Kültür Sanat Edebiyat Şiir

  • o şimdi asker11.12.2005 - 12:29

    Bi de bunun '15 Ay Tatildeyim' versiyonu var. Ben hiç öyle tatil olarak görmüyorum. Baskı altında tatil mi olurmuş? mantıksız tatil :)

  • askerlik11.12.2005 - 12:24

    Ş: 227 Elbet Bir Gün...

  • üç şey28.08.2005 - 12:09

    Biricik EŞİM, Evimiz ve Sağlıklı Bir Yaşam..

  • ateist12.11.2004 - 14:43

    İnsan ancak aklıyla yaşayabilir. Ben aklımla allahı reddediyorum. No allah

  • cumhuriyet gazetesi08.11.2004 - 23:06

    Aydın insanların anlayabileceği bir gazete. Şeriat ile yönetilmeyi isteyenlere Cumhuriyet Gazetesi'ndeki yazıların battığı bir gazetedir.

  • laiklik04.10.2004 - 21:03


    DİN, BİLİM VE SİYASAL YÖNETİM

    “Takdir-i ilahi....”
    “Her şey Allah’tan...”
    “Kem gözler kıskandı, nazar değdi...”

    Son günlerde bu türden sözleri çok sık duymaya başladık. Köktendinciler işin kolayını buldular. Ortaya çıkan çeşitli “facia”lar karşısında önlem alacakları yerde kendi ahmaklıklarını, suçlarını tanrıya yükleyerek sorumluluktan sıyrılmaya çalışıyorlar. Beyinleri yeşil sarıklı, kara çarşaflı tüm siyasal islamcıların sıkıştıklarında başvurdukları bir yöntem, bir can simidi bu...
    Dünyanın her yöresinden “hacı” olmaya gelip, içtenlikle Mina’ya koşan insanların, “organizasyon” bozukluğundan dolayı, yedi kez ölüme gidişlerini daha unutmadık, dün gibi...
    Bu olayda da Suudi Arabistan Hac Başkanı aynı kalıplaşmış sözcükleri kullanarak, büyük bir pişkinlik ve vurdumduymazlık içerisinde, masum kişilerin yaşamlarını yitirmelerini “takdir-i ilahi”ye bağlamıştı.
    Suudi Arabistan’da binlerce “hacı adayı”nın “telef” edilmesine yol açan bu kör inanç, Türkiye’de “hızlandırılmış ve hızlandırılmamış tren faciaları” ile onlarca insanın canına kıydı. Ayrıca Kuran kursu öğrencisi beş küçük kızın da denizde boğulmasına neden oldu. Dünyaya şeriatın penceresinden bakan bu karanlık düşünceli yobazların, akıllara durgunluk veren mantığına göre, o zavallı yavrular “namahrem”diler ve dalgalar arasında ölüme bile gitseler, kimse onlara yaklaşamazdı. Nitekim yaklaştırmadılar da... Bu yüzden kıyıda bekleyen erkekler onlara ulaşamadılar ve küçücük çocukların sularda çırpınarak boğulmalarını seyretmek zorunda kaldılar. Yüreğinde sevgi kırıntısı bulunmayan, çağ dışı din bezirgânları için Mustafa Kemal şunları söyler. “Bizi yanlış yola sevkeden soysuzlar, çok kere din perdesine bürünmüşlerdir. Tarihimizi okuyunuz, görürsünüz ki milleti mahveden, esir eden, harap eden fenalıklar hep bu din kisvesi altındaki küfür ve melanetten gelmiştir.”
    Atatürk’e göre en gerçek ve en doğru tarikat “uygarlık tarikatı”dır. Dinsel tarikatçılık, ülkeleri “yanlış yollara sevkeder”, çıkmazlara götürür. Çünkü dinlerin egemenlik kurduğu toplumlarda akıldan, bilimden söz edilemez, ilerleme sağlanamaz. Gerçekleri ve doğruları sadece kutsal kitaplarda arayan, sorunların çözümünü göklerden bekleyen bir siyasal yönetim, ilerlemeyi gerçekleştirip, çağdaş uygarlığı yakalayabilir mi, bu mümkün müdür? ..
    İşte böyle bir dinci görüşü, felsefenin bayrağı durumuna getiren Dışişleri Bakanlığı’nın “giriş sınavı”nda sorduğu sorular: 1) Ahirete inanır mısınız? 2) Haftada kaç kere Kuran okursunuz? 3) Peygamberin gökyüzüne çıktığına inanır mısınız?
    Peki, ya inanmıyorsa, ya Kuran yerine başka bir kutsal kitap okuyorsa... Ne olacak o zaman? İşe alınmayacak mı? .. Dışişleri Bakanlığı, inanmayanların yada başka dinlere inananların da bakanlığı değil midir? Bu kafayla mı Avrupa Birliği’ne katılacak Türkiye? Her çeşit ödünü vererek girmeye can attıkları AB’de böyle “giriş sınavı soruları” var mıdır? O ülkelerde, bir öğretmenin “Adem ile Havva masalları” yerine “Darwin Kuramı”nı anlatması suç sayılır mı? Bu nedenle öğretmen yargıç önüne çıkarılır mı?
    İşte yüzyıllardan bu yana, kuşaktan kuşağa geçen böyle bir dinci anlayışa karşı Atatürk devrimleri, temelleri bilime ve yaşamın gerçeklerine dayanan çağdaş bir görüş ortaya çıkardığı için çok önemlidir. Atatürk’ün hedefi toplumu ve özellikle gençleri ‘dinsel alem’ in baskısından kurtarıp öküzün boynuzundan indirilmiş ‘maddi dünya’ ya çekmek, düşünen beyinler yetiştirmekti. Sonuçta boş inançların yerini akıl ve bilim alacak, uygarlaşmanın temel yöntemi araştırma, inceleme, ‘değişim’ yoluyla da toplumun çağdaşlaşması sağlanacaktı.


    Bu konuda Mustafa Kemal Atatürk şöyle der:
    “Biz ilhamlarımızı gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya hayattan almış bulunuyoruz. Bizim yolumuzu çizen, içinde yaşadığımız yurt, bağrından çıktığımız Türk ulusu ve bir uluslar tarihinin binbir facia ve ıstırap kaydeden yapraklarından çıkardığımız sonuçlardır.”
    CHF’de (Cumhuriyet Halk Fırkası) Büyük Kongresi’nin 13-14 Mayıs 1931 günlü toplantısında, Atatürk’ün görüşlerini destekleyen şu kararı alır:
    “Din anlayışı vicdanı olduğundan, fırka, din fikirlerini devlet ve dünya işlerinden ve siyasetten ayrı tutmayı milletimizin çağdaş ilerlemesinde başlıca başarı etkeni görür.” (Mete Tunçay, Tek Parti Yönetimi) Yukarıdaki karar, laikliğin gerçek bir tanımı ve uygulama biçimidir. Atatürk’ten sonra laiklik, yalnızca, din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılması olarak açıklanmaya çalışılmıştır, aldatmacadır. CHF kararında da belirtildiği gibi, din ancak yaşamın tüm alanlarından elini eteğini çekerek, “dünya işlerinden ayrılıp” vicdanlara yerleştiği ölçüde gerçek yerini bulacaktır. İşte bu nedenlerden dolayı cumhuriyet hükümeti CHF’nin kararından dört yıl önce, 1927’deki program değişiklikleri sırasında, Arapça ve Farsça ile din derslerini ortaokul ve lise öğretiminden çıkarmıştı.
    1924 yılında Öğretim Birliği (Tevhid-i Tedrisat) Yasası kabul edildiğinde imam hatip okullarının sayısı 29 iken bu sayı, 1928-30 yılları arasında 2’ye düştü, 1930 yılının sonlarında ise tümüyle kapandı. Çünkü devlet, laiklik ilkesine tam anlamıyla uyarak ikiyüzlü bir davranış içerisine girmeden, dinsel alanlardan ve kurumlardan desteğini çekmişti. Dinler, inançlar “vicdanlara terk edilmişi.”

    SONUÇ
    Ne var ki, cumhuriyet hükümetinin bu gerçek laiklik uygulaması siyasete kurban gitti. 1 Şubat 1949 tarihli genelge ile okullara program dışı din dersleri konuldu. 1950’den sonra ise iş iyice çığırından çıktı ve siyasal yönetimler, topluma egemen olabilmek, çıkarlarına hizmet eden bir düzen kurabilmek için “din silahı”nı kullandılar. Toplumun bilincine kadercilik, tevekkül, boyun eğme, rıza gösterme gibi mistik değerleri aşıladılar. Atatürk’ün deyişi ile “Din daima siyaset aracı, menfaat aracı, baskı aracı yapıldı. Bu hal Osmanlı tarihinde böyle idi.”
    Oysa uygar, laik toplumlarda, ortaçağdan bu yana akıl ve bilim ön plana geçtiğinden, din tartışmaları ve din güncelliğini yitirmiş, kimse kimsenin dini-imanı ile uğraşmaz olmuştu. Bunun sonucunda Batı’da Kopernik’ler, Einstein’ler, Darwin’ler topluma yön verip ışık saçarken bizde ise Derviş Vahdeti’ler, Saidi Nursi’ler, Fethullah Gülen’ler pıtrak gibi çoğalıp, politikacılarla birlikte ülkemizi karanlığa gömdüler.

  • piyanist25.08.2004 - 11:55

    İzlediğim en iyi filmler arasında 1 numaraya yerleşti. Filmi etkili kılan da olayların gerçekte yaşanmış olması..

  • en sevdiğiniz internet siteleri25.08.2004 - 11:46

    www.metallica.com

  • telefon sapıkları25.08.2004 - 11:45

    Bir tanıdığı işletmek süper keyifli olur ama işletilmek kadar da kötü bi şey düşünemiyorum :)

  • rumuz anlamları20.08.2004 - 22:59

    Uğusuzluk diyecekiniz ama bence inatçılık ve bi tür haykırış, isyan...