Yazmak deneyimlerle oluşur, başta okuma deneyimi gelir hep. Sonra yazma… bunların sürekliliğiyle biçimlenip gelişir. Yazmak yaşadıklarını anlatmak değildir. Bellek yazı aurasının sırlı kuyusudur. Okurken kendimizi görünce bunların ayırımına varıyoruz. Sonra da yazı ile nelerin anlatılabileceğini düşünmeye başlıyoruz. Oralarda gezinmek, gidip gelmek keşif duygusunu geliştiriyor insanın. Adeta hayata ve iç dünyanıza tanıklık ediyorsunuz. Okuyarak edindiğimiz ‘’özel dünya’’yı zamanla yazarak kurmaya yöneliyorsunuz. Sayın Canan Sergül’ün ‘’İnsanlığın Kitabını Yazdım’’ eserini işte bu bakış açımla değerlendirdim. Asla gereksiz bir övgü değildi yazdıklarım. Bu kadar açıklama yapma nedenim de gereksiz bir övgü olmadığını anlatmak içindi
Canan Sergül gerçekten bilgeliğini, bilgilerini kendine saklamadan okuyucuya aktarmıştır ki asıl ben teşekkür ederim Antoloji arkadaşıma… BİR GECE VAKTİ
BİR KİTAP… DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ YAZARI DA ANTOLOJİDEN İÇİMİZDEN BİRİ
‘’sil baştan başlamak gerek bazen ‘’hayatı sıfırlamak’’
‘’ İçine dönen bir yazar ve onun biriktirdikleri Canan Sergül-İnsanlığın Kitabanı Yazdım’dan bahsediyorum. Biriktirdikleri içinden taşınca böyle bir eser çıkartmış. Bakın içine dönmekle ilgili ön yazıda anlattıkları; ‘’…Bir kez içinize döndüğünüzde artık oradan çıkmanız mümkün değildir. Çünkü orada artık bir dünya olduğunu farketmişinizdir…’’ Bu dünya bilgiyi kendine saklamayanlar sayesinde ayakta kalıyor, Canan Sergül bir filozof değil öyle bir iddiası da yok zaten; ama bilgiyi başka kuşaklara aktarma zorunluluğu yaşıyor, eserin amacı da bilgiyi aktarmak, çok da başarılı bence. ‘’Cennetimi kendim yarattım ve cenneti yaratmak isteyenlere adandım’’ diyor amaç menifestosunda. Sonra akıl ve zeka konusunu inceliyor önemli ip uçları var burada, özgürlükten birey olmaya kadar anlattıkları, vicdan, ahlak konusu en ince detaylarıyla kitapta, okurken düşündürüyor, içimize bakmamızı sağlıyor… ‘’Zamanın ötesinde bir var oluşun hikayesidir insan’’ diyor. İnsanın yaşam dansında yerini alabilmesi için katkı sağlamayı anlatıyor emeğine sağlık yazarın.
Odamdaki sesde şarkıcı ‘’… hayatı sıfırlamak gerek..’’ diyor. Sanırım kitap bize bu yolu gösteriyor. Sil baştan… yeniden… BİR GECE VAKTİ
Bazen gitmeyi seçtiğim için yazdığımı düşünürüm. Gidip yeni mekanlar bulmam, yerlere bağlanmam, yeni insanlar tanımam, dostlar edinmem okumalarımı çeşitlendirmem, yeni defterler açmam… İşimi çok sevmemim en büyük nedeni bu; burada sadece tek bir sayfada kendime yazıyor olmam ve hatta okunmadığımı düşünmem de bana özgürlük sağlıyor. Kalemlerimi hep bu yüzden renklendiririm. Ama daha önemlisi hayatın farklı yüzlerine bakmak/anlamak, zamanın dilini öğrenmek için yazarak gitmeyi seçiyorum.
Ama Asla yalnızlığıma çare arayan biçare değilim. Herkes kadarım. BİR GECE VAKTİ
Yalnızlık bir yağmura benzer, Yükselir akşamlara denizlerden Uzak, ıssız ovalardan eser, Ağar gider göklere, her zaman göklerdedir Ve kentin üstüne göklerden düşer.
Erselik saatlerde yağar yere Yüzlerini sabaha döndürünce sokaklar, Umduğunu bulamamış, üzgün yaslı Ayrılınca birbirinden gövdeler; Ve insanlar karşılıklı nefretler içinde Yatarken aynı yatakta yan yana:
Yalnızlık tercihtir, o halde neden yakınır ki insan? Ya da bir kişinin yokluğu kalabalıklar arasındaki içsel ıssızlığa sebep olur ki bu da aşılmayacak bir dağ olmamalı! Sayfalara döküldükçe de artan şey gerçek yalnızlık mı? Yoksa gitgide kendini tanımak ve bundan daha fazla haz almak mi? Eğer öyleyse daha da keşfetmek mi kendini? Peki insanın kendine yönelmesi onu yalnızlaştırma değil de insanları daha iyi tanımak için bir adım ve onlarla daha kaliteli iletişim ve daha istediğimiz niteliklerde insanları hayatımıza sokmak için yeniden yapılanmak değil mi? Yazdıkça dağılır sayha sayha sayfalara yağar yağmur misali kelimeler. Ve yeni çağ açar aklının Dünyasından yüreğine…
‘’Ah benim belalı başım, ah benim yalnızlığım’’ diye süregidiyor şarkı. Ama gelin görün ki, içimdeki yalnızlıktan kurtulmaya yetmiyor hiçbir ses. Gözümü kitaptan ayırmıyorum. Kopuyorum o seyirden. Altını çizdiğim satırları bir kez daha okuyorum. Yaşadığım yerden uzaklaşıp uzak yerlere giderken, yazarak var olmaya çalıştım hep. Gittiğim her yerin rengini kokusunu yazdıklarıma taşısam da oralı olamadım hiç. İçimdeki çöl yalnızlığının sanrısını da döktüm yazılarıma… Öyle ki, yazmak, bazen bir kurtuluş çığlığı benim için. Yazmayı seçenlerin gitmeyi de seçtiklerini düşünürüm Yazdıkça, yazarak biriktirdikçe içlerinde genişleyen çöl yalnızlığı onları çoğunlukla sürünün dışına iter.
Çocuk sesleri, çığlıklar, zamanı eskiten bir müzik avaz avaz, bezgin bakışların teslim olduğu dedikodulara gül açtıran büyük halamın güneşi yüzüne alan hali… Evde olmak; bahçeme kurallara uyarak yasaksız giren çocukların şen sesleri güne evimde başlamanın hazzını yaşatıyordu. Sözüm ona dinlence mevsimindeyim. Güz geldi, hava döndü, gözyaşlarıyla ıslandı toprak. Bereket beklentisi göğü yere indirdi. Yani ‘’Yer Demir Gök Bakır’’ zamanı… Avutmuyor bütün bunlar beni. Çöl yalnızlığı bastırıyor, tıpkı zemheri gibi. Gölgede kalmak nafile, unutulma bilinciyle yeknesak bir zamanın dervişi kesilmeye de gerek yok!
Bu güz havasında, o yalnızlık labirentinde pencereme, kahveme yansıyanlar bunlardı. BİR GECE VAKTİ
Canan Sergül ‘’İnsanlığın Kitabını Yazdım’’ da diyor ki …’’bir insan kendisine nasıl davranıyorsa diğer insanlara ve hatta tabiata da öyle davranır….’’ Ne kolay bir tanımlama, hemen yanı başımızda bize bizi anlattırıyor. Hatırlamak tatlı şeydir. Gecenin sessizliği buna yol açar. Sessizlik, özleri bakımından ürkek, kaçıcı olan ve gelip yaşayan dostlarının kulağına bir şeyler söylemek için karanlık ve yalnızlık isteyen ruhları uysallaştırır. Kendimizle olduğumuz an, kendimize baktığımız an’dır. Tüm bunları ve Sergül’ün yazılarını düşünürken boğuntulu bir havanın bizi çekip götürdüğü gölgelerde ne yapılabilir, diye sormadan penceremden bahçemde olan bitenleri gözlüyorum bir yandan da Günlerin, hem de çok uzun yaşanan günlerin yorgunlukları henüz üzerimden çıkmamışken… Büyük halamın ziyarete gelecek olması da ne eziyet!
Uzun yolculuklarımın en güzel yanı evime kavuşmak sanırım; kitaplarım, yazılarım masam beni bekliyor oluyor. Kendime başka ses ararken yaptığım, yaşadıklarımın anlamını bölüşmek. Benim bu arayışım hiç bitmez, nereye gitsem, ne işe tutunsam, yolumun ibresi insana çıkıyor. Ne denli yalnızlaştırılsam da kendimi insandan insana ulaşan sesin rengine takılıdır hep bakışlarım. Bunları derken önümde Canan Sergül’ün ‘’İnsanlığın Kitabını Yazdım’’ eseri açık duruyor otel odalarında okuduğum kitabı şimdi evimde okuma köşemde daha dindirilmiş duygularla karşılıyorum. Altını çizdiğim satırları anlatıcının/yazarın bakışının yansısı düşüncesinin izleri bana geçsin dercesine dip notlar almaya tutunmuştum şimdi. Kitaplarla gelen, bir yazarın bize anlatacağı belki de budur; kendi birikiminin, deneyiminin aktarımı… Gene de derim ki; önü açık bir zamanda yaşamaktansa, yaşadığı anın derinliğini kavramak, güne anlam verebilmek, yaşadıklarımdan ve okuduklarımdan bir anlam çıkarabilmek;
Bana yaşama alanlarımın rengini biçimini getirir. BİR GECE VAKTİ
Bir sesin yalnızlığında hayata bakmayı ilke edindiğim için arayışlarım hiç bitmez. O ses ki besler beni, taşıyıcısıdır zamanın, dünle bu günün yarına ulaşacak rengidir üstelik. Beni yaşama bağlayan duyguların barınağında yaşarken farkında olamadıklarım kadar olup da göremediklerim karşıma sorgulayıcı zamanın dilini çıkarır. Yanı zaman zaman bir kıyıya ulaşmamda etken olan, kimi kez de düşüncelerimi kanatlandıran, bu sorgulayıcı bakışla kendime yeni yaşama alanları seçerim. Dönüp yaşadığı her anı zaman süzgecinden geçirmeyen, dün olup bitene bakmayan birinin hayatla ilişkisinin anlamına kaygıyla bakarım. Öyle ya bizleri yönlendiren kendimize açtığımız yaşama alanlarının varlığını, hatta sürdürülebilirliğini görebilmek için kaçınılmazdır. Dar zamanların görünen yüzünü kendimize perde etmeden, diğer bir deyişle avuntu çarşılarında gezinmeyi bırakarak yol almayı bir yaşama ilkesine dönüştürmek sanki kurtarıcıdır!
Belki de benim kusurum budur? Kim bilir… BİR GECE VAKTİ
Karşılığı olan bir hayatın kıyısında durmayı becerebilmek için bir mevsim yaratmalıyız kendimize. O alışkanlıklar labirentinden çıkıp hayatın renklerini görebilmek, insan sıcaklığına tutunarak yol alabilmek için kaçınılmaz bir gerçekliktir bu. Mevsimsiz bekleyişleri başka bir iklime dönüştürebilmek için bu adımı atmak gerek. Uzaktan bilgelikmiş gibi sıralanan sözcükleri ile hayata yabancı, insana yabancı, dostuna arkadaşına güven duymayan insanlardan hep uzak kaldım. Onlar ki yaban arısı gibi, hem sevgiye düşman, hem de güvensizlik yaratan söylemleriyle kendi bilgiçliğini savunurlar. Bir sürükleniş içinde akıp giderken, yolumuza çıkanlara güven duymayacak mıyız? Hiç yaşamadığımız, haritadan yerine ve fotoğraflarına bakarak özlediğimiz yerler düşlerde mi kalacak? Güne, ana, yaşanan zamana değer katmadan, yaşamın renklerine soluk bir camdan izleyerek, bu güvensizlik nereye kadar? Kendi engelini sürekli kendi yaratan insanın tahrip ederek yaşama yolculuğu her gün daha çok şeyi içine alıp tüketerek sürüyor. Yaşayan canlı bir organizmaya benzetebileceğimiz kentlerin bu yanlarını ne yazık ki görmüyor, görsek de umursamıyoruz.
Hayata tutunmanın bir yolu da insanı sevmek ve güven duymaktır. BİR GECE VAKTİ
Uzun ve günler süren yolculuklarımda, konakladığım otel odalarında, dost sohbetlerinde, davet edildiğim panel ve toplantılarda yaşamın bütün renklerine tarafsız bir gözlemle bakarım, bakmak zorundayım benim işim bu. Düşte, duyguda, düşüncede yaşamanın, bunlarla örülü bir dünyayı özlemenin dilini dokuyan birilerinin ettikleri sözlere de çok uzağımdır. ‘’Demek sevgi gençtir, ama genç değil sade, incedir de’’ diyen Platon’u okumamak ne büyük kayıp. ‘’Canda, bedende, nerede olursa olsun, sevgi çiçek açmayan yere uğramaz, nerede çiçekli, güzel kokulu bir yer varsa oraya yerleşir.’’ Bu düşüncelerse mevsimsizliğimizin kışı gibi gelir bana.
Yazıda ve sözde düşüncelerimi aktarırken hep aklımda sevgi dolu bir dünya özlemiyle… BİR GECE VAKTİ
Göğe bakmadan, yeşil örtüyü görmeden Dokunmadan toprağa. Durduğumuz yeri dünyanın merkezi sanarak Günü karşılıyoruz o kadar. Alışkanlıklarımız yönlendiriyor bizi Artılar eksilerle işimiz çoğunlukla. Beklentileri avuntu kılmak yetiyor bize. Gözünün üstünde kaşın var demeyi unutmuşuz, bir nefes de başkalarına ses olsun bilinci çok uzağımızda… Gidilmeyen evleri evimiz, görülmeyen yüzleri dostumuz biliyoruz nasılsa. Sönmeyen sözü yadigar kılıyoruz uzak bakışlara. Dönüp bakmayız da kendimize öyle; Yaralarımıza, tutunduklarımıza, tutunamadıklarımıza, varlığımızın anlamına, Günün renk değişmesine, Bir başına yolculuğun neden iyi gelebileceğine, Suyu ölçülü kullanmanın hangi bilinç aşısı getirebileceğine, Yanı başımızda yere düşen sese, çatlayan tomurcuğa, Bizi ölümcül kılan düşlere, Gitmeye hazırlayan sözlere… Mevsimsiziz, iklimsiz, renksiz, kokusuzuz.
Uzun yolculuklardan sonra evime, bahçeme nihayet kavuştum. Yolculuklarımda hep biriktirdiklerimin yanı sıra mesleğim gereği olduğunu da göz ardı edemem. Okumak ve yazmak benim için bir arayıştır. Bulmak için değil, bilip öğrenmek için yola çıktığım mavi bir yolculuktur. Bir tür kapılardan geçer, havuzlara girip çıkarım. Zamanın taşıyıcı yüzünü görürüm orada. İçimde bu acı varken aşık olabilmek belki çok daha güçlü bir duygu. Yaşadıklarımın kanıtladığı sözlere tutunarak yaşamak her zaman iyileştirici gelir, aynı zamanda öğretici ve yol göstericidirler. O sözlerden birini alarak yazdıklarımda da süzülüp gelenin anlamı, başka bir tanıklığın öyküsü, bir de hayatın sürekli kanayan yanlarını belki de sakladığımdan.
İşte bu nedenledir ki aşık olmak benim için ulaşılması imkansız bir düş olmuştu… BİR GECE VAKTİ
Anılar denizine yüzümü döndüğümde, yaşadıklarımın tanıklık getiren yanlarına bakarım. Yaşadığımızın anlamını kavramak için bize araladığı kapıdan girmenin büyüsüne kapılmadan bu türden sorular sormaya cesaret edemem. Başka sesler, başka seslerin göstericiliği belleğimin labirentlerinde saklı duranları ortaya çıkarır bir bakıma. Yazarken düşünür, anımsar, yeniden yeniden bunlara dönerim yüzümü; bir nevi terapi gibi. Yazma terapisi… Taşıyıcı, gösterici, anımsatıcıdır anılar. Bu son yaz sıcağında anılar denizinde yol alırken elimde araç kıldığım en temel şey güzelim Türkçe. Dille olan ilişkim yaşamın ve yazının birikimiyle yeniden biçimlenir. Yazarken düşünür, düşündüklerimle de yazının yolunu açarım. Orada her bir sözü gören göz, dokunan el, hisseden bakış gibi durur karşımda. Hayatın sanrılı yanının insanı savurması, dayanma gücünü de gene hayata sarılarak bulması benim anlatımının en başat yanı olmak zorundadır. Bir de geçmişin kararan renklerini yazının gücüyle çekip çıkarmak aydınlığa, dilin ışığını renklendirebilmek için önce içimin kazıcısı olmak zorundayım. Yoksa acılara ve yalnızlığa
Ve bırakıp gidilmişliğe, Yani ölümün acısına nasıl katlanabilirim ki?... BİR GECE VAKTİ
Bellek!... Ah! O acımasız yolculuk… düşlerimin seranadıdır o her dem. Kaçamam ondan, aksine sığınırım. Yaşamak düşüncesi ağır bastığında giderim. Görülecek yerlere ulaşmak, yeni renklere, yeni seslere, yeni mekanlara kavuşmak hayatı ertelememenin bir yoludur benim için. Belki de en belirleyicisi. Duygu atlasının renklerini bulup çıkarmanın bir düş olmadığını anlamak için yolculuklara çıkmak gerek. Alıp başını gitmek gerek… Uzaklara… Gitmek, biraz kaybolmak; biraz kendine dönmek, adlandıramadıklarımıza bakmaktır biraz da. Buna kulak verdiğimde işim için de yararlı olduğunu gördüm hep,
Bir film izledim Sevgi üzerine bir ağıt gibi. Dokunmuştu bana. Kahvemi alıp bahçeye çıktım. Gecenin sessizliğine kendi sessizliğimle eşlik ettim. Bu saatte gidip görebileceğim birileri de yoktu. Olmayacak kadar uysaldım şu an. İbn Hazm’ın Güvercin Gerdanlığı’nı okuyorum. ‘’Göz ruha açılan büyük bir penceredir. Gönül tercümanıdır göz’’ diyor, not alıyorum bunu.
Gönül tercümanım mı dedim kendi kendime?... BİR GECE VAKTİ
Bütün bekleyişlerin kapısını kapattım. Zamanın gölgesini de unuttum. Odamın penceresinden görünen, her bakışta bana sonsuzluğun dilini anımsatan Eğridir Gölü… Issızlığın kalbinde, belki de kendinize dünyanın merkezi kılabileceğiniz zenginlikte bir doğa parçasına kavuşmanın yaşattığı anı anlama serüvenine kapılmanın iç dinginliğiyle ötenizde bırakıp geldiklerinizi unutuyorsunuz bir an. Kentten çıkıp, doğanın el değmemiş kıyılarına ulaşınca kapanır belleğim kentin karmaşasının yaşattıklarına, insan ilişkilerinin ruhu eriten, içinizi eriten sanrılı hallerine… Başka bir ben olurum doğanın koynunda. İçinde yaşarken göremediğimiz nice şey, gelip burada belleğimin rengini oluşturuyor.
Yaşadıkça hatırlanan, hatırlandıkça da yaşanan… BİR GECE VAKTİ
Bir ayma anında evime değil de çocukluk yurduma gitmeyi seçerdim. Gitmek arınmaktır, yaşanmışlıkların izlerini hatırlamaktır bir bakıma. Unutulanlar hatırlanır, iz bırakanlar bir bir açılır… Dahası o günlerin yaşattıklarına dönülür. Gidenlerle kalanların öyküsüne bakarsınız oradan. Yurtsuzluğu seçenlerin ezincine, savrulmuşluklarına; kalıp bağlananın tutkulu hallerine… Ama hayatın büyüsü bozulmuş, masumiyetin tözü yitmiştir.
Bu bahçe çocukluğumun özlemiydi. Adım adım biçimlenmesi; ağaçlar, çiçekler, kameriye gün gün buranın tanığı kesilmek… Semaverde dem alan çayın kokusu, kentin dışında ‘’çılgın kalabalıktan uzak’’ ama kendi içinde apayrı bir ses olup renk döken yaşantılar yumağı… Yazılarım, müzik, kitaplarla örülen dünyamda dostlarımın, arkadaşlarımın sürekli beni ziyaret etmeleri ayrı bir zenginlik iyi bir iyicil izdi bana. Yazılarımdan ve çevirilerimden aldığım para bana yetiyordu. Senede bir kere büyük halamın varsıllığını göstere göstere gelişi… bana dünyayı bağışlıyormuş gibi duran edası, hem de İstanbul’u taşıyan monden duruşu ve sürekli beni evlendirmeye çalışması… Sesimle ve piyanomla katılırdım o şenliğe… Gün kapanır, gök durur, gözler nemlenirdi… Ayrılıklar hatırlanır, gidip dönmeyenler anılır, rüzgarın önü tutulurdu bir an! Bir sesin insanların nasıl algına çevireceğine ilk kez tanık oluyordum orada. Sonra döner, bahçenin bir köşesinde kendime yaptığım okuma ve yazma yerine kapanırdım. Benim bahçem ve yaşam biçimim anlatılırdı akraba arasında. Knut Hamsun’u o günlerde keşfetmiş, günlerce ‘’Açlık’’ ve ‘’Göçebe’’’yi elimden düşürememiştim. Doğayı bahçemde keşfettim. Ağaçların, kuşların dilini öğrenmeye günlerce kendimi verdim.
Siz onu arayamazsınız o gelip bulur sizi, hatta yoklar, varlığını hissettirir. Sonra da anlatır, öğretir dilini… Bunu bahçemde hissettiğimden beri, kendime yaptığım rüzgar gülleri, fırıldaklarda; bahçemi donatan asmalarda, badem, kiraz armut, incir, limon, incir ağaçlarında rüzgarın dilini öğrenmeye vermiştim kendimi. Öyle ki; her esintinin adı anlamı kendini anlatadururdu bahçemde; yıldız, poyraz, gündoğusu, keşişleme, kıble, lodos, karayel, günbatısı… Evet her biri anlatırdı kendini. Tüm bunları ben Muzaffer’den öğrenmiştim. Bahçemde Muzaffer’le toprağa oturup söyleşirdik… ‘’Rüzgar ömrü uzatır beyim’’ derdi. İnsanın içindeki acının, sızının, ağrının hem nedenidir hem de dermanı’’ sözüne inanmış, bağlanmıştım. Şu sözleri usumda ve yüreğimde kalmıştı; ‘’gel zaman git zaman insan insandan, zaman zamandan iyilik çalışmaktan koptu… Viran günlere kaldık. El değiştirdi her şey. Yerler, insanlar… sonrası yıkıntı… Yeniden canlanır mı bilmem!’’
Tüm bunları Zehra ve Ozan’a anlatınca artık şehre neden inmediğimi burayı ne çok sevdiğimi de anlatmıştım sanki. BİR GECE VAKTİ
İnsan yazmasını değil, görmesini öğrenmeli. Yazmak bir sonuçtur. Evet, varoluşun dili, sesi oradadır. Yaşamın tanıklığı, yaşanmışlıkların getirdiği birikim ancak öylesine bir bakış/duyuşla yazıda anlam kazanır. Yazarken hep yalnızımdır, içimdeki keder ya da sevinç sadece bana aittir. Bir yere ait olamama duygumu bu şekilde alt ediyorum. Okunmadığımı biliyorum, ama yazarken bir dostla dertleşir gibiyim. Bu da bana çok iyi geliyor, hayatı çok seviyorum Yaşanılan günün sonunda aynada kendime gülümseyebiliyorum; Sanırım bunun adı mutluluk… Şairin dediği gibi;
BİR GÜL KANAR Değişkenlik burcunda yaşarken bunu daha iyi görebiliyordum. Suskundum… Acıya gömülmüştüm. Belleğimde sesinin çınıltısı vardı, Konuşan oydu… Söz savruntusundaydı. Ormanların içinden geçerek gelmiştim. Yolun her dönemecinde onun acısı çıkıyordu karşıma Günü, gecesi, sözü sukutu hep acı üstüneydi. Canını hep canımın gölgesinde hissettiğimdi o
Ayrılık ve özlemi, Gitmeyi ve kavuşmayı, Sevmeyi ve unutmayı Bize anlatan türküler kadar bu alt üst oluşun, gidip gelmelerin simgesi sayılan türküler, acının içimize nasıl yerleştiğini de anlatır hep. Çocukluğun düş yorumcusu kesildiğim günden beri, ıssızlığın, yalnızlığın diliyle buluşurum bir anda. Dedemin ölmeden önce bana verdiği ‘’Serkisof’’ marka bir cep saati… Dokunmuyor okşuyorum adeta! Çünkü o yolculuğa çıktığımda, dedemden yadigar olan bu cep saatini hiç yanımdan ayırmadım. Ona bakarak, dokunarak, cebimde taşıyarak zamanın dervişi kesilmiştim. Çünkü saat demek zamanın döngüselliğini kavramak, geçişlerin dilini öğrenmekti benim için. Yolculuklarda; Geçip gittiğimiz yerlere baktıkça, zamanı hatırlarsınız bir an. Sonra sizi var eden, biçimleyen yerin diline dönersiniz. Yol, yolculuk, gitmeler zamanın kehribar yüzünü de gösterir. Çünkü içinizin kazıcısı kesildiğiniz anlarda, o karanlığın örtüsünü açar, hem kendinize, hem yaşadıklarınıza, hem de yollara serilen özlemin diline vurursunuz bakışlarınızı. Ama en çok dedemi, bana yadigar olan saate bakarak
İç sızılarıma ve yalnızlığıma, Kabuk bağlayamayan yaralarıma… BİR GECE VAKTİ
Arada bir döner Nurullah Ataç’ın denemelerini okurum. Dar zamanların çağrısına ses olabilecek bir dil arayışıdır benimkisi. Bir yazardan başka bir yazara geçmek, başka bir sesin diline kaptırarak kendini daraldığın yerde kendi dilini kurma çabasıdır bu. Yazarak yol alan biri için bu türden gitmeler kaçınılmaz. Hele güne, gündeş olaylara bakarak yazmanında ötesinde bir alana kuşatıyorsa bakışınız; dilinizin bu türden arayışı kaçınılmaz. Bir yazarın başka yazardan alacaklarına kapılarını kapamak dilini zenginleştirmeye de sırtını dönmek anlamına gelir. Öyleyse başka iklimlerde gezinmek kaçınılmaz! Oysa içine düştüğüm acıyı, bir bakışın soldurduğu zamandan söz etmem, kurduğum gerçeklikte parçalanmışlığı, çözülmeyi, kayıplık halini, ötekileşme durumunu, dilsizleşmeyi, yabancılaşmayı gördüm.
Belki de kayıp zamanın dilini arıyordu bakışlarım, Acının Ve yalnızlığın. BİR GECE VAKTİ.
Kavuşmanın buluşmak olmadığını anladım Hasankeyf’de; Mekan, yaşama biçimi, nesnelerle kurulan bağ, sizi bir yeri anlamaya, tanımaya da yöneltiyordu. Bir yere kavuşmada bunun çok önemli olduğunu düşünürüm. Hasankeyf’e adım attığımda mekanların görünümü burayı ele vermeye başlamıştı bile; sular altında kalan sadece evler, mekanlar değil koskoca bir tarih, yaşama biçimi bize ışık olacak ne varsa kaybolmuştu. İçim acıdı, ağladım tutamadım kendimi. Diğer yandan betonla kaplanarak yaratılan yeni yaşam biçimi de oldukça yorucu ve korkunç gelmişti. Koskoca bir güzellik yok olmuş sadece betonlaşan modern ama yorucu bir kent olmuştu.
Sessizliğin bir rengi, kokusu, gamı olabileceğini ressam Rene Magritte’nin ‘’Sözcükler ve Şeyler’’ yapıtını okurken içime kazıdım. Rene’nin annesi intihar eder. Annesinin daha sonra yüzünde bir örtüyle bulunması yüzünden Rene resimlerinde yüz çizemez, bu ona acı verir, yüzler onun için acı ifadesidir artık. Pusarıktı her şey Halfeti’de; Orada, bir anda, hiçbir yerde olduğunuzu sanırdınız oysa! Yaşadığınızı, bir yerden bir yere gidişinizi hatırlatan tek şey belleğinize kazınan imgelerdi. Ki, bunlarda en çok tutunduklarımız; yaşadıklarımız ve unuttuklarımızla, bir de hatırlamak istediklerimizle aramızdaki gizli bağdı. Öyle böyle demeden Halfeti’yi turladım suya bakarken Rene’nin annesinin sudaki yüzünü aradım. Biliyordum ki;
...sesler büyürdü, yaprak hışırtıları, çıtırtılar çoğalırdı sessizliğin içinde... çimenlerin üzerine yatardım. Gökyüzünde o kadar çok yıldız olurdu ki, ya da karanlıkda o kadar çok görünürlerdi: Dünya kazara bir sallansa bir ışık yağmuru gibi üzerime döküleceklerini sanırdım...
Yazmak deneyimlerle oluşur, başta okuma deneyimi gelir hep. Sonra yazma… bunların sürekliliğiyle biçimlenip gelişir.
Yazmak yaşadıklarını anlatmak değildir. Bellek yazı aurasının sırlı kuyusudur. Okurken kendimizi görünce bunların ayırımına varıyoruz. Sonra da yazı ile nelerin anlatılabileceğini düşünmeye başlıyoruz.
Oralarda gezinmek, gidip gelmek keşif duygusunu geliştiriyor insanın. Adeta hayata ve iç dünyanıza tanıklık ediyorsunuz.
Okuyarak edindiğimiz ‘’özel dünya’’yı zamanla yazarak kurmaya yöneliyorsunuz.
Sayın Canan Sergül’ün ‘’İnsanlığın Kitabını Yazdım’’ eserini işte bu bakış açımla değerlendirdim. Asla gereksiz bir övgü değildi yazdıklarım. Bu kadar açıklama yapma nedenim de gereksiz bir övgü olmadığını anlatmak içindi
Canan Sergül gerçekten bilgeliğini, bilgilerini kendine saklamadan okuyucuya aktarmıştır ki asıl ben teşekkür ederim Antoloji arkadaşıma… BİR GECE VAKTİ
BİR KİTAP… DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ YAZARI DA ANTOLOJİDEN İÇİMİZDEN BİRİ
‘’sil baştan başlamak gerek bazen
‘’hayatı sıfırlamak’’
‘’ İçine dönen bir yazar ve onun biriktirdikleri Canan Sergül-İnsanlığın Kitabanı Yazdım’dan bahsediyorum. Biriktirdikleri içinden taşınca böyle bir eser çıkartmış. Bakın içine dönmekle ilgili ön yazıda anlattıkları;
‘’…Bir kez içinize döndüğünüzde artık oradan çıkmanız mümkün değildir. Çünkü orada artık bir dünya olduğunu farketmişinizdir…’’
Bu dünya bilgiyi kendine saklamayanlar sayesinde ayakta kalıyor, Canan Sergül bir filozof değil öyle bir iddiası da yok zaten; ama bilgiyi başka kuşaklara aktarma zorunluluğu yaşıyor, eserin amacı da bilgiyi aktarmak, çok da başarılı bence.
‘’Cennetimi kendim yarattım ve cenneti yaratmak isteyenlere adandım’’ diyor amaç menifestosunda. Sonra akıl ve zeka konusunu inceliyor önemli ip uçları var burada, özgürlükten birey olmaya kadar anlattıkları, vicdan, ahlak konusu en ince detaylarıyla kitapta, okurken düşündürüyor, içimize bakmamızı sağlıyor…
‘’Zamanın ötesinde bir var oluşun hikayesidir insan’’ diyor. İnsanın yaşam dansında yerini alabilmesi için katkı sağlamayı anlatıyor emeğine sağlık yazarın.
Odamdaki sesde şarkıcı ‘’… hayatı sıfırlamak gerek..’’ diyor. Sanırım kitap bize bu yolu gösteriyor. Sil baştan… yeniden… BİR GECE VAKTİ
Bazen gitmeyi seçtiğim için yazdığımı düşünürüm.
Gidip yeni mekanlar bulmam, yerlere bağlanmam, yeni insanlar tanımam, dostlar edinmem okumalarımı çeşitlendirmem, yeni defterler açmam…
İşimi çok sevmemim en büyük nedeni bu; burada sadece tek bir sayfada kendime yazıyor olmam ve hatta okunmadığımı düşünmem de bana özgürlük sağlıyor. Kalemlerimi hep bu yüzden renklendiririm. Ama daha önemlisi hayatın farklı yüzlerine bakmak/anlamak, zamanın dilini öğrenmek için yazarak gitmeyi seçiyorum.
Ama
Asla yalnızlığıma çare arayan biçare değilim. Herkes kadarım. BİR GECE VAKTİ
YALNIZLIK PAYLAŞILMAZ
Yalnızlık, yaşamda bir an,
Hep yeniden başlayan..
Dışından anlaşılmaz.
Ya da kocaman bir yalan,
Kovdukça kovalayan..
Paylaşılmaz.
Bir düşün'de beni sana ayıran
Yalnızlık paylaşılmaz
Paylaşılsa yalnızlık olmaz.
Özdemir Asaf
YALNIZLIK
Yalnızlık bir yağmura benzer,
Yükselir akşamlara denizlerden
Uzak, ıssız ovalardan eser,
Ağar gider göklere, her zaman göklerdedir
Ve kentin üstüne göklerden düşer.
Erselik saatlerde yağar yere
Yüzlerini sabaha döndürünce sokaklar,
Umduğunu bulamamış, üzgün yaslı
Ayrılınca birbirinden gövdeler;
Ve insanlar karşılıklı nefretler içinde
Yatarken aynı yatakta yan yana:
Akar, akar yalnızlık ırmaklarca.
Reiner Marie RİLKE
Yalnızlık tercihtir,
o halde neden yakınır ki insan?
Ya da bir kişinin yokluğu kalabalıklar arasındaki içsel ıssızlığa sebep olur ki bu da aşılmayacak bir dağ olmamalı!
Sayfalara döküldükçe de artan şey gerçek yalnızlık mı? Yoksa gitgide kendini tanımak ve bundan daha fazla haz almak mi? Eğer öyleyse daha da keşfetmek mi kendini? Peki insanın kendine yönelmesi onu yalnızlaştırma değil de insanları daha iyi tanımak için bir adım ve onlarla daha kaliteli iletişim ve daha istediğimiz niteliklerde insanları hayatımıza sokmak için yeniden yapılanmak değil mi? Yazdıkça dağılır sayha sayha sayfalara yağar yağmur misali kelimeler. Ve yeni çağ açar aklının Dünyasından yüreğine…
İşte öyle bir şey
ÇÖL YALNIZLIĞI…
‘’Ah benim belalı başım, ah benim yalnızlığım’’ diye süregidiyor şarkı. Ama gelin görün ki, içimdeki yalnızlıktan kurtulmaya yetmiyor hiçbir ses.
Gözümü kitaptan ayırmıyorum.
Kopuyorum o seyirden. Altını çizdiğim satırları bir kez daha okuyorum.
Yaşadığım yerden uzaklaşıp uzak yerlere giderken, yazarak var olmaya çalıştım hep. Gittiğim her yerin rengini kokusunu yazdıklarıma taşısam da oralı olamadım hiç.
İçimdeki çöl yalnızlığının sanrısını da döktüm yazılarıma…
Öyle ki, yazmak, bazen bir kurtuluş çığlığı benim için.
Yazmayı seçenlerin gitmeyi de seçtiklerini düşünürüm
Yazdıkça, yazarak biriktirdikçe içlerinde genişleyen çöl yalnızlığı onları çoğunlukla sürünün dışına iter.
Ben sürünün dışında mıyım? BİR GECE VAKTİ
Çocuk sesleri, çığlıklar, zamanı eskiten bir müzik avaz avaz, bezgin bakışların teslim olduğu dedikodulara gül açtıran büyük halamın güneşi yüzüne alan hali…
Evde olmak; bahçeme kurallara uyarak yasaksız giren çocukların şen sesleri güne evimde başlamanın hazzını yaşatıyordu.
Sözüm ona dinlence mevsimindeyim.
Güz geldi, hava döndü, gözyaşlarıyla ıslandı toprak. Bereket beklentisi göğü yere indirdi.
Yani ‘’Yer Demir Gök Bakır’’ zamanı…
Avutmuyor bütün bunlar beni.
Çöl yalnızlığı bastırıyor, tıpkı zemheri gibi.
Gölgede kalmak nafile, unutulma bilinciyle yeknesak bir zamanın dervişi kesilmeye de gerek yok!
Bu güz havasında, o yalnızlık labirentinde pencereme, kahveme yansıyanlar bunlardı. BİR GECE VAKTİ
Canan Sergül ‘’İnsanlığın Kitabını Yazdım’’ da diyor ki …’’bir insan kendisine nasıl davranıyorsa diğer insanlara ve hatta tabiata da öyle davranır….’’
Ne kolay bir tanımlama, hemen yanı başımızda bize bizi anlattırıyor.
Hatırlamak tatlı şeydir. Gecenin sessizliği buna yol açar. Sessizlik, özleri bakımından ürkek, kaçıcı olan ve gelip yaşayan dostlarının kulağına bir şeyler söylemek için karanlık ve yalnızlık isteyen ruhları uysallaştırır.
Kendimizle olduğumuz an, kendimize baktığımız an’dır.
Tüm bunları ve Sergül’ün yazılarını düşünürken boğuntulu bir havanın bizi çekip götürdüğü gölgelerde ne yapılabilir, diye sormadan penceremden bahçemde olan bitenleri gözlüyorum bir yandan da
Günlerin, hem de çok uzun yaşanan günlerin yorgunlukları henüz üzerimden çıkmamışken…
Büyük halamın ziyarete gelecek olması da ne eziyet!
Yazacak çok şey var…
Çok şey…
Usumdan kaçmadan. BİR GECE VAKTİ
Uzun yolculuklarımın en güzel yanı evime kavuşmak sanırım; kitaplarım, yazılarım masam beni bekliyor oluyor.
Kendime başka ses ararken yaptığım, yaşadıklarımın anlamını bölüşmek. Benim bu arayışım hiç bitmez, nereye gitsem, ne işe tutunsam, yolumun ibresi insana çıkıyor. Ne denli yalnızlaştırılsam da kendimi insandan insana ulaşan sesin rengine takılıdır hep bakışlarım.
Bunları derken önümde Canan Sergül’ün ‘’İnsanlığın Kitabını Yazdım’’ eseri açık duruyor otel odalarında okuduğum kitabı şimdi evimde okuma köşemde daha dindirilmiş duygularla karşılıyorum. Altını çizdiğim satırları anlatıcının/yazarın bakışının yansısı düşüncesinin izleri bana geçsin dercesine dip notlar almaya tutunmuştum şimdi.
Kitaplarla gelen, bir yazarın bize anlatacağı belki de budur; kendi birikiminin, deneyiminin aktarımı…
Gene de derim ki; önü açık bir zamanda yaşamaktansa, yaşadığı anın derinliğini kavramak, güne anlam verebilmek, yaşadıklarımdan ve okuduklarımdan bir anlam çıkarabilmek;
Bana yaşama alanlarımın rengini biçimini getirir. BİR GECE VAKTİ
Gecenin bu saati, o kadar karanlık ki her yer...
İçimi acıtan, kanayan, kanayan, kanayan...
Gidecek kimse de yok!
Uyuyunca geçecek diyorsun ya!
Uyuyunca geçer mi?
Bir sesin yalnızlığında hayata bakmayı ilke edindiğim için arayışlarım hiç bitmez. O ses ki besler beni, taşıyıcısıdır zamanın, dünle bu günün yarına ulaşacak rengidir üstelik.
Beni yaşama bağlayan duyguların barınağında yaşarken farkında olamadıklarım kadar olup da göremediklerim karşıma sorgulayıcı zamanın dilini çıkarır. Yanı zaman zaman bir kıyıya ulaşmamda etken olan, kimi kez de düşüncelerimi kanatlandıran, bu sorgulayıcı bakışla kendime yeni yaşama alanları seçerim.
Dönüp yaşadığı her anı zaman süzgecinden geçirmeyen, dün olup bitene bakmayan birinin hayatla ilişkisinin anlamına kaygıyla bakarım.
Öyle ya bizleri yönlendiren kendimize açtığımız yaşama alanlarının varlığını, hatta sürdürülebilirliğini görebilmek için kaçınılmazdır.
Dar zamanların görünen yüzünü kendimize perde etmeden, diğer bir deyişle avuntu çarşılarında gezinmeyi bırakarak yol almayı bir yaşama ilkesine dönüştürmek sanki kurtarıcıdır!
Belki de benim kusurum budur?
Kim bilir… BİR GECE VAKTİ
ZAMANA YAZILAN SÖZLER
Karşılığı olan bir hayatın kıyısında durmayı becerebilmek için bir mevsim yaratmalıyız kendimize. O alışkanlıklar labirentinden çıkıp hayatın renklerini görebilmek, insan sıcaklığına tutunarak yol alabilmek için kaçınılmaz bir gerçekliktir bu.
Mevsimsiz bekleyişleri başka bir iklime dönüştürebilmek için bu adımı atmak gerek.
Uzaktan bilgelikmiş gibi sıralanan sözcükleri ile hayata yabancı, insana yabancı, dostuna arkadaşına güven duymayan insanlardan hep uzak kaldım. Onlar ki yaban arısı gibi, hem sevgiye düşman, hem de güvensizlik yaratan söylemleriyle kendi bilgiçliğini savunurlar.
Bir sürükleniş içinde akıp giderken, yolumuza çıkanlara güven duymayacak mıyız? Hiç yaşamadığımız, haritadan yerine ve fotoğraflarına bakarak özlediğimiz yerler düşlerde mi kalacak?
Güne, ana, yaşanan zamana değer katmadan, yaşamın renklerine soluk bir camdan izleyerek, bu güvensizlik nereye kadar?
Kendi engelini sürekli kendi yaratan insanın tahrip ederek yaşama yolculuğu her gün daha çok şeyi içine alıp tüketerek sürüyor.
Yaşayan canlı bir organizmaya benzetebileceğimiz kentlerin bu yanlarını ne yazık ki görmüyor, görsek de umursamıyoruz.
Hayata tutunmanın bir yolu da insanı sevmek ve güven duymaktır. BİR GECE VAKTİ
Uzun ve günler süren yolculuklarımda, konakladığım otel odalarında, dost sohbetlerinde, davet edildiğim panel ve toplantılarda yaşamın bütün renklerine tarafsız bir gözlemle bakarım, bakmak zorundayım benim işim bu.
Düşte, duyguda, düşüncede yaşamanın, bunlarla örülü bir dünyayı özlemenin dilini dokuyan birilerinin ettikleri sözlere de çok uzağımdır.
‘’Demek sevgi gençtir, ama genç değil sade, incedir de’’ diyen Platon’u okumamak ne büyük kayıp.
‘’Canda, bedende, nerede olursa olsun, sevgi çiçek açmayan yere uğramaz, nerede çiçekli, güzel kokulu bir yer varsa oraya yerleşir.’’
Bu düşüncelerse mevsimsizliğimizin kışı gibi gelir bana.
Yazıda ve sözde düşüncelerimi aktarırken hep aklımda sevgi dolu bir dünya özlemiyle… BİR GECE VAKTİ
Göğe bakmadan, yeşil örtüyü görmeden
Dokunmadan toprağa.
Durduğumuz yeri dünyanın merkezi sanarak
Günü karşılıyoruz o kadar.
Alışkanlıklarımız yönlendiriyor bizi
Artılar eksilerle işimiz çoğunlukla.
Beklentileri avuntu kılmak yetiyor bize.
Gözünün üstünde kaşın var demeyi unutmuşuz,
bir nefes de başkalarına ses olsun bilinci çok uzağımızda…
Gidilmeyen evleri evimiz, görülmeyen yüzleri dostumuz biliyoruz nasılsa.
Sönmeyen sözü yadigar kılıyoruz uzak bakışlara.
Dönüp bakmayız da kendimize öyle;
Yaralarımıza, tutunduklarımıza, tutunamadıklarımıza, varlığımızın anlamına,
Günün renk değişmesine,
Bir başına yolculuğun neden iyi gelebileceğine,
Suyu ölçülü kullanmanın hangi bilinç aşısı getirebileceğine,
Yanı başımızda yere düşen sese, çatlayan tomurcuğa,
Bizi ölümcül kılan düşlere,
Gitmeye hazırlayan sözlere…
Mevsimsiziz, iklimsiz, renksiz, kokusuzuz.
Yaşadığımızı sanarak yaşarız. BİR GECE VAKTİ
Uzun yolculuklardan sonra evime, bahçeme nihayet kavuştum. Yolculuklarımda hep biriktirdiklerimin yanı sıra mesleğim gereği olduğunu da göz ardı edemem.
Okumak ve yazmak benim için bir arayıştır. Bulmak için değil, bilip öğrenmek için yola çıktığım mavi bir yolculuktur. Bir tür kapılardan geçer, havuzlara girip çıkarım. Zamanın taşıyıcı yüzünü görürüm orada.
İçimde bu acı varken aşık olabilmek belki çok daha güçlü bir duygu. Yaşadıklarımın kanıtladığı sözlere tutunarak yaşamak her zaman iyileştirici gelir, aynı zamanda öğretici ve yol göstericidirler.
O sözlerden birini alarak yazdıklarımda da süzülüp gelenin anlamı, başka bir tanıklığın öyküsü, bir de hayatın sürekli kanayan yanlarını belki de sakladığımdan.
İşte bu nedenledir ki aşık olmak benim için ulaşılması imkansız bir düş olmuştu… BİR GECE VAKTİ
Anılar denizine yüzümü döndüğümde, yaşadıklarımın tanıklık getiren yanlarına bakarım. Yaşadığımızın anlamını kavramak için bize araladığı kapıdan girmenin büyüsüne kapılmadan bu türden sorular sormaya cesaret edemem.
Başka sesler, başka seslerin göstericiliği belleğimin labirentlerinde saklı duranları ortaya çıkarır bir bakıma. Yazarken düşünür, anımsar, yeniden yeniden bunlara dönerim yüzümü; bir nevi terapi gibi.
Yazma terapisi…
Taşıyıcı, gösterici, anımsatıcıdır anılar.
Bu son yaz sıcağında anılar denizinde yol alırken elimde araç kıldığım en temel şey güzelim Türkçe.
Dille olan ilişkim yaşamın ve yazının birikimiyle yeniden biçimlenir. Yazarken düşünür, düşündüklerimle de yazının yolunu açarım. Orada her bir sözü gören göz, dokunan el, hisseden bakış gibi durur karşımda.
Hayatın sanrılı yanının insanı savurması, dayanma gücünü de gene hayata sarılarak bulması benim anlatımının en başat yanı olmak zorundadır.
Bir de geçmişin kararan renklerini yazının gücüyle çekip çıkarmak aydınlığa, dilin ışığını renklendirebilmek için önce içimin kazıcısı olmak zorundayım.
Yoksa acılara ve yalnızlığa
Ve bırakıp gidilmişliğe,
Yani ölümün acısına nasıl katlanabilirim ki?... BİR GECE VAKTİ
Bellek!...
Ah! O acımasız yolculuk… düşlerimin seranadıdır o her dem. Kaçamam ondan, aksine sığınırım.
Yaşamak düşüncesi ağır bastığında giderim. Görülecek yerlere ulaşmak, yeni renklere, yeni seslere, yeni mekanlara kavuşmak hayatı ertelememenin bir yoludur benim için. Belki de en belirleyicisi.
Duygu atlasının renklerini bulup çıkarmanın bir düş olmadığını anlamak için yolculuklara çıkmak gerek.
Alıp başını gitmek gerek…
Uzaklara…
Gitmek, biraz kaybolmak; biraz kendine dönmek, adlandıramadıklarımıza bakmaktır biraz da.
Buna kulak verdiğimde işim için de yararlı olduğunu gördüm hep,
Kendi yalnızlığımda… BİR GECE VAKTİ
Bir film izledim
Sevgi üzerine bir ağıt gibi.
Dokunmuştu bana.
Kahvemi alıp bahçeye çıktım.
Gecenin sessizliğine kendi sessizliğimle eşlik ettim.
Bu saatte gidip görebileceğim birileri de yoktu.
Olmayacak kadar uysaldım şu an.
İbn Hazm’ın Güvercin Gerdanlığı’nı okuyorum. ‘’Göz ruha açılan büyük bir penceredir. Gönül tercümanıdır göz’’ diyor, not alıyorum bunu.
Gönül tercümanım mı dedim kendi kendime?... BİR GECE VAKTİ
Bütün bekleyişlerin kapısını kapattım.
Zamanın gölgesini de unuttum.
Odamın penceresinden görünen, her bakışta bana sonsuzluğun dilini anımsatan Eğridir Gölü…
Issızlığın kalbinde, belki de kendinize dünyanın merkezi kılabileceğiniz zenginlikte bir doğa parçasına kavuşmanın yaşattığı anı anlama serüvenine kapılmanın iç dinginliğiyle ötenizde bırakıp geldiklerinizi unutuyorsunuz bir an.
Kentten çıkıp, doğanın el değmemiş kıyılarına ulaşınca kapanır belleğim kentin karmaşasının yaşattıklarına, insan ilişkilerinin ruhu eriten, içinizi eriten sanrılı hallerine…
Başka bir ben olurum doğanın koynunda.
İçinde yaşarken göremediğimiz nice şey, gelip burada belleğimin rengini oluşturuyor.
Yaşadıkça hatırlanan, hatırlandıkça da yaşanan… BİR GECE VAKTİ
Bir ayma anında evime değil de çocukluk yurduma gitmeyi seçerdim.
Gitmek arınmaktır, yaşanmışlıkların izlerini hatırlamaktır bir bakıma.
Unutulanlar hatırlanır, iz bırakanlar bir bir açılır…
Dahası o günlerin yaşattıklarına dönülür.
Gidenlerle kalanların öyküsüne bakarsınız oradan.
Yurtsuzluğu seçenlerin ezincine, savrulmuşluklarına; kalıp bağlananın tutkulu hallerine…
Ama hayatın büyüsü bozulmuş, masumiyetin tözü yitmiştir.
Geriye kalan bir buruk acıdır hep… BİR GECE VAKTİ
Bu bahçe çocukluğumun özlemiydi. Adım adım biçimlenmesi; ağaçlar, çiçekler, kameriye gün gün buranın tanığı kesilmek…
Semaverde dem alan çayın kokusu, kentin dışında ‘’çılgın kalabalıktan uzak’’ ama kendi içinde apayrı bir ses olup renk döken yaşantılar yumağı…
Yazılarım, müzik, kitaplarla örülen dünyamda dostlarımın, arkadaşlarımın sürekli beni ziyaret etmeleri ayrı bir zenginlik iyi bir iyicil izdi bana. Yazılarımdan ve çevirilerimden aldığım para bana yetiyordu.
Senede bir kere büyük halamın varsıllığını göstere göstere gelişi… bana dünyayı bağışlıyormuş gibi duran edası, hem de İstanbul’u taşıyan monden duruşu ve sürekli beni evlendirmeye çalışması…
Sesimle ve piyanomla katılırdım o şenliğe… Gün kapanır, gök durur, gözler nemlenirdi… Ayrılıklar hatırlanır, gidip dönmeyenler anılır, rüzgarın önü tutulurdu bir an! Bir sesin insanların nasıl algına çevireceğine ilk kez tanık oluyordum orada.
Sonra döner, bahçenin bir köşesinde kendime yaptığım okuma ve yazma yerine kapanırdım.
Benim bahçem ve yaşam biçimim anlatılırdı akraba arasında.
Knut Hamsun’u o günlerde keşfetmiş, günlerce ‘’Açlık’’ ve ‘’Göçebe’’’yi elimden düşürememiştim.
Doğayı bahçemde keşfettim. Ağaçların, kuşların dilini öğrenmeye günlerce kendimi verdim.
Bir ben
Bir de yalnızlığımla!... BİR GECE VAKTİ
RÜZGAR
Siz onu arayamazsınız o gelip bulur sizi, hatta yoklar, varlığını hissettirir. Sonra da anlatır, öğretir dilini…
Bunu bahçemde hissettiğimden beri, kendime yaptığım rüzgar gülleri, fırıldaklarda; bahçemi donatan asmalarda, badem, kiraz armut, incir, limon, incir ağaçlarında rüzgarın dilini öğrenmeye vermiştim kendimi.
Öyle ki; her esintinin adı anlamı kendini anlatadururdu bahçemde; yıldız, poyraz, gündoğusu, keşişleme, kıble, lodos, karayel, günbatısı…
Evet her biri anlatırdı kendini.
Tüm bunları ben Muzaffer’den öğrenmiştim.
Bahçemde Muzaffer’le toprağa oturup söyleşirdik…
‘’Rüzgar ömrü uzatır beyim’’ derdi. İnsanın içindeki acının, sızının, ağrının hem nedenidir hem de dermanı’’ sözüne inanmış, bağlanmıştım. Şu sözleri usumda ve yüreğimde kalmıştı;
‘’gel zaman git zaman insan insandan, zaman zamandan iyilik çalışmaktan koptu… Viran günlere kaldık. El değiştirdi her şey. Yerler, insanlar… sonrası yıkıntı… Yeniden canlanır mı bilmem!’’
Tüm bunları Zehra ve Ozan’a anlatınca artık şehre neden inmediğimi burayı ne çok sevdiğimi de anlatmıştım sanki. BİR GECE VAKTİ
BULUT DENİZLERİNDE UÇMAK
İnsan yazmasını değil, görmesini öğrenmeli. Yazmak bir sonuçtur. Evet, varoluşun dili, sesi oradadır. Yaşamın tanıklığı, yaşanmışlıkların getirdiği birikim ancak öylesine bir bakış/duyuşla yazıda anlam kazanır.
Yazarken hep yalnızımdır, içimdeki keder ya da sevinç sadece bana aittir. Bir yere ait olamama duygumu bu şekilde alt ediyorum. Okunmadığımı biliyorum, ama yazarken bir dostla dertleşir gibiyim. Bu da bana çok iyi geliyor, hayatı çok seviyorum
Yaşanılan günün sonunda aynada kendime gülümseyebiliyorum;
Sanırım bunun adı mutluluk…
Şairin dediği gibi;
‘’yaşamak ciddi bir iş…’’ BİR GECE VAKTİ
BİR GÜL KANAR
Değişkenlik burcunda yaşarken bunu daha iyi görebiliyordum.
Suskundum…
Acıya gömülmüştüm.
Belleğimde sesinin çınıltısı vardı,
Konuşan oydu…
Söz savruntusundaydı.
Ormanların içinden geçerek gelmiştim.
Yolun her dönemecinde onun acısı çıkıyordu karşıma
Günü, gecesi, sözü sukutu hep acı üstüneydi.
Canını hep canımın gölgesinde hissettiğimdi o
Gitmişti…BİR GECE VAKTİ
Ayrılık ve özlemi,
Gitmeyi ve kavuşmayı,
Sevmeyi ve unutmayı
Bize anlatan türküler kadar bu alt üst oluşun, gidip gelmelerin simgesi sayılan türküler, acının içimize nasıl yerleştiğini de anlatır hep.
Çocukluğun düş yorumcusu kesildiğim günden beri, ıssızlığın, yalnızlığın diliyle buluşurum bir anda.
Dedemin ölmeden önce bana verdiği ‘’Serkisof’’ marka bir cep saati…
Dokunmuyor okşuyorum adeta!
Çünkü o yolculuğa çıktığımda, dedemden yadigar olan bu cep saatini hiç yanımdan ayırmadım. Ona bakarak, dokunarak, cebimde taşıyarak zamanın dervişi kesilmiştim.
Çünkü saat demek zamanın döngüselliğini kavramak, geçişlerin dilini öğrenmekti benim için.
Yolculuklarda;
Geçip gittiğimiz yerlere baktıkça, zamanı hatırlarsınız bir an.
Sonra sizi var eden, biçimleyen yerin diline dönersiniz.
Yol, yolculuk, gitmeler zamanın kehribar yüzünü de gösterir.
Çünkü içinizin kazıcısı kesildiğiniz anlarda, o karanlığın örtüsünü açar, hem kendinize, hem yaşadıklarınıza, hem de yollara serilen özlemin diline vurursunuz bakışlarınızı.
Ama en çok dedemi, bana yadigar olan saate bakarak
İç sızılarıma ve yalnızlığıma,
Kabuk bağlayamayan yaralarıma… BİR GECE VAKTİ
Arada bir döner Nurullah Ataç’ın denemelerini okurum.
Dar zamanların çağrısına ses olabilecek bir dil arayışıdır benimkisi. Bir yazardan başka bir yazara geçmek, başka bir sesin diline kaptırarak kendini daraldığın yerde kendi dilini kurma çabasıdır bu.
Yazarak yol alan biri için bu türden gitmeler kaçınılmaz.
Hele güne, gündeş olaylara bakarak yazmanında ötesinde bir alana kuşatıyorsa bakışınız; dilinizin bu türden arayışı kaçınılmaz.
Bir yazarın başka yazardan alacaklarına kapılarını kapamak dilini zenginleştirmeye de sırtını dönmek anlamına gelir.
Öyleyse başka iklimlerde gezinmek kaçınılmaz!
Oysa içine düştüğüm acıyı, bir bakışın soldurduğu zamandan söz etmem, kurduğum gerçeklikte parçalanmışlığı, çözülmeyi, kayıplık halini, ötekileşme durumunu, dilsizleşmeyi, yabancılaşmayı gördüm.
Belki de kayıp zamanın dilini arıyordu bakışlarım,
Acının
Ve yalnızlığın. BİR GECE VAKTİ.
Kavuşmanın buluşmak olmadığını anladım Hasankeyf’de;
Mekan, yaşama biçimi, nesnelerle kurulan bağ, sizi bir yeri anlamaya, tanımaya da yöneltiyordu.
Bir yere kavuşmada bunun çok önemli olduğunu düşünürüm.
Hasankeyf’e adım attığımda mekanların görünümü burayı ele vermeye başlamıştı bile; sular altında kalan sadece evler, mekanlar değil koskoca bir tarih, yaşama biçimi bize ışık olacak ne varsa kaybolmuştu. İçim acıdı, ağladım tutamadım kendimi.
Diğer yandan betonla kaplanarak yaratılan yeni yaşam biçimi de oldukça yorucu ve korkunç gelmişti.
Koskoca bir güzellik yok olmuş sadece betonlaşan modern ama yorucu bir kent olmuştu.
Buraya asla bir daha gelmem dedim kendime…
Sessizliğin bir rengi, kokusu, gamı olabileceğini ressam Rene Magritte’nin ‘’Sözcükler ve Şeyler’’ yapıtını okurken içime kazıdım.
Rene’nin annesi intihar eder. Annesinin daha sonra yüzünde bir örtüyle bulunması yüzünden Rene resimlerinde yüz çizemez, bu ona acı verir, yüzler onun için acı ifadesidir artık.
Pusarıktı her şey Halfeti’de;
Orada, bir anda, hiçbir yerde olduğunuzu sanırdınız oysa!
Yaşadığınızı, bir yerden bir yere gidişinizi hatırlatan tek şey belleğinize kazınan imgelerdi. Ki, bunlarda en çok tutunduklarımız; yaşadıklarımız ve unuttuklarımızla, bir de hatırlamak istediklerimizle aramızdaki gizli bağdı.
Öyle böyle demeden Halfeti’yi turladım suya bakarken Rene’nin annesinin sudaki yüzünü aradım.
Biliyordum ki;
Ölüm karanlığın ucunda ve bir an! BİR GECE VAKTİ
...sesler büyürdü, yaprak hışırtıları, çıtırtılar çoğalırdı sessizliğin içinde...
çimenlerin üzerine yatardım.
Gökyüzünde o kadar çok yıldız olurdu ki,
ya da karanlıkda o kadar çok görünürlerdi:
Dünya kazara bir sallansa bir ışık yağmuru gibi üzerime döküleceklerini sanırdım...