Kültür Sanat Edebiyat Şiir

  • allah (c.c)17.02.2005 - 15:05

    Mevcud-u Mutlak. Kainattaki herşey O'nun varlığını ispat ediyor. Anlamayanlar, kabahati anlayamadıklarında aramasın. Yaratıcının olmamasının mantıklı ve bilimsel bir alternatifi yoktur. Elbette bu sözüm düşünebilenlere...

  • ateist17.02.2005 - 11:03

    Her inanan insan, aynı seviyede bir iman ve İslâm kahramanı olmasa da, her fert için inanma hissinin ne kadar önemli olduğu açıktır. Bir kere bu his, yaratılışı itibarıyla insanın tabiatında var olan en yüksek değerdir. İnanmayanlar, cismanî ve bedenî zevk u safayla doymaya, tatmin olmaya, daha doğrusu avunmaya çalışsalar da, kendilerini sürekli bir boşlukta hissederler. Boştur onların nazarında bütün zamanlar ve mekânlar, bugünler ve yarınlar.. ruhunda derinden derine böyle bir boşluğu hisseden biri, hezeyana dönüşen hafakanlarını;

    Bütün boşluk; zemin boş, âsuman boş, kalb ve vicdan boş;
    Tutunmak isterim, bir nokta yok pîş-i nigâhımda. T.F.

    şeklinde dile getirir. Küfrün ürperticiliğini ve imanın vadettiği huzuru, itminanı haykıran bir mü'mine gelince:

    İmansız olan paslı yürek sînede yüktür. M.A.

    der ve kestirir atar. Bu paslı yüreklerin pasını çözmeye karar vermiş bir gönül eri ise: 'Hakikî zevk, elemsiz lezzet, kedersiz sevinç yalnız imanda ve iman hakikatleri dairesindedir; ' öyle ise, 'hayatın zevk ve lezzetini isteyenler, onu imanla hayatlandırmalı, farzları yerine getirmekle bezemeli ve günahlardan uzak durmakla korumalıdırlar; ' zira, 'bir kimse bâkî hayata tam yönelebildiği takdirde, dünyası ne kadar fena ve sıkıntılı da olsa; o, bu dünyayı Cennet'in bir bekleme salonu mahiyetinde gördüğünden her şeyi hoş karşılar, her şeye katlanır ve şükreder.' (Az bir tasarrufla Bediüzzaman'dan) der; reçete mahiyetindeki sözleriyle ufkumuzu aydınlatır ve imanın büyüsünü gönüllerimize duyurur.

  • ateizm17.02.2005 - 11:03

    Her inanan insan, aynı seviyede bir iman ve İslâm kahramanı olmasa da, her fert için inanma hissinin ne kadar önemli olduğu açıktır. Bir kere bu his, yaratılışı itibarıyla insanın tabiatında var olan en yüksek değerdir. İnanmayanlar, cismanî ve bedenî zevk u safayla doymaya, tatmin olmaya, daha doğrusu avunmaya çalışsalar da, kendilerini sürekli bir boşlukta hissederler. Boştur onların nazarında bütün zamanlar ve mekânlar, bugünler ve yarınlar.. ruhunda derinden derine böyle bir boşluğu hisseden biri, hezeyana dönüşen hafakanlarını;

    Bütün boşluk; zemin boş, âsuman boş, kalb ve vicdan boş;
    Tutunmak isterim, bir nokta yok pîş-i nigâhımda. T.F.

    şeklinde dile getirir. Küfrün ürperticiliğini ve imanın vadettiği huzuru, itminanı haykıran bir mü'mine gelince:

    İmansız olan paslı yürek sînede yüktür. M.A.

    der ve kestirir atar. Bu paslı yüreklerin pasını çözmeye karar vermiş bir gönül eri ise: 'Hakikî zevk, elemsiz lezzet, kedersiz sevinç yalnız imanda ve iman hakikatleri dairesindedir; ' öyle ise, 'hayatın zevk ve lezzetini isteyenler, onu imanla hayatlandırmalı, farzları yerine getirmekle bezemeli ve günahlardan uzak durmakla korumalıdırlar; ' zira, 'bir kimse bâkî hayata tam yönelebildiği takdirde, dünyası ne kadar fena ve sıkıntılı da olsa; o, bu dünyayı Cennet'in bir bekleme salonu mahiyetinde gördüğünden her şeyi hoş karşılar, her şeye katlanır ve şükreder.' (Az bir tasarrufla Bediüzzaman'dan) der; reçete mahiyetindeki sözleriyle ufkumuzu aydınlatır ve imanın büyüsünü gönüllerimize duyurur.

  • kuran-ı kerim17.02.2005 - 10:58

    Şu bir gerçek ki, Cenâb-ı Allah’ın çekirdekler halinde sarıp sarmalayıp kâinata ektiği ilmî hakikatler anlaşıldıkça ve bu sahada zirvelere doğru tepeler aşılıp yollar geçildikçe Kur’ân daha da bir gençleşecek.. ve her gün daha fazla su, ısı ve ışık alan bir çiçek gibi tazelenip açılacak ve ışığını zihne, kalbe daha bir nüfûz edicilik ve parlaklıkla neşredecektir. Ve, kimbilir sînesinde taşıdığı daha ne hakikatleri ve bilinmezleri insanlara sunacak ve bu mevzuda daha ne âyetler sergilenecek...! “Onlara âyetlerimizi dış âlemlerde ve kendi içlerinde göstereceğiz ki, O (Kur’ân) ın hak olduğu, onlara iyice belli olsun. Rabb’inin herşeye şahit olması yetmez mi? ” (Fussilet, 41/53) . Evet, âyette “Se-nürî” kullanılmakla, Sahabe’ye: “pek çok âyetlerimizi siz henüz bilmiyorsunuz, onları ileride göstereceğiz”, “hüm” kullanılmakla: “size değil, onlara, başkalarına, sonra geleceklere göstereceğiz” ve “yetebeyyene” kullanılmakla da, “belki hemen değil, peşpeşe gelen ve birbirini tamamlayan araştırmalar ve telâhük-ü efkâr neticesinde Kur’ân’ın hak olduğu ortaya çıkacak” denmektedir.

    İlimler, şimdilerde henüz emeklemekten kurtulup ayakta durmaya çalışmaktadır. Şimdiye kadar ileri sürülen onca nazariyeden belki pek azı hakikat olarak ortaya çıkmış ve Kur’ân’la tetâbuk edebilmiştir. İleride her sahada alınacak mesafelerle Kur’ân’ın daha pek çok hakikatlerine yaklaşılacak ve ilimlerin ortaya koyacağı gerçekler, Kur’ân’da ifadesini bulup, artık değişmez gerçekler olarak kalacaklardır. Bugün, diyelim ki, çok uzaklarda bulunan yıldız veya yıldız kümeleri hakkında söylenen sözler, şimdilik onlara olan uzaklığımız kadar hakikatten uzak olabilir. Ama, belki zamanla o yıldız kümelerine yaklaşılınca, onlar hakkındaki bilgi ve sözlerimiz de hakikate o derece yaklaşacak ve neticede birer değişmez hakikat olarak arz-ı endam edecektir. Bu şekilde ilimlerin hakikate, dolayısıyla Kur’ân’a yaklaşmasıyla değişmez hakikatler ortaya çıkacak ve hakikatte konuşan yine Kur’ân olacaktır. O zaman insan, faraziyeleri değil, hakikatleri konuşacak ve hakkında konuşulan da “âyât-ı tekvîniye” olacaktır. O gün üç ayrı istikamette veya yolda birbirinden habersiz gidiyor gibi görünen Kur’ân, insan ve kâinatın temelde aynı hakikatleri dile getirdiği ve Kur’ân’ın nabzının “insan ve kâinat” diye, kâinatın nabzının da “Kur’ân” diye attığı ayân-beyân ortaya çıkacaktır. Evet, o gün, kâinatı anlayan dünyayı, Kur’ân’ı anlayan ahireti, ikisini birden omuzlayansa hem dünyayı, hem de ahireti elde edecektir.


    (http://www.tr.fgulen.com)

  • hz.muhammed17.02.2005 - 10:55

    “Yıllar geçiyor ki, yâ Muhammed,
    Aylar bize hep Muharrem oldu!
    Akşam ne güneşli geceydi;
    Eyvah o da leyl-i mâtem oldu!
    Allah için ey Nebî-yi Mâsum,
    İslâm’ı bırakma böyle bîkes,
    Bizleri bırakma böyle mazlum”. (Mehmet Akif)

    Bir zamanlar içimizde Sen vardın, varlığın sayesinde her şey büyülü ve her şey çok güzeldi. Belki bazen bir kısım kopuklukların yaşandığı ve davranışların sevimsizleştiği, tavırların kabalaştığı, ses ve solukların hırıltıya dönüştüğü de olurdu; ama, hemen arkasından Senin dünyandan gelen ışık ve esintilerle bütün bu olumsuzluklar silinir gider, düşünce ve his ufkunda sadece Sen ve Senin o rengârenk atmosferin tüllenmeye başlardı. Ufukların kararması, ruhları hafakanların sarması, Senin bütün gönüllerde doğuvermene bir çağrı gibiydi: Ne zaman bunalıma düşsek, gölgen tıpkı bir dolunay gibi gönlümüzün tepelerinde beliriverir ve bütün kasvetleri siler-süpürür, götürürdü. Ne vakit biraz sıkışsak veya kendimize takılsak, içinde bulunduğumuz o muzlim hâl, ışığına bir çağrıymış gibi, birdenbire dört bir yanda Senin o hususî dünyanın sıcaklığı, yatıştırıcılığı duyulmaya başlar ve sonsuzdan gelen nurlar sarardı her yanımızı.. esen rüzgârlar Senin kokunu sürünür gezer, ikliminin varidâtı şelaleler gibi başımızdan aşağı boşalır ve biz ötelerden gelen nurlarla banyo yapmışçasına serinlerdik.

    Yakın geçmişte Senden kopup ayrılanların çoğu zayi olup gitti. Gidenler kendilerine yazıklar etti. Hepimizin belli ölçüde bir kopukluk yaşadığı muhakkaktı; ne var ki, Senden uzaklaşmalar farklı farklıydı ve kaybetmeler de o çerçevede cereyan ediyordu. Şimdilerde geç de olsa, böyle bir ayrılıktan pişmanlık duyduğumuzu ifade ediyor ve Senin anne kucaklarından daha sıcak bağrına dönmek istiyoruz. Yüzümüz yok, hicap içindeyiz; Hak katındaki nazının geçerliliğine de ümitlerimiz tam. Keşke ne seviyede olursa olsun Senden hiç kopmasaydık; kopmasaydık da, Senden, Senin dünyandan akıp gelen ışıklardan ve ruhlarımıza boşalan mânâlardan hiç mahrum kalmasaydık.. ve Seni o inandırıcı çehrenle içlerimizde hep taptaze ve dipdiri duyabilseydik..! Heyhat! Farkına vararak veya varmayarak bir kere koptuk Senden.. uzaklaştık kendimizden. Değişik kurtuluş yolları, yöntemleri peşinde koşup durduğumuz şu anda keşke bir de yitirdiğimiz şeyleri düşünebilseydik.! Ne gezer; bir kere daha Hârût ve Mârût’un oyununa gelmiş ve bir kere daha Mefisto’ya yenik düşmüştük. Oysaki bizim, Senin gölgenin üzerimizde olduğu ve şeytanlara meydan okuduğumuz günlerimiz, haftalarımız, aylarımız, yıllarımız vardı. Çevre hazanla inlerken günler de geceler de bizde hep bahardı. Yıllarımızı, aylarımızı, günlerimizi çaldılar ve bizi birer zamanzede hâline getirdiler. Şimdilerde oturmuş “Karanlığın son serhaddi, fecrin en sadık emâresidir.” diyor ve bu zifiri karanlıkların yırtılacağı eşref saatleri bekliyoruz.

    Dün Sen içimizdeydin ve günlerimiz gündü; o aydınlık günler tamamen yok olmasa da, bugün büyük ölçüde renk attı ve soldu. Hüznümüz Yakup’un hüznüne denk, ümitlerimiz de onunki kadar; hepimiz, çok yakın bir gelecekte yeniden ufkumuzda tulû edeceğin o aydınlık günlerin hülyalarıyla yaşıyor, bize vadedilen avdetinin heyecanıyla sabahlıyor ve akşamlıyoruz. Vilâdetin her sene bize bunları çağrıştırıyor, biz de kâse kâse ümitten iksirler içmiş gibi oluyor ve Seni bu çağın insanlarına bahşeden Rahmeti Sonsuz’a nasıl şükredeceğimizi bilemiyoruz...


    (http://www.tr.fgulen.com)

  • allah (c.c)17.02.2005 - 10:50

    Ehadiyet; birlik, teklik manâsına gelen 'ehad' kelimesinden türetilmiştir. 'Bir' demek olan, ferd ve vâhid manâlarını da ihtiva eden ehad, mâadâyı nefyetmede emsali kelimelerden daha mübalâğalı ve ikincisi olmayan bir rakamdır. Bu itibarla da vâhid kelimesinin isbatta kullanılmasına karşılık ehad lafzı hep nefiyde kullanılagelmiştir. Ehad, hiçbir şeyin ona, onun da hiçbir şeye nisbeti söz konusu olmayan bir kelimedir ve Zât-ı Ehad u Samed'in has sıfatıdır. Ehadiyet âlemi ise böyle bir sıfatın tecelli ve inkişaf ufkudur. Vâhidiyet sıfâtta iştiraki nefyetmesine mukabil, ehadiyet tam tenzihe bakması itibarıyla Zât-ı Mutlaka ve Sırfe'ye -esmâ ve sıfât manâları meknî- nazırdır. Hulâsa ehadiyet, bütün kesretlerin kendisinde fena bulup gittiği, bütün lâhutî hakaikin onda meknuz bulunduğu, umum varlığı kamilen tutan, ezeliyet ve ebediyeti birden ifade eden bir hakikat-i mukaddesenin unvanıdır.

    Evet, ehadiyet âlemi, vâhidiyet dairesi önünde hakaik-i ulûhiyet ve esrar-ı sübhaniyenin sırlı bir ifadesi gibidir. O hakaik-i ulûhiyete dair söylenebilecek sırları söyler; söyler de okuyabilen herkes onda esrar-ı 'Bismillahirrahmanirrahim' ve 'Kul hüve'llâhu Ehad''ı okuyabilir. Yani Allah, ilâhiyatında vâhid olduğu gibi rububiyetinde de birdir. Keza O, sıfât-ı sübhaniyesinde tek ve yektâ bulunduğu gibi esmâ-i ilâhiyesinde de Ferd u Samed'dir.. evet Allah, zâtında vâhid, vücudunda vâhid, rahmaniyetinde vâhid, rahimiyetinde vâhid, rezzakiyetinde vâhid, hallâkiyetinde vâhid... bir Vâhid u Ehad'dir.

    Daire-i ulûhiyet, bütün esmâ ve sıfât-ı sübhaniyeyi cami -İsm-i Zât'ın umum esmâ-i hüsnayı bit-tazammun ve bil-iltizam iktiza etmesi bunu göstermektedir- âlemler üstü bir âlemdir ve tecelli sahası itibarıyla da rahamûttan melekûta ve ondan da bit-tafsil zâhir-bâtın hemen her âlemin menba-i feyezanıdır. Ehadiyet, bir âlem-i münkeşife ve müteayyine, vâhidiyet de ikinci bir âlem-i tafsil ve taayyüniyedir. Bu açıdan ulûhiyette cami ve şamil celâl edâlı bir cemal, ehadiyette mütesavi bir tecelli-i celâl ve cemal, vâhidiyette ise cemal inkişaflı bir celâlden söz edilebilir. Bu hususta ehadiyete ait hususiyetleri vâhidiyette, vâhidiyete ait hususiyetleri de ehadiyette görüp konuyu öyle yorumlayanlar da vardır. Böyle bir yaklaşım 'Bismillahirrahmanirrahim'deki zât, sıfat ve ismin ifade ettikleri manâya da uygun düşmektedir.

    Çelebizâde Abdülaziz Efendinin, İbrahim Hakkı Hazretlerinin: 'Hüdâ Rabbim nebim hakka, Muhammed'dir Rasûlullah' şeklindeki manzum akidesi türünden 'Gülşen-i Niyaz'daki mevzûn ifadeleri hem akide kitaplarındaki geleneğe hem de asfiyâ telâkkisine uygun olması itibarıyla, bu faslı o manzum sözlerle noktalamak istiyoruz:

    Vahdet-i zâtı eyleyüp tahkîk,
    Etmişimdir sıfâtını tasdîk.
    İlim, kudret, hayat, sem' u basar,
    Zât-ı pâkinde oldular muzmer.

    Gerçi zâtla kadîm oldu sıfât,
    Ne sıfât zâttır ne de gayru'z-zât.
    Aceze'l-vâsıfûne an sıfâtik,
    Ma arafnâke hakka ma'rifetik.

    Ehadiyette yok şebîh ü nazîr,
    Mülkte hâcet-i müşîr ü vezîr..
    Ne arazsın ne cism ü cevhersin,
    Ne müteşekkil ne musavversin.

    Yâni min haysü zatihi'l-akdes,
    Sıfât-ı Hak hemîn tecerrüd bes.
    Sende yoktur eyâ Semî' u Mucîb,
    Hadd ü add ü tecezzî vü terkîb.

    Sana nisbetle yâ Aliyye'ş-şân,
    Ne zamâna itibarı var ne mekân..
    Olmadı yok o ihtimal yine,
    Ekl ü şurb ü libas ü nevm ü sine.

    Pâktır dâmen-i celâlet-i Hak,
    Şehvet isnad olunmadı mutlak.
    Fer' ü asl ihtimalin eyledi sed,
    Âyet-i 'lem yelid ve lem yûled'.

    Lem yezel ü lâ yezâlsin bîşek,
    Safha-i dil bu itikada mihenk.
    Hem evvelü bidâyet Ol'dur Ol,
    Âhirü nihâyet de Ol'dur Ol.

    Muhdis-i âlem O Zât-ı Kadîm,
    Hem masnû-ı feyz ü fazl-ı amîm.
    Eser-i sun'u âlem ü âdem,
    Hükm-ü vefkıncedir vücûd u adem.

    Emr-i 'Kün' le zuhûr etti tamâm,
    Ulvî vü süflî cümle-i ecrâm.
    Etmeseydi eğer feyz-i vücûd,
    Bilinmezdi resm ü râh-ı şuhûd.

    Hâlık-ı hayr ü şer cenâbındır,
    Hem masdar-ı her fiâl bâbındır.
    O'dur merkez-i hatâ vü sevâb,
    O'na vâbestedir sevâb ü ikâb.


    http://www.tr.fgulen.com

  • müceddid17.02.2005 - 10:38

    Her asırda gelir.

    Son devrin müceddidi Bediüzzaman Said Nursi.

  • kanuni sultan süleyman 17.02.2005 - 10:34

    Muhteşem Süleyman...

  • kuran-ı kerim17.02.2005 - 10:31

    Kitabullah.

  • charles darwin17.02.2005 - 09:22

    Maymunoğlu maymun. Bir takım insanlar da onun fikirlerini kabul etmişler. Körle yatan şaşı kalkar...