Faşizm, 1919 yılından sonra ilk olarak İtalya'da ve daha sonra çeşitli Avrupa ülkelerinde, I. Dünya Savaşı ile gelen politik ve sosyal değişimlere tepki olarak gelişen baskıcı politik bir harekettir. İsmi ise eski Roma'da otoriteyi temsil eden bir baltanın çevresine bağlanmış bir demet sopa anlamına gelen Latince 'fascis' kelimesinden gelir.
Faşizm terimi ilk olarak, İtalya'da 1922-1944 yılları arasında iktidarda bulunan Benito Mussolini önderliğindeki yönetim tarafından kullanıldı. Balta çevresine bağlanmış sopa demetleri figürü de bu ilk faşist partinin amblemi oldu. İtalya'nın ardından 1933-1945 yılları arasında Almanya'da ve 1939-1975 yılları arasında İspanya'da faşist partiler iktidardaydı. II. Dünya Savaşı sonrasında ise Güney Amerika ve diğer bazı az gelişmiş ülkelerde kurulan diktatörlük benzeri rejimler de genel olarak faşist olarak nitelendirildi.
Faşizmin neyi ifade ettiğine baktığımızda ise, bunun cevabını en özlü olarak Mussolini'nin 1932 yılında İtalyan Ansiklopedisi için yaptığı faşizm tanımında görebiliriz:
Faşizm, günümüzde her ne kadar insanlığın gelişimini ve geleceğini politik düşüncelerden ayrı olarak ele almaktaysa da, ne sürekli bir barış olasılığına ne de bunun faydalı olacağına inanmaktadır.
Eski Roma'da bir çeşit 'baltacı', Romalı devlet görevlilerinin önünden gider ve güç ve otorite sembolü bir demeti elinde tutardı.
Bundan dolayı barışseverlik doktrinini reddeder. Savaş tüm insan enerjisini en yüksek gerilim noktasına taşır ve asalet damgasını onu karşılamaya cesareti olan insanların üstüne vurur.
Tüm diğer meselelerin hiçbiri insanı ölüm ve yaşam arasında seçim yapma gibi büyük bir alternatife götüremez... Faşist, yaşamı... mücadele ve fetih olarak görür ve yakınındakilerden, uzaktakilerden, çağdaşlarından ve sonra geleceklerden çok üstün tutar.1
Mussolini'nin de üzerinde durduğu gibi faşizmin ana özelliği Darwinist bir çatışma ve savaştır. Darwinizm,'güçlü olanın hayatta kalıp, zayıf olanın elendiğini' iddia etmekte, bu nedenle de insanların hayatta kalabilmek için daimi bir mücadele içinde olması gerektiğini öne sürmektedir. Bu fikirden yola çıkan faşizmde de, bir milletin gelişiminin ancak savaşla mümkün olacağına inanılır ve barış, gelişimi yavaşlatan bir unsur olarak görülür.
Allah'ın kadın ve erkeğe ortak hitapta bulunduğu bir ayet;
Kim bir kötülük işlerse, kendi mislinden başkasıyla ceza görmez; kim de -erkek olsun, dişi olsun- bir mü'min olarak salih bir amelde bulunursa, işte onlar, içinde hesapsız olarak rızıklandırılmak üzere cennete girerler. (Mümin Suresi, 40)
Allah, Kuran'da müminlere olduğu gibi, inkar edenler hakkında bilgi verirken de kadınlara ve erkeklere aynı şekilde hitap etmektedir. Allah, inkar eden kadınlar ile inkar eden erkeklerin, münafık kadınlar ile münafık erkeklerin ve müşrik kadınlar ile müşrik erkeklerin de ahiret gününde aynı şekilde karşılık göreceğini, cinsiyetlerinden dolayı farklı bir durum ile karşılık görmeyeceklerini bildirmektedir. Bu ayetlerden bazıları şöyledir:
Münafık erkekler ve münafık kadınlar, bazısı bazısındandır; kötülüğü emrederler, iyilikten alıkoyarlar, ellerini sımsıkı tutarlar. Onlar Allah'ı unuttular; O da onları unuttu. Şüphesiz, münafıklar fıska sapanlardır. (Tevbe Suresi, 67)
Allah, erkek münafıklara da, kadın münafıklara da ve (bütün) kafirlere, içinde ebedi kalmak üzere cehennem ateşini vadetti. Bu, onlara yeter. Allah onları lanetlemiştir ve onlar için sürekli bir azap vardır. (Tevbe Suresi, 68)
Şundan ki: Allah, münafık erkekleri ve münafık kadınları, müşrik erkekleri ve müşrik kadınları azablandıracak; mü'min erkeklerin ve mü'min kadınların tevbesini kabul edecektir. Allah çok bağışlayandır, çok esirgeyendir. (Ahzab Suresi, 73)
Bir de; kötü bir zan ile zanda bulunan münafık erkeklerle münafık kadınları ve müşrik erkeklerle müşrik kadınları azaplandırması için. O kötülük çemberi, tepelerine insin. Allah, onlara karşı gazablanmış, onları lanetlemiş ve onlara cehennemi hazırlamıştır. Varacakları yer ne kötüdür. (Fetih Suresi, 6)
Allah'ın Kuran'da bildirdiği gibi, hem dünya hayatındaki imtihanları, hem de ahirette alacakları karşılık bakımından, kadın ve erkek eşit konumdadır.
Ey imam, namaza başlarken Allâhu ekber demenin mânâsı şudur: 'Allâh'ım, biz senin huzûrunda kurban olduk.' Kurban keserken Allâhuekber dersin işte, öldürülmeye layık olan nefsi kurban ederken de bu söz söylenir. O esnada beden İsmail, can da Halîl İbrahim gibidir. Can, bu semiz bedenin hevâ ve hevesini kesmek için tekbîr getirince Beden şehvetlerden, hırslardan kurtulur, namazda 'Bismillahirrahmânirrahîm' demekle kurban olur gider. Namaz kılanlar, kıyâmette olduğu gibi, Allâh'ın huzûrunda saflar halinde dururlar, sorguya, hesap vermeye, yalvarmaya koyulurlar.
Namazda gözyaşı dökerken ayakta durmak, kıyâmet günü dirilerek, kabirlerden kalkıp mahşer yerinde Allâh'ın huzûrunda ayakta durmağa benzer. Cenâb-ı Hakk; 'Sana verdiğim bu kadar mühlet içinde ne yaptın? Ne kazandın, ve bana ne getirdin? ' diyecek. Ömrünü ne ile, ne işlerle, ne gibi ibâdetlerle, ne iyilikler yaparak harcadın, bitirdin? Sana verdiğim rızkı, kuvveti, gücü ne ile yok ettin? Gözünün nûrunu nerede tükettin? Beş duygunu nerelerde kullandın?
Gözünü, kulağını, aklını, irâdeni, bileğini, arşa ait olan bütün bu kuvvetlerini, neye, nerelere harcadın da onlara karşılık, bu dünyada neyi satın aldın? Sana kazma gibi, bel gibi el, ayak verdim. Onları sana ben bağışladım; onlar ne oldular? ' Allâh'ın huzûrunda bunun gibi derde dert katan yüz binlerce haberler, sualler gelir.
Namazda kıyamda iken, kula gelen bu sözlerden kul utanır, utancından iki büklüm olur ruküa varır. Utancından ayakta durmağa gücü kalmaz, ruküda: 'Subhane rabbiye'1-azîm' diyerek Allâh'ın noksan sıfatlardan berî olduğunu söyler.
Sonra o kula Hakk'tan ferman gelir; 'Başını kaldır da sorulan sorulara cevap ver.' denir. Kul utana utana başını ruküdan kaldırır; fakat, dayanamaz; o günahkar, utancından yine yüz üstü yere kapanır.
Ona tekrar; 'Secdeden başını kaldır da, yaptıklarından haber ver.' diye ferman gelir. O bir kere daha utanarak başını kaldırır ama, dayanamaz yine yılan gibi yüz üstü düşer.
Cenâb-ı Hakk; 'Tekrar başını kaldır da söyle, yaptıklarını kıldan kıla, birer birer senden soracağım' diye buyurur.
Allâh'ın heybetli hitabı, onun rûhuna te'sir ettiği için, ayakta duracak gücü kalmamıştır. Bu ağır yük yüzünden ka'deye varır, dizleri üstüne çöker. Cenâb-ı Hakk ise; 'Haydi söyle, anlat.' diye buyurur.
'Sana nimet vermiştim, nasıl şükrettiğini söyle; sana sermaye vermiştim, onunla ne kâr elde ettiğini göster.' Kul yüzünü sağ tarafına döndürür, peygamberlerin rûhlarına ve meleklere selam verir. Onlara niyâzda bulunur da der ki: 'Ey mânâ pâdişahları, bu kötü kişiye şefaat edin, bu günahkarın ayağı da, örtüsü de çamura battı.' Peygamberler selam veren kula, derler ki: 'Çâre ve yardım günü geçti, gitti. Çâre dünyada olabilirdi, orada hayırlı işler yapmadın, ibâdet etmedin, öğünler geçti.
Ey bahtsız kişi, sen vakitsiz öten bir horoz gibisin; git, bizi üzme, bizim kalbimizi kırma.'
Kul yüzünü sola çevirir, bu defa akrabalarından yardım ister, onlar da ona; 'Sus.' derler. 'Ey efendi, biz kimiz ki sana yardım edelim, elini bizden çek de kendi cevâbını Allâh'a kendin ver.' derler.
Ne bu taraftan, ne o taraftan bir çâre bulamayınca, o çâresiz kulun gönlü, yüz parça olur.
O herkesten ümidini kesince, iki elini açar, duâya başlar.'Allâh'ım, herkesten ümidimi kestim. Evvel ve ahir kulunun başını vuracağı, sığınacağı sensin; senin rahmet ve mağfiretine son yoktur.' Namazdaki bu hoş işaretleri gör de, sonunda, kesin olarak işin böyle olacağını anla... Aklını başına al da namaz yumurtasından civciv çıkar, yâni namazdan mânen yararlan, yoksa dane toplayan bir şey öğrenememiş kuş gibi, Allâh'ın büyüklüğünü düşünmeden yere başını koyup kaldırma.
Büyük velîlerden. İsmi ve nesebi; Ahmed bin Sultân Ali bin Yahyâ bin Sâbit bin Ebü'l-Fevâris Hâzım Ali bin Ahmed Murtezâ bin Ali İşbilî bin Rüfâe Hasan bin Mehdi bin Muhammed bin Hasan bin Ahmed Sâlih bin Mûsâ bin İbrâhim Murtezâ bin Mûsâ Kâzım bin Câfer-i Sâdık bin Muhammed Bâkır bin AliZeynel Âbidîn bin Hüseyin bin Ali bin Ebî Tâlib'dir (r.anhüm) . Peygamber efendimizin soyundan olup seyyiddir. Anne tarafından da nesebi hazreti Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensârî'ye dayanır. Bu yüzden kendisine Ebü'l-Alemeyn, iki sancak sâhibi künyesi verilmiştir. Ebü'l-Abbâs da denir. Benî Rıfâe kabîlesine mensûb olduğu için Rıfâî nisbeti ile meşhur oldu.
Ahmed Rıfâî hazretleri doğmadan önce dayısı büyük âlim Mensûr Betâihî bir gün rüyâsında Peygamber efendimizi gördü. Ona; 'Ey Mensûr! Kız kardeşin, kırk gün sonra Ahmed isminde bir çocuk dünyâya getirecek. Bu çocuğu, Aliyyül Kârî Vâsıtî'nin terbiyesine teslim et. Bu zât, Allah indinde azîzdir. Sakın ihmâl etme.' buyurdu. Bu rüyâdan tam kırk gün sonra Ahmed dünyâya geldi. 1118 (H.512) senesinin Receb ayının ortalarında bir Perşembe günü Betâih'de doğdu.
Ahmed Rıfâî yedi yaşında iken babası vefât etti. Onu, dayısı Mensûr Betâihî, husûsi bir ihtimâm ile büyüttü, ilim öğretti. Önce Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. Kur'ân-ı kerîm hocası Abdülmelik Harnutî'dir. Ahmed Rıfâî henüz yedi yaşında iken bir gün Allahü teâlânın zâtına ve sıfatlarına âit bilgilerde mârifet sâhibi olan hocası Abdülmelik Harnutî'yi ziyârete gitti. Hocası ona; 'Yâ Ahmed! Sana diyeceğim şu şeyleri hâfızanda tut, ezberle ve hiç unutma! ' deyince 'Peki efendim.' dedi. Abdülmelik Harnutî buyurdu ki: 'Başkalarına iltifat edip gezen, hedefine varamaz ve hakîkate kavuşamaz. Şüpheden kurtulamayanın, dünyevî düşünenin, nefsî arzularının peşinde olanın; felâha, hidâyete kavuşması düşünülemez. Bir kimse, kendi kusûrunu, noksanını bilmiyorsa, bütün zamânı da noksan geçer.' Bu kıymetli sözleri hâfızasına nakş etti. Bir yıl bu sözlere göre amel etti. Bir yıl sonunda hocasından yine nasîhat istediğinde buyurdu ki: 'Hakîkî âlimleri, evliyâyı tanıyamamak çok kötüdür. Tabîbin hasta olması ne fenâ, akıllı kimsenin câhil kalması ne kötüdür.'
Ahmed Rıfâî'yi, dayısı, bir müddet sonra Vâsıt şehrine, büyük âlimlerden ilim öğrenmek üzere gönderdi. Vâsıt'a göndermesinin sebebi, rüyâda Peygamberimizin emr-i şerîfleri olmuştur. İslâm âlimleri umûmiyetle Vâsıt'a gelir, talebelere ders verirlerdi. Büyük âlim Aliyyül Kârî Vâsıtî hazretleri ve dayısı Ebû Bekr el-Ensârî el-Vâsıtî hazretleri de Vâsıt'ta bulunuyordu. (Aliyyül Kârî 1182 (H.578) 'de vefât etti. 1607 (H. 1016) da ölen Aliyyül Kârî başkadır ki, bu, hakîkî Ehl-i sünnet âlimlerine dil uzatmıştır.) Ahmed Rıfâî, Aliyyül Kârî ve İshak Şîrâzî hazretlerinden bütün ilimleri öğrendi. Büyük bir fıkıh, hadîs, tefsîr âlimi ve tasavvufta zamânının bir tânesi oldu. Allahü teâlânın emirlerini harfiyyen yapar, yasaklarından büyük bir titizlikle kaçardı. Bildikleriyle amel eder ve başkalarına da tavsiyede bulunurdu. Bir gün birisi gelip duâ istedi. 'Benim şimdi bir günlük nafakam var, onun için duâm kabûl olmaz. Onu bitirdiğim zaman gel, sana duâ edeyim.' buyurdu ve öyle yaptı.
Ahmed Rıfâî hazretleri, namaz kılarken benzi sararır, kendinden geçerdi. Gönlünde hissettiklerini, zâhirinden takib etmek mümkündü. Fakat heybetinden kimse cesâret edip soramazdı. Bir gün kendisi; 'Namaza kalktığım zaman sanki Allahü teâlâ bana Kahhâr sıfatıyla tecellî edecek diye korkuyorum.' buyurdu.
Seyyid Ahmed Rıfâî; orta boylu, nûr yüzlü, buğday benizliydi. Saçları siyah, sakalı seyrek, alnı açık ve geniş idi. Gözlerine sürme çeker, tebessüm buyururdu. Güzel konuşmaları ile kalpleri harekete getirir, sohbetine doyum olmazdı. Kürsüde oturarak konuşurdu. Konuşmaya başlayınca, sesini uzak ve yakındakiler işitirlerdi. Çevre köydeki kimseler de, aynı şekilde duyarlardı. İnsanlar evlerinin üzerine çıkar, Seyyid Ahmed Rıfâî, yanlarındaymış gibi dinlerlerdi. Öyle ki, bütün kelimeleri eksiksiz anlaşılırdı. Hattâ sağırlar, yarım işitenler, onun sohbetine katıldıkları zaman, Allahü teâlânın ihsâniyle kulakları açılır, söylenilenleri işitirler ve anlarlardı. Beyaz gömlek giyer, pirinç unundan ekmek yaptırıp yerdi. Misâfirler için verdiği yemek hâricinde başka bir şey yemezdi. Yemeği soğutarak yer, misâfirsiz iftar etmezdi. Kendisine âit misâfir konağı, her gün dolup taşar, günde iki öğün yemek çıkardı. Yolda her rastladığı kimseye, hattâ çocuklara bile selâm verirdi. Hastaların sıhhatlerini sormak için uzak yollara gitmekten üşenmez, onları ziyâretten zevk alırdı. İhtiyarlara, âmâlara, sıkıntıda olanlara yardımcı olurdu. Peygamber efendimizin; 'Kim, saçı sakalı ağarmış müslüman bir kimseye ikrâm ederse, Allah da ona ihtiyarladığında hürmet ve ikrâmda bulunacak kimseleri vazîfelendirir, ona ikrâm ederler.' hadîs-i şerîflerinde bildirildiği gibi hareket etmeyi âdet edinmişti.
Alçak gönüllü olduğundan, hiç bir mecliste baş köşeye geçmez ve seccâde üzerinde oturmazdı. Daimâ az konuşur ve; 'Sükûtla emr olundum.' buyururdu. Birçok defâ azamet-i ilâhiyye tecellisine mazhâr olup, güneşin karşısında buzun eridiği gibi kendisi de bir avuç su gibi kalıncaya kadar eridiğini hisseder sonra ilâhî rahmet yetişerek eski hâlini bulurdu. Daha sonra da cemâatine hitâben; 'Cenâb-ı Hakkın lütfu olmasa, yanınıza dönemezdim.' derdi.
Ahmed Rıfâî hazretlerinin talebelerine bağlılığı çok fazlaydı. Onların arasında bulunmanın, onlarla sohbet etmenin, büyük sevaplar hâsıl eden ibâdet olduğunu buyurur ve talebelerine de kendi talebelerine böyle yapmalarını tavsiye ederdi.
Talebeleri ile sohbet ederken insanların kendini beğenmesi ile ilgili bir soru sorulduğunda:
'İlminin fazla, amelinin çok olması ile gurûra kapılan kimse, mârifet sâhibi değildir. Çünkü şeytan da pek fazla bilgiye sâhipti. Mantık yürütmek sûretiyle, ateşin topraktan daha hayırlı olduğunu iddiâ etti. Halbuki meleklere hocalık yapıyordu. Sonunda kendi nefsinin üstün olduğunu söyleyip kibirlendi. Böylece Allahü teâlânın gadabına uğradı ve lânete müstehak oldu. Ebedî olarak rahmet dergâhından kovuldu. Ey oğlum! Sakın! Çok sakın! İyi ibâdetlerine, yüksek ilmine aldanma. Çünkü Bel'âm-ı Baûrâ ve Bersisa, en çok ibâdet edenlerdendiler. Fakat sonunda, nefs ve şeytana uyarak dünyâya bağlandılar. Âhiretlerini ziyân ettiler. Rezîl rüsvâ oldular.
Ey oğlum! Kalbinde ufak bir leke görürsen, oruç tut. Gitmezse, az konuşmaya bak. Gitmezse, günahlardan şiddetle kaç. Yine gitmezse, her hâli iyi bilen Allahü teâlâya yalvarmaya, sızlanmaya başla.
Bilgisizlik ölümdür. Allahü teâlâ ilim verdikçe canlanma başlar. Her bilgi bir vebâldir. Bu vebâlden kurtulmak amel etmekle mümkün olur. Her amel fayda vermez. Fayda vermesi Allahü teâlâ için yapılmaya bağlıdır. İhlâs elde edilmedikçe, kurtuluşa erilmez.' buyurdu.
Sâlih müslüman ve iyi bir kul nasıl olmalıdır? diye sorulunca, şöyle cevap verdi:
'Sâlih müslümanlar, Allahü teâlânın hükmüne boyun eğerler, gelen şiddet ve belâlara sabrederler, aza kanâat ederler. Allahü teâlâdan başkasından korkmazlar ve kimseden bir şey beklemezler. Ancak Allahü teâlâdan isterler. İnsana, yüksek makamları veren, aşağı düşüren azîz ve zelîl edenin Allahü teâlâ olduğunu bilirler. Sâlih müslümanlar, Peygamber efendimizin sünnet-i şerîflerine tam uyarlar. Onların korkusu, son nefes içindir. Onlar, az konuşurlar. Öfkelerini tutarlar, şehvetlerini yenerler. Nefslerinin arzularını yapmazlar. Allahü teâlâyı unutturacak bütün engelleri ortadan kaldırarak, hep O'nunla berâber olmaya bakarlar. Böylece nefslerini alçaltıp, ruhlarını yükseltirler.
Nefse, Allahü teâlânın kazâ ve kaderine rızâ göstermek kadar zor gelen bir şey yoktur. Çünkü, kadere râzı olmak, Allahü teâlânın hükmüne boyun eğmek, nefsin isteklerine zıttır. Nefs bunları istemez. Saâdete kavuşmak, nefsin rızâsını terk edip, Allahü teâlânın rızâsına koşmakla mümkündür. Saâdete kavuşanlara müjdeler olsun.'
Allah adamlarıyla berâber olmayı sever, onların duâlarını almaya çalışırdı. Düşkünleri çok sever, her zaman onları himâye ederdi. Eli, ayağı olmayan veya cüzzam gibi ağır hasta olan kimseleri yanına alır, onları bizzat kendi elleriyle yıkar, temizler ve elbiselerindeki yırtıkları yamardı. Bunlardan haz duyduğunu bildirir, talebelerini de teşvîk ederdi. Acıkmış bir fakîri görse, gider kendi eliyle yiyecek hazırlar, berâberce yerlerdi. Buyururdu ki: 'Bütün evliyâlık yollarından geçirildim. Fakat fakirlik, başkaları gözünde hakîr olmak ve hastalık gibi Allahü teâlâya yakın ve daha uygun yol göremedim.'
Bir yere gidip de dönerken, yanında hazır bulundurduğu ipine, topladığı odunları bağlardı. Bunları getirir, şehirde bulunan dul, yetim, fakir, hasta olanlara dağıtırdı. Dünyâ malına hiç kıymet vermez, onları dîne hizmette kullanırdı. Kendisi için, dünyâlık nâmına hiçbir şey alıkoymazdı. Bütün malını fakir müslümanlara dağıtırdı.
Büyüklerden biri, Ahmed Rıfâî'ye duâ etmesi için bir hasta getirdi. Hasta birkaç gün kaldığı hâlde, Ahmed Rıfâî hiçbir şey söylemedi. Bunun üzerine hizmetçisi Yâkûb; 'Efendim! Bu hasta için duâ etmemenizin sebebi nedir? ' deyince; 'Ey Yâkûb! Cenâb-ı Hakk'ın izzetine yemîn olsun ki, Allah katında, benim kabûl olunacağı vâd olunan yüz hâcetim vardır. Şimdiye kadar hiçbirini dilemedim.' cevabını verdi. Yâkûb; 'Bir tânesi bu biçâreye sarf edilse nasıl olur? ' deyince, Ahmed Rıfâî hazretleri; 'Sen benim edebe aykırı hareket eden bir kimse olmamı mı istiyorsun? ' buyurup; 'Dikkat ediniz, halk ve emir O'na mahsûstur. Âlemlerin Rabbi Allah çok yücedir.' (A'raf sûresi:54) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okudu, sonra; 'Ey Yâkûb, aslında fakîr olan bir kişi, bir hâcet istirhâm edip, kabûle mazhâr olduğu zaman, eski vekar ve şerefinden de bir kademe kaybeder.' buyurdu. Hizmetçisi; 'Efendim, namazlardan sonra her zaman duâ ettiğinizi görüyorum.' deyince de, Ahmed Rıfâî; 'O başka, bu başkadır. Namazlardan sonra yapılan, ilâhî emre uymak için yapılan kulluk duâsıdır. Bu ise hâcet duâsıdır ve husûsî şartları vardır.' buyurdu. Bu konuşmadan iki gün sonra o hasta şifâ buldu.
Ahmed Rıfâî'nin talebelerinden ikisi birbirlerini çok severlerdi. Aralarındaki bu yakınlık ve duydukları mânevî hazdan kendilerinden geçerlerdi. Bir gün böyle bir anda, bir tânesi ellerini kaldırıp; 'Yâ Rabbî! Cehennem'den azâd olduğuma dâir bu âciz kuluna bir belge gönder.' deyiverdi. Öbürü; 'Hak teâlânın keremi çoktur, fadl ve ihsânı hududsuzdur.' dedi. Böyle konuşurlarken, âniden gökyüzünden beyaz bir kâğıt indi. Kâğıdı aldılar. İçinde bir yazı göremediler. Seyyid Ahmed'in önüne geldiler. Hâllerini anlatmayıp, o kâğıdı ona verdiler. Kâğıda bakınca, Allahü teâlâya secde etti. Secdeden başını kaldırınca; 'Allahü teâlâya hamd olsun ki, eshâbımın Cehennem'den azâd olduğunu, âhiretten önce, dünyâda bana gösterdi.' buyurdu. 'Efendim, bu kâğıt beyazdır.' dediklerinde; 'Kudret eli siyâh ile yazmaz. Bu, nûr ile yazılmıştır.' buyurdu.
Bir gün Seyyid Ahmed Rıfâî'nin huzûruna bir kimse gelip; 'Efendim! Abdest almak için kuyudan su çıkarıyordum. Bir arslan gelip öküzüme saldırdı, parçaladı ve yedi. Şimdi ne yapayım? ' dedi. Ahmed Rıfâî; 'O arslanı bana çağırınız. Korkmayınız, ondan size zarar gelmez.' buyurdu. Bir talebesi; 'Peki efendim.' diyerek arslanı arayıp buldu. Seyyid Ahmed Rıfâî hazretlerinin çağırdığını söyledi. Arslan geldi. Ahmed Rıfâî'nin huzûrunda yüzünü yere koydu. Ahmed Rıfâî arslana; 'Ey Arslan! Bu fakirin hizmetini gören öküzü niçin yedin? ' buyurdu. Arslan, Allahü teâlânın izniyle dile gelip; 'Ey efendim! Ceddin Muhammed aleyhisselâmın hâtırı için bana gadap edip, bedduâ etmeyiniz. Zîrâ bir haftadır bir şey yemedim, çok açtım. Çâresiz kaldım, affedeceğinizi ümid ederim.' dedi. Ahmed Rıfâî, arslanın özrünü kabûl etti ve; 'Suçunu bir şartla affediyorum. O da, yediğin öküzün yerine bu fakire hizmet edeceksin.' buyurdular. Arslan kabûl edip, o kimsenin hizmetinde bulundu.
Ahmed Rıfâî hazretleri, hayâtını hep dîne hizmet ile geçirirdi. Bid'at sahiplerine öğüt verir gittikleri yolun bozukluğunu bildirir, kurtuluşlarına vesîle olurdu. Ahmed Rıfâî hazretleri vefâtına yakın ishale yakalanmıştı. Hastalık bir ay kadar devâm etti. Hizmetçisi; 'Efendim! Hiçbir şey yemediğiniz halde, bu gelenler neredendir? ' diye sordu. O da; 'Bu gelen ettir. Dışarı çıkıyor. Artık eridi kalmadı. Yalnız kemiklerimin içindeki ilik kaldı. O da bugün çıkar biter. Yarın da Allahü teâlâya gitme günüdür.' buyurdu. İyice ağırlaştığı zaman hizmetçisi; 'Efendim! Kavuşmak vakti yaklaştı herhalde.' deyince; 'Evet öyle görünüyor. Hastalığımın şu son zamânında bâzı hâdiseler cereyân etti. İnsanlar üzerine büyük bir belâ gelmekteydi. Bu belâlara karşı kendi vücûdumu fedâ edip, bu belânın giderilmesi için, Allahü teâlâya yalvardım. Allahü teâlâ kabul buyurdu.' dedi. Daha sonra mübarek yüzünü toprağa sürmeye başladı. Yüzü gözü toz toprağa bulanmış bir halde ağlayarak; 'Yâ Rabbî! Affet! ' Yâ Rabbî! İnsanların üzerine gelecek olan dert ve belâlar için beni siper yap da, belâlar benim üzerime yağsın.' diye yalvardıktan sonra kelime-i şehâdet getirip; 'Dünyâda âhiret için çalışıp yorulan pişman olmaz, râhata kavuşur. Her hayr işleyenin ameli kendisine sunulacaktır. Her şer, kötü iş yapanın da ameli kıyâmet gününde önüne çıkacaktır.' buyurdu. 1182 senesi Ağustos ayının 23'ünde Perşembe günü (H.578 Cemâziyelevvel ayının 22. Perşembe günü) ikindi vaktinde, altmış altı yaşında Mısır'da vefât etti.
Diyalektik materyalizmin canlıların diyalektiği iddiası evrim teorisinin bilimsel bulgular tarafından reddedilişi ile kesin olarak yıkılmıştır. Bilimsel bulgular hücreyi oluşturan proteinlerin bile son derece kompleks bir yapıya sahip olduğunu ve kesinlikle tesadüfen gelişen olaylar neticesinde kendi kendine oluşamayacağını göstermNitekim evrimciler de, elde edilen bulguların evrim teorisini yalanladığını ancak evrim teorisine diyalektik materyalizme olan bağlılıkları nedeniyle körü körüne inanmaya devam ettiklerini itiraf ederler. Bunlardan biri de evrimci bilim adamı Robert Shapiro'dur. Shapiro, evrim teorisinin iddiası olan, cansız maddelerin kendi kendilerini organize ederek DNA veya RNA'yı oluşturdukları iddiasının hiçbir zaman ispatlanamadığını açıklar ve şöyle der:
Bizi basit kimyasalların var olduğu bir karışımdan, ilk etkin replikatöre (DNA veya RNA'ya) taşıyacak bir evrimsel ilkeye ihtiyaç vardır. Bu ilke 'kimyasal evrim' ya da 'maddenin kendini örgütlemesi' olarak adlandırılır, ama hiçbir zaman detaylı bir biçimde tarif edilmemiş ya da varlığı gösterilememiştir. Böyle bir prensibin varlığına, diyalektik materyalizme olan bağlılık uğruna inanılır.1
Diyalektik materyalizm, maddenin ve zamanın ezeli ve ebedi olduğunu, yani bir başlangıcı olmadığını iddia eder. Ancak, 20. yüzyılda ortaya atılan ve daha sonraki bilimsel deliller ile ispatlanan Big Bang, maddenin ve zamanın bir başlangıcı olduğunu delilleri ile göstermiştir. Yani madde ve zaman, bir hiçlikten bir anda meydana gelmiştir. Bu, diyalektik materyalizmi yıkarken yaratılışı doğrulayan bir diğer gerçektir.
Sonuç olarak Evrensel gazetesinin ekinde yer alan bu yazıda son bulguların diyalektik materyalizmin ve marksizmin bir zaferi olduğu iddiasının, Marksistlerin hiçbir zaman gerçekleşmeyecek hayalleri olmasından öteye bir değeri yoktur. Aksine, bilimsel gelişmeler, tüm canlıları Allah'ın ortak bir yaratılışla var ettiğini göstermektedir.
Yaratılış her insanın kolaylıkla görebileceği çok açık bir gerçektir. Ancak, diyalektik materyalizme inanmaya şartlananlar, en açık Yaratılış delillerini dahi göremeyecek kadar körleşebilmektedirler.
Mısır evliyâsından. İsmi Ahmed olup babasının adı Ali'dir. Nesebi Peygamber efendimize ulaşır. Künyesi Ebü'l-Fityan ve Ebü'l-Abbas, lakabı ise Şihabüddîn'dir. Seyyid-i Bedevî diye tanınır. Annesinin ismi Fatma binti Muhammed'dir. 1200 (H.596) 'de Fas'ta doğdu. Ahmed Bedevî hazretleri altı yaşlarında iken babasına rüyâsında; 'Yâ Ali! Bu beldeleri bırak. Mekke'ye taşın, orada yaşa. Bunda birçok hikmetler vardır.' dendi. Bu mânevî işâret üzerine âilesi ile birlikte 1206 senesinde Fas'tan yola çıktı. Dört sene süren uzun yolculuk sırasında yolda herkesten, yardım, hürmet ve ikrâm gördüler. Mekke'ye yerleştikten bir müddet sonra babası vefat etti ve Bab-ı Mualla'ya defnedildi Ahmed-i Bedevî hazretleri küçük yaşta ilim tahsîline başladı. Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. Önceleri, çok cesûr, atılgan bir mîzâca sahipti. Çok iyi ata binerdi. Kendisine ezâ eden olursa onlara karşılık verirdi. Bunun için Attâb diye tanındı. Ahmed-i Bedevî hazretlerini sevenlerden Şeyh Rekîn isminde bir zât vardı. Seyyid Bedevî bir gün bu zâtı yanına çağırıp kendisine; 'Ey Rekîn! Bana ileride büyük bir kıtlık olacağı ilhâm olundu. Bunun için sen, bol mikdârda buğday alıp muhafaza et! Kıtlık zamânında insanlar senin biriktireceğin buğdaydan pekçok istifâde ederler. Buğday temin edebilmek için uzak memleketlere gitmek zahmetinden kurtulmuş olurlar. O zaman sen, elinde bulunan buğdayı insanlardan ihtiyâcı olanlara, Resûlullah'ın hürmeti için ikrâm ve ihsân olmak üzere çok ucuz fiyata sat! ' buyurdu. O da; 'Peki efendim.' diyerek hocasının elini öptü ve oradan ayrıldı. O sıralarda buğday gâyet ucuz ve her tarafta bol miktârda mevcuttu. Elinde bulunan bütün parasını buğdaya yatırdı. Daha da ileri giderek âile ve akrabâsından izin alıp ellerinde bulunan zînet eşyâları ile de buğday satın aldı. Biriktirdiği bol mikdârdaki buğdayı mahzenlerde muhafaza etti.
Bu sırada, o bölgenin vâlisi Tanta'ya gelmişti. Bir yere çadırını kurup yerleşti. Atları için yem istedi. Rekîn'den başkasında da buğday yoktu. Vâlinin adamlarının gelerek, kendisinden buğday isteyeceklerinden korkup, Ahmed-i Bedevî hazretlerinin yanına gitti ve durumu kendisine arzetti. O da, hiç üzülüp endişe etmemesini, kendisinden buğday istedikleri zaman kamh-ı zerî (buğday tâneleri, kırıntıları) bulunduğunu, başka bir şey bulunmadığını söylemesini tenbih etti.Nihayet vâlinin adamları gelip, kendisinden buğday istediler. O da anbarında, kamh-ı zerî'den başka birşey bulunmadığını bildirdi. Adamlar anbarın anahtarını alıp anbara girdiklerinde, hakîkaten, kamh-ı zerî denen kırıntılardan başka bir şey göremediler. Dönüp gittiler ve Rekîn'e de herhangi bir zarar yapmadılar. O da gidip bu durumu Ahmed-i Bedevî'ye arzedince; 'Sana bir zarar yapamadıkları için Allahü teâlâya şükret, yalnız O'na hamd-ü senâda bulun.' buyurdu.
Bir zaman sonra, buğday fiyatları son derece pahalandı ve yakın yerlerde bulunamaz oldu. İnsanlar, ihtiyaçları olan buğdayı bulabilmek için uzak memleketlere gitmek ve çok yüksek fiyat ödemek mecbûriyetinde kaldılar. Rekîn, Ahmed-i Bedevî'ye gelerek bu durumu arzetti. O da; 'Elindeki buğdayı insanlara sat! Fakat onlara karşı müsâmahalı davran, ucuza sat! Allahü teâlâ katında bunun sevâbı pek fazladır.' buyurdu. Rekîn mahzenlerini açtı. Çok ucuz fiyattan buğday satmaya başladı. Fiyatı çok düşük tutmasına rağmen çok fazla kâr etti. Yakınlarından aldığı zînet eşyâlarını fazlasıyla kendilerine iâde etti. Âilesine, gerdanlık, çeşitli ve güzel elbiseler ve zînet eşyâları aldı. Fakirlere, muhtaçlara pekçok ikrâmlarda bulundu. Herkes kendisine yaptıkları sebebiyle çok duâ etti. Bundan sonra hacca ve Resûlullah efendimizin kabr-i şerîfini ziyâret etmeye niyet etti. Bu niyetini Seyyid-i Bedevî hazretlerine arz edince, izin verdi. Hazret-i Rekîn, yol hazırlıklarına başladı. Hazırlıklarını tamamlayıp, yola çıkacağı zaman, Ahmed-i Bedevî'nin huzûruna vardı. Ahmed-i Bedevî; 'Allahü tealâya tevekkül ederek yola çık! ' buyurdu. Rekîn orada, Ahmed-i Bedevî'ye ait olan ve kullanılmayan bir aba gördü. Bereketlenmek için yanında bulundurmak niyetiyle bu abayı hocasından istedi. O da abayı verebileceğini fakat yolda kaybedip, bunun için de çok üzüleceğinden endişe ettiğini bildirdi. Fakat Rekîn, o anda bu inceliği anlayamayıp, abayı yanında bulundurmak arzusunda olduğunu söyledi ve nihâyet abayı alarak yola çıktı.
Hac vazîfesini îfâ edip geri dönerken, Akabe denilen yerde, abayı hatırladı. Eşyâları arasında aradı koyduğu yerde yoktu. Ararken abayı develerin ayaklarının altında, necâsete bulaşmış olarak gördü. Hemen alarak, güzelce yıkadı ve kuruması için bir yere serdi. Başka ihtiyaçları ile meşgûl olurken, abayı kaybetti. Ne kadar aradı ise, abadan hiçbir haber alamadı. Üzüntü içinde, Mısır'a Ahmed-i Bedevî hazretlerinin bulunduğu beldeye geldi. Kaybettiği abadan daha güzel ve daha pahalı bir aba satın alıp, bunu hocasının yanına götürdü. Bir de ne görsün. Yolda kaybettiği aba, hocasının odasında duruyordu. Hayretler içinde abaya bakarken, Seyyid Bedevî, kendisine; 'Ey Rekîn! Teaccüp etme! Sen onu yıkayıp serdikten sonra, ben, onun kaybolmasında endişe edip aldım ve buradaki yerine koydum.' buyurdu.
Ekseri büyük âlimlere olduğu gibi, bu büyük zâta da karşı çıkanlar, büyüklüğünü inkâr edenler oldu. Fakat, hepsi başlarına gelen çeşitli belâlar ve sıkıntılar sebebiyle cezâlarını gördü. Bunlardan çoğu hatâlarını anlayıp, tövbe ederek talebelerinden oldular. Meselâ, Vech-ül-kamer adında bir kimse vardı. Seyyid hazretlerinin herkes tarafından çok sevildiğini çekemezdi. Dil uzatırdı. Az bir zaman sonra suçlu bulunup îdâm edildi.
Şâfiî mezhebinin büyük âlimlerinden ve Seyyid Ahmed-i Bedevî'nin zamânında yaşamış olan İbn-üd-Dakîk, Abdülazîz Dîrînî'ye haber gönderip; 'İnsanlar, Seyyid Ahmed-i Bedevî ile çok meşgûl oluyorlar ve onu çok seviyorlar. Ona şu meseleleri sor! Eğer bilebilirse, tam bir velî olduğunu anlarız.' dedi. Abdülazîz Dîrînî de, Ahmed-i Bedevî'ye o suâlleri sordu. O da; 'Bu suâllerin cevâbı Kitâb-üş-Şecere'de vardır ve şöyle şöyledir.' buyurup, hepsinin cevâbını tek tek verdi. Kitaba baktıklarında söylediklerinin aynen olduğunu gördüler. Bundan sonraİbn-üd-Dakîk'in ve Abdülazîz Dîrînî'nin Seyyid hazretleri hakkında şüpheleri kalmadı. Muhabbetleri çok arttı. Kendilerine, Ahmed-i Bedevî hazretlerinden suâl edildiğinde, diğer âlimler gibi bunlar da; 'Seyyid Ahmed-i Bedevî, sâhili görülmeyen bir hakîkat ve irfan denizidir.' derlerdi.
Mısır'da Kâdı'l-kudat olan Takıyyüddîn isminde bir zât vardı. Ahmed-i Bedevî hazretlerinin büyük bir velî olduğunu biliyordu. Fakat, buna Seyyid hazretleri hakkında uygunsuz sözler söylemişlerdi. Bu da yakından ve iyice anlamak için Seyyid hazretlerinin yanına geldi. Sohbet esnâsında bir ara Seyyid hazretlerine; 'Sizin hakkınızda bana, uygun olmayan haberler geldi. Cemâate gelmediğiniz, hattâ namazı kılmadığınız oluyormuş. Bu, Resûlullah efendimizin sünnetine aykırıdır ve bu hâl, sâlihlerin hâli değildir.' dedi. Buna üzülen Ahmed-i Bedevî; 'Sus! Yoksa uçarsın.' deyip, Takıyyüddîn'e sert bir nazarla baktı. Nazarın şiddeti ile kendinden geçenTakıyyüddîn bir anda kendisini uçsuz bucaksız bir sahrâda buldu. Kendi kendisini çok ayıplayarak ve kendi kendine çok kızarak; 'Hey ahmak ve aptal kişi! Allahü teâlânın dostlarında, evliyâsında kusur ve kabahat aramak senin ne haddine! Bu ıssız sahrâda kimsenin bulunmadığı bu yerde senin hâlin ne olacak? ' diyordu. Ağlayarak, sızlayarak, Allahü teâlânın rahmet ve magfiretine sığınarak 'Lâ havle..' okuyordu.
Bu sırada çok uzaklardan bir kimse göründü. Gâyet heybetliydi. Takıyyüddîn, bu ıssız sahrâda bir insan ile karşılaşmanın sevinciyle ve kendisine yardımcı olur ümidiyle, o kimsenin yaklaşmasını heyecânla bekledi. Gelen kimse yaklaşınca, koşarak ellerine sarıldı ve ağlayarak kendisine yardımcı olmasını istedi. O heybetli kimse; 'Söyle bakalım. Derdin nedir? ' dedi.Seyyid Ahmed-i Bedevî ile arasında olan hâdiseyi anlatınca, gelen kimse çok hayret etti ve; 'Hakîkaten sen, tehlikeli bir iş yapmışsın ve çok tehlikeli bir hâle düşmüşsün. Sen buranın Mısır'a olan uzaklığı ne kadardır, bilir misin? ' dedi. Takıyyüddîn; 'Ben buraları hiç tanımıyorum. Mısır'dan ne kadar uzakta olduğunu da bilemiyorum.' deyince, gelen kimse; 'Mısır ile buranın arası altmış günlük mesâfedir.' dedi. Bunun üzerine Takıyyüddîn'in çâresizliği ve korkusu daha da arttı. Kendi kendine; 'Allahü teâlânın rızâsı için beni bu müşkül durumdan kurtaracak birisi yok mudur? ' diye söylendi. Buralarda ölüp gideceğini düşünerek; 'İnnâlillah...' okuyordu. Sonra yine o heybetli zâta yalvararak; 'Allahü teâlânın rahmeti ve bereketi senin üzerine olsun. Sen bana yardımcı olamaz mısın? ' dedi. O da; 'Hiç korkma! İnşâallah selâmete erersin.' dedi ve eliyle işâret ederek çok uzaklarda görülen bir kubbeyi gösterdi. 'O kubbeyi görebiliyor musun? ' dedi. Takıyyüddîn; 'Evet.' deyince, o kimse; 'İşte, senin kendisine uygunsuz sözler söylediğin Seyyid Ahmed-i Bedevî hazretleri, ikindi namazını cemâatla orada kılar. Sen şimdi, haline tövbe istigfâr ederek oraya git! İkindi namazı vaktine yetiş. Orada cemâatle namazını kıl! Namazdan sonra Seyyid hazretlerinin elini öp, özür dile! O, inşâallah seni affeder ve Allahü teâlânın izni ile seni memleketine ulaştırır.' dedi.
Takıyyüddîn, bu zâta teşekkür ederek ayrıldı ve süratle o kubbenin bulunduğu yere gitti. Oraya varınca çok güzel bir câmi olduğunu gördü. İkindi namazı vakti olmak üzere idi. Abdest aldı. İçeriye girip oturdu. Biraz sonra hiç tanımadığı garib kimseler câmide toplanmaya başladı. Nihayet Seyyid hazretleri de geldi. Oradaki cemâate imâm oldu. İkindi namazını kıldılar. Namazdan sonra, Seyyid hazretlerinin eline sarılıp, özür dilemeye hazırlanırken Ahmed-i Bedevî; 'Hızır aleyhisselâmın yardımı, yol göstermesi olmasaydı çok zor durumda kalmıştın değil mi? ' buyurdu.
Bu kerâmet karşısında eski hâline daha çok pişmân olan ve kendi kendine daha çok kızanTakıyyüddîn; 'Efendim! Ben hâlime tövbe ettim. Sizden çok özür diliyorum. Özrümü kabûl ediniz ve beni affediniz! ' dedi. Seyyid hazretleri özrünü kabûl etti, sırtını sıvazladı. 'Bir daha böyle düşünceleri kalbine getirme! Şimdi evine dön! Çocukların seni bekliyorlar.' buyurdu. Takıyyüddîn; 'Hay hay efendim! Bundan sonra hiçbir sözünüze ve hâlinize îtirâz etmeyeceğim. Allahü teâlânın evliyâsında kusur ve kabâhat aramayacağım.' dedi. Sonra bir anda kendisini Mısır'da evinin önünde buldu. Bu hâlin tesirinden uzun müddet kurtulamadı.
Talebesi Abdül'âl'ın, tövbe-i nasûhun ne olduğunu sorması üzerine şöyle buyurdu:
'Tövbenin hakikati, geçmiş günahlara pişman olmak, gelecekte olacağa istigfâr etmek, affını istemektir. İşlenen günâha tamamen pişman ve bîzâr olmak, bir daha o günahı işlememeye cânu gönülden azmetmek ve bu çeşit bir tövbe ile kalbi temizlemekten ibârettir.
Sâdık kimsenin kim olduğu sorulduğunda:
'Sâdık o kimsedir ki; Allahü teâlânın hükmünden râzı olduktan sonra Allahü teâlânın emirlerini yerine getirip Resûlullah efendimizin sünnet-i seniyyesine uyan, başkasından bir şey istemeyip verilirse şükreden, verilmezse sabreden kimsedir.' buyurdu.
Ahmed-i Bedevî 1276 (H.675) senesinde Mısır'ın Tanta şehrinde vefat etti. Kabr-i şerîfi üzerine yapılan türbede her sene düzenlenen toplantılarda Mevlid-i şerîf ve Kur'ân-ı kerîm okunması âdet oldu. Ahmed Bedevî hazretlerinin kerâmetleri vefâtından sonra da devam etti.
Ahmed-i Bedevî hazretlerinin medfûn bulunduğu Tanta şehri yakınında bulunan Garbiyye şehrinin vâlisi, Ahmed-i Bedevî'nin büyüklüğüne inanmazdı. Bu sebeple, her sene Seyyid hazretlerinin türbesinde düzenlenmekte olan mevlid toplantılarına Garbiyye ahâlisinden katılmak isteyenlere de mâni olur, gitmelerine müsâade etmezdi. Bu hâli haber alan Muhammed Şenavî hazretleri o şehre gidip vâli ile görüştü. Böyle yapmasının çok mahzurlu olduğunu, Seyyid hazretlerinin çok büyük evliyâ olduğunu anlatıp, kendisine çok nasîhat etti. Vâli, nasîhatleri kabûl etmedi. Eski haline de devâm etti. Bu hale çok üzülen Muhammed Şenâvî, bu durumu mânevî olarak, Seyyid Ahmed-i Bedevî'ye arzetti. O anda; 'Sabret! O, yakında cezâsını bulur.' diye bir ses duyuldu.
Az zaman sonra vâlinin yüzünde bir yara çıktı. O vâli, dudaklarını ve dilini de kaplayan bu yara sebebiyle, zelîl ve hakîr hâle düştü. Böylece, evliyâya düşman olmanın cezâsını dünyâda iken çekmeye başladı. Bir müddet sonra öldü.
Mısır'da Ebü'l-Gays bin Ketîle isminde âlim bir kimse vardı. Bir gün yolu, Ahmed-i Bedevî hazretlerinin medfûn bulunduğu beldeye düştü. Oradaki insanların, Seyyid hazretlerine çok büyük ihtimâm, hürmet gösterdiklerini görünce; 'Siz de fazla yapıyorsunuz. Ona lüzûmundan fazla ihtimâm gösteriyorsunuz! ' dedi. Orada bulunanlardan biri; 'Sen ne diyorsun. O çok büyük bir velîdir.' dedi. Ahmed-i Bedevî hazretlerinin büyüklüğünü anlayamamış olan adam, bu söze daha da içerledi. Fakat cevap vermedi. Bu kimse misafir olduğu için kendisine yemek getirdiler. Yemekte kızartılmış bir balık vardı. Ebü'l-Gays yemek yerken boğazına bir kılçık takıldı. Saatlerce uğraştılarsa da çıkartamadılar. Nice tanınmış doktorlar çağırdılar, onlar da çıkaramadılar. Artık yemekten, içmekten kesilmişti. Yataklara düştü. Her geçen gün ızdırâbı şiddetleniyor, hiçbir şey de yapamıyordu. Ölecek duruma gelmişti. Nihâyet aradan uzun bir süre geçtikten sonra, son çâre olarak Ahmed-iBedevî hazretlerinin kabrini ziyâret edip, rûhâniyetinden yardım istemeyi düşündü. Yakınları bunu Seyyid hazretlerinin kabrine götürdüler. Kabrin yanında oturup, kendisine dil uzattığı için pişmân olmuş bir kalp ile ve Seyyid hazretlerinin rûhuna hediye etmek niyetiyle Yâsîn-i şerif okurken, kendisine bir aksırma hâli geldi. Doktorların uğraşarak çıkaramadıkları kılçık, orada bir aksırma ile çıkıverdi. O kadar rahatladı ki, sevincinden ne diyeceğini bilemedi. 'Ya Seyyid Ahmed-i Bedevî! Sizin çok yüksek bir velî olduğunuzu şimdi anladım. Ben sizin hakkınızda çok uygunsuz düşünüyormuşum. Sizin büyüklüğünüzü inkâr etmenin ne kadar yanlış olduğunu ve böyle düşünmenin ne büyük haksızlık olduğunu şimdi çok güzel anladım. Eski düşüncelerimden dolayı Allahü teâlâya tövbe ediyorum.' dedi.
Seyyid Ahmed-i Bedevî hazretlerinin doğum ve vefâtının sene-i devriyelerinde ve başka zamanlarda, insanların bu zâta çok alâka muhabbet göstermelerinden rahatsız olan ve Seyyid hazretlerinin büyüklüğünü inkâr eden, kendini beğenmiş bir kimse vardı. Bu bozuk düşüncelerinde çok ileri gittiği bir gün idi. Yine Seyyid hazretlerine buğz eder hâlde iken, hafızasında ve kalbinde îmân ve mârifete âit ne varsa hepsinin bir anda silindiğini hissetti. Ne olduğunu anlayamamıştı. Ne yapacağını şaşırdı. Bu hâlinin, Seyyid hazretlerine olan îtirâzın bir cezâsı olabileceğini düşündü. Seyyid hazretlerinin kabrine gitti. Rûhâniyetinden imdâd istedi. Tövbe ettiğini, affedilmesini ricâ etti. Seyyid'in kabrinden bir ses; 'Bir daha inkâr ve îtirâza dönmemek şartıyla.' diyordu. Adam; 'Peki.' deyip kabûl etti. Bundan sonra, îmân ve mârifete ait bildiklerinin tekrar kendisine verilmiş olduğunu hissetti ve sözünü tuttu.
Ahmed-i Bedevî hazretlerinin, rûhu için okunan mevlid-i şerîf için toplanılmıştı. Mecliste o zamâna kadar görülmemiş bâzı velîler de vardı. Onlara devamlı bu toplantılara katılan bir zât; 'Siz nereden geliyorsunuz? ' diye sordu. Hindistan'dan geldiklerini söylediler. Arkasından; 'Bu kadar uzak yoldan tâ buralara kadar gelmenizin sebebi nedir? Ticâret falan mı yapıyorsunuz? ' dedi. Onlar; 'Hayır. Biz sâdeceAhmed-i Bedevî hazretlerini ziyâret etmek ve mevlidinde bulunmak için geldik.' dediler. 'Peki Hindistan buraya çok uzaktır. Bu kadar uzun yolu ne kadar zamanda aldınız? ' deyince de; 'Salı günü Hindistan'dan yola çıktık. Çarşamba gecesini Medîne-i münevverede Resûlullah efendimizin huzûrunda geçirdik. Perşembe gecesinde Bağdat'ta Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî'nin huzûrunda idik. Bu gece de (yâni cumâ gecesi) işte buradayız (Mısır'ın Tanta şehrinde Seyyid-iBedevî hazretlerinin huzûrundayız) .' cevâbını verdiler. Onlar anlattıkça soru soran zât hayret içinde kaldı. Bunun üzerine; 'Niçin şaşıyorsunuz? Allahü tealânın evliyâsı için bütün dünyâ bir adımlık yoldur.' dediler.
Bir seferinde HâceHalebî adında birisi, yanında kumaş cinsinden mallar olduğu hâlde, mevlidde hazır bulunmak üzere Ahmed-i Bedevî hazretlerinin türbelerine doğru yola çıktı. Seyahat esnâsında yedi atlı önüne geçip, mallarını almak istediler. HâceHalebî, o anda Seyyid Ahmed-i Bedevî hazretlerinin rûhâniyetinden yardım istedi. Sözü henüz bitmeden, beyaz atlı ve gözlerinden başka bir yeri görünmeyen heybetli ve cesûr biri gelerek haydutları kovaladı. Hâce Halebî gelen zâtı tanıdığını ve onun Ahmed-i Bedevî olduğunu söyledi.
Seyyid Ahmed-i Bedevî hazretlerinin türbesinin kubbesinde, Resûlullah efendimizin mübârek ayak izlerinin bulunduğu bir taş vardı. Bu kıymetli taş, kubbeye öyle sanatkârâne yerleştirilmişti ki, türbeye girenler, önce bu taşı görürler, sonra da Seyyid hazretlerini ziyâret ederlerdi. Bâzı kimseler, bu taşın alınarak müzeye konmasını ve burada bırakılmamasını söylediler. Zamânın idarecilerini de iknâ edip, taşı alıp müzeye nakletmek için teşebbüse geçtiler. Fakat ne kadar uğraştılarsa, taşı yerinden ayırmak mümkün olmadı. Bu hâlin, Seyyid hazretlerinin bir kerâmeti olduğunu, taşı yerinden kımıldatamayacaklarını anlayıp, bu işten vazgeçtiler.
Ahmed-i Bedevî hazretlerinin Salevât, Vesâyâ, El-İhbâr fî Halli Elfâz-ı Gâyet-ül-İhtisâr ve başka eserleri vardır.
Kuş gribi domuz gribi.... sonra hangi hastalığı uydurup müslümanlara musallat edecekler acaba daha öncede kuş gribi dediler tavukları yakarak imha ettiler domuzlarıda imha etsinler ozaman
Allah'ı inkar etme sapkınlığı olan ateizm, 19. yüzyılın sonundan itibaren yaygınlaşmıştır. Materyalizm ve Darwinizm'in yaygınlaşmasıyla kendilerine felsefi ve sözde bilimsel dayanak buldukları yanılgısına kapılan ateistlerin sayısı 20. yüzyılda artmıştır. Ateistler bu dönemde sapkın görüşlerinin propagandasını yapma imkanı bulmuşlardır. Ateizm, samimi olarak iman edenlerin yürüteceği fikri mücadele ile Allah'ın izniyle yok olmaya mahkumdur.
'Gözlerini harama bakmaktan ve başkalarının ayıplarını görmekten koru.'
BAYEZİD-İ BİSTAMİ HZ.
Faşizm, 1919 yılından sonra ilk olarak İtalya'da ve daha sonra çeşitli Avrupa ülkelerinde, I. Dünya Savaşı ile gelen politik ve sosyal değişimlere tepki olarak gelişen baskıcı politik bir harekettir. İsmi ise eski Roma'da otoriteyi temsil eden bir baltanın çevresine bağlanmış bir demet sopa anlamına gelen Latince 'fascis' kelimesinden gelir.
Faşizm terimi ilk olarak, İtalya'da 1922-1944 yılları arasında iktidarda bulunan Benito Mussolini önderliğindeki yönetim tarafından kullanıldı. Balta çevresine bağlanmış sopa demetleri figürü de bu ilk faşist partinin amblemi oldu. İtalya'nın ardından 1933-1945 yılları arasında Almanya'da ve 1939-1975 yılları arasında İspanya'da faşist partiler iktidardaydı. II. Dünya Savaşı sonrasında ise Güney Amerika ve diğer bazı az gelişmiş ülkelerde kurulan diktatörlük benzeri rejimler de genel olarak faşist olarak nitelendirildi.
Faşizmin neyi ifade ettiğine baktığımızda ise, bunun cevabını en özlü olarak Mussolini'nin 1932 yılında İtalyan Ansiklopedisi için yaptığı faşizm tanımında görebiliriz:
Faşizm, günümüzde her ne kadar insanlığın gelişimini ve geleceğini politik düşüncelerden ayrı olarak ele almaktaysa da, ne sürekli bir barış olasılığına ne de bunun faydalı olacağına inanmaktadır.
Eski Roma'da bir çeşit 'baltacı', Romalı devlet görevlilerinin önünden gider ve güç ve otorite sembolü bir demeti elinde tutardı.
Bundan dolayı barışseverlik doktrinini reddeder. Savaş tüm insan enerjisini en yüksek gerilim noktasına taşır ve asalet damgasını onu karşılamaya cesareti olan insanların üstüne vurur.
Tüm diğer meselelerin hiçbiri insanı ölüm ve yaşam arasında seçim yapma gibi büyük bir alternatife götüremez... Faşist, yaşamı... mücadele ve fetih olarak görür ve yakınındakilerden, uzaktakilerden, çağdaşlarından ve sonra geleceklerden çok üstün tutar.1
Mussolini'nin de üzerinde durduğu gibi faşizmin ana özelliği Darwinist bir çatışma ve savaştır. Darwinizm,'güçlü olanın hayatta kalıp, zayıf olanın elendiğini' iddia etmekte, bu nedenle de insanların hayatta kalabilmek için daimi bir mücadele içinde olması gerektiğini öne sürmektedir. Bu fikirden yola çıkan faşizmde de, bir milletin gelişiminin ancak savaşla mümkün olacağına inanılır ve barış, gelişimi yavaşlatan bir unsur olarak görülür.
Allah'ın kadın ve erkeğe ortak hitapta bulunduğu bir ayet;
Kim bir kötülük işlerse, kendi mislinden başkasıyla ceza görmez; kim de -erkek olsun, dişi olsun- bir mü'min olarak salih bir amelde bulunursa, işte onlar, içinde hesapsız olarak rızıklandırılmak üzere cennete girerler. (Mümin Suresi, 40)
Allah, Kuran'da müminlere olduğu gibi, inkar edenler hakkında bilgi verirken de kadınlara ve erkeklere aynı şekilde hitap etmektedir. Allah, inkar eden kadınlar ile inkar eden erkeklerin, münafık kadınlar ile münafık erkeklerin ve müşrik kadınlar ile müşrik erkeklerin de ahiret gününde aynı şekilde karşılık göreceğini, cinsiyetlerinden dolayı farklı bir durum ile karşılık görmeyeceklerini bildirmektedir. Bu ayetlerden bazıları şöyledir:
Münafık erkekler ve münafık kadınlar, bazısı bazısındandır; kötülüğü emrederler, iyilikten alıkoyarlar, ellerini sımsıkı tutarlar. Onlar Allah'ı unuttular; O da onları unuttu. Şüphesiz, münafıklar fıska sapanlardır. (Tevbe Suresi, 67)
Allah, erkek münafıklara da, kadın münafıklara da ve (bütün) kafirlere, içinde ebedi kalmak üzere cehennem ateşini vadetti. Bu, onlara yeter. Allah onları lanetlemiştir ve onlar için sürekli bir azap vardır. (Tevbe Suresi, 68)
Şundan ki: Allah, münafık erkekleri ve münafık kadınları, müşrik erkekleri ve müşrik kadınları azablandıracak; mü'min erkeklerin ve mü'min kadınların tevbesini kabul edecektir. Allah çok bağışlayandır, çok esirgeyendir. (Ahzab Suresi, 73)
Bir de; kötü bir zan ile zanda bulunan münafık erkeklerle münafık kadınları ve müşrik erkeklerle müşrik kadınları azaplandırması için. O kötülük çemberi, tepelerine insin. Allah, onlara karşı gazablanmış, onları lanetlemiş ve onlara cehennemi hazırlamıştır. Varacakları yer ne kötüdür. (Fetih Suresi, 6)
Allah'ın Kuran'da bildirdiği gibi, hem dünya hayatındaki imtihanları, hem de ahirette alacakları karşılık bakımından, kadın ve erkek eşit konumdadır.
Ey imam, namaza başlarken Allâhu ekber demenin mânâsı şudur: 'Allâh'ım, biz senin huzûrunda kurban olduk.' Kurban keserken Allâhuekber dersin işte, öldürülmeye layık olan nefsi kurban ederken de bu söz söylenir. O esnada beden İsmail, can da Halîl İbrahim gibidir. Can, bu semiz bedenin hevâ ve hevesini kesmek için tekbîr getirince Beden şehvetlerden, hırslardan kurtulur, namazda 'Bismillahirrahmânirrahîm' demekle kurban olur gider. Namaz kılanlar, kıyâmette olduğu gibi, Allâh'ın huzûrunda saflar halinde dururlar, sorguya, hesap vermeye, yalvarmaya koyulurlar.
Namazda gözyaşı dökerken ayakta durmak, kıyâmet günü dirilerek, kabirlerden kalkıp mahşer yerinde Allâh'ın huzûrunda ayakta durmağa benzer. Cenâb-ı Hakk; 'Sana verdiğim bu kadar mühlet içinde ne yaptın? Ne kazandın, ve bana ne getirdin? ' diyecek. Ömrünü ne ile, ne işlerle, ne gibi ibâdetlerle, ne iyilikler yaparak harcadın, bitirdin? Sana verdiğim rızkı, kuvveti, gücü ne ile yok ettin? Gözünün nûrunu nerede tükettin? Beş duygunu nerelerde kullandın?
Gözünü, kulağını, aklını, irâdeni, bileğini, arşa ait olan bütün bu kuvvetlerini, neye, nerelere harcadın da onlara karşılık, bu dünyada neyi satın aldın? Sana kazma gibi, bel gibi el, ayak verdim. Onları sana ben bağışladım; onlar ne oldular? ' Allâh'ın huzûrunda bunun gibi derde dert katan yüz binlerce haberler, sualler gelir.
Namazda kıyamda iken, kula gelen bu sözlerden kul utanır, utancından iki büklüm olur ruküa varır. Utancından ayakta durmağa gücü kalmaz, ruküda: 'Subhane rabbiye'1-azîm' diyerek Allâh'ın noksan sıfatlardan berî olduğunu söyler.
Sonra o kula Hakk'tan ferman gelir; 'Başını kaldır da sorulan sorulara cevap ver.' denir. Kul utana utana başını ruküdan kaldırır; fakat, dayanamaz; o günahkar, utancından yine yüz üstü yere kapanır.
Ona tekrar; 'Secdeden başını kaldır da, yaptıklarından haber ver.' diye ferman gelir. O bir kere daha utanarak başını kaldırır ama, dayanamaz yine yılan gibi yüz üstü düşer.
Cenâb-ı Hakk; 'Tekrar başını kaldır da söyle, yaptıklarını kıldan kıla, birer birer senden soracağım' diye buyurur.
Allâh'ın heybetli hitabı, onun rûhuna te'sir ettiği için, ayakta duracak gücü kalmamıştır. Bu ağır yük yüzünden ka'deye varır, dizleri üstüne çöker. Cenâb-ı Hakk ise; 'Haydi söyle, anlat.' diye buyurur.
'Sana nimet vermiştim, nasıl şükrettiğini söyle; sana sermaye vermiştim, onunla ne kâr elde ettiğini göster.' Kul yüzünü sağ tarafına döndürür, peygamberlerin rûhlarına ve meleklere selam verir. Onlara niyâzda bulunur da der ki: 'Ey mânâ pâdişahları, bu kötü kişiye şefaat edin, bu günahkarın ayağı da, örtüsü de çamura battı.' Peygamberler selam veren kula, derler ki: 'Çâre ve yardım günü geçti, gitti. Çâre dünyada olabilirdi, orada hayırlı işler yapmadın, ibâdet etmedin, öğünler geçti.
Ey bahtsız kişi, sen vakitsiz öten bir horoz gibisin; git, bizi üzme, bizim kalbimizi kırma.'
Kul yüzünü sola çevirir, bu defa akrabalarından yardım ister, onlar da ona; 'Sus.' derler. 'Ey efendi, biz kimiz ki sana yardım edelim, elini bizden çek de kendi cevâbını Allâh'a kendin ver.' derler.
Ne bu taraftan, ne o taraftan bir çâre bulamayınca, o çâresiz kulun gönlü, yüz parça olur.
O herkesten ümidini kesince, iki elini açar, duâya başlar.'Allâh'ım, herkesten ümidimi kestim. Evvel ve ahir kulunun başını vuracağı, sığınacağı sensin; senin rahmet ve mağfiretine son yoktur.' Namazdaki bu hoş işaretleri gör de, sonunda, kesin olarak işin böyle olacağını anla... Aklını başına al da namaz yumurtasından civciv çıkar, yâni namazdan mânen yararlan, yoksa dane toplayan bir şey öğrenememiş kuş gibi, Allâh'ın büyüklüğünü düşünmeden yere başını koyup kaldırma.
Kaynak: Mevlânâ, Mesnevi
BİMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM:RAHMAN VE RAHİM OLAN ALLAH IN ADIYLA
Büyük velîlerden. İsmi ve nesebi; Ahmed bin Sultân Ali bin Yahyâ bin Sâbit bin Ebü'l-Fevâris Hâzım Ali bin Ahmed Murtezâ bin Ali İşbilî bin Rüfâe Hasan bin Mehdi bin Muhammed bin Hasan bin Ahmed Sâlih bin Mûsâ bin İbrâhim Murtezâ bin Mûsâ Kâzım bin Câfer-i Sâdık bin Muhammed Bâkır bin AliZeynel Âbidîn bin Hüseyin bin Ali bin Ebî Tâlib'dir (r.anhüm) . Peygamber efendimizin soyundan olup seyyiddir. Anne tarafından da nesebi hazreti Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensârî'ye dayanır. Bu yüzden kendisine Ebü'l-Alemeyn, iki sancak sâhibi künyesi verilmiştir. Ebü'l-Abbâs da denir. Benî Rıfâe kabîlesine mensûb olduğu için Rıfâî nisbeti ile meşhur oldu.
Ahmed Rıfâî hazretleri doğmadan önce dayısı büyük âlim Mensûr Betâihî bir gün rüyâsında Peygamber efendimizi gördü. Ona; 'Ey Mensûr! Kız kardeşin, kırk gün sonra Ahmed isminde bir çocuk dünyâya getirecek. Bu çocuğu, Aliyyül Kârî Vâsıtî'nin terbiyesine teslim et. Bu zât, Allah indinde azîzdir. Sakın ihmâl etme.' buyurdu. Bu rüyâdan tam kırk gün sonra Ahmed dünyâya geldi. 1118 (H.512) senesinin Receb ayının ortalarında bir Perşembe günü Betâih'de doğdu.
Ahmed Rıfâî yedi yaşında iken babası vefât etti. Onu, dayısı Mensûr Betâihî, husûsi bir ihtimâm ile büyüttü, ilim öğretti. Önce Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. Kur'ân-ı kerîm hocası Abdülmelik Harnutî'dir. Ahmed Rıfâî henüz yedi yaşında iken bir gün Allahü teâlânın zâtına ve sıfatlarına âit bilgilerde mârifet sâhibi olan hocası Abdülmelik Harnutî'yi ziyârete gitti. Hocası ona; 'Yâ Ahmed! Sana diyeceğim şu şeyleri hâfızanda tut, ezberle ve hiç unutma! ' deyince 'Peki efendim.' dedi. Abdülmelik Harnutî buyurdu ki: 'Başkalarına iltifat edip gezen, hedefine varamaz ve hakîkate kavuşamaz. Şüpheden kurtulamayanın, dünyevî düşünenin, nefsî arzularının peşinde olanın; felâha, hidâyete kavuşması düşünülemez. Bir kimse, kendi kusûrunu, noksanını bilmiyorsa, bütün zamânı da noksan geçer.' Bu kıymetli sözleri hâfızasına nakş etti. Bir yıl bu sözlere göre amel etti. Bir yıl sonunda hocasından yine nasîhat istediğinde buyurdu ki: 'Hakîkî âlimleri, evliyâyı tanıyamamak çok kötüdür. Tabîbin hasta olması ne fenâ, akıllı kimsenin câhil kalması ne kötüdür.'
Ahmed Rıfâî'yi, dayısı, bir müddet sonra Vâsıt şehrine, büyük âlimlerden ilim öğrenmek üzere gönderdi. Vâsıt'a göndermesinin sebebi, rüyâda Peygamberimizin emr-i şerîfleri olmuştur. İslâm âlimleri umûmiyetle Vâsıt'a gelir, talebelere ders verirlerdi. Büyük âlim Aliyyül Kârî Vâsıtî hazretleri ve dayısı Ebû Bekr el-Ensârî el-Vâsıtî hazretleri de Vâsıt'ta bulunuyordu. (Aliyyül Kârî 1182 (H.578) 'de vefât etti. 1607 (H. 1016) da ölen Aliyyül Kârî başkadır ki, bu, hakîkî Ehl-i sünnet âlimlerine dil uzatmıştır.) Ahmed Rıfâî, Aliyyül Kârî ve İshak Şîrâzî hazretlerinden bütün ilimleri öğrendi. Büyük bir fıkıh, hadîs, tefsîr âlimi ve tasavvufta zamânının bir tânesi oldu. Allahü teâlânın emirlerini harfiyyen yapar, yasaklarından büyük bir titizlikle kaçardı. Bildikleriyle amel eder ve başkalarına da tavsiyede bulunurdu. Bir gün birisi gelip duâ istedi. 'Benim şimdi bir günlük nafakam var, onun için duâm kabûl olmaz. Onu bitirdiğim zaman gel, sana duâ edeyim.' buyurdu ve öyle yaptı.
Ahmed Rıfâî hazretleri, namaz kılarken benzi sararır, kendinden geçerdi. Gönlünde hissettiklerini, zâhirinden takib etmek mümkündü. Fakat heybetinden kimse cesâret edip soramazdı. Bir gün kendisi; 'Namaza kalktığım zaman sanki Allahü teâlâ bana Kahhâr sıfatıyla tecellî edecek diye korkuyorum.' buyurdu.
Seyyid Ahmed Rıfâî; orta boylu, nûr yüzlü, buğday benizliydi. Saçları siyah, sakalı seyrek, alnı açık ve geniş idi. Gözlerine sürme çeker, tebessüm buyururdu. Güzel konuşmaları ile kalpleri harekete getirir, sohbetine doyum olmazdı. Kürsüde oturarak konuşurdu. Konuşmaya başlayınca, sesini uzak ve yakındakiler işitirlerdi. Çevre köydeki kimseler de, aynı şekilde duyarlardı. İnsanlar evlerinin üzerine çıkar, Seyyid Ahmed Rıfâî, yanlarındaymış gibi dinlerlerdi. Öyle ki, bütün kelimeleri eksiksiz anlaşılırdı. Hattâ sağırlar, yarım işitenler, onun sohbetine katıldıkları zaman, Allahü teâlânın ihsâniyle kulakları açılır, söylenilenleri işitirler ve anlarlardı. Beyaz gömlek giyer, pirinç unundan ekmek yaptırıp yerdi. Misâfirler için verdiği yemek hâricinde başka bir şey yemezdi. Yemeği soğutarak yer, misâfirsiz iftar etmezdi. Kendisine âit misâfir konağı, her gün dolup taşar, günde iki öğün yemek çıkardı. Yolda her rastladığı kimseye, hattâ çocuklara bile selâm verirdi. Hastaların sıhhatlerini sormak için uzak yollara gitmekten üşenmez, onları ziyâretten zevk alırdı. İhtiyarlara, âmâlara, sıkıntıda olanlara yardımcı olurdu. Peygamber efendimizin; 'Kim, saçı sakalı ağarmış müslüman bir kimseye ikrâm ederse, Allah da ona ihtiyarladığında hürmet ve ikrâmda bulunacak kimseleri vazîfelendirir, ona ikrâm ederler.' hadîs-i şerîflerinde bildirildiği gibi hareket etmeyi âdet edinmişti.
Alçak gönüllü olduğundan, hiç bir mecliste baş köşeye geçmez ve seccâde üzerinde oturmazdı. Daimâ az konuşur ve; 'Sükûtla emr olundum.' buyururdu. Birçok defâ azamet-i ilâhiyye tecellisine mazhâr olup, güneşin karşısında buzun eridiği gibi kendisi de bir avuç su gibi kalıncaya kadar eridiğini hisseder sonra ilâhî rahmet yetişerek eski hâlini bulurdu. Daha sonra da cemâatine hitâben; 'Cenâb-ı Hakkın lütfu olmasa, yanınıza dönemezdim.' derdi.
Ahmed Rıfâî hazretlerinin talebelerine bağlılığı çok fazlaydı. Onların arasında bulunmanın, onlarla sohbet etmenin, büyük sevaplar hâsıl eden ibâdet olduğunu buyurur ve talebelerine de kendi talebelerine böyle yapmalarını tavsiye ederdi.
Talebeleri ile sohbet ederken insanların kendini beğenmesi ile ilgili bir soru sorulduğunda:
'İlminin fazla, amelinin çok olması ile gurûra kapılan kimse, mârifet sâhibi değildir. Çünkü şeytan da pek fazla bilgiye sâhipti. Mantık yürütmek sûretiyle, ateşin topraktan daha hayırlı olduğunu iddiâ etti. Halbuki meleklere hocalık yapıyordu. Sonunda kendi nefsinin üstün olduğunu söyleyip kibirlendi. Böylece Allahü teâlânın gadabına uğradı ve lânete müstehak oldu. Ebedî olarak rahmet dergâhından kovuldu. Ey oğlum! Sakın! Çok sakın! İyi ibâdetlerine, yüksek ilmine aldanma. Çünkü Bel'âm-ı Baûrâ ve Bersisa, en çok ibâdet edenlerdendiler. Fakat sonunda, nefs ve şeytana uyarak dünyâya bağlandılar. Âhiretlerini ziyân ettiler. Rezîl rüsvâ oldular.
Ey oğlum! Kalbinde ufak bir leke görürsen, oruç tut. Gitmezse, az konuşmaya bak. Gitmezse, günahlardan şiddetle kaç. Yine gitmezse, her hâli iyi bilen Allahü teâlâya yalvarmaya, sızlanmaya başla.
Bilgisizlik ölümdür. Allahü teâlâ ilim verdikçe canlanma başlar. Her bilgi bir vebâldir. Bu vebâlden kurtulmak amel etmekle mümkün olur. Her amel fayda vermez. Fayda vermesi Allahü teâlâ için yapılmaya bağlıdır. İhlâs elde edilmedikçe, kurtuluşa erilmez.' buyurdu.
Sâlih müslüman ve iyi bir kul nasıl olmalıdır? diye sorulunca, şöyle cevap verdi:
'Sâlih müslümanlar, Allahü teâlânın hükmüne boyun eğerler, gelen şiddet ve belâlara sabrederler, aza kanâat ederler. Allahü teâlâdan başkasından korkmazlar ve kimseden bir şey beklemezler. Ancak Allahü teâlâdan isterler. İnsana, yüksek makamları veren, aşağı düşüren azîz ve zelîl edenin Allahü teâlâ olduğunu bilirler. Sâlih müslümanlar, Peygamber efendimizin sünnet-i şerîflerine tam uyarlar. Onların korkusu, son nefes içindir. Onlar, az konuşurlar. Öfkelerini tutarlar, şehvetlerini yenerler. Nefslerinin arzularını yapmazlar. Allahü teâlâyı unutturacak bütün engelleri ortadan kaldırarak, hep O'nunla berâber olmaya bakarlar. Böylece nefslerini alçaltıp, ruhlarını yükseltirler.
Nefse, Allahü teâlânın kazâ ve kaderine rızâ göstermek kadar zor gelen bir şey yoktur. Çünkü, kadere râzı olmak, Allahü teâlânın hükmüne boyun eğmek, nefsin isteklerine zıttır. Nefs bunları istemez. Saâdete kavuşmak, nefsin rızâsını terk edip, Allahü teâlânın rızâsına koşmakla mümkündür. Saâdete kavuşanlara müjdeler olsun.'
Allah adamlarıyla berâber olmayı sever, onların duâlarını almaya çalışırdı. Düşkünleri çok sever, her zaman onları himâye ederdi. Eli, ayağı olmayan veya cüzzam gibi ağır hasta olan kimseleri yanına alır, onları bizzat kendi elleriyle yıkar, temizler ve elbiselerindeki yırtıkları yamardı. Bunlardan haz duyduğunu bildirir, talebelerini de teşvîk ederdi. Acıkmış bir fakîri görse, gider kendi eliyle yiyecek hazırlar, berâberce yerlerdi. Buyururdu ki: 'Bütün evliyâlık yollarından geçirildim. Fakat fakirlik, başkaları gözünde hakîr olmak ve hastalık gibi Allahü teâlâya yakın ve daha uygun yol göremedim.'
Bir yere gidip de dönerken, yanında hazır bulundurduğu ipine, topladığı odunları bağlardı. Bunları getirir, şehirde bulunan dul, yetim, fakir, hasta olanlara dağıtırdı. Dünyâ malına hiç kıymet vermez, onları dîne hizmette kullanırdı. Kendisi için, dünyâlık nâmına hiçbir şey alıkoymazdı. Bütün malını fakir müslümanlara dağıtırdı.
Büyüklerden biri, Ahmed Rıfâî'ye duâ etmesi için bir hasta getirdi. Hasta birkaç gün kaldığı hâlde, Ahmed Rıfâî hiçbir şey söylemedi. Bunun üzerine hizmetçisi Yâkûb; 'Efendim! Bu hasta için duâ etmemenizin sebebi nedir? ' deyince; 'Ey Yâkûb! Cenâb-ı Hakk'ın izzetine yemîn olsun ki, Allah katında, benim kabûl olunacağı vâd olunan yüz hâcetim vardır. Şimdiye kadar hiçbirini dilemedim.' cevabını verdi. Yâkûb; 'Bir tânesi bu biçâreye sarf edilse nasıl olur? ' deyince, Ahmed Rıfâî hazretleri; 'Sen benim edebe aykırı hareket eden bir kimse olmamı mı istiyorsun? ' buyurup; 'Dikkat ediniz, halk ve emir O'na mahsûstur. Âlemlerin Rabbi Allah çok yücedir.' (A'raf sûresi:54) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okudu, sonra; 'Ey Yâkûb, aslında fakîr olan bir kişi, bir hâcet istirhâm edip, kabûle mazhâr olduğu zaman, eski vekar ve şerefinden de bir kademe kaybeder.' buyurdu. Hizmetçisi; 'Efendim, namazlardan sonra her zaman duâ ettiğinizi görüyorum.' deyince de, Ahmed Rıfâî; 'O başka, bu başkadır. Namazlardan sonra yapılan, ilâhî emre uymak için yapılan kulluk duâsıdır. Bu ise hâcet duâsıdır ve husûsî şartları vardır.' buyurdu. Bu konuşmadan iki gün sonra o hasta şifâ buldu.
Ahmed Rıfâî'nin talebelerinden ikisi birbirlerini çok severlerdi. Aralarındaki bu yakınlık ve duydukları mânevî hazdan kendilerinden geçerlerdi. Bir gün böyle bir anda, bir tânesi ellerini kaldırıp; 'Yâ Rabbî! Cehennem'den azâd olduğuma dâir bu âciz kuluna bir belge gönder.' deyiverdi. Öbürü; 'Hak teâlânın keremi çoktur, fadl ve ihsânı hududsuzdur.' dedi. Böyle konuşurlarken, âniden gökyüzünden beyaz bir kâğıt indi. Kâğıdı aldılar. İçinde bir yazı göremediler. Seyyid Ahmed'in önüne geldiler. Hâllerini anlatmayıp, o kâğıdı ona verdiler. Kâğıda bakınca, Allahü teâlâya secde etti. Secdeden başını kaldırınca; 'Allahü teâlâya hamd olsun ki, eshâbımın Cehennem'den azâd olduğunu, âhiretten önce, dünyâda bana gösterdi.' buyurdu. 'Efendim, bu kâğıt beyazdır.' dediklerinde; 'Kudret eli siyâh ile yazmaz. Bu, nûr ile yazılmıştır.' buyurdu.
Bir gün Seyyid Ahmed Rıfâî'nin huzûruna bir kimse gelip; 'Efendim! Abdest almak için kuyudan su çıkarıyordum. Bir arslan gelip öküzüme saldırdı, parçaladı ve yedi. Şimdi ne yapayım? ' dedi. Ahmed Rıfâî; 'O arslanı bana çağırınız. Korkmayınız, ondan size zarar gelmez.' buyurdu. Bir talebesi; 'Peki efendim.' diyerek arslanı arayıp buldu. Seyyid Ahmed Rıfâî hazretlerinin çağırdığını söyledi. Arslan geldi. Ahmed Rıfâî'nin huzûrunda yüzünü yere koydu. Ahmed Rıfâî arslana; 'Ey Arslan! Bu fakirin hizmetini gören öküzü niçin yedin? ' buyurdu. Arslan, Allahü teâlânın izniyle dile gelip; 'Ey efendim! Ceddin Muhammed aleyhisselâmın hâtırı için bana gadap edip, bedduâ etmeyiniz. Zîrâ bir haftadır bir şey yemedim, çok açtım. Çâresiz kaldım, affedeceğinizi ümid ederim.' dedi. Ahmed Rıfâî, arslanın özrünü kabûl etti ve; 'Suçunu bir şartla affediyorum. O da, yediğin öküzün yerine bu fakire hizmet edeceksin.' buyurdular. Arslan kabûl edip, o kimsenin hizmetinde bulundu.
Ahmed Rıfâî hazretleri, hayâtını hep dîne hizmet ile geçirirdi. Bid'at sahiplerine öğüt verir gittikleri yolun bozukluğunu bildirir, kurtuluşlarına vesîle olurdu. Ahmed Rıfâî hazretleri vefâtına yakın ishale yakalanmıştı. Hastalık bir ay kadar devâm etti. Hizmetçisi; 'Efendim! Hiçbir şey yemediğiniz halde, bu gelenler neredendir? ' diye sordu. O da; 'Bu gelen ettir. Dışarı çıkıyor. Artık eridi kalmadı. Yalnız kemiklerimin içindeki ilik kaldı. O da bugün çıkar biter. Yarın da Allahü teâlâya gitme günüdür.' buyurdu. İyice ağırlaştığı zaman hizmetçisi; 'Efendim! Kavuşmak vakti yaklaştı herhalde.' deyince; 'Evet öyle görünüyor. Hastalığımın şu son zamânında bâzı hâdiseler cereyân etti. İnsanlar üzerine büyük bir belâ gelmekteydi. Bu belâlara karşı kendi vücûdumu fedâ edip, bu belânın giderilmesi için, Allahü teâlâya yalvardım. Allahü teâlâ kabul buyurdu.' dedi. Daha sonra mübarek yüzünü toprağa sürmeye başladı. Yüzü gözü toz toprağa bulanmış bir halde ağlayarak; 'Yâ Rabbî! Affet! ' Yâ Rabbî! İnsanların üzerine gelecek olan dert ve belâlar için beni siper yap da, belâlar benim üzerime yağsın.' diye yalvardıktan sonra kelime-i şehâdet getirip; 'Dünyâda âhiret için çalışıp yorulan pişman olmaz, râhata kavuşur. Her hayr işleyenin ameli kendisine sunulacaktır. Her şer, kötü iş yapanın da ameli kıyâmet gününde önüne çıkacaktır.' buyurdu. 1182 senesi Ağustos ayının 23'ünde Perşembe günü (H.578 Cemâziyelevvel ayının 22. Perşembe günü) ikindi vaktinde, altmış altı yaşında Mısır'da vefât etti.
Diyalektik materyalizmin canlıların diyalektiği iddiası evrim teorisinin bilimsel bulgular tarafından reddedilişi ile kesin olarak yıkılmıştır. Bilimsel bulgular hücreyi oluşturan proteinlerin bile son derece kompleks bir yapıya sahip olduğunu ve kesinlikle tesadüfen gelişen olaylar neticesinde kendi kendine oluşamayacağını göstermNitekim evrimciler de, elde edilen bulguların evrim teorisini yalanladığını ancak evrim teorisine diyalektik materyalizme olan bağlılıkları nedeniyle körü körüne inanmaya devam ettiklerini itiraf ederler. Bunlardan biri de evrimci bilim adamı Robert Shapiro'dur. Shapiro, evrim teorisinin iddiası olan, cansız maddelerin kendi kendilerini organize ederek DNA veya RNA'yı oluşturdukları iddiasının hiçbir zaman ispatlanamadığını açıklar ve şöyle der:
Bizi basit kimyasalların var olduğu bir karışımdan, ilk etkin replikatöre (DNA veya RNA'ya) taşıyacak bir evrimsel ilkeye ihtiyaç vardır. Bu ilke 'kimyasal evrim' ya da 'maddenin kendini örgütlemesi' olarak adlandırılır, ama hiçbir zaman detaylı bir biçimde tarif edilmemiş ya da varlığı gösterilememiştir. Böyle bir prensibin varlığına, diyalektik materyalizme olan bağlılık uğruna inanılır.1
Diyalektik materyalizm, maddenin ve zamanın ezeli ve ebedi olduğunu, yani bir başlangıcı olmadığını iddia eder. Ancak, 20. yüzyılda ortaya atılan ve daha sonraki bilimsel deliller ile ispatlanan Big Bang, maddenin ve zamanın bir başlangıcı olduğunu delilleri ile göstermiştir. Yani madde ve zaman, bir hiçlikten bir anda meydana gelmiştir. Bu, diyalektik materyalizmi yıkarken yaratılışı doğrulayan bir diğer gerçektir.
Sonuç olarak Evrensel gazetesinin ekinde yer alan bu yazıda son bulguların diyalektik materyalizmin ve marksizmin bir zaferi olduğu iddiasının, Marksistlerin hiçbir zaman gerçekleşmeyecek hayalleri olmasından öteye bir değeri yoktur. Aksine, bilimsel gelişmeler, tüm canlıları Allah'ın ortak bir yaratılışla var ettiğini göstermektedir.
Yaratılış her insanın kolaylıkla görebileceği çok açık bir gerçektir. Ancak, diyalektik materyalizme inanmaya şartlananlar, en açık Yaratılış delillerini dahi göremeyecek kadar körleşebilmektedirler.
Mısır evliyâsından. İsmi Ahmed olup babasının adı Ali'dir. Nesebi Peygamber efendimize ulaşır. Künyesi Ebü'l-Fityan ve Ebü'l-Abbas, lakabı ise Şihabüddîn'dir. Seyyid-i Bedevî diye tanınır. Annesinin ismi Fatma binti Muhammed'dir. 1200 (H.596) 'de Fas'ta doğdu. Ahmed Bedevî hazretleri altı yaşlarında iken babasına rüyâsında; 'Yâ Ali! Bu beldeleri bırak. Mekke'ye taşın, orada yaşa. Bunda birçok hikmetler vardır.' dendi. Bu mânevî işâret üzerine âilesi ile birlikte 1206 senesinde Fas'tan yola çıktı. Dört sene süren uzun yolculuk sırasında yolda herkesten, yardım, hürmet ve ikrâm gördüler. Mekke'ye yerleştikten bir müddet sonra babası vefat etti ve Bab-ı Mualla'ya defnedildi
Ahmed-i Bedevî hazretleri küçük yaşta ilim tahsîline başladı. Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. Önceleri, çok cesûr, atılgan bir mîzâca sahipti. Çok iyi ata binerdi. Kendisine ezâ eden olursa onlara karşılık verirdi. Bunun için Attâb diye tanındı.
Ahmed-i Bedevî hazretlerini sevenlerden Şeyh Rekîn isminde bir zât vardı. Seyyid Bedevî bir gün bu zâtı yanına çağırıp kendisine; 'Ey Rekîn! Bana ileride büyük bir kıtlık olacağı ilhâm olundu. Bunun için sen, bol mikdârda buğday alıp muhafaza et! Kıtlık zamânında insanlar senin biriktireceğin buğdaydan pekçok istifâde ederler. Buğday temin edebilmek için uzak memleketlere gitmek zahmetinden kurtulmuş olurlar. O zaman sen, elinde bulunan buğdayı insanlardan ihtiyâcı olanlara, Resûlullah'ın hürmeti için ikrâm ve ihsân olmak üzere çok ucuz fiyata sat! ' buyurdu. O da; 'Peki efendim.' diyerek hocasının elini öptü ve oradan ayrıldı. O sıralarda buğday gâyet ucuz ve her tarafta bol miktârda mevcuttu. Elinde bulunan bütün parasını buğdaya yatırdı. Daha da ileri giderek âile ve akrabâsından izin alıp ellerinde bulunan zînet eşyâları ile de buğday satın aldı. Biriktirdiği bol mikdârdaki buğdayı mahzenlerde muhafaza etti.
Bu sırada, o bölgenin vâlisi Tanta'ya gelmişti. Bir yere çadırını kurup yerleşti. Atları için yem istedi. Rekîn'den başkasında da buğday yoktu. Vâlinin adamlarının gelerek, kendisinden buğday isteyeceklerinden korkup, Ahmed-i Bedevî hazretlerinin yanına gitti ve durumu kendisine arzetti. O da, hiç üzülüp endişe etmemesini, kendisinden buğday istedikleri zaman kamh-ı zerî (buğday tâneleri, kırıntıları) bulunduğunu, başka bir şey bulunmadığını söylemesini tenbih etti.Nihayet vâlinin adamları gelip, kendisinden buğday istediler. O da anbarında, kamh-ı zerî'den başka birşey bulunmadığını bildirdi. Adamlar anbarın anahtarını alıp anbara girdiklerinde, hakîkaten, kamh-ı zerî denen kırıntılardan başka bir şey göremediler. Dönüp gittiler ve Rekîn'e de herhangi bir zarar yapmadılar. O da gidip bu durumu Ahmed-i Bedevî'ye arzedince; 'Sana bir zarar yapamadıkları için Allahü teâlâya şükret, yalnız O'na hamd-ü senâda bulun.' buyurdu.
Bir zaman sonra, buğday fiyatları son derece pahalandı ve yakın yerlerde bulunamaz oldu. İnsanlar, ihtiyaçları olan buğdayı bulabilmek için uzak memleketlere gitmek ve çok yüksek fiyat ödemek mecbûriyetinde kaldılar. Rekîn, Ahmed-i Bedevî'ye gelerek bu durumu arzetti. O da; 'Elindeki buğdayı insanlara sat! Fakat onlara karşı müsâmahalı davran, ucuza sat! Allahü teâlâ katında bunun sevâbı pek fazladır.' buyurdu. Rekîn mahzenlerini açtı. Çok ucuz fiyattan buğday satmaya başladı. Fiyatı çok düşük tutmasına rağmen çok fazla kâr etti. Yakınlarından aldığı zînet eşyâlarını fazlasıyla kendilerine iâde etti. Âilesine, gerdanlık, çeşitli ve güzel elbiseler ve zînet eşyâları aldı. Fakirlere, muhtaçlara pekçok ikrâmlarda bulundu. Herkes kendisine yaptıkları sebebiyle çok duâ etti. Bundan sonra hacca ve Resûlullah efendimizin kabr-i şerîfini ziyâret etmeye niyet etti. Bu niyetini Seyyid-i Bedevî hazretlerine arz edince, izin verdi. Hazret-i Rekîn, yol hazırlıklarına başladı. Hazırlıklarını tamamlayıp, yola çıkacağı zaman, Ahmed-i Bedevî'nin huzûruna vardı. Ahmed-i Bedevî; 'Allahü tealâya tevekkül ederek yola çık! ' buyurdu. Rekîn orada, Ahmed-i Bedevî'ye ait olan ve kullanılmayan bir aba gördü. Bereketlenmek için yanında bulundurmak niyetiyle bu abayı hocasından istedi. O da abayı verebileceğini fakat yolda kaybedip, bunun için de çok üzüleceğinden endişe ettiğini bildirdi. Fakat Rekîn, o anda bu inceliği anlayamayıp, abayı yanında bulundurmak arzusunda olduğunu söyledi ve nihâyet abayı alarak yola çıktı.
Hac vazîfesini îfâ edip geri dönerken, Akabe denilen yerde, abayı hatırladı. Eşyâları arasında aradı koyduğu yerde yoktu. Ararken abayı develerin ayaklarının altında, necâsete bulaşmış olarak gördü. Hemen alarak, güzelce yıkadı ve kuruması için bir yere serdi. Başka ihtiyaçları ile meşgûl olurken, abayı kaybetti. Ne kadar aradı ise, abadan hiçbir haber alamadı. Üzüntü içinde, Mısır'a Ahmed-i Bedevî hazretlerinin bulunduğu beldeye geldi. Kaybettiği abadan daha güzel ve daha pahalı bir aba satın alıp, bunu hocasının yanına götürdü. Bir de ne görsün. Yolda kaybettiği aba, hocasının odasında duruyordu. Hayretler içinde abaya bakarken, Seyyid Bedevî, kendisine; 'Ey Rekîn! Teaccüp etme! Sen onu yıkayıp serdikten sonra, ben, onun kaybolmasında endişe edip aldım ve buradaki yerine koydum.' buyurdu.
Ekseri büyük âlimlere olduğu gibi, bu büyük zâta da karşı çıkanlar, büyüklüğünü inkâr edenler oldu. Fakat, hepsi başlarına gelen çeşitli belâlar ve sıkıntılar sebebiyle cezâlarını gördü. Bunlardan çoğu hatâlarını anlayıp, tövbe ederek talebelerinden oldular. Meselâ, Vech-ül-kamer adında bir kimse vardı. Seyyid hazretlerinin herkes tarafından çok sevildiğini çekemezdi. Dil uzatırdı. Az bir zaman sonra suçlu bulunup îdâm edildi.
Şâfiî mezhebinin büyük âlimlerinden ve Seyyid Ahmed-i Bedevî'nin zamânında yaşamış olan İbn-üd-Dakîk, Abdülazîz Dîrînî'ye haber gönderip; 'İnsanlar, Seyyid Ahmed-i Bedevî ile çok meşgûl oluyorlar ve onu çok seviyorlar. Ona şu meseleleri sor! Eğer bilebilirse, tam bir velî olduğunu anlarız.' dedi. Abdülazîz Dîrînî de, Ahmed-i Bedevî'ye o suâlleri sordu. O da; 'Bu suâllerin cevâbı Kitâb-üş-Şecere'de vardır ve şöyle şöyledir.' buyurup, hepsinin cevâbını tek tek verdi. Kitaba baktıklarında söylediklerinin aynen olduğunu gördüler. Bundan sonraİbn-üd-Dakîk'in ve Abdülazîz Dîrînî'nin Seyyid hazretleri hakkında şüpheleri kalmadı. Muhabbetleri çok arttı. Kendilerine, Ahmed-i Bedevî hazretlerinden suâl edildiğinde, diğer âlimler gibi bunlar da; 'Seyyid Ahmed-i Bedevî, sâhili görülmeyen bir hakîkat ve irfan denizidir.' derlerdi.
Mısır'da Kâdı'l-kudat olan Takıyyüddîn isminde bir zât vardı. Ahmed-i Bedevî hazretlerinin büyük bir velî olduğunu biliyordu. Fakat, buna Seyyid hazretleri hakkında uygunsuz sözler söylemişlerdi. Bu da yakından ve iyice anlamak için Seyyid hazretlerinin yanına geldi. Sohbet esnâsında bir ara Seyyid hazretlerine; 'Sizin hakkınızda bana, uygun olmayan haberler geldi. Cemâate gelmediğiniz, hattâ namazı kılmadığınız oluyormuş. Bu, Resûlullah efendimizin sünnetine aykırıdır ve bu hâl, sâlihlerin hâli değildir.' dedi. Buna üzülen Ahmed-i Bedevî; 'Sus! Yoksa uçarsın.' deyip, Takıyyüddîn'e sert bir nazarla baktı. Nazarın şiddeti ile kendinden geçenTakıyyüddîn bir anda kendisini uçsuz bucaksız bir sahrâda buldu. Kendi kendisini çok ayıplayarak ve kendi kendine çok kızarak; 'Hey ahmak ve aptal kişi! Allahü teâlânın dostlarında, evliyâsında kusur ve kabahat aramak senin ne haddine! Bu ıssız sahrâda kimsenin bulunmadığı bu yerde senin hâlin ne olacak? ' diyordu. Ağlayarak, sızlayarak, Allahü teâlânın rahmet ve magfiretine sığınarak 'Lâ havle..' okuyordu.
Bu sırada çok uzaklardan bir kimse göründü. Gâyet heybetliydi. Takıyyüddîn, bu ıssız sahrâda bir insan ile karşılaşmanın sevinciyle ve kendisine yardımcı olur ümidiyle, o kimsenin yaklaşmasını heyecânla bekledi. Gelen kimse yaklaşınca, koşarak ellerine sarıldı ve ağlayarak kendisine yardımcı olmasını istedi. O heybetli kimse; 'Söyle bakalım. Derdin nedir? ' dedi.Seyyid Ahmed-i Bedevî ile arasında olan hâdiseyi anlatınca, gelen kimse çok hayret etti ve; 'Hakîkaten sen, tehlikeli bir iş yapmışsın ve çok tehlikeli bir hâle düşmüşsün. Sen buranın Mısır'a olan uzaklığı ne kadardır, bilir misin? ' dedi. Takıyyüddîn; 'Ben buraları hiç tanımıyorum. Mısır'dan ne kadar uzakta olduğunu da bilemiyorum.' deyince, gelen kimse; 'Mısır ile buranın arası altmış günlük mesâfedir.' dedi. Bunun üzerine Takıyyüddîn'in çâresizliği ve korkusu daha da arttı. Kendi kendine; 'Allahü teâlânın rızâsı için beni bu müşkül durumdan kurtaracak birisi yok mudur? ' diye söylendi. Buralarda ölüp gideceğini düşünerek; 'İnnâlillah...' okuyordu. Sonra yine o heybetli zâta yalvararak; 'Allahü teâlânın rahmeti ve bereketi senin üzerine olsun. Sen bana yardımcı olamaz mısın? ' dedi. O da; 'Hiç korkma! İnşâallah selâmete erersin.' dedi ve eliyle işâret ederek çok uzaklarda görülen bir kubbeyi gösterdi. 'O kubbeyi görebiliyor musun? ' dedi. Takıyyüddîn; 'Evet.' deyince, o kimse; 'İşte, senin kendisine uygunsuz sözler söylediğin Seyyid Ahmed-i Bedevî hazretleri, ikindi namazını cemâatla orada kılar. Sen şimdi, haline tövbe istigfâr ederek oraya git! İkindi namazı vaktine yetiş. Orada cemâatle namazını kıl! Namazdan sonra Seyyid hazretlerinin elini öp, özür dile! O, inşâallah seni affeder ve Allahü teâlânın izni ile seni memleketine ulaştırır.' dedi.
Takıyyüddîn, bu zâta teşekkür ederek ayrıldı ve süratle o kubbenin bulunduğu yere gitti. Oraya varınca çok güzel bir câmi olduğunu gördü. İkindi namazı vakti olmak üzere idi. Abdest aldı. İçeriye girip oturdu. Biraz sonra hiç tanımadığı garib kimseler câmide toplanmaya başladı. Nihayet Seyyid hazretleri de geldi. Oradaki cemâate imâm oldu. İkindi namazını kıldılar. Namazdan sonra, Seyyid hazretlerinin eline sarılıp, özür dilemeye hazırlanırken Ahmed-i Bedevî; 'Hızır aleyhisselâmın yardımı, yol göstermesi olmasaydı çok zor durumda kalmıştın değil mi? ' buyurdu.
Bu kerâmet karşısında eski hâline daha çok pişmân olan ve kendi kendine daha çok kızanTakıyyüddîn; 'Efendim! Ben hâlime tövbe ettim. Sizden çok özür diliyorum. Özrümü kabûl ediniz ve beni affediniz! ' dedi. Seyyid hazretleri özrünü kabûl etti, sırtını sıvazladı. 'Bir daha böyle düşünceleri kalbine getirme! Şimdi evine dön! Çocukların seni bekliyorlar.' buyurdu. Takıyyüddîn; 'Hay hay efendim! Bundan sonra hiçbir sözünüze ve hâlinize îtirâz etmeyeceğim. Allahü teâlânın evliyâsında kusur ve kabâhat aramayacağım.' dedi. Sonra bir anda kendisini Mısır'da evinin önünde buldu. Bu hâlin tesirinden uzun müddet kurtulamadı.
Talebesi Abdül'âl'ın, tövbe-i nasûhun ne olduğunu sorması üzerine şöyle buyurdu:
'Tövbenin hakikati, geçmiş günahlara pişman olmak, gelecekte olacağa istigfâr etmek, affını istemektir. İşlenen günâha tamamen pişman ve bîzâr olmak, bir daha o günahı işlememeye cânu gönülden azmetmek ve bu çeşit bir tövbe ile kalbi temizlemekten ibârettir.
Sâdık kimsenin kim olduğu sorulduğunda:
'Sâdık o kimsedir ki; Allahü teâlânın hükmünden râzı olduktan sonra Allahü teâlânın emirlerini yerine getirip Resûlullah efendimizin sünnet-i seniyyesine uyan, başkasından bir şey istemeyip verilirse şükreden, verilmezse sabreden kimsedir.' buyurdu.
Ahmed-i Bedevî 1276 (H.675) senesinde Mısır'ın Tanta şehrinde vefat etti. Kabr-i şerîfi üzerine yapılan türbede her sene düzenlenen toplantılarda Mevlid-i şerîf ve Kur'ân-ı kerîm okunması âdet oldu. Ahmed Bedevî hazretlerinin kerâmetleri vefâtından sonra da devam etti.
Ahmed-i Bedevî hazretlerinin medfûn bulunduğu Tanta şehri yakınında bulunan Garbiyye şehrinin vâlisi, Ahmed-i Bedevî'nin büyüklüğüne inanmazdı. Bu sebeple, her sene Seyyid hazretlerinin türbesinde düzenlenmekte olan mevlid toplantılarına Garbiyye ahâlisinden katılmak isteyenlere de mâni olur, gitmelerine müsâade etmezdi. Bu hâli haber alan Muhammed Şenavî hazretleri o şehre gidip vâli ile görüştü. Böyle yapmasının çok mahzurlu olduğunu, Seyyid hazretlerinin çok büyük evliyâ olduğunu anlatıp, kendisine çok nasîhat etti. Vâli, nasîhatleri kabûl etmedi. Eski haline de devâm etti. Bu hale çok üzülen Muhammed Şenâvî, bu durumu mânevî olarak, Seyyid Ahmed-i Bedevî'ye arzetti. O anda; 'Sabret! O, yakında cezâsını bulur.' diye bir ses duyuldu.
Az zaman sonra vâlinin yüzünde bir yara çıktı. O vâli, dudaklarını ve dilini de kaplayan bu yara sebebiyle, zelîl ve hakîr hâle düştü. Böylece, evliyâya düşman olmanın cezâsını dünyâda iken çekmeye başladı. Bir müddet sonra öldü.
Mısır'da Ebü'l-Gays bin Ketîle isminde âlim bir kimse vardı. Bir gün yolu, Ahmed-i Bedevî hazretlerinin medfûn bulunduğu beldeye düştü. Oradaki insanların, Seyyid hazretlerine çok büyük ihtimâm, hürmet gösterdiklerini görünce; 'Siz de fazla yapıyorsunuz. Ona lüzûmundan fazla ihtimâm gösteriyorsunuz! ' dedi. Orada bulunanlardan biri; 'Sen ne diyorsun. O çok büyük bir velîdir.' dedi. Ahmed-i Bedevî hazretlerinin büyüklüğünü anlayamamış olan adam, bu söze daha da içerledi. Fakat cevap vermedi. Bu kimse misafir olduğu için kendisine yemek getirdiler. Yemekte kızartılmış bir balık vardı. Ebü'l-Gays yemek yerken boğazına bir kılçık takıldı. Saatlerce uğraştılarsa da çıkartamadılar. Nice tanınmış doktorlar çağırdılar, onlar da çıkaramadılar. Artık yemekten, içmekten kesilmişti. Yataklara düştü. Her geçen gün ızdırâbı şiddetleniyor, hiçbir şey de yapamıyordu. Ölecek duruma gelmişti. Nihâyet aradan uzun bir süre geçtikten sonra, son çâre olarak Ahmed-iBedevî hazretlerinin kabrini ziyâret edip, rûhâniyetinden yardım istemeyi düşündü. Yakınları bunu Seyyid hazretlerinin kabrine götürdüler. Kabrin yanında oturup, kendisine dil uzattığı için pişmân olmuş bir kalp ile ve Seyyid hazretlerinin rûhuna hediye etmek niyetiyle Yâsîn-i şerif okurken, kendisine bir aksırma hâli geldi. Doktorların uğraşarak çıkaramadıkları kılçık, orada bir aksırma ile çıkıverdi. O kadar rahatladı ki, sevincinden ne diyeceğini bilemedi. 'Ya Seyyid Ahmed-i Bedevî! Sizin çok yüksek bir velî olduğunuzu şimdi anladım. Ben sizin hakkınızda çok uygunsuz düşünüyormuşum. Sizin büyüklüğünüzü inkâr etmenin ne kadar yanlış olduğunu ve böyle düşünmenin ne büyük haksızlık olduğunu şimdi çok güzel anladım. Eski düşüncelerimden dolayı Allahü teâlâya tövbe ediyorum.' dedi.
Seyyid Ahmed-i Bedevî hazretlerinin doğum ve vefâtının sene-i devriyelerinde ve başka zamanlarda, insanların bu zâta çok alâka muhabbet göstermelerinden rahatsız olan ve Seyyid hazretlerinin büyüklüğünü inkâr eden, kendini beğenmiş bir kimse vardı. Bu bozuk düşüncelerinde çok ileri gittiği bir gün idi. Yine Seyyid hazretlerine buğz eder hâlde iken, hafızasında ve kalbinde îmân ve mârifete âit ne varsa hepsinin bir anda silindiğini hissetti. Ne olduğunu anlayamamıştı. Ne yapacağını şaşırdı. Bu hâlinin, Seyyid hazretlerine olan îtirâzın bir cezâsı olabileceğini düşündü. Seyyid hazretlerinin kabrine gitti. Rûhâniyetinden imdâd istedi. Tövbe ettiğini, affedilmesini ricâ etti. Seyyid'in kabrinden bir ses; 'Bir daha inkâr ve îtirâza dönmemek şartıyla.' diyordu. Adam; 'Peki.' deyip kabûl etti. Bundan sonra, îmân ve mârifete ait bildiklerinin tekrar kendisine verilmiş olduğunu hissetti ve sözünü tuttu.
Ahmed-i Bedevî hazretlerinin, rûhu için okunan mevlid-i şerîf için toplanılmıştı. Mecliste o zamâna kadar görülmemiş bâzı velîler de vardı. Onlara devamlı bu toplantılara katılan bir zât; 'Siz nereden geliyorsunuz? ' diye sordu. Hindistan'dan geldiklerini söylediler. Arkasından; 'Bu kadar uzak yoldan tâ buralara kadar gelmenizin sebebi nedir? Ticâret falan mı yapıyorsunuz? ' dedi. Onlar; 'Hayır. Biz sâdeceAhmed-i Bedevî hazretlerini ziyâret etmek ve mevlidinde bulunmak için geldik.' dediler. 'Peki Hindistan buraya çok uzaktır. Bu kadar uzun yolu ne kadar zamanda aldınız? ' deyince de; 'Salı günü Hindistan'dan yola çıktık. Çarşamba gecesini Medîne-i münevverede Resûlullah efendimizin huzûrunda geçirdik. Perşembe gecesinde Bağdat'ta Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî'nin huzûrunda idik. Bu gece de (yâni cumâ gecesi) işte buradayız (Mısır'ın Tanta şehrinde Seyyid-iBedevî hazretlerinin huzûrundayız) .' cevâbını verdiler. Onlar anlattıkça soru soran zât hayret içinde kaldı. Bunun üzerine; 'Niçin şaşıyorsunuz? Allahü tealânın evliyâsı için bütün dünyâ bir adımlık yoldur.' dediler.
Bir seferinde HâceHalebî adında birisi, yanında kumaş cinsinden mallar olduğu hâlde, mevlidde hazır bulunmak üzere Ahmed-i Bedevî hazretlerinin türbelerine doğru yola çıktı. Seyahat esnâsında yedi atlı önüne geçip, mallarını almak istediler. HâceHalebî, o anda Seyyid Ahmed-i Bedevî hazretlerinin rûhâniyetinden yardım istedi. Sözü henüz bitmeden, beyaz atlı ve gözlerinden başka bir yeri görünmeyen heybetli ve cesûr biri gelerek haydutları kovaladı. Hâce Halebî gelen zâtı tanıdığını ve onun Ahmed-i Bedevî olduğunu söyledi.
Seyyid Ahmed-i Bedevî hazretlerinin türbesinin kubbesinde, Resûlullah efendimizin mübârek ayak izlerinin bulunduğu bir taş vardı. Bu kıymetli taş, kubbeye öyle sanatkârâne yerleştirilmişti ki, türbeye girenler, önce bu taşı görürler, sonra da Seyyid hazretlerini ziyâret ederlerdi. Bâzı kimseler, bu taşın alınarak müzeye konmasını ve burada bırakılmamasını söylediler. Zamânın idarecilerini de iknâ edip, taşı alıp müzeye nakletmek için teşebbüse geçtiler. Fakat ne kadar uğraştılarsa, taşı yerinden ayırmak mümkün olmadı. Bu hâlin, Seyyid hazretlerinin bir kerâmeti olduğunu, taşı yerinden kımıldatamayacaklarını anlayıp, bu işten vazgeçtiler.
Ahmed-i Bedevî hazretlerinin Salevât, Vesâyâ, El-İhbâr fî Halli Elfâz-ı Gâyet-ül-İhtisâr ve başka eserleri vardır.
Kuş gribi domuz gribi.... sonra hangi hastalığı uydurup müslümanlara musallat edecekler acaba daha öncede kuş gribi dediler tavukları yakarak imha ettiler domuzlarıda imha etsinler ozaman
Allah'ı inkar etme sapkınlığı olan ateizm, 19. yüzyılın sonundan itibaren yaygınlaşmıştır. Materyalizm ve Darwinizm'in yaygınlaşmasıyla kendilerine felsefi ve sözde bilimsel dayanak buldukları yanılgısına kapılan ateistlerin sayısı 20. yüzyılda artmıştır. Ateistler bu dönemde sapkın görüşlerinin propagandasını yapma imkanı bulmuşlardır. Ateizm, samimi olarak iman edenlerin yürüteceği fikri mücadele ile Allah'ın izniyle yok olmaya mahkumdur.