Çoğul bir toplu uymuşluk var tabiatın insana giydirdiği mucizevi tekrarda. Sabahın ışık çılgınlığıyla köşe bucağa kaçışan gölgeler yeni bir hükmedici günün emredici tahakkümünü giydiriyor ruhumuza. Yaş hızını akrepten alıp salise direksiyonuna geçip içindeki umarsız değişkenliğiyle yüzlerimizde bakış farkı yaratıyor. İç sesimin azarlarını duyuyorum karşıki dağların omuzlarına yüklenirken güneş. Güçlü oyunun aciz oyuncusuyum. Senin uslu ve sükûnla giden kaderine yapışmasaydım, kendi sabahlarına masumca uyanacaktın. O sabahta huzurun tatlı meyvelerini gülücüklerine asıldığın ağaçtan toplayacaktın. Dumanında kaybolduğun gömü hayallerinden taşıp balkon sefasında mum ışığı tecrübesi eden gözlerinle aşkına bakacaktın. Saplanıp kalmayacaktın ay ışığının nemlendirdiği çamuruma. Çamurun yapışkan kirli izinde kaybolan mavi misketlerini bembeyaz ellerinle aramayacaktın bataklığımda.
Köşeden rüzgâra kapılıp uçan solgun bir yaprağım, etrafına toz zerrelerinden küçük bir panayır kuran. Titreyen korkusuna dönme dolap döngüsü taht kuran. Yanıp sönen ışıltılarında renk girdabında hayalleriyle konuşan yabancı köyün komşusuyum. Üzgün palyaçoyu güldürmek gibi zor bir görevi boynuma borç karşılığı üstlendim. Gülücükleri olmayan meyvesiz bir ağacım; kesip dallarımı oyup, yontup yüzünde gülücükler dağıtan kukla olmaya niyetlendim. Ulvi amacım dallarımın arasında yaprak yaprak dökülürken kutsal yıldızımsı parlak düşler, budanmış yaralarımdan sızan reçineyi kibritle yakmak ve küllerimden hoşnut olacak krallar avutmak.
Bu acıklı sonbahar çaresizliğine tutunan şiirlerden bir demet yapıp kokladım her gün. Demet alabildiğince çeşitlendi kutsal mabedim olan kalbinin içinde. Oda oda dolaşıp şavkında pudrasız, rimelsiz, suskun dudakları rujsuz kadın imgeleri seyrettim duvarlarında. Duvarları hıçkırıklı bir aşkın hastabakıcı odasına oturan gözlerim pembe panjurlu küçük evinden sahilin dalgakıranını hüzün yağmuruna tuttu. Siyah beyaz film karelerinden akan rimel gibiydi dalganın gözlerimde tekrarlı yansıması. Kocaman dünyasında atlıkarınca tekrarı döngüsünde güneş mutfak penceresinden yansımaya devam ederken ben şiirlerinde akan bir kızılırmak gibi yarı kan yarı gözyaşı olup mevsim mevsim şehrine uğrayacağım. Hasretle oksijenine tutunup gökyüzünden sıvanan atmosfer renginde ciğerlerine dolacağım. Yaşama tutunan hücre zarından beslenip karbonlara tutunup üstümü başımı kirleteceğim.
Bundan bir hafta önce oğlumla aramızda geçen konuşma:
- Ege, yarın mutfaktaki kırılan duvar saati yerine yenisini alacağım. Senin odandaki saat de bozulmuştu. Odandaki duvar için de bir tane alabilirim. Nasıl bir saat almamı istersin? Bir önceki örümcek adamlıydı. Yine ona benzer mi olsun yoksa süpermenli, batmanli, ironmanli bir şey mi? Hangi kahraman olsun üzerinde oğlum. - Anne, bana ATATÜRK resimli saat al. Onların hiç biri gerçek kahraman değil. Ama ATATÜRK gerçek bir kahraman, hem de bizim kahramanımız.
Okudukça ve öğrendikçe heyecanımın ve sevgimin katlanarak arttığı Atatürk ve Cumhuriyet aşkımla hepinizi selamlıyorum. Düşünsenize daha Erzurum Kongresi sırasında tüm rotayı çizmiş ve bizi Medeniyete ve Cumhuriyete kavuşturmuş bir dehanın, ATATÜRK’ÜN evlatlarıyız. Onunla aynı topraklara basıyor olmak bile vatanımı canımdan çok sevmem için yeterlidir. Oğluma ATATÜRK’ü öğretebildiğim için hem onun geleceği hem de Cumhuriyet için içim rahat. Peki ya sizin?
“Zaferden sonra şekl-i hükümet Cumhuriyet olacaktır.”
Oldu! Daha 1919’un bir Temmuz gecesinde ATAM bizleri kul olmaktan kurtarmayı hedefledi. Emperyalizm’in yağlı urganı yorgun ve hasta memleketimin boynuna dolanırken, hiç kimsede umut kalmamışken O, daha o karanlık günlerde biliyordu. Biliyordu ki ATATÜRK, Mondros’un intikamı bu mazlum millet tarafından alınacak,Cumhuriyet tokadı tüm kan emicilerin suratına çarpılacaktı.
Atatürk bizlere armağan ettiği Cumhuriyet bu ulusun öz ve kıymetli değeridir. Cumhuriyete ve özgürlüğümüze kast edecek dahili ve harici tüm düşmanlarımızın elbet hesabı her zaman görülmüştür, görülecektir. Hiç kimsenin kuşkusu olmasın ki bu topraklarda yaşayan milyonlarca ATATÜRK, Cumhuriyet ve onun temsil ettiği tüm değerleri kanının son damlasına kadar koruyacak ve sahip çıkacaktır.
Nazım’ın da dediği gibi “Ateşi de, ihaneti de görmüş bir milletiz”. Biz öyle bir milletiz ki kanla sulanan bereketli topraklarımızda büyüyen Cumhuriyet ağacımızı içten ve dıştan saran tüm böceklere rağmen dallarında Türk bayrakları yeşerirken asla ama asla terk etmeyeceğiz. Cumhuriyetin ve istiklalin kıymetini en ağır bedellerle ödemiş bir millet olarak başımızı çevirdiğimiz her köşe başında karşımıza dikilen şanlı tarihimize, sokaklara ve caddelere isimlerini verdiğimiz şehitlerimize, atalarımızın kanının akıtıldığı,işkence edildiği, tecavüze uğratıldığı bu topraklara ihanet etmeyeceğiz.
Kendi tarihini unutmuş olanlar, hatırlamakla, bilmeyenler öğrenmekle sorumludur. Kendi içimizden çıkan hainlerin hala günümüzde bile emperyalizmin uşaklığını ettiğini, Sevri yeniden hortlatmak için türlü oyunlarla bizi yine içimizden vurmaya çalıştıklarını öğrenmek ve kavramak zorundasınız. Küstahlığın sınırlarının zorlandığı şu günlerde Mehmetçiğin ve Cumhuriyet’in yanında olup tüm Dünyaya ’’Türk kimmiş’’ yeniden hatırlatmak zorundasınız.Eğer ki biz Cumhuriyeti kaybedecek olursak biliniz ki artık o günden sonra özgür olmayacağız.
Taylan Sorgun’un “Mütareke Dönemi ve Bekirağa Bölüğü” kitabında yer alan bilgiye göre, Atatürk Fahrettin Altay’a, 1925’deki özel sohbeti sırasında bunun nedenini şöyle anlatır:
“Mütarekenin ilk günlerini hatırlarsın. Saray ve hükumet teslimiyeti kabul etmişti. Fakat ben bunu kabul edemezdim. Buna karşı koymakla bir çıkış yolunu temin ederek, bu mazlum milleti tarih sahnesinden silmek, ortadan kaldırmak isteyenlere karşı harekete geçmek için kendimi vazifeli saymıştım. Mütareke 30 Ekim 1918’de imzalanmıştı. Vatan parçalanmış, istilaya uğramıştı. Peki, 30 Ekim 1918’den bizim İzmir’e girdiğimiz tarih olan 9 Eylül 1922’ye kadar kaç yıl geçti? Dört yıl. 29 Ekim 1923’te Cumhuriyeti ilan ettik. İşte beş yıla sığdırdığımız büyük inkılap, bizim yaşadığımız şartlara duçar olmuş, hangi milletin tarihinde var? Bu mazlum millet kendisinin hakkı olan yere ulaşmıştır. Bütün dünya bunu görmüştür. Beni en çok mesut eden hadise, bu mazlum milletin hak ettiği bu yere gelmesidir. Mondros 30 Ekimdir. Cumhuriyet 29 Ekim. İşte bu da, mazlum bir milletin ahıdır. Sanırım ki o zamanki devletler bunu anlamışlardır.”
Sadece beş yılda Ulu Önder Mustafa Kemal ATATÜRK’ün önderliğinde başardıklarımızı yeniden hatırlayınız. Bu Cumhuriyet hepimizin ise ona sahip çıkmak görevi de hepimizindir. GÖREVDEN KAÇMA!
’’OLAĞANÜSTÜ 5 YIL 30 Ekim 1918: Mondros Mütarekesi imzalandı. 13 Kasım 1918: İtilaf devletleri donanması, İstanbul Boğazı’na girdi. 15 Mayıs 1919: Yunan askeri; İngiliz Fransız ve Amerikan savaş gemilerinin korumasında İzmir’e çıktı. 19 Mayıs 1919: Atatürk Samsun’a çıkarak milli mücadeleyi başlattı. 22 Haziran 1919: Amasya Genelgesi yayınlandı. 23 Temmuz 1919: Erzurum Kongresi toplandı. 4 Eylül 1919: Sivas Kongresinde manda yönetimine karşı çıkan karar alındı. Heyeti Temsiliye oluşturuldu. 23 Nisan 1920: Meclis Ankara’da toplandı. 30 Ağustos 1922: Büyük Zafer kazanıldı. 9 Eylül 1922: İzmir kurtuldu. 11 Ekim 1922: Mudanya Mütarekesi imzalandı. 1 Kasım 1922: Saltanat kaldırıldı. 23 Ağustos 1923: Lozan antlaşması imzalandı. 2 Ekim 1923: İşgal güçleri İstanbul’dan ayrıldı. 6 Ekim 1923: Türk askeri, törenle İstanbul’a girdi. 13 Ekim 1923: Ankara başkent ilan edildi. 29 Ekim 1923: Cumhuriyet ilan edildi.’’
Yerçekimi kuvveti ayakta tutmasa bu yorgun dizleri, eğik başları ve tekerlerin döndüğü merkez kaç kuvvetinde aksları hayat ne değişik olurdu. Ağrılar yüz, göz ve baş çekimine muhalefet edip havadaki azota sarsaydı mesela. Karbondioksitten hesabı kesilseydi sancıyan düşlerin. Dirseğimi dayadığım masa ve sırtımı yasladığım sandalye konforunu bana verseydi de omuz ve sırt ağrılarım onlarda kalsaydı.
Uykusunu borç verseydi kahve bana da kalmasaydım bunalan mısra sokaklarında. Dolgun zeytinler dallarında söyledikleri kasım şarkısını hasat yağmurlarına saklamasaydı da kulaklarımın pasını yağlayıp gevşetseydi. Hüznümü yıkayan ekim güneşinin parlak aynasında kendimi seyrederken yandım biraz. Günlere dağılan baş ağrısı yüzümün göz komşuluğundaki sınırlarında göçebe çadırlarını kurup oturdu. Susamlarda dökülüp açılıp demetlerinden pazara düştü bile. Börülceler kurutulup paha hesabında müşterilere kiloda görücüye çıktı.
Merdiveninde oturduğum dar basamak kavisli yelpazesinde tarihin ince fikirli insanlarının bakış açılarını resmediyor. Tırabzanın manalı duygu kıvrımları karşı binanın oymalı ve kakmalı ahşap kapısına komşu olmaktan mutlu olmalı. Eteğim tozlu sokağın alengirli fısıltılarına bir kahve tadında örtü oluyor. İçimden karşı konağın beyaz badanalı büyük duvarlarından sarkan ermemiş portakallarını koklamak geliyor. Birbirine yakın bu sıkı fıkı dostluk bilmecesiyle muhabbet eden çatı katları çocukluk sayfamdan kitap okuma saatlerini gözlerimin önüne getiriyor. Küçük odalı, yeşili hep içinde küçük bahçeli terk edilmiş bu konaklar elim çenemde tatlı gözü açık rüyalara daldırıyor.
Sıkıntı yumağı nedensiz içimi bulandırıyor ama bir insan kalabalık cadde yalnızlığın hissinde… Dua iki büklüm sıkıntı yumağının merkezine inip sarmalı yavaş yavaş açıyor. Kısıtlı zaman zerreciklerinde yaratıcının belki sevdiği kelimeler kokuyor hücrelerimde. Sarmal sevdanın kayışı kopuk arabasından uçuruma düştüğünden beri kalpsiz dolaşan beynime dadandı.
Yeşilin yeşilden hesap soran güzelliği, mavinin usta ressam fırçasına utangaç pozlar veren çıplaklığı kasımın gözdeliğine tatlı şerbetler sunuyor. Yazarların parmaklarında harfler bu manzara sarhoşluğunda berheva hayallere sarılıp cümlelerin etrafında dönüp manada yanıp kavrulmuşluklarıyla ceset oluyor. Siyahlaşan bedenlerini okuyucuya feda ediyor. Yeşil ve maviden akseden sanat öpücüğü gözlerden kalbe yansıyıp aşk minvalinde kalplerde ya huzura kavuşuyor ya gözyaşı çiçeğinin bedeninde gökyüzüne ağıyor. Uzaklardan esen serin rüzgârın beyni titrettiği bu görüntü tatlı nağmeleriyle saksafonun içinde nefes alıp verince aşk dile gelmek için piyano ya da kemana ihtiyaç duymuyor.
Kitap sayfalarında vücut bulan mevsiminde hayat bulmayan düşler göz pınarlarımdan sarınca yaşama ince bağlarla tutunan aklım hayalin koca bir çınara kurduğu büyük salıncaklarda en yukarılara varıncaya kadar sallanmaya başlıyor. İplerin teker teker kopmaya başladığını anlamıyor bile. İpler Pinokyo sahnesinden savurduğu çocuksu pişmanlıkları taşıyamaz olunca yuvarlanan ruha suni teneffüs yapmak da işe yaramıyor. Nefesinin sıcaklığı soğuyan bedenimi ısıtamıyor. Son altınlarını tarlaya gömüp meyvelerini toplayacağı güne kadar saf hayaller kuran cesedi terk eden ruhum yapayalnız. Güneşin ellerini çektiği saçlarımdan yıldızlar bir bir dökülüyor. Küflü bir şiirin içinden sızan arka plan restleşmelerinden elleri böğründe kalıyor gönlümün. Erkeksi incitilmiş kavram tabloları gözlerimden şişleyip sonra kanlı şişi çıkarıp ensemden devam edip omurgamı da ihmal etmeden kitaba ekleniyor. Yatalak bir bedende ruhum müfredatı eskimiş modern mektepten mezun olamadı. Bütün derslerden kaldı.
Yenilen ruhum mu bedenim mi yoksa mısralarında gerçeğe dönüşen kabusta parçalanan kalbim mi… Bir yaprağın kavisli hüznüne tempo tutup yalpalayan sapına tutunabilir miyim… Kıyısına sancı sancı yapışmış ağacından kopuş şarkısına eşlik edebilir miyim… Bulutların uykulu gözlerinden güneşin tatlı umuduna bağlanabilir miyim… Çivisinde asılı özlü sözlerinden beynimin tekrarlı yankısına bir son verebilir miyim… Dünyanın çember çizen kader sunağına başımı sokup ruhumu boğabilir miyim… Yok hükmünde testisinden sabahıma zemzem döken şiirli suskunluklarıma bir nefes tazeliğinde sesli kelimeler ekleyebilir miyim… Çorak topraklarından kadimden kökleri ruhumun kılcallarını tutmuş terkedilme mesajlarına kayıtsız kalabilir miyim…
Laik hukukun, medeni yaşamın, eşit hukuk düzeninin simgesi devrim yasamız Medeni Kanun 4 Ekim 1926 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Medeni Kanun, yurttaşların doğumundan başlayarak ölümünden sonrasına kadar özel yaşam ilişkilerini düzenleyen temel yasadır. Bu yasaya sahip çıkmaya, bu yasayı korumaya Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları olarak hepimiz mecburuz. Yasana sahip çık!
Bir kadın olarak Çağdaş, medeni bir ülkeye her sabah gözlerimi açabildiğim için kendimi şanslı hissediyorum. Ülkemizde yaşanan bazı gelişmeler biz kadınların geleceğe bakışı açısından endişe verici. Sahip olduğumuz hakların bizler için önemini, verilen hakların yaşam şeklimizin medeni bir çerçevede, insanca yaşayabilmemiz için ne kadar önemli olduğunun her doğan kız çocuğunun farkında olunarak büyütülmesi gerekmektedir. Bu kanunların, eşitlik içinde insanca yaşamanın kadınlar kadar erkeklerin de medeni bir ülkede hayatlarını sürdürebilmeleri için gerekli olduğunu bilmeleri, anlamaları şarttır. Her erkek bir anneden doğar, her erkek bir kız çocuk babası olmaya adaydır. Bunun bilincinde olunması eşitliğin herkes için değerli olduğunun anlaşılmasına fayda sağlayacaktır.
Türk Medeni Kanunu göre:
"Ailede kadın-erkek eşitliği sağlandı.
Evlilikte resmi nikah zorunluluğu getirildi.
Erkekler için tek eşle evlilik esası getirildi.
Kadınlara, istedikleri mesleğe girebilme hakkı tanındı.
Mahkemelerde tanıklık yapma, miras ve boşanma konularında kadın-erkek eşit hale getirildi.
Patrikhane’nin din işleri dışındaki yetkileri kaldırıldı.
Ve Türk Medeni Kanunu’nun doğal sonucu olarak, kadınlara siyasal alanda haklar tanındı:
1930’da belediye seçimlerine katılma hakkı.
1933’te muhtarlık seçimlerine katılma hakkı.
1934’te milletvekili seçme ve seçilme hakkı verilmiştir."
Eğer Medeni Kanun kabul edilmemiş olsa idi. Bizler şeriatla yönetilen bir ülkede yaşıyor olsa idik kanunlara göre kadınların hakları şöyle olacaktı:
1. Kocanızın sizden önce veya sonra ikinci, üçüncü, dördüncü eş ile evlenmesine ses çıkaramazdınız.
2. Eşiniz sizden bir nedenle ayrılmak istemedikçe hiç bir sebeple ondan boşanamazdınız
3. Kocanızdan şiddet görseydiniz ondan şikayetçi olma hakkınız, dava açma hakkınız, ondan boşanma hakkınız olmayacaktı
4. Kocanız sizi istemediği için ya da onun vicdanı ve keyfi izin verdiği için ondan boşansanız bile çocuklarınızı görme, velayetini alma, çocuklarınız üzerinde yasal hak talep etme hakkınız olmayacaktı.
5. Kanunlara göre : - Kendi başınıza motorlu taşıt kullanmanız - Bisiklete binmeniz - Su sporları ile uğraşmanız, yelkenli, yat, gemi vs kullanmanız - Erkeklerin elini sıkmanız - Topluluk önünde, topluluk içinde konuşmanız - Oy kullanmanız - Muhtarlık, belediye, Milletvekili vs vs seçilme hakkınız - Siyasete herhangi bir şekil ile girmeniz - Derneklere üye olmanız - Çocuk istememeniz, istediğiniz kadar çocuk doğurmanız, kürtaj yaptırmanız
YASAK!
Kocanız veya bir aile büyüğünüzün izni olmadan - Çocuğunuza isim vermeniz - Seyahat etmeniz - Kiralık bir evde veya bir otelde tek başınıza kalmanız - Bir işte çalışmanız - Çarşafınızın rengini değiştirmeniz - Bir işte çalışmanız, para kazanmanız - Yüzünüzü göstermeniz - Sevdiğiniz veya sizin tercih ettiğiniz kişi ile evlenmeniz
YASAK!
Medeni Kanun eğer kabul edilmese idi, ATATÜRK biz kadınlara insanca yaşamamız için gereken hakları vermemiş olsa idi yasalar çerçevesinde yaşamak zorunda olduğumuz hayatı lütfen hayal ediniz.
Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ü saygı ve şükranla anıyorum.
Akide şekerinin tadını, bir saati bulan otobüs durakları misafirliğimden beri alamaz oldum. Beyaz dumanlı fabrikayı oysa hiç karıştırmazdım siyah dumanlı olanından; birinde teyzemin kocası diğerinde rahmetli dedem çalışıyordu. Hatta Eskişehir yolundan İstanbul yoluna çıkmak için yürümüşlüğümüz de vardır minik ayaklarımla devasa fabrikanın şeker pancarıyla dolu bahçesinden. Ne çok seyrettim tren beklerken istasyonlarda seni ben. Oysa yapay tadıyla ne akide şeker ne çikolata tatlı artık.
Yokluğuna alıştım; yaratıcıya kimsesiz şımarık gözyaşlarımı gösterip köşe bucak düşündüm seni. Bazı zamanlar öyle dayanılmaz ve boğucuydu ki uykunun ellerinde teselli buldum. Yine öyle yaparım, sensiz şeffaf duvarlı gün dönümleri çığlığımı duyar bir. Ve öyle alışmışım ki bağrıma basmayı insan sevgisinin türlerinde senin yansımalarını, dokunsam parmak ucuna dünyanın bütün duvarları üzerime çökecek. Parmağın duvarın altında kalacak, belki mezarıma kesilen parmak ucunu da koyarlar. Yaratıcı dört bir yanımdan beni sevip kollarken hiç hazır değilim. Başımda beton hüznü, bedenim taşımakta takatsiz. Zihnimde, koskocaman hayal dünyamda uyuklayan vicdani unsurlar… Kılıçları hazır kuşanık bekliyorlar. Ayaklarımın güce ihtiyacı yok, düşüncem alıp götürür boşluğa.
Günler, birbirinin ikizi olup zeytin yapraklarıyla birlikte tozlanıyorlar içimde. Bir gün toz duman hayaller gibi anda kaybolup gideceğim. Zaman kelimesinin kavrama dönüşeceği maddenin manaya kavuşacağını bekleyen sanrı beni gafil avlayacak. Krem sürmeyi sürekli unuttuğum ellerim ve hiç boyamadığım saçlarım olmamışlığa habersizce savrulacak. Mühlet bitecek, ceplerimizde ne var ne yok dökeceğiz sofra bezinin içine. Toplu duygu birikimlerimiz hesap cüzdanlarından taksim edilecek alacaklılara.
Sevdiğim Boşluk’um farklı dünyalarda yaşarken, nefes tüketirken sorumluluklarımıza gücümüzün yettiğince nasıl zaman çalabiliriz ki doluluktan… Yokluğuma ruhumun adanmış sefilliğinde bu çevre unsuru ince zincirini bağlamışken; duygularımın çağlayan sesinde kulaklarımın zarı delinmişken ölümü dilemekten başka ne yapabilirim. Kendimden başka kimi bu sarsıntısı yok hükmünde zihnimde kavilleşen sebep sonuç uçurumuna düşmekten suçlu addedebilirim. Bilmezsin, ruhum bu yengeç kıskacında kaç parça; köşe bucak savrulmuş roman çatışmalarında vurulup acıklı kahramanın kaybetmiş kumar masasında tefecilerden medet ummakta…
Zerrede manaya kavuşmuş fikirde iblis kancalarıyla kaç hücresinden imtihana tutulmuş bu hazin hayat mecburiyeti sende ve bende Haşim’in aradığı manayı bulabilir mi? Hangi anlayış kalpten akla giden bu zirvesinde etrafı toz duman denge basıncıyla uyuşan ruhu, madde kucaklarına gömen çare arayışları için suçlayabilir… Yükü dağ hacminden ağır dünya bu serin rüzgarların kucağında tatlı tatlı avunan duygusal gönle sabır taşından kolye yapıp verse zincirden sarkan soğukluğuyla kalp kadar dayanıklı olabilir mi… Çare sende şiir güzelliğinde şekil bulan pürüzsüz mavi bir heykel. Sefil ruhum dokunmak için uzanan parmak uçlarını bantlamış. Bir gün dayanamayıp gök kubbeyi kendi başıma yıkacağım, biliyorum. O güne kadar ölmeyi diliyorum.
Biraz önce toz aldığım bezi sabunla yıkayıp sıktım. Kuruması için çamaşır sepetinin kenarına astım. Hayatımı devam ettirmem gereken nefeslerimden birini farkında olarak yaşadığımın teneffüs ettim. Hava ağırlaşan göğsümden girip çıkarken tabii hayat akışının rutine selam verdiği bir sabahtayım. Akışın bana verdiği saat çizelgesinde “Sağlık için temizlik!” sloganına binaen görevimi tam tamına bitirmiş bulunuyorum. Üstelik radyo üçten dinlediğim enfes klasik müzik henüz bitmemişken… Şu salınımı süresinde kendiliğinden yörüngesinde giden hayatım senin maviliğinde renk buluyor tatlım. Merhaba ve kocaman sıcak bir gülümseyişle canımın ta içi…
Sen atışlarında kalbimin katlı tertemiz kıyafetisin; içinde serseri aşkımın dolup taşıp her saniye üstünü kirlettiği yaramaz çocuğum ben. Avuçlarımda zamanın kırmızı toprağında su karıştırıp tencere yaptığım çamur izleri var. Yüzümde kalan çamur izlerinde dudaklarının haritası gizli. Haritaya bakınca kulak arkasından enseye gizlenen oradan da boyna uzanan patikada ayak izlerin parlıyor. Kalemim elimden düşüyor ve hiçbir şey yazamadan seni düşlüyorum. Düşlüyorum sakince… Kelimelerin arasında utanarak gezinen ev kaçkını bir kız oluyorum. Güzel güzel aralarında dolaşıp onları incitmeden kokluyorum. Bazıları kahve bazıları mavi kokuyor. Bunlar canımın ta içi hep seni bana hatırlatıyor. Hatırlamak ne kelime tabiatın dünyayı şekillendiren billur taneli her zerresinde senin aşkını soluyorum ben.
Şu anda atmosferde kulağımda can bulan bütün sesler senden dalga sinyalleri gönderiyor yüreğime; güllerle dolu bahçende kelime kelime nefeslenirken ince ince ruhuma doluyorsun. Ruhumun dehlizlerinde gezinip çaresizce bekleyen zaman kafiyesine bir redif daha ekliyorsun. İçine hapsolduğu bedenin acı girdabında dönüp duran ruhuma aşk tazeliğinde şiirler konduruyorsun.
Daha iki gün önce uyanmışlığın kuytu kıyılarında gezen uykulu ruhumu ziyaret ettin. Elimdeki telefonu tatlı bakışlarla yanıma yaklaşıp bakmak için aldın. Sonra ya uyanıktım bu sinema gerçekliği anda ya da rüyanın etkisinde son bulmuşluğuna inanamadan uyudum. Mutluluk kıyılarında gezen yavru bir karettadan; denizine kavuşmayı hayatı pahasına isteyen iliklerine kadar bu aşkla ıslanmış bir ölü ruhtan ne beklenirdi değil mi?
Akasyanın altında öğle güneşi son kalan yeşil yapraklarını da eylülün saçlarına konfeti dökmek isterken içimin sen acıyan tarafı çaresizce ortada kalmıştı. Siyah pantolon eteğimin izniyle tahta bankta bağdaş kurup oturan benin serinliği ve hoşluğuyla gömleğime dokunarak ruhumu okşayan rüzgârdan bir korkusu yoktu. Damla sakızlı Türk kahvemin yarısını taşırken dökmüştüm bile. Hafif de soğumuştu galiba. Ama kimin umurundaydı ki… Birkaç çekirdekli siyah kuru üzüm ağzımda sükutun gizemli tadını kahve ılıklığında yudumlamama yardım ediyordu. Münzevi bir kahve tanesi olup ağaç kovuklarında gölge çalıp en serininden senle sohbete bile başladım. Bilmecelerin aşkla sorulduğu gözlerden nefis bir melodi eşliğinde İnci Çayırlı sonbahar yelinin sürmesini gözlerime çekmeme izin verdi. Yağmur olup yüzümde sürmeden yavaşça kıvrılan sel sularından çamur olup aktı şal desenli açık yeşil gömleğimin üstüne. Akasya bu arkadaşlığımdan memnun mu bilmiyorum ama omzum ona yaslanıp yas tutmaktan hiç şikayetçi değil.
İplik olup bulut tutsaklığından çam iğnelerinin arasına karışıp düğümsüz halı olan yağmurun saçlarını kimse taramadı bugün sevdiğim. Üstelik boncuk boncuk buzdan dağılan gözyaşlarını da kimsenin toplamasına izin vermedi bulutlar. Yazdan kalan ne varsa yıkadı geçti.
Ağır nem sarkacının denizden uzadığı zamanları yaşamak bunaltıcı geliyor. Mutfak balkonunun kapısından sarı yer döşeğinde oturarak seyrine daldığım yılların gövdelerinde görüntü bulduğu çamlar ve karı buzu eriyip akmış Bey Dağları… Kakülüm ara ara gözlüğümün önüne düşüyor bu manzaraya bakarken hafif esen yağmur kokulu serin yel saç tellerimi kurumuş otları savurmak ister gibi hafiften titretiyor.
İçim buruk, nedenini yazıp zaten hayata memnuniyeti nem sarkacı kadar rahatsız olan beyin frekansının ibresini düşük sayılara çekmek istemem. Sabah uyandığımda nerede olduğumu şaşırmış beynime birkaç hatırlatmada bulundum. Geniş merdivenli, büyük tavanlı, sıra sıra gençlerin dolaştığı bir yerden yeni çıkmıştım. Pileli uzun eteğimle birini arıyordum, kapılarda isim yazmıyordu. Sonra beyaz gömleğinle sen sarı parlak kaygan mermerimsi tabandan bana doğru yürüyerek geliyordun. Saçların sola doğru taranmıştı. Kısaydı. Eskisi gibiydi. Yalnız gözlerin bana aşina bakışlarla derin bir üzüntünün yıllara dağılmış yorgunluğuyla selamsız baktı, hızlı ve tanıdıklık vermeden geçti, gitti. Devamında beliren tanıdıklık sinyali veren yaşlı saygın yüzler, sesler… İçimdeki üzüntüyü ve yalnızlığı koca tavanlı binaların boşluğu tarif edemez. Yansımasında Bey Dağları yakasız tişörtümden aşağı damlayan gözyaşlarımda saçlarını da tarayamaz. Ya sürekli belediye hoparlöründen hışırtılı ses dalgalarıyla ruhumun tuzlandığı ölüm haberleri… “Allah rahmet eylesin!”
Tam soluma dönünce bir traktör geçiyor yankısı arka fonu oluşturan sıra dağların karsız zirvelerine belki ulaşmayan. Dizi dizi beyaz naylonlanmış seraların arkasında sıkışmış bir portakal bahçesini kucaklayıp iğne yapraklarıyla seven çam ağaçları seyreltilmiş yeşil ormanın başlangıcını oluşturuyor. Sırtımı kapıya dayayıp altında yayılan keçi ve koyun seslerini ağustos böceklerinin fonunda ara ara dinliyorum. Tok çan sesleri adını bilmediğim birkaç kuş sesi arasında bu ses harmonisinde kapının bana açılan tarafından kulağıma geliyor. Apartmanın altından yükselen tiz horoz sesi bu melodinin eksilmez zaman ayracı gibi. Seraların arasındaki toprak yoldan irileşmiş cüssesiyle bir genç geçiyor elinde ekmek torbasıyla sola dönüp bakış açımdan kayboluyor.
Uçarken huzur verici rahatlatıcılığı kelimelere sığmayan bir güvercin biraz önce manzarayı bozan elektrik direğine kondu. Yine binanın altında sevimli mi değil mi hayalimde sesinden hareketle canlandıramadığım bir köpek, karşıdan sesi ara ara gelen diğer bir köpeğe havlıyor. Bir adam karşıda tek duran iki katlı evin bahçesinde ayakta irileşmiş gülleleri suluyor. Şimdi yola doğru çevirdi hortumu. Mutlu mu değil mi yüz ifadesinden anlayamayacağım kadar uzak.
Küçük bir dünyam var gözkapaklarımın ardında Ritimlerini belirleyen melodisi ağrılı kulaklarımda Hangi enstrüman hangi saatte çalarsa çalsın burada Kuralları belirlenmiş bir yazgı var notalarında İmza kalemle yazılan bir addan daha fazla anda Anlamı yüklüyor vicdanı sızlatan damara daha Sonumu iyi görmüyorum huzura artık elveda Kalbim ve aklım hem fikir gecikmiş intiharda Doldurmam gereken boşluklar çok fazla Acıdan kurtulamıyorum ne yapsam da Kanepelerin canına okuyup sabunla suyla Camların çamurunu sıkıp durulamayla Fayansları ovup uğraşıp parlatmakla Sıkıntımı yatıştıramıyorum bunlarla Kitaplara sarılıyorum candan yakın da Serzenişlerin çığlığı hep kulaklarımda Artık ben ne iflah olurum burada Ne de huzurlu olurum yârin kollarında Acı bir hüzün oturup kaldı bağrımda
Benim yaşamımdaki doldurulmaz boşluk çocukluk çağımdan çıkmamla başladı. İnsanlar bir vesileyle tanışıp olağan sürecinde hayatın, içgüdülerinin de etkisiyle anlaşıp bir şekilde sonuca ulaşıyorlardı. Benim etrafımda sosyal anlayışların sınırı içerisinde teklifsizce adlandırabileceğim cüretkâr davranışlarım olmadı. Belki ben böyle olmasını istediğim içindir belki de mizacımdan kaynaklanıyordur. Kardeşlerimin annemi telaşlandıran, babamı sinirlendiren girişimleri bu sosyal çevre anlayışının ne kadar esnek olduğunu da gösterebilir.
Aileler çocuklarının mürüvvetini görmek istiyorlardı. Gençler de heyecanlarını mizaçları yönünde kendi anlayışlarına göre uyum sağlayabilecekleri kişilerle paylaşmak istiyorlardı. Bazı kız babaları uygun çevre seçip maddi yükü önemsemeyip iyi kısmetler bulmak için mekân değiştiriyorlarmış. Bu da anlayışla karşılanabilir; bir baba hassasiyeti ne de olsa. Böyle bir düşünce ufku farklıydı tabii. Aynı evde yaşayan çok farklı insanlar olmak zıtlıkların daha kapıdan girer girmez başlaması demekti. Hayatın yaşanmasının ne kadar zor bir süreç olduğunu günün getirdiği mecburiyetler bütün soğukluğuyla yüzümüze vururdu.
Sen o güzel mavi gözlerinle hak edilmemiş bir şansım olduğunu, aşkın sihirli şarkısıyla kulaklarıma fısıldıyordun. O kadar mutlu etmiştin ki beni, o kısacık zamanda. Başkaları sende ne görüyordu bilmiyorum ama yanımda hissettiğim arkadaştan öte bir sıcaklığın vardı. Senden korkmuyordum çünkü çekingendin. Gözlerine baktığımda tatlı bir hüzün kalbimi sarardı. Hiç ürkmeden yanında durabiliyordum ne bakarak ne de konuşarak beni rahatsız etmiyordun. Yani gerçek olamayacak kadar güzeldi. Bir defa girmiştin yüreğime ve yerleşmiştin sessizce, yavaş yavaş, hiç çıkmamacasına. Hiçbir şey sana evet dememe engel olamazdı. Yokluklar beni yıldıramazdı, bir ayakkabıyı yıllarca giyebilirdim, aynı yemeği her gün yiyebilirdim. Yeter ki o huzuru gözlerinde ve yüreğinde göreyim.
Öyle hayat hikayeleri dinleyerek büyümüştüm ki yaşamaktan korkar olmuştum. Aile kadınları bir araya gelir gelmez, bu çok sık olurdu, başlarlardı maziden hüzün sayfaları çevirmeye. Yoğurulmuş hamuru mantı kıvamında çimdiklerken, yün diterken, dikişte teyellemeye yardım ederken… Nasıl iç parçalayıcı, insanı rahat nefes aldığı için utandıran… İnsan yapımı planlıydı bazıları, bazıları da düşüncesizlik eseri karşı tarafa fedakarlığın en üst merdivenlerine tırmanma mecburiyetiydi. Üvey anne bu anısı geçmişte gerçekleşen tarihi sayfaların ete kemiğe bürünmüş acıklı kısımlarını teşkil ediyordu. Üvey çocuğun acılara o zamanın şartlarında yastık uçlarını ısırarak tahammül etmişliğini ibret kaydedici kulaklarımızı açarak can kulağımızla anneannemden dinlerdik. Tahammül sınırlarının mizacın demir kalkanına eklenen maddelerin cinsine göre hayatın orta yerinde hava niyetine acı su niyetine kahır olduğunu kız kardeşlerden birinin hastalıktan yitip gitmesiyle beynime yazdım. Diğerinin tahammül sınırının yaşama odaklı olduğunu ise göğüslerine pamuk konularak evden başka bir eve çile doldurulmaya gönderildiğinde kalbimle anladım.
Savaşların acı hadiselerinden gözyaşı kraterleri oluşturdum beynimin köşelerinde. Zihnime ulaşan her gerçek sayı hayatın matematiğine ait gözyaşı olup akıyordu hafızama. Bazen bir geçek kesit canlandırmasında nefes alıp verdiğim anın korkutuculuğundan zihnimi çıkarıp normal bilinen hayat gerçeğine geçmek için saatlerce çabalıyordum. Bilgisi zihnimde kendi gerçeğini depolamış acı hadiselerin varlığı hatta olmuş olabilme olasılığı bile kabuğuma gömüyordu beni. İnsanları çok sevdiğim kadar çok da korkuyordum. Boşluklarımın çoğu korkuyla doluydu; toplumun aynı fikirde birleşip kendinden olan yakın mesafedeki değişik düşünceli saygın ve kibar insanlara kapalı mekanlarda çay içme yasağı getirdiği günlerde bunu çok daha kuvvetli hissettim. Çay içmek yasaktı kahve içmekse serbest. Peki kahvenin içine mütemadiyen düşen gözyaşları kimin umurundaydı. Kahvenin şekerli olup olmaması bir çay tiryakisi için hiçbir önem arz etmiyordu. Kahveyi kâğıt bardakta verirken içine saçlarından kepek düşüren işletmeciler neden gülüyordu. Zihnim kepeksiz çay içmek isterken dışarıdan aldığım çayı neden bahçeye girerken çöpe atmak zorunda kalacaktım. Ya da bahçe kapısında çayımı bitirmek zorunda olmalıydım. Işıkları kapatıp gecelerce çay ve kahve arasındaki farkı düşündüm. Kahveyi sevenlerin çay sevenlerden devirlerin kıskacında kalmış çaya zulmedercesine intikam aldıklarını kaşık havasında oynarlarken anladım. Kuzeyliler ve Güneyliler felsefesinin silahtan soyunmuş halini andırıyordu.
Bütünü arz eden bu tepside sen yanımda yoktun. Yalnızlığın salıncak kurduğu şehrimde rüzgâr siluetini yüzüme savurup gözyaşlarıma yapıştırıyordu. Yol ikiye ayrılmıştı parmaklarından bizim için çizdiğin haritada. Sen öndeydin, nefesin ve damarlarından akan güçlü kanla on sekiz yaşını bitireli beş altı yıl olmuştu. Ben de ailemin acıklı hikayelerine köşe bucak saklanarak ağlamayı azaltmıştım. Yabandım kendi çevreme, bir gruba giremiyordum ki hala öyleyim. Harita açık ve net çizilmişti. Ellerin Ferhat’ın çıkıp delemeyeceği benim aşamayacağım küçük ölçekli yükseltiler belirlemişti. Bu harita bir yönüyle geleceğimizi de gösteriyordu. Kararlı ve koyu renkli sert çizgiler derin vadilerle ayırmıştı yollarımızı. Senin şehrine açılan bütün yollara tabela bile konmuştu; herbir patika dahi beni üzecek sürpriz tuzaklarla doluydu. İş bitiriciliğin hayranlık uyandırmıştı bende. Kesin bir sonuca çoktan ulaşmıştın haritamızı çizerek; nedenlerini sembollerle belirterek açıklamıştın.
Hayatın tadı tuzuydu bu yaşadıklarım. Hiçliğinde hafif kokusunu hissettiğim birtakım duygular uzay sarmalında ne ifade ediyorsa karşıma alıp konuşturduğum aynalarda da sen yerimi bildiriyordun bana. Zihnimde beliren oyuncak mutfak dolaplarından küçük tencerelerle oynamak istediğim çocukça bir evcilik oyunun hayaliydi bu. Birkaç büyük laf edip boyumu aşan cümleler kurmuştum. Nilüfer’e göğsünün birini kaybettiren aşkla boy ölçüşmenin bedelini ödemeliydim. Otobüs büyüklüğünde ağrılarım kulaklarımı deliyordu. Apartman boşluklarında gülümseyerek selam verdiğim Haticeler beni üzmüyordu. Sadece yorgundum, doğunun soğuğuna atmak istiyordum kendimi. Anlamını süslü elbiselerle giydirdiğim ince makyajını pahalı boyalarla yaptığım hatıralarımdan bu şehirden kaçarak kurtulabileceğimi zannediyordum. İnsan kendinden nereye kaçabilirdi ki…
...içimin gülen yüzü :)
26/10/2019
Boşluk’um,
Çoğul bir toplu uymuşluk var tabiatın insana giydirdiği mucizevi tekrarda. Sabahın ışık çılgınlığıyla köşe bucağa kaçışan gölgeler yeni bir hükmedici günün emredici tahakkümünü giydiriyor ruhumuza. Yaş hızını akrepten alıp salise direksiyonuna geçip içindeki umarsız değişkenliğiyle yüzlerimizde bakış farkı yaratıyor. İç sesimin azarlarını duyuyorum karşıki dağların omuzlarına yüklenirken güneş. Güçlü oyunun aciz oyuncusuyum. Senin uslu ve sükûnla giden kaderine yapışmasaydım, kendi sabahlarına masumca uyanacaktın. O sabahta huzurun tatlı meyvelerini gülücüklerine asıldığın ağaçtan toplayacaktın. Dumanında kaybolduğun gömü hayallerinden taşıp balkon sefasında mum ışığı tecrübesi eden gözlerinle aşkına bakacaktın. Saplanıp kalmayacaktın ay ışığının nemlendirdiği çamuruma. Çamurun yapışkan kirli izinde kaybolan mavi misketlerini bembeyaz ellerinle aramayacaktın bataklığımda.
Köşeden rüzgâra kapılıp uçan solgun bir yaprağım, etrafına toz zerrelerinden küçük bir panayır kuran. Titreyen korkusuna dönme dolap döngüsü taht kuran. Yanıp sönen ışıltılarında renk girdabında hayalleriyle konuşan yabancı köyün komşusuyum. Üzgün palyaçoyu güldürmek gibi zor bir görevi boynuma borç karşılığı üstlendim. Gülücükleri olmayan meyvesiz bir ağacım; kesip dallarımı oyup, yontup yüzünde gülücükler dağıtan kukla olmaya niyetlendim. Ulvi amacım dallarımın arasında yaprak yaprak dökülürken kutsal yıldızımsı parlak düşler, budanmış yaralarımdan sızan reçineyi kibritle yakmak ve küllerimden hoşnut olacak krallar avutmak.
Bu acıklı sonbahar çaresizliğine tutunan şiirlerden bir demet yapıp kokladım her gün. Demet alabildiğince çeşitlendi kutsal mabedim olan kalbinin içinde. Oda oda dolaşıp şavkında pudrasız, rimelsiz, suskun dudakları rujsuz kadın imgeleri seyrettim duvarlarında. Duvarları hıçkırıklı bir aşkın hastabakıcı odasına oturan gözlerim pembe panjurlu küçük evinden sahilin dalgakıranını hüzün yağmuruna tuttu. Siyah beyaz film karelerinden akan rimel gibiydi dalganın gözlerimde tekrarlı yansıması. Kocaman dünyasında atlıkarınca tekrarı döngüsünde güneş mutfak penceresinden yansımaya devam ederken ben şiirlerinde akan bir kızılırmak gibi yarı kan yarı gözyaşı olup mevsim mevsim şehrine uğrayacağım. Hasretle oksijenine tutunup gökyüzünden sıvanan atmosfer renginde ciğerlerine dolacağım. Yaşama tutunan hücre zarından beslenip karbonlara tutunup üstümü başımı kirleteceğim.
Cumhuriyet bayramımız kutlu olsun...
Selam ve derin sevgilerimle.
Cumhuriyet Mondros'tan Önce Gelir
Bundan bir hafta önce oğlumla aramızda geçen konuşma:
- Ege, yarın mutfaktaki kırılan duvar saati yerine yenisini alacağım. Senin odandaki saat de bozulmuştu. Odandaki duvar için de bir tane alabilirim. Nasıl bir saat almamı istersin? Bir önceki örümcek adamlıydı. Yine ona benzer mi olsun yoksa süpermenli, batmanli, ironmanli bir şey mi? Hangi kahraman olsun üzerinde oğlum.
- Anne, bana ATATÜRK resimli saat al. Onların hiç biri gerçek kahraman değil. Ama ATATÜRK gerçek bir kahraman, hem de bizim kahramanımız.
Okudukça ve öğrendikçe heyecanımın ve sevgimin katlanarak arttığı Atatürk ve Cumhuriyet aşkımla hepinizi selamlıyorum. Düşünsenize daha Erzurum Kongresi sırasında tüm rotayı çizmiş ve bizi Medeniyete ve Cumhuriyete kavuşturmuş bir dehanın, ATATÜRK’ÜN evlatlarıyız. Onunla aynı topraklara basıyor olmak bile vatanımı canımdan çok sevmem için yeterlidir. Oğluma ATATÜRK’ü öğretebildiğim için hem onun geleceği hem de Cumhuriyet için içim rahat. Peki ya sizin?
“Zaferden sonra şekl-i hükümet Cumhuriyet olacaktır.”
Oldu! Daha 1919’un bir Temmuz gecesinde ATAM bizleri kul olmaktan kurtarmayı hedefledi. Emperyalizm’in yağlı urganı yorgun ve hasta memleketimin boynuna dolanırken, hiç kimsede umut kalmamışken O, daha o karanlık günlerde biliyordu. Biliyordu ki ATATÜRK, Mondros’un intikamı bu mazlum millet tarafından alınacak,Cumhuriyet tokadı tüm kan emicilerin suratına çarpılacaktı.
Atatürk bizlere armağan ettiği Cumhuriyet bu ulusun öz ve kıymetli değeridir. Cumhuriyete ve özgürlüğümüze kast edecek dahili ve harici tüm düşmanlarımızın elbet hesabı her zaman görülmüştür, görülecektir. Hiç kimsenin kuşkusu olmasın ki bu topraklarda yaşayan milyonlarca ATATÜRK, Cumhuriyet ve onun temsil ettiği tüm değerleri kanının son damlasına kadar koruyacak ve sahip çıkacaktır.
Nazım’ın da dediği gibi “Ateşi de, ihaneti de görmüş bir milletiz”. Biz öyle bir milletiz ki kanla sulanan bereketli topraklarımızda büyüyen Cumhuriyet ağacımızı içten ve dıştan saran tüm böceklere rağmen dallarında Türk bayrakları yeşerirken asla ama asla terk etmeyeceğiz. Cumhuriyetin ve istiklalin kıymetini en ağır bedellerle ödemiş bir millet olarak başımızı çevirdiğimiz her köşe başında karşımıza dikilen şanlı tarihimize, sokaklara ve caddelere isimlerini verdiğimiz şehitlerimize, atalarımızın kanının akıtıldığı,işkence edildiği, tecavüze uğratıldığı bu topraklara ihanet etmeyeceğiz.
Kendi tarihini unutmuş olanlar, hatırlamakla, bilmeyenler öğrenmekle sorumludur. Kendi içimizden çıkan hainlerin hala günümüzde bile emperyalizmin uşaklığını ettiğini, Sevri yeniden hortlatmak için türlü oyunlarla bizi yine içimizden vurmaya çalıştıklarını öğrenmek ve kavramak zorundasınız. Küstahlığın sınırlarının zorlandığı şu günlerde Mehmetçiğin ve Cumhuriyet’in yanında olup tüm Dünyaya ’’Türk kimmiş’’ yeniden hatırlatmak zorundasınız.Eğer ki biz Cumhuriyeti kaybedecek olursak biliniz ki artık o günden sonra özgür olmayacağız.
Taylan Sorgun’un “Mütareke Dönemi ve Bekirağa Bölüğü” kitabında yer alan bilgiye göre, Atatürk Fahrettin Altay’a, 1925’deki özel sohbeti sırasında bunun nedenini şöyle anlatır:
“Mütarekenin ilk günlerini hatırlarsın. Saray ve hükumet teslimiyeti kabul etmişti. Fakat ben bunu kabul edemezdim. Buna karşı koymakla bir çıkış yolunu temin ederek, bu mazlum milleti tarih sahnesinden silmek, ortadan kaldırmak isteyenlere karşı harekete geçmek için kendimi vazifeli saymıştım. Mütareke 30 Ekim 1918’de imzalanmıştı. Vatan parçalanmış, istilaya uğramıştı. Peki, 30 Ekim 1918’den bizim İzmir’e girdiğimiz tarih olan 9 Eylül 1922’ye kadar kaç yıl geçti? Dört yıl. 29 Ekim 1923’te Cumhuriyeti ilan ettik. İşte beş yıla sığdırdığımız büyük inkılap, bizim yaşadığımız şartlara duçar olmuş, hangi milletin tarihinde var? Bu mazlum millet kendisinin hakkı olan yere ulaşmıştır. Bütün dünya bunu görmüştür. Beni en çok mesut eden hadise, bu mazlum milletin hak ettiği bu yere gelmesidir. Mondros 30 Ekimdir. Cumhuriyet 29 Ekim. İşte bu da, mazlum bir milletin ahıdır. Sanırım ki o zamanki devletler bunu anlamışlardır.”
Sadece beş yılda Ulu Önder Mustafa Kemal ATATÜRK’ün önderliğinde başardıklarımızı yeniden hatırlayınız. Bu Cumhuriyet hepimizin ise ona sahip çıkmak görevi de hepimizindir. GÖREVDEN KAÇMA!
’’OLAĞANÜSTÜ 5 YIL
30 Ekim 1918: Mondros Mütarekesi imzalandı.
13 Kasım 1918: İtilaf devletleri donanması, İstanbul Boğazı’na girdi.
15 Mayıs 1919: Yunan askeri; İngiliz Fransız ve Amerikan savaş gemilerinin korumasında İzmir’e çıktı.
19 Mayıs 1919: Atatürk Samsun’a çıkarak milli mücadeleyi başlattı.
22 Haziran 1919: Amasya Genelgesi yayınlandı.
23 Temmuz 1919: Erzurum Kongresi toplandı.
4 Eylül 1919: Sivas Kongresinde manda yönetimine karşı çıkan karar alındı. Heyeti Temsiliye oluşturuldu.
23 Nisan 1920: Meclis Ankara’da toplandı.
30 Ağustos 1922: Büyük Zafer kazanıldı.
9 Eylül 1922: İzmir kurtuldu.
11 Ekim 1922: Mudanya Mütarekesi imzalandı.
1 Kasım 1922: Saltanat kaldırıldı.
23 Ağustos 1923: Lozan antlaşması imzalandı.
2 Ekim 1923: İşgal güçleri İstanbul’dan ayrıldı.
6 Ekim 1923: Türk askeri, törenle İstanbul’a girdi.
13 Ekim 1923: Ankara başkent ilan edildi.
29 Ekim 1923: Cumhuriyet ilan edildi.’’
D...
14/10/2019
Boşluk’um,
Yerçekimi kuvveti ayakta tutmasa bu yorgun dizleri, eğik başları ve tekerlerin döndüğü merkez kaç kuvvetinde aksları hayat ne değişik olurdu. Ağrılar yüz, göz ve baş çekimine muhalefet edip havadaki azota sarsaydı mesela. Karbondioksitten hesabı kesilseydi sancıyan düşlerin. Dirseğimi dayadığım masa ve sırtımı yasladığım sandalye konforunu bana verseydi de omuz ve sırt ağrılarım onlarda kalsaydı.
Uykusunu borç verseydi kahve bana da kalmasaydım bunalan mısra sokaklarında. Dolgun zeytinler dallarında söyledikleri kasım şarkısını hasat yağmurlarına saklamasaydı da kulaklarımın pasını yağlayıp gevşetseydi. Hüznümü yıkayan ekim güneşinin parlak aynasında kendimi seyrederken yandım biraz. Günlere dağılan baş ağrısı yüzümün göz komşuluğundaki sınırlarında göçebe çadırlarını kurup oturdu. Susamlarda dökülüp açılıp demetlerinden pazara düştü bile. Börülceler kurutulup paha hesabında müşterilere kiloda görücüye çıktı.
Merdiveninde oturduğum dar basamak kavisli yelpazesinde tarihin ince fikirli insanlarının bakış açılarını resmediyor. Tırabzanın manalı duygu kıvrımları karşı binanın oymalı ve kakmalı ahşap kapısına komşu olmaktan mutlu olmalı. Eteğim tozlu sokağın alengirli fısıltılarına bir kahve tadında örtü oluyor. İçimden karşı konağın beyaz badanalı büyük duvarlarından sarkan ermemiş portakallarını koklamak geliyor. Birbirine yakın bu sıkı fıkı dostluk bilmecesiyle muhabbet eden çatı katları çocukluk sayfamdan kitap okuma saatlerini gözlerimin önüne getiriyor. Küçük odalı, yeşili hep içinde küçük bahçeli terk edilmiş bu konaklar elim çenemde tatlı gözü açık rüyalara daldırıyor.
Sıkıntı yumağı nedensiz içimi bulandırıyor ama bir insan kalabalık cadde yalnızlığın hissinde… Dua iki büklüm sıkıntı yumağının merkezine inip sarmalı yavaş yavaş açıyor. Kısıtlı zaman zerreciklerinde yaratıcının belki sevdiği kelimeler kokuyor hücrelerimde. Sarmal sevdanın kayışı kopuk arabasından uçuruma düştüğünden beri kalpsiz dolaşan beynime dadandı.
06/10/2019
Hali Hazırda Boşluk’um,
Yeşilin yeşilden hesap soran güzelliği, mavinin usta ressam fırçasına utangaç pozlar veren çıplaklığı kasımın gözdeliğine tatlı şerbetler sunuyor. Yazarların parmaklarında harfler bu manzara sarhoşluğunda berheva hayallere sarılıp cümlelerin etrafında dönüp manada yanıp kavrulmuşluklarıyla ceset oluyor. Siyahlaşan bedenlerini okuyucuya feda ediyor. Yeşil ve maviden akseden sanat öpücüğü gözlerden kalbe yansıyıp aşk minvalinde kalplerde ya huzura kavuşuyor ya gözyaşı çiçeğinin bedeninde gökyüzüne ağıyor. Uzaklardan esen serin rüzgârın beyni titrettiği bu görüntü tatlı nağmeleriyle saksafonun içinde nefes alıp verince aşk dile gelmek için piyano ya da kemana ihtiyaç duymuyor.
Kitap sayfalarında vücut bulan mevsiminde hayat bulmayan düşler göz pınarlarımdan sarınca yaşama ince bağlarla tutunan aklım hayalin koca bir çınara kurduğu büyük salıncaklarda en yukarılara varıncaya kadar sallanmaya başlıyor. İplerin teker teker kopmaya başladığını anlamıyor bile. İpler Pinokyo sahnesinden savurduğu çocuksu pişmanlıkları taşıyamaz olunca yuvarlanan ruha suni teneffüs yapmak da işe yaramıyor. Nefesinin sıcaklığı soğuyan bedenimi ısıtamıyor. Son altınlarını tarlaya gömüp meyvelerini toplayacağı güne kadar saf hayaller kuran cesedi terk eden ruhum yapayalnız. Güneşin ellerini çektiği saçlarımdan yıldızlar bir bir dökülüyor. Küflü bir şiirin içinden sızan arka plan restleşmelerinden elleri böğründe kalıyor gönlümün. Erkeksi incitilmiş kavram tabloları gözlerimden şişleyip sonra kanlı şişi çıkarıp ensemden devam edip omurgamı da ihmal etmeden kitaba ekleniyor. Yatalak bir bedende ruhum müfredatı eskimiş modern mektepten mezun olamadı. Bütün derslerden kaldı.
Yenilen ruhum mu bedenim mi yoksa mısralarında gerçeğe dönüşen kabusta parçalanan kalbim mi… Bir yaprağın kavisli hüznüne tempo tutup yalpalayan sapına tutunabilir miyim… Kıyısına sancı sancı yapışmış ağacından kopuş şarkısına eşlik edebilir miyim… Bulutların uykulu gözlerinden güneşin tatlı umuduna bağlanabilir miyim… Çivisinde asılı özlü sözlerinden beynimin tekrarlı yankısına bir son verebilir miyim… Dünyanın çember çizen kader sunağına başımı sokup ruhumu boğabilir miyim… Yok hükmünde testisinden sabahıma zemzem döken şiirli suskunluklarıma bir nefes tazeliğinde sesli kelimeler ekleyebilir miyim… Çorak topraklarından kadimden kökleri ruhumun kılcallarını tutmuş terkedilme mesajlarına kayıtsız kalabilir miyim…
UNUTMA UNUTTURMA
Laik hukukun, medeni yaşamın, eşit hukuk düzeninin simgesi devrim yasamız Medeni Kanun 4 Ekim 1926 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Medeni Kanun, yurttaşların doğumundan başlayarak ölümünden sonrasına kadar özel yaşam ilişkilerini düzenleyen temel yasadır. Bu yasaya sahip çıkmaya, bu yasayı korumaya Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları olarak hepimiz mecburuz. Yasana sahip çık!
Bir kadın olarak Çağdaş, medeni bir ülkeye her sabah gözlerimi açabildiğim için kendimi şanslı hissediyorum. Ülkemizde yaşanan bazı gelişmeler biz kadınların geleceğe bakışı açısından endişe verici. Sahip olduğumuz hakların bizler için önemini, verilen hakların yaşam şeklimizin medeni bir çerçevede, insanca yaşayabilmemiz için ne kadar önemli olduğunun her doğan kız çocuğunun farkında olunarak büyütülmesi gerekmektedir. Bu kanunların, eşitlik içinde insanca yaşamanın kadınlar kadar erkeklerin de medeni bir ülkede hayatlarını sürdürebilmeleri için gerekli olduğunu bilmeleri, anlamaları şarttır. Her erkek bir anneden doğar, her erkek bir kız çocuk babası olmaya adaydır. Bunun bilincinde olunması eşitliğin herkes için değerli olduğunun anlaşılmasına fayda sağlayacaktır.
Türk Medeni Kanunu göre:
"Ailede kadın-erkek eşitliği sağlandı.
Evlilikte resmi nikah zorunluluğu getirildi.
Erkekler için tek eşle evlilik esası getirildi.
Kadınlara, istedikleri mesleğe girebilme hakkı tanındı.
Mahkemelerde tanıklık yapma, miras ve boşanma konularında kadın-erkek eşit hale getirildi.
Patrikhane’nin din işleri dışındaki yetkileri kaldırıldı.
Ve Türk Medeni Kanunu’nun doğal sonucu olarak, kadınlara siyasal alanda haklar tanındı:
1930’da belediye seçimlerine katılma hakkı.
1933’te muhtarlık seçimlerine katılma hakkı.
1934’te milletvekili seçme ve seçilme hakkı verilmiştir."
Eğer Medeni Kanun kabul edilmemiş olsa idi. Bizler şeriatla yönetilen bir ülkede yaşıyor olsa idik kanunlara göre kadınların hakları şöyle olacaktı:
1. Kocanızın sizden önce veya sonra ikinci, üçüncü, dördüncü eş ile evlenmesine ses çıkaramazdınız.
2. Eşiniz sizden bir nedenle ayrılmak istemedikçe hiç bir sebeple ondan boşanamazdınız
3. Kocanızdan şiddet görseydiniz ondan şikayetçi olma hakkınız, dava açma hakkınız, ondan boşanma hakkınız olmayacaktı
4. Kocanız sizi istemediği için ya da onun vicdanı ve keyfi izin verdiği için ondan boşansanız bile çocuklarınızı görme, velayetini alma, çocuklarınız üzerinde yasal hak talep etme hakkınız olmayacaktı.
5. Kanunlara göre :
- Kendi başınıza motorlu taşıt kullanmanız
- Bisiklete binmeniz
- Su sporları ile uğraşmanız, yelkenli, yat, gemi vs kullanmanız
- Erkeklerin elini sıkmanız
- Topluluk önünde, topluluk içinde konuşmanız
- Oy kullanmanız
- Muhtarlık, belediye, Milletvekili vs vs seçilme hakkınız
- Siyasete herhangi bir şekil ile girmeniz
- Derneklere üye olmanız
- Çocuk istememeniz, istediğiniz kadar çocuk doğurmanız, kürtaj yaptırmanız
YASAK!
Kocanız veya bir aile büyüğünüzün izni olmadan
- Çocuğunuza isim vermeniz
- Seyahat etmeniz
- Kiralık bir evde veya bir otelde tek başınıza kalmanız
- Bir işte çalışmanız
- Çarşafınızın rengini değiştirmeniz
- Bir işte çalışmanız, para kazanmanız
- Yüzünüzü göstermeniz
- Sevdiğiniz veya sizin tercih ettiğiniz kişi ile evlenmeniz
YASAK!
Medeni Kanun eğer kabul edilmese idi, ATATÜRK biz kadınlara insanca yaşamamız için gereken hakları vermemiş olsa idi yasalar çerçevesinde yaşamak zorunda olduğumuz hayatı lütfen hayal ediniz.
Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ü saygı ve şükranla anıyorum.
D...
18/09/2019
Merhaba Boşluk’um,
Akide şekerinin tadını, bir saati bulan otobüs durakları misafirliğimden beri alamaz oldum. Beyaz dumanlı fabrikayı oysa hiç karıştırmazdım siyah dumanlı olanından; birinde teyzemin kocası diğerinde rahmetli dedem çalışıyordu. Hatta Eskişehir yolundan İstanbul yoluna çıkmak için yürümüşlüğümüz de vardır minik ayaklarımla devasa fabrikanın şeker pancarıyla dolu bahçesinden. Ne çok seyrettim tren beklerken istasyonlarda seni ben. Oysa yapay tadıyla ne akide şeker ne çikolata tatlı artık.
Yokluğuna alıştım; yaratıcıya kimsesiz şımarık gözyaşlarımı gösterip köşe bucak düşündüm seni. Bazı zamanlar öyle dayanılmaz ve boğucuydu ki uykunun ellerinde teselli buldum. Yine öyle yaparım, sensiz şeffaf duvarlı gün dönümleri çığlığımı duyar bir. Ve öyle alışmışım ki bağrıma basmayı insan sevgisinin türlerinde senin yansımalarını, dokunsam parmak ucuna dünyanın bütün duvarları üzerime çökecek. Parmağın duvarın altında kalacak, belki mezarıma kesilen parmak ucunu da koyarlar. Yaratıcı dört bir yanımdan beni sevip kollarken hiç hazır değilim. Başımda beton hüznü, bedenim taşımakta takatsiz. Zihnimde, koskocaman hayal dünyamda uyuklayan vicdani unsurlar… Kılıçları hazır kuşanık bekliyorlar. Ayaklarımın güce ihtiyacı yok, düşüncem alıp götürür boşluğa.
Günler, birbirinin ikizi olup zeytin yapraklarıyla birlikte tozlanıyorlar içimde. Bir gün toz duman hayaller gibi anda kaybolup gideceğim. Zaman kelimesinin kavrama dönüşeceği maddenin manaya kavuşacağını bekleyen sanrı beni gafil avlayacak. Krem sürmeyi sürekli unuttuğum ellerim ve hiç boyamadığım saçlarım olmamışlığa habersizce savrulacak. Mühlet bitecek, ceplerimizde ne var ne yok dökeceğiz sofra bezinin içine. Toplu duygu birikimlerimiz hesap cüzdanlarından taksim edilecek alacaklılara.
Sevdiğim Boşluk’um farklı dünyalarda yaşarken, nefes tüketirken sorumluluklarımıza gücümüzün yettiğince nasıl zaman çalabiliriz ki doluluktan… Yokluğuma ruhumun adanmış sefilliğinde bu çevre unsuru ince zincirini bağlamışken; duygularımın çağlayan sesinde kulaklarımın zarı delinmişken ölümü dilemekten başka ne yapabilirim. Kendimden başka kimi bu sarsıntısı yok hükmünde zihnimde kavilleşen sebep sonuç uçurumuna düşmekten suçlu addedebilirim. Bilmezsin, ruhum bu yengeç kıskacında kaç parça; köşe bucak savrulmuş roman çatışmalarında vurulup acıklı kahramanın kaybetmiş kumar masasında tefecilerden medet ummakta…
Zerrede manaya kavuşmuş fikirde iblis kancalarıyla kaç hücresinden imtihana tutulmuş bu hazin hayat mecburiyeti sende ve bende Haşim’in aradığı manayı bulabilir mi? Hangi anlayış kalpten akla giden bu zirvesinde etrafı toz duman denge basıncıyla uyuşan ruhu, madde kucaklarına gömen çare arayışları için suçlayabilir… Yükü dağ hacminden ağır dünya bu serin rüzgarların kucağında tatlı tatlı avunan duygusal gönle sabır taşından kolye yapıp verse zincirden sarkan soğukluğuyla kalp kadar dayanıklı olabilir mi…
Çare sende şiir güzelliğinde şekil bulan pürüzsüz mavi bir heykel. Sefil ruhum dokunmak için uzanan parmak uçlarını bantlamış. Bir gün dayanamayıp gök kubbeyi kendi başıma yıkacağım, biliyorum. O güne kadar ölmeyi diliyorum.
?t=5
11/09/2019
Gözlerimdeki Boşluk’um,
Biraz önce toz aldığım bezi sabunla yıkayıp sıktım. Kuruması için çamaşır sepetinin kenarına astım. Hayatımı devam ettirmem gereken nefeslerimden birini farkında olarak yaşadığımın teneffüs ettim. Hava ağırlaşan göğsümden girip çıkarken tabii hayat akışının rutine selam verdiği bir sabahtayım. Akışın bana verdiği saat çizelgesinde “Sağlık için temizlik!” sloganına binaen görevimi tam tamına bitirmiş bulunuyorum. Üstelik radyo üçten dinlediğim enfes klasik müzik henüz bitmemişken… Şu salınımı süresinde kendiliğinden yörüngesinde giden hayatım senin maviliğinde renk buluyor tatlım. Merhaba ve kocaman sıcak bir gülümseyişle canımın ta içi…
Sen atışlarında kalbimin katlı tertemiz kıyafetisin; içinde serseri aşkımın dolup taşıp her saniye üstünü kirlettiği yaramaz çocuğum ben. Avuçlarımda zamanın kırmızı toprağında su karıştırıp tencere yaptığım çamur izleri var. Yüzümde kalan çamur izlerinde dudaklarının haritası gizli. Haritaya bakınca kulak arkasından enseye gizlenen oradan da boyna uzanan patikada ayak izlerin parlıyor. Kalemim elimden düşüyor ve hiçbir şey yazamadan seni düşlüyorum. Düşlüyorum sakince… Kelimelerin arasında utanarak gezinen ev kaçkını bir kız oluyorum. Güzel güzel aralarında dolaşıp onları incitmeden kokluyorum. Bazıları kahve bazıları mavi kokuyor. Bunlar canımın ta içi hep seni bana hatırlatıyor. Hatırlamak ne kelime tabiatın dünyayı şekillendiren billur taneli her zerresinde senin aşkını soluyorum ben.
Şu anda atmosferde kulağımda can bulan bütün sesler senden dalga sinyalleri gönderiyor yüreğime; güllerle dolu bahçende kelime kelime nefeslenirken ince ince ruhuma doluyorsun. Ruhumun dehlizlerinde gezinip çaresizce bekleyen zaman kafiyesine bir redif daha ekliyorsun. İçine hapsolduğu bedenin acı girdabında dönüp duran ruhuma aşk tazeliğinde şiirler konduruyorsun.
Daha iki gün önce uyanmışlığın kuytu kıyılarında gezen uykulu ruhumu ziyaret ettin. Elimdeki telefonu tatlı bakışlarla yanıma yaklaşıp bakmak için aldın. Sonra ya uyanıktım bu sinema gerçekliği anda ya da rüyanın etkisinde son bulmuşluğuna inanamadan uyudum. Mutluluk kıyılarında gezen yavru bir karettadan; denizine kavuşmayı hayatı pahasına isteyen iliklerine kadar bu aşkla ıslanmış bir ölü ruhtan ne beklenirdi değil mi?
Akasyanın altında öğle güneşi son kalan yeşil yapraklarını da eylülün saçlarına konfeti dökmek isterken içimin sen acıyan tarafı çaresizce ortada kalmıştı. Siyah pantolon eteğimin izniyle tahta bankta bağdaş kurup oturan benin serinliği ve hoşluğuyla gömleğime dokunarak ruhumu okşayan rüzgârdan bir korkusu yoktu. Damla sakızlı Türk kahvemin yarısını taşırken dökmüştüm bile. Hafif de soğumuştu galiba. Ama kimin umurundaydı ki… Birkaç çekirdekli siyah kuru üzüm ağzımda sükutun gizemli tadını kahve ılıklığında yudumlamama yardım ediyordu. Münzevi bir kahve tanesi olup ağaç kovuklarında gölge çalıp en serininden senle sohbete bile başladım. Bilmecelerin aşkla sorulduğu gözlerden nefis bir melodi eşliğinde İnci Çayırlı sonbahar yelinin sürmesini gözlerime çekmeme izin verdi. Yağmur olup yüzümde sürmeden yavaşça kıvrılan sel sularından çamur olup aktı şal desenli açık yeşil gömleğimin üstüne. Akasya bu arkadaşlığımdan memnun mu bilmiyorum ama omzum ona yaslanıp yas tutmaktan hiç şikayetçi değil.
İplik olup bulut tutsaklığından çam iğnelerinin arasına karışıp düğümsüz halı olan yağmurun saçlarını kimse taramadı bugün sevdiğim. Üstelik boncuk boncuk buzdan dağılan gözyaşlarını da kimsenin toplamasına izin vermedi bulutlar. Yazdan kalan ne varsa yıkadı geçti.
Çizgili Gece
Ayı ışığından soğuyup
Duygularına hicret saati gelince
Kesiliyor uyku sularım
Gece gece
Örümcek ağlı rüya
Sarınca yumak ipek elleri sımsıkı
Yapışkan ağlar kıyafetimden sarkan
Kapısı aralı
Saçlarımdan uzayan ağlı ağrı
Gece yüce
Uykular zincirde halka
İsotlu sen rüyalarında
Yanan kalbimin illetine
Tek lokman
Rüyamı aydınlığa boğan reçete
Senli meşru bir secde
Gece dinlence
17/09/2019
18/08/2019
Kaybolan Boşluk’um,
Ağır nem sarkacının denizden uzadığı zamanları yaşamak bunaltıcı geliyor. Mutfak balkonunun kapısından sarı yer döşeğinde oturarak seyrine daldığım yılların gövdelerinde görüntü bulduğu çamlar ve karı buzu eriyip akmış Bey Dağları… Kakülüm ara ara gözlüğümün önüne düşüyor bu manzaraya bakarken hafif esen yağmur kokulu serin yel saç tellerimi kurumuş otları savurmak ister gibi hafiften titretiyor.
İçim buruk, nedenini yazıp zaten hayata memnuniyeti nem sarkacı kadar rahatsız olan beyin frekansının ibresini düşük sayılara çekmek istemem. Sabah uyandığımda nerede olduğumu şaşırmış beynime birkaç hatırlatmada bulundum. Geniş merdivenli, büyük tavanlı, sıra sıra gençlerin dolaştığı bir yerden yeni çıkmıştım. Pileli uzun eteğimle birini arıyordum, kapılarda isim yazmıyordu. Sonra beyaz gömleğinle sen sarı parlak kaygan mermerimsi tabandan bana doğru yürüyerek geliyordun. Saçların sola doğru taranmıştı. Kısaydı. Eskisi gibiydi. Yalnız gözlerin bana aşina bakışlarla derin bir üzüntünün yıllara dağılmış yorgunluğuyla selamsız baktı, hızlı ve tanıdıklık vermeden geçti, gitti. Devamında beliren tanıdıklık sinyali veren yaşlı saygın yüzler, sesler… İçimdeki üzüntüyü ve yalnızlığı koca tavanlı binaların boşluğu tarif edemez. Yansımasında Bey Dağları yakasız tişörtümden aşağı damlayan gözyaşlarımda saçlarını da tarayamaz. Ya sürekli belediye hoparlöründen hışırtılı ses dalgalarıyla ruhumun tuzlandığı ölüm haberleri… “Allah rahmet eylesin!”
Tam soluma dönünce bir traktör geçiyor yankısı arka fonu oluşturan sıra dağların karsız zirvelerine belki ulaşmayan. Dizi dizi beyaz naylonlanmış seraların arkasında sıkışmış bir portakal bahçesini kucaklayıp iğne yapraklarıyla seven çam ağaçları seyreltilmiş yeşil ormanın başlangıcını oluşturuyor. Sırtımı kapıya dayayıp altında yayılan keçi ve koyun seslerini ağustos böceklerinin fonunda ara ara dinliyorum. Tok çan sesleri adını bilmediğim birkaç kuş sesi arasında bu ses harmonisinde kapının bana açılan tarafından kulağıma geliyor. Apartmanın altından yükselen tiz horoz sesi bu melodinin eksilmez zaman ayracı gibi. Seraların arasındaki toprak yoldan irileşmiş cüssesiyle bir genç geçiyor elinde ekmek torbasıyla sola dönüp bakış açımdan kayboluyor.
Uçarken huzur verici rahatlatıcılığı kelimelere sığmayan bir güvercin biraz önce manzarayı bozan elektrik direğine kondu. Yine binanın altında sevimli mi değil mi hayalimde sesinden hareketle canlandıramadığım bir köpek, karşıdan sesi ara ara gelen diğer bir köpeğe havlıyor. Bir adam karşıda tek duran iki katlı evin bahçesinde ayakta irileşmiş gülleleri suluyor. Şimdi yola doğru çevirdi hortumu. Mutlu mu değil mi yüz ifadesinden anlayamayacağım kadar uzak.
yahu niye unutuyorum ki ben buraya uğramayı,
Az evvel küçücük bi sivriye: "git işine git. Ölümün elimden olmasın " . Ilginci bu degil. Sivrinin gidişi...
Rüzgârımı Topladım Gittim
Kayaların oyuklarında damla damla işlenmiş saadet aldanışları
Köpürtüp çılgınca yeşilin içindeki yosunlaşmış kaygan kahrını
Diş diş söküp yüzüme tükürürken hüznü kıyısında bekliyor
Tuzlaşmış yorgun dalga artıklarını serin rüzgârında sağıyor
Yar olup yüzümde ışıltısı dans eden gündüz yakamozlarına
Sokulup tuzuna göz suyu cilası çekilen sivri kayalıklarına
Şiirleri gözlerimden toplayıp denizli adada zeytinler salınırken
Okuyup bir bir çıplak ayaklarımda mana köpüklenip dağılırken
Hüzün ensemde toplayıp kulak arkası kelimelerin buğulu sılasını
Kayaların siyah kumaşına işleyip yankısı kristalleşen beyazını
Narin rüzgârlarıyla davetkar dansı kayaların çağıltısı ruhta
Çeyizlerin hasta dantel buruşukluğu katlanıp artarak dalgada
Saat şiir dokulu oyuklarında tarihi yorumlayan şair doğan
Kelimelerin ağustosunda hece hece öten çam kokulu divan
Oyuk zaman derinliği kıyı coğrafyasında çizip deltalar
Aşırdığı şiirleri dinleyip koynunda mısra mısra uyuklar
Ucunda şımartılmış ılık masallar parmak izinde kaybolunca
Uçurum dizinde dalgalar yosun mavisi şiirler tarayınca
Sayısı kendinde saklı suskun güneşler altın saçıp göz kırpar
Ruhuma basan yangın beşibiryerdeler gözbebeklerimi kavrar
Mavide buluşup altından kelebekler hep titreşerek suda
Gözlerimde nazlanan kör ışıltı lacivertte oldu sarı nokta
Hüznümü kırbaçlayan dalgada beyaz öfken köpük köpük
Yanağıma değdi tuzu rüzgârdan solan buruk bir öpücük
Sivri kayalar hırçın kelimeler döşeği sesime ket vurunca
Tokat yüzde divandan maşuk sefil biçare gamlı kovulunca
Cümlelerini denizden kelime kelime toplasın gitsin artık
Harf harf öpüp kıyılarını ayrılsın gelin git kumsaldan utanıp
29/07/2019
Gelemem ki…
Küçük bir dünyam var gözkapaklarımın ardında
Ritimlerini belirleyen melodisi ağrılı kulaklarımda
Hangi enstrüman hangi saatte çalarsa çalsın burada
Kuralları belirlenmiş bir yazgı var notalarında
İmza kalemle yazılan bir addan daha fazla anda
Anlamı yüklüyor vicdanı sızlatan damara daha
Sonumu iyi görmüyorum huzura artık elveda
Kalbim ve aklım hem fikir gecikmiş intiharda
Doldurmam gereken boşluklar çok fazla
Acıdan kurtulamıyorum ne yapsam da
Kanepelerin canına okuyup sabunla suyla
Camların çamurunu sıkıp durulamayla
Fayansları ovup uğraşıp parlatmakla
Sıkıntımı yatıştıramıyorum bunlarla
Kitaplara sarılıyorum candan yakın da
Serzenişlerin çığlığı hep kulaklarımda
Artık ben ne iflah olurum burada
Ne de huzurlu olurum yârin kollarında
Acı bir hüzün oturup kaldı bağrımda
Korkulu Boşluk’um, 27/07/2019
Benim yaşamımdaki doldurulmaz boşluk çocukluk çağımdan çıkmamla başladı. İnsanlar bir vesileyle tanışıp olağan sürecinde hayatın, içgüdülerinin de etkisiyle anlaşıp bir şekilde sonuca ulaşıyorlardı. Benim etrafımda sosyal anlayışların sınırı içerisinde teklifsizce adlandırabileceğim cüretkâr davranışlarım olmadı. Belki ben böyle olmasını istediğim içindir belki de mizacımdan kaynaklanıyordur. Kardeşlerimin annemi telaşlandıran, babamı sinirlendiren girişimleri bu sosyal çevre anlayışının ne kadar esnek olduğunu da gösterebilir.
Aileler çocuklarının mürüvvetini görmek istiyorlardı. Gençler de heyecanlarını mizaçları yönünde kendi anlayışlarına göre uyum sağlayabilecekleri kişilerle paylaşmak istiyorlardı. Bazı kız babaları uygun çevre seçip maddi yükü önemsemeyip iyi kısmetler bulmak için mekân değiştiriyorlarmış. Bu da anlayışla karşılanabilir; bir baba hassasiyeti ne de olsa. Böyle bir düşünce ufku farklıydı tabii. Aynı evde yaşayan çok farklı insanlar olmak zıtlıkların daha kapıdan girer girmez başlaması demekti. Hayatın yaşanmasının ne kadar zor bir süreç olduğunu günün getirdiği mecburiyetler bütün soğukluğuyla yüzümüze vururdu.
Sen o güzel mavi gözlerinle hak edilmemiş bir şansım olduğunu, aşkın sihirli şarkısıyla kulaklarıma fısıldıyordun. O kadar mutlu etmiştin ki beni, o kısacık zamanda. Başkaları sende ne görüyordu bilmiyorum ama yanımda hissettiğim arkadaştan öte bir sıcaklığın vardı. Senden korkmuyordum çünkü çekingendin. Gözlerine baktığımda tatlı bir hüzün kalbimi sarardı. Hiç ürkmeden yanında durabiliyordum ne bakarak ne de konuşarak beni rahatsız etmiyordun. Yani gerçek olamayacak kadar güzeldi. Bir defa girmiştin yüreğime ve yerleşmiştin sessizce, yavaş yavaş, hiç çıkmamacasına. Hiçbir şey sana evet dememe engel olamazdı. Yokluklar beni yıldıramazdı, bir ayakkabıyı yıllarca giyebilirdim, aynı yemeği her gün yiyebilirdim. Yeter ki o huzuru gözlerinde ve yüreğinde göreyim.
Öyle hayat hikayeleri dinleyerek büyümüştüm ki yaşamaktan korkar olmuştum. Aile kadınları bir araya gelir gelmez, bu çok sık olurdu, başlarlardı maziden hüzün sayfaları çevirmeye. Yoğurulmuş hamuru mantı kıvamında çimdiklerken, yün diterken, dikişte teyellemeye yardım ederken… Nasıl iç parçalayıcı, insanı rahat nefes aldığı için utandıran… İnsan yapımı planlıydı bazıları, bazıları da düşüncesizlik eseri karşı tarafa fedakarlığın en üst merdivenlerine tırmanma mecburiyetiydi. Üvey anne bu anısı geçmişte gerçekleşen tarihi sayfaların ete kemiğe bürünmüş acıklı kısımlarını teşkil ediyordu. Üvey çocuğun acılara o zamanın şartlarında yastık uçlarını ısırarak tahammül etmişliğini ibret kaydedici kulaklarımızı açarak can kulağımızla anneannemden dinlerdik. Tahammül sınırlarının mizacın demir kalkanına eklenen maddelerin cinsine göre hayatın orta yerinde hava niyetine acı su niyetine kahır olduğunu kız kardeşlerden birinin hastalıktan yitip gitmesiyle beynime yazdım. Diğerinin tahammül sınırının yaşama odaklı olduğunu ise göğüslerine pamuk konularak evden başka bir eve çile doldurulmaya gönderildiğinde kalbimle anladım.
Savaşların acı hadiselerinden gözyaşı kraterleri oluşturdum beynimin köşelerinde. Zihnime ulaşan her gerçek sayı hayatın matematiğine ait gözyaşı olup akıyordu hafızama. Bazen bir geçek kesit canlandırmasında nefes alıp verdiğim anın korkutuculuğundan zihnimi çıkarıp normal bilinen hayat gerçeğine geçmek için saatlerce çabalıyordum. Bilgisi zihnimde kendi gerçeğini depolamış acı hadiselerin varlığı hatta olmuş olabilme olasılığı bile kabuğuma gömüyordu beni. İnsanları çok sevdiğim kadar çok da korkuyordum. Boşluklarımın çoğu korkuyla doluydu; toplumun aynı fikirde birleşip kendinden olan yakın mesafedeki değişik düşünceli saygın ve kibar insanlara kapalı mekanlarda çay içme yasağı getirdiği günlerde bunu çok daha kuvvetli hissettim. Çay içmek yasaktı kahve içmekse serbest. Peki kahvenin içine mütemadiyen düşen gözyaşları kimin umurundaydı. Kahvenin şekerli olup olmaması bir çay tiryakisi için hiçbir önem arz etmiyordu. Kahveyi kâğıt bardakta verirken içine saçlarından kepek düşüren işletmeciler neden gülüyordu. Zihnim kepeksiz çay içmek isterken dışarıdan aldığım çayı neden bahçeye girerken çöpe atmak zorunda kalacaktım. Ya da bahçe kapısında çayımı bitirmek zorunda olmalıydım. Işıkları kapatıp gecelerce çay ve kahve arasındaki farkı düşündüm. Kahveyi sevenlerin çay sevenlerden devirlerin kıskacında kalmış çaya zulmedercesine intikam aldıklarını kaşık havasında oynarlarken anladım. Kuzeyliler ve Güneyliler felsefesinin silahtan soyunmuş halini andırıyordu.
Bütünü arz eden bu tepside sen yanımda yoktun. Yalnızlığın salıncak kurduğu şehrimde rüzgâr siluetini yüzüme savurup gözyaşlarıma yapıştırıyordu. Yol ikiye ayrılmıştı parmaklarından bizim için çizdiğin haritada. Sen öndeydin, nefesin ve damarlarından akan güçlü kanla on sekiz yaşını bitireli beş altı yıl olmuştu. Ben de ailemin acıklı hikayelerine köşe bucak saklanarak ağlamayı azaltmıştım. Yabandım kendi çevreme, bir gruba giremiyordum ki hala öyleyim. Harita açık ve net çizilmişti. Ellerin Ferhat’ın çıkıp delemeyeceği benim aşamayacağım küçük ölçekli yükseltiler belirlemişti. Bu harita bir yönüyle geleceğimizi de gösteriyordu. Kararlı ve koyu renkli sert çizgiler derin vadilerle ayırmıştı yollarımızı. Senin şehrine açılan bütün yollara tabela bile konmuştu; herbir patika dahi beni üzecek sürpriz tuzaklarla doluydu. İş bitiriciliğin hayranlık uyandırmıştı bende. Kesin bir sonuca çoktan ulaşmıştın haritamızı çizerek; nedenlerini sembollerle belirterek açıklamıştın.
Hayatın tadı tuzuydu bu yaşadıklarım. Hiçliğinde hafif kokusunu hissettiğim birtakım duygular uzay sarmalında ne ifade ediyorsa karşıma alıp konuşturduğum aynalarda da sen yerimi bildiriyordun bana. Zihnimde beliren oyuncak mutfak dolaplarından küçük tencerelerle oynamak istediğim çocukça bir evcilik oyunun hayaliydi bu. Birkaç büyük laf edip boyumu aşan cümleler kurmuştum. Nilüfer’e göğsünün birini kaybettiren aşkla boy ölçüşmenin bedelini ödemeliydim. Otobüs büyüklüğünde ağrılarım kulaklarımı deliyordu. Apartman boşluklarında gülümseyerek selam verdiğim Haticeler beni üzmüyordu. Sadece yorgundum, doğunun soğuğuna atmak istiyordum kendimi. Anlamını süslü elbiselerle giydirdiğim ince makyajını pahalı boyalarla yaptığım hatıralarımdan bu şehirden kaçarak kurtulabileceğimi zannediyordum. İnsan kendinden nereye kaçabilirdi ki…