yanlış olarak dansözcülük manasında kullanılır. oysa doğu dili, tarihi ve edebiyatı bilgisiyle ilgilidir. vedet oryantalist, oryantalizmin kitabını yazmış oyantalist demektir sanatında doğu kültürünü kullanan batılı sanatçılardır. bu sanatçılar 19. yüzyılda doğunun gizeminden etkilenerek ve 'doğu çok farklı, doğu bambaşka' diyerek tası tarağı toplayıp doğuya doğru akın etmişlerdir. doğuya gitmek, doğuda yaşamış olmak bir ayrıcalık, bir yaşam biçimi haline gelmiştir. bu sanatçılardan kimileri osmanlı sarayında yıllarca yaşamıştır. doğu kültürünü özümseyenler batıya döndüklerinde bu kültürü giyimlerinde, ev düzenlerinde, hayatlarında devam ettirmişlerdir. bu da batıdaki sanatçıların da oryantalist sanata yakınlaşmalarına sebep olmuştur. bu dönemde ortaya çıkmış olan oryantalist sanatçılara en iyi örnek amadeo preziosi dir. kendisi en ünlü oryantalist ressamdır. o sadece kültürü resimlemekle kalmamış, bu kültürün bir parçası olmuştur.
Sofiyye-i aliyye denilen büyük velîlerden. İsmi Hüseyin bin Mansûr, künyesi Ebü'l-Mugis'tir. 858 (H.244) yılında İran'ın Beyzâ şehrinde doğduğu rivâyet edilmektedir. 919 (H.306) yılında ise idâm olunarak şehîd edildi.
Hüseyin bin Mansûr'a Hallâc denilmesine şu olay sebeb olmuştur. Bir gün o, dostu olan bir hallâcın dükkanına girdi. Bir işinin görülebilmesi için onun tavassutunu ricâ etti. Fakat hallâcın gittiği yerden dönüşü biraz uzun sürdü. Geldiğinde; 'Yâ Hüseyin! Gördün mü başımıza gelenleri. Senin için bugün kendi işimden oldum.' diye söylendi.
Hüseyin bin Mansûr onun endişeli hâline bakarak tatlı tatlı gülümsedi ve; 'Üzülme senin işini de biz hallederiz.' dedikten sonra parmaklarını pamuk yığınlarına doğru uzatıverdi. O anda henüz atılmamış pamuk yığınları harekete geçti. Kaşla göz arasında, tel tel saf pamuk bir tarafa, kirli ve süprüntü kısmı ise diğer tarafa ayrıldı. Hallâcın gözleri fal taşı gibi açılmış şaşkınlıktan sanki ayakta donmuş kalmıştı. Olay kısa zamanda halk arasında yayıldı. Bu târihten sonra da Hüseyin, Hallâc-ı Mansûr diye anıldı. Bir defâsında Mekke'ye gitmişti. Kâbe'nin karşısında bir sene oturdu. Uzuvlarının yağı buradaki taş üzerine aktı. Derisinin rengi değişti. Fakat yerinden kıpırdamadı. Her gün ona bir somun ile bir testi su getirirlerdi. Somundan kopardığı birkaç lokma ekmek parçasıyla iftar edip geriye kalan kısmını testinin üstüne koyardı. O sene hacılarla birlikte Arafat'a çıktı. Herkes geri döndüklerinde bir âh çekti ve dedi ki: 'Ey âlemlerin Rabbi! Ey azîz olan Allah'ım! Bütün tesbîh edenlerin tesbîhinden, bütün tehlîl söyleyenlerin tehlîlinden ve her tefekkür sâhibinin tefekküründen seni tenzîh ederim. Ya ilâhî! Biliyorsun ki, sana şükretmekten âcizim. Benim şükrüm ancak budur.'
Hallâc-ı Mansûr yanına gelenlere yazın kış meyveleri, kışın yaz meyveleri çıkarır ikrâm ederdi. Elini havaya uzatınca, avucu, üzerinde 'Kul hüvallahü ehad' yazılı gümüş paralarla dolardı. Bunlara 'kudret paraları' ismini verirdi. İnsanlara, evlerinde ne yediklerini, ne yaptıklarını, ne konuştuklarını ve kalplerinden geçenleri Allahü teâlânın bildirmesi ile haber verirdi.
'Kul, ubûdiyetin, kulluğun bütün şartlarını kendinde toplarsa, Allah'tan başkasına kul olmanın yorgunluğundan kurtularak hürriyete kavuşur, külfetsiz ve sıkıntısız bir şekilde Allah'a kul olmanın zîneti ile süslenir. Peygamberlerin ve sıddîkların makâmı budur. Bu durumdaki kula ibâdet ve tâat zor gelse bile, Allahü teâlânın yardımı ile onu zevk ve gönül rahatlığı ile îfâ eder. İslâmiyet yönünden bu nevî ibâdetlerle süslü bulunduğu halde ibâdetlerinde kalbine en küçük bir meşakkat, sıkıntı ârız olmaz.' Darağacına çıkan Mansûr hazretlerine şu suâl soruldu; 'Tasavvuf nedir? ' 'Tasavvufun en aşağı derecesi, işte bende gördüğünüz bu haldir.' 'Ya ileri derecesi? ' 'Onu görmeye tahammülünüz olmaz.'
İdâm edilmeden önce halk taş atmaya başladı. Atılan taşlara hiç ses çıkarmıyor, hattâ tebessüm ediyordu. Bir dostu, taş yerine gül attı. O zaman Mansûr hazretleri inledi. Sebebi sorulduğunda; 'Taş atanlar beni yakînen tanımayanlardır. Tabiîdir ki halden anlamazlar. Halden anlayanların bir gülü bile beni incitti.' cevâbını verdi.
Bu arada kendisinden nasîhat istemek için gelen hizmetçisine; 'Nefsi, yapması gereken bir şeyle, ibâdetle meşgul et! Yoksa o seni yapılmaması gereken bir şeyle, haramlarla meşgul eder.' dedi.
Ellerinden, bacaklarından sonra dilini de kesmek istediler. İzin isteyip; 'Allah'ım, bana senin için bu işkenceyi revâ görenlere rahmet et! Senin rızân için beni elimden, ayağımdan, gözlerimden, başımdan, canımdan ayıran bu kullarını affet! ' diye yalvardı.
Daha sonra dili ve başı da kesildi, cesedi yakıldı, külleri Dicle'ye atıldı.Atılan küller dökülür dökülmez, nehir hemen kabarmaya başladı. Kabaran Dicle'nin suları Bağdât'ı basmak üzereydi. O zaman bir dostu hırkasını Dicle'ye attı ve Dicle bir müddet sonra eski normal hâlini aldı. Hallâc-ı Mansûr hazretleri bu kimseye, şehid edilmeden önce: 'Benim kollarımı, bacaklarımı, başımı kestikten sonra, cesedimi yakıp, külünü Dicle'ye atacaklar. Korkarım ki, nehir taşıp Bağdât'ı basacak. O zaman hırkamı nehrin kenarına götürüp, sulara at.' buyurmuştu.
Abdülmelik Evkâf anlatır: 'Bir gün üstâdım olan Hallâc-ıMansûr'a; 'Ey hocam! Ârif kimdir? ' diye sordum. Buyurdu ki: 'Ârif o kimsedir ki, Zilkâde ayından altı gün kala, Salı günü, 919 (H.306) senesinde Bağdât'ta eli ayağı kesilerek, gözleri çıkarılarak, baş aşağı astırılıp, gövdesi yakılarak, külünü savururlar.'Onun dediği zamânı gözledim. Meğer o söylediği kendiymiş, o ne söyledi ise aynını yaptılar.'
Naklederler ki: Onu darağacında astıkları vakit iblis yanına geldi ve; 'Bir Ene (ben) sen dedin, bir Ene de ben. (Sen Ene'l-Hak dedin, ben: 'Ene hayrun minhü= Ben ondan hayırlıyım.' dedim) Nasıl oluyor da bu yüzden senin üzerine rahmet, benim üzerime lânet yağdırıyor? ' diye sordu. Hallâc-ı Mansûr şu cevâbı verdi: 'Sebep şudur. Sen 'Ene' dedin, kendini ortaya koydun, ben Ene dedim, kendimi ortadan kovdum. Benliği ortaya getirmenin iyi olmadığını, benliği ortadan kaldırmanın ise gâyet iyi olduğunu bilesin, diye bana rahmet, sana lânet etti.' Hallâc-ı Mansûr, zamânındaki bâzı zâhir âlimlerinin anlayamadığı sâdık, Allahü teâlânın aşkı ile yanan bir Hak âşığıdır. Şiddetli mücâhedeler ve çetin riyâzetler çekmiş, himmeti yüksek, kerâmetler sâhibi bir velîdir. Sözleri güzel, konuşması fasîh ve belîğ, firâseti üstün, hakîkat, esrâr, mânâ ve mârifetler sâhibi olup, yaşadığı müddetçe, dâimâ ibâdet ve riyâzetle meşgûl olurdu. Günde bin rekat namaz kılardı. Şehîd edildiği günün gecesinde de 500 rekat kılmış olup, her gece en az dört yüz rekat namaz kılmaya kendisini mecbur tutardı.
Evliyânın büyüklerinden. İnsanları Hakk'a dâvet eden, onlara doğru yolu gösterip, hakîkî saâdete kavuşturan ve kendilerine Silsile-i aliyye denilen büyük âlim ve velîlerin beşincisidir. Sultân-ül-Ârifîn lakabıyla meşhûrdur. Künyesi, Ebû Yezîd'dir. İsmi Tayfûr, babasının adı Îsâ'dır. 776 (H.160) veya 803 (H.188) de İran'da Hazar Denizi kenarında Bistâm'da doğdu.
Daha annesinin karnında iken kerâmetleri görülmeye başladı. Annesi ona hâmile iken şüpheli bir şeyi ağzına alacak olsa, onu geri atıncaya kadar karnına vururdu.
Çocukken bir gün câmi avlusunda oynuyordu. Oradan geçmekte olan Şakîk-i Belhî kendisini görüp;
-Bu çocuk büyüyünce zamânının en büyük velîsi olacak, buyurdu.
Yine bir gün hadîs âlimlerinden bir zât onu görünce çok hoşuna gitti. Zekâ ve anlayışını ölçmek için sordu:
-Güzel çocuk, namaz kılmasını güzelce biliyor musun?
Bayezid-i Bistami de ona;
-Evet Allah dilerse becerebiliyorum, cevâbını verince;
-Nasıl? diye sordu.
Bayezid-i Bistami de;
-Buyur yâ Rabbî! Emrini yerine getirmek üzere tekbir alıyor, Kur'ân-ı kerîmi tâne tâne okuyor, tâzim ile rükûya varıyor, tevâzu ile secde ediyor, vedâlaşarak selâm veriyorum, deyince, o zât hayran kalarak;
-Ey sevgili ve zekî çocuk! Sende bu fazîlet ve derin anlayış varken, insanların gelip başını okşamalarına niçin izin veriyorsun? ' diye sordu.
Bayezid-i Bistami de;
-Onlar beni değil, Allahü teâlânın beni süslediği o güzelliği meshediyorlar. Bana âid olmayan bir şeye dokunmalarına nasıl engel olabilirim? cevâbını verdi.
Anne duası
Küçük yaşta iken annesi, kendisini mektebe gönderdi. Bâyezîd hazretleri, büyük bir dikkatle derse devâm ediyordu. Bir gün Kur'ân-ı kerîm okumak için gittiği mektepte, okuduğu bir âyet-i kerîmenin (Lokman sûresi: 14) tesiri ile erkenden eve döndü. Annesi merak edip niçin erken döndüğünü suâl edince, şöyle cevap verdi:
-Bir ayet-i kerîme gördüm. Allahü teâlâ o âyet-i kerîmede kendisine ve sana hizmet ve itâat etmemi emrediyor. Ya benim için Allahü teâlâya duâ et, sana hizmet ve itâat etmem kolay olsun, veyahut da beni serbest bırak, hep Allahü teâlâya ibâdet ile meşgûl olayım.' dedi.
Annesi;
-Seni Allahü teâlâya emânet ettim. Kendini O'na ver, dedi.
Bundan sonra Bâyezîd, kendini Allahü teâlâya verdi, emirlerinin hiç birisini yapmakta gevşeklik göstermedi; ama annesinin hizmetini de ihmâl etmedi. Annesinin küçük bir arzusunu, büyük bir emir kabûl edip, her durumda yerine getirmeye çalışırdı. Çünkü Allahü teâlânın emri de böyle idi. Elinde olmadan iki sefer annesinin arzusunu yerine getiremedi. Bu husûsu büyük pişmanlık içinde şöyle anlatır:
-Hayâtımda yalnız iki defâ annemin arzusunu yerine getiremedim. Her defâsında mutlaka bana zararı dokundu. Birincide düştüm burnum ezildi. İkincisinde ayağım kaydı düştüm, omuzumdaki su testisi kırıldı.
Soğuk ve dondurucu bir kış gecesi idi. Annesi yattığı yerden oğluna seslenip su istedi. Bayezid-i Bistami hemen fırlayıp su testisini almaya gitti. Fakat testide su kalmamış olduğundan çeşmeye gidip, testiyi doldurdu. Buzlarla kaplı testi ile annesinin başına geldiğinde, annesinin tekrar dalmış olduğunu gördü. Uyandırmaya kıyamadı. O halde bekledi. Nihâyet annesi uyandı ve:
-Su, su! diye mırıldandı.
Bâyezîd elinde testi bekliyordu. Şiddetli soğuk tesiri ile eli donmuş, parmakları testiye yapışmış idi. Bu hâli gören annesi;
- Yavrum, testiyi niçin yere koymuyorsun da elinde bekletiyorsun? dedi.
Bayezid-i Bistami;
-Anneciğim uyandığınız zaman, suyu hemen verebilmek için testi elimde bekliyorum, dedi.
Bunun üzerine annesi;
-Yâ Rabbî! Ben oğlumdan râzıyım. Sen de râzı ol! diye cân u gönülden duâ etti.
Belki de annesinin bu duâsı sebebiyle, Allahü teâlâ ona evliyâlığın çok yüksek mertebelerine kavuşmayı ihsân etti.
Gençlik yıllarında yaptığı bâzı ibâdetlerden zevk alamıyordu. Bu durumu zaman zaman annesine anlatırdı ve yetişmesinde, terbiye edilmesinde bir kusur bulunup bulunmadığını sorardı ve;
-Anneciğim; beni emzirdiğin zaman, benim yüzümden haramdan bir şey aldın mı? İçimde beni Rabbimden alıkoyan bir şey hissediyorum. Fakat neden olduğunu bilmiyorum, derdi.
Annesi uzun bir müddet düşündükten sonra;
-Evlâdım tek şey hatırlıyorum. Sen daha küçüktün. Komşulara oturmaya gitmiştim. Kucağımda iken ağlamaya başladın. Bir türlü susturamadım. Seni susturmak için ocağın üstünde pişmekte olan tarhanaya komşudan izin almaksızın parmağımı batırıp ağzına koydum, dedi.
Bunun üzerine annesinden, o komşuya gidip helallik dilemesini istedi. Annesi helallik diledikten sonra yaptığı ibâdetlerden zevk almaya başladı.
Üveysî olup, İmâm-ı Câfer-i Sâdık'ın vefâtından kırk yıl sonra doğduğu hâlde İmâm-ı Ali Rızâ'nın sohbetinden ve bunun bereketiyle İmâm-ı Câfer-i Sâdık'ın rûhâniyetinden istifâde etti. Bâyezîd, İmâm-ı Câfer-i Sâdık'ın rûhâniyetinden feyz almakla meşhûr oldu. Otuz sene Şam civârında bulunup, yüz on üç âlimden ilim öğrenmiştir. Aşk-ı ilâhîde o kadar ileri ve ibâdette o derece yüksekte idi ki, namaz kılarken Allah korkusundan göğüs kemikleri gıcırdar, yanında bulunanlar bunu işitirlerdi. Son derece âlim, fâdıl ve edîb idi. Şiirleri meşhûrdur.
Bâyezîd, ilim tahsîl ettiği üstâdlarından birine olan hürmet ve muhabbetinden dolayı, onun kabrinin yanına defnedilmeyi ve kabrinin, hocasının kabrinden daha derin yapılmasını, kendi vücûdunun, hocasının vücûdundan aşağıda olmasını vasiyyet etti. Hocalarının en büyüğü, Allahü teâlâya kavuşmak yolunda çok yüksek derecelere kavuşmasına vesîle olan, İmâm-ı Câfer-i Sâdık hazretleridir. Feyz ve mârifeti, İmâm-ı Câfer-i Sâdık'ın mübârek rûhâniyetinden aldı.
Bayezid-i Bistami hocalarından birinin huzûrunda bulunuyordu. Hocası; 'Şu rafdaki kitabı getir.' dedi. Bâyezîd; 'Hangi rafdaki kitabı istiyorsunuz efendim? ' dedi. Hocası; 'Bunca zamandır buraya gelip gidiyorsun. Dershânede oturduğun yerin üstündeki rafı diyorum.' deyince, Bayezid-i Bistami; 'Efendim, mübârek sohbetinizi dinlemekteki dikkat ve edebe riâyetten dolayı, şu âna kadar başımı kaldırıp etrafa bakmış değilim.' diye cevap verdi. Hocası bu söz karşısında 'Mâdem ki durum böyledir. Senin işin tamamdır. Şimdi artık Bistam'a dönebilirsin ve bizden öğrendiklerini başkalarına öğretebilirsin.' buyurdu.
Bir gün kendisine; 'Mürşidin, yol göstericin kimdir? ' diye sordular. O da; 'Bir kadın.' dedi. 'Bu nasıl olur? ' dediler. Cevâbında şöyle buyurdu: 'Bir gün Allahü teâlânın sevgisi ile, kendimden geçmiş olarak yolda yürüyordum. Bir kadın gördüm. Elinde bulunan bir çuval unu, taşımam için bana ricâda bulundu. Gücüm yetmez diye düşündüm. Orada kafes içinde bulunan bir arslana işâret ettim. Kafes açılıp, arslan geldi. Un çuvalını yükledim. Fakat açıktan kerâmet göstermiş olduğum için de çok korktum ve mahcûb oldum. Kadının beni tanıyıp tanımadığını öğrenmek için; 'Pazara varınca kimi gördüm diyeceksin? ' dedim. Kadın; 'Zâlim Bâyezîd'i gördüm diyeceğim.' dedi. Ben hayretle; 'Neden? ' diye sordum. Kadın şöyle cevap verdi: 'Allahü teâlâ, bu arslanı yük taşımak için yaratmadığı hâlde, sen niçin yük yükledin? Bu zulüm değil de nedir? Bunu, insanlar sana kerâmet sâhibi desinler diye yapmış isen çok fenâ.' dedi. Bunun üzerine çok ağlayıp istigfâr ettim. Bundan sonra benden fevkalâde bir hâl meydana gelse, 'Lâ ilâhe illallah Muhammedün resûlullah, Nûh Neciyullah, İbrâhim Halîlullah, Mûsâ Kelîmullah, Îsâ Rûhullah' yazısını veya bir nûr görüyorum. Böylece, benden meydana gelen hâllerin doğru olduklarının, Allahü teâlâ tarafından tasdik olunduğunu anlıyorum.'
Bayezid-i Bistami, Allahü teâlânın aşkı ile öyle bir hâlde idi ki, O'ndan başka hiçbir şeyi hatırlamazdı. Yirmi yıl yanında bulunan ve hiç ayrılmayan talebesine her çağırdığında; 'Yavrum ismin nedir? ' diye sorardı. Bir defâsında, o talebe dedi ki; 'Efendim. Yirmi yıldır hiç ayrılmadan, hizmetinizde bulunmakla şerefleniyorum. Lâkin her defâsında ismimi sormanızın hikmetini anlıyamadım.' Bâyezîd-i Bistamî; 'Evlâdım, kusura bakma. Her defâsında ismini soruyorum. Allahü teâlânın muhabbeti kalbime gelince, beni öyle bir hâl kaplıyor ki, O'ndan başka her şeyi unutuyorum. Senin ismini de hatırımda tutmaya çalışıyorum, fakat böyle hâl olunca unutuyorum. Sen hiç üzülme.' buyurup talebesinin gönlünü aldı. Bayezid-i Bistami vefât ederken, kendisini sevenlerden Ebû Mûsa ismindeki zât yanında bulunamamıştı. Fakat o gece rüyâda; 'Arşı, başı üzerine alıp taşıyordu'. Bu rüyâya çok hayret edip, hikmetini anlıyamadı ve bunu Bayezid-i Bistami'ye sormak için yola düştü. Yolda, Bayezid-i Bistami'nin vefât ettiğini haber aldı. Bistâm'a geldiğinde cenâze merâsimi için, hesabı mümkün olmayan fevkalâde bir kalabalık gördü. Tabutunu taşımakla şereflenmek için yanaşmaya çalıştı. Fakat yanaşıp da tabutu taşımak mümkün olmuyordu. Diyor ki, 'Gördüğüm rüyâyı unutmuş vaziyette, hazret-i Bâyezîd'in tabutunu taşımakla şereflenmek istiyordum. Bu mümkün olmayınca tabutu taşıyanlar arasından meşakkatle, sıkıntı ile geçip tabutun altına girdim ve başımı tabuta dayayıp öylece gidiyordum. Birden tabutun içinden bana şöyle hitâb ettiğini duydum: 'Ey Ebû Mûsâ! İşte şu bulunduğun hal akşamki gördüğün rüyânın tâbiridir.'
Bayezid-i Bistami devamlı; 'Allah! .. Allah! ..' derdi. Vefâtı ânında da yine; 'Allah! .. Allah! ..' diyordu. Bir ara şöyle duâ etti: 'Yâ Rabbî! Senin için yaptığım bütün ibâdet, tâat ve zikirleri hep gaflet ile yaptım. Şimdi can veriyorum. Gaflet hâli devâm ediyor. Allah'ım! Bana huzûr ve zikir hâlini ihsân eyle.' Bundan sonra, zikir ve huzûr hâli içinde rûhunu teslim etti. Vefâtı 875 (H.261) senesinde Mayıs ayına rastlar. Kabri, Bistâm şehrindedir.
'Nefsin, sende mevcud olduğu hâlde, sen Allahü teâlâyı tanımak istiyorsun. Halbuki senin nefsin, daha kendisini dahi tanımış değildir, Rabbini nasıl tanıyacak? '
'Ey gâfil! Sen nefs sâhibisin. Bu dünyâda kendini hesâba çek. Kalbindeki pislikleri temizlemek için mücâhede et. Büyükleri de kendine kıyas etme. Zîrâ bir velî, zehir de yese o zehir bal olur.' FERÎDÜDDÎN-İ ATTÂR HZ
Yalancı dünyâya aldanma yâ hû, Bu dernek dağılır dîvân eğlenmez. İki kapılı bir virânedir bu, Bunda konan göçer, konuk eğlenmez. Bakma bunun karasına ağına, Gönül verme bostanına bağına, Benzer hemân çocuk oyuncağına, Burda aklı olan insan eğlenmez. Vârını îsâr et Mevlâ yoluna, Bunda ne eylersen anda buluna, Bir gün sefer düşer berzah iline, Otağı kalkacak Sultan eğlenmez. Sen ey gâfil ne sandın rûzigârı, Durur mu anladın leyl-ü-nehârı, Yükün yeynildigör evvelden bârı, Yoksa yolcu gider kervan eğlenmez. Doğrusuna gidegör bu yolların Geçegör sarpını yüce bellerin, Dünyâ zindânıdır mümin kulların, Zindanda olan kul kolay eğlenmez. Ömür tamam olup defter dürülür, Sırat köprüsü ve mîzân kurulur, Hakkın dergâhında elbet durulur, Buyruğu tutulur fermân eğlenmez. Hüdâyî n'oldu bu kadar peygamber, Ebû Bekr u Ömer, Osman u Haydar, Hani Habîbullah Sıddîk-ı Ekber, Bunda gelen gider bir cân eğlenmez. Aziz Mahmud Hüdayi Hz
Bir kadın, çocuğunu Abdülkâdir-i Geylânî'ye getirip; 'Oğlumun kalbini size tutulmuş gördüm; bana hizmetinden onu âzâd edip, size getirdim.' dedi. Şeyh hazretleri bu genci yanına aldı. Ona nefsin istemediklerini yapmasını emretti. Tarîkatta sülûke başlattı. Bu şekilde devâm ederken, bir gün annesi çıka geldi. Oğlunu, az yemek ve uyumak sebebiyle, zayıf ve sararmış, arpa ekmeği yer hâlde buldu. Bu hâl ona dokundu. Çocuğunu bırakıp, Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin yanına girdi. Şeyh hazretleri oturmuş, tavuk yiyordu. 'Efendim, siz burada tavuk yersiniz, benim oğlum ise, arpa ekmeği yer.' dedi. Şeyh bunu duyunca, elini, tavuk kemiklerinin üzerine koyup; 'Kum bi-iznillâh! ' yâni Allahü teâlânın izni ile kalk, diril! buyurdu. Tavuk hemen dirildi. Şeyh, kadına hitâben; 'Senin oğlun böyle olduğu zaman, dilediğini yesin! ' buyurdu.
Büyük veli Yunus Emre gönlü ne güzel tarif etmiş:
Gönül Çalab’ın tahtı
Çalap gönüle baktı.
İki cihan bedbahtı
Kim gönül yıkar ise...
yanlış olarak dansözcülük manasında kullanılır. oysa doğu dili, tarihi ve edebiyatı bilgisiyle ilgilidir. vedet oryantalist, oryantalizmin kitabını yazmış oyantalist demektir
sanatında doğu kültürünü kullanan batılı sanatçılardır.
bu sanatçılar 19. yüzyılda doğunun gizeminden etkilenerek ve 'doğu çok farklı, doğu bambaşka' diyerek tası tarağı toplayıp doğuya doğru akın etmişlerdir.
doğuya gitmek, doğuda yaşamış olmak bir ayrıcalık, bir yaşam biçimi haline gelmiştir. bu sanatçılardan kimileri osmanlı sarayında yıllarca yaşamıştır.
doğu kültürünü özümseyenler batıya döndüklerinde bu kültürü giyimlerinde, ev düzenlerinde, hayatlarında devam ettirmişlerdir. bu da batıdaki sanatçıların da oryantalist sanata yakınlaşmalarına sebep olmuştur.
bu dönemde ortaya çıkmış olan oryantalist sanatçılara en iyi örnek amadeo preziosi dir. kendisi en ünlü oryantalist ressamdır. o sadece kültürü resimlemekle kalmamış, bu kültürün bir parçası olmuştur.
Derdim bana derman imiş
Derman arardım derdime,
Derdim bana derman imiş.
Burhan sorardım aslıma,
Aslım bana burhan imiş.
Sağı solu gözler iken,
Dost yüzünü özler iken,
Yerde gökte arar iken,
O, can içinde can imiş.
Öyle sanırdım ayrıyım,
Dost gayrıdır, ben gayrıyım,
Ben nasıl bir aşk eriyim,
Bildim ki ol canan imiş.
Nerden gelir yolun senin?
Nereye varır menzilin?
Nereden gelip gittiğin,
Anlamayan hayvan imiş.
Gidin bir mürşide varın!
Yüzünü güldüre yarın,
Mürşidi olmayanların,
Bildikleri bir zan imiş.
Niyazi işit sözünü!
Örtemezsin hak yüzünü,
Haktan açık bir şey yoktur,
Görenlere ayan imiş.
Niyâzî-i Mısrî hz.
Sofiyye-i aliyye denilen büyük velîlerden. İsmi Hüseyin bin Mansûr, künyesi Ebü'l-Mugis'tir. 858 (H.244) yılında İran'ın Beyzâ şehrinde doğduğu rivâyet edilmektedir. 919 (H.306) yılında ise idâm olunarak şehîd edildi.
Hüseyin bin Mansûr'a Hallâc denilmesine şu olay sebeb olmuştur. Bir gün o, dostu olan bir hallâcın dükkanına girdi. Bir işinin görülebilmesi için onun tavassutunu ricâ etti. Fakat hallâcın gittiği yerden dönüşü biraz uzun sürdü. Geldiğinde; 'Yâ Hüseyin! Gördün mü başımıza gelenleri. Senin için bugün kendi işimden oldum.' diye söylendi.
Hüseyin bin Mansûr onun endişeli hâline bakarak tatlı tatlı gülümsedi ve; 'Üzülme senin işini de biz hallederiz.' dedikten sonra parmaklarını pamuk yığınlarına doğru uzatıverdi. O anda henüz atılmamış pamuk yığınları harekete geçti. Kaşla göz arasında, tel tel saf pamuk bir tarafa, kirli ve süprüntü kısmı ise diğer tarafa ayrıldı. Hallâcın gözleri fal taşı gibi açılmış şaşkınlıktan sanki ayakta donmuş kalmıştı. Olay kısa zamanda halk arasında yayıldı. Bu târihten sonra da Hüseyin, Hallâc-ı Mansûr diye anıldı.
Bir defâsında Mekke'ye gitmişti. Kâbe'nin karşısında bir sene oturdu. Uzuvlarının yağı buradaki taş üzerine aktı. Derisinin rengi değişti. Fakat yerinden kıpırdamadı. Her gün ona bir somun ile bir testi su getirirlerdi. Somundan kopardığı birkaç lokma ekmek parçasıyla iftar edip geriye kalan kısmını testinin üstüne koyardı. O sene hacılarla birlikte Arafat'a çıktı. Herkes geri döndüklerinde bir âh çekti ve dedi ki: 'Ey âlemlerin Rabbi! Ey azîz olan Allah'ım! Bütün tesbîh edenlerin tesbîhinden, bütün tehlîl söyleyenlerin tehlîlinden ve her tefekkür sâhibinin tefekküründen seni tenzîh ederim. Ya ilâhî! Biliyorsun ki, sana şükretmekten âcizim. Benim şükrüm ancak budur.'
Hallâc-ı Mansûr yanına gelenlere yazın kış meyveleri, kışın yaz meyveleri çıkarır ikrâm ederdi. Elini havaya uzatınca, avucu, üzerinde 'Kul hüvallahü ehad' yazılı gümüş paralarla dolardı. Bunlara 'kudret paraları' ismini verirdi. İnsanlara, evlerinde ne yediklerini, ne yaptıklarını, ne konuştuklarını ve kalplerinden geçenleri Allahü teâlânın bildirmesi ile haber verirdi.
'Kul, ubûdiyetin, kulluğun bütün şartlarını kendinde toplarsa, Allah'tan başkasına kul olmanın yorgunluğundan kurtularak hürriyete kavuşur, külfetsiz ve sıkıntısız bir şekilde Allah'a kul olmanın zîneti ile süslenir. Peygamberlerin ve sıddîkların makâmı budur. Bu durumdaki kula ibâdet ve tâat zor gelse bile, Allahü teâlânın yardımı ile onu zevk ve gönül rahatlığı ile îfâ eder. İslâmiyet yönünden bu nevî ibâdetlerle süslü bulunduğu halde ibâdetlerinde kalbine en küçük bir meşakkat, sıkıntı ârız olmaz.'
Darağacına çıkan Mansûr hazretlerine şu suâl soruldu; 'Tasavvuf nedir? ' 'Tasavvufun en aşağı derecesi, işte bende gördüğünüz bu haldir.' 'Ya ileri derecesi? ' 'Onu görmeye tahammülünüz olmaz.'
İdâm edilmeden önce halk taş atmaya başladı. Atılan taşlara hiç ses çıkarmıyor, hattâ tebessüm ediyordu. Bir dostu, taş yerine gül attı. O zaman Mansûr hazretleri inledi. Sebebi sorulduğunda; 'Taş atanlar beni yakînen tanımayanlardır. Tabiîdir ki halden anlamazlar. Halden anlayanların bir gülü bile beni incitti.' cevâbını verdi.
Bu arada kendisinden nasîhat istemek için gelen hizmetçisine; 'Nefsi, yapması gereken bir şeyle, ibâdetle meşgul et! Yoksa o seni yapılmaması gereken bir şeyle, haramlarla meşgul eder.' dedi.
Ellerinden, bacaklarından sonra dilini de kesmek istediler. İzin isteyip; 'Allah'ım, bana senin için bu işkenceyi revâ görenlere rahmet et! Senin rızân için beni elimden, ayağımdan, gözlerimden, başımdan, canımdan ayıran bu kullarını affet! ' diye yalvardı.
Daha sonra dili ve başı da kesildi, cesedi yakıldı, külleri Dicle'ye atıldı.Atılan küller dökülür dökülmez, nehir hemen kabarmaya başladı. Kabaran Dicle'nin suları Bağdât'ı basmak üzereydi. O zaman bir dostu hırkasını Dicle'ye attı ve Dicle bir müddet sonra eski normal hâlini aldı. Hallâc-ı Mansûr hazretleri bu kimseye, şehid edilmeden önce: 'Benim kollarımı, bacaklarımı, başımı kestikten sonra, cesedimi yakıp, külünü Dicle'ye atacaklar. Korkarım ki, nehir taşıp Bağdât'ı basacak. O zaman hırkamı nehrin kenarına götürüp, sulara at.' buyurmuştu.
Abdülmelik Evkâf anlatır: 'Bir gün üstâdım olan Hallâc-ıMansûr'a; 'Ey hocam! Ârif kimdir? ' diye sordum. Buyurdu ki: 'Ârif o kimsedir ki, Zilkâde ayından altı gün kala, Salı günü, 919 (H.306) senesinde Bağdât'ta eli ayağı kesilerek, gözleri çıkarılarak, baş aşağı astırılıp, gövdesi yakılarak, külünü savururlar.'Onun dediği zamânı gözledim. Meğer o söylediği kendiymiş, o ne söyledi ise aynını yaptılar.'
Naklederler ki: Onu darağacında astıkları vakit iblis yanına geldi ve; 'Bir Ene (ben) sen dedin, bir Ene de ben. (Sen Ene'l-Hak dedin, ben: 'Ene hayrun minhü= Ben ondan hayırlıyım.' dedim) Nasıl oluyor da bu yüzden senin üzerine rahmet, benim üzerime lânet yağdırıyor? ' diye sordu. Hallâc-ı Mansûr şu cevâbı verdi: 'Sebep şudur. Sen 'Ene' dedin, kendini ortaya koydun, ben Ene dedim, kendimi ortadan kovdum. Benliği ortaya getirmenin iyi olmadığını, benliği ortadan kaldırmanın ise gâyet iyi olduğunu bilesin, diye bana rahmet, sana lânet etti.'
Hallâc-ı Mansûr, zamânındaki bâzı zâhir âlimlerinin anlayamadığı sâdık, Allahü teâlânın aşkı ile yanan bir Hak âşığıdır. Şiddetli mücâhedeler ve çetin riyâzetler çekmiş, himmeti yüksek, kerâmetler sâhibi bir velîdir. Sözleri güzel, konuşması fasîh ve belîğ, firâseti üstün, hakîkat, esrâr, mânâ ve mârifetler sâhibi olup, yaşadığı müddetçe, dâimâ ibâdet ve riyâzetle meşgûl olurdu. Günde bin rekat namaz kılardı. Şehîd edildiği günün gecesinde de 500 rekat kılmış olup, her gece en az dört yüz rekat namaz kılmaya kendisini mecbur tutardı.
Evliyânın büyüklerinden. İnsanları Hakk'a dâvet eden, onlara doğru yolu gösterip, hakîkî saâdete kavuşturan ve kendilerine Silsile-i aliyye denilen büyük âlim ve velîlerin beşincisidir. Sultân-ül-Ârifîn lakabıyla meşhûrdur. Künyesi, Ebû Yezîd'dir. İsmi Tayfûr, babasının adı Îsâ'dır. 776 (H.160) veya 803 (H.188) de İran'da Hazar Denizi kenarında Bistâm'da doğdu.
Daha annesinin karnında iken kerâmetleri görülmeye başladı. Annesi ona hâmile iken şüpheli bir şeyi ağzına alacak olsa, onu geri atıncaya kadar karnına vururdu.
Çocukken bir gün câmi avlusunda oynuyordu. Oradan geçmekte olan Şakîk-i Belhî kendisini görüp;
-Bu çocuk büyüyünce zamânının en büyük velîsi olacak, buyurdu.
Yine bir gün hadîs âlimlerinden bir zât onu görünce çok hoşuna gitti. Zekâ ve anlayışını ölçmek için sordu:
-Güzel çocuk, namaz kılmasını güzelce biliyor musun?
Bayezid-i Bistami de ona;
-Evet Allah dilerse becerebiliyorum, cevâbını verince;
-Nasıl? diye sordu.
Bayezid-i Bistami de;
-Buyur yâ Rabbî! Emrini yerine getirmek üzere tekbir alıyor, Kur'ân-ı kerîmi tâne tâne okuyor, tâzim ile rükûya varıyor, tevâzu ile secde ediyor, vedâlaşarak selâm veriyorum, deyince, o zât hayran kalarak;
-Ey sevgili ve zekî çocuk! Sende bu fazîlet ve derin anlayış varken, insanların gelip başını okşamalarına niçin izin veriyorsun? ' diye sordu.
Bayezid-i Bistami de;
-Onlar beni değil, Allahü teâlânın beni süslediği o güzelliği meshediyorlar. Bana âid olmayan bir şeye dokunmalarına nasıl engel olabilirim? cevâbını verdi.
Anne duası
Küçük yaşta iken annesi, kendisini mektebe gönderdi. Bâyezîd hazretleri, büyük bir dikkatle derse devâm ediyordu. Bir gün Kur'ân-ı kerîm okumak için gittiği mektepte, okuduğu bir âyet-i kerîmenin (Lokman sûresi: 14) tesiri ile erkenden eve döndü. Annesi merak edip niçin erken döndüğünü suâl edince, şöyle cevap verdi:
-Bir ayet-i kerîme gördüm. Allahü teâlâ o âyet-i kerîmede kendisine ve sana hizmet ve itâat etmemi emrediyor. Ya benim için Allahü teâlâya duâ et, sana hizmet ve itâat etmem kolay olsun, veyahut da beni serbest bırak, hep Allahü teâlâya ibâdet ile meşgûl olayım.' dedi.
Annesi;
-Seni Allahü teâlâya emânet ettim. Kendini O'na ver, dedi.
Bundan sonra Bâyezîd, kendini Allahü teâlâya verdi, emirlerinin hiç birisini yapmakta gevşeklik göstermedi; ama annesinin hizmetini de ihmâl etmedi. Annesinin küçük bir arzusunu, büyük bir emir kabûl edip, her durumda yerine getirmeye çalışırdı. Çünkü Allahü teâlânın emri de böyle idi. Elinde olmadan iki sefer annesinin arzusunu yerine getiremedi. Bu husûsu büyük pişmanlık içinde şöyle anlatır:
-Hayâtımda yalnız iki defâ annemin arzusunu yerine getiremedim. Her defâsında mutlaka bana zararı dokundu. Birincide düştüm burnum ezildi. İkincisinde ayağım kaydı düştüm, omuzumdaki su testisi kırıldı.
Soğuk ve dondurucu bir kış gecesi idi. Annesi yattığı yerden oğluna seslenip su istedi. Bayezid-i Bistami hemen fırlayıp su testisini almaya gitti. Fakat testide su kalmamış olduğundan çeşmeye gidip, testiyi doldurdu. Buzlarla kaplı testi ile annesinin başına geldiğinde, annesinin tekrar dalmış olduğunu gördü. Uyandırmaya kıyamadı. O halde bekledi. Nihâyet annesi uyandı ve:
-Su, su! diye mırıldandı.
Bâyezîd elinde testi bekliyordu. Şiddetli soğuk tesiri ile eli donmuş, parmakları testiye yapışmış idi. Bu hâli gören annesi;
- Yavrum, testiyi niçin yere koymuyorsun da elinde bekletiyorsun? dedi.
Bayezid-i Bistami;
-Anneciğim uyandığınız zaman, suyu hemen verebilmek için testi elimde bekliyorum, dedi.
Bunun üzerine annesi;
-Yâ Rabbî! Ben oğlumdan râzıyım. Sen de râzı ol! diye cân u gönülden duâ etti.
Belki de annesinin bu duâsı sebebiyle, Allahü teâlâ ona evliyâlığın çok yüksek mertebelerine kavuşmayı ihsân etti.
Gençlik yıllarında yaptığı bâzı ibâdetlerden zevk alamıyordu. Bu durumu zaman zaman annesine anlatırdı ve yetişmesinde, terbiye edilmesinde bir kusur bulunup bulunmadığını sorardı ve;
-Anneciğim; beni emzirdiğin zaman, benim yüzümden haramdan bir şey aldın mı? İçimde beni Rabbimden alıkoyan bir şey hissediyorum. Fakat neden olduğunu bilmiyorum, derdi.
Annesi uzun bir müddet düşündükten sonra;
-Evlâdım tek şey hatırlıyorum. Sen daha küçüktün. Komşulara oturmaya gitmiştim. Kucağımda iken ağlamaya başladın. Bir türlü susturamadım. Seni susturmak için ocağın üstünde pişmekte olan tarhanaya komşudan izin almaksızın parmağımı batırıp ağzına koydum, dedi.
Bunun üzerine annesinden, o komşuya gidip helallik dilemesini istedi. Annesi helallik diledikten sonra yaptığı ibâdetlerden zevk almaya başladı.
Üveysî olup, İmâm-ı Câfer-i Sâdık'ın vefâtından kırk yıl sonra doğduğu hâlde İmâm-ı Ali Rızâ'nın sohbetinden ve bunun bereketiyle İmâm-ı Câfer-i Sâdık'ın rûhâniyetinden istifâde etti. Bâyezîd, İmâm-ı Câfer-i Sâdık'ın rûhâniyetinden feyz almakla meşhûr oldu. Otuz sene Şam civârında bulunup, yüz on üç âlimden ilim öğrenmiştir. Aşk-ı ilâhîde o kadar ileri ve ibâdette o derece yüksekte idi ki, namaz kılarken Allah korkusundan göğüs kemikleri gıcırdar, yanında bulunanlar bunu işitirlerdi. Son derece âlim, fâdıl ve edîb idi. Şiirleri meşhûrdur.
Bâyezîd, ilim tahsîl ettiği üstâdlarından birine olan hürmet ve muhabbetinden dolayı, onun kabrinin yanına defnedilmeyi ve kabrinin, hocasının kabrinden daha derin yapılmasını, kendi vücûdunun, hocasının vücûdundan aşağıda olmasını vasiyyet etti. Hocalarının en büyüğü, Allahü teâlâya kavuşmak yolunda çok yüksek derecelere kavuşmasına vesîle olan, İmâm-ı Câfer-i Sâdık hazretleridir. Feyz ve mârifeti, İmâm-ı Câfer-i Sâdık'ın mübârek rûhâniyetinden aldı.
Bayezid-i Bistami hocalarından birinin huzûrunda bulunuyordu. Hocası; 'Şu rafdaki kitabı getir.' dedi. Bâyezîd; 'Hangi rafdaki kitabı istiyorsunuz efendim? ' dedi. Hocası; 'Bunca zamandır buraya gelip gidiyorsun. Dershânede oturduğun yerin üstündeki rafı diyorum.' deyince, Bayezid-i Bistami; 'Efendim, mübârek sohbetinizi dinlemekteki dikkat ve edebe riâyetten dolayı, şu âna kadar başımı kaldırıp etrafa bakmış değilim.' diye cevap verdi. Hocası bu söz karşısında 'Mâdem ki durum böyledir. Senin işin tamamdır. Şimdi artık Bistam'a dönebilirsin ve bizden öğrendiklerini başkalarına öğretebilirsin.' buyurdu.
Bir gün kendisine; 'Mürşidin, yol göstericin kimdir? ' diye sordular. O da; 'Bir kadın.' dedi. 'Bu nasıl olur? ' dediler. Cevâbında şöyle buyurdu: 'Bir gün Allahü teâlânın sevgisi ile, kendimden geçmiş olarak yolda yürüyordum. Bir kadın gördüm. Elinde bulunan bir çuval unu, taşımam için bana ricâda bulundu. Gücüm yetmez diye düşündüm. Orada kafes içinde bulunan bir arslana işâret ettim. Kafes açılıp, arslan geldi. Un çuvalını yükledim. Fakat açıktan kerâmet göstermiş olduğum için de çok korktum ve mahcûb oldum. Kadının beni tanıyıp tanımadığını öğrenmek için; 'Pazara varınca kimi gördüm diyeceksin? ' dedim. Kadın; 'Zâlim Bâyezîd'i gördüm diyeceğim.' dedi. Ben hayretle; 'Neden? ' diye sordum. Kadın şöyle cevap verdi: 'Allahü teâlâ, bu arslanı yük taşımak için yaratmadığı hâlde, sen niçin yük yükledin? Bu zulüm değil de nedir? Bunu, insanlar sana kerâmet sâhibi desinler diye yapmış isen çok fenâ.' dedi. Bunun üzerine çok ağlayıp istigfâr ettim. Bundan sonra benden fevkalâde bir hâl meydana gelse, 'Lâ ilâhe illallah Muhammedün resûlullah, Nûh Neciyullah, İbrâhim Halîlullah, Mûsâ Kelîmullah, Îsâ Rûhullah' yazısını veya bir nûr görüyorum. Böylece, benden meydana gelen hâllerin doğru olduklarının, Allahü teâlâ tarafından tasdik olunduğunu anlıyorum.'
Bayezid-i Bistami, Allahü teâlânın aşkı ile öyle bir hâlde idi ki, O'ndan başka hiçbir şeyi hatırlamazdı. Yirmi yıl yanında bulunan ve hiç ayrılmayan talebesine her çağırdığında; 'Yavrum ismin nedir? ' diye sorardı. Bir defâsında, o talebe dedi ki; 'Efendim. Yirmi yıldır hiç ayrılmadan, hizmetinizde bulunmakla şerefleniyorum. Lâkin her defâsında ismimi sormanızın hikmetini anlıyamadım.' Bâyezîd-i Bistamî; 'Evlâdım, kusura bakma. Her defâsında ismini soruyorum. Allahü teâlânın muhabbeti kalbime gelince, beni öyle bir hâl kaplıyor ki, O'ndan başka her şeyi unutuyorum. Senin ismini de hatırımda tutmaya çalışıyorum, fakat böyle hâl olunca unutuyorum. Sen hiç üzülme.' buyurup talebesinin gönlünü aldı.
Bayezid-i Bistami vefât ederken, kendisini sevenlerden Ebû Mûsa ismindeki zât yanında bulunamamıştı. Fakat o gece rüyâda; 'Arşı, başı üzerine alıp taşıyordu'. Bu rüyâya çok hayret edip, hikmetini anlıyamadı ve bunu Bayezid-i Bistami'ye sormak için yola düştü. Yolda, Bayezid-i Bistami'nin vefât ettiğini haber aldı. Bistâm'a geldiğinde cenâze merâsimi için, hesabı mümkün olmayan fevkalâde bir kalabalık gördü. Tabutunu taşımakla şereflenmek için yanaşmaya çalıştı. Fakat yanaşıp da tabutu taşımak mümkün olmuyordu. Diyor ki, 'Gördüğüm rüyâyı unutmuş vaziyette, hazret-i Bâyezîd'in tabutunu taşımakla şereflenmek istiyordum. Bu mümkün olmayınca tabutu taşıyanlar arasından meşakkatle, sıkıntı ile geçip tabutun altına girdim ve başımı tabuta dayayıp öylece gidiyordum. Birden tabutun içinden bana şöyle hitâb ettiğini duydum: 'Ey Ebû Mûsâ! İşte şu bulunduğun hal akşamki gördüğün rüyânın tâbiridir.'
Bayezid-i Bistami devamlı; 'Allah! .. Allah! ..' derdi. Vefâtı ânında da yine; 'Allah! .. Allah! ..' diyordu. Bir ara şöyle duâ etti: 'Yâ Rabbî! Senin için yaptığım bütün ibâdet, tâat ve zikirleri hep gaflet ile yaptım. Şimdi can veriyorum. Gaflet hâli devâm ediyor. Allah'ım! Bana huzûr ve zikir hâlini ihsân eyle.' Bundan sonra, zikir ve huzûr hâli içinde rûhunu teslim etti. Vefâtı 875 (H.261) senesinde Mayıs ayına rastlar. Kabri, Bistâm şehrindedir.
'Nefsin, sende mevcud olduğu hâlde, sen Allahü teâlâyı tanımak istiyorsun. Halbuki senin nefsin, daha kendisini dahi tanımış değildir, Rabbini nasıl tanıyacak? '
HAKÎM-İ TİRMİZÎ HZ.
'Ey gâfil! Sen nefs sâhibisin. Bu dünyâda kendini hesâba çek. Kalbindeki pislikleri temizlemek için mücâhede et. Büyükleri de kendine kıyas etme. Zîrâ bir velî, zehir de yese o zehir bal olur.'
FERÎDÜDDÎN-İ ATTÂR HZ
Yalancı dünyâya aldanma yâ hû,
Bu dernek dağılır dîvân eğlenmez.
İki kapılı bir virânedir bu,
Bunda konan göçer, konuk eğlenmez.
Bakma bunun karasına ağına,
Gönül verme bostanına bağına,
Benzer hemân çocuk oyuncağına,
Burda aklı olan insan eğlenmez.
Vârını îsâr et Mevlâ yoluna,
Bunda ne eylersen anda buluna,
Bir gün sefer düşer berzah iline,
Otağı kalkacak Sultan eğlenmez.
Sen ey gâfil ne sandın rûzigârı,
Durur mu anladın leyl-ü-nehârı,
Yükün yeynildigör evvelden bârı,
Yoksa yolcu gider kervan eğlenmez.
Doğrusuna gidegör bu yolların
Geçegör sarpını yüce bellerin,
Dünyâ zindânıdır mümin kulların,
Zindanda olan kul kolay eğlenmez.
Ömür tamam olup defter dürülür,
Sırat köprüsü ve mîzân kurulur,
Hakkın dergâhında elbet durulur,
Buyruğu tutulur fermân eğlenmez.
Hüdâyî n'oldu bu kadar peygamber,
Ebû Bekr u Ömer, Osman u Haydar,
Hani Habîbullah Sıddîk-ı Ekber,
Bunda gelen gider bir cân eğlenmez.
Aziz Mahmud Hüdayi Hz
Bir kadın, çocuğunu Abdülkâdir-i Geylânî'ye getirip; 'Oğlumun kalbini size tutulmuş gördüm; bana hizmetinden onu âzâd edip, size getirdim.' dedi. Şeyh hazretleri bu genci yanına aldı. Ona nefsin istemediklerini yapmasını emretti. Tarîkatta sülûke başlattı. Bu şekilde devâm ederken, bir gün annesi çıka geldi. Oğlunu, az yemek ve uyumak sebebiyle, zayıf ve sararmış, arpa ekmeği yer hâlde buldu. Bu hâl ona dokundu. Çocuğunu bırakıp, Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin yanına girdi. Şeyh hazretleri oturmuş, tavuk yiyordu. 'Efendim, siz burada tavuk yersiniz, benim oğlum ise, arpa ekmeği yer.' dedi. Şeyh bunu duyunca, elini, tavuk kemiklerinin üzerine koyup; 'Kum bi-iznillâh! ' yâni Allahü teâlânın izni ile kalk, diril! buyurdu. Tavuk hemen dirildi. Şeyh, kadına hitâben; 'Senin oğlun böyle olduğu zaman, dilediğini yesin! ' buyurdu.
'Bizim sözlerimiz Kitap ve sünnettendir. Bu iki kaynaktan gücünü ve mânâsını almayan bir sözde değer yoktur.'
Bayezid-i Bistami HZ.