İdris Özyol ve çıldırdığı zamanlarda yazdığı metinlerden.
Ben haketmedim bu aşkı. Siz bu aşkı haketmediniz. Bırakıp düşmanı savaş meydanında ve hatta bir avuç silah arkadaşınızı dahi bırakıp orada dev bir orduya karşı, dişi bir yüreğe kaçacaksınız ha? Düşman dağların ardında silahlarını yağlarken ve uçan kuşu hedef yaparken zulmüne, esrara, zülüfe, şiire, güle ve bülbüle sığınacaksınız öyle mi?
Öyle mi erkek kardeşlerim? Öyle mi kız kardeşlerim? Ne kadar güvendik oysa size. Ben kendime ne kadar güvendim. İstanbul'un ortaya yerinde dolaşırken ne zaman aklıma Malatya gelse, ayak parmaklarımın ucunda yükselip yükselip ufku seyrettim. Ve binlerce inançlı adam ve dahi kadın ve dahi deli beden, avuçlarını kalplerinin üzerinde biriktirip sökmeye hazırlandılar. Söküp atmaya hazırlandılar patlayacak bir sesin, bir çığlığın, bir kahkahanın gösterdiği yöne doğru. Atını çatlata çatlata koşturan bir adam bekledik.
Bir adam bekledik Kayseri'den, Sivas'tan, Diyarbakır'dan, Konya'dan, Bursa'dan. Fakat, ardına taktığı uyuz eşekle birlikte sürüklenen sünepe, miskin ve düşkün adamlar yenilgi haberleri getirdiler sadece. Ve arsız arsız bakıp yüzümüze; 'Çeçenistan ne olacak? ' diye sordular. Ulan, bin taneniz bir Çeçen etmiyorsunuz; neyi sormaktasın? Ulan, bak etrafına ve gördüğün şeylerden hangisini haketti o korkak kalbin; söyle? Sen kimsin be, sen kimsin? Bırak şu aşk işlerini de önce ismini hatırla! İsimsiz bir aşk, renksiz bir aşk, kokusuz bir aşk, ateşsiz bir aşk, sıvı bir aşk nasıl yarışabilir Ferhat ve Şirin, Kerem ve Aslı ile?
Yarışamıyorsunuz. Koşamıyorsunuz. Sizi gördüm atlarınızdan düşerken. Sizi gördüm kapaklanmış vaziyette düşmanın önünde. Sizi gördüm, tenhalara pusmuş, ürkek, iğreti. Hangi hakla, yiğit kızlarımızdan birini de tutarak kolundan, ruhundaki şarap mahzenine sürükleyeceksin sen? Senin 'aşk' dediğin, zayıf, titrek, hastalıklı, sancılı bir kaç kelime, bir kaç fotoğraftan başka nedir ki? Nasıl bir 'aşk'ı olabilir korkak bir askerin, korkak bir mücahidin, korkak bir devrimcinin? Dövüşürken kara aslanlar, kara alınlar, kara kaslar dev ordulara karşı, bine bir, tanka saban bir oranla zaferler yazarken göğüslerine, sen burda, geride, arka planda, kızlarımızla gözgöze geleceksin ha? Utanmadan, sıkılmadan uzanacaksın bir kalbe? Utanmadan sıkılmadan uzanacaksın bir sarı zülüfe, bir göz ucuna?
Bir korkağın aşkı nedir ki? Nedir ki aşkı bir hainin? Annesinin dizi dibinde titreyen bir süt çocuğunun yüreği ne kadar büyüyebilir? Ne kadar dövüşebilir tosuncuklar? Siz bu aşkı haketmediniz. Ve yok bundan sonra beyaz duvarlara kırmızı harflerle ilan-ı aşk yazıları döktürmek. Ne zaman ki zaferi, patlamış bir nar gibi çıkartıp koyar avuçlarımıza Malatya, ne zaman ki uzakları yakın eder Diyarbakır, ne zaman ki yarin nefesi kadar sıcak ve kanımızı kızıştıran müjdeler getirir Sivas, ne zaman ki Kayseri harbiden Kayseri olur; işte o zaman ben de pencerenizin altında durup aşk türküleri mırıldanacağım size bütün gecelerde. Ve siz kulağınızı kamaştıran türkülerimi havada yakalayıp, üfleyeceksiniz sevdiğinizi zülfüne. Bunu haketmiş olacaksınız. Hakettiğiniz gün gelin yanıma. Şimdilik küsüm sizinle. Konuşmuyorum. Ne kapıma, ne kapınıza!
lahmacundan nefret ederdi istanbullu. öyle yazılar çıkardı beyaz gazetelerde. arabesk aşağılanırdı. ön odada açıkça mozart, arka odada gizlice orhan gencebay dinlerdik. devrimcilerden nefret ederdi istanbul beyazları. ayyaşlardan da. köprüaltı diye bir yerimiz vardı. salaş. ucuz. tuvalet deliğinden bakınca deniz görünürdü.
aklımın erdiği günlerden itibaren özete devam. bizim hakim olduğumuz yerlerde ülkücü döverdik. ülkücülerin hakim olduğu yerlerde de bizi döverlerdi. 18 yaşında, yarın sabah devrim olacak diye inanmıştım. üniversitede her cumartesi günü dernek toplantısı olurdu. eksiksiz katılım. rejimi değiştireceğimize ve sosyalizmi kuracağımıza inanıyorduk. ben hayatımın sonraki dilimlerinde o kadar cesur ve o kadar inançlı olmadım. keşke o inancı yemeseydik./ İdris Özyol
Aklımın erdiği günden bugüne. İstanbul Beyazları 'Onuncu Yıl Marşı' söylemeye başladılar. Bakırköy'de Özgürlük Meydanı'nda subay eşlerinden dinlediğimde bu marşı, tüylerim diken diken oldu. Uğruna eza, cefa, işkence, baskı, hapis gördüğüm her şeye, ama her şeye düşman gördüm bu marşı. İstanbul beyazları başörtüsüne karşıydı, müslümanlara, tekkelere, kitaba... Lahmacuna, arabeske, taşra çocuklarına, beyaz çoraplı çocuklara, sevgilisiyle buluşmaya giderken ayakkabısını cami musluğunda yıkayan bizlere karşı bir düşmanlıktı bu./ İdris Özyol
şurada hayatı tarif edişin vardı gagasıydık kuşun birbirini tıklayan iki gaga şurada uzağa bakışın havayı aralayışın vardı sözlerine yer açmak için dinledim ağzından çıkan buğuyu / süt ister misin
sen konuşurken domates büyüttüm kırmızı baktım ellerin domatesi tanır gibiydi havaya yer açmak için seni dinleyişimi izledim bir süre çenem tarife uygun gemiler duruyordu ağzının içinde / süt ister misin
bir şeyler geziniyordu üç harfte A’da Ş’de ve K’de yaz üşümesi çimen bakışı bahçenin yeşil eldiveni harfleri sever gibiydin göğsüme yer açmak için masanın üstündeydi hep yüzün / süt ister misin
havayı tıkla: tarifler sınır hayata kelimeler mayın göğsümü nereye bıraktın masaya yer açmak için beni ağaçlar yönetiyor evet toprağın halleri evet düzelttim bir çiçeğe eğilişini / niye süt istemedin
dizide ki yusuf karakterinden bir replik 'sırf, başlayıp bitirebildiğim bir hikayem olsun diye... bıktım ardımda yarım kalmış hikayeler taşımaktan. çünkü bizzat ben yarım kalmış bir niyetim. anlamlarını bilmeden dinleyip sevdiğimiz şarkılar vardır ya, işte biz böyleyiz. sesin kıvrılıp, büküldüğü yerde ıslanıyor gözlerimiz... yazmanın eziyeti öğretecek bana; hayat, sahip olduklarımızın dışında kalanlarmış meğer...'
bir büyü vardı dizide bitipte yazılar akmaya başladığında gerçek dünyayaya dönmeyi zorlaştıran bir büyü aşkın her halini şiddetli,komik, platonik ve elle tutulup sonra da uçtuğu anları içimizin bir yerlerinde hissettirdi
Biliyorum şimdi köşeyi dönüp sabahı zor etmiş hâlde Yusuf’un karşıma çıkma ihtimali yok. Yada Ferhan’ın hikayelerinde soru sorma şansım da yok, biliyorum. Hadi hiç olmadı Havva Ana ile karşılıklı birer bira götürme umudum da suya düştü düşecek. Bir de en önemlisi: gelmiş geçmiş en büyük aşkın haylaz çocuğu Ömer’i de gören olmadı son zamanlarda; başına bir iş mi geldi, diye çıkıp arama imkanım yok, kabul ediyorum. Düşünüyorum, “Nedendir hayatın yatak altına kaldırdığı hayatlara bu kadar sarılıyorum” diye. Cevabı bulamayan biri olarak aslında çok da şaşırmıyorum bu duruma. İnat da etmiyorum. Çünkü biliyorum, bu insanlar bu şehrin bir yerlerinde nefes alıyorlar. Aşık oluyorlar, ağlıyorlar, gülüyorlar, kavga edip, iş arıyorlar… Biliyorum, Duru’nun güzelliği ona dokunmadığın zaman parlar. Geceye ay doğar, mahalleye Olcay. Ve sonra Ali vardır, kendini bulur siyasi tarih hayatı içinden. Düşünüyorum, “Ben de bu hayatların parçası olsam” diye. Biçilmiş rollerimiz ve aşklarımız ne kadar da farklıydı oysa. Örneğin mutlaka zengin olmalıydık. Güzel bir aile kurup güzel bir işte çalışmalıydık. Güzel kadınlar sevmeliydik, güzel hayatlar, güzel yerler. Sonra “boşver” diyorum, “Zaten sen hep tahta evleri sevdin cam binalar dururken…” Ama biliyorum: onlar bir yerlerde mahallenin romanını, Sazanların Tarihi’ni yazıyorlar…
ancak tükenmişsek artık,acı çekme yetimizin sonuna değin acı çekmişsek ve yaşamın bütününü kor gibi yakan tek bir yara olarak duyumsuyorsak, eğer çaresizlik soluyorsak ve umutsuzluğun ölümlerini, ölmüşsek işte o zaman okumalıyız Dostayevskiyi.. ancak tükenmişlikten ötürü yapayalnız kalmışsak ve yaşama felce uğramışcasına bakıyorsak ve ondan artık hiçbirşey almak istemiyorsak işte o zaman bu korkunç ve görkemli yazarın müziğine açız demektir... ancak o zaman onun korkutucu ve çoğu zaman da cehennemden farksız dünyasının olağanüstü anlamını yaşayabiliriz.....
İdris Özyol, Siz Bu Aşkı Haketmediniz!
İdris Özyol ve çıldırdığı zamanlarda yazdığı metinlerden.
Ben haketmedim bu aşkı. Siz bu aşkı haketmediniz. Bırakıp düşmanı savaş meydanında ve hatta bir avuç silah arkadaşınızı dahi bırakıp orada dev bir orduya karşı, dişi bir yüreğe kaçacaksınız ha? Düşman dağların ardında silahlarını yağlarken ve uçan kuşu hedef yaparken zulmüne, esrara, zülüfe, şiire, güle ve bülbüle sığınacaksınız öyle mi?
Öyle mi erkek kardeşlerim? Öyle mi kız kardeşlerim? Ne kadar güvendik oysa size. Ben kendime ne kadar güvendim. İstanbul'un ortaya yerinde dolaşırken ne zaman aklıma Malatya gelse, ayak parmaklarımın ucunda yükselip yükselip ufku seyrettim. Ve binlerce inançlı adam ve dahi kadın ve dahi deli beden, avuçlarını kalplerinin üzerinde biriktirip sökmeye hazırlandılar. Söküp atmaya hazırlandılar patlayacak bir sesin, bir çığlığın, bir kahkahanın gösterdiği yöne doğru. Atını çatlata çatlata koşturan bir adam bekledik.
Bir adam bekledik Kayseri'den, Sivas'tan, Diyarbakır'dan, Konya'dan, Bursa'dan. Fakat, ardına taktığı uyuz eşekle birlikte sürüklenen sünepe, miskin ve düşkün adamlar yenilgi haberleri getirdiler sadece. Ve arsız arsız bakıp yüzümüze; 'Çeçenistan ne olacak? ' diye sordular. Ulan, bin taneniz bir Çeçen etmiyorsunuz; neyi sormaktasın? Ulan, bak etrafına ve gördüğün şeylerden hangisini haketti o korkak kalbin; söyle? Sen kimsin be, sen kimsin? Bırak şu aşk işlerini de önce ismini hatırla! İsimsiz bir aşk, renksiz bir aşk, kokusuz bir aşk, ateşsiz bir aşk, sıvı bir aşk nasıl yarışabilir Ferhat ve Şirin, Kerem ve Aslı ile?
Yarışamıyorsunuz. Koşamıyorsunuz. Sizi gördüm atlarınızdan düşerken. Sizi gördüm kapaklanmış vaziyette düşmanın önünde. Sizi gördüm, tenhalara pusmuş, ürkek, iğreti. Hangi hakla, yiğit kızlarımızdan birini de tutarak kolundan, ruhundaki şarap mahzenine sürükleyeceksin sen? Senin 'aşk' dediğin, zayıf, titrek, hastalıklı, sancılı bir kaç kelime, bir kaç fotoğraftan başka nedir ki? Nasıl bir 'aşk'ı olabilir korkak bir askerin, korkak bir mücahidin, korkak bir devrimcinin? Dövüşürken kara aslanlar, kara alınlar, kara kaslar dev ordulara karşı, bine bir, tanka saban bir oranla zaferler yazarken göğüslerine, sen burda, geride, arka planda, kızlarımızla gözgöze geleceksin ha? Utanmadan, sıkılmadan uzanacaksın bir kalbe? Utanmadan sıkılmadan uzanacaksın bir sarı zülüfe, bir göz ucuna?
Bir korkağın aşkı nedir ki? Nedir ki aşkı bir hainin? Annesinin dizi dibinde titreyen bir süt çocuğunun yüreği ne kadar büyüyebilir? Ne kadar dövüşebilir tosuncuklar? Siz bu aşkı haketmediniz. Ve yok bundan sonra beyaz duvarlara kırmızı harflerle ilan-ı aşk yazıları döktürmek. Ne zaman ki zaferi, patlamış bir nar gibi çıkartıp koyar avuçlarımıza Malatya, ne zaman ki uzakları yakın eder Diyarbakır, ne zaman ki yarin nefesi kadar sıcak ve kanımızı kızıştıran müjdeler getirir Sivas, ne zaman ki Kayseri harbiden Kayseri olur; işte o zaman ben de pencerenizin altında durup aşk türküleri mırıldanacağım size bütün gecelerde. Ve siz kulağınızı kamaştıran türkülerimi havada yakalayıp, üfleyeceksiniz sevdiğinizi zülfüne. Bunu haketmiş olacaksınız. Hakettiğiniz gün gelin yanıma. Şimdilik küsüm sizinle. Konuşmuyorum. Ne kapıma, ne kapınıza!
lahmacundan nefret ederdi istanbullu. öyle yazılar çıkardı beyaz gazetelerde. arabesk aşağılanırdı. ön odada açıkça mozart, arka odada gizlice orhan gencebay dinlerdik. devrimcilerden nefret ederdi istanbul beyazları. ayyaşlardan da. köprüaltı diye bir yerimiz vardı. salaş. ucuz. tuvalet deliğinden bakınca deniz görünürdü.
aklımın erdiği günlerden itibaren özete devam. bizim hakim olduğumuz yerlerde ülkücü döverdik. ülkücülerin hakim olduğu yerlerde de bizi döverlerdi. 18 yaşında, yarın sabah devrim olacak diye inanmıştım. üniversitede her cumartesi günü dernek toplantısı olurdu. eksiksiz katılım. rejimi değiştireceğimize ve sosyalizmi kuracağımıza inanıyorduk. ben hayatımın sonraki dilimlerinde o kadar cesur ve o kadar inançlı olmadım. keşke o inancı yemeseydik./ İdris Özyol
Aklımın erdiği günden bugüne. İstanbul Beyazları 'Onuncu Yıl Marşı' söylemeye başladılar. Bakırköy'de Özgürlük Meydanı'nda subay eşlerinden dinlediğimde bu marşı, tüylerim diken diken oldu. Uğruna eza, cefa, işkence, baskı, hapis gördüğüm her şeye, ama her şeye düşman gördüm bu marşı. İstanbul beyazları başörtüsüne karşıydı, müslümanlara, tekkelere, kitaba... Lahmacuna, arabeske, taşra çocuklarına, beyaz çoraplı çocuklara, sevgilisiyle buluşmaya giderken ayakkabısını cami musluğunda yıkayan bizlere karşı bir düşmanlıktı bu./ İdris Özyol
kır kahvesi
şurada hayatı tarif edişin vardı gagasıydık kuşun
birbirini tıklayan iki gaga şurada uzağa bakışın
havayı aralayışın vardı sözlerine yer açmak için
dinledim ağzından çıkan buğuyu / süt ister misin
sen konuşurken domates büyüttüm kırmızı baktım
ellerin domatesi tanır gibiydi havaya yer açmak için
seni dinleyişimi izledim bir süre çenem tarife uygun
gemiler duruyordu ağzının içinde / süt ister misin
bir şeyler geziniyordu üç harfte A’da Ş’de ve K’de
yaz üşümesi çimen bakışı bahçenin yeşil eldiveni
harfleri sever gibiydin göğsüme yer açmak için
masanın üstündeydi hep yüzün / süt ister misin
havayı tıkla: tarifler sınır hayata kelimeler mayın
göğsümü nereye bıraktın masaya yer açmak için
beni ağaçlar yönetiyor evet toprağın halleri evet
düzelttim bir çiçeğe eğilişini / niye süt istemedin
günaydın kahve elveda aşk
İdris Özyol
hergün anımsıyorum yedi dağın çiçeğini..
ÇEŞM-İ GİRYANIM GÖRÜP
Ol ki her sa'at gülerdi çeşm-i giryânım görüp
Ağlar oldu hâlime bî-rahm cânânım görüp
Eyleyen ta'yin-i cezâ-yi müdâvâ derdime
Terk edip cem' etmedi hâl-i perîşânım görüp
Lâle-ruhlar göğsümün çâkine kılmazlar nazar
Hiç bir rahm eylemezler dâğ-i hicrânım görüp
Tut gözün ey dûd-i dil çerhin ki devrin terk edip
Kalmasın hayrette çeşm-i gevher efşânım görüp
Pertev-i hur-şîd sanmam yerde kim devr-i felek
Yere urmuş âf-tâbın mâh-i tâbânım görüp
Suda aks-i serv sanmam kim koparıp bağ-bân
Suya salmış servini serv-i hırâmânım görüp
Ey Fuzûlî bil ki ol gül-'ârızı görmiş değil
Kim ki ayb eyler benim çâk-i girîbânım görüp
Fuzuli
dizide ki yusuf karakterinden bir replik
'sırf, başlayıp bitirebildiğim bir hikayem olsun diye... bıktım ardımda yarım kalmış hikayeler taşımaktan. çünkü bizzat ben yarım kalmış bir niyetim. anlamlarını bilmeden dinleyip sevdiğimiz şarkılar vardır ya, işte biz böyleyiz. sesin kıvrılıp, büküldüğü yerde ıslanıyor gözlerimiz... yazmanın eziyeti öğretecek bana; hayat, sahip olduklarımızın dışında kalanlarmış meğer...'
Yusuf:
-Ne mi yapacağım...
-Bütün gücümle aşık olacağım...
bir büyü vardı dizide bitipte yazılar akmaya başladığında gerçek dünyayaya dönmeyi zorlaştıran bir büyü aşkın her halini şiddetli,komik, platonik ve elle tutulup sonra da uçtuğu anları içimizin bir yerlerinde hissettirdi
Biliyorum şimdi köşeyi dönüp sabahı zor etmiş hâlde Yusuf’un karşıma çıkma ihtimali yok. Yada Ferhan’ın hikayelerinde soru sorma şansım da yok, biliyorum. Hadi hiç olmadı Havva Ana ile karşılıklı birer bira götürme umudum da suya düştü düşecek. Bir de en önemlisi: gelmiş geçmiş en büyük aşkın haylaz çocuğu Ömer’i de gören olmadı son zamanlarda; başına bir iş mi geldi, diye çıkıp arama imkanım yok, kabul ediyorum.
Düşünüyorum, “Nedendir hayatın yatak altına kaldırdığı hayatlara bu kadar sarılıyorum” diye. Cevabı bulamayan biri olarak aslında çok da şaşırmıyorum bu duruma. İnat da etmiyorum. Çünkü biliyorum, bu insanlar bu şehrin bir yerlerinde nefes alıyorlar. Aşık oluyorlar, ağlıyorlar, gülüyorlar, kavga edip, iş arıyorlar…
Biliyorum, Duru’nun güzelliği ona dokunmadığın zaman parlar. Geceye ay doğar, mahalleye Olcay. Ve sonra Ali vardır, kendini bulur siyasi tarih hayatı içinden.
Düşünüyorum, “Ben de bu hayatların parçası olsam” diye. Biçilmiş rollerimiz ve aşklarımız ne kadar da farklıydı oysa. Örneğin mutlaka zengin olmalıydık. Güzel bir aile kurup güzel bir işte çalışmalıydık. Güzel kadınlar sevmeliydik, güzel hayatlar, güzel yerler. Sonra “boşver” diyorum, “Zaten sen hep tahta evleri sevdin cam binalar dururken…”
Ama biliyorum: onlar bir yerlerde mahallenin romanını, Sazanların Tarihi’ni yazıyorlar…
ancak tükenmişsek artık,acı çekme yetimizin sonuna değin acı çekmişsek ve yaşamın bütününü kor gibi yakan tek bir yara olarak duyumsuyorsak, eğer çaresizlik soluyorsak ve umutsuzluğun ölümlerini, ölmüşsek işte o zaman okumalıyız Dostayevskiyi.. ancak tükenmişlikten ötürü yapayalnız kalmışsak ve yaşama felce uğramışcasına bakıyorsak ve ondan artık hiçbirşey almak istemiyorsak işte o zaman bu korkunç ve görkemli yazarın müziğine açız demektir... ancak o zaman onun korkutucu ve çoğu zaman da cehennemden farksız dünyasının olağanüstü anlamını yaşayabiliriz.....