Kültür Sanat Edebiyat Şiir

Mete Esin
Mete Esin

DÜNYÂ SONSUZ BOŞLUKTA BÖYLE DÖNER DURURKEN, ÜSTÜNDEKİ HAYATLAR AKIP AKIP GİTMEKTE! ..

  • çakırkeyif14.03.2012 - 22:14

    Biz Nihan’a katıldık!

    Konu, burada başka birince “çakırkeyf” olarak da açılmış. Konuşma dilinde böylesi de geçerlidir. Dil Kurumu’ysa, sözün doğru imlâsı için “çakırkeyif” diyor. Her neyse…
    İçki ve sigarayla aramız yoktur. Dolayısıyla bunların kültürlerini de bilmeyiz. Ancak bu konu için, genel çerçevede, “sarhoşluğun birinci devre skorudur” diyebiliriz. İkinci devre ve kesin sonuçsa buradan bellidir!
    Diğer yandan, yazılan görüşler arasında, biz “Nihan”ın basit ve yalın esprisini pek beğendik. Daha çok filmlerden tanıyıp bildiğimiz o sahne, canlanıp gözümüz önünden geçti. Gülmeyi severiz ve her an buna hazırızdır! Espriye destek anlamında katıldık, bir de gülmekten katıldık! Yâni her iki anlamda…

    Mete Esin

  • sivas katliamı13.03.2012 - 22:31

    Adâlet, Mülk ve Temel…

    Yakın bir geçmişte… Bizim, bu üç kavramla yapılıp bir yerlere iri-iri yazılmış bir ibâremiz vardı. O nasıl bir şeydi hatırlar mıyız? Acaba şöyle; “Adâlet, mülkün (devletin) temelidir! ” mi diyordu? Evet, böyleydi gâlibâ!
    Peki; o adâlet bugün nerelerdedir?

    Mete Esin

  • şu an ne dinliyorum11.03.2012 - 00:39

    Bu Gece Hüzzam’dayız

    Türk sanat müziği makamlarının sayısı her kaç idiyse, bunların içinden Hüzzam önde gelenlerden biridir. En az dörtyüz yıllık bir geçmişi olduğu hesap ve tahmin edilmektedir. Bu makamdaki beste sayısıysa 1700 civârındadır.
    Adından da anlaşılacağı gibi hüzünlü bir makamdır. Hüzün ve fakat asil hüzün! Hüznün de asili mi olurmuş? denebilecektir. Hüzzam gibi, Rast ve Segâh gibileri söz konusu olunca evet! [Arabesk ucûbesinin hüznüyse sakil ve sevimsizdir! ] Bunlar, doğrudan doğruya ilâhi makamlarıdırlar. Nitekim, saydığımız makamlarla pek çok ilâhi bestelenmiştir. Hem de yalnız Türkçe’de değil, aynen Hıristiyan ilâhileri de vardır. Meselâ Ermenice…
    Biz bu gece; Hüzzam çerçevesinde epey bir eser dinlemek niyetindeyizdir. İşte A’dan Z’ye bâzıları şöyle… Açmam, açamam, söyleyemem çünki derinde. Akşamın olduğu yerde bekle, diyorsun; gelmiyorsun. Ayrılık, ümitlerin ötesinde bir şehir. Benim şu yollardan üzgün geçtiğim senin yüzünden. Bin hüzün çöktü yine gönlüme akşamla benim. Böyle mi esecekti son günümde bu rüzgâr. Dün gece mehtâba dalıp hep seni andım. Gecenin mâtemini aşkıma örtüp sarayım. Gönlüm, seher yeli gibi daldan dala essem, diyor. Gurbet elde her akşam battı bağrımda güneş. Gurbet içimde bir ok, her şey bana yabancı. Hicran, yine hicran mı bu aşkın sonu söyle. Menekşe gözlerde hiç vefâ yokmuş. Ömrüm, seni sevmekle nihâyet bulacaktır. Sen de Leylâ’dan mı öğrendin cefâkâr olmayı. Seni, sesini, gözlerinin rengini unutabilsem. Sormadın hâlimi hiç, kalbimin esrârı nedir. Söyleme, bilmesinler bu aşkın bittiğini. Şu göğsüm yırtılıp baksan, dikenler aynı güldendir. Tâlihin elinde oyuncak oldum. Uzun yıllar ötesinden hatırını sorayım mı? Yine bir sızı var içimde akşam oldu diye. Zamanla belki geçer, bu aşk da hicran da.
    Bütün bu şarkılar önce birer güfte veyâ şiirdirler. Aşk denen ulvî duygu üzerine kurulmuş; hem de okumuş-yazmış, kültürlü ve usta ellerden çıkmışlardır. Sonrasındaysa, en az şâirleri kadar usta bestekârların eserleri olmuşlardır. Bu yüzden değerlidirler; gene bu yüzden eskimemekte ve eskimeyeceklerdir.

    Mete Esin

  • simetri hastalığı10.03.2012 - 22:07

    Biz de “Simetroman”ız!

    Bu, tıbbî bir olay veyâ hastalıktır. Tıp literatüründe hastasına “simetroman”, hastalığaysa “simetromani” denir. Türkçesini söylemeye çalışırsak, “denge ve ölçü tutkusu”dur diyebiliriz. Kendisi en hafifinden bir ruh hastalığıdır. Kişinin, her şeyin belli bir düzen içinde olması ve bunu uygulamak istemesiyle görüntü verir. Hastanın hayâtında “rastgele”ye yer olmaz. O, eğer elinden geliyorsa, yamuk ve yanlış gördüğü her şeye müdâhale etmek isteyecektir. He şeyi de düzeltecektir! Fakat, dünyâda yalnız kendisi yaşamadığı cihetle ne mümkün!
    Diğer yandan standart bir rahatsızlık değildir ve dereceleri vardır. Kimi de bunu içine bastırmış veyâ mâkûl düzeye indirmiştir. Bunlar, rahatsızlığını kendisi bilir de dışarıya belli etmezler. Şuraya kadar yazdıklarımızı tıp kitabından aktarmıyoruz. Çünkü, bu kadarına ihtiyâcımız yoktur. Çünkü, bu simetromani bizim de başımızdadır! Yâni şahsen kendimiz, “hiperaktif” olmak yanında bir de “simetroman”ızdır!
    Bizim için mümkünse, çevremizdeki asimetrileri düzeltiriz. Değilse de bağrımıza taş basarız! Sözün gelişi… Evimizde bir şâkûl, iki su terâzisi, iki mezura, bir de hem diklik, hem de yataylığı gösteren pusula görünümlü başka âlet vardır. Her eşyâmız yerli yerindedir. Bunun gibi, duvarlara asılı her şey göz hizâsında ve aynı yüksekliktedir. [Yazlık evimiz gene böyle.] Dışarıdan bakan bundan hiç rahatsız olmaz; hattâ gördüğü düzen karşısında takdirlerini bile bildirir.
    Bizdeki simetromani’yi burada bile görmek mümkündür. Site’ye yüklenmiş yazılarımızın başlıklarına dikkat edilecekse, bir veyâ ikisi hâriç, hepsinin başlıkları “yedi hece”lidir. O bir veyâ ikiyse, bizim için tamâmen bir hatânın sonucudurlar! Her nasıl öyle olmuşlarsa. Peki, “niye yedi? ” denecekse… Bu başka bir sayı da olabilirdi. Fakat o hâlde, gene her başlık o aynı sayıda olurdu!
    Kısaca… Hastalık mâkûl düzeydeyse mesele yoktur, korkacak bir husus da yoktur!

    Mete Esin

  • hamuçera10.03.2012 - 00:33

    Vize’deki çilekler!

    Trakya’da, Karadeniz’e çok yakın yerde Vize diye bir ilçe merkezi vardır. Hem târihî hem de güzeldir Vize… Henüz yedisini yaşarken buradan göçmüş olsak bile, Vize bizim doğum yerimiz ve yedi göbekten memleketimizdir. Bu yüzden, daha çok yaz mevsiminde Ora’yı ziyâret eder, gezer, tozar ve hasret gideririz.
    Bugün, onikibinden az fazla nüfûsuyla aslında küçük bir birimdir. Ne var ki, gezilip görülecek yeri çoktur Vize’nin. Bunun konuları temel olarak coğrafyası, tabiatı ve târihidirler. Karadeniz’e bakan yüzü orman, güneye bakan yamaçları gene orman veyâ en azından yeşildir.
    Vize’de bir yaz günü, piknik için ormana gitmiştik. Uygun bir yer bulup, yayıldık ve oturduk. Bir ara bacağımızda bir ıslaklık duymuştuk. Kalkıp baktık; küçük ve kırmızı bir şeyin üstüne oturmuşuz meğer. Çileğin yaprağını tanırız: bunu da çileğe benzetmiştik. Yanımızdakilerin de destekleriyle teşhis doğruydu. Çilekti bu; orman çileği veyâ yaban çileği. Ona Vize’de böyle deniyordu.
    Çevreye bakınınca daha başkalarını da görmüştük. Hepimizin birkaç tâne yiyeceği kadar da vardı. Geniş alanda arasak dahası da olabilirdi. Her neyse… Adını duyduğumuz ve fakat görmeyip yemediğimiz orman çileği veyâ yaban çileğini o gün tanımış, tadına da bakmıştık. Gerçekten güzeldi. Üstelik, hafif fakat hoş da bir kokusu (aroması) vardı. Bunlar fındıktan az büyük şeylerdi de, tadı açısından çevizden büyük kültür çileğiyle mukâyese bile edilmezlerdi. İşte böyle.
    Bizim orman veyâ yaban çileği dediğimize, belli ki bir de hamuçara deniyormuş. Buysa Lâzca’dan gelmiş gibi görünmektedir.

    Mete Esin

  • farsça07.03.2012 - 14:39

    Farsça ve Diğer Diller

    Diller, uluslar ve ülkelerin dünyâdaki yeri ve medenî düzeylerini göstermeleri bakımından önemli yere sâhiptirler. Gerek geçmişte gerekse bugün, gelişmiş uluslarla ülkelerin dilleri de buna paralel olarak gelişmişlerdir. Çünkü… Onların ilim ve fikir adamlarıyla yazarları vardır. Onlar, o dili konuşup yazarak mütemâdiyen işlemişlerdir. Dilin anlatım gücü böylece artarken, kazanılmış yeni kelimelerle söz hazînesi (dağarcığı) de zenginleşmiştir. Müzikalite veyâ melodiyse ayrı unsurlardır. Bu iki tâbirle, dilin kulağa yansıması ve onun ses olarak algılanması kast edilmektedir.
    Dilin gelişmişliğinde anlatım gücü önemlidir, o başta gelir. Sonra söz hazînesini gösterebiliriz, yâni söz varlığı veyâ söz sayısını. Üçüncü sırayıysa müzikalite veyâ melodi dediğimiz husus alabilecektir.
    Bu çerçevede gelişmişler olarak ve eskiden yeniye doğru… Yunan (Klasik) , Roma (Latin) , Arap, Fars, Fransız, İngiliz, Alman ve Rus dillerini sayabiliriz. Çin ve Japon dilleri, ne kadar gelişirlerse gelişsinler, özel yapıları sebebiyle evrensel şansı bulunmayan varlıklardır! Klasik Yunan ve Latin dilleri gibi, artık tedâvülden kalkmış bizim Osmanlıca’yı sona bırakıyoruz.
    Klasik Yunan ve Latin dilleri, bugün sâdece ilim dilleri olarak önemlerini korumaktadırlar. Pratikteyse gündemden düşmüşlerdir. Yâni artık konuşulmamaktadırlar. Arapça, hem zamânının gelişmişi, hem de İslâm’ın dili olarak öne çıkmıştır. Bir zamanlar, yukarıda saydığımız üç unsurun hepsine birden sâhip olmuştur. Ne var ki, bugünün Arap ülkeleri zamâna ayak uyduramayıp gelişemeyince, bu dil de hâlen ve sürekle geriye düşmektedir.
    Bu maddenin asıl konusu Farsça… Hint dilleriyle akrabâ Farsça’nın, eldeki en eski yazılı eseri Zerdüşt’ün Avesta’sıdır. Bize önce Ömer Hayyam’ı çağrıştıran bu dil, onun önü ve ardındaki pek çok değerli yazarın elindeyse oya gibi işlenmiştir. Îran’ın dili Farsça da geçmişin bir gelişmişi olsa bile, bugün elinde hiçbir vâsıtası kalmayıp, gerilemek onun için daha fazla söz konusudur. Ağır-aksak bir tarzda konuşulan Farsça, âhengi (İşte bu söz de Farsça’dır!) ve müzikalitesiyle geçmişte özellikle edebiyat dili sayılmıştır.
    Fransızca, dünyânın gelişme çağına paralel olarak, gerek anlatım gücü, gerek söz hazînesi ve gerekse müzikalitesiyle popüler olmuştur. Onun gelişmesinde de, ilim ve fikir adamları, yazarlar başlıca etkendirler. Son yüz yılda, popüler olmuş İngilizce’ye ise bunu sağlayan İngiltere değil ABD’dir! Ancak aynı husus, yâni İngilizce’nin gelişmişliği, onun dünyânın en yaygın dili olmasından ibârettir. Yoksa, hele de ABD İngilizcesi için, her dilden devşirdiği yeni kelimeler ve teknolojinin yeni kavramlarını doğrudan isimlendirmekle kazandığı hazîne değildir!
    Almanca, önceleri içinde Latince sözlerin bolca bulunduğu kaba-saba bir Avrupa diliyken, artık ansiklopedileri dolduran ilim adamları, edebiyat ve diğer sanat dallarında yetişmiş büyük kimlikleri ve özellikle filozoflarıyla bugün olabildiğince gelişmiştir. Bir konu, bir kavram eğer Almanca’yla söylenmiş veyâ yazılmışsa, onu eğip-bükmek, hele de tevil etmek (çevirmek) , başka anlam vermek aslâ mümkün değildir! İnsanlığın anlatılması ve anlaşılması en zor konusu felsefedir. Felsefe yapılacak, dünyâda eğer bir dil varsa o sâdece Almanca’dır, derken… Bunun bizim şahsî kanaatimiz değil, uzmanların görüşleri olduğunu ekleyelim. Ne söz hazînesi İngilizce kadar zengin, ne de Fransızca gibi bir melodisi vardır. Fakat, gene de yeterli derecedeki söz varlığıyla işte böylesine olağanüstü bir dildir Almanca. Aynı Almanca, bir de özüne dönük olarak bilinmektedir. Dildeki yabancı kaynaklı sözler şaşılacak kadar az sayıdadırlar.
    [Bunu deyince, işçilerimizin gevelediği dil Almanca sanılmasın sakın! Burada, devlet dili olup “hoch Deutsch=hoh Doyç” denilen yüksek Almanca’dan bahsetmekteyiz. Ki, bu yüksek dili öyle her Alman bile konuşamamaktadır! ]
    Son olarak Rusça… O da, son ikiyüz yılda Ülke’de yetişen bir takım büyük değerler ve konuşulduğu geniş alan îtibârıyla gelişmiş dillerden biri sayılmaktadır.
    Şimdi gelelim, bizim Türk, Arap ve Fars karması üç takviyeli Osmanlıca’mıza… Çoktandır kullanılmayan bu dil, halka inemeyip, ancak Osmanlı sarayı ve onun dar çevresinde geçerli olmuştur. Muhakkak ki çok zor olan bir kültür dilidir. Yüksek Almanca gibi herkes tarafından konuşulup anlaşılamamış olsa bile, şüphesiz ki o da gelişmiştir. İçinde Türkçe unsurlara da yer verdiği, Türkiye’de oluşup geliştiği için bir anlamda Türkçe bile sayılabilecektir.
    İllâ… Evet illâ… Çok dar bir çevrede konuşulduğu cihetle, aslâ halka inememiştir. Orta-Doğu’nun miskin ve kaderci kültür ve tabiatından kurtulmak, Türk diyerek öze dönmek, özel ve çağdaş olmak, kalkınıp gelişmek adına önce onu terk etmek gerekiyordu. Atatürk de bunu yapmıştır! Öte yandan… Üstün bir zekâ, bir dehâ olduğu şüphesiz Atatürk’ün, Osmanlıca’ya fevkalâde vâkıf olup, onu aynı derecede iyi kullandığını bilmekteyizdir. Osmanlıca’yı bir anlatım aracı olarak görmek için, Atatürk’ün, sâdeleştirdiği söz ve beyanlarından sonuç çıkarabilmek pekâlâ mümkündür.
    Osmanlıca, nâdiren kuralları ve daha çok da bâzı sözleriyle, fakat en alt düzeyde bugün de yaşamaktadır. Bu husûsuysa, meselâ bu yazımız içinde bile görmek mümkündür!
    Nihâyet Türkçemiz… Geniş anlamıyla, Türkçe dünyânın başlıca dillerinden biridir. Ancak, bizim konuştuğumuzla birlikte değişik kolları vardır. Dilimiz, yâni Türkiye Türkçemizse, bize hâliyle yeterli ve güzel gelecektir. Başka türlü düşünemeyiz; çünkü o bizimdir, bize âittir. Birinci dereceden kültür aracımızdır. Türkçemizi dünyâ dilleri arasında değerlendirmek, ulus olarak kendi açımızdan hayli zor olacaktır. Bir şeyin içinde olmakla dışından bakmak arasında önemli fark vardır. Konunun duygusallığı bir yana… İçeriden bakan, gerçeği doğru ve tam göremeyip objektif olamayacaktır. Bir de, mukâyese için pek çok yabancı dili bilmek gereklidir.

    Mete Esin

  • Zerdüşt05.03.2012 - 22:10

    Zerdüşt ve Ateş Dîni

    Zerdüşt, MÖ Îran’da yaşamış bir din kurucusu olup, diğer yandan hayat hikâyesi kesin ve yeterli bilgilerle donanmış değildir. Yaşadığı dönem, doğum ve ölüm târihleri hakkında değişik öneriler vardır. Gatha denilen deyişlerinin derlendiği Avesta (veyâ Zend Avesta) diye bir kitap bırakmıştır ki, kendisi ve dünyâ görüşü hakkında bugün bilinenler, aynı kitabın yorumlarından çıkarılan sonuçlardan ibârettir.
    İyi ve kötü… Zerdüşt, esas olarak işte bu iki kavram üzerinde durmuştur. Ona göre, insan rûhunda, karşıt güçler olan bu ikisine de yer vardır ve bunlar sürekli bir savaş hâlindedirler! İyiliğin temsilcisi Ahuramazda (Hürmüz veyâ Spenta Avinyu) , kötülüğünkiyse Ahriman (Ehrimen veyâ Angria Mainyu) ’dırlar. Bu ikisinin insan rûhundaki çatışmasından hangisi üstün çıkarsa, o insan da duruma göre iyi veyâ kötü olacaktır! Ancak bu kimlikler, kısmen bile olsa değişik rollerde karşımıza çıkar ve kavram kargaşası da yaratırlar! Fakat, inananlarının üzerinde durmadıkları bu ince ayrıntıları biz de önemsemiyoruz.
    Zerdüşt, bu kadar basit temele oturan doktrinini yaymaya çalışıp çevresinde taraftarlar da bulunca… Hâliyle, öteden beri kendi bildikleriyle yaşayanların hoşnutsuzluğu ve direnişleriyle karşılaşmıştır. Tam bu sıradaysa bir prens elinden tutacaktır.
    Îran’ın doğusunda, bugünkü Afganistan ve Pâkistan’ın kuzeyindeki bölge Baktriya’dır: Viştupa (veyâ Viştaspa) ysa, o dönemin bir Baktriya prensi. Kendisi Zerdüşt’e sâhip çıkıp onu korumuş, düşüncesinin yayılması ve tutunması için de yardımcı olmuştur. Verdiği destekten anlaşılacağı üzere, Zerdüşt’e önce Viştupa’nın kendisi inanmış olmalıdır. Zerdüşt aldığı bu destekle, ortaya koyduğu yeni din ve onun pratiğini, Îran, Azarbaycan ve buraların yakın çevresinde duyurup yayabilmiştir. Yayılma ölümünden sonra da kısmen devâm edecektir.
    Zerdüşt’ün öğretisinde, evreni iyilik tanrısı Ahuramazda (veyâ Hürmüz) yaratmıştır. Kötülüğü temsil eden sapık düşüncedeki Ahriman (veyâ Ehrimen) ise, aslında Hürmüz’ün kardeşidir. İkiz dahi olabileceklerdir! Hürmüz’ün iyilik melekleri (Ahuralar) , Ehrimen’in kötü şeytanlarıyla (Daevalar) insan rûhunda sürekli çatışır ve savaşırlar.
    Diğer yandan Zerdüştlükte ateş kutsaldır; onlara bu yüzden ateşperest de denilmiştir. Ateş, bir bakıma güneş ve aydınlıkta eş tutulur. Yüksek bir yerde ateş yakılır, sürekli yakılı tutulur. Nevruz ve Hıdrellez ateşleri dahi günümüze buradan kalmışlardır.
    Zerdüşt’ün hayâta vedâ şekli de bilinmez. Kendisi ölmüş veyâ öldürülmüş olabilecektir. Ancak, ölümünden sonra unutulmamış, doktrini yaşamaya devâm etmiştir. Daha sonra, İslâm’a kadar gelecek başka Îran inançları üzerinde de etkisi görülmüştür. Ülke’mizin güney-doğusunda yaşayan Yezidî Kürtleri inancının, gene Zerdüştlükle ilgisi olduğu kabûl edilmektedir.
    Bugün, çoğu Îran’da olmak üzere, hâlâ Zerdüşt’e inanmış ikiyüzbinden fazla insanın varlığı söz konusudur. Hattâ bugünkü Îslâm’ın Îran versiyonunda bile Zerdüşt’ün izlerini görmek mümkündür. Sözün gelişi… Seyrek olarak bizde de görülebilen, Îran’ın millî kadın isimlerinden biri Hürmüz’dür. Îran, Basra boğazına da Hürmüz demiştir. Dolayısıyla, Zerdüşt ve Zerdüştlük Îran kültüründe bir de bu şekliyle yaşamaktadır!
    Diğer yandan… Zerdüşt, eski çok tanrılı inançların üstüne, ilk olarak tek tanrıyı getirmiş olmakla önem kazanmıştır.

    Mete Esin

  • ölüm05.03.2012 - 11:47

    Var Olan Her Can İçin

    Hayat iki nokta arasındaki bir çizgidir. Gerek insan ve gerekse hayvan ve bitkiler, hattâ amip gibi, mikrop gibi en küçükleri… Bir noktada dünyâya merhaba derler, çizgileri boyunca bir süre yaşar ve bir an gelir tükenirler. İşte o an ölümdür, hayat çizgisinin son noktasıdır.
    Sonbaharda yere düşüp toprağa karışan bir yaprak… Diğer her canlı bir bakıma bu yaprağa benzer; varacağı yer kezâ öyle… O yaprak her ne olacak ve nereye gidecekse, diğerleri için de mukadder son budur!
    İnsan için… Bâkî kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş. Elbette ki, geride birileri hâla yaşıyor oldukça! Yoksa, o hoş sadâ kime kalacak olurdu! ?

    Mete Esin

  • melamet hırkası02.03.2012 - 23:31

    Melâmet, Melâmîlik…

    Melâmetin hırkası tamam da, ya melâmet ne demek ola ki? .. Arapça bu kavramın kökeninde gene Arapça “levm” sözü yatmaktadır. Levm, kınama ve kötüleme demek oluyor. Buradan Melâmet’e varıyoruz. O ise; azar, ayıplama, kınama veyâ sitem anlamındadır. Kısaca, Ülke geçmişimizde böyle bir tarîkat vardır. Mensuplarına Melâmî, tarîkatın kendisineyse Melâmîlik denmiştir. Melâmet kezâ bunun aynıdır. Belli-başlı özellikleri alçak gönüllülük, dünyâ malında gözü olmamak ve kanaatkâr davranmalarıyla kendilerini toplumdan saklamalarıdır. Başkalarının yanında bulunurken, kendi aralarında rumuz ve işâretlerle anlaşmışlardır.
    Burada, bizden önce konuya ilişkin hayli bilgi verilmiştir ki, bunları tekrâr etmenin bir anlamı olmayacaktır. Bizim Melâmîlik hakkında hem bir yakınlığımız, hem de bir hâtıramız bulunmaktadır. Onlara değinmek isteriz. Şöyle… Trakya’nın antik ve târihî ilçesi şirin Vize, bizim doğum yerimiz olup, memleketimizdir. Aynı Vize’yse, Cumhûriyet’imizin bütün tarîkatlarla birlikte kapattığı Melâmîliğin herhâlde son merkezidir. Tanınmış Melâmî şeyhi ve şâir “Vizevî Kaygusuz Âlî Alâattin” de adının önündeki ekten anlaşılacağı gibi Vizelidir. Daha az tanınmış Vizeli başka şeyhler vardır. Tarîkatın son şeyhi “Şeyh Bâlî Efendi” kezâ Vizelidir ve soyu Ora’da yaşamaya devâm etmektedir.. Yakınlık dediğimiz husus budur, bu kadardır.
    Hâtıramıza gelince… Yirmibeş-otuz yıl önce bir cenâze için Kuşadası’na gitmiştik. Uzun ve tabiatıyla o kadar yorucu bir yolculuğun sonunda cenâze namazına ancak ermiştik. Vardığımız Merkez Camiinde, namaz vaktini beklerken oturacak bir yer arıyorduk. O kadar bankın içinden karşıdaki birinde yer görmüştük. Hemen oraya yöneldik. Bizim şimdiki çağımızı yaşayan iki amcadan izin isteyip, yanlarına iliştik. Merhaba ve hâl-hatırdan sonra, belli olan yabancılığımız karşısında amcalar nereli olduğumuzu, cenâzeyle ilgimizi sormuşlardı. Vize’yi söyledik. Fakat bilemediler. Neyse… Biz de onların birini Rumeli’ne, diğeriniyse, Arap melezi gibi görsek de Ora’ya yakıştırmıştık. İlgi çekicidir ki aynen de öyleymişler! Arap’a benzettiğimizin babası Osmanlı subayı olarak Aydın’dan Libya’ya gitmişmiş. Orada evlendiği Arap kızı da melez amcanın annesi oluyormuş! Bu iki tahminimize bayağı bir şaşırmışlardı. Ancak, biraz sonra daha fazla şaşıracaklardı!
    Amcalar, sözü fazla uzatmadan bir konuya yoğunlaşmış, bize onu anlatmaya çalışıyorlardı. Fakat üstü kapalı bir üslûpla! Dikkatimizi çeken husus anlatılanın Melâmî felsefesine benzerliğiydi. Ne var ki… Bu durum, aradan geçen uzun yıllar sonra Melâmîlikle ancak bir benzerlikten ibâret olabilirdi. Sizin şu anlattığınız Melâmîliğe benziyor, diyecek olmuştuk ki… Ağzımızdan Melâmî sözü çıktığı anda birbirlerine bakışmışlar ve Arap melezi amca, “bana bak çocuk şimdi tokadı çakarım ha! ” deyivermişti. Fakat her ikisi de şaşkın bir hâlde gülümsüyorlardı. O, tokat, denilenin ise şaka olduğu besbelliydi.
    Sonra iyice bize döndüler. Şimdi anlat bakalım, sen kimsin? Melâmîliği nereden biliyorsun? gibi sorular yönelttiler. Vizeli olduğumu söylemiştim ya… diyecek olduk. Fakat bundan bir şey çıkaramamışlardı. Belli ki Melâmilik târihini bilmiyorlardı. Sonra, Vize’yle Melâmîlik bağlantısını naklettik. Şaşkınlıkları daha da artmıştı. Hiç ummadıkları genç bir adam neler anlatmaktaydı. Bu kere bizi aralarına aldılar. Sevgi ve şaşkınlıkla sarılıyor ve sıkıştırıyorlardı. Onlar için, bu devirdeki inanılmaz bir kişiydik biz.
    Artık namaz vakti de gelmişti. Namaz sonrası karşılıklı adresler ve telefonlar aldık. Bir süre de böyle haberleştik. Sonrasını hatırlayamıyoruz.
    Amcaların bizde bıraktıkları intibâ, kendilerinin tam da o felsefenin müritleri olduklarıydı. Bugün için hayatta olmaları çok zayıf ihtimâldir ki, ruhları şâd olsun! diyoruz.
    Bunu buraya niye mi yazdık? Elbette ki, Melâmîliğin bölük-pörçük dahi olsa bugün hâlâ yaşadığını anlatmak için! Evet… Örgütlü olmasa bile, Melâmîlik birilerinin gönüllerinde hâlâ daha yaşamaktadır.

    Mete Esin

  • şu an ne dinliyorum02.03.2012 - 13:01

    Kerkük Uzun Havası

    Abdülvahit Kuzecioğlu 1924-2007 arasında yaşamış Kerküklü bir Türkmendir. O, özel sesiyle, küçük yaştan beri ilgi ve eğilim gösterdiği halk müziğine yönelmiştir. Türklerle meskûn Orta-Doğu’daki bütün sahalarda bu konuda tanınmış ve sevilmiştir. Seslendirdiği ve şu anda bizim de bir örneğini dinlediğimiz türküleri, aynı bölgenin Acem, Arap, Kürt vb unsurlarınca da sevilmişlerdir.
    Şimdi dinlediğimiz, “Baba, bugün dağlar yeşil boyandı” diye hoyrat tarzındaki bir ezgidir. Uzun hava bu Kerkük türküsü, işte bu derecede duygu yüklü ve dokunaklı olunca… İcrâ edilmek için talep de o kadar fazla olmuştur. Nitekim, pek çok sanatçı bu ilâhi nağmeleri seslendirmişlerdir. Seslerin hepsi dinlenebilir kalitededirler. Ne var ki, gene hepsini dinledikten sonra, bizim tercihimiz Siyahal’dan yana olmuştur. Siyahal ise, halk müziğimizin henüz yeni seslerinden biridir; pek de tanınmıyor zâten. Yeniliğine rağmen iyi sestir, dinlenmek gerekir sestir.
    Zaman-zaman kemanın öne çıktığı bu melodide, kuruluş asl’olarak insan sesi üzerinedir. Müzikte; ölmez, unutulmaz veyâ da klasik denilen müzik örneklerinden biri de budur işte! Doğu müziğinden özel bir örnektir. Batı dünyâsının aryalarına karşı bir alternatiftir, de diyebiliriz.
    Biz bu tür güzellikleri öyle bir kere veyâ birkaç kere değil, vaktimiz olduğu kadar kesintisiz dinleriz. Şimdi de bunu yapmaktayızdır zâten. Bir yandan işimizi görürken, melodi, kim bilir kaçıncı keredir yeniden ve yeniden dönmektedir!

    Mete Esin