'...içimizdeki hislerin çoğunu,sözle tercüme ve ifade etmek isterken yaptığımız şey bunların hakiki mahiyetlerini bozmak,bunları üzerimizden silkip atarak kendi tarafımızdan bile anlaşılmaz bir şekle sokmaktır...Nitekim,benim için birtakım keşiflerin rastgele bir kadrosu veya zaruri bir ilham kaynağı olan Meseglise semtine borçlu olduğum hazların bir hesabını yapmağa kalkıştığım zaman hatırladım ki kalbimizin heyecanlarıyla bunları anlatmak için kullanmaya alıştığımız ifade vasıtaları arasındaki uzlaşmazlığı,ilk defa olarak,o sonbahar gezintilerimizin birinde,Montjouvain'in fundalıkları yanında,hayret verici bir vuzuh ile sezip anlamışımdır...
Bu,rüzgarla karışık bir sağanağa şetaretle karşı koyup da Montjouvain'in gölcüğünün kıyısında,Mösyö Vinteuil'in bahçıvanına birtakım bahçe aletleri deposu hizmetini gören kiremitle örtülü küçük kulübenin önüne vardığım anda vaki oldu...Güneş yeniden çıkmış ve biraz önce gür yağmur sularının yıkadığı altın yaldızları,gökyüzünde,ağaçların yaprakları arasında ve küçük kulübenin duvarlarıyla şimdi,tepesinde,bir tavuğun gezinmekte bulunduğu ıslak damı üstünde yeniden parıldıyordu...Esen rüzgar,duvarların bölmelerinde bitmiş olan yabani otları yana doğru çekiyor,dalgalandırıyordu...Damın tepesindeki tavuğun tüyleri de cansız ve hafif şeylere mahsus bir uysallıkla bu rüzgarın keyfine göre tersine çevriliyor,her biri ayrı ayrı,tel tel uzanıp dağılıyordu...Kiremitli dam,güneşin ışığında yeniden şeffaflaşmış gölün sularını pembe ebru nakışlarıyla işlemeğe başlamıştı...Ben,buna,şimdiye kadar hiç dikkat etmemiştim ve üzerindeki bu renkli halelerin,kulübe duvarına aksederek gökyüzünün tebessümlerine daha solgun bir tebessümle mukabelede bulunmak ister gibi oluşu birdenbire benim şevkimi o kadar taşırdı ki,kendimi tutamayıp kapalı şemsiyemi havada sallamaya ve avazım çıktığı kadar: 'Vay canına,vay canına,vay canına! ' diye bağırmağa başladım...Fakat,aynı zamanda hissediyordum ki,bu koyu ve kaba küfürleri savuracağım yerde,duymakta olduğum neşveyi tahlille ona lazım gelen vuzuhu vermek bu yüksek hayranlık anımda,kendi nefsime karşı ilk göreceğim vazifedir...
Tam bu sırada,yanımdan suratı asık bir köylü geçiyordu ve az kalsın elimde salladığım şemsiye ile kafasına çarpıp keyfimi büsbütün kaçıracaktım...Kendimi toparlayıp, 'Ne güzel hava değil mi? Yürümek için ne güzel hava! ' dedim...Köylü bana baştan savma,soğuk bir cevap verdi...O vakit şunu da öğrenmiş oldum ki,aynı çeşit heyecanların,evvelce tekerrür etmiş bir nizama göre,bütün insanlar arasında aynı zamanda husule gelmesinin imkanı yokur...Nitekim,bundan sonra,çok defa,okumaktan bıkıp da konuşmak istediğim bir anda,yanımdaki arkadaşımı konuşmaktan usanıp okumak arzusuyla kıvranır buldum...Gene bunun gibi annemle babamı şefkatle düşünür ve onları memnun edecek bir harekette bulunmak kararını verirken onlar,benim herhangi bir ihmalime agah olup tam konuşarak boyunlarına sarılacağım sırada sert bir tavırla kabahatimi yüzüme vururlar ve beni azarlardı...'
Ekonomik ve Mali İşler Komisyonu BAŞKAN Ömer Aras Vergi Çalışma Grubu Sedat Eratalar Bankacılık Çalışma Grubu Dilek Yardım Dış İşleri Komisyonu BAŞKAN Cem Duna Dış Ticaret Politikaları Çalışma Grubu Hasan Bengü Yabancı Sermaye Çalışma Grubu Till Becker ABD Çalışma Grubu Ümit Boyner Yurtdışı Tanıtım Komisyonu BAŞKAN Ümit Boyner Parlamento İşleri Komisyonu BAŞKAN Pekin Baran Siyasi Kriterler Çalışma Grubu Can Paker Kamu Yönetimi Çalışma Grubu Yılmaz Argüden Kamu Alımları Çalışma Grubu Şafak Alpay Etik Altyapı Çalışma Grubu Barbaros Çağa Sanayi, Hizmetler ve Tarım Komisyonu BAŞKAN Agah Uğur Finansman Modelleri Çalışma Grubu Agah Uğur Çevre Çalışma Grubu Musa G. Eroğl KOBİ Çalışma Grubu Mehmet Ali Babaoğlu Tarım ve Gıda Çalışma Grubu Aziz Köseoğlu Enerji Çalışma Grubu Arnold Hornfeld Şirket İşleri Komisyonu BAŞKAN Ali Kibar Rekabet Çalışma Grubu Kemal Erol Fikri Haklar Çalışma Grubu Meltem Kurtsan Perakende Sektörü ve Tüketici Hakları Çalışma Grubu Nurdan Tümbek Finansal Raporlama Çalışma Grubu Cansen Başaran-Symes Kurumsal Yönetim Çalışma Grubu Korkmaz İlkorur Şirketler Hukuku Çalışma Grubu Şefika Pekin İş ve Yatırım Ortamı Çalışma Grubu Cansen Başaran Symes Sosyal İşler Komisyonu BAŞKAN Arzuhan Yalçındağ İstihdam ve Sosyal Güvenlik Çalışma Grubu Gülden Türktan Eğitim Çalışma Grubu Nuri Çolakoğlu Sağlık Çalışma Grubu Ethem Sancak AB Sürecinde Kadın Çalışma Grubu Feryal Menemenli Bilgi Toplumu ve Yeni Teknolojiler Komisyonu BAŞKAN Ayça Dinçkök Bilgi Teknolojileri ve Telekomünikasyon Çalışma Grubu Lütfi Yenel Girişimcilik ve Yenilikçilik Çalışma Grubu Tuğrul Tekbulut Meslek Örgütleriyle İlişkiler Komisyonu BAŞKAN Bülent Akgerman
-Büyükannecim nasılsınız? Ben çok iyiyim...Siz nasılsınız? Mmm... Burda Alfred amcayla,Nadya teyzeyle çalışıyorum ben...On aydır ben burdayım...Havalar çok güzel...Istanbul'da zannederim kar yağıyormuş...Eee...Tabi Istanbul'da kar yağıyo,ama burda da kar başlicak zannederim bikaç ay sonra...
'Millet kimdi, vatan neresiydi, hudutlar nasıl çizilmişti, “milli menfaat” denilen aslında kimin menfaatiydi?
Misak-ı milli’deki milli kelimesi milletle ilgili, millete ait anlamındadır ama oradaki millet bu günkü ulus anlamında değildi. Misak da sözleşme anlamını içeriyor. Misak-ı Milli’den anlaşılan da millet sözleşmesi olabilir. Çoğulu milel olan milletin Osmanlı iktidar sisteminde ifade ettiği anlam bu günkünden farklı olarak, dine gönderme yapıyor ve “bir dine, bir inanca mensup olan topluluğu” ifade ediyordu. Osmanlı sisteminde bir topluluk eğer farklı dine mensupsa farklı bir millet sayılıyordu. Müslüman milleti, Hristiyan milleti, Yahudi milleti gibi...Osmanlı imparatorluğunun son dönemlerinde sadece bir dine mensip olanlar değil, değişik Hrıstiyan mezheplerine mensup topluluklar da millet sayılıyordu. Bu o kadar ileri götürüldü ki, bir mezhebin içindeki farklı etnik unsurlar da millet sayılıp o statüden yararlanır olmuşlardı. Bu aşamada bir parantez açarak, Osmanlı İmparatorluğunun varlığını koruyabilmek için ne tür çabalar içine girdiği ve millet kavramının nasıl bir gelişim seyri izlediğini hatırlatmak uygun düşüyor. Batı Avrupa’da ulusculuğun gelişmesi, zengin bir etnik- dinî, kültürel, sosyal çeşitliliğe sahip Osmanlı İmparatorluğunda yankılanmaması mümkün değildi. Doğu Avrupa ve Balkanlardaki uluslar birer birer impatarorluktan koparken, Osmanlı yönetici kliği bu süreci durdurmak, imparatorluğun bütünlüğünü korumak için genel iradeye dayalı, farklı dinî ve etnik unsurlara eşit haklar ve yasal statü tanıyan bir Osmanlı Milleti yaratmayı denedi. Bu günün moda deyimi ‘anayasal vatandaşlığa’ dayalı bir birlik amaçlanıyordu. Tanzimat dönemi sonrası, özellikle de Âlî ve Fuat Paşalar zamanında gündeme getirilen bu proje başarılı olamadı, imparatorluktan kopuşlar devam etti. Mithat Paşa’nın düşüşünden sonra, hiç değilse Müslüman unsurları bir arada tutmayı amaçlayan bir Tevhid’i İslam [islam birliği] projesi gündeme getirildi ama tarihsel koşullar bu tür bir projenin de gerçekleşmesi için uygun değildi. 1908 Jön Türk [ İttihatçı] darbesinden sonra, ırka dayalı, panturan bir milliyetçilikle Batı’dan kovulmayı ‘Türk ırkının’ yaşadığı doğuya doğru genişleyerek ödünleme hezeyanlarına kapılmışlardı. Aslında İttihatçıların, özellikle de onların etkin kanadının [Enver, Talat, Cemal paşalar] emperyalist savaşa katılma isteği biraz da bununla ilgiliydi. Bu ‘Türk ırkının’ yaşadığı bölgeleri kapsayan bir Türk imparatorluğu kurma projesiydi. Sözünü ettiğimiz bu üç arayış başarısız oldu ve emperyalist savaşın sonunda imparatorluk çöktü...
Kavram kargaşası ve arayışlar milli mücadele ve sonrasında da devam etti. Milli Mücadele dönemi olan 1919-1922 aralığında Millet ve Türk Milleti kavramı hâlâ dinî bir içeriğe sahipti, etnik bir nitelik taşımıyordu. Gerek bizzat Mustafa Kemal tarafından, gerekse Büyük Millet Meclisi üyeleri tarafından kullanılan dil tartışmasız dinî içeriğe sahipti. Nitekim Milli Mücadele boyunca söz konusu mücadelenin öznesi sayılan millet sözcüğünden anlaşılan, Anadolu ve Rumeli’nin Müslüman ahalisinden başkası değildi. Misak-ı Milli Beyannamesinde “ Osmanlı İslam ekseriyetiyle meskun bulunan aksam” denilen de odur. Dikkat edilirse beyannamenin hiçbir yerinde Türk’ten Türklük’ten ve Türk Milletinden söz edilmiyor. Bu durum dönemin başka metinlerinde de öyledir. Mesela Anadolu ve Rumeli Müdafaayı Hukuk Cemiyeti nizamnamesinde “bilcümle anasır-ı islamiye“ ibaresi yer alıyor ve Türk ve Türklüğe gönderme yapılmıyor. Nizamnamede “ bilumum islam vatandaşlar cemiyetin aza- ı tabiiyesindedir” deniyor. Dönemin tüm metinlerinde ve konuşmalarda Araplar hariç tutularak islam milletinden söz ediliyor. Eğer etnik/kültürel kimlik değil de, dine gönderme yapan bir millet söz konusuysa, müslüman Arapların neden bunun dışında tutulduğu sorusu ister istemez akla gelir. Aslında bunun Batılı söyleme uyumun bir gereği olduğu söylenebilir ki, bu da Milli Mücadelenin tarihsel anlamına dair esaslı sorunları tartışmayı gerektirecektir. Bilindiği gibi, Batılılar Osmanlı yönetimi altındaki Anadolu ve Rumeli’ye çoktan beri Türkiye adını vermişlerdi ve doğal olarak o bölgede yaşayan halka da etnik fark gözetmeksizin Türk diyorlardı. Mustafa Kemal de 1 mayıs 1920’de BMM deki konuşmasında: “[Büyük Millet Meclisi’ni] teşkil eden zevat yalnız Türk değildir, yalnız Çerkez değildir, yalnız Laz değildir. Fakat hepsinden mürekkep anasır-ı islamiyedir, samimi bir mecmuadır“ (2) diyordu. Bir başka vesileyle de Mustafa Kemal benzer şeyler söylüyor, Anasır-ı islamiyeden ne anlaşılması gerektiğine açıklık getirmek istiyordu: “ Bu hudud- u milli dahilinde tasavvur edilmesin ki, anasır-ı islamiyeden yalnız bir cins millet vardır. Çerkes vardır ve anasır-ı saire-i islamiye vardır. İşte bu hudut, memzuç bir halde yaşayan bütün maksatlarını, bütün manasıyla tevhit etmiş olan kardeş milletlerin hudud-u millisidir. (Hepsi islamdır, kardeştir sesleri) . (3) Karesi mebusu Abdülaziz Efendi de Osmanlı Meclis-i Mebusanı’ndaki bir konuşmasında [19 Şubat 1920] şunları söylüyor: “ [Türkten] maksat Türk, Kürt, Çerkes, Laz gibi anasır-ı muhtelife-i islamiyedir. Bu böylemidir? (Hay hay, öyledir sadaları, alkışlar]. Eğer Türk kelimesinin manası bu değilse, rica ederim, burada nutuk iradedildikçe Türk tabiri yerine anasır-ı islamiye densin.”
Lozan Konferansı gereği yapılan nüfus mübadelesi de yukardaki yaklaşımın devam ettiğini gösteriyor. Nüfus mübadelesindeki kriter etnik-kültürel değil dinîdir. Bu konuda Sevan Nişanyan şunları yazıyor: “ Türkçe konuşan, Grek hafleriyle yazan ve kiliselerinde Türkçe dua eden Karamanlılar ve Pontus Ortodoksları, ısrarlı protestolarına ragmen “Rum” sayılarak sınır dışı edilmişler, buna karşılık ırk ve anadil unsuru göz önüne alınmaksızın Girit ve Rumeli’nin müslüman halkı “Türk” sayılarak muhacerete kabul edilmişlerdir. Cumhuriyet döneminde anadili Rumca olan müslüman Of’lular, cumhurbaşkanlığı [Cevdet Sunay], bakanlık [Adnan Kahveci], cunta üyeliği [Alb. Ahmet Kahraman] ve diyanet ileri başkanlığı [Dr. Mustafa Yazıcıoğlu] makamlara yükseleceklerdir. Buna karşılık anadili Türkçe olan hıristiyanların aynı mevkilere gelebileceklerini düşünmek, muhayyile sınırlarını zorlar“ -. (4-5) İlerleyen dönemde, özellikle ırk esasına dayalı millet anlayışının [ırkçı milliyetçiliğin] abartıldığı 1930’lu yıllar ve sonrasında retorik değişse de bu anlayışın varlığını koruduğu görülüyor.
Misak- ı Milli Beyannamesi’nde ülkenin sınırları konusunda ateşkes anlaşması [Mondros Mütarekesi] sırasındaki durumun kabulü, sınırlar ve vatan kavramıyla ilgili soruları akla getiriyor. Aslında bu tür bir yaklaşım teslimiyetin ifadesidir. Eğer ateşkes anındaki durum farklı olsaydı, mesela Ankara işgal edilmiş olsaydı o zaman vatan topraklarınını sınırı da farklı olurdu. Bunun tersi de pekala mümkündü. Düşman orduları 30 Ekim 1918’deki hattın gerisinde durdurulmuş olsaydı, ülke sınırları, dolayısıyla Misak-ı Milli’ye dahil edilecek topraklar daha geniş olurdu. Eğer bir ülkenin toprakları işgal edilmişse bu haksız bir durumdur ve düzeltimesi gerekir. Kuvayı Milliyeciler öyle bir talepte bulunmayı asla akıllarından geçirmiyorlar. O kadar ki, emperyalist işgalcilerin Mondros Mütarekesine rağmen işgale devam etmesini bile sorun etmiyorlar... Misak-ı Milli Beyannamesinin altı maddesinin de ihlâl edildiğine bakılırsa, Kuvayı Milliyeciler her koşulda emperyalist itilaf devletleriyle uzlaşmaya, onların tüm isteklerini kabule hazırdılar ama bir şartla: Kutsal devletleri korunacaktı. Onlar için hududun şuradan veya buradan geçmesi önemli değildi. Zaten millet’ten anladıkları da devletti. Devleti kurtarmak milleti ve vatanı kurtarmakla özdeşti. Osmanlı yönetici bürokrasisinin ve katledilen ve/veya sürgün edilen Ermenilerin ve Rumların mallarına el koymuş Müslüman-Türk tüccar sınıfının çıkarı milli çıkar sayılmıştı.'
“Hicretten bin dört yüz sene sonraki akidlerden iki veya üç akid say [Hicrî 1420-1430 târihleri arası]. O vakit Mehdî-yi Emîn çıkar ve bütün dünyâ ile harb eder. Dalâlete düşenler [Hıristiyanlar] ve Allah’ın gadabına uğramış olanlar [Yahûdîler] ve [İslâm ülkelerinin başındaki] münâfıklar İsrâ ve Mi’râc beldesi olan Kudüs’teki ‘Meciddûn Dağları’nda onun için toplanırlar. Bütün dünyânın ve bütün hîlelerin melîkesi de Mehdî’ye karşı çıkar ki, onun ismi zâniyedir [Amerika]. Bu melîke [Amerika] o gün bütün dünyâyı dalâlet ve küfre sevk eder. Yahûdîler de o gün dünyâca en yüksek makamdadırlar. Bütün Kudüs’e, mukaddes beldeye hâkimdirler. Bütün dünyâ denizden ve havadan Mehdî’nin üzerine hücûm eder. Ancak çok soğuk ve çok sıcak beldeler müstesnâ [Afganistan işgáline karışmayan İskandinav ve Afrika ülkeleri]. Mehdî bakar ki, bütün dünyâ çirkin hîle ve planlarla aleyhinde ittifâk ettiklerini görür. Fakat, bilir ki, Allah daha şiddetli mekr sâhibidir ki, onların bütün hîlelerini akím bırakır. Ve bütün kâinât O’nun mülküdür ve O’na dönecektir ve merci yalnız O’dur. Ve bütün dünyâ aslı ve fer’iyle O’nun bir hilkat şeceresidir. İşte bu kudrete mâlik olan Cenâb-ı Hak, Mehdî’ye nusret için en şiddetli bir darbe ile onları vurur ve karayı, denizi ve semâyı onlar üzerine yandırır. Ve semâ da onların üstüne şiddetli yağmurunu yağdırır. O gün bütün ehl-i arz küffâra la’net eder. Allah da bütün küfrün zevâlini irâde eder.”
bir programında adamın biri şiir okumaktadır:
-bla bla...
yaktım sigaramı bla...
esra ceyhan (araya girerek) :
-sigara içmeyelim!
'...içimizdeki hislerin çoğunu,sözle tercüme ve ifade etmek isterken yaptığımız şey bunların hakiki mahiyetlerini bozmak,bunları üzerimizden silkip atarak kendi tarafımızdan bile anlaşılmaz bir şekle sokmaktır...Nitekim,benim için birtakım keşiflerin rastgele bir kadrosu veya zaruri bir ilham kaynağı olan Meseglise semtine borçlu olduğum hazların bir hesabını yapmağa kalkıştığım zaman hatırladım ki kalbimizin heyecanlarıyla bunları anlatmak için kullanmaya alıştığımız ifade vasıtaları arasındaki uzlaşmazlığı,ilk defa olarak,o sonbahar gezintilerimizin birinde,Montjouvain'in fundalıkları yanında,hayret verici bir vuzuh ile sezip anlamışımdır...
Bu,rüzgarla karışık bir sağanağa şetaretle karşı koyup da Montjouvain'in gölcüğünün kıyısında,Mösyö Vinteuil'in bahçıvanına birtakım bahçe aletleri deposu hizmetini gören kiremitle örtülü küçük kulübenin önüne vardığım anda vaki oldu...Güneş yeniden çıkmış ve biraz önce gür yağmur sularının yıkadığı altın yaldızları,gökyüzünde,ağaçların yaprakları arasında ve küçük kulübenin duvarlarıyla şimdi,tepesinde,bir tavuğun gezinmekte bulunduğu ıslak damı üstünde yeniden parıldıyordu...Esen rüzgar,duvarların bölmelerinde bitmiş olan yabani otları yana doğru çekiyor,dalgalandırıyordu...Damın tepesindeki tavuğun tüyleri de cansız ve hafif şeylere mahsus bir uysallıkla bu rüzgarın keyfine göre tersine çevriliyor,her biri ayrı ayrı,tel tel uzanıp dağılıyordu...Kiremitli dam,güneşin ışığında yeniden şeffaflaşmış gölün sularını pembe ebru nakışlarıyla işlemeğe başlamıştı...Ben,buna,şimdiye kadar hiç dikkat etmemiştim ve üzerindeki bu renkli halelerin,kulübe duvarına aksederek gökyüzünün tebessümlerine daha solgun bir tebessümle mukabelede bulunmak ister gibi oluşu birdenbire benim şevkimi o kadar taşırdı ki,kendimi tutamayıp kapalı şemsiyemi havada sallamaya ve avazım çıktığı kadar: 'Vay canına,vay canına,vay canına! ' diye bağırmağa başladım...Fakat,aynı zamanda hissediyordum ki,bu koyu ve kaba küfürleri savuracağım yerde,duymakta olduğum neşveyi tahlille ona lazım gelen vuzuhu vermek bu yüksek hayranlık anımda,kendi nefsime karşı ilk göreceğim vazifedir...
Tam bu sırada,yanımdan suratı asık bir köylü geçiyordu ve az kalsın elimde salladığım şemsiye ile kafasına çarpıp keyfimi büsbütün kaçıracaktım...Kendimi toparlayıp, 'Ne güzel hava değil mi? Yürümek için ne güzel hava! ' dedim...Köylü bana baştan savma,soğuk bir cevap verdi...O vakit şunu da öğrenmiş oldum ki,aynı çeşit heyecanların,evvelce tekerrür etmiş bir nizama göre,bütün insanlar arasında aynı zamanda husule gelmesinin imkanı yokur...Nitekim,bundan sonra,çok defa,okumaktan bıkıp da konuşmak istediğim bir anda,yanımdaki arkadaşımı konuşmaktan usanıp okumak arzusuyla kıvranır buldum...Gene bunun gibi annemle babamı şefkatle düşünür ve onları memnun edecek bir harekette bulunmak kararını verirken onlar,benim herhangi bir ihmalime agah olup tam konuşarak boyunlarına sarılacağım sırada sert bir tavırla kabahatimi yüzüme vururlar ve beni azarlardı...'
(devam edecek)
Georg Friedrich Haendel...
Rokoko...
-Ve istemeden duyduğum şu iç gıcıklamasından sonra geldiğime çok memnunum...
-O bir oyundu...Şimdi derhal gitmelisin!
-Oyun mu? Peki ben de katılamaz mıyım?
TÜSİAD KOMİSYONLARI VE ÇALIŞMA GRUPLARI
Ekonomik ve Mali İşler Komisyonu BAŞKAN Ömer Aras
Vergi Çalışma Grubu Sedat Eratalar
Bankacılık Çalışma Grubu Dilek Yardım
Dış İşleri Komisyonu BAŞKAN Cem Duna
Dış Ticaret Politikaları Çalışma Grubu Hasan Bengü
Yabancı Sermaye Çalışma Grubu Till Becker
ABD Çalışma Grubu Ümit Boyner
Yurtdışı Tanıtım Komisyonu BAŞKAN Ümit Boyner
Parlamento İşleri Komisyonu BAŞKAN Pekin Baran
Siyasi Kriterler Çalışma Grubu Can Paker
Kamu Yönetimi Çalışma Grubu Yılmaz Argüden
Kamu Alımları Çalışma Grubu Şafak Alpay
Etik Altyapı Çalışma Grubu Barbaros Çağa
Sanayi, Hizmetler ve Tarım Komisyonu BAŞKAN Agah Uğur
Finansman Modelleri Çalışma Grubu Agah Uğur
Çevre Çalışma Grubu Musa G. Eroğl
KOBİ Çalışma Grubu Mehmet Ali Babaoğlu
Tarım ve Gıda Çalışma Grubu Aziz Köseoğlu
Enerji Çalışma Grubu Arnold Hornfeld
Şirket İşleri Komisyonu BAŞKAN Ali Kibar
Rekabet Çalışma Grubu Kemal Erol
Fikri Haklar Çalışma Grubu Meltem Kurtsan
Perakende Sektörü ve Tüketici Hakları Çalışma Grubu Nurdan Tümbek
Finansal Raporlama Çalışma Grubu Cansen Başaran-Symes
Kurumsal Yönetim Çalışma Grubu Korkmaz İlkorur
Şirketler Hukuku Çalışma Grubu Şefika Pekin
İş ve Yatırım Ortamı Çalışma Grubu Cansen Başaran Symes
Sosyal İşler Komisyonu BAŞKAN Arzuhan Yalçındağ
İstihdam ve Sosyal Güvenlik Çalışma Grubu Gülden Türktan
Eğitim Çalışma Grubu Nuri Çolakoğlu
Sağlık Çalışma Grubu Ethem Sancak
AB Sürecinde Kadın Çalışma Grubu Feryal Menemenli
Bilgi Toplumu ve Yeni Teknolojiler Komisyonu BAŞKAN Ayça Dinçkök
Bilgi Teknolojileri ve Telekomünikasyon Çalışma Grubu Lütfi Yenel
Girişimcilik ve Yenilikçilik Çalışma Grubu Tuğrul Tekbulut
Meslek Örgütleriyle İlişkiler Komisyonu BAŞKAN Bülent Akgerman
-Büyükannecim nasılsınız? Ben çok iyiyim...Siz nasılsınız? Mmm... Burda Alfred amcayla,Nadya teyzeyle çalışıyorum ben...On aydır ben burdayım...Havalar çok güzel...Istanbul'da zannederim kar yağıyormuş...Eee...Tabi Istanbul'da kar yağıyo,ama burda da kar başlicak zannederim bikaç ay sonra...
'Millet kimdi, vatan neresiydi, hudutlar nasıl çizilmişti, “milli menfaat” denilen aslında kimin menfaatiydi?
Misak-ı milli’deki milli kelimesi milletle ilgili, millete ait anlamındadır ama oradaki millet bu günkü ulus anlamında değildi. Misak da sözleşme anlamını içeriyor. Misak-ı Milli’den anlaşılan da millet sözleşmesi olabilir. Çoğulu milel olan milletin Osmanlı iktidar sisteminde ifade ettiği anlam bu günkünden farklı olarak, dine gönderme yapıyor ve “bir dine, bir inanca mensup olan topluluğu” ifade ediyordu. Osmanlı sisteminde bir topluluk eğer farklı dine mensupsa farklı bir millet sayılıyordu. Müslüman milleti, Hristiyan milleti, Yahudi milleti gibi...Osmanlı imparatorluğunun son dönemlerinde sadece bir dine mensip olanlar değil, değişik Hrıstiyan mezheplerine mensup topluluklar da millet sayılıyordu. Bu o kadar ileri götürüldü ki, bir mezhebin içindeki farklı etnik unsurlar da millet sayılıp o statüden yararlanır olmuşlardı. Bu aşamada bir parantez açarak, Osmanlı İmparatorluğunun varlığını koruyabilmek için ne tür çabalar içine girdiği ve millet kavramının nasıl bir gelişim seyri izlediğini hatırlatmak uygun düşüyor. Batı Avrupa’da ulusculuğun gelişmesi, zengin bir etnik- dinî, kültürel, sosyal çeşitliliğe sahip Osmanlı İmparatorluğunda yankılanmaması mümkün değildi. Doğu Avrupa ve Balkanlardaki uluslar birer birer impatarorluktan koparken, Osmanlı yönetici kliği bu süreci durdurmak, imparatorluğun bütünlüğünü korumak için genel iradeye dayalı, farklı dinî ve etnik unsurlara eşit haklar ve yasal statü tanıyan bir Osmanlı Milleti yaratmayı denedi. Bu günün moda deyimi ‘anayasal vatandaşlığa’ dayalı bir birlik amaçlanıyordu. Tanzimat dönemi sonrası, özellikle de Âlî ve Fuat Paşalar zamanında gündeme getirilen bu proje başarılı olamadı, imparatorluktan kopuşlar devam etti. Mithat Paşa’nın düşüşünden sonra, hiç değilse Müslüman unsurları bir arada tutmayı amaçlayan bir Tevhid’i İslam [islam birliği] projesi gündeme getirildi ama tarihsel koşullar bu tür bir projenin de gerçekleşmesi için uygun değildi. 1908 Jön Türk [ İttihatçı] darbesinden sonra, ırka dayalı, panturan bir milliyetçilikle Batı’dan kovulmayı ‘Türk ırkının’ yaşadığı doğuya doğru genişleyerek ödünleme hezeyanlarına kapılmışlardı. Aslında İttihatçıların, özellikle de onların etkin kanadının [Enver, Talat, Cemal paşalar] emperyalist savaşa katılma isteği biraz da bununla ilgiliydi. Bu ‘Türk ırkının’ yaşadığı bölgeleri kapsayan bir Türk imparatorluğu kurma projesiydi. Sözünü ettiğimiz bu üç arayış başarısız oldu ve emperyalist savaşın sonunda imparatorluk çöktü...
Kavram kargaşası ve arayışlar milli mücadele ve sonrasında da devam etti. Milli Mücadele dönemi olan 1919-1922 aralığında Millet ve Türk Milleti kavramı hâlâ dinî bir içeriğe sahipti, etnik bir nitelik taşımıyordu. Gerek bizzat Mustafa Kemal tarafından, gerekse Büyük Millet Meclisi üyeleri tarafından kullanılan dil tartışmasız dinî içeriğe sahipti. Nitekim Milli Mücadele boyunca söz konusu mücadelenin öznesi sayılan millet sözcüğünden anlaşılan, Anadolu ve Rumeli’nin Müslüman ahalisinden başkası değildi. Misak-ı Milli Beyannamesinde “ Osmanlı İslam ekseriyetiyle meskun bulunan aksam” denilen de odur. Dikkat edilirse beyannamenin hiçbir yerinde Türk’ten Türklük’ten ve Türk Milletinden söz edilmiyor. Bu durum dönemin başka metinlerinde de öyledir. Mesela Anadolu ve Rumeli Müdafaayı Hukuk Cemiyeti nizamnamesinde “bilcümle anasır-ı islamiye“ ibaresi yer alıyor ve Türk ve Türklüğe gönderme yapılmıyor. Nizamnamede “ bilumum islam vatandaşlar cemiyetin aza- ı tabiiyesindedir” deniyor. Dönemin tüm metinlerinde ve konuşmalarda Araplar hariç tutularak islam milletinden söz ediliyor. Eğer etnik/kültürel kimlik değil de, dine gönderme yapan bir millet söz konusuysa, müslüman Arapların neden bunun dışında tutulduğu sorusu ister istemez akla gelir. Aslında bunun Batılı söyleme uyumun bir gereği olduğu söylenebilir ki, bu da Milli Mücadelenin tarihsel anlamına dair esaslı sorunları tartışmayı gerektirecektir. Bilindiği gibi, Batılılar Osmanlı yönetimi altındaki Anadolu ve Rumeli’ye çoktan beri Türkiye adını vermişlerdi ve doğal olarak o bölgede yaşayan halka da etnik fark gözetmeksizin Türk diyorlardı. Mustafa Kemal de 1 mayıs 1920’de BMM deki konuşmasında: “[Büyük Millet Meclisi’ni] teşkil eden zevat yalnız Türk değildir, yalnız Çerkez değildir, yalnız Laz değildir. Fakat hepsinden mürekkep anasır-ı islamiyedir, samimi bir mecmuadır“ (2) diyordu. Bir başka vesileyle de Mustafa Kemal benzer şeyler söylüyor, Anasır-ı islamiyeden ne anlaşılması gerektiğine açıklık getirmek istiyordu: “ Bu hudud- u milli dahilinde tasavvur edilmesin ki, anasır-ı islamiyeden yalnız bir cins millet vardır. Çerkes vardır ve anasır-ı saire-i islamiye vardır. İşte bu hudut, memzuç bir halde yaşayan bütün maksatlarını, bütün manasıyla tevhit etmiş olan kardeş milletlerin hudud-u millisidir. (Hepsi islamdır, kardeştir sesleri) . (3) Karesi mebusu Abdülaziz Efendi de Osmanlı Meclis-i Mebusanı’ndaki bir konuşmasında [19 Şubat 1920] şunları söylüyor: “ [Türkten] maksat Türk, Kürt, Çerkes, Laz gibi anasır-ı muhtelife-i islamiyedir. Bu böylemidir? (Hay hay, öyledir sadaları, alkışlar]. Eğer Türk kelimesinin manası bu değilse, rica ederim, burada nutuk iradedildikçe Türk tabiri yerine anasır-ı islamiye densin.”
Lozan Konferansı gereği yapılan nüfus mübadelesi de yukardaki yaklaşımın devam ettiğini gösteriyor. Nüfus mübadelesindeki kriter etnik-kültürel değil dinîdir. Bu konuda Sevan Nişanyan şunları yazıyor: “ Türkçe konuşan, Grek hafleriyle yazan ve kiliselerinde Türkçe dua eden Karamanlılar ve Pontus Ortodoksları, ısrarlı protestolarına ragmen “Rum” sayılarak sınır dışı edilmişler, buna karşılık ırk ve anadil unsuru göz önüne alınmaksızın Girit ve Rumeli’nin müslüman halkı “Türk” sayılarak muhacerete kabul edilmişlerdir. Cumhuriyet döneminde anadili Rumca olan müslüman Of’lular, cumhurbaşkanlığı [Cevdet Sunay], bakanlık [Adnan Kahveci], cunta üyeliği [Alb. Ahmet Kahraman] ve diyanet ileri başkanlığı [Dr. Mustafa Yazıcıoğlu] makamlara yükseleceklerdir. Buna karşılık anadili Türkçe olan hıristiyanların aynı mevkilere gelebileceklerini düşünmek, muhayyile sınırlarını zorlar“ -. (4-5) İlerleyen dönemde, özellikle ırk esasına dayalı millet anlayışının [ırkçı milliyetçiliğin] abartıldığı 1930’lu yıllar ve sonrasında retorik değişse de bu anlayışın varlığını koruduğu görülüyor.
Misak- ı Milli Beyannamesi’nde ülkenin sınırları konusunda ateşkes anlaşması [Mondros Mütarekesi] sırasındaki durumun kabulü, sınırlar ve vatan kavramıyla ilgili soruları akla getiriyor. Aslında bu tür bir yaklaşım teslimiyetin ifadesidir. Eğer ateşkes anındaki durum farklı olsaydı, mesela Ankara işgal edilmiş olsaydı o zaman vatan topraklarınını sınırı da farklı olurdu. Bunun tersi de pekala mümkündü. Düşman orduları 30 Ekim 1918’deki hattın gerisinde durdurulmuş olsaydı, ülke sınırları, dolayısıyla Misak-ı Milli’ye dahil edilecek topraklar daha geniş olurdu. Eğer bir ülkenin toprakları işgal edilmişse bu haksız bir durumdur ve düzeltimesi gerekir. Kuvayı Milliyeciler öyle bir talepte bulunmayı asla akıllarından geçirmiyorlar. O kadar ki, emperyalist işgalcilerin Mondros Mütarekesine rağmen işgale devam etmesini bile sorun etmiyorlar... Misak-ı Milli Beyannamesinin altı maddesinin de ihlâl edildiğine bakılırsa, Kuvayı Milliyeciler her koşulda emperyalist itilaf devletleriyle uzlaşmaya, onların tüm isteklerini kabule hazırdılar ama bir şartla: Kutsal devletleri korunacaktı. Onlar için hududun şuradan veya buradan geçmesi önemli değildi. Zaten millet’ten anladıkları da devletti. Devleti kurtarmak milleti ve vatanı kurtarmakla özdeşti. Osmanlı yönetici bürokrasisinin ve katledilen ve/veya sürgün edilen Ermenilerin ve Rumların mallarına el koymuş Müslüman-Türk tüccar sınıfının çıkarı milli çıkar sayılmıştı.'
(devam edecek)
“Hicretten bin dört yüz sene sonraki akidlerden iki veya üç akid say [Hicrî 1420-1430 târihleri arası]. O vakit Mehdî-yi Emîn çıkar ve bütün dünyâ ile harb eder. Dalâlete düşenler [Hıristiyanlar] ve Allah’ın gadabına uğramış olanlar [Yahûdîler] ve [İslâm ülkelerinin başındaki] münâfıklar İsrâ ve Mi’râc beldesi olan Kudüs’teki ‘Meciddûn Dağları’nda onun için toplanırlar. Bütün dünyânın ve bütün hîlelerin melîkesi de Mehdî’ye karşı çıkar ki, onun ismi zâniyedir [Amerika]. Bu melîke [Amerika] o gün bütün dünyâyı dalâlet ve küfre sevk eder. Yahûdîler de o gün dünyâca en yüksek makamdadırlar. Bütün Kudüs’e, mukaddes beldeye hâkimdirler. Bütün dünyâ denizden ve havadan Mehdî’nin üzerine hücûm eder. Ancak çok soğuk ve çok sıcak beldeler müstesnâ [Afganistan işgáline karışmayan İskandinav ve Afrika ülkeleri]. Mehdî bakar ki, bütün dünyâ çirkin hîle ve planlarla aleyhinde ittifâk ettiklerini görür. Fakat, bilir ki, Allah daha şiddetli mekr sâhibidir ki, onların bütün hîlelerini akím bırakır. Ve bütün kâinât O’nun mülküdür ve O’na dönecektir ve merci yalnız O’dur. Ve bütün dünyâ aslı ve fer’iyle O’nun bir hilkat şeceresidir. İşte bu kudrete mâlik olan Cenâb-ı Hak, Mehdî’ye nusret için en şiddetli bir darbe ile onları vurur ve karayı, denizi ve semâyı onlar üzerine yandırır. Ve semâ da onların üstüne şiddetli yağmurunu yağdırır. O gün bütün ehl-i arz küffâra la’net eder. Allah da bütün küfrün zevâlini irâde eder.”
(Naim bin Hammad, Kitâbü’l-Fiten, 291)
nazire...