ibâdetlere vesîle olmaktadır. Berat (Arapça Berâet) Kandili... Arapçadaki berâet, bildiğimiz beraatın aslıdır. Özgür bırakma, kefil olma gibi anlamları vardır. Hz. Muhammet’e peygamberliğin tebliğ edildiği gün olarak kutlanır. Berat kandili, bağışlanmayla mânen kurtulma gecesi sayılmaktadır. Önceki Kandillerdeki gibi, bu gece de duâ ve ibâdetlerle geçirilir. Aynı dînî törenler uygulanır. Anlaşılmış olacağı üzere… Kandiller, kaynaklarını Kuran’dan almamış olsalar bile, Kuran’a inananların, daha sonra ibâdetlerin üstüne koydukları düşüncelerin kurumlaşmasıyla ortaya çıkmışlardır. İslâm akâidine (inanç ve tapınma kurallarına) katılmışlardır.
Sözün aslı Arapça’dır ki, tevâzu sâhibi demektir. Halk ağzındaysa yanlış ve yaygın (galat-ı meşhûr) olarak “mütevâzî” diye söylenir. (Mütevâzî, burada başkalarınca da açıklandığı üzere paralellik anlatır.) Mütevâzının Türkçesi “alçak gönüllü”dür. Sözü açarsak… Kişinin, olduğundan daha aşağıda görünmek istemesidir. Bu ise, atıp-tutmak ve kibirli olmanın tam karşısıdır. Alçak gönüllü kişi, böylece tepeden bakmamış, çevresini küçük görmemiş olacaktır. Tevâzu, eğer abartılmamışsa doğru, asil ve pek güzel bir davranış biçimidir. Erdemdir ve takdîre şâyândır. İllâ… Bu davranışı herkese göstermek de yanlış olacaktır! Yâni, karşıdaki kişi de bu davranışı doğru anlamalıdır. Gene anlamalıdır ki, mütevâzı kişi aslında daha üstteki bir değerdir. Alçak gönüllü davranış bire-bir doğru kabûl edilirse, yâni o kişi kendini indirdiği yerde görülürse… İşte o zaman, bu erdemli davranışın da bir anlamı kalmayacaktır! Mütevâzı olmaya basit bir örnek vermek gerekirse… Çevremizdekilere yakın ve samîmî olmadığımız resmî mekân ve ortamlarda (meselâ bu Site’de!) birilerine hitâp ederken, “ben” yerine “biz” demek de “alçak gönüllü” bir davranış olacaktır.
Bu, 19. yy’da, Fransa’da ve resimle ortaya çıkmış bir sanat akımının adıdır. Gravür ressamı ve oyun yazarı Louis Leroy diye biri, marjinal ressamlarca açılan o günkü bir sergi için “emprestyonistler” deyince (yazınca) , böylece ve belki hiç düşünmeden ancak bir vâdeye bağlı olarak akımın adını da koymuştur. Sanatçılar ise, başlangıçta kendileri için “uzlaşmazlar” demişlermiş! Davranış biçimleri baz alınırsa, aslında bu deyiş de onları pekâlâ doğru bir şekilde târif etmiş olacaktır. Akımın kurucusu sayılan ünlü ve başlıca sanatçıları C. Pissarro, A. Sisley, C. Monet, P. Cezanne, E. Degas, B. Morisot ve A. Renoir gibi ressamlardır. Akım, daha sonra diğer sanat dalları, özellikle de edebiyat ve müziği, hattâ felsefeyi etkilemiştir. Akımın müzikteki öncüsüyse gene bir Fransız olan kompozitör Debussy’dir. Onu; Ravel, Roussel ve Schimitt gibi diğer bâzı sanatçılar tâkip etmişlerdir. İzlenimciler; baktıkları, gördükleri veyâ yaptıklarında gerçeğe bağlı ve sâdık kalmamakla tanınmışlardır. Onlar eserlerinde, gördüklerini değil de görmek istediklerini esas almışlardır. Akım, bir bakıma da objektif olmamak, kendine göre takılmak ve öyle yorumlamaktır. Eğer, İzlenimci sanatkârlar arasında, branş gözetilmeksizin bir değerlendirilme yapılsaydı, “Bolero” bestesiyle dünyâ çapında üne kavuşmuş Joseph Maurice Ravel, şüphesiz ilk hatırlanacak kimlik olurdu. O Ravel ki, bugün Akım’ın kendisinden çok daha ünlü bir kompozitördür. Şurası da ayrıca ilgi çekici husustur: Dünyâca sevilmiş tekdüze ses hârikası Bolero’nun ünü de, kendisini besteleyen Ravel’den daha yaygındır! Yâni… Ravel’in Bolerosu değil de, Bolero’nun Ravel’i gibi! Empresyonizm diyerek Ülke’mize dönersek… Halk müziğimize hançer gibi saplanan bizdeki Arabesk terânelere de, eser (!) sâhiplerinin kültürümüze kazandırdıkları kendi seviyelerinde empresyonist bir akım gözüyle bakılabilecektir. Ne var ki, bunların yaşayacakları süre belli olmadığı gibi, dünyâya mal olup yayılmaları tabiatıyla söz konusu bile değildir.
22.02.1940’ta, Trakya’nın şirin ve târihî ilçesi Vize’de doğmuş ve fakat yedi yaşımızın üstünüyse İstanbul’da yaşamışızdır. Öte yandan, kendimizi bildiğimiz târihten ilkokul üçüncü sınıfa kadar da “Mete“ adımızla bayağı bir sorunumuz olmuştur! Geçen hazîranda, doksanüç yaşını idrâk etmişken kaybettiğimiz annemiz de, bu sorunun mağdur bir ortağı olacaktır! Şöyle… Çevremizdeki diğer isimlerin uzak veyâ yakınımızdaki en az bir eşini duymuşuzdur da, ondört yaşımıza kadar ikinci bir Mete’yi tanımamışızdır. Buysa, on yaşımıza kadar bizde garip bir mutsuzluk ve kompleksin sebebi olmuştur! İstemişizdir ki, çevremizdeki diğer isimler gibi başka Mete’ler de olsun! Aynı sıradaysa, kendi kendimize “Metin” diye bir de seçim yapmış ve onu benimsemişizdir. Fakat, yanlışlıklar dışında bize “Metin” diyen hiç kimse çıkmamıştır! Babamız, elindeki parayı sermâye olarak kullanmak istediğinden, İstanbul’da eve yatırım yapmamıştır. Sonuçta, uygun bir ev bulamamaktan dolayı ikibuçuk yıl gibi kısa sürede kirâcı olarak beşinci eve taşınmışken, o sırada nihâyet bir evin sâhibi olmuşuzdur. Mahâlle-mahâlle bu altı ev arasında gezerken, her yeni mahâlleye taşındıkça, annemizden, kendimize “Metin” denmesini istediğimizi hatırlarız! Kısa aklımızca, böylece ve bundan sonra adımız “Metin” olacak, öyle de kalacaktır! Annemizse, bıkmadan ama herhâlde duyduğu sıkıntıyla, adımızın çok anlamlı olduğunu, büyük sınıfa gelince bunu öğreneceğimizi söyleyip durmuştur. Şimdiki durumu bilmemekteyiz. O zaman ilkokul dördüncü sınıflarında; târih, coğrafya ve yurttaşlık bilgisi dersleri vardı. Annemiz, belliydi ki bunu, yâni dördüncü sınıfa gelmemizi beklemekteydi. 1949-50 ders yılıydı. İstanbul-Eyüp’teki “Ebussuud İlkokulu”nda artık üçüncü sınıfı okuyacaktık. Burası deneme okulu muydu, bilemiyoruz. Fakat; üçüncü sınıfta “târih başlangıcı”, “coğrafyada ilk adım” ve “yurttaşlık bilgisi” diye üç dersimiz olmuştur. Gür bir sesimiz vardır. Daha doğrusu, bizim dışımızdakiler bunu böyle söylerler. İşte bu yüzden olacaktır… Okulda, Türkân öğretmenimiz bize adımızla değil, sesimizi vurgulayan şimdi hatırlayamadığımız bir isim veyâ sıfatla seslenirdi. Ders yılının henüz ilk günleriydi. Târih dersimizin de birinci veyâ ikincisi. Öğretmenimiz, kitaplarınızın şu sayfasını açın, demişti. Açmıştık tabiî ki. O sayfanın konusuysa “Hunlar”dı, Asyalı “Büyük Hunlar”. Öğretmenimiz konuyu okurken biz öğrenciler de gözümüzle kendi kitabımızdan tâkip ediyorduk. Eeee, konu Hunlar olunca, tabiî ki en önemli unsur veyâ kişi de Mete’ydi. Evet, kitaptaki yeri gelmiş ve öğretmenimiz adımızı okumuştu. Buysa, biz değil kitaptaki “Mete”ydi elbet. İşte o anda, öğretmenimiz dâhil herkesin yüzü bize dönmüştü. Pekiyi, kendimizde ne mi duymuştuk? Onu hiç unutamayız. Öncelikle, o beğenmediğimiz adımıza bir sarılmıştık ki… Daha sonra mahcup bir gurur ve bir mutluluk… Ama ancak o kadar olur! Yatılı okuduğumuz orta üçteydik gâlibâ. İşte o yıl okuldaki bir öğrencinin daha adı Mete’ydi. Nihâyet, bizden başka bir Mete’yi görmüş ve tanımış oluyorduk! Askerliğimizin eğitim devresindeyse, aynı birlikte tam üç Mete’ydik. Diğer birliklerde bir Mete daha vardı. Komutanımız mektuplarımızı dağıtırken, önce “Mete” der ve durup hepimize ayrı-ayrı bakardı. Sonra soyadını ekleyip mektubumuzu verirdi. Buysa, her seferinde hoş bir sahnenin yaşanmasına zemin hazırlamıştır. Kısaca… Mete adımızı, bugün hâlâ çocukça bir duyguyla sever, ondan mutluluk duyarız.
En büyük o olmalıdır! Fenerbahçeliyim... Yetmişiki yaşım îtibârıyla, Lefter’i de sahada görmüş ve seyretmiş kişiyimdir. O, buraya yazılacak birkaç satırla sınırlı bir kimlik değildir. Kendisi, her şeyden önce iyi insan ve bir centilmendir. Nitekim, diğer kulüp taraftarlarınca da dâimâ sevilmiş ve sayılmıştır. Lefter’in babası, Arnavut aslından olup İstanbul Büyük Adalı balıkçı bir Rumdur. Annesi de Rum biliniyordu. Ancak, bu gece bâzı kaynaklar Türk olduğunu söylemektedirler. Kendisi Ortodoks Hrıstiyan olsa da kızlarını Türkler, yâni Müslümanlarla evlendirmiştir. O, diğer yandan zâten tam bir Türk’tür. Nitekim, özellikle 6-7 Eylül 1955 olayları arkasından Yunanistan’a göçen onbinlerce Rum’a rağmen o Bura’da kalmıştır. Futbolda beyni, yüreği ve iki ayağı vardı. Topa kafayla vurduğu, hele de böyle gol attığı ender olaylardandır. En önemlisiyse… Formsuzluğu tanımaz, sakatlık nedir bilmezdi! Lefter, her maça çıkar futbolunu oynardı. Herhâlde, bütün zamanlar için en büyük futbolcumuz da oydu. Ey gençler! Tuttuğunuz kulüp hangisi olursa olsun, keşki onu bir tanımış olsaydınız! Evet… Maddî Lefter artık aramızda yok, ama mânen gönüllerde yaşamaya devâm edeceği muhakkaktır. Ona, kendi inancı uyarınca “toprağı bol olsun! ” diyelim.
Entellektüel Kişi... Ateistler; okur-yazar, kültürlü, hattâ ilim-irfan sâhibi ve entellektüel kişilerdir. Şöyle de denebilecektir: Her okur-yazar, kültürlü, hattâ ilim-irfan sâhibi ve entellektüel kişi ateist değildir. Fakat... Her ateist; okur-yazar, kültürlü, hattâ ilim-irfan sâhibi ve entellektüel kişidir! Nitekim, ilim ve özellikle müspet ilim kimliklerinin hemen hepsi ateist veyâ buna çok yakın bir dünyâ görüşü sâhibidirler.
Mühendislik ve başka… Mühendis sözü Arapça olup, aynı dildeki hendeseden gelmiştir. Hendeseyse geometri demektir. Anlaşılacağı üzere, yaptığı iş ve verdiği hizmete göre mühendis sözünde bir eksik vardır. Buysa, aritmetiktir. Yâni, mühendislik geometri olduğu kadar belki ondan daha çok aritmetiktir. Kısacası hesaptır. Demek ki, mühendis sözünün bir mantığı olabilmek için, hem aritmetik hem de geometriyi karşılaması uygundur. Her neyse… Bizde mühendis demek, neredeyse ve sâdece inşaat mühendisi demektir. Bundan başka branşlar akla gelmezler. Hattâ plan-proje işi olan mîmarlık kâle bile alınmaz; o da inşaat mühendisliğinden sayılır. Oysa, temelde hesap olduğu cihetle her konunun mühendisliği olabilecektir. Nitekim, dünyânın gelişmiş ülkelerinde branşlar hayli çeşitlenmiştir, daha da çeşitlenmektedir. Mühendislik, daha doğrusu inşaat mühendisliği, belki de en çok depremlerle gündeme gelir. Çöküp, yıkılan binâlardan, müteahhitlerin yanında mühendisler de sorumlu tutulurlar. Halk nezdinde yargılanır, demir ve çimentonun eksikliğinden mahkûm edilirler! Oysa, böylesi ancak binde bir gerçek olabilir. Çünkü iyi bir mühendis, bütün verileri doğru ve gerçekçi değerlendirip hassas hesaplar yapar. Uğraşmak istemeyip bundan kaçanlarsa, bir yandan da deprem gibi ihtimâller karşısında kendilerini garantiye almak için, hesapları şişirirler! Sonuçta betona girecek demir de çimento da ihtiyaçtan fazla olur. Bunu bilen veyâ tahmin eden uyanık (!) müteahhit de, demir ve çimentoyu kendince eksiltir, kesitleri küçültür, yâni aklınca dengeyi sağlar! [Günümüzdeyse hesapları bilgisayarlar yaptığından, bu konudaki hatâ artık imkânsız gibidir.] Ayrıca… Beton için lâzım olan uygun agrega (kum-çakıl vb) , yeterli derecede su ve karışım, döküm bittikten sonra belirli zamanda sulama, kalıbı almak için gereğince beklemek gibi teknik şartların ihmâl edilmeleriyse kabahatin üstüne yeni kabahatler koyar! Bu ikinci safhadaysa, bizzat müteahhitin kendisiyle denetim mühendisi, ayrı-ayrı veyâ birlikte sorumlu olabilirler. [Mühendislikte hesap ve denetim, biri önce diğeri sonraki ayrı konulardır.] Sonra… Bir gün olur, bir anda bir deprem gelir ve sallar... Pek yakında yaşadığımız üzere bundan ötesi mâlûmdur! Mühendislik deyip de daha neler yazmak mümkündür. Şu var ki, yakın zaman önce bir Van depremi yaşanmışken, bundan başka ne düşünülür ki! ?
Galatasaray diye… Türkiye’de spor denince, akla gelen iki kulüpten biri Fenerbahçe diğeri Galatasaray’dır. Ülke’de asıl rekâbet ikisi arasındadır ve burada başkasına yer yoktur. Derbiler de bu ikisi arasındaki maçlardır. Evet, Galatasaray son maçta Fenerbahçe’yi yenmiştir. Aslında bir devrelik de oynasa, Bilica’nın hediyesi dahi olsa… Bu, fazlasıyla hak edilmiş bir skor ve sonuçtur. Galatasaray, Avrupa başarısına rağmen Fenerbahçe önünde açık ara geridedir. Özellikle son on yıldır, Fenerbahçe önünde neredeyse eziyet gördüğü için, câmiâ, bu sonuca haklı olarak çok sevinmiştir. Öte yandan… Galatasaray ve Galatasaraylılık ise hiçbir yerde alınmaz ve satılmaz! Hele de Fenerbahçe’nin marketinde hiç satılmaz!
Sultan Muhteşem miydi! ? Kânûnî Sultan Süleyman… Kendisi, bugünlerde bir TV dizisinin baş aktörü olarak sunulunca, gündemin baş sıralarına oturtulmuş, öncesine göre çok daha fazla konuşulur olmuştur. Bu konuşmalar, hâliyle ve çoklukla onun ihtişâmından bahsetmektedirler. Şunu, şunu, şunu ve de şunu yapmıştır, diye. Buna katılmamak olmaz; el hak öyledir. Ne var ki, bu “Muhteşem”in önemli icraatları bundan ibâret değildir. Kendisinin, bir de evlâtlarını ve torunlarını katletmek gibi mârifetleri vardır! Nitekim, iki oğluyla altı torununu boğdurtmuştur. Hem de nâhak yere, yâni haksızca! İşte bu da doğrudur! Diğer yandan… Benzetmek uygunsa, kendisi işe işportadan başlayıp holding kurmuş da değildir! “MM” değerindeki bir holdingi alıp eldeki hazır kadroyla “MMM” derecesine yükseltmiştir. Yâni, o babası Yavuz’dan öyle bir devlet ve ülke devralmıştır ki… Oysa, târihin bütün büyük isimleri hazıra konmayıp işe sıfırdan (veyâ en azdan) başlamışlardır. Örnek mi? Uzağa gitmeye gerek yoktur. İşte size Atatürk! Bizim İslâmcı (İslâm değil İslâmcı!) takımı her meseleye aynı pencereden bakmak eğilimindedirler. Muhteşem Sultan, ayrıca İslâm halîfesidir ya… Öyleyse o tenkit edilmemelidir. Ne yaptıysa doğrudur! Oysa, Sultan’ın İslâm akâidine karşı açıkça davranışları da vardır. Vardır ki, bir kısmı şu dizide de gösterilmektedir zâten! Ama, bunlar göz ardı edilirler; hiç olmamış gibi davranılır. Hattâ bunlara îtiraz bile edilir; reddedilirler! O hâlde… Konuya, “muhteşem” diyerek girip kantarın topuzunu kaçırmayalım. Objektif olalım. Kişinin sevap ve günahlarını ayrı-ayrı kefelere koyalım. Koyalım ve ortaya gerçekçi bir tablo ve gerçekçi bir portre çıksın!
Not: Yukarıda Yavuz’u anıp da, Alevî vatandaşların tepkilerini çekmiş olmak muhtemeldir. Alevîler, Yavuz’dan şikâyetçi olmakta elbette haklıdırlar. Çünkü… Kabûl etmek gerekir ki, Yavuz döneminde onlar sırf inançları yüzünden büyük eziyet ve işkenceler çekmişlerdir. Pîr Sultan Abdal gibi büyük bir değer bile, bir bakıma bunun ürünüdür!
Şu Belli Olmaktadır…
Yâhu! .. Eğer Müslüman iseniz, bunun bir kitabı, bir ana-yasası vardır. Alır okursunuz. Anlar veyâ anlamaz, inanır veyâ inanmaz, kabûl eder veyâ etmezsiniz. Burası size kalmış bir husustur. Ancak… Eğer inanmış ve kabûl etmişseniz, Kur’an’da olmayanın da peşinden gitmeyiniz! İslâm birdir; basit ve yalındır. Çeşitlemesi yok, yorumu yoktur, başka yolu (tarîkatı) da yoktur! O’ndan ve ana yoldan ayrılmayınız!
Dünyâya bakın! Aslında bir olan İslâm, sözde O’na hizmet eden bâzı kafalar yüzünden bin-bir parçaya bölünmüştür. Neredeyse her yerde başka bir doktrindir. Bir din, eğer Allah gibi bir varlık tarafından gönderilmişse, “iki kere iki” gibidir! Yâni… Her yerde ve her zaman “dört” eder! ”
Aaaah Atatürk, Ahhh! ! ! Şu belli olmaktadır ki, onca zorluğu aştıktan sonra bile eksik bir şeyler daha kalmışmış meğer!
Mete Esin
İSLÂM’IN KANDİLLERİ...
Kandiller, zamanla ve bir evrim sonucunda İslâm’a monte edilmiş ve artık kutsal sayılan günlerdir. İslâm’da, en çok bilinerek önem verileni Kadir olmak üzere beş Kandil bulunmaktadırlar. Bunlar; Mevlid, Regâip, Mîraç, Berat ve Kadir adlarıyla sıralanmaktalar. Ancak, Mîlât’tan on gün kısa olan Arap takvimine göre bu sıralama, yıldan-yıla değişebilmektedir de.
Konuya kandil denen aydınlatma aracından girelim... Bunun aslı olan candela (okunuşu kandela) , Latince yâni Roma dilinden geliyor. Buradan Araplar alıp kındil demişler; biz Türklerse sözü onlardan almış ve kandile çevirmişizdir. Belli bir yaşın üstünde olup, köy ve kasabalarda yetişmiş olanlar kandil görmüşlerdir. Kandil camsız bir âlet olup gaz lâmbasından daha basittir. Bâzı kandillerse, âdetâ fitilli bir çanaktan ibârettirler. İlk kandiller pişmiş topraktan yapılmış, sonra şekilden-şekle girmişlerdir. Târihte; taş, kurşun, cam, seramik, tunç, gümüş, altın gibi çeşitleri görülmüşlerdir. En sonundaysa tenekeden ve camlı yapıldığı görülmüştür. Kandiller sıvı yağları, daha çok da zeytinyağını yakmışlardır. Elektriğin yaygın olarak kullanıldığı günümüzde, câmilerin kubbe veyâ tavanlarında, kandil niyetine bunun benzeri elektrik lâmbalarını gene de görebiliriz. Bunlar artık, o mekânların süs unsurları da sayılmaktadırlar.
Buradaki asıl konumuz olan Kandil günlerine gelince... Henüz elektrik bulunmadan önce, yukarıda andığımız kutsal günlerin gecelerinde, câmi veyâ mescit gibi yerlerde kandil yakıldığından, böyle gecelere de “Kandil” denmeye başlanmıştır. Kandillerin en ünlüsü, kuşkusuz Kadir (Arapça kadr) gecesi olur. Ramazan’ın 27. gününe rastlayan bu gece, İslâm için son derecede önem taşımaktadır. Kuran’ın beş âyet(cümle) lik Kadir sûresi, Kuran’ın bu gece tebliğ olunmaya başlandığını bildirmektedir. Aynı âyete göre, Kadir gecesi bin aydan daha hayırlıdır. Kadir gecesi Ramazan ayı içindedir ama, aslında bunun günü belli değildir. Buna rağmen, daha sonra konuyu irdeleyen İslâm yorumcuları, bâzı hadislerden çıkardıkları sonuçla Kadir gecesinin, Ramazan’ın 27. gününe rastlaması lâzım geldiğini ileri sürmüşlerdir. İddiâyı doğru kâbul eden İslâm toplumları, daha sonra günümüze kadar ve dâimâ aynı tez doğrultusunda hareket etmiştir.
Mevlit (Arapça mevlid) Kandili... Aslı gene Arapça olan mevlit kelimesi; doğum, doğum yeri veyâ doğum zamânı demek olur. Kandilin konusu olan mevlit ise Hz. Muhammet’in doğumudur ki, ilk olarak Fâtımîler(Mısır) döneminde din törenleri düzenlenerek kutlanmıştır. Geniş çapta kutlamalar ise, Selçuklular dönemine rastlamaktadır. Mevlit adına kutlamalar bundan sonra ve yavaş-yavaş bütün bir İslâm toplumuna yayılmıştır. Şu var ki, işin içine kültür girince her toplum Mevlit’i kendine göre yoğurmuştur. Tıpkı İslâm’ın asıl akîdeleri gibi, Mevlit de her toplumda farklı algılanarak, farklı-farklı yorumlanıp, farklı da uygulanmıştır. Mevlit günleri için, değişik İslâm ülkeleri dillerinde manzum övgüler (manzûme) yazılmıştır. Bunlar, ayrıca bestelenerek Kandil günlerinde okunmuşlardır. Ülke’mizde yazılan mevlitlerin en ünlüsü Süleyman Çelebi’ninkidir. Bu, o derecede tutulmuş ve o derecede tutunmuştur ki, bugün, diğerlerinin metnini değil varlığını bile bilmemekte, Mevlit manzûmesini Süleyman Çelebi’nin yazdığından ibâret sanmaktayızdır. Mevlit Kandili, bizde Osmanlı’nın III. Murat döneminden sonra kutlanmaya başlanmış, bundan sonraysa İslâm’a yerleşip-kalmıştır.
Regâip (Arapça regâib) Kandili... Regâib Arapçada, çok aranan, çok istenen demektir. Bu kandil, Âmine Hâtun’un Hz. Muhammet’e hâmile kaldığı gecenin yıldönümünü anlatır. İslâm toplumunda mübârek sayılan günlerdendir. Bu gece dahi, diğer kandiller gibi, dualarla ve genel ibâdetle geçirilir. Böyle bir gecenin (aslında bir günün tamamının) kutlanması, tabiî ki Hz. Muhammet’in tebliğlerinden değildir. Nitekim, İslâm içinde söz sâhibi olmuş bâzı kişiler, böyle bir kutlamanın yanlış ve yakışıksız olduğunu düşünmüşlerdir. Bugün de böyle düşünenler bulunmaktadırlar. Târih bilimi de, olayın târih olarak doğruluğunu zâten onaylamamaktadır.
Mîraç (Arapça mîrac) Kandili... Arapça mîrac; merdiven, yükselme, göğe çıkma gibi anlamlar taşır. Burada, Hz. Muhammet’in İslâm inanışında gökteki Allah katına çıkışı anlatılır. Olay, Mesçidi Haram’dan Mesçidi Aksâ’ya gidiş gibi de yorumlanır. İddiâlı bir söylentiye göreyse, Hz. Muhammet Burak adındaki beyaz bir atla Mesçid’i Aksâ’ya varmıştır. (Burak gökte hareket edince, buna göre onun kanatlı olduğu ve uçtuğu var sayılmaktadır.) Önceki bütün peygamberler orada beklemektedirler ve Kendisi’ni saygıyla karşılamışlardır. Hz. Muhammet, bundan sonra da aynı Burak’la göğün yedinci katına varmıştır. Orada, Allah’a iki yay boyu yaklaşmış, O’nunla konuşmuş, cennet ve cehennemi görmüştür. Mîraç denilen olay, İslâm dünyası içindeki belli tartışmalardan birinin konusudur. Bâzıları göğe çıkmayı ciddîye almamakta, bunu bir rüyâ olarak kabûl etmektedirler. Onlar, Hz. Muhammet’in bedeniyle değil ama rûhuyla Miraç’a çıkmış olabileceğini düşünmektedirler. Hz. Muhammet’in yatağının Mîraç gecesi sabahında ıslak bulunmuş olması, O’nun geceyi yatağında geçirip-terlediği şeklinde izah edilmiştir. Diğer bir kısım İslâm tasavvufçularıysa, Mîraç olayını tümden reddetmektedirler. Onlara göre böyle bir olayın yaşanması aslâ mümkün değildir. Bu durum, akla ve dünyâ gerçeğine uymaz. Mîraç olayı işte böylesine tartışmalı bir konudur. Fakat sonuç itibarıyla Mîraç da İslâm’ın mübârek gecelerinden sayılmakta, bu gece de duâ ve ibâdetlere vesîle olmaktadır.
Berat (Arapça Berâet) Kandili... Arapçadaki berâet, bildiğimiz beraatın aslıdır. Özgür bırakma, kefil olma gibi anlamları vardır. Hz. Muhammet’e peygamberliğin tebliğ edildiği gün olarak kutlanır. Berat kandili, bağışlanmayla mânen kurtulma gecesi sayılmaktadır. Önceki Kandillerdeki gibi, bu gece de duâ ve ibâdetlerle geçirilir. Aynı dînî törenler uygulanır.
Anlaşılmış olacağı üzere… Kandiller, kaynaklarını Kuran’dan almamış olsalar bile, Kuran’a inananların, daha sonra ibâdetlerin üstüne koydukları düşüncelerin kurumlaşmasıyla ortaya çıkmışlardır. İslâm akâidine (inanç ve tapınma kurallarına) katılmışlardır.
Mete Esin
Alçak gönüllü olmak
Sözün aslı Arapça’dır ki, tevâzu sâhibi demektir. Halk ağzındaysa yanlış ve yaygın (galat-ı meşhûr) olarak “mütevâzî” diye söylenir. (Mütevâzî, burada başkalarınca da açıklandığı üzere paralellik anlatır.) Mütevâzının Türkçesi “alçak gönüllü”dür.
Sözü açarsak… Kişinin, olduğundan daha aşağıda görünmek istemesidir. Bu ise, atıp-tutmak ve kibirli olmanın tam karşısıdır. Alçak gönüllü kişi, böylece tepeden bakmamış, çevresini küçük görmemiş olacaktır. Tevâzu, eğer abartılmamışsa doğru, asil ve pek güzel bir davranış biçimidir. Erdemdir ve takdîre şâyândır. İllâ… Bu davranışı herkese göstermek de yanlış olacaktır! Yâni, karşıdaki kişi de bu davranışı doğru anlamalıdır. Gene anlamalıdır ki, mütevâzı kişi aslında daha üstteki bir değerdir. Alçak gönüllü davranış bire-bir doğru kabûl edilirse, yâni o kişi kendini indirdiği yerde görülürse… İşte o zaman, bu erdemli davranışın da bir anlamı kalmayacaktır!
Mütevâzı olmaya basit bir örnek vermek gerekirse… Çevremizdekilere yakın ve samîmî olmadığımız resmî mekân ve ortamlarda (meselâ bu Site’de!) birilerine hitâp ederken, “ben” yerine “biz” demek de “alçak gönüllü” bir davranış olacaktır.
Mete Esin
Türkçe İzlenimcilik…
Bu, 19. yy’da, Fransa’da ve resimle ortaya çıkmış bir sanat akımının adıdır. Gravür ressamı ve oyun yazarı Louis Leroy diye biri, marjinal ressamlarca açılan o günkü bir sergi için “emprestyonistler” deyince (yazınca) , böylece ve belki hiç düşünmeden ancak bir vâdeye bağlı olarak akımın adını da koymuştur. Sanatçılar ise, başlangıçta kendileri için “uzlaşmazlar” demişlermiş! Davranış biçimleri baz alınırsa, aslında bu deyiş de onları pekâlâ doğru bir şekilde târif etmiş olacaktır.
Akımın kurucusu sayılan ünlü ve başlıca sanatçıları C. Pissarro, A. Sisley, C. Monet, P. Cezanne, E. Degas, B. Morisot ve A. Renoir gibi ressamlardır. Akım, daha sonra diğer sanat dalları, özellikle de edebiyat ve müziği, hattâ felsefeyi etkilemiştir. Akımın müzikteki öncüsüyse gene bir Fransız olan kompozitör Debussy’dir. Onu; Ravel, Roussel ve Schimitt gibi diğer bâzı sanatçılar tâkip etmişlerdir.
İzlenimciler; baktıkları, gördükleri veyâ yaptıklarında gerçeğe bağlı ve sâdık kalmamakla tanınmışlardır. Onlar eserlerinde, gördüklerini değil de görmek istediklerini esas almışlardır. Akım, bir bakıma da objektif olmamak, kendine göre takılmak ve öyle yorumlamaktır. Eğer, İzlenimci sanatkârlar arasında, branş gözetilmeksizin bir değerlendirilme yapılsaydı, “Bolero” bestesiyle dünyâ çapında üne kavuşmuş Joseph Maurice Ravel, şüphesiz ilk hatırlanacak kimlik olurdu. O Ravel ki, bugün Akım’ın kendisinden çok daha ünlü bir kompozitördür. Şurası da ayrıca ilgi çekici husustur: Dünyâca sevilmiş tekdüze ses hârikası Bolero’nun ünü de, kendisini besteleyen Ravel’den daha yaygındır! Yâni… Ravel’in Bolerosu değil de, Bolero’nun Ravel’i gibi!
Empresyonizm diyerek Ülke’mize dönersek… Halk müziğimize hançer gibi saplanan bizdeki Arabesk terânelere de, eser (!) sâhiplerinin kültürümüze kazandırdıkları kendi seviyelerinde empresyonist bir akım gözüyle bakılabilecektir. Ne var ki, bunların yaşayacakları süre belli olmadığı gibi, dünyâya mal olup yayılmaları tabiatıyla söz konusu bile değildir.
Mete Esin
Mete denen adımız…
22.02.1940’ta, Trakya’nın şirin ve târihî ilçesi Vize’de doğmuş ve fakat yedi yaşımızın üstünüyse İstanbul’da yaşamışızdır. Öte yandan, kendimizi bildiğimiz târihten ilkokul üçüncü sınıfa kadar da “Mete“ adımızla bayağı bir sorunumuz olmuştur! Geçen hazîranda, doksanüç yaşını idrâk etmişken kaybettiğimiz annemiz de, bu sorunun mağdur bir ortağı olacaktır!
Şöyle… Çevremizdeki diğer isimlerin uzak veyâ yakınımızdaki en az bir eşini duymuşuzdur da, ondört yaşımıza kadar ikinci bir Mete’yi tanımamışızdır. Buysa, on yaşımıza kadar bizde garip bir mutsuzluk ve kompleksin sebebi olmuştur! İstemişizdir ki, çevremizdeki diğer isimler gibi başka Mete’ler de olsun! Aynı sıradaysa, kendi kendimize “Metin” diye bir de seçim yapmış ve onu benimsemişizdir. Fakat, yanlışlıklar dışında bize “Metin” diyen hiç kimse çıkmamıştır!
Babamız, elindeki parayı sermâye olarak kullanmak istediğinden, İstanbul’da eve yatırım yapmamıştır. Sonuçta, uygun bir ev bulamamaktan dolayı ikibuçuk yıl gibi kısa sürede kirâcı olarak beşinci eve taşınmışken, o sırada nihâyet bir evin sâhibi olmuşuzdur. Mahâlle-mahâlle bu altı ev arasında gezerken, her yeni mahâlleye taşındıkça, annemizden, kendimize “Metin” denmesini istediğimizi hatırlarız! Kısa aklımızca, böylece ve bundan sonra adımız “Metin” olacak, öyle de kalacaktır! Annemizse, bıkmadan ama herhâlde duyduğu sıkıntıyla, adımızın çok anlamlı olduğunu, büyük sınıfa gelince bunu öğreneceğimizi söyleyip durmuştur. Şimdiki durumu bilmemekteyiz. O zaman ilkokul dördüncü sınıflarında; târih, coğrafya ve yurttaşlık bilgisi dersleri vardı. Annemiz, belliydi ki bunu, yâni dördüncü sınıfa gelmemizi beklemekteydi.
1949-50 ders yılıydı. İstanbul-Eyüp’teki “Ebussuud İlkokulu”nda artık üçüncü sınıfı okuyacaktık. Burası deneme okulu muydu, bilemiyoruz. Fakat; üçüncü sınıfta “târih başlangıcı”, “coğrafyada ilk adım” ve “yurttaşlık bilgisi” diye üç dersimiz olmuştur.
Gür bir sesimiz vardır. Daha doğrusu, bizim dışımızdakiler bunu böyle söylerler. İşte bu yüzden olacaktır… Okulda, Türkân öğretmenimiz bize adımızla değil, sesimizi vurgulayan şimdi hatırlayamadığımız bir isim veyâ sıfatla seslenirdi. Ders yılının henüz ilk günleriydi. Târih dersimizin de birinci veyâ ikincisi. Öğretmenimiz, kitaplarınızın şu sayfasını açın, demişti. Açmıştık tabiî ki. O sayfanın konusuysa “Hunlar”dı, Asyalı “Büyük Hunlar”. Öğretmenimiz konuyu okurken biz öğrenciler de gözümüzle kendi kitabımızdan tâkip ediyorduk. Eeee, konu Hunlar olunca, tabiî ki en önemli unsur veyâ kişi de Mete’ydi. Evet, kitaptaki yeri gelmiş ve öğretmenimiz adımızı okumuştu. Buysa, biz değil kitaptaki “Mete”ydi elbet. İşte o anda, öğretmenimiz dâhil herkesin yüzü bize dönmüştü. Pekiyi, kendimizde ne mi duymuştuk? Onu hiç unutamayız. Öncelikle, o beğenmediğimiz adımıza bir sarılmıştık ki… Daha sonra mahcup bir gurur ve bir mutluluk… Ama ancak o kadar olur!
Yatılı okuduğumuz orta üçteydik gâlibâ. İşte o yıl okuldaki bir öğrencinin daha adı Mete’ydi. Nihâyet, bizden başka bir Mete’yi görmüş ve tanımış oluyorduk! Askerliğimizin eğitim devresindeyse, aynı birlikte tam üç Mete’ydik. Diğer birliklerde bir Mete daha vardı. Komutanımız mektuplarımızı dağıtırken, önce “Mete” der ve durup hepimize ayrı-ayrı bakardı. Sonra soyadını ekleyip mektubumuzu verirdi. Buysa, her seferinde hoş bir sahnenin yaşanmasına zemin hazırlamıştır.
Kısaca… Mete adımızı, bugün hâlâ çocukça bir duyguyla sever, ondan mutluluk duyarız.
Mete Esin
En büyük o olmalıdır!
Fenerbahçeliyim... Yetmişiki yaşım îtibârıyla, Lefter’i de sahada görmüş ve seyretmiş kişiyimdir. O, buraya yazılacak birkaç satırla sınırlı bir kimlik değildir. Kendisi, her şeyden önce iyi insan ve bir centilmendir. Nitekim, diğer kulüp taraftarlarınca da dâimâ sevilmiş ve sayılmıştır.
Lefter’in babası, Arnavut aslından olup İstanbul Büyük Adalı balıkçı bir Rumdur. Annesi de Rum biliniyordu. Ancak, bu gece bâzı kaynaklar Türk olduğunu söylemektedirler. Kendisi Ortodoks Hrıstiyan olsa da kızlarını Türkler, yâni Müslümanlarla evlendirmiştir. O, diğer yandan zâten tam bir Türk’tür. Nitekim, özellikle 6-7 Eylül 1955 olayları arkasından Yunanistan’a göçen onbinlerce Rum’a rağmen o Bura’da kalmıştır.
Futbolda beyni, yüreği ve iki ayağı vardı. Topa kafayla vurduğu, hele de böyle gol attığı ender olaylardandır. En önemlisiyse… Formsuzluğu tanımaz, sakatlık nedir bilmezdi! Lefter, her maça çıkar futbolunu oynardı. Herhâlde, bütün zamanlar için en büyük futbolcumuz da oydu.
Ey gençler! Tuttuğunuz kulüp hangisi olursa olsun, keşki onu bir tanımış olsaydınız!
Evet… Maddî Lefter artık aramızda yok, ama mânen gönüllerde yaşamaya devâm edeceği muhakkaktır. Ona, kendi inancı uyarınca “toprağı bol olsun! ” diyelim.
Mete Esin
Entellektüel Kişi...
Ateistler; okur-yazar, kültürlü, hattâ ilim-irfan sâhibi ve entellektüel kişilerdir.
Şöyle de denebilecektir: Her okur-yazar, kültürlü, hattâ ilim-irfan sâhibi ve entellektüel kişi ateist değildir.
Fakat... Her ateist; okur-yazar, kültürlü, hattâ ilim-irfan sâhibi ve entellektüel kişidir! Nitekim, ilim ve özellikle müspet ilim kimliklerinin hemen hepsi ateist veyâ buna çok yakın bir dünyâ görüşü sâhibidirler.
Mete Esin
Mühendislik ve başka…
Mühendis sözü Arapça olup, aynı dildeki hendeseden gelmiştir. Hendeseyse geometri demektir. Anlaşılacağı üzere, yaptığı iş ve verdiği hizmete göre mühendis sözünde bir eksik vardır. Buysa, aritmetiktir. Yâni, mühendislik geometri olduğu kadar belki ondan daha çok aritmetiktir. Kısacası hesaptır. Demek ki, mühendis sözünün bir mantığı olabilmek için, hem aritmetik hem de geometriyi karşılaması uygundur. Her neyse…
Bizde mühendis demek, neredeyse ve sâdece inşaat mühendisi demektir. Bundan başka branşlar akla gelmezler. Hattâ plan-proje işi olan mîmarlık kâle bile alınmaz; o da inşaat mühendisliğinden sayılır. Oysa, temelde hesap olduğu cihetle her konunun mühendisliği olabilecektir. Nitekim, dünyânın gelişmiş ülkelerinde branşlar hayli çeşitlenmiştir, daha da çeşitlenmektedir.
Mühendislik, daha doğrusu inşaat mühendisliği, belki de en çok depremlerle gündeme gelir. Çöküp, yıkılan binâlardan, müteahhitlerin yanında mühendisler de sorumlu tutulurlar. Halk nezdinde yargılanır, demir ve çimentonun eksikliğinden mahkûm edilirler!
Oysa, böylesi ancak binde bir gerçek olabilir. Çünkü iyi bir mühendis, bütün verileri doğru ve gerçekçi değerlendirip hassas hesaplar yapar. Uğraşmak istemeyip bundan kaçanlarsa, bir yandan da deprem gibi ihtimâller karşısında kendilerini garantiye almak için, hesapları şişirirler! Sonuçta betona girecek demir de çimento da ihtiyaçtan fazla olur. Bunu bilen veyâ tahmin eden uyanık (!) müteahhit de, demir ve çimentoyu kendince eksiltir, kesitleri küçültür, yâni aklınca dengeyi sağlar! [Günümüzdeyse hesapları bilgisayarlar yaptığından, bu konudaki hatâ artık imkânsız gibidir.] Ayrıca… Beton için lâzım olan uygun agrega (kum-çakıl vb) , yeterli derecede su ve karışım, döküm bittikten sonra belirli zamanda sulama, kalıbı almak için gereğince beklemek gibi teknik şartların ihmâl edilmeleriyse kabahatin üstüne yeni kabahatler koyar! Bu ikinci safhadaysa, bizzat müteahhitin kendisiyle denetim mühendisi, ayrı-ayrı veyâ birlikte sorumlu olabilirler. [Mühendislikte hesap ve denetim, biri önce diğeri sonraki ayrı konulardır.]
Sonra… Bir gün olur, bir anda bir deprem gelir ve sallar... Pek yakında yaşadığımız üzere bundan ötesi mâlûmdur!
Mühendislik deyip de daha neler yazmak mümkündür. Şu var ki, yakın zaman önce bir Van depremi yaşanmışken, bundan başka ne düşünülür ki! ?
Mete Esin
Galatasaray diye…
Türkiye’de spor denince, akla gelen iki kulüpten biri Fenerbahçe diğeri Galatasaray’dır. Ülke’de asıl rekâbet ikisi arasındadır ve burada başkasına yer yoktur. Derbiler de bu ikisi arasındaki maçlardır.
Evet, Galatasaray son maçta Fenerbahçe’yi yenmiştir. Aslında bir devrelik de oynasa, Bilica’nın hediyesi dahi olsa… Bu, fazlasıyla hak edilmiş bir skor ve sonuçtur. Galatasaray, Avrupa başarısına rağmen Fenerbahçe önünde açık ara geridedir. Özellikle son on yıldır, Fenerbahçe önünde neredeyse eziyet gördüğü için, câmiâ, bu sonuca haklı olarak çok sevinmiştir.
Öte yandan… Galatasaray ve Galatasaraylılık ise hiçbir yerde alınmaz ve satılmaz! Hele de Fenerbahçe’nin marketinde hiç satılmaz!
Mete Esin
Sultan Muhteşem miydi! ?
Kânûnî Sultan Süleyman… Kendisi, bugünlerde bir TV dizisinin baş aktörü olarak sunulunca, gündemin baş sıralarına oturtulmuş, öncesine göre çok daha fazla konuşulur olmuştur. Bu konuşmalar, hâliyle ve çoklukla onun ihtişâmından bahsetmektedirler. Şunu, şunu, şunu ve de şunu yapmıştır, diye. Buna katılmamak olmaz; el hak öyledir.
Ne var ki, bu “Muhteşem”in önemli icraatları bundan ibâret değildir. Kendisinin, bir de evlâtlarını ve torunlarını katletmek gibi mârifetleri vardır! Nitekim, iki oğluyla altı torununu boğdurtmuştur. Hem de nâhak yere, yâni haksızca! İşte bu da doğrudur!
Diğer yandan… Benzetmek uygunsa, kendisi işe işportadan başlayıp holding kurmuş da değildir! “MM” değerindeki bir holdingi alıp eldeki hazır kadroyla “MMM” derecesine yükseltmiştir. Yâni, o babası Yavuz’dan öyle bir devlet ve ülke devralmıştır ki… Oysa, târihin bütün büyük isimleri hazıra konmayıp işe sıfırdan (veyâ en azdan) başlamışlardır. Örnek mi? Uzağa gitmeye gerek yoktur. İşte size Atatürk!
Bizim İslâmcı (İslâm değil İslâmcı!) takımı her meseleye aynı pencereden bakmak eğilimindedirler. Muhteşem Sultan, ayrıca İslâm halîfesidir ya… Öyleyse o tenkit edilmemelidir. Ne yaptıysa doğrudur! Oysa, Sultan’ın İslâm akâidine karşı açıkça davranışları da vardır. Vardır ki, bir kısmı şu dizide de gösterilmektedir zâten! Ama, bunlar göz ardı edilirler; hiç olmamış gibi davranılır. Hattâ bunlara îtiraz bile edilir; reddedilirler!
O hâlde… Konuya, “muhteşem” diyerek girip kantarın topuzunu kaçırmayalım. Objektif olalım. Kişinin sevap ve günahlarını ayrı-ayrı kefelere koyalım. Koyalım ve ortaya gerçekçi bir tablo ve gerçekçi bir portre çıksın!
Not:
Yukarıda Yavuz’u anıp da, Alevî vatandaşların tepkilerini çekmiş olmak muhtemeldir. Alevîler, Yavuz’dan şikâyetçi olmakta elbette haklıdırlar. Çünkü… Kabûl etmek gerekir ki, Yavuz döneminde onlar sırf inançları yüzünden büyük eziyet ve işkenceler çekmişlerdir. Pîr Sultan Abdal gibi büyük bir değer bile, bir bakıma bunun ürünüdür!
Mete Esin