Son bir haftadır kemirilen tırnaklar yerini kanayan tırnak etlerine bıraktıysa, ve ufukta parmak, eller ve hatta kol dahi yer almaktaysa, buna Ahmet Kaya nın ne gibi bir katkısı olabilir? Ya da katkısızlığı? Durdurucu etkisi var mı mesela?
Seni sevmek değil de sevdiğimi söylemek için çok zor zamanlar dayım Paşam. Seni toprağım gibi sevdiğimi anlamadıklarına üzülüyorum. İnsan toprağından vaz geçer mi? Seni bayrağım gibi sevdiğimi anlamıyorlar Paşam. İnsan bayrağından vazgeçer mi?
Ben bugünleri yaşadıkça geçmişimi çok özlüyorum. İlkokulda Metin isminde bir öğretmenim olmuştu. Onu çok sevmiştim. Seni bu kadar çok sevmeyi biraz da ondan öğrenmiştim. Her gün senin yeni bir kahramanlığından bahsederdi bize. Anlayacağımız şekilde Yunan’ı denize döktüğümüz güne dek anlattı bir bir. Ben o zamanlar senin bir insan olduğunu önceleri anlayamamıştım. Bir masal kahramanı gibi geliyordun bana. Böyle Süpermen gibi güçlü ve yakışıklı, hayali, yenilmez kahramanımdın benim.
Sakarya’da, Dumlupınar’da devleşen milletinle seni, özgürlüğe koşarken dinledim. Dünyada ‘’ başöğretmen’’ olabilmiş tek liderin hikâyesini nefes nefese takip ettim. Bize armağan ettiğin Cumhuriyetin kıymetini, anlamını öğrendim. Biz kız çocuklarını nasıl sevdiğini, nasıl göklere çıkarıp Sabihaların kanatlarında meclise koştuğumuzu öğrendim. Seni bir kez daha, bir kez daha ve daha da çok sevdim. Senin uğruna ömrünü verdiğin toprakları, sen gibi sevdim.
Metin öğretmenimiz, bir gün On Kasım’ı anlatmaya başladı. Bizler daha çocuk olduğumuz için çok duygusal olmamaya çalışıyordu. ‘’Saat dokuzu beş geçe Atatürk aramızdan ayrıldı’’ derken gözlerinin dolduğunu gördüm. ‘’Aramızdan ayrılmak’’ ne demekti? Bunu çok iyi anlamamıştım ama öğretmenimin gözlerindeki yaş bana senin başına çok kötü bir şey geldiğini söylemişti. O an senin de bir insan olduğunu gerçek anlamda hissetmiştim. Öğretmenimize ‘’aramızdan ayrılmak nedir?’’ diye sordum. Metin öğretmen; yutkunarak bize senin öldüğünü söyledi.
Bir kahraman ölür müydü? Bir masal kahramanı…! O gün bir daha hiçbir derste parmak kaldırmadım. Bir şeye çok üzülmüştüm ama içimde kopan o şeyin ne olduğunu bir türlü anlamlandıramıyordum. ‘’Atatürk ölmüştü.’’ Bunu anlamıyordum. Asla ölmeyecek dediğimiz sen, meğer çoktan ölmüşsün.
Ben senin evine ziyarete gelecektim. Babam, ‘’Atamızı Anıtkabirde ziyaret edeceğiz bu yaz’’ demişti. Anıtkabir senin evinmiş. Şimdi ben seni gelip göremeyecektim öyle mi? Sana, senin için yaptığım Anıtkabir resmini gösterecektim ben. Sana her gün sözler veriyordum. Açtığın yolda yürüyeceğime yemin ediyordum. Beni duyduğunu düşündükçe daha bir coşku ile ant içiyordum. Ama sen ölmüşsün!
O gün akşama kadar yüzüm hiç gülmedi. Gün bitip çocuklar sınıfı boşaltırken hiç yerimden kalkmadım. Kendimi hem çok bitkin hem de çaresiz hissediyordum. Benim Ata’m ölmüştü. Ben bunu tam olarak anlayamıyor olsam bile çok ama çok üzgündüm.
Metin öğretmen babamın arkadaşı idi. Sınıf boşaldıktan sonra yanıma geldi. Bir yandan sıramın üzerindeki eşyalarımı toplarken bir yandan benimle konuştu. ‘’ Deniz, bugün sizin eve beraber yürüyelim mi? Hem yol da giderken sohbet ederiz.’’ Ben ayağa kalkıp Metin öğretmenimin kocaman göbeğine kadar bile gelmeyen boyumla ve sıska bedenimle ona öyle bir sarıldım ki onu bile şaşırttım. ‘’Öğretmenim şimdi biz onsuz ne yapacağız?’’. Bunu der demez ağlamaya başladım. O koca cüsseli, kocaman adam sanki kollarımın arasında eridi. Eğilip gözyaşlarımı sildikten sonra çantamı kendi koluna takıp elimden tuttu. ‘’ Gel bakalım önce yüzünü yıkayalım. Yolda giderken konuşuruz bunları’’ dedi.
Yol da giderken senin çok uzun zaman önce öldüğünü ama bize bıraktığın fikirlerinin ve mirasının bizim sayemizde sonsuza dek yaşayacağını anlattı. Senin bile ölmeden önce kendi ölümünün kesin olduğunu, Dünya durdukça yaşaması gerekenin Türkiye Cumhuriyeti olduğunu söylediğinden bahsetti. Seni gerçekten seviyorsam önce çalışkan bir öğrenci, sonra iyi bir insan olmam gerektiğini anlattı Metin öğretmen.
Anıtkabir’in senin sonsuza dek uyuman için yapılan bir ev olduğunu, kapılarının herkese açık olduğunu söyledi bana. Oraya gittiğim de mozole denilen bir yere elimdeki çiçekleri bırakırken senin için dua etmemi, ona bayrağımıza ve vatanımıza yaşadığım sürece sahip çıkacağıma söz vermemi söyledi. İşte bunları yaparsam senin beni duyabileceğini, uyuduğun yerde huzur bulacağını anlattı.
Senin öldüğünde tüm Dünyanın önünde saygı ile eğildiğini öğrendim. Büyüdükçe aslında sadece bizim değil Dünyanın bile, 1938’de, General McArthur’ un en zor, en problemli, en buhranlı döneminde, danışman, senatör ve bakanlarından oluşan yüz yirmiden fazla kişiye; “Şu anda hiçbirinizi değil, büyük istidadı ile Mustafa Kemal’i görmek için neler vermezdim” dediğinde öksüz kaldığını anladım.
Bir ilkokul öğrencisi, küçük bir kızın önce yüreğinde, sonra da yaşamında bir kez daha, yeniden doğup can bulduğunda senin nasıl ölümsüz olduğunu tüm herkese gösterdim. Üsteğmen Kara Fatma’nın kim olduğunu öğrenip bildiğim, tanıdığım herkese anlatırken kadın olmanın ne kadar gurur verici bir şey olduğunu, Ata’mın bana verdiği değeri hak etmek için ülkemi daha ileri seviyelere taşımanın görevim olduğunu çok daha iyi kavradım.
2000’de ABD Başkanı’nın milenyum mesajında; ”Milenyumun hiç şüphe yoktur ki; tek devlet adamı Mustafa Kemal ATATÜRK’ tür. Çünkü o yılın değil asrın lideri olabilmeyi başarmış, tek liderdir’ dedikten sonra göğsümüzü kabartan bu gururla sana layık evlatlar olabildik mi? Bizler ülke sorunlarında yeterince söz sahibi olabilmek için gereken gayreti gösteriyor muyuz?
Belki de, senin yüzüne bakmaya utanacağımız günler yaşıyoruz. Senin evlatlarının sana olan nefretlerini açıkça kustukları, hatıranı kirlettikleri, sana türlü iftiralar atarken omuzlarda taşındıkları bu günlerde bizler karşında başımız eğik, utanç içindeyiz.
Atam, üzülme! Bil ki doğacaktır yine güneş yine en tepeden. Senin mirasına sahip çıkacak, canı pahasına koruyacak daha milyonlarca evladın var. Sen Atam, yine de rahat uyu yerinde. Bak, oradalar, daha nice Mehmetler, Elifler, Denizler, Mustafalar, Ayşeler… Biz Atam sen rahat uyu diye, bu topraklar yeniden düşman çizmesi altında ezilmesin diye, kendi içimizden çıkan hainlere kurban edilmesin diye Cumhuriyeti, bayrağı, ilkelerini, fikirlerini ömrümüz oldukça korumaya, her zorluğun karşısında yılmadan özgürlük ve laiklik meşalesini nesilden nesile taşımaya yemin edenleriz.
Biz İzmir’de yakılmış bir şehrin küllerinden yeniden doğuşunu Vecihi’nin kanatlarından gösterdik. Biz Kocatepe’de gösterdiğin ilk hedefe, emrettiğin ölüme yeniden koşacak olanlarız. Küçük bir kızın avuçlarında mozoleye bırakılan bir Anıtkabir resminden bin kez daha, bir ölüp bin dirilenleriz.
Dünya’nın bizi yeniden gerçekten kıskanacağı çocuklar yetiştireceğiz. Biz inadına Cumhuriyet, inadına Demokrasi diye bağırırken bayrağımızı göklerden indirmeyecek olanlarız. Biz Atam bilmelisin ki seni asla unutmayacağız, unutturmayacağız.
Atam, ben seni sevmekten nasıl vazgeçerim… İnsan toprağından, insan bayrağından vazgeçer mi? Ben seni vatanım gibi sevdim.
Elif kafeye geldiğinde arkadaşlarını hararetli bir konuşmanın ortasında buldu. Tam yedi kişi küçücük masaya sığışmışlardı. Aralarındaki iki genci tanıyamadı. Masaya doğru yürürken garsona el hareketi ile arkadaşlarının olduğu yeri işaret ederek ‘’çift kaşarlı bir tane ve bir de duble çay. Abi, lütfen acil olsun fazla vaktim yok,’’ diyerek yüksek sesle siparişini verdi. Elif’in sesini duyan Mehmet masadaki koyu sohbetten başını kaldırıp kendilerine doğru yaklaşmakta olan Elif’e gülümsedi. - İşte benim sevgilim de gelmiş. Gel bitanem, gel, konular tam senlik. - Hayırdır, bu kadar hararetli ne konuşuyorsunuz?
Mehmet ayağa kalkıp Elif’e yerini verdikten sonra arka masadan bir sandalye çekerken cevap verdi. - Bak canım bu arkadaşlar Musa ve Cengiz. Bizi andımız kaldırılmasının abartılacak kadar önemli bir şey olmadığına ve hatta bunun gerekli olduğuna inandırmak istiyorlarmış. - Ha! Biz fikirlere açığız, gerçekten geçerli nedenler sunarsanız ikna olabiliriz tabi ki. O zaman sizi yoracağım ama baştan alın bakalım beyler. - Of! O zaman siz baştan alın ben gidip bir sigara içeceğim dışarıda. - Bir hoş geldin bile demedin ama git bakalım Mustafa. - Hoş geldin Elif. Canım benim konuya dalmışız kusura bakma. - Neyse, hadi affettim. Git ama geri gel, kaybolma seninle işimiz var. - Evet, unutmadım . Yardım edeceğim dedim, biz sözümüzün eriyiz kızım! - Hahaha.. Tama canım teşekkür ederim. E! Beyler buyurun bakalım sizi dinliyoruz. - Elif bacım, sen Türk ‘müsün bilmiyorum ama objektif olarak bakacak olursak bir kere metnin tamamı ırkçı söylemler içeriyor. Bu ülkede yaşayan Türklerin dışında Lazlar, Çerkezler, Kürtler, Arnavutlar ve daha başka ırktan olan insanlar var. Neden her gün ‘’Ne Mutlu Türküm Diyene’’ demek zorundayız? Ben neden varlığımı Türk varlığına armağan edecekmişim ki? Bize bunlar ilkokulda ezberletiliyor. Hem beynimiz yıkanıyor hem de karşısında olduğumuz ezberci eğitimin tam içinde olmuş oluyoruz. Hatırlarsanız her sabah aynı tantana yüzünden dakikalarca okulun önünde ayakta duruyorduk küçük yaşta. Millet sussun ve andımız okunsun diye beklerken kış günü donuyorduk kapı önünde. Üstelik bak, mesela ben yıllarca aynı andı okuduğum halde kendimi hiç öyle hissetmiyorum. Kafamıza zorla doldurulmuş çakma tarihten kurtulursanız siz de ‘’Ey yüce Atatürk’’ demeyeceksiniz aslında. - Sonunda geldi benim tost. Çok açım, aç, aç, aç. Atatürk’ü de sevmiyorsun yani? Sadece andımıza karşı olunmaz zaten, bazıları açıkça dile getirmez ama altında yatan neden bu Atatürk kinidir aslında. Sen hangi bölümde okuyorsun Musa kardeş? - Tarih. - Anladım, peki devam et sen. Sözünü kestim kusura bakma. - Yok, önemli değil. Nerede kalmıştım… Ha! Evet, bu ant Atatürk’ün kendi egosunu şişirmek için tasarlattığı bir dayatmadır. Öldükten sonra bile sürekli zirvede kalmak için uydurduğu masalların gökten üç elma düşmüş deme halidir.
Bu ülke pek çok savaş yaşamıştır. Ama en şaibeli olanı Kurtuluş Savaşıdır. O savaşta kahramanlıkları ile adını Dünyaya duyurabilecek pek çok komutan Atatürk’ün gölgesinde bırakılmıştır. Sanki adam bütün savaşları tek başına kazandı. Hepsini geçtim, Çanakkale Savaşı bir deniz savaşı olmasına rağmen yine Atatürk’ten bahsediliyor ve onun kahramanlıklarından. Tarih bilmesek inanacağız kardeşim. Osmanlıyı yıkıp kendi istediği devleti kurmak için uğraşıp ecdadınızı tarihe gömmüş, rezil etmiş, dinsiz bir adam için ‘’Yüce’’ demek akla isyandır.
Hem, sizler çağdaş demokratik gençlersiniz madem nasıl oluyor da böyle bir dayatmayı kabul ediyorsunuz? Nerede kaldı insan hakları? Eğer bir Çinli olsa idiniz bu ülke de, size her gün ‘’Ne mutlu Türküm diyene’’ dedirtselerdi nasıl hissederdiniz? Sizin meşhur sözlerinizden olan ’’empati’’, yapın bakalım.
- Valla, ben Kürt’üm ama hiç öyle senin dediğin gibi andımızı okumaktan rahatsız olmadım. Senin hissettiğin gibi kendimi ötekileşmiş falan da hissetmiyorum. Ben bu topraklarda doğdum, atalarım yüz yıllardır bu vatanın üzerinde yaşıyorlar. Kök saldığım bu topraklara aitim. Neden kendimi bir mülteci, bir azınlık gibi hissedecekmişim? Anadolu zaten pek çok kültürün bir araya gelmesinden oluşmuştur. Şimdi herkes kendi ırkının peşine düşse bu ülkenin adını ne koyacağız? Bize Dünya da hangi isimle hitap edecekler? Sadece bizim ülkemiz değil ki pek çok ülkede farklı ırkların karması vardır. Çin örneği verdin sen madem oradan yola çıkarsak; Çin dediğin ülkede bilinen 400 tane etnik grup var. Şimdi hangisini biliyorsun bana söylesene? Dünya da Çinlilik diye bir kavram mı var? Ama biz de nedense ülkelilik türetmesi de başladı. ‘’Türkiyelilik’’ ne demek kardeşim? Bu ülkenin adı Türkiye, üzerinde yaşayan ve uyruğunu paylaşan herkes ‘’Türk’’ işte. Bunu başka şekilde halledemezsin. Ulus olmanın yolu öncelikle tek olmakla başlar. Bir bayrağın altında, onlarca etnik kökenimizle, hepimiz milletiz. Biz eğer ‘’Türk’’ milleti olmayı başaramazsak gelip hepimizin altından toprağını, başımızdan bayrağımızı, en son da bedenlerimizden başlarımızı ayırırlar. En iyi ihtimalle sömürge, zavallı bir topluluk haline geliriz. Sen ki tarih okumuşsun madem İngiliz’in bu sömürge devletlere neler yaptığını da en iyi bilen kişi olmalısın. İşte andımız bu yüzden değerlidir. Bize çocuk yaşta öğretilmeye çalışılan ‘’ulus’’ olmak bilinci; yaşamamız, büyümemiz, saygın olmamız için sigortamızdır. Dünya devletleri akbaba gibi, sürünenlerin ölmesini bekliyor. Bir kere düşmeyegör bakalım senin etnik kimliğin hangi devletin umurunda olacak.
- Madem bu kadar etkili idi ben neden senin gibi düşünmüyorum Mehmet kardeşim o zaman? Andımızı her sabah okumak ben de tam tersi olumsuz etkiler yapmış bak gördüğün gibi.
- Bu senin suçun değil Cengiz. Bilinçli olmak toplumsal bir bakış açısı gerektirir bazı konularda. Eğer ailelerimiz, öğretmenlerimiz, komşumuz, akrabamız, çevremizde bulunan etkenlerin büyük çoğunluğu bize başka bir şeyi dayatıyorsa doğru olanı görmemiz zor olur. Mesela dinler bu konuda daha başarılıdır. Aslında hiç birimiz bu konu da seçme şansına sahip değilizdir. Çok az insan içinde doğduğu, büyüdüğü toplumun dininden başka bir dini benimser daha sonra. Eğer ailelerimiz bize dinde gösterdikleri öz veriyi toplumsal birey olmak konusunda gösterselerdi şimdi bizde Japonya örneğindeki gibi hem geleneklerimize bağlı, hem de yaşam standartı yüksek, sahip olduklarımızın kıymetini bilen vatandaşlar olurduk. Oysa bizler asıl ezberi dinle yapıyoruz. Atatürk bizlere mensubu olduğumuz dini okuyup anlayalım diye Türkçe olarak sundu. Ne oldu? Buraya hiç girmeyeceğim şimdi ama sen beni çok iyi anladın bence. Japonya halkından hiç kimse ‘’ben Japonyalıyım ve etnik kökenim de şu olduğundan Japon denilmesini istemiyorum’’ demez. Ya, düşününce çok komik değil mi bu zaten. Bu kadar komik bir tasarının maniple edilebilmiş olması bizim halkımızı küçük düşüren bir durum bence. Öyle çok ince ayarlar falan verilmemiş aslında, kabataslak bir tasarım ham hali ile pompalanmış ve senin gibi üniversite de okuyan bir genci bile etkisi altına alabilmiş. Bu neden oluyor biliyor musun dostum? Bu bizlerin yumuşak karnı ile ilgili. Bize karşı biraz ‘’bende sizdenim, Allah Muhammed, din, iman’’ dediler mi biz o insana hemen güveniyoruz. Bir Müslümandan zarar gelmez diyoruz. ‘’Hem bu adam tıpkı bizim gibi konuşuyor. Hiç öyle üstenci bir dil kullanmıyor. İçimizden birine güvenmeyeceksek kime güveneceğiz. Adam sen de hangisi çalıp çırpmadı ki? Azıcık da bunlar götürsün bir şey olmaz. Duble, duble gelişmişlik geldi bak ülkemize,’’ diyoruz. Ama en çok zararı da tarih boyunca bizi dinle zehirleyenlerden görüyoruz. Akıllanmak gibi bir niyetimiz olsa çok iyi olur. Artık yolun sonuna geliyoruz.
Elif yemeğini bitirmiş ellerini silerken göz ucu ile masadakileri izliyordu. Mehmet’in ağzını eli ile kapatıp yanağına bir öpücük kondurduktan sonra kollarını Mehmet’in boynuna doladı. - Söylesene sevgilim bizim çocuklarımız olunca onların ırkı KürTürk mü olacak? Nasıl ayrılacağız biz ırklara? Yahu, herkes birbirini almış evlenmiş, turşu gibi karışmışız. Nasıl etnik saptama yapacaksınız beyler merak ettim doğrusu. Hem var ya Elmalılı’nın Kuran Tefsiri dışında rüya tabirleri konusunda da başarılı olduğunu bilmenizi isterim efenim. Bir dip not daha var ki biz Kuranı Türkçe okuyunca neden kabul olmuyor? Deniliyor ki bazı kelimeler tam olarak çevrilmiyormuş. Dünya üzerinde yüzlerce farklı dilden dua eden yaratıcı bizim ne demek istediğimizi mi anlamayacak? Sadece Arap dilini mi biliyor Rab? Bu, işte bir Arap kültürü dayatmasıdır gençler. İşte asıl siz bunların üzerine gidin de ülkemiz kendi kültürünü, kendi törelerini Arap adetlerinden ayıklasın. Yoksa andımızı okuyarak kültürel yozlaşma yaşamazsınız. Sen etnik kökenini sıkı sıkı tut yine, kimselere çiğnetme. Ama millet olmayı da bundan ayırmayı öğren. Yoksaaa! Hepimizi öcüler yer ha.
Elif’in bu sevimli halleri masadaki herkesi güldürdü. Ama Musa oldukça düşünceli görünüyordu yine de. O ana dek doğru olduğuna inandığı şeyleri bir tartıya koymuş gibi bir hali vardı. Elif, Musa’ya kilitlediği bakışları ile masaya seslendi. - Kısaca tarihten bahsedelim derim ben. Mademki masamızda bu işin uzmanları var, yanlışlarımız var ise düzeltsinler. Bir yanlışı doğru bilerek yaşayıp gitmek istemem doğrusu. Ne dersin Musa, benim lise düzeyi Tarih bilgimi düzeltmekte bana yardımcı olur musun?
- Estağfurullah, elimizden bir şey gelirse Allah’ın izni ile yardımcı oluruz tabi.
- Hah! Çok yaşa sen. O zaman ben Osmanlı’nın son zamanlarından biraz bahsetmek istiyorum. Aslında bana göre son zamanları idi ve ondan sonrasına uzatmalardı diyebiliriz. Kanuni’nin kapitülasyonlarından bir zarar görmese de Osmanlı ondan sonra belini doğrultamadı biliyorsunuz. Kanuni, güçlü ve bilgili bir devlet adamı idi. Bu nedenle düşünmeden hareket etmediğinden kapitülasyonlar bizim lehimize çalışmıştı. Çünkü verilen ticari ayrıcalıkları eğer kontrol edebilirsen refah getirir. Bu güce sahip olman gerekir. Bunun doğru bir tespit olduğunu da yıllar sonra 3. Murat’ın İngilizlere verdiği imtiyazlar ile Osmanlı’nın yarı sömürge bir devlet durumuna düşmesinden görebiliyoruz. Daha sonra Avrupa’nın diğer ülkelerine de iştah açıcı gelen bu yemek artık Osmanlı Devleti’ni hepsinin ortak pazarı haline getirmiştir. Biz neden bu hale geldik Musa? Mısır sorunu hakkında bize ne söyleyebilirsin?
- Kısaca anlatayım o zaman ben Elif. Kavalalı Mehmet Ali Paşa, Yunan isyanı sırasında Osmanlı Devleti’ne yardım etmişti. Ancak onun gönderdiği donanma İngiliz, Fransız ve Rus donanması karşısında 1827’de Navarin’de ağır bir yenilgiye uğramıştı. Böylece Yunan isyanını bastıramamış 1829 Edirne antlaşması ile Yunanlılara bağımsızlıklarını vermek zorunda kalmıştır. Ama Kavalalı buna rağmen durmamış Osmanlı’dan yeni şeyler talep etmiştir. Yanan donanmasının zararının karşılanmasını, isyan bastırılırsa verilecek olan Mora yerine Suriye ve Girit’in kendisine verilmesini istemişti. 2. Mahmut bu istekleri reddedince zaten yorgun olan Osmanlı’ya tehdit bu kez kendi Mısır valisi Kavalalı olmuştur. Kütahya’ya kadar gelen Kavalalı Osmanlı’yı oldukça zor bir duruma düşürmüştür. Rusya hemen kolları sıvayıp fırsattan istifade ederek Osmanlı’ya yardım ediyor gözüküp donanmasını İstanbul açıklarına gönderir. Bu durum diğer vampirlerin yani İngiltere ve Fransa’nın işine gelmez. Artık Kavalalı sorunu uluslararası bir hal almıştır. En sonunda tüm kargaşa arasında 1833 yılında imzalanan Kütahya Antlaşması ile Kavalalı’ya Suriye, Mısır ve Girit valilikleri verilmiş olur. Kavalalı’nın oğlu olan İbrahim Paşa’da bu sayede Cidde ve Adana valiliklerini kapmış olur.
Kavalalı dönemine göre oldukça modern yöntemler ile hem ordusunu hem de valisi bulunduğu toprakları yönetiyordu. Bu durum ne Osmanlı’nın ne de diğer devletlerin hoşuna gitmiyordu. Gücüne güç katıyor, üstelik bir Müslüman vali olarak ilk kez bu kadar cüretkar ve medeni adımlar atan bir valiyi halk oldukça seviyordu.
Yeniçeri ocağını bile 1826 yılında lağvetmiş olan Osmanlı yaptığı ıslahatlar ve ekonomik sıkıntılar yüzünden çok zor günler yaşıyordu. Kavalalı karşısında oldukça güçsüzdü. Kavalalı bu durumu kullanıp İstanbul’a kadar yürümek peşindeydi.
Osmanlı bu tehlikeden Hünkâr İskelesi antlaşması ile kurtulabileceğini düşünmüştür. Bu antlaşmaya göre kısaca Osmanlı Saldırıya uğrarsa masraflarını ödemesi karşılığında Rusların askeri yardımını alacaktı. Karşılığında Ruslar saldırıya uğrarsa Osmanlı Boğazları kapatacaktı. İşte bundan sonra yıllarca dillerden düşmeyen ‘’boğazlar sorunu’’ böylece başlamış oldu.
- Çok güzel özetledin, teşekkür ederim. Bundan sonrasında Kavalalı ile girişilen kavgada Osmanlı ve Mısır savaşı 1832’de olmuştur. Bu savaşta komutanlık yapanlar asla Tarihte altın harflerle anılmadılar. Çünkü pek çok askeri hata yaptılar. Demek ki bir ordu olmak yetmiyor. Demek ki bir ordunun başarılı olması için güçlü, halkına zulmetmeyen, onlara değer veren bir yönetici olmak gerekiyor. Senin arkanda isterse on tane devlet, yüzlerce asker olsun, eğer sen kötü bir devlet adamı ve kötü bir komutan isen sonunda her zaman yenilirsin. Tarihe damga vurmak için öncelikle bu vasıflara sahip olmak gerekir. Burada eğer Atatürk gibi bir lider olsa idi belki de Osmanlı yeniden ayağa kalkabilirdi. Beceriksiz paşaların karşısında usta ama hain bir başka paşa vardı. Eğer Kavalalı, Atatürk gibi ulus bilinci, toprak kıymeti bilse idi kendi gücünü değil halkının önceliklerini önemserdi. Yani Atatürk ne 2. Mahmut gibi basiretsizdi ne de Kavalalı gibi haindi. Buradan alacağımız dersler bunlarla sınırlı değil. Eğer şimdi de doğu da böyle imtiyazlar verecek olursak özerklik, toprak gibi vatanın bölünmezliğine aykırı işler yapacak olursak yine aynı devletler başımıza üşüşüp bizi yine aynı sona sürüklerler. Böyle davranmanın zararını hep beraber görürüz. Ayrıca senin en başta dediğin gibi Osmanlı’yı Atatürk parçalamış, yabancı devletler ile antlaşmalar yapmış olsa idi o devirde çoktan doğmuş olurdu. Dostum Musa, Atatürk kaç yılında doğdu? Biz Osmanlı’nın son anlarından kısa bir kesiti paylaştık. Buradan böyle yürüdüğümüzde Atatürk’e kadar zaten ortada Osmanlı’dan geriye sadece bir isim kaldığını göreceğiz. O zaman sen bütün bunları bile bile hala neden Atatürk Osmanlı’yı yok etti diyebiliyorsun? Sonrasında otuz yıl yaprak bile kıpırdamadan sedatif bir uykuda gibi koca bir ülkeyi yönetmek iyi bir yönetici özelliği midir bilemedim. Mısırdan İngilizler bayrağını gözümüze sokarken barış içinde yaşamış olmanın bir halüsinasyon olmadığını söylemek akılsızlıktır. Kardeşim adamlar senin topraklarını zapt etmiş, daha hangi barıştan bahsediyorsun. Eğer İngiliz’e haddini bildirse idi Abdülhamit, Bulgarlar ve dahi tüm vampirler ayağını denk alırdı. Ha! Şimdi bana derseniz ki etrafta çok fazla tehdit vardı. En güzeli iyi ilişkilerdi. O zaman ben de size Atatürk derim. Çünkü o Samsun’a çıktığında ne bir ordusu, ne de hükümdarı olduğu bir devleti vardı. Ama o korkmadı. Ama o yılmadı. Atatürk gibi Dünya’da eşi ve benzeri görülmemiş bir insana ben sabahtan akşama kadar ‘’Ey Yüce Atatürk’’ demezsem bana yazıklar olsun. Gelelim Çanakkale’ye değil mi Musa? - Gelelim Elif, bakalım oradan ne çıkaracaksın? Ama şu ana dek tarihi bir hata yapmadın. Yorumlama şeklin de ayrılıyoruz aslında. Ben Abdülhamit’in gerçekten durumu çok iyi idare ettiğini düşünüyorum.
- Hayır, ben düşünmüyorum. Bir milletin elinden özgürlüğünü alırsanız artık hiçbir şeyi kalmamıştır. Bizim hiçbir şeyimiz yokken yaşadık onca yılı Musa. Keşke o zaman kopsa idi kıyamet ve onca şehit o zaman verilse idi. Bizde şimdi bu tarihi utancımızla yaşamak zorunda kalmazdık. Doksan üç harbi dediğimiz tam bir fiyaskodur. Mithat Paşa için herhangi bir Dünya ülkesinde övgü dolu sözlere rastladık mı? Hayır. Sebep? Çünkü yönettiği orduya kötü komuta etmiştir. Eğer Atatürk’te öyle hatalar yapmış olsa idi şimdi onunla beraber yürüyen diğer ordu komutanlarını değil onun adını nefretle anacaktık. Yani bu başarıyı Atatürk’e mal etmek de bunun kadar doğal bir sonuçtur.
Toprak bütünlüğünün önemini, sadrazam düzeyinde hainliğin nelere mal olduğunu hep Abdülhamit döneminde görmekteyiz. Ayrıca yönetim şeklini değiştirdi diye Atatürk’e kızanlar Abülhamit’i de göklere çıkarmasın o zaman. Meşrutiyeti tam iki kez ilan eden bir hükümdardan bahsediyoruz. İlk anayasayı getiren, ilk Türk Medeni kanunu nu bizlere sunan padişahtır kendisi. Demek ki Dünya değişiyordu ve bizim de bir şekilde çağa ayak uydurmamız gerekiyordu. Eğer Abdülhamit bir hünkâr olmasa idi belki de isteyeceği acil yönetim şekli Cumhuriyet olurdu. Hilafet desen zaten arabın düdüğü haline gelmiş sembolik bir malzemeden başka bir şey değildi artık. Hiçbir ağırlığımız kalmamıştı ki Dünyanın gözünde. O devirde yaşayan ve aklı başında olan herkes değişimi istemek zorunda olduğunu görüyordu. Ancak ne hikmetse onlarca yıl sonra biz şimdi komik bir şekilde saltanat oyunu oynuyoruz. Dünya çok sesli olmanın, daha çok sesli olmanın yolunu ararken biz tüm yetkileri tek bir kişinin kucağına nasıl yığarız diye hesap yapıyoruz. Bunu yapanları da başımıza taç ediyoruz. Utanmasak padişahım çok yaşa diyeceğiz. Abdülhamit’in adını dağa taşa yazanlar yaptıklarından hiç feyiz almamışlardır. Abdülhamit kızların okuması için teşvik edici olan bir hükümdar idi. Üretime ve yerli malına önem veren bir padişah idi. E! Biz şimdi bulduğumuzu satıyoruz. Demek ki sadece ümmet bilincini ayakta tutmak için onun adını bile kirletir olduk. - Ben de Abdülhamit hakkında bu kadar nasıl olumsuz düşünürsün diyecektim. Bari kızları okula gönderdiği için sev onu diyecektim.
- Merak etme Musa, ben bir İzmirliyim kardeşim. Kendi ucube fikirlerimi başkalarına dikte ettirmek için ne bir grup insana, ne de kendi tarihime çamur atmam. Biz İzmir’de demokrasinin kıymetini bilir, büyüklerimizi sayar, küçüklerimizi severiz. Hatta büyüklerimize öyle değer veririz ki kimsesiz kalmış olanlarımız itilip kakılmasınlar diye konforlu, rahat otel gibi konaklama evleri kurulmuştur bir sürü. Buralarda kadınlar dövüle sövüle, zorla, kimliksiz şekilde bir kaynana, bir kayın baba, on çocuk, beş tane de kayın ve görümceye bakmak zorunda bırakılmaz. Kadın, insandır. Çocuk, yaşlılık sigortası değildir. Çocuklarımızı en iyi okullarda Atatürk’ün istediği gibi aydın, kültürlü ve ülkesine faydalı insanlar olarak yetiştiririz. Bizim dizimizin dibinde oturup ayakkabı boyasın diye değil. Zaten andımızda geçen ‘’varlığım Türk varlığına armağan olsun’’ sözleri de bunu der. Gidin çocuklarınızı Suriye topraklarında öldürtün anlamına gelmez. Milyonlarca Suriyeliyi kendi topraklarında beslerken sen çocuğunu gönder de oralarda ölüp kalsın demek değildir. Varlığımızı bu topraklara armağan ederek savcı, hakim, avukat, doktor, hemşire, muhasebeci… Bir şey ol ama asla asalak olma, devletin malına zarar verme, yaptığın işi tam yap demektir. Haddini bil, başka şehirlerde yaşayan insanları üç kuruşluk çıkarların için aşağılama. Bu millet bir bütündür. Bu millet tek tek şehirlerden oluşmaz. Bu millet tüm o şehirlerin bir bütünüdür. Herhangi bir şehirdeki insanlara saygısızca hakaret edersen aynı anda kendine de etmiş olursun. Ama eğer sen de bir olma bilinci yoksa bunun farkına bile varamazsın. İşte acz içinde olmak durumu böyle bir şeydir. Saygısızlık ettiğin kendi yurttaşlarının yüzüne arsızca bakabilmektir.
Çanakkale demiştim onu unuttum. Çok konuştum biliyorum ama buradan bağlayacağım artık. Evet, Çanakkale bir deniz savaşıdır. Ancak tamamı donanmalar arasında yaşanmamıştır. Musa bir tarih öğrencisi olarak sen benden daha iyi bilirsin ki Osmanlı’nın çıkardığı ‘’harp mecmuası’’ vardır. Orada Mustafa Kemal’in öne çıkmasını istemeyen Enver Paşa’nın bizzat kendi çıkardığı dergi de ‘’Anafartalar Kahramanı’’ Mustafa Kemal dehasından bahsetmek zorunda kaldığını biliyorsundur. Üstelik Çanakkale’de Atatürk yoktu diyen Tarih tahrifçileri, sözüm ona hoca müsveddeleri nasıl oluyor da oradaki tam da mermiden yapılan o meşhur anıtın önünden geçerken çekilmiş Atatürk resmini görmüyorlar. İnsanlar Atatürk’ten önce nefret ediyorlar. Sonra da o nefrete haklı nedenler bulmak için bir sürü masal anlatıyorlar. Mısır koçanı bir tarafına giresice, o rezil, tarih çarpmış yaratık gibi Ata’nın ölmüş kızına bile iftira atacak kadar şirazeden çıkıyorlar. O zamanın tüm gazetelerinde boy boy resmi olan, adına sokak isimleri verilen, heykelcikleri elden ele satılan Mustafa Kemal Çanakkale’de yokmuş öyle mi? Ben buna inanan insanın ya aptal, ya da hain olduğunu düşünürüm arkadaş. Eğer Mustafa Kemal Anafartalar zaferini elde etmemiş olsa idi belki de deniz savaşı diye dilden dile dolaşan bir kahramanlık öykümüz hiç olmayacaktı. Tarihi nasıl yok edebilirsin? Ben var ya ben, tek başıma taşırım onun tüm hatırasını omuzlarımda. İşte ben o andı içtiğim günden beri Atatürk’ün bana bıraktığı yurdumu ve milletimi özümden çok seviyorum arkadaş! İşte ben, bu millet için doğru ve çalışkan olmak için her sabah yeniden andımı içiyorum. O öyle bir güneş ki karşısında hangi bataklık olursa olsun, hangi karanlık olursa olsun daha yüzyıllar boyunca önümüzü aydınlatacaktır. Biz Musa, Biz Cengiz ve biz hepimiz el ele olmayalım diye yapılıyor bunca şey. Biz gençler Atatürk’ün en güvendikleriyiz. Bu ülke, bu vatan bizlere emanettir. Şimdi ve her zaman gözümüz açık ve tetikte olmak zorundayız. Öyle güzel bir vatan da yaşıyoruz ki her karışı için türlü oyunlar oynayan, görünen ve görünmeyen pek çok düşmanımız var. İşte biz el ele olduğumuz sürece bu Cumhuriyet sonsuza dek yaşayabilir. Elini bırakmayacağım. Elimi bırakma lütfen! - Elif seferberlik ilan ettin ya. Bak saat kaç oldu kızım, hadi gidelim, asalım şu afişleri artık. - Ay! Evet, ya unuttum Mustafa. Hemen kalkıyorum. Mehmet, hadi gidiyoruz. - Ya nereye? Ne afişi asıyorsunuz siz? - Musa, biz andımız protestosu yapıyoruz. İzmir’in sokaklarına andımızı asacağız. Gerçi bu şehir de andımızı ezbere bilmeyen ve gönülden inanmayan pek bulunmaz ama biz yine de görevimizi yapalım dedik. Bir dakika ya, hadi siz de gelsenize afiş asmaya. - Şey, bilmem ki… - Musa, hadi ama o kadar şey konuştuk. Bence ikna oldunuz siz. - Tamam, ben geliyorum. Hadi Cengiz, kalk yardım edelim arkadaşlara. - Yok, ben gelmiyorum. Andımız konusunda hala tereddütlerim var. Ama sen git, ben yurda geçerim buradan. - Tamam, hadi gidelim Elif. - İki kişiden biri yüzde elli eder. Bu büyük bir başarıdır. Kalan yüzde elli için umut var olmak gerekir. Daha çok uzun yolumuz ama Cumhuriyet bekçisiz kalamaz. - Elif, seni seviyorum. - Mehmet, seni seviyorum… Mehmet, ben ülkemi özümden çok seviyorum. Mehmet, benim ülküm; yükselmek, ileri gitmektir. - Elif, varlığım Türk varlığına armağan olsun. Sadece, senin aşkın benim olsun. - Deli!
Günlerdir kaşınan ve kokan sağ kulağım bir hafta önce düştü. Zaten çürümüştü. Her şey o zaman başladı. Sonra sol elimin parmakları teker teker çürümeye başladı. Garip bir acı duyuyordum. Bu acı aslında bana zevk veriyordu. Çürürken kokmasalar aslında çok sorun etmeyecektim.
Sol kolum tamamen öldükten sonra bedenimin ölüşü daha da hızlandı. Mehmet’e çürüyen organlarımı gösterdikçe bana gülüyordu. Şaka yaptığımı sandı önceleri. Sonra benim için endişelenmeye başladı. Ama artık çok geçti.
Bir doktora gitmem için çok ısrar etti Mehmet. ‘’Ben bir ölüyüm,’’ dedim ona. Doktorlar yaşayan insanlar için vardır. Benim artık defnedilmem gerekiyor. Sesimi yükselttim bir gün. ‘’Beni artık gömmen gerekiyor Mehmet!’’. Anlamıyordu…
Etrafımdaki insanlara kötü kokumla zarar vermemek için sürekli olarak bedenimi yıkıyordum. Ama artık son bir kez beni onların yıkayıp huzurla toprağa karıştırmaları gerektiğini söylüyordum. Annem ve Mehmet benim öldüğümü kabul etmek istemediler. O iğrenç çürümüş bedenimle sürünerek etraflarında dolaşmamı tercih ettiler. Çok kızıyorum onlara. Çok!
Mehmet işe gitmişti. Annem yanımda uyuyakalmıştı. Ben ise artık içimdeki mezarlık özlemime dur diyemiyordum. Sessizce evden ayrılıp soluğu mezarlıkta aldım. Bir çocuğun lunaparkta olması kadar sevinçli ve heyecanlı idim. Artık ait olduğum yere gelmiştim. Onlarla saatlerce konuştum. Kendime bir mezar kazmak için mezarlık bekçisinden bir kürek rica ettim. Adam oldukça şaşırmış olsa da bana istediklerimi verdi. Bir süre sonra yanında polislerle beni yeni kazmaya başladığım çukurumun içinden zorla çıkardılar. Hiç kimsenin ölülere saygısı kalmamış.
Ölü bir bedenle, yaşayanların arasında sıkışıp kalmış olmak beni defalarca kez öldürüyordu. Mehmet beni o doktora kesinlikle götürecekti. Çürümüş bedenime bir doktor ne yapabilirdi ki? Bedenimden çıkan kurtlar tüm evi saracak yakında. Bu kadar çok olmaları komik geliyor bazen. Yakında konuşamayacak ve yazamayacağım. En son beynim ölecek sanırım. Hala düşünebildiğime göre beynim hayatta olabilir. Belki de bu düşünceyi sağlayan şey ruhumdur. Tüm bedenim ölmüşken,damarlarımda tek damla kan kalmamışken beynimin hala iş görüyor olması nasıl mümkün olabilir ki?
Mehmet’in beni doktora götürmek için zorladığı sabah bir çarşafa sardım bedenimi. Tamamen görünmeyeceğim bir şekilde bu kefenin içinde beni götürecekse onunla gideceğimi söyledim. Benim için tek bir dua bile etmedi. Ölmüş birinin ardından bazı törenler yapılması gerekmez mi? Çok kızgınım Mehmet’e!
Doktorun odasına varana kadar insanların şaşkın bakışları üzerimden hiç ayrılmadı. Oysa kendimi çok iyi sardığımı düşünüyordum.Mehmet dışında herkes benim ölü olduğumu görebiliyordu.Ha! Bir de annem var tabi. O da asla inanmadı bana. Sürekli olarak ağlıyor. Ölmüş olmam onu üzüyor biliyorum ama artık benim aralarından ayrılmam gerek. Bu şekilde çok acı çektiğimi neden göremiyorlar?
Doktorun odasında oldukça uzun kaldık.Benim bir ölü olduğuma o hiç şaşırmadı. Demek ki benim gibi olan insanlara daha önce de rastlamış diye düşündüm. Kulağımdan başlayarak, yavaş yavaş, acı çekerek,çürüyerek nasıl öldüğümü ona ayrıntısı ile anlattım. ‘’Kazayı hatırlıyor musun?’’ dedi. Şaşırdım… Bir kaza geçirmiştim sanırım ve o kazadan sağ kurtulamamıştım. Ancak ben o kazayı hiç ama hiç hatırlamıyordum.’’Karşıdan karşıya geçerken sana bir arabanın çarpmasından bahsediyorum. On gün boyunca hastanede tedavi görmüşsün. Ucuz atlatılmış ,sonunda aramıza dönmüşsün.Hiç bir şey hatırlamıyor musun?’’ Doktor bunları söylerken olmayan midemin neden bulandığını anlayamadım. Son üç gündür hiçbir şey yemiyor olmama rağmen kusmuş olmam da oldukça saçma gelmişti.
‘’Elif, seni bir süre bu hastaneye yatıracağız. Seni çok sevdiğimi asla unutma. Lütfen benim için iyi ol bitanem’’ . Mehmet bu sözleri söyleyip beni bu hapishaneye bırakıp gitti. Hem bir ölü hem de bir mahkumdum artık. Belki de burası gömülemeyen ölülerin morgudur. Yakında sıra ile hepimizi gömmenin bir yolunu bulana kadar burada bekliyor olabiliriz.
Tahmin ettiğim gibi beynim daha ölmemiş. Çünkü burada beynimi hayatta tutmak için sürekli olarak elektroşok uyguluyorlar. Tam kafatasıma verdikleri elektrik ile çok canım yanıyor. Çürümüş et kokumdan daha tahammül edilemez olanı bu şok seansları. Buraya geleli birkaç gün oldu. Çaresizlik içinde yazdığım bu mektubu az sonra kıracağım camdan aşağıya atacağım. Bu mektup kimin eline geçerse lütfen acilen beni bulsun. Burada, ölü bir bedenle mahkum edilmişken, her gün ağır işkencelere maruz bırakılıyorum. Lütfen bana yardım edin!
Okul yıllarında altı ay boyunca aşık kaldığım bir çocuk vardı. Onunla karşılaşmak ve konuşmak için her yolu denerdim. Ona hissettirmeden hep yanı başında olur her dediğini ezberlerdim. Çok bilgili ve yaşına göre çok olgundu. Ona hayranlığım her gün daha çok kanatlanıyordu.Özellikle felsefe konusundaki derinliği beni şaşkına çevirirdi. Bir gün yemekhane de tesadüfen yüz yüze geldik. Öyle ki neredeyse burun buruna denilebilir. Elimdeki yemek tepsisi ile kalakaldım. O gülümseyerek bana yol verdi. Sonra '' pardon Deniz, az daha yemeğini dökecektim'' dedi. Bu sıradan bir cümle idi ama o an da dişlerini fark ettim. ''Dişleri çarpıkmış'' dedim içimden. Aylarca ortodondik bozukluğu ileri derece de olmasına rağmen bunu nasıl fark etmediğime şaşıp kaldım. Bunu niye mi anlattım? Az önce face de tanıyor olabileceğim kişilerin arasında gülümseyen bir resmi ile karşıma çıktı. Dişlerini yaptırmış :))))
Saat altı civarı tren bir istasyonda durdu. Bu kadar küçük bir taşradaki tren istasyonu için oldukça kalabalık bir yerdi. İlginç olan şey, camdan görebildiğim kadarı ile onca kalabalığın içinden sadece bir kişinin trene binmiş olması idi. Peronda bulunan diğer insanların sanki çok daha önemli bir işi vardı ve bu iş sanırım o istasyonla ilgili idi. Biraz eğilip istasyonun ismini görmeye çalıştım. ‘’ Astapovo’’ dedim sesimi yükselterek. Sonra bulunduğum kompartımanda tek başıma olduğumu hatırladım.
Yerime sakince otururken kompartımanın kapısı açıldı. Uzun parmaklı, düzgün elleri ilk dikkatimi çeken şey olmuştu. Başındaki şapkayı çıkarıp selam veren kibar beye baş selamı ile karşılık verdim. ‘’ Rahatsız etmeyeceksem burayı sizinle paylaşabilir miyim?’’ dedi büyük bir nezaketle. ‘’Elbette’’ dedim aynı şekilde. Karşıma oturduğunda ondaki başkalığın uzun beyaz sakalları ile ilgili olmadığını ilk anda hissetmiştim. Gözlerindeki derinlik hemen insanı içine çeken cinsinden idi. Eğer bu kadar yaşlı bir adam olmasa ilk görüşte aşka düştüğümü bile düşünebilirdim. Sanki uzun zamandır tanıdığım bir yüze bakıyordum. Onu öyle büyük bir coşku ile sevdim ki bu saçma duyguma bir anlam veremedim. Onunla konuşarak bu coşkulu hislerimden kurtulabileceğimi düşündüm.
- Yolculuk nereye?
- İçimize … Her gittiğimiz yerde sadece kendimize varıyoruz aslında.
- Felsefe seviyorsunuz sanırım.
- Siz de seviyorsunuz.
- Beni tanıyor musunuz?
- Daha çok siz beni tanıyorsunuz aslına.
- Ben… Bir şey anlamadığımı söylesem…
- Her şeyin bittiği yerden alıp beni getirip karşınıza oturtan siz olduğunuza göre anlamış olduğunuz bazı şeyler olmalı.Hayatın rastlantısal olduğuna inanıyorsanız ikimizin bu kompartıman da var olmasını da açıklamış olursunuz. - Var oluşumuzun bile rastlantısal olduğuna inanıyor muyum? Bundan henüz emin değilim. Her şey mükemmel bir düzen içinde oluşup yok oluyor. Bunca tesadüf… Bilemiyorum. - Ben size inançlarınızı terk edin demiyorum. Şiddetten temizlenmiş tüm dinleri kabul edebilirim aslında. ‘’ ’Sezar’ın hakkı, Sezar’a... Allah’ın hakkı, Allah’a...’ demişliğim bile vardır. İyelik korunsun diye din pazarlarının açılıp din temsilcileri tarafından satışa sunulduğu ortamlarda hava pusludur. Yönünü bulmak oldukça zordur. Bu temsili ret etmek benim seçimimdi. - Ben bu sözü hatırlıyorum. İsa’nın bu sözü üzerine şiddet karşıtı bir din şekillenmeli, dinleri sömürüden kurtarmalı diyen…
Yok! Daha neler o siz olamazsınız. Siz...? - Benim kim olduğumun bir önemi yok. Ben hayatı boyunca kendisini öğretmeye ve bilmeye adamış bir adamdan başka bir şey değilim. Geldiğimiz bir yer var ise de gideceğimiz bir yer olmadığına inanıyorum. Ölüm hayatın en basit gerçeği. Ölüme yüklenen onca anlamın anlamsızlığı açıklanabilir bir durum değil aslında. - Bilgeliğiniz her kelimeniz de ışık saçıyor. Sözleriniz çok eski bir dostun sesi kadar tanıdık ve samimi. Ben hala büyüme ağrıları çeken bir belleğe sahibim. Nereye ve ne kadar daha gideceğimi bile bilmiyorum. İçinde olduğumuz bu trenin bir güzergahı var. Ne yapacağını biliyor, gidebileceği yol belli. Rayların dışında hareketi mümkün değil. İşte ben de kendi hayatım içinde bu durumdayım. Bu durumu değiştirmek ve gidebileceğim başka yönler için de seçim şansım olsun istiyorum. Kendi ruhumda sıkışıp kalmış bir başkası var ve artık öyle büyüdü ki onu hapsettiğim yerde daha fazla kalmak istemiyor. - ‘’Gelişim aşamalarının bazı bölümlerinde ilerleme yanlış yönde gelişebilir.’’ Cümlesini kurduğumda böyle bir şeyi anlatmak istemiştim. Yön! Neden var olduğumuzu bulmaya gidecek her yönü doğru kabul edebilirim. ‘’Benim için tek olan gerçek insanın kendisidir’’ derken senin gerçek olduğunu sana zaten söylemiştim. Mesele, bir şeyi niçin yaptığınla ilgili. Bunu bilmek önemlidir.
Her şeyin tekamül ettiğini savundum ben. Her şeyin kültür yolu ile tekamül etmesinden bahsettim. Sahip olduğum güce ve unvanlara itiraz etmeden kendi doğrularımı yine de savundum. Karşı çıktığım sistemin ekmeği ve suyu ile beslenerek büyütülüp eğitildiğim halde onlara kendi kelimeleri ile karşı çıktım. Bunun sonucundan önce nedenine bakacak olursak kültürü göreceğiz. - Yaptığım ve yapacağım şeylerin önemsizleştiğini düşünüyorum artık. Etrafımda olup biten pek çok şeyi saçma buluyorum ve tahammül etmekte zorlanıyorum. Tıpkı şu içinde bulunduğumuz ve hızla giden tren gibi hayat. Bu örneği az önce de verdiğimin farkındayım ama tam da durum bu. Bunca hızına aldırmadan şimdi bile gidip trenin kapısını açıp kendimi boşluğa bırakabilirim. Bunu düşünmek bile beni rahatlatıyor. Garip bir şekilde tüm saçmalıkları kabullenip kalmaya devam ediyorum. Gelecek planları yapmanın bir yok oluşa gidiliyorken hiçbir özgül ağırlığı kalmıyor. - Öz yıkım düşüncesi! Bu benim itirafımdı. Bir devinimin aksi yöne hareketi. Eski yaşama çabasına benzeyenin tam zıttı. Hayattan korkuyorken yine ondan bir şeyler beklemek neden anlamlı olsun? Eğer eşimle evliliğimi yapmamış olsa idim o yaşadığım dönemi çok çok daha önce yaşayacak olduğumu biliyorum.
Hayatımın ölümü yok etmeyeceği bir anlamı olup olmadığını aradığım dönemlerde bilimin bile buna bir cevabının olmadığını gördüm. Hayatın anlamsızlığı bilimle kanıtlanmıştır. Bilim sadece varoluşa cevap verebilmiştir. Aslında soru: Niçin yaşayayım?
Deneysel ve soyut bilimlerin tamamı hakkında yaşamım boyunca araştırma yaptım ve sonuç koca bir hiç! Hepsi sadece kendi alanları ile ilgili konuşuyorlar.Sonsuz gelişim yasası diye bir şey yok. ‘’Ne için yaşıyorum?’’ sorusuna bir cevap aramadığım yer kalmadı. Sonsuz gelişme yasası diye bir şey yok. Sonsuzlukta’’ben kimim’’ sorusuna verilebilecek bir cevap yok.
Deneysel bilimlere bakınca sonsuz uzayda ve sonsuz zamanda sonsuz derecede ‘’ne için varız?’’ sorusuna bir yanıt bulamazsınız. Var oluşun bir çözümü yok ve elimizde bir soru ile öylece kalakalıyoruz.
Soyut bilim insanı nihai sonuca gitmelidir. ‘’Ben kimim’’, ‘’evren nedir?’’ soruları Sokrates’e dek dayanır. Adını ne koyarsanız koyun bir öz vardır. Ben bu özden var oldum. Bu özün neden var olduğunu felsefe söylemez. İşte sana koca bir boşluk. Evren;her şey ,her şey ve hiçbir şeydir. - Mükemmel evrende her şeyin bir denge halinde olmasının neden bozulmadan duracağına inanıldığını bende anlamış değilim. Siz bayım, mucizelere zerrece inanmayan benim gibi birinin karşısında tüm mükemmelliğinizle oturup evren yasalarını yok saymamı istiyorsunuz. İsminizi burada telaffuz edecek olsam kendi deliliğim kanıtlamış olacağım. Hani demiştiniz ya,’’ hayatım aptalca bir şaka,elimde olmadan beni buraya birinin koyması bir şaka’’ Kim gülüyor bize? Bir şakanın içinden siz böyle karşımda durdukça başka bir şaka doğmuş oluyor.
Bir hayvandan kaçan adamın öyküsünde yaşıyorum ben. Bazen dalı kemiren farelerle,bazen dalın kendisi ile,bazen kuyunun dibindeki ejderha ile,bazen kurumuş o kuyu ile, bazen de yukarıda beni bekleyen vahşi hayvan ile yer değiştiriyorum. Empati koca bir saçmalık. İnsanı eriten bir eylem. Sizi defalarca kez,yüzlerce kelimeniz den okudum. Yine de varoluşun içindeki savaşınızı lüks bir malikane, ihtişamlı bir yaşam içinden vermiş olmanıza bir anlam veremedim. Bunu eleştirme hakkımın olmadığını düşünebilirsiniz. Siz Süleyman’a atıfla bu durumunuzu kotaracak olsanız bile ben bu empati de yokum. - Artık gerçek anlamda tanışmış olduğumuza göre böyle sert bir yumruk atmak hakkınız olduğunu düşündünüz küçük hanım. Bunu itiraf etmiştim ‘’ Şunu kabul ediyorum ki, bizimkisi hayatın kendisi değil bir taklidiydi’’ sözlerimle. Yine de hakkımda bunca şey biliyor olmanızdan memnunum. Ancak itirafımın sizin tarifinize cevap olacak kadar sığ olmadığını kavramış olmanızı umuyorum. Burada çok daha fazlasını demek istemiştim. Yaşanan hayatın tamamı hakkında bir görüştü o.
Yaptığım onca akıl yürütmelerin sonunda edindiğim şey; Hiçbir şey! ‘’Güç güçtür, madde maddedir, irade iradedir, sonsuz sonsuzdur, hiçbir şey hiçbir şeydir. Elde edebileceğim tüm sonuç buydu’’ derken sadece kendi hayatıma değil tüm olan bitene bakarak konuşmuştum.
- Biz sıradan insanların sizi anlamaya çalışması bile sizin için bir teselli olamadı değil mi? Önce kendinize,sonra tüm hepimize dargın ayrıldınız aramızdan. Geride bıraktığınız çözümlerin aslında cevabını bulmamız gereken sorular olduğunu okudukça anlıyorum. Sonlu ve sonsuzu karşılaştırmak yerine uç uca eklemeye çalışan felsefe bilginlerinin bize yaşadığımızdan daha mükemmel bir dünya olmayacağını söylemeleri bile aklımızı karıştırmaya yetiyordu oysa. Siz ölümün tek gerçek olduğunu söylediğinizden beri pek çoğumuz hayatın anlamsız olduğuna inanmayı seçtik. Şimdi mutlu musunuz? Hayatın anlamı nedir? Bana,’’sen hayatım dediğin şeysin’’ demiştiniz kitaplarınızda. Madem ki bizler rastlantısal varlıklar isek,parçacıkların tesadüfen bir araya gelmesi ile var olunmuş isek bu hayatımız dediğimiz şey de neden söz hakkımız olsun? Bundan sonra olacak olan şeylerde rastlantısal değil mi? Seçimlerimizin yön belirleyici olması gerek mezmi? Aksini düşünmek kaderci bir yaklaşımdır. Siz ise tam da böyle birisiniz. Kaderciliğinizin karşısında olduğunuz dinler için vaz geçilmez bir unsur olduğunu görmemiş olamazsınız. - Benim inandığım Tanrının sizinki ile aynısı olması gerekmez. Burada hatanız var. Evrenin özü iradedir. Süleyman hiçliğin hiçliğini bulmak için hayattan uzaklaşmıştır. Sokrates ise bunu yıllar öncesinden salık vermiştir. Buda öğretilerine baktığınızda da aynı cümleleri görürsünüz. ‘’ Kendimizi hayattan kurtarmalıyız’’ demiştir. Schopenhauer ve benim görebildiğimizi başka kimsenin görememiş olması bazen canımı yakmıştır açıkçası.’’ Hayat anlamsızdır’’ Bazıları kendi tercihleri ile gitmeyi seçer,bazıları görmeden yaşar,bazıları ise benim gibi kalır ve acı çeker. - Hayata sarılmak ve her şeye rağmen kalmak güçlülerin işidir denilirken siz tam tersini savundunuz. Epikürcülüğün zayıflık olduğunu düşündüğünüze inanmak istemiyorum. Mutlu olmanın bilgiye dayandırıldığı sürece ne zararı olabilir ki? Hayatın anlamının anlamsızlığından doğan bir çürümüşlük olmasına inanmak hepimizi hızla giden şu trenden atlamaya itmez mi? Süleyman mutluluğu övmedi mi? Sonra neden herşey böyle oluyor? Hayatımız dediğimiz şeyin ölümün yolculuğu olduğunu düşündükçe koca bir boşluğa bakmış olmuyor muyuz?
Evet anlıyorum sizi. İnançları olan insanlar ile olmayanlar arasında bir yaşama farkı yok. Her ikisi de yeterlilik ve bolluk içinde yaşıyorlar. Daha fazlasını istemek konusunda aynı durumdalar. İyi ama inançlı olmak zevklere ve ihtiyaçlara veda etmek demek olsa idi bunca nimet ne diye dünyaya saçılmış olsun? Anlamakta zorlandığımız dini öğretilerin arasında cinselliğin yadsınması da var tabi ki. Ürememiz istenmediği halde tüm canlılara bu iç güdü ne diye bahşedilsin ki? Kiliselerin bu saçmalığa son vermesi gerekir. Sevişmek; vermek ve almaktan ibarettir. Bu durumun tarafları her iki eylemi kendi içinde yaşar. - Kendi çıkarımlarınızı savunmanızı takdir ediyorum. Ancak şu anlattıklarınız benim için oldukça gereksiz. Tendeki hayat büyük bir kötülük ve yalandan ibarettir. Bu yüzden bu hayatın ortadan kaldırılması bir nimettir. Bizim arzu etmemiz gereken bir şeydir. Yer yüzünde olan her şey anlamsızdır. Sonsuz Tanrı kavramı aslında insanın sonsuzluğu,hayatın sonsuzluğudur. Buna pek çok inanç ve inanıştan kılıflar uydurabiliriz.Güneşin altında yeni bir şey yok küçük hanım. Eski eskidir ve yarında eskiyecek. Sahip olduğumuz ve olacağımız sadece ‘’hiçlik’’. Sonuç olarak ne yaparsak yapalım kendimizden sonrakilere bırakıp gideceğiz. Bunun en iyi kanıtı sanattır. Sanat hayatın aynasıdır. İnsanların karanlıktan değil ışıktan korktuklarını, kötülüğün hayatın ta kendisi olduğunu pek güzel ortaya döker sanat. Gerçek ise anlatılanlarla değil yaşayarak elde edilir mi? Sanat bize bunun cevabını veremez. Cevaplar asla bulunamıyor. - Gerçek yaşayarak elde ediliyorsa yaşadığım hayatın doğru bir hayat olduğunu nereden bileceğim ki gerçeğe ulaşacağım? O zaman sizin sözünüze temas etmiş oluyoruz değil mi? Sebepler, arayışlar ve cevapları verilememiş sorular ile kalakalmış durumdayız. Siz yelkensiz kayığınıza binip nehir boyunca devam eden yolculuğunuza çıktığınıza göre bu tren de ne işiniz var? - Beni siz getirdiniz hanım efendi. Aklınızla beni öyle çok sorguladınız ki işte karşınızdayım.Dinlerin Tanrı inancını öldürüyor olması canınızı yakıyor ve siz tüm hırsınızı benden almak istiyorsunuz. Hızla yol alan trenden ve her şeyden sıkıldınız. Hayatın bir anlamı olsun istiyorsunuz ve bulamadıkça kalmak için nedenler aramaya devam ediyorsunuz. O cevap yok! - ‘’Hep aynı yere düşen mürekkep damlaları gibi bir yere toplanan sorular’’ ile beni baş başa bırakıp gidemezsiniz. Benim inancım dünyevi bir amaca hizmet etmiyor. Ben arınmak istediğim için ayrılmak istemiyorum inandıklarımdan. Kendi irademizle ile burada değilsek buraya getirilmemizin bir şakadan daha fazlası olduğuna inanmak benim hakkım olmalı. Sadeleşmiş bir din yoksa kendi sadeleştirdiğim inancıma bağlı kalacağım. Ama illaki her şeyin ilk sebebi olan Tanrının olduğuna hep inanacağım. Boşlukta gezinen izotoplar gibiyiz. Bir atom çekirdeği olmak için çok mu geç kaldık? - Sorular sizi yeni arayışlara götürecek. Ancak yolcuğumuzun bundan sonrasında yanlızsınız küçük hanım.
Geldiği anki nezaketinden zerrece ödün vermeden karşımda oturan ve ayağa kalkarken gösterdiği zarif beden hareketleri ile beni kendine bir kez daha hayran bırakan bir dahi ile bir tren kompartımanında yolculuk ettiğime kimseyi inandıramam. Kucağıma onlarca yeni soru bırakmış olmasına bile aldırmadan ayağa kalkıp ona tüm içtenliğim ile sarıldım. Çok eski bir dostu yolcu eder gibi gözlerime dolan yaşlara engel olamadım.
Uyandığımda elimde bir kitap ile odamdaki kanepemde uyuyup kaldığımı gördüm. Kitabın ön yüzünü çevirip gülümsedim. Tolstoy’un itiraflarını bizzat kendi ağzından dinlemek dünya üzerinde kaç kişiye nasip olmuştur ki?
Son soru: Sokrates gibi bir hücrede ölüme yürümenin son olduğunu bile bile bunca sorguya neden ihtiyacımız vardı ki?
Duvarın üstünde kalabilmek, bütün mesele bu.
Son bir haftadır kemirilen tırnaklar yerini kanayan tırnak etlerine bıraktıysa,
ve ufukta parmak, eller ve hatta kol dahi yer almaktaysa,
buna Ahmet Kaya nın ne gibi bir katkısı olabilir?
Ya da katkısızlığı?
Durdurucu etkisi var mı mesela?
Yar olmadı bana devir
Her günüm başka zehir
Timarhanelerde demir
Parmaklıklara sarıldımmmm :))))
NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE!
İnsan Vatanını Sevmekten Vazgeçmez Atam
Seni sevmek değil de sevdiğimi söylemek için çok zor zamanlar dayım Paşam. Seni toprağım gibi sevdiğimi anlamadıklarına üzülüyorum. İnsan toprağından vaz geçer mi? Seni bayrağım gibi sevdiğimi anlamıyorlar Paşam. İnsan bayrağından vazgeçer mi?
Ben bugünleri yaşadıkça geçmişimi çok özlüyorum. İlkokulda Metin isminde bir öğretmenim olmuştu. Onu çok sevmiştim. Seni bu kadar çok sevmeyi biraz da ondan öğrenmiştim. Her gün senin yeni bir kahramanlığından bahsederdi bize. Anlayacağımız şekilde Yunan’ı denize döktüğümüz güne dek anlattı bir bir. Ben o zamanlar senin bir insan olduğunu önceleri anlayamamıştım. Bir masal kahramanı gibi geliyordun bana. Böyle Süpermen gibi güçlü ve yakışıklı, hayali, yenilmez kahramanımdın benim.
Sakarya’da, Dumlupınar’da devleşen milletinle seni, özgürlüğe koşarken dinledim. Dünyada ‘’ başöğretmen’’ olabilmiş tek liderin hikâyesini nefes nefese takip ettim. Bize armağan ettiğin Cumhuriyetin kıymetini, anlamını öğrendim. Biz kız çocuklarını nasıl sevdiğini, nasıl göklere çıkarıp Sabihaların kanatlarında meclise koştuğumuzu öğrendim. Seni bir kez daha, bir kez daha ve daha da çok sevdim. Senin uğruna ömrünü verdiğin toprakları, sen gibi sevdim.
Metin öğretmenimiz, bir gün On Kasım’ı anlatmaya başladı. Bizler daha çocuk olduğumuz için çok duygusal olmamaya çalışıyordu. ‘’Saat dokuzu beş geçe Atatürk aramızdan ayrıldı’’ derken gözlerinin dolduğunu gördüm. ‘’Aramızdan ayrılmak’’ ne demekti? Bunu çok iyi anlamamıştım ama öğretmenimin gözlerindeki yaş bana senin başına çok kötü bir şey geldiğini söylemişti. O an senin de bir insan olduğunu gerçek anlamda hissetmiştim. Öğretmenimize ‘’aramızdan ayrılmak nedir?’’ diye sordum. Metin öğretmen; yutkunarak bize senin öldüğünü söyledi.
Bir kahraman ölür müydü? Bir masal kahramanı…! O gün bir daha hiçbir derste parmak kaldırmadım. Bir şeye çok üzülmüştüm ama içimde kopan o şeyin ne olduğunu bir türlü anlamlandıramıyordum. ‘’Atatürk ölmüştü.’’ Bunu anlamıyordum. Asla ölmeyecek dediğimiz sen, meğer çoktan ölmüşsün.
Ben senin evine ziyarete gelecektim. Babam, ‘’Atamızı Anıtkabirde ziyaret edeceğiz bu yaz’’ demişti. Anıtkabir senin evinmiş. Şimdi ben seni gelip göremeyecektim öyle mi? Sana, senin için yaptığım Anıtkabir resmini gösterecektim ben. Sana her gün sözler veriyordum. Açtığın yolda yürüyeceğime yemin ediyordum. Beni duyduğunu düşündükçe daha bir coşku ile ant içiyordum. Ama sen ölmüşsün!
O gün akşama kadar yüzüm hiç gülmedi. Gün bitip çocuklar sınıfı boşaltırken hiç yerimden kalkmadım. Kendimi hem çok bitkin hem de çaresiz hissediyordum. Benim Ata’m ölmüştü. Ben bunu tam olarak anlayamıyor olsam bile çok ama çok üzgündüm.
Metin öğretmen babamın arkadaşı idi. Sınıf boşaldıktan sonra yanıma geldi. Bir yandan sıramın üzerindeki eşyalarımı toplarken bir yandan benimle konuştu. ‘’ Deniz, bugün sizin eve beraber yürüyelim mi? Hem yol da giderken sohbet ederiz.’’ Ben ayağa kalkıp Metin öğretmenimin kocaman göbeğine kadar bile gelmeyen boyumla ve sıska bedenimle ona öyle bir sarıldım ki onu bile şaşırttım. ‘’Öğretmenim şimdi biz onsuz ne yapacağız?’’. Bunu der demez ağlamaya başladım. O koca cüsseli, kocaman adam sanki kollarımın arasında eridi. Eğilip gözyaşlarımı sildikten sonra çantamı kendi koluna takıp elimden tuttu. ‘’ Gel bakalım önce yüzünü yıkayalım. Yolda giderken konuşuruz bunları’’ dedi.
Yol da giderken senin çok uzun zaman önce öldüğünü ama bize bıraktığın fikirlerinin ve mirasının bizim sayemizde sonsuza dek yaşayacağını anlattı. Senin bile ölmeden önce kendi ölümünün kesin olduğunu, Dünya durdukça yaşaması gerekenin Türkiye Cumhuriyeti olduğunu söylediğinden bahsetti. Seni gerçekten seviyorsam önce çalışkan bir öğrenci, sonra iyi bir insan olmam gerektiğini anlattı Metin öğretmen.
Anıtkabir’in senin sonsuza dek uyuman için yapılan bir ev olduğunu, kapılarının herkese açık olduğunu söyledi bana. Oraya gittiğim de mozole denilen bir yere elimdeki çiçekleri bırakırken senin için dua etmemi, ona bayrağımıza ve vatanımıza yaşadığım sürece sahip çıkacağıma söz vermemi söyledi. İşte bunları yaparsam senin beni duyabileceğini, uyuduğun yerde huzur bulacağını anlattı.
Senin öldüğünde tüm Dünyanın önünde saygı ile eğildiğini öğrendim. Büyüdükçe aslında sadece bizim değil Dünyanın bile, 1938’de, General McArthur’ un en zor, en problemli, en buhranlı döneminde, danışman, senatör ve bakanlarından oluşan yüz yirmiden fazla kişiye; “Şu anda hiçbirinizi değil, büyük istidadı ile Mustafa Kemal’i görmek için neler vermezdim” dediğinde öksüz kaldığını anladım.
Bir ilkokul öğrencisi, küçük bir kızın önce yüreğinde, sonra da yaşamında bir kez daha, yeniden doğup can bulduğunda senin nasıl ölümsüz olduğunu tüm herkese gösterdim. Üsteğmen Kara Fatma’nın kim olduğunu öğrenip bildiğim, tanıdığım herkese anlatırken kadın olmanın ne kadar gurur verici bir şey olduğunu, Ata’mın bana verdiği değeri hak etmek için ülkemi daha ileri seviyelere taşımanın görevim olduğunu çok daha iyi kavradım.
2000’de ABD Başkanı’nın milenyum mesajında; ”Milenyumun hiç şüphe yoktur ki; tek devlet adamı Mustafa Kemal ATATÜRK’ tür. Çünkü o yılın değil asrın lideri olabilmeyi başarmış, tek liderdir’ dedikten sonra göğsümüzü kabartan bu gururla sana layık evlatlar olabildik mi? Bizler ülke sorunlarında yeterince söz sahibi olabilmek için gereken gayreti gösteriyor muyuz?
Belki de, senin yüzüne bakmaya utanacağımız günler yaşıyoruz. Senin evlatlarının sana olan nefretlerini açıkça kustukları, hatıranı kirlettikleri, sana türlü iftiralar atarken omuzlarda taşındıkları bu günlerde bizler karşında başımız eğik, utanç içindeyiz.
Atam, üzülme! Bil ki doğacaktır yine güneş yine en tepeden. Senin mirasına sahip çıkacak, canı pahasına koruyacak daha milyonlarca evladın var. Sen Atam, yine de rahat uyu yerinde. Bak, oradalar, daha nice Mehmetler, Elifler, Denizler, Mustafalar, Ayşeler… Biz Atam sen rahat uyu diye, bu topraklar yeniden düşman çizmesi altında ezilmesin diye, kendi içimizden çıkan hainlere kurban edilmesin diye Cumhuriyeti, bayrağı, ilkelerini, fikirlerini ömrümüz oldukça korumaya, her zorluğun karşısında yılmadan özgürlük ve laiklik meşalesini nesilden nesile taşımaya yemin edenleriz.
Biz İzmir’de yakılmış bir şehrin küllerinden yeniden doğuşunu Vecihi’nin kanatlarından gösterdik. Biz Kocatepe’de gösterdiğin ilk hedefe, emrettiğin ölüme yeniden koşacak olanlarız. Küçük bir kızın avuçlarında mozoleye bırakılan bir Anıtkabir resminden bin kez daha, bir ölüp bin dirilenleriz.
Dünya’nın bizi yeniden gerçekten kıskanacağı çocuklar yetiştireceğiz. Biz inadına Cumhuriyet, inadına Demokrasi diye bağırırken bayrağımızı göklerden indirmeyecek olanlarız. Biz Atam bilmelisin ki seni asla unutmayacağız, unutturmayacağız.
Atam, ben seni sevmekten nasıl vazgeçerim… İnsan toprağından, insan bayrağından vazgeçer mi? Ben seni vatanım gibi sevdim.
D...
Türk Milleti Çalışkandır,Türk Milleti Zekidir
Elif kafeye geldiğinde arkadaşlarını hararetli bir konuşmanın ortasında buldu. Tam yedi kişi küçücük masaya sığışmışlardı. Aralarındaki iki genci tanıyamadı. Masaya doğru yürürken garsona el hareketi ile arkadaşlarının olduğu yeri işaret ederek ‘’çift kaşarlı bir tane ve bir de duble çay. Abi, lütfen acil olsun fazla vaktim yok,’’ diyerek yüksek sesle siparişini verdi. Elif’in sesini duyan Mehmet masadaki koyu sohbetten başını kaldırıp kendilerine doğru yaklaşmakta olan Elif’e gülümsedi.
- İşte benim sevgilim de gelmiş. Gel bitanem, gel, konular tam senlik.
- Hayırdır, bu kadar hararetli ne konuşuyorsunuz?
Mehmet ayağa kalkıp Elif’e yerini verdikten sonra arka masadan bir sandalye çekerken cevap verdi.
- Bak canım bu arkadaşlar Musa ve Cengiz. Bizi andımız kaldırılmasının abartılacak kadar önemli bir şey olmadığına ve hatta bunun gerekli olduğuna inandırmak istiyorlarmış.
- Ha! Biz fikirlere açığız, gerçekten geçerli nedenler sunarsanız ikna olabiliriz tabi ki. O zaman sizi yoracağım ama baştan alın bakalım beyler.
- Of! O zaman siz baştan alın ben gidip bir sigara içeceğim dışarıda.
- Bir hoş geldin bile demedin ama git bakalım Mustafa.
- Hoş geldin Elif. Canım benim konuya dalmışız kusura bakma.
- Neyse, hadi affettim. Git ama geri gel, kaybolma seninle işimiz var.
- Evet, unutmadım . Yardım edeceğim dedim, biz sözümüzün eriyiz kızım!
- Hahaha.. Tama canım teşekkür ederim. E! Beyler buyurun bakalım sizi dinliyoruz.
- Elif bacım, sen Türk ‘müsün bilmiyorum ama objektif olarak bakacak olursak bir kere metnin tamamı ırkçı söylemler içeriyor. Bu ülkede yaşayan Türklerin dışında Lazlar, Çerkezler, Kürtler, Arnavutlar ve daha başka ırktan olan insanlar var. Neden her gün ‘’Ne Mutlu Türküm Diyene’’ demek zorundayız? Ben neden varlığımı Türk varlığına armağan edecekmişim ki? Bize bunlar ilkokulda ezberletiliyor. Hem beynimiz yıkanıyor hem de karşısında olduğumuz ezberci eğitimin tam içinde olmuş oluyoruz. Hatırlarsanız her sabah aynı tantana yüzünden dakikalarca okulun önünde ayakta duruyorduk küçük yaşta. Millet sussun ve andımız okunsun diye beklerken kış günü donuyorduk kapı önünde. Üstelik bak, mesela ben yıllarca aynı andı okuduğum halde kendimi hiç öyle hissetmiyorum. Kafamıza zorla doldurulmuş çakma tarihten kurtulursanız siz de ‘’Ey yüce Atatürk’’ demeyeceksiniz aslında.
- Sonunda geldi benim tost. Çok açım, aç, aç, aç. Atatürk’ü de sevmiyorsun yani? Sadece andımıza karşı olunmaz zaten, bazıları açıkça dile getirmez ama altında yatan neden bu Atatürk kinidir aslında. Sen hangi bölümde okuyorsun Musa kardeş?
- Tarih.
- Anladım, peki devam et sen. Sözünü kestim kusura bakma.
- Yok, önemli değil. Nerede kalmıştım… Ha! Evet, bu ant Atatürk’ün kendi egosunu şişirmek için tasarlattığı bir dayatmadır. Öldükten sonra bile sürekli zirvede kalmak için uydurduğu masalların gökten üç elma düşmüş deme halidir.
Bu ülke pek çok savaş yaşamıştır. Ama en şaibeli olanı Kurtuluş Savaşıdır. O savaşta kahramanlıkları ile adını Dünyaya duyurabilecek pek çok komutan Atatürk’ün gölgesinde bırakılmıştır. Sanki adam bütün savaşları tek başına kazandı. Hepsini geçtim, Çanakkale Savaşı bir deniz savaşı olmasına rağmen yine Atatürk’ten bahsediliyor ve onun kahramanlıklarından. Tarih bilmesek inanacağız kardeşim. Osmanlıyı yıkıp kendi istediği devleti kurmak için uğraşıp ecdadınızı tarihe gömmüş, rezil etmiş, dinsiz bir adam için ‘’Yüce’’ demek akla isyandır.
Hem, sizler çağdaş demokratik gençlersiniz madem nasıl oluyor da böyle bir dayatmayı kabul ediyorsunuz? Nerede kaldı insan hakları? Eğer bir Çinli olsa idiniz bu ülke de, size her gün ‘’Ne mutlu Türküm diyene’’ dedirtselerdi nasıl hissederdiniz? Sizin meşhur sözlerinizden olan ’’empati’’, yapın bakalım.
- Valla, ben Kürt’üm ama hiç öyle senin dediğin gibi andımızı okumaktan rahatsız olmadım. Senin hissettiğin gibi kendimi ötekileşmiş falan da hissetmiyorum. Ben bu topraklarda doğdum, atalarım yüz yıllardır bu vatanın üzerinde yaşıyorlar. Kök saldığım bu topraklara aitim. Neden kendimi bir mülteci, bir azınlık gibi hissedecekmişim? Anadolu zaten pek çok kültürün bir araya gelmesinden oluşmuştur. Şimdi herkes kendi ırkının peşine düşse bu ülkenin adını ne koyacağız? Bize Dünya da hangi isimle hitap edecekler? Sadece bizim ülkemiz değil ki pek çok ülkede farklı ırkların karması vardır. Çin örneği verdin sen madem oradan yola çıkarsak; Çin dediğin ülkede bilinen 400 tane etnik grup var. Şimdi hangisini biliyorsun bana söylesene? Dünya da Çinlilik diye bir kavram mı var? Ama biz de nedense ülkelilik türetmesi de başladı. ‘’Türkiyelilik’’ ne demek kardeşim? Bu ülkenin adı Türkiye, üzerinde yaşayan ve uyruğunu paylaşan herkes ‘’Türk’’ işte. Bunu başka şekilde halledemezsin. Ulus olmanın yolu öncelikle tek olmakla başlar. Bir bayrağın altında, onlarca etnik kökenimizle, hepimiz milletiz. Biz eğer ‘’Türk’’ milleti olmayı başaramazsak gelip hepimizin altından toprağını, başımızdan bayrağımızı, en son da bedenlerimizden başlarımızı ayırırlar. En iyi ihtimalle sömürge, zavallı bir topluluk haline geliriz. Sen ki tarih okumuşsun madem İngiliz’in bu sömürge devletlere neler yaptığını da en iyi bilen kişi olmalısın. İşte andımız bu yüzden değerlidir. Bize çocuk yaşta öğretilmeye çalışılan ‘’ulus’’ olmak bilinci; yaşamamız, büyümemiz, saygın olmamız için sigortamızdır. Dünya devletleri akbaba gibi, sürünenlerin ölmesini bekliyor. Bir kere düşmeyegör bakalım senin etnik kimliğin hangi devletin umurunda olacak.
- Madem bu kadar etkili idi ben neden senin gibi düşünmüyorum Mehmet kardeşim o zaman? Andımızı her sabah okumak ben de tam tersi olumsuz etkiler yapmış bak gördüğün gibi.
- Bu senin suçun değil Cengiz. Bilinçli olmak toplumsal bir bakış açısı gerektirir bazı konularda. Eğer ailelerimiz, öğretmenlerimiz, komşumuz, akrabamız, çevremizde bulunan etkenlerin büyük çoğunluğu bize başka bir şeyi dayatıyorsa doğru olanı görmemiz zor olur. Mesela dinler bu konuda daha başarılıdır. Aslında hiç birimiz bu konu da seçme şansına sahip değilizdir. Çok az insan içinde doğduğu, büyüdüğü toplumun dininden başka bir dini benimser daha sonra. Eğer ailelerimiz bize dinde gösterdikleri öz veriyi toplumsal birey olmak konusunda gösterselerdi şimdi bizde Japonya örneğindeki gibi hem geleneklerimize bağlı, hem de yaşam standartı yüksek, sahip olduklarımızın kıymetini bilen vatandaşlar olurduk. Oysa bizler asıl ezberi dinle yapıyoruz. Atatürk bizlere mensubu olduğumuz dini okuyup anlayalım diye Türkçe olarak sundu. Ne oldu? Buraya hiç girmeyeceğim şimdi ama sen beni çok iyi anladın bence. Japonya halkından hiç kimse ‘’ben Japonyalıyım ve etnik kökenim de şu olduğundan Japon denilmesini istemiyorum’’ demez. Ya, düşününce çok komik değil mi bu zaten. Bu kadar komik bir tasarının maniple edilebilmiş olması bizim halkımızı küçük düşüren bir durum bence. Öyle çok ince ayarlar falan verilmemiş aslında, kabataslak bir tasarım ham hali ile pompalanmış ve senin gibi üniversite de okuyan bir genci bile etkisi altına alabilmiş. Bu neden oluyor biliyor musun dostum? Bu bizlerin yumuşak karnı ile ilgili. Bize karşı biraz ‘’bende sizdenim, Allah Muhammed, din, iman’’ dediler mi biz o insana hemen güveniyoruz. Bir Müslümandan zarar gelmez diyoruz. ‘’Hem bu adam tıpkı bizim gibi konuşuyor. Hiç öyle üstenci bir dil kullanmıyor. İçimizden birine güvenmeyeceksek kime güveneceğiz. Adam sen de hangisi çalıp çırpmadı ki? Azıcık da bunlar götürsün bir şey olmaz. Duble, duble gelişmişlik geldi bak ülkemize,’’ diyoruz. Ama en çok zararı da tarih boyunca bizi dinle zehirleyenlerden görüyoruz. Akıllanmak gibi bir niyetimiz olsa çok iyi olur. Artık yolun sonuna geliyoruz.
Elif yemeğini bitirmiş ellerini silerken göz ucu ile masadakileri izliyordu. Mehmet’in ağzını eli ile kapatıp yanağına bir öpücük kondurduktan sonra kollarını Mehmet’in boynuna doladı.
- Söylesene sevgilim bizim çocuklarımız olunca onların ırkı KürTürk mü olacak? Nasıl ayrılacağız biz ırklara? Yahu, herkes birbirini almış evlenmiş, turşu gibi karışmışız. Nasıl etnik saptama yapacaksınız beyler merak ettim doğrusu. Hem var ya Elmalılı’nın Kuran Tefsiri dışında rüya tabirleri konusunda da başarılı olduğunu bilmenizi isterim efenim. Bir dip not daha var ki biz Kuranı Türkçe okuyunca neden kabul olmuyor? Deniliyor ki bazı kelimeler tam olarak çevrilmiyormuş. Dünya üzerinde yüzlerce farklı dilden dua eden yaratıcı bizim ne demek istediğimizi mi anlamayacak? Sadece Arap dilini mi biliyor Rab? Bu, işte bir Arap kültürü dayatmasıdır gençler. İşte asıl siz bunların üzerine gidin de ülkemiz kendi kültürünü, kendi törelerini Arap adetlerinden ayıklasın. Yoksa andımızı okuyarak kültürel yozlaşma yaşamazsınız. Sen etnik kökenini sıkı sıkı tut yine, kimselere çiğnetme. Ama millet olmayı da bundan ayırmayı öğren. Yoksaaa! Hepimizi öcüler yer ha.
Elif’in bu sevimli halleri masadaki herkesi güldürdü. Ama Musa oldukça düşünceli görünüyordu yine de. O ana dek doğru olduğuna inandığı şeyleri bir tartıya koymuş gibi bir hali vardı. Elif, Musa’ya kilitlediği bakışları ile masaya seslendi.
- Kısaca tarihten bahsedelim derim ben. Mademki masamızda bu işin uzmanları var, yanlışlarımız var ise düzeltsinler. Bir yanlışı doğru bilerek yaşayıp gitmek istemem doğrusu. Ne dersin Musa, benim lise düzeyi Tarih bilgimi düzeltmekte bana yardımcı olur musun?
- Estağfurullah, elimizden bir şey gelirse Allah’ın izni ile yardımcı oluruz tabi.
- Hah! Çok yaşa sen. O zaman ben Osmanlı’nın son zamanlarından biraz bahsetmek istiyorum. Aslında bana göre son zamanları idi ve ondan sonrasına uzatmalardı diyebiliriz. Kanuni’nin kapitülasyonlarından bir zarar görmese de Osmanlı ondan sonra belini doğrultamadı biliyorsunuz. Kanuni, güçlü ve bilgili bir devlet adamı idi. Bu nedenle düşünmeden hareket etmediğinden kapitülasyonlar bizim lehimize çalışmıştı. Çünkü verilen ticari ayrıcalıkları eğer kontrol edebilirsen refah getirir. Bu güce sahip olman gerekir. Bunun doğru bir tespit olduğunu da yıllar sonra 3. Murat’ın İngilizlere verdiği imtiyazlar ile Osmanlı’nın yarı sömürge bir devlet durumuna düşmesinden görebiliyoruz. Daha sonra Avrupa’nın diğer ülkelerine de iştah açıcı gelen bu yemek artık Osmanlı Devleti’ni hepsinin ortak pazarı haline getirmiştir. Biz neden bu hale geldik Musa? Mısır sorunu hakkında bize ne söyleyebilirsin?
- Kısaca anlatayım o zaman ben Elif. Kavalalı Mehmet Ali Paşa, Yunan isyanı sırasında Osmanlı Devleti’ne yardım etmişti. Ancak onun gönderdiği donanma İngiliz, Fransız ve Rus donanması karşısında 1827’de Navarin’de ağır bir yenilgiye uğramıştı. Böylece Yunan isyanını bastıramamış 1829 Edirne antlaşması ile Yunanlılara bağımsızlıklarını vermek zorunda kalmıştır. Ama Kavalalı buna rağmen durmamış Osmanlı’dan yeni şeyler talep etmiştir. Yanan donanmasının zararının karşılanmasını, isyan bastırılırsa verilecek olan Mora yerine Suriye ve Girit’in kendisine verilmesini istemişti. 2. Mahmut bu istekleri reddedince zaten yorgun olan Osmanlı’ya tehdit bu kez kendi Mısır valisi Kavalalı olmuştur. Kütahya’ya kadar gelen Kavalalı Osmanlı’yı oldukça zor bir duruma düşürmüştür. Rusya hemen kolları sıvayıp fırsattan istifade ederek Osmanlı’ya yardım ediyor gözüküp donanmasını İstanbul açıklarına gönderir. Bu durum diğer vampirlerin yani İngiltere ve Fransa’nın işine gelmez. Artık Kavalalı sorunu uluslararası bir hal almıştır. En sonunda tüm kargaşa arasında 1833 yılında imzalanan Kütahya Antlaşması ile Kavalalı’ya Suriye, Mısır ve Girit valilikleri verilmiş olur. Kavalalı’nın oğlu olan İbrahim Paşa’da bu sayede Cidde ve Adana valiliklerini kapmış olur.
Kavalalı dönemine göre oldukça modern yöntemler ile hem ordusunu hem de valisi bulunduğu toprakları yönetiyordu. Bu durum ne Osmanlı’nın ne de diğer devletlerin hoşuna gitmiyordu. Gücüne güç katıyor, üstelik bir Müslüman vali olarak ilk kez bu kadar cüretkar ve medeni adımlar atan bir valiyi halk oldukça seviyordu.
Yeniçeri ocağını bile 1826 yılında lağvetmiş olan Osmanlı yaptığı ıslahatlar ve ekonomik sıkıntılar yüzünden çok zor günler yaşıyordu. Kavalalı karşısında oldukça güçsüzdü. Kavalalı bu durumu kullanıp İstanbul’a kadar yürümek peşindeydi.
Osmanlı bu tehlikeden Hünkâr İskelesi antlaşması ile kurtulabileceğini düşünmüştür. Bu antlaşmaya göre kısaca Osmanlı Saldırıya uğrarsa masraflarını ödemesi karşılığında Rusların askeri yardımını alacaktı. Karşılığında Ruslar saldırıya uğrarsa Osmanlı Boğazları kapatacaktı. İşte bundan sonra yıllarca dillerden düşmeyen ‘’boğazlar sorunu’’ böylece başlamış oldu.
- Çok güzel özetledin, teşekkür ederim. Bundan sonrasında Kavalalı ile girişilen kavgada Osmanlı ve Mısır savaşı 1832’de olmuştur. Bu savaşta komutanlık yapanlar asla Tarihte altın harflerle anılmadılar. Çünkü pek çok askeri hata yaptılar. Demek ki bir ordu olmak yetmiyor. Demek ki bir ordunun başarılı olması için güçlü, halkına zulmetmeyen, onlara değer veren bir yönetici olmak gerekiyor. Senin arkanda isterse on tane devlet, yüzlerce asker olsun, eğer sen kötü bir devlet adamı ve kötü bir komutan isen sonunda her zaman yenilirsin. Tarihe damga vurmak için öncelikle bu vasıflara sahip olmak gerekir. Burada eğer Atatürk gibi bir lider olsa idi belki de Osmanlı yeniden ayağa kalkabilirdi. Beceriksiz paşaların karşısında usta ama hain bir başka paşa vardı. Eğer Kavalalı, Atatürk gibi ulus bilinci, toprak kıymeti bilse idi kendi gücünü değil halkının önceliklerini önemserdi. Yani Atatürk ne 2. Mahmut gibi basiretsizdi ne de Kavalalı gibi haindi. Buradan alacağımız dersler bunlarla sınırlı değil. Eğer şimdi de doğu da böyle imtiyazlar verecek olursak özerklik, toprak gibi vatanın bölünmezliğine aykırı işler yapacak olursak yine aynı devletler başımıza üşüşüp bizi yine aynı sona sürüklerler. Böyle davranmanın zararını hep beraber görürüz. Ayrıca senin en başta dediğin gibi Osmanlı’yı Atatürk parçalamış, yabancı devletler ile antlaşmalar yapmış olsa idi o devirde çoktan doğmuş olurdu. Dostum Musa, Atatürk kaç yılında doğdu? Biz Osmanlı’nın son anlarından kısa bir kesiti paylaştık. Buradan böyle yürüdüğümüzde Atatürk’e kadar zaten ortada Osmanlı’dan geriye sadece bir isim kaldığını göreceğiz. O zaman sen bütün bunları bile bile hala neden Atatürk Osmanlı’yı yok etti diyebiliyorsun?
Sonrasında otuz yıl yaprak bile kıpırdamadan sedatif bir uykuda gibi koca bir ülkeyi yönetmek iyi bir yönetici özelliği midir bilemedim. Mısırdan İngilizler bayrağını gözümüze sokarken barış içinde yaşamış olmanın bir halüsinasyon olmadığını söylemek akılsızlıktır. Kardeşim adamlar senin topraklarını zapt etmiş, daha hangi barıştan bahsediyorsun. Eğer İngiliz’e haddini bildirse idi Abdülhamit, Bulgarlar ve dahi tüm vampirler ayağını denk alırdı. Ha! Şimdi bana derseniz ki etrafta çok fazla tehdit vardı. En güzeli iyi ilişkilerdi. O zaman ben de size Atatürk derim. Çünkü o Samsun’a çıktığında ne bir ordusu, ne de hükümdarı olduğu bir devleti vardı. Ama o korkmadı. Ama o yılmadı. Atatürk gibi Dünya’da eşi ve benzeri görülmemiş bir insana ben sabahtan akşama kadar ‘’Ey Yüce Atatürk’’ demezsem bana yazıklar olsun.
Gelelim Çanakkale’ye değil mi Musa?
- Gelelim Elif, bakalım oradan ne çıkaracaksın? Ama şu ana dek tarihi bir hata yapmadın. Yorumlama şeklin de ayrılıyoruz aslında. Ben Abdülhamit’in gerçekten durumu çok iyi idare ettiğini düşünüyorum.
- Hayır, ben düşünmüyorum. Bir milletin elinden özgürlüğünü alırsanız artık hiçbir şeyi kalmamıştır. Bizim hiçbir şeyimiz yokken yaşadık onca yılı Musa. Keşke o zaman kopsa idi kıyamet ve onca şehit o zaman verilse idi. Bizde şimdi bu tarihi utancımızla yaşamak zorunda kalmazdık. Doksan üç harbi dediğimiz tam bir fiyaskodur. Mithat Paşa için herhangi bir Dünya ülkesinde övgü dolu sözlere rastladık mı? Hayır. Sebep? Çünkü yönettiği orduya kötü komuta etmiştir. Eğer Atatürk’te öyle hatalar yapmış olsa idi şimdi onunla beraber yürüyen diğer ordu komutanlarını değil onun adını nefretle anacaktık. Yani bu başarıyı Atatürk’e mal etmek de bunun kadar doğal bir sonuçtur.
Toprak bütünlüğünün önemini, sadrazam düzeyinde hainliğin nelere mal olduğunu hep Abdülhamit döneminde görmekteyiz. Ayrıca yönetim şeklini değiştirdi diye Atatürk’e kızanlar Abülhamit’i de göklere çıkarmasın o zaman. Meşrutiyeti tam iki kez ilan eden bir hükümdardan bahsediyoruz. İlk anayasayı getiren, ilk Türk Medeni kanunu nu bizlere sunan padişahtır kendisi. Demek ki Dünya değişiyordu ve bizim de bir şekilde çağa ayak uydurmamız gerekiyordu. Eğer Abdülhamit bir hünkâr olmasa idi belki de isteyeceği acil yönetim şekli Cumhuriyet olurdu. Hilafet desen zaten arabın düdüğü haline gelmiş sembolik bir malzemeden başka bir şey değildi artık. Hiçbir ağırlığımız kalmamıştı ki Dünyanın gözünde. O devirde yaşayan ve aklı başında olan herkes değişimi istemek zorunda olduğunu görüyordu. Ancak ne hikmetse onlarca yıl sonra biz şimdi komik bir şekilde saltanat oyunu oynuyoruz. Dünya çok sesli olmanın, daha çok sesli olmanın yolunu ararken biz tüm yetkileri tek bir kişinin kucağına nasıl yığarız diye hesap yapıyoruz. Bunu yapanları da başımıza taç ediyoruz. Utanmasak padişahım çok yaşa diyeceğiz.
Abdülhamit’in adını dağa taşa yazanlar yaptıklarından hiç feyiz almamışlardır. Abdülhamit kızların okuması için teşvik edici olan bir hükümdar idi. Üretime ve yerli malına önem veren bir padişah idi. E! Biz şimdi bulduğumuzu satıyoruz. Demek ki sadece ümmet bilincini ayakta tutmak için onun adını bile kirletir olduk.
- Ben de Abdülhamit hakkında bu kadar nasıl olumsuz düşünürsün diyecektim. Bari kızları okula gönderdiği için sev onu diyecektim.
- Merak etme Musa, ben bir İzmirliyim kardeşim. Kendi ucube fikirlerimi başkalarına dikte ettirmek için ne bir grup insana, ne de kendi tarihime çamur atmam. Biz İzmir’de demokrasinin kıymetini bilir, büyüklerimizi sayar, küçüklerimizi severiz. Hatta büyüklerimize öyle değer veririz ki kimsesiz kalmış olanlarımız itilip kakılmasınlar diye konforlu, rahat otel gibi konaklama evleri kurulmuştur bir sürü. Buralarda kadınlar dövüle sövüle, zorla, kimliksiz şekilde bir kaynana, bir kayın baba, on çocuk, beş tane de kayın ve görümceye bakmak zorunda bırakılmaz. Kadın, insandır. Çocuk, yaşlılık sigortası değildir. Çocuklarımızı en iyi okullarda Atatürk’ün istediği gibi aydın, kültürlü ve ülkesine faydalı insanlar olarak yetiştiririz. Bizim dizimizin dibinde oturup ayakkabı boyasın diye değil. Zaten andımızda geçen ‘’varlığım Türk varlığına armağan olsun’’ sözleri de bunu der. Gidin çocuklarınızı Suriye topraklarında öldürtün anlamına gelmez. Milyonlarca Suriyeliyi kendi topraklarında beslerken sen çocuğunu gönder de oralarda ölüp kalsın demek değildir. Varlığımızı bu topraklara armağan ederek savcı, hakim, avukat, doktor, hemşire, muhasebeci… Bir şey ol ama asla asalak olma, devletin malına zarar verme, yaptığın işi tam yap demektir. Haddini bil, başka şehirlerde yaşayan insanları üç kuruşluk çıkarların için aşağılama. Bu millet bir bütündür. Bu millet tek tek şehirlerden oluşmaz. Bu millet tüm o şehirlerin bir bütünüdür. Herhangi bir şehirdeki insanlara saygısızca hakaret edersen aynı anda kendine de etmiş olursun. Ama eğer sen de bir olma bilinci yoksa bunun farkına bile varamazsın. İşte acz içinde olmak durumu böyle bir şeydir. Saygısızlık ettiğin kendi yurttaşlarının yüzüne arsızca bakabilmektir.
Çanakkale demiştim onu unuttum. Çok konuştum biliyorum ama buradan bağlayacağım artık. Evet, Çanakkale bir deniz savaşıdır. Ancak tamamı donanmalar arasında yaşanmamıştır. Musa bir tarih öğrencisi olarak sen benden daha iyi bilirsin ki Osmanlı’nın çıkardığı ‘’harp mecmuası’’ vardır. Orada Mustafa Kemal’in öne çıkmasını istemeyen Enver Paşa’nın bizzat kendi çıkardığı dergi de ‘’Anafartalar Kahramanı’’ Mustafa Kemal dehasından bahsetmek zorunda kaldığını biliyorsundur. Üstelik Çanakkale’de Atatürk yoktu diyen Tarih tahrifçileri, sözüm ona hoca müsveddeleri nasıl oluyor da oradaki tam da mermiden yapılan o meşhur anıtın önünden geçerken çekilmiş Atatürk resmini görmüyorlar. İnsanlar Atatürk’ten önce nefret ediyorlar. Sonra da o nefrete haklı nedenler bulmak için bir sürü masal anlatıyorlar. Mısır koçanı bir tarafına giresice, o rezil, tarih çarpmış yaratık gibi Ata’nın ölmüş kızına bile iftira atacak kadar şirazeden çıkıyorlar. O zamanın tüm gazetelerinde boy boy resmi olan, adına sokak isimleri verilen, heykelcikleri elden ele satılan Mustafa Kemal Çanakkale’de yokmuş öyle mi? Ben buna inanan insanın ya aptal, ya da hain olduğunu düşünürüm arkadaş. Eğer Mustafa Kemal Anafartalar zaferini elde etmemiş olsa idi belki de deniz savaşı diye dilden dile dolaşan bir kahramanlık öykümüz hiç olmayacaktı.
Tarihi nasıl yok edebilirsin? Ben var ya ben, tek başıma taşırım onun tüm hatırasını omuzlarımda. İşte ben o andı içtiğim günden beri Atatürk’ün bana bıraktığı yurdumu ve milletimi özümden çok seviyorum arkadaş! İşte ben, bu millet için doğru ve çalışkan olmak için her sabah yeniden andımı içiyorum. O öyle bir güneş ki karşısında hangi bataklık olursa olsun, hangi karanlık olursa olsun daha yüzyıllar boyunca önümüzü aydınlatacaktır.
Biz Musa, Biz Cengiz ve biz hepimiz el ele olmayalım diye yapılıyor bunca şey. Biz gençler Atatürk’ün en güvendikleriyiz. Bu ülke, bu vatan bizlere emanettir. Şimdi ve her zaman gözümüz açık ve tetikte olmak zorundayız. Öyle güzel bir vatan da yaşıyoruz ki her karışı için türlü oyunlar oynayan, görünen ve görünmeyen pek çok düşmanımız var. İşte biz el ele olduğumuz sürece bu Cumhuriyet sonsuza dek yaşayabilir.
Elini bırakmayacağım. Elimi bırakma lütfen!
- Elif seferberlik ilan ettin ya. Bak saat kaç oldu kızım, hadi gidelim, asalım şu afişleri artık.
- Ay! Evet, ya unuttum Mustafa. Hemen kalkıyorum. Mehmet, hadi gidiyoruz.
- Ya nereye? Ne afişi asıyorsunuz siz?
- Musa, biz andımız protestosu yapıyoruz. İzmir’in sokaklarına andımızı asacağız. Gerçi bu şehir de andımızı ezbere bilmeyen ve gönülden inanmayan pek bulunmaz ama biz yine de görevimizi yapalım dedik. Bir dakika ya, hadi siz de gelsenize afiş asmaya.
- Şey, bilmem ki…
- Musa, hadi ama o kadar şey konuştuk. Bence ikna oldunuz siz.
- Tamam, ben geliyorum. Hadi Cengiz, kalk yardım edelim arkadaşlara.
- Yok, ben gelmiyorum. Andımız konusunda hala tereddütlerim var. Ama sen git, ben yurda geçerim buradan.
- Tamam, hadi gidelim Elif.
- İki kişiden biri yüzde elli eder. Bu büyük bir başarıdır. Kalan yüzde elli için umut var olmak gerekir. Daha çok uzun yolumuz ama Cumhuriyet bekçisiz kalamaz.
- Elif, seni seviyorum.
- Mehmet, seni seviyorum… Mehmet, ben ülkemi özümden çok seviyorum. Mehmet, benim ülküm; yükselmek, ileri gitmektir.
- Elif, varlığım Türk varlığına armağan olsun. Sadece, senin aşkın benim olsun.
- Deli!
D...
Bir Ölüden Gelen Mektup
Günlerdir kaşınan ve kokan sağ kulağım bir hafta önce düştü. Zaten çürümüştü. Her şey o zaman başladı. Sonra sol elimin parmakları teker teker çürümeye başladı. Garip bir acı duyuyordum. Bu acı aslında bana zevk veriyordu. Çürürken kokmasalar aslında çok sorun etmeyecektim.
Sol kolum tamamen öldükten sonra bedenimin ölüşü daha da hızlandı. Mehmet’e çürüyen organlarımı gösterdikçe bana gülüyordu. Şaka yaptığımı sandı önceleri. Sonra benim için endişelenmeye başladı. Ama artık çok geçti.
Bir doktora gitmem için çok ısrar etti Mehmet. ‘’Ben bir ölüyüm,’’ dedim ona. Doktorlar yaşayan insanlar için vardır. Benim artık defnedilmem gerekiyor. Sesimi yükselttim bir gün. ‘’Beni artık gömmen gerekiyor Mehmet!’’. Anlamıyordu…
Etrafımdaki insanlara kötü kokumla zarar vermemek için sürekli olarak bedenimi yıkıyordum. Ama artık son bir kez beni onların yıkayıp huzurla toprağa karıştırmaları gerektiğini söylüyordum. Annem ve Mehmet benim öldüğümü kabul etmek istemediler. O iğrenç çürümüş bedenimle sürünerek etraflarında dolaşmamı tercih ettiler. Çok kızıyorum onlara. Çok!
Mehmet işe gitmişti. Annem yanımda uyuyakalmıştı. Ben ise artık içimdeki mezarlık özlemime dur diyemiyordum. Sessizce evden ayrılıp soluğu mezarlıkta aldım. Bir çocuğun lunaparkta olması kadar sevinçli ve heyecanlı idim. Artık ait olduğum yere gelmiştim. Onlarla saatlerce konuştum. Kendime bir mezar kazmak için mezarlık bekçisinden bir kürek rica ettim. Adam oldukça şaşırmış olsa da bana istediklerimi verdi. Bir süre sonra yanında polislerle beni yeni kazmaya başladığım çukurumun içinden zorla çıkardılar. Hiç kimsenin ölülere saygısı kalmamış.
Ölü bir bedenle, yaşayanların arasında sıkışıp kalmış olmak beni defalarca kez öldürüyordu. Mehmet beni o doktora kesinlikle götürecekti. Çürümüş bedenime bir doktor ne yapabilirdi ki? Bedenimden çıkan kurtlar tüm evi saracak yakında. Bu kadar çok olmaları komik geliyor bazen. Yakında konuşamayacak ve yazamayacağım. En son beynim ölecek sanırım. Hala düşünebildiğime göre beynim hayatta olabilir. Belki de bu düşünceyi sağlayan şey ruhumdur. Tüm bedenim ölmüşken,damarlarımda tek damla kan kalmamışken beynimin hala iş görüyor olması nasıl mümkün olabilir ki?
Mehmet’in beni doktora götürmek için zorladığı sabah bir çarşafa sardım bedenimi. Tamamen görünmeyeceğim bir şekilde bu kefenin içinde beni götürecekse onunla gideceğimi söyledim. Benim için tek bir dua bile etmedi. Ölmüş birinin ardından bazı törenler yapılması gerekmez mi? Çok kızgınım Mehmet’e!
Doktorun odasına varana kadar insanların şaşkın bakışları üzerimden hiç ayrılmadı. Oysa kendimi çok iyi sardığımı düşünüyordum.Mehmet dışında herkes benim ölü olduğumu görebiliyordu.Ha! Bir de annem var tabi. O da asla inanmadı bana. Sürekli olarak ağlıyor. Ölmüş olmam onu üzüyor biliyorum ama artık benim aralarından ayrılmam gerek. Bu şekilde çok acı çektiğimi neden göremiyorlar?
Doktorun odasında oldukça uzun kaldık.Benim bir ölü olduğuma o hiç şaşırmadı. Demek ki benim gibi olan insanlara daha önce de rastlamış diye düşündüm. Kulağımdan başlayarak, yavaş yavaş, acı çekerek,çürüyerek nasıl öldüğümü ona ayrıntısı ile anlattım. ‘’Kazayı hatırlıyor musun?’’ dedi. Şaşırdım… Bir kaza geçirmiştim sanırım ve o kazadan sağ kurtulamamıştım. Ancak ben o kazayı hiç ama hiç hatırlamıyordum.’’Karşıdan karşıya geçerken sana bir arabanın çarpmasından bahsediyorum. On gün boyunca hastanede tedavi görmüşsün. Ucuz atlatılmış ,sonunda aramıza dönmüşsün.Hiç bir şey hatırlamıyor musun?’’ Doktor bunları söylerken olmayan midemin neden bulandığını anlayamadım. Son üç gündür hiçbir şey yemiyor olmama rağmen kusmuş olmam da oldukça saçma gelmişti.
‘’Elif, seni bir süre bu hastaneye yatıracağız. Seni çok sevdiğimi asla unutma. Lütfen benim için iyi ol bitanem’’ . Mehmet bu sözleri söyleyip beni bu hapishaneye bırakıp gitti. Hem bir ölü hem de bir mahkumdum artık. Belki de burası gömülemeyen ölülerin morgudur. Yakında sıra ile hepimizi gömmenin bir yolunu bulana kadar burada bekliyor olabiliriz.
Tahmin ettiğim gibi beynim daha ölmemiş. Çünkü burada beynimi hayatta tutmak için sürekli olarak elektroşok uyguluyorlar. Tam kafatasıma verdikleri elektrik ile çok canım yanıyor. Çürümüş et kokumdan daha tahammül edilemez olanı bu şok seansları. Buraya geleli birkaç gün oldu. Çaresizlik içinde yazdığım bu mektubu az sonra kıracağım camdan aşağıya atacağım. Bu mektup kimin eline geçerse lütfen acilen beni bulsun. Burada, ölü bir bedenle mahkum edilmişken, her gün ağır işkencelere maruz bırakılıyorum. Lütfen bana yardım edin!
D...
Okul yıllarında altı ay boyunca aşık kaldığım bir çocuk vardı. Onunla karşılaşmak ve konuşmak için her yolu denerdim. Ona hissettirmeden hep yanı başında olur her dediğini ezberlerdim. Çok bilgili ve yaşına göre çok olgundu. Ona hayranlığım her gün daha çok kanatlanıyordu.Özellikle felsefe konusundaki derinliği beni şaşkına çevirirdi. Bir gün yemekhane de tesadüfen yüz yüze geldik. Öyle ki neredeyse burun buruna denilebilir. Elimdeki yemek tepsisi ile kalakaldım. O gülümseyerek bana yol verdi. Sonra '' pardon Deniz, az daha yemeğini dökecektim'' dedi. Bu sıradan bir cümle idi ama o an da dişlerini fark ettim. ''Dişleri çarpıkmış'' dedim içimden. Aylarca ortodondik bozukluğu ileri derece de olmasına rağmen bunu nasıl fark etmediğime şaşıp kaldım. Bunu niye mi anlattım? Az önce face de tanıyor olabileceğim kişilerin arasında gülümseyen bir resmi ile karşıma çıktı. Dişlerini yaptırmış :))))
Duvar, katil duvar, yolumu biçtin! Kanla dolu sünger... Beynimi içtin!
PİNYON ÇARKI
Saat altı civarı tren bir istasyonda durdu. Bu kadar küçük bir taşradaki tren istasyonu için oldukça kalabalık bir yerdi. İlginç olan şey, camdan görebildiğim kadarı ile onca kalabalığın içinden sadece bir kişinin trene binmiş olması idi. Peronda bulunan diğer insanların sanki çok daha önemli bir işi vardı ve bu iş sanırım o istasyonla ilgili idi. Biraz eğilip istasyonun ismini görmeye çalıştım. ‘’ Astapovo’’ dedim sesimi yükselterek. Sonra bulunduğum kompartımanda tek başıma olduğumu hatırladım.
Yerime sakince otururken kompartımanın kapısı açıldı. Uzun parmaklı, düzgün elleri ilk dikkatimi çeken şey olmuştu. Başındaki şapkayı çıkarıp selam veren kibar beye baş selamı ile karşılık verdim. ‘’ Rahatsız etmeyeceksem burayı sizinle paylaşabilir miyim?’’ dedi büyük bir nezaketle. ‘’Elbette’’ dedim aynı şekilde. Karşıma oturduğunda ondaki başkalığın uzun beyaz sakalları ile ilgili olmadığını ilk anda hissetmiştim. Gözlerindeki derinlik hemen insanı içine çeken cinsinden idi. Eğer bu kadar yaşlı bir adam olmasa ilk görüşte aşka düştüğümü bile düşünebilirdim. Sanki uzun zamandır tanıdığım bir yüze bakıyordum. Onu öyle büyük bir coşku ile sevdim ki bu saçma duyguma bir anlam veremedim. Onunla konuşarak bu coşkulu hislerimden kurtulabileceğimi düşündüm.
- Yolculuk nereye?
- İçimize … Her gittiğimiz yerde sadece kendimize varıyoruz aslında.
- Felsefe seviyorsunuz sanırım.
- Siz de seviyorsunuz.
- Beni tanıyor musunuz?
- Daha çok siz beni tanıyorsunuz aslına.
- Ben… Bir şey anlamadığımı söylesem…
- Her şeyin bittiği yerden alıp beni getirip karşınıza oturtan siz olduğunuza göre anlamış olduğunuz bazı şeyler olmalı.Hayatın rastlantısal olduğuna inanıyorsanız ikimizin bu kompartıman da var olmasını da açıklamış olursunuz.
- Var oluşumuzun bile rastlantısal olduğuna inanıyor muyum? Bundan henüz emin değilim. Her şey mükemmel bir düzen içinde oluşup yok oluyor. Bunca tesadüf… Bilemiyorum.
- Ben size inançlarınızı terk edin demiyorum. Şiddetten temizlenmiş tüm dinleri kabul edebilirim aslında. ‘’ ’Sezar’ın hakkı, Sezar’a... Allah’ın hakkı, Allah’a...’ demişliğim bile vardır. İyelik korunsun diye din pazarlarının açılıp din temsilcileri tarafından satışa sunulduğu ortamlarda hava pusludur. Yönünü bulmak oldukça zordur. Bu temsili ret etmek benim seçimimdi.
- Ben bu sözü hatırlıyorum. İsa’nın bu sözü üzerine şiddet karşıtı bir din şekillenmeli, dinleri sömürüden kurtarmalı diyen…
Yok! Daha neler o siz olamazsınız. Siz...?
- Benim kim olduğumun bir önemi yok. Ben hayatı boyunca kendisini öğretmeye ve bilmeye adamış bir adamdan başka bir şey değilim. Geldiğimiz bir yer var ise de gideceğimiz bir yer olmadığına inanıyorum. Ölüm hayatın en basit gerçeği. Ölüme yüklenen onca anlamın anlamsızlığı açıklanabilir bir durum değil aslında.
- Bilgeliğiniz her kelimeniz de ışık saçıyor. Sözleriniz çok eski bir dostun sesi kadar tanıdık ve samimi. Ben hala büyüme ağrıları çeken bir belleğe sahibim. Nereye ve ne kadar daha gideceğimi bile bilmiyorum. İçinde olduğumuz bu trenin bir güzergahı var. Ne yapacağını biliyor, gidebileceği yol belli. Rayların dışında hareketi mümkün değil. İşte ben de kendi hayatım içinde bu durumdayım. Bu durumu değiştirmek ve gidebileceğim başka yönler için de seçim şansım olsun istiyorum. Kendi ruhumda sıkışıp kalmış bir başkası var ve artık öyle büyüdü ki onu hapsettiğim yerde daha fazla kalmak istemiyor.
- ‘’Gelişim aşamalarının bazı bölümlerinde ilerleme yanlış yönde gelişebilir.’’ Cümlesini kurduğumda böyle bir şeyi anlatmak istemiştim. Yön! Neden var olduğumuzu bulmaya gidecek her yönü doğru kabul edebilirim. ‘’Benim için tek olan gerçek insanın kendisidir’’ derken senin gerçek olduğunu sana zaten söylemiştim. Mesele, bir şeyi niçin yaptığınla ilgili. Bunu bilmek önemlidir.
Her şeyin tekamül ettiğini savundum ben. Her şeyin kültür yolu ile tekamül etmesinden bahsettim. Sahip olduğum güce ve unvanlara itiraz etmeden kendi doğrularımı yine de savundum. Karşı çıktığım sistemin ekmeği ve suyu ile beslenerek büyütülüp eğitildiğim halde onlara kendi kelimeleri ile karşı çıktım. Bunun sonucundan önce nedenine bakacak olursak kültürü göreceğiz.
- Yaptığım ve yapacağım şeylerin önemsizleştiğini düşünüyorum artık. Etrafımda olup biten pek çok şeyi saçma buluyorum ve tahammül etmekte zorlanıyorum. Tıpkı şu içinde bulunduğumuz ve hızla giden tren gibi hayat. Bu örneği az önce de verdiğimin farkındayım ama tam da durum bu. Bunca hızına aldırmadan şimdi bile gidip trenin kapısını açıp kendimi boşluğa bırakabilirim. Bunu düşünmek bile beni rahatlatıyor. Garip bir şekilde tüm saçmalıkları kabullenip kalmaya devam ediyorum. Gelecek planları yapmanın bir yok oluşa gidiliyorken hiçbir özgül ağırlığı kalmıyor.
- Öz yıkım düşüncesi! Bu benim itirafımdı. Bir devinimin aksi yöne hareketi. Eski yaşama çabasına benzeyenin tam zıttı. Hayattan korkuyorken yine ondan bir şeyler beklemek neden anlamlı olsun? Eğer eşimle evliliğimi yapmamış olsa idim o yaşadığım dönemi çok çok daha önce yaşayacak olduğumu biliyorum.
Hayatımın ölümü yok etmeyeceği bir anlamı olup olmadığını aradığım dönemlerde bilimin bile buna bir cevabının olmadığını gördüm. Hayatın anlamsızlığı bilimle kanıtlanmıştır. Bilim sadece varoluşa cevap verebilmiştir. Aslında soru: Niçin yaşayayım?
Deneysel ve soyut bilimlerin tamamı hakkında yaşamım boyunca araştırma yaptım ve sonuç koca bir hiç! Hepsi sadece kendi alanları ile ilgili konuşuyorlar.Sonsuz gelişim yasası diye bir şey yok. ‘’Ne için yaşıyorum?’’ sorusuna bir cevap aramadığım yer kalmadı. Sonsuz gelişme yasası diye bir şey yok. Sonsuzlukta’’ben kimim’’ sorusuna verilebilecek bir cevap yok.
Deneysel bilimlere bakınca sonsuz uzayda ve sonsuz zamanda sonsuz derecede ‘’ne için varız?’’ sorusuna bir yanıt bulamazsınız. Var oluşun bir çözümü yok ve elimizde bir soru ile öylece kalakalıyoruz.
Soyut bilim insanı nihai sonuca gitmelidir. ‘’Ben kimim’’, ‘’evren nedir?’’ soruları Sokrates’e dek dayanır. Adını ne koyarsanız koyun bir öz vardır. Ben bu özden var oldum. Bu özün neden var olduğunu felsefe söylemez. İşte sana koca bir boşluk. Evren;her şey ,her şey ve hiçbir şeydir.
- Mükemmel evrende her şeyin bir denge halinde olmasının neden bozulmadan duracağına inanıldığını bende anlamış değilim. Siz bayım, mucizelere zerrece inanmayan benim gibi birinin karşısında tüm mükemmelliğinizle oturup evren yasalarını yok saymamı istiyorsunuz. İsminizi burada telaffuz edecek olsam kendi deliliğim kanıtlamış olacağım. Hani demiştiniz ya,’’ hayatım aptalca bir şaka,elimde olmadan beni buraya birinin koyması bir şaka’’ Kim gülüyor bize? Bir şakanın içinden siz böyle karşımda durdukça başka bir şaka doğmuş oluyor.
Bir hayvandan kaçan adamın öyküsünde yaşıyorum ben. Bazen dalı kemiren farelerle,bazen dalın kendisi ile,bazen kuyunun dibindeki ejderha ile,bazen kurumuş o kuyu ile, bazen de yukarıda beni bekleyen vahşi hayvan ile yer değiştiriyorum. Empati koca bir saçmalık. İnsanı eriten bir eylem. Sizi defalarca kez,yüzlerce kelimeniz den okudum. Yine de varoluşun içindeki savaşınızı lüks bir malikane, ihtişamlı bir yaşam içinden vermiş olmanıza bir anlam veremedim. Bunu eleştirme hakkımın olmadığını düşünebilirsiniz. Siz Süleyman’a atıfla bu durumunuzu kotaracak olsanız bile ben bu empati de yokum.
- Artık gerçek anlamda tanışmış olduğumuza göre böyle sert bir yumruk atmak hakkınız olduğunu düşündünüz küçük hanım. Bunu itiraf etmiştim ‘’ Şunu kabul ediyorum ki, bizimkisi hayatın kendisi değil bir taklidiydi’’ sözlerimle. Yine de hakkımda bunca şey biliyor olmanızdan memnunum. Ancak itirafımın sizin tarifinize cevap olacak kadar sığ olmadığını kavramış olmanızı umuyorum. Burada çok daha fazlasını demek istemiştim. Yaşanan hayatın tamamı hakkında bir görüştü o.
Yaptığım onca akıl yürütmelerin sonunda edindiğim şey; Hiçbir şey! ‘’Güç güçtür, madde maddedir, irade iradedir, sonsuz sonsuzdur, hiçbir şey hiçbir şeydir. Elde edebileceğim tüm sonuç buydu’’ derken sadece kendi hayatıma değil tüm olan bitene bakarak konuşmuştum.
- Biz sıradan insanların sizi anlamaya çalışması bile sizin için bir teselli olamadı değil mi? Önce kendinize,sonra tüm hepimize dargın ayrıldınız aramızdan. Geride bıraktığınız çözümlerin aslında cevabını bulmamız gereken sorular olduğunu okudukça anlıyorum. Sonlu ve sonsuzu karşılaştırmak yerine uç uca eklemeye çalışan felsefe bilginlerinin bize yaşadığımızdan daha mükemmel bir dünya olmayacağını söylemeleri bile aklımızı karıştırmaya yetiyordu oysa. Siz ölümün tek gerçek olduğunu söylediğinizden beri pek çoğumuz hayatın anlamsız olduğuna inanmayı seçtik. Şimdi mutlu musunuz? Hayatın anlamı nedir? Bana,’’sen hayatım dediğin şeysin’’ demiştiniz kitaplarınızda. Madem ki bizler rastlantısal varlıklar isek,parçacıkların tesadüfen bir araya gelmesi ile var olunmuş isek bu hayatımız dediğimiz şey de neden söz hakkımız olsun? Bundan sonra olacak olan şeylerde rastlantısal değil mi? Seçimlerimizin yön belirleyici olması gerek mezmi? Aksini düşünmek kaderci bir yaklaşımdır. Siz ise tam da böyle birisiniz. Kaderciliğinizin karşısında olduğunuz dinler için vaz geçilmez bir unsur olduğunu görmemiş olamazsınız.
- Benim inandığım Tanrının sizinki ile aynısı olması gerekmez. Burada hatanız var. Evrenin özü iradedir. Süleyman hiçliğin hiçliğini bulmak için hayattan uzaklaşmıştır. Sokrates ise bunu yıllar öncesinden salık vermiştir. Buda öğretilerine baktığınızda da aynı cümleleri görürsünüz. ‘’ Kendimizi hayattan kurtarmalıyız’’ demiştir. Schopenhauer ve benim görebildiğimizi başka kimsenin görememiş olması bazen canımı yakmıştır açıkçası.’’ Hayat anlamsızdır’’ Bazıları kendi tercihleri ile gitmeyi seçer,bazıları görmeden yaşar,bazıları ise benim gibi kalır ve acı çeker.
- Hayata sarılmak ve her şeye rağmen kalmak güçlülerin işidir denilirken siz tam tersini savundunuz. Epikürcülüğün zayıflık olduğunu düşündüğünüze inanmak istemiyorum. Mutlu olmanın bilgiye dayandırıldığı sürece ne zararı olabilir ki? Hayatın anlamının anlamsızlığından doğan bir çürümüşlük olmasına inanmak hepimizi hızla giden şu trenden atlamaya itmez mi? Süleyman mutluluğu övmedi mi? Sonra neden herşey böyle oluyor? Hayatımız dediğimiz şeyin ölümün yolculuğu olduğunu düşündükçe koca bir boşluğa bakmış olmuyor muyuz?
Evet anlıyorum sizi. İnançları olan insanlar ile olmayanlar arasında bir yaşama farkı yok. Her ikisi de yeterlilik ve bolluk içinde yaşıyorlar. Daha fazlasını istemek konusunda aynı durumdalar. İyi ama inançlı olmak zevklere ve ihtiyaçlara veda etmek demek olsa idi bunca nimet ne diye dünyaya saçılmış olsun? Anlamakta zorlandığımız dini öğretilerin arasında cinselliğin yadsınması da var tabi ki. Ürememiz istenmediği halde tüm canlılara bu iç güdü ne diye bahşedilsin ki? Kiliselerin bu saçmalığa son vermesi gerekir. Sevişmek; vermek ve almaktan ibarettir. Bu durumun tarafları her iki eylemi kendi içinde yaşar.
- Kendi çıkarımlarınızı savunmanızı takdir ediyorum. Ancak şu anlattıklarınız benim için oldukça gereksiz. Tendeki hayat büyük bir kötülük ve yalandan ibarettir. Bu yüzden bu hayatın ortadan kaldırılması bir nimettir. Bizim arzu etmemiz gereken bir şeydir. Yer yüzünde olan her şey anlamsızdır. Sonsuz Tanrı kavramı aslında insanın sonsuzluğu,hayatın sonsuzluğudur. Buna pek çok inanç ve inanıştan kılıflar uydurabiliriz.Güneşin altında yeni bir şey yok küçük hanım. Eski eskidir ve yarında eskiyecek. Sahip olduğumuz ve olacağımız sadece ‘’hiçlik’’. Sonuç olarak ne yaparsak yapalım kendimizden sonrakilere bırakıp gideceğiz. Bunun en iyi kanıtı sanattır. Sanat hayatın aynasıdır. İnsanların karanlıktan değil ışıktan korktuklarını, kötülüğün hayatın ta kendisi olduğunu pek güzel ortaya döker sanat. Gerçek ise anlatılanlarla değil yaşayarak elde edilir mi? Sanat bize bunun cevabını veremez. Cevaplar asla bulunamıyor.
- Gerçek yaşayarak elde ediliyorsa yaşadığım hayatın doğru bir hayat olduğunu nereden bileceğim ki gerçeğe ulaşacağım? O zaman sizin sözünüze temas etmiş oluyoruz değil mi? Sebepler, arayışlar ve cevapları verilememiş sorular ile kalakalmış durumdayız. Siz yelkensiz kayığınıza binip nehir boyunca devam eden yolculuğunuza çıktığınıza göre bu tren de ne işiniz var?
- Beni siz getirdiniz hanım efendi. Aklınızla beni öyle çok sorguladınız ki işte karşınızdayım.Dinlerin Tanrı inancını öldürüyor olması canınızı yakıyor ve siz tüm hırsınızı benden almak istiyorsunuz. Hızla yol alan trenden ve her şeyden sıkıldınız. Hayatın bir anlamı olsun istiyorsunuz ve bulamadıkça kalmak için nedenler aramaya devam ediyorsunuz. O cevap yok!
- ‘’Hep aynı yere düşen mürekkep damlaları gibi bir yere toplanan sorular’’ ile beni baş başa bırakıp gidemezsiniz. Benim inancım dünyevi bir amaca hizmet etmiyor. Ben arınmak istediğim için ayrılmak istemiyorum inandıklarımdan. Kendi irademizle ile burada değilsek buraya getirilmemizin bir şakadan daha fazlası olduğuna inanmak benim hakkım olmalı. Sadeleşmiş bir din yoksa kendi sadeleştirdiğim inancıma bağlı kalacağım. Ama illaki her şeyin ilk sebebi olan Tanrının olduğuna hep inanacağım. Boşlukta gezinen izotoplar gibiyiz. Bir atom çekirdeği olmak için çok mu geç kaldık?
- Sorular sizi yeni arayışlara götürecek. Ancak yolcuğumuzun bundan sonrasında yanlızsınız küçük hanım.
Geldiği anki nezaketinden zerrece ödün vermeden karşımda oturan ve ayağa kalkarken gösterdiği zarif beden hareketleri ile beni kendine bir kez daha hayran bırakan bir dahi ile bir tren kompartımanında yolculuk ettiğime kimseyi inandıramam. Kucağıma onlarca yeni soru bırakmış olmasına bile aldırmadan ayağa kalkıp ona tüm içtenliğim ile sarıldım. Çok eski bir dostu yolcu eder gibi gözlerime dolan yaşlara engel olamadım.
Uyandığımda elimde bir kitap ile odamdaki kanepemde uyuyup kaldığımı gördüm. Kitabın ön yüzünü çevirip gülümsedim. Tolstoy’un itiraflarını bizzat kendi ağzından dinlemek dünya üzerinde kaç kişiye nasip olmuştur ki?
Son soru: Sokrates gibi bir hücrede ölüme yürümenin son olduğunu bile bile bunca sorguya neden ihtiyacımız vardı ki?
D…
:)))))