Farkında mısınız, bilemeyiz... Siz, bize cevap verirken yeni bir konu daha açmış oluyorsunuz. Hemen ekleyelim ki, biz sizinle bu konuda da aynı düşüncedeyiz! Evet bu aynen böyledir. Fakat Erdem Bey… Anlayamadığımız husus, sizin bizimle âdetâ uzlaşmak istemeyişinizdir! Ne diyelim? Peki, öyle olsun. Bileceksiniz… Yazının bir görünüp okunan yanı, bir de satır arası vardır! Siz bu aralara girmeyi sevmiyorsunuz zahir! Geçmişteki gazete yazılarımızdan bâzıları hâlen internette dolaşmaktadır. Eğer, “Mete Esin” yazarak tıklanırsa bunlara hemen ulaşmak mümkündür. Merâk eder de bunu yaparsanız, hangi konuda neyi düşündüğümüzü o yazılarımızda bir daha göreceksinizdir. Hem, böylece satır aralarında bizi daha geniş anlamda tanımış olursunuz! Tabiî ki merâk ederseniz… Son olarak esen kalınız!
Demek gene anlaşamadık! O hâlde şimdi şunun başına dönelim. Açtığınız konuda eski bir Hıristiyan mezhebini anlatıyorsunuz. Bir hanım kızımız ise, çıkıyor ve yok böyle bir şey, diyor. Biz de bunu görüp konuya müdâhil oluyor, kendi görüşümüzü ekliyoruz. Hâyır, Erdem Ülkün haklı olup Ebyon geçmişte var olmuştur, anlamında yazıyoruz. Ebyoncular, ilâhî bir dînin mensupları olmakla hâliyle tanrıya da inanmaktadırlar. Gerçi artık yokturlar ama… Her ikimiz de, asırlarca sonra onların bu inançları ve mânevî kimlikleri üzerine görüş beyân ediyoruz. Şahsen diyoruz ki… Ey Ebyoncu cemaati, mâdem ki tanrıya inanıyorsunuz, tanrı size iyilik ve doğruluğu buyuruyor. Öyleyse, siz de iyi ve doğru olun, ayrıca dünyâ nimetlerinden de vaz geçmeyin! Yoksulluğu seçmek niye! ? Burada anlaşamayacağımız nokta şu yoksulluk husûsu olabilecektir. Sâdece bu ve burası. Şimdi oldu ve anlaştık gâlibâ! Esen kalın, iyi geceler olsun!
O, “Anlam Yolcusu” rumûzlu kişi sizin için nasıl yanılmaktaysa, siz de hakkımızda aynen yanılmaktasınız! Bunu şöyle izah edelim: Eğer bizimle dalganızı geçmemiş iseniz, o sırada dikkatiniz biraz dağınıkmış demek ki... Çünkü... Önce “metası” dediğiniz kelime “metesin”dir. Sonra, o bizim adımız değil internet rumûzumuzdur! Adımızı ise, yüklediğimiz her metnin altına açıkça yazmaktayızdır. Hattâ, isteyen kişi Antoloji.Com’dan kimliğimize bile ulaşabilecektir. Sadede gelmek gerekirse… Görüşümüzü, yukarıda andığımız dalgınlığınız veyâ önyargınızla okuyunca, hatâya düşmek de hâliyle kaçınılmaz oluyor. Böyle, her eğilimin temsil edildiği bir zeminde, titiz davranmak, duygu ve inançları incitmemek saygının gereğidir. İşte, biz de her zaman buna uymaya çalışmışızdır. Bir önceki görüşümüzün son paragrafı, özellikle de (İnsanlar, ölümden sonrası adına, târih boyunca nelere inanmışlar ve neler yapmışlardır.) cümlemiz doğru analiz edilirse, hakkımızdaki mistik hükmünüz değişebilecektir. Hem, belki de yüzseksen derece! Yoksulluğa râzı olmamız ise söz konusu bile değildir. Dünyânın her türlü nîmetini, her insan ve hattâ her canlı için hak sayarız. Siz, tanrı sûretindeki insana baş eğmezmişsiniz. Biz ayrıca; insan sûret, davranış ve tabiatındaki bir tanrıyı kabûl edemeyiz! Son anda aklımıza şu fıkra gelmiştir ki, buradan hareketle de bir yere varabilmek mümkündür! .. İki kişi arasında geçen bir diyalog: - Kahveye mi gidiyorsunuz? - Hayır, kahveye gidiyorum. - Yaaa, ben kahveye gidiyorsunuz sanmıştım. - Yok yok, ben kahveye gidiyorum. – Öyle mi? .. Eğer kahveye gitseydiniz ben de sizinle giderdim! Bizim durumumuz da işte bunun benzeridir. Esenlikle kalın Erdem Ülkün…
Ebion ve Ebionism (Ebyonculuk) … Burada mâdem ki böyle küçük bir polemik başlamış; o hâlde birkaç satır da biz yazmış olalım. Öncelikle diyoruz ki, böyle bir tutumla onu anlatan terim geçmişte var olmuşlardır; hem de tamâmen doğru ve gerçektirler! Ebion söz veyâ terimi İbrânîce’dir ve yoksul anlamındadır. [İbranîce, Yahudilerin ana dilleri, İsrâil devletinin de resmî dilidir. İsrâil, ikibin yıl önce Romalılarca dağıtılıp, Yahudiler dünyânın dört bir bucağına savrulunca, artık fazla konuşulmayıp, o günkü mertebesinde kalarak gelişememiştir. Ne zaman ki Yahudiler İsrâil’e geri dönmüşler, 1947-48’de yeniden bir devlet olmuşlar, işte o zaman ana dil yeniden ele alınıp biraz da şartlar zorlanarak işlenmiş, bugün konuşulan İbranîce’ye varılmıştır.] Faydalı saydığımız açıklamadan sonra sadede gelelim. Ebion, artık uzak geçmişte kalmış bir takım Hıristiyan mezhep üyelerinin ortak adıydı. Adıydı, diyoruz; çünkü bunlar şimdi artık gündemde değildirler. Kenarda, köşede belki… Târihte kalmış davranışlarına ise bugün ebionism (ebyonculuk) deniyor. Ebyoncular, MS II. ve III. asırlarda daha çok Asya’da görülmüşlerdir. İnançlarının temelinde kanaat ve yoksulluk yatardı. Bunu da yüksek derecede erdem sayarlardı. Ebyoncuların kimiyse Yahudî eğilimli Ortodoks Hıristiyanlardı. Bâzıları da, Îsâ’nın mistik ve ilâhî vasfını kabûl etmeyip reddederlerdi. Söz konusu mezheple ilgili olarak, eski Yunan’la da münâsebetler kurulmuş, konu biraz Ora’yla da karışmış ve karıştırılmıştır. Anlaşılacağı üzere… İnsanlar, ölümden sonrası adına, târih boyunca nelere inanmışlar ve neler yapmışlardır. Oysa… Mâdem ki inanç vardır; bunun gereği dünyâ nîmetlerinden vazgeçmek, kendini bunlardan mahrum etmek değildir. O hâlde yoksulluğu seçmek ne demek oluyor? Tanrı ne diyor ve ne istiyorsa ona uyulacaktır. Yâni, iyi ve doğru olmak esas alınacaktır! İyi ve doğru olunacak, iyi ve doğru yapılacaktır. İşte bu kadar basit, işte bu kadar kolay!
Şehzâde Cihangir, babası Kânûnî’nin onüç çocuğundan sekizinci oğludur. Hayatta kalanlar içindeyse beşincisi olur. Babasının haremindeki bir köle iken, efendisini esir alıp kendisine köle eden Hürrem’den doğmuştur! Şu da var ki, dünyâya kambur gelmiş bu çocuk annesinin şeytan tabiatında değildir. Öte yandan… Bedenî kusurundan dolayı, aynı anneden olan kardeşleri tarafından bile dışlanmıştır. Onu seven kardeş ise, annesinin can düşmanı Mâh-ı Devrân Haseki Sultanın oğlu Mustafa’dır. Tabiatıyla o da Mustafa’yı çok sevmiştir. Hem o derecede sevmiştir ki, ağabeyinin bizzat şâhit olduğu îdâmı onun da ölüm sebebi olacaktır. Cihangir 1531’de İstanbul’da doğmuştur. Kendisi hattat (yazı ustası) olup, ayrıca “Zarîfî' mahlâsını kullanan bir şâirdir de. Belki beden kusurunu dikkate alarak saltanat hırsından uzak durmuştur. Nitekim, kendisine teklif edilen Amasya sancak beyliğini de kabûl etmemiştir. Yirmiki yaşında öldüğü târihe kadar babası yanından hiç ayrılmamıştır. Ağabeyi Şehzâde Mustafa’nın boğdurulduğu sırada, o da babasının çadırında olduğundan, olayı en yakından yaşamıştır. Bu, onun rûhunda öylesine bir hasar bırakmıştır ki, îdam sonrası düştüğü büyük travmanın sonucuna daha fazla dayanamayıp, babasıyla Halep’e vardıklarında (28.08.1553) Ora’da melânkoliden ölmüştür. İki oğul ve altı torununu öldürtürken vicdânı sızlamayan baba Kânûnî, adına İstanbul Şehzâde Câmiini yaptırdığı oğlu Mehmet gibi, bu oğluna da üzülebilmiştir! Bugün İstanbul-Beyoğlu’ndaki Cihangir mahâllesi, bu adını işte bu tâlihsiz evlâttan almış bulunmaktadır. Babası bu yeri onun adına kurdurmuş olup, aynı yere, câmi, imâret, tekke ve türbe yaptırmıştır.
Ülke’mizin altmış yıllık geçmişinde bir film olayı yaşanmıştır. Baş oyuncuları Nargis ve Raj Kapoor olan “Âvâre”, 1951 yapımı bir Hint filminin aslına çok yakın olarak bizdeki adıdır. Aynı film, Türkiye’ye ve tabiî ki önce İstanbul’a 1952 veyâ 53’te gelmiştir. İlk oynatıldığı sinemaysa, Taksim’den Galatasaray’a inerken soldakilerden “Atlas” veyâ “Yeni Melek” olabilecektir. İşte bu film, Ülke’mizde tam anlamıyla bir “fenomen” olmuştur. Biz, filmin bir sinemada altı ay vizyonda kaldığını bilmekteyiz! Evet, tam tamına altı ay! Hem de, bu süreyi Ülke’deki diğer sinemalar için defâlarca çarpabilmek mümkündür. Filmin konusu, bugünün Arabesk ezgilerinin konularıyla yaklaşmaktadır. Masalsı, fakat daha bir kaliteli işlenmiştir. Bir hâkimin âilesinden kopup sokağa düşmüş oğlu, sevgi, suçlar, tesâdüfler vs... Filmin, bir de müzikleri öne çıkmışlardır. O kadar ki, bunlar belki birkaç yıl dillerden düşmeyeceklerdir. Özellikle de, filmin adıyla aynı olanı. Yâni Âvâre! Yâni, orijinal “Awara hoon” veyâ “Avara hu”… Film, sinemalarda aylarca oynatılırken, biz her nedense bir kere bile görmemişizdir. Tâ ki yıllar sonra bir gün… Diğer yandan görmemekte böyle ısrar ettiğimiz filmin, birini yukarıda andığımız iki müziğiniyse dinleyebilmişizdir. Şimdi, bu gece işte bu Âvâre’yi hatırlamışız oluyoruz. Hem de filmin aşağıdaki iki müziğini dinlemekteyiz. Eh, başlamışken birkaç kere dirleriz artık! +
Leylî meccânî… Kendimiz de ortaokul (İstanbul) ve liseyi (Ankara) leylî meccânî okuduğumuz cihetle, konuyu en iyi bilenlerden biriyizdir. Açıklamaya gelince… Her iki söz de Arapça’dırlar. Leyl gece, leylî gececi, geceyle ilgili demektir. Meccânî’yse bedâva veyâ parasız demek olur. Buradan “bedâva veyâ parasız yatılı” sözüne varırız. Buysa, dilimizde bedâva değil de parasız olarak telâffuz edilip, “parasız yatılı” denmiştir. Şimdilerdeki durumları bilmiyoruz. Bizim çocukluk ve gençlik yıllarımızda, Devlet'in her derecede “parasız yatılı” okulları vardı. Belli okullar için, bir devlet sınavı açılır, burada ilk sıraları alanlar bu haktan yararlanırlardı. Ancak… Sınav öncesi, aday velîleri maddî bir yüküm altına girerlerdi. Eğer, velîsi bulundukları öğrenci okulda başarısız olursa, tazmînat olarak devlete bir para ödenmek söz konusuydu. (Meselâ... Deniz Harp Okulu öğrencisiyken, bir sınava boş kâğıt verip kendisini ihraç ettiren bir arkadaşımın babası, bu tazminâtı ödemiştir!) Ayrıca bir de, mecbûrî (zorunlu) hizmet vardı. Buna göre, yatılı okuyup mezun olmuş öğrenci, devletin kendisine vereceği görevi üstlenmek ve yerine getirmek zorundaydı. Böyle bir görevin en zor tarafı, istenilmeyen bir yere gönderilmek olabilirdi. Ne var ki, kendimiz de “leylî meccânî” okumuş olmamıza rağmen, bu tür bir zorlamayı hiç duymamışızdır. Esâsen, iş hayâtımız yüzde yetmişbeş devlet hizmetinde geçtiğinden, ayrıca bir mecbûriyeti de yaşamamışızdır. Kısaca… Artık gündemden kalkmış olup, kullanılmayan “leylî meccânî” sözünün anlamı “parasız yatılı”dır.
Yaşlılık eskimektir! Burada, yaşlılık denip de konu sınırlanmamıştır. O hâlde… Yaşlılık, evrendeki canlı ve cansız her varlık için söz konusudur. O varlık canlıysa yaşlı, cansızsa eski olur. Gene o varlık canlıysa ömrü, cansız ve kullanımdaki bir şeyse miâdı söz konusudur. Bir de, uzun zaman dilimleri olan târih ve jeoloji çağlarının, Yunanca antik, arkaik ve paleo... diye dünyâ çapında adlandırılan yaşlılık dönemleri vardır. Bu Site’de, az sayıdaki yaşlılarından biri olarak, açılmış böyle bir konuya kayıtsız kalamazdık ki, kalamıyoruz zâten. İllâ… Konu öylesine engin ki, üzerine kitaplar yazılır. Şimdi, kısa bir mesaj olarak ne yapmalı ve nasıl yazmalıyız acaba? Biz önce bunu insana indirgeyelim. Sonra buradan Türkiye’ye gelip Ora’da karar kılalım. …ve devâm edelim. Ortalama insan ömrü, ülkeler bazında tespit edilmiş olup hâlen belli bulunmaktadır. Böyle bir hesaplamada tabiatıyla çocuk ölümleri de dikkate alınmıştır. Bu tür çocuklarsa ömür ortalamasını hayli düşürmektedirler. Bu ömür Ülke’miz için yetmiş yıldır. Yâni, şahsen bizim bu ortalamayı iki yıl geçtiğimiz anlamına gelmektedir! Şaka dahi olsa… Bu demektir ki, artık krediyle ve bir yere borçlanarak yaşamaktayız! Gençlikte, yaşlılık düşüncesine yer yoktur. Zâten normali de bu olmalıdır. Aksi hâlde, o çağın tadı kaçmaz mıydı! ? Ne var ki, zaman da hükmünü icrâ edip, kişiyi sinsice ve yavaş-yavaş sarıp sarmalamaktadır. Böylece, hiç anlamadan yaşlılığın gelip çattığını görmüş oluruz. Yaşlılık, kişinin genetik yapısıyla, gençliğinin hayat tarzı ve şartlarına bağlı olarak gelir. Yâni, bir bütün olarak vücut dediğimiz cihaz veyâ makinenin kalitesi yanında, kullanımına da bağlı olarak... Ya bir takım sağlık sorunlarıyla berâber yaşlanırız veyâ sâdece mekanizması yavaşlamış olarak. Bir de zihinsel yaş ile fiziksel yaş faktörleri vardır; beynin ve bedenin ayrı-ayrı sağlık sorunları… Bunlar, kişide bâzen her ikisi birden bulunur veyâ bulunmazlar. Bâzen de bir varken diğeri yoktur. Yaşlılık, hâliyle ölümü de çağrıştırmaktadır. Ölüm mukadder olduğuna ve bir gün, bir an her nasılsa geleceğine göre… Huzur için en doğrusu, Câhit Sıtkı Tarancı gibi ona takılı kalmamaktır. Annemizden beş yaş büyük babamız, mazbut bir hayâtı olup son derecede sağlıklı yapısına rağmen, ölümcül bir hatâsı sonucu onu kaybettiğimizde, bizim bugünümüzden ancak dört ay büyüktü. Neredeyse bütün ömrünü tansiyonuyla birlikte yaşayan annemizse, geçen yaz doksanüçü tamamlayıp gözlerini yumduğunda, o günkü genel seçimi kimin kazanacağını düşünüyordu! Bir üstte C.S.Tarancı’ya değindik. Kendisi, o unutulmaz şiirinde İtalyan şâir ve politikacı Alighieri Dante’yi (Durante) örnek gösterip, otuzbeş yaşı yolun yarısı saymıştır. Oysa kırkaltı yaşında ölmüştür; yetmiş yaşa örnek gösterdiği Dante’yse ellialtısında! .. Yaşlılık deyince aklımızdan geçenler kısaca bunlar olmuştur. Mete Esin
Bu gecemizin menüsüne Türkçe hafif müzikler koyduk. İcrâcıların isim sırasıyla şöyle… Berkant Akgürgen - Bir şarkısın sen, ömür boyu sürecek (Samanyolu) , Dario Moreno – Deniz ve mehtap sordular seni, Dario Moreno - Her akşam votka, rakı ve şarap, Edip Akbayram - Bekle bizi İstanbul, Erol Evgin - İşte öyle bir şey, Hümeyrâ - Bir kör düğüm ki içim, Modern Folk Üçlüsü - Ağlamak geliyor içimden, Bülent Ersoy – Gün ağarınca boynum bükülür (Sorma) , Tanju Okan – Bu akşam çok efkârlıyım, Tanju Okan – Öyle sarhoş olsam ki, Zühâl Olcay – Güller ve dudaklar. İcrâcı sanatçılar arasında yabancı gibi duran bir isim vardır. Acaba… Dario Moreno’yu (Asıl adı Davi Arugete’dir.) görüp, bu da kim oluyor! ? diyenler çıkabilecek midir? Eğer çıkacak olursa… Kendisi, göçtüğü Fransa’da şöhret olmasına rağmen, İzmirli Mûsevî bir âilenin çocuğu olarak Türktür. Aynen bugünkü Can Bonomo gibi. Çocukluk ve ilk gençlik döneminde, bir süre de annesinin vatanı Meksika’da yaşamıştır. Tanındığı adını gene Ora’dan almış olabilecektir. O yalnız Türk olmakla kalmayıp, Türkleri ve Türkiye’yi çok da sevmiştir. Dışarıdaysa kendi çapında Türkiye tanıtımı yapmıştır. Artık hayattan ayrılmış sanatçıya, bu vesîleyle “toprağı bol olsun! ” diyelim. Yukarıdaki bestelerin hepsini ayrı-ayrı sever, zevkle de dinleriz. Fakat, arada bir “Bekle bizi İstanbul” vardır ki, bizi alır farklı, karışık düşüncelere götürü. Güfte olmaktan önce, üstat Vedat Türkali’nin (Asıl adı Abdülkadir Pirhasan’dır.) güzel bir İstanbul şiiri olan sözler, bir geleceği bekleyen devrimci özlemi de anlatırlar. Bir dönem o muhitte gezindiğimiz cihetle, bunu tahlil edip anlayabiliriz. Ancak… O dönem neler düşünüp, neler beklemişiz. Bugün, gerek şahsımız ve gerek Ülke’miz ve gerekse dünyâmız açısından nerelerdeyiz! O günkü ütopya ve öngörü, bugünkü sonuç ve gerçek! .. Bunun dahası ve gayrisi anlamlı bir sükût olur!
Öyle bir olaydır ki...
İnsanlığı temelinden sarsmış, dünyâ durdukça etkisi görülecek yeni ve çok farklı düşüncelere zemin hazırlamıştır.
Mete Esin
İyi Akşam Erdem Bey,
Farkında mısınız, bilemeyiz... Siz, bize cevap verirken yeni bir konu daha açmış oluyorsunuz. Hemen ekleyelim ki, biz sizinle bu konuda da aynı düşüncedeyiz! Evet bu aynen böyledir. Fakat Erdem Bey… Anlayamadığımız husus, sizin bizimle âdetâ uzlaşmak istemeyişinizdir! Ne diyelim? Peki, öyle olsun.
Bileceksiniz… Yazının bir görünüp okunan yanı, bir de satır arası vardır! Siz bu aralara girmeyi sevmiyorsunuz zahir! Geçmişteki gazete yazılarımızdan bâzıları hâlen internette dolaşmaktadır. Eğer, “Mete Esin” yazarak tıklanırsa bunlara hemen ulaşmak mümkündür. Merâk eder de bunu yaparsanız, hangi konuda neyi düşündüğümüzü o yazılarımızda bir daha göreceksinizdir. Hem, böylece satır aralarında bizi daha geniş anlamda tanımış olursunuz! Tabiî ki merâk ederseniz…
Son olarak esen kalınız!
Mete Esin
Merhaba Erdem Ülkün!
Demek gene anlaşamadık! O hâlde şimdi şunun başına dönelim. Açtığınız konuda eski bir Hıristiyan mezhebini anlatıyorsunuz. Bir hanım kızımız ise, çıkıyor ve yok böyle bir şey, diyor. Biz de bunu görüp konuya müdâhil oluyor, kendi görüşümüzü ekliyoruz. Hâyır, Erdem Ülkün haklı olup Ebyon geçmişte var olmuştur, anlamında yazıyoruz.
Ebyoncular, ilâhî bir dînin mensupları olmakla hâliyle tanrıya da inanmaktadırlar. Gerçi artık yokturlar ama… Her ikimiz de, asırlarca sonra onların bu inançları ve mânevî kimlikleri üzerine görüş beyân ediyoruz. Şahsen diyoruz ki… Ey Ebyoncu cemaati, mâdem ki tanrıya inanıyorsunuz, tanrı size iyilik ve doğruluğu buyuruyor. Öyleyse, siz de iyi ve doğru olun, ayrıca dünyâ nimetlerinden de vaz geçmeyin! Yoksulluğu seçmek niye! ?
Burada anlaşamayacağımız nokta şu yoksulluk husûsu olabilecektir. Sâdece bu ve burası. Şimdi oldu ve anlaştık gâlibâ!
Esen kalın, iyi geceler olsun!
Mete Esin
Siz yanılmaktasınız!
O, “Anlam Yolcusu” rumûzlu kişi sizin için nasıl yanılmaktaysa, siz de hakkımızda aynen yanılmaktasınız! Bunu şöyle izah edelim: Eğer bizimle dalganızı geçmemiş iseniz, o sırada dikkatiniz biraz dağınıkmış demek ki... Çünkü... Önce “metası” dediğiniz kelime “metesin”dir. Sonra, o bizim adımız değil internet rumûzumuzdur! Adımızı ise, yüklediğimiz her metnin altına açıkça yazmaktayızdır. Hattâ, isteyen kişi Antoloji.Com’dan kimliğimize bile ulaşabilecektir.
Sadede gelmek gerekirse… Görüşümüzü, yukarıda andığımız dalgınlığınız veyâ önyargınızla okuyunca, hatâya düşmek de hâliyle kaçınılmaz oluyor. Böyle, her eğilimin temsil edildiği bir zeminde, titiz davranmak, duygu ve inançları incitmemek saygının gereğidir. İşte, biz de her zaman buna uymaya çalışmışızdır. Bir önceki görüşümüzün son paragrafı, özellikle de (İnsanlar, ölümden sonrası adına, târih boyunca nelere inanmışlar ve neler yapmışlardır.) cümlemiz doğru analiz edilirse, hakkımızdaki mistik hükmünüz değişebilecektir. Hem, belki de yüzseksen derece!
Yoksulluğa râzı olmamız ise söz konusu bile değildir. Dünyânın her türlü nîmetini, her insan ve hattâ her canlı için hak sayarız.
Siz, tanrı sûretindeki insana baş eğmezmişsiniz. Biz ayrıca; insan sûret, davranış ve tabiatındaki bir tanrıyı kabûl edemeyiz!
Son anda aklımıza şu fıkra gelmiştir ki, buradan hareketle de bir yere varabilmek mümkündür! ..
İki kişi arasında geçen bir diyalog: - Kahveye mi gidiyorsunuz? - Hayır, kahveye gidiyorum. - Yaaa, ben kahveye gidiyorsunuz sanmıştım. - Yok yok, ben kahveye gidiyorum. – Öyle mi? .. Eğer kahveye gitseydiniz ben de sizinle giderdim!
Bizim durumumuz da işte bunun benzeridir.
Esenlikle kalın Erdem Ülkün…
Mete Esin
Böylesi bir polemik
Ebion ve Ebionism (Ebyonculuk) … Burada mâdem ki böyle küçük bir polemik başlamış; o hâlde birkaç satır da biz yazmış olalım. Öncelikle diyoruz ki, böyle bir tutumla onu anlatan terim geçmişte var olmuşlardır; hem de tamâmen doğru ve gerçektirler!
Ebion söz veyâ terimi İbrânîce’dir ve yoksul anlamındadır. [İbranîce, Yahudilerin ana dilleri, İsrâil devletinin de resmî dilidir. İsrâil, ikibin yıl önce Romalılarca dağıtılıp, Yahudiler dünyânın dört bir bucağına savrulunca, artık fazla konuşulmayıp, o günkü mertebesinde kalarak gelişememiştir. Ne zaman ki Yahudiler İsrâil’e geri dönmüşler, 1947-48’de yeniden bir devlet olmuşlar, işte o zaman ana dil yeniden ele alınıp biraz da şartlar zorlanarak işlenmiş, bugün konuşulan İbranîce’ye varılmıştır.]
Faydalı saydığımız açıklamadan sonra sadede gelelim. Ebion, artık uzak geçmişte kalmış bir takım Hıristiyan mezhep üyelerinin ortak adıydı. Adıydı, diyoruz; çünkü bunlar şimdi artık gündemde değildirler. Kenarda, köşede belki… Târihte kalmış davranışlarına ise bugün ebionism (ebyonculuk) deniyor. Ebyoncular, MS II. ve III. asırlarda daha çok Asya’da görülmüşlerdir. İnançlarının temelinde kanaat ve yoksulluk yatardı. Bunu da yüksek derecede erdem sayarlardı. Ebyoncuların kimiyse Yahudî eğilimli Ortodoks Hıristiyanlardı. Bâzıları da, Îsâ’nın mistik ve ilâhî vasfını kabûl etmeyip reddederlerdi.
Söz konusu mezheple ilgili olarak, eski Yunan’la da münâsebetler kurulmuş, konu biraz Ora’yla da karışmış ve karıştırılmıştır.
Anlaşılacağı üzere… İnsanlar, ölümden sonrası adına, târih boyunca nelere inanmışlar ve neler yapmışlardır. Oysa… Mâdem ki inanç vardır; bunun gereği dünyâ nîmetlerinden vazgeçmek, kendini bunlardan mahrum etmek değildir. O hâlde yoksulluğu seçmek ne demek oluyor? Tanrı ne diyor ve ne istiyorsa ona uyulacaktır. Yâni, iyi ve doğru olmak esas alınacaktır! İyi ve doğru olunacak, iyi ve doğru yapılacaktır. İşte bu kadar basit, işte bu kadar kolay!
Mete Esin
Sekizinci Şehzâde
Şehzâde Cihangir, babası Kânûnî’nin onüç çocuğundan sekizinci oğludur. Hayatta kalanlar içindeyse beşincisi olur. Babasının haremindeki bir köle iken, efendisini esir alıp kendisine köle eden Hürrem’den doğmuştur! Şu da var ki, dünyâya kambur gelmiş bu çocuk annesinin şeytan tabiatında değildir. Öte yandan… Bedenî kusurundan dolayı, aynı anneden olan kardeşleri tarafından bile dışlanmıştır. Onu seven kardeş ise, annesinin can düşmanı Mâh-ı Devrân Haseki Sultanın oğlu Mustafa’dır. Tabiatıyla o da Mustafa’yı çok sevmiştir. Hem o derecede sevmiştir ki, ağabeyinin bizzat şâhit olduğu îdâmı onun da ölüm sebebi olacaktır.
Cihangir 1531’de İstanbul’da doğmuştur. Kendisi hattat (yazı ustası) olup, ayrıca “Zarîfî' mahlâsını kullanan bir şâirdir de. Belki beden kusurunu dikkate alarak saltanat hırsından uzak durmuştur. Nitekim, kendisine teklif edilen Amasya sancak beyliğini de kabûl etmemiştir. Yirmiki yaşında öldüğü târihe kadar babası yanından hiç ayrılmamıştır.
Ağabeyi Şehzâde Mustafa’nın boğdurulduğu sırada, o da babasının çadırında olduğundan, olayı en yakından yaşamıştır. Bu, onun rûhunda öylesine bir hasar bırakmıştır ki, îdam sonrası düştüğü büyük travmanın sonucuna daha fazla dayanamayıp, babasıyla Halep’e vardıklarında (28.08.1553) Ora’da melânkoliden ölmüştür.
İki oğul ve altı torununu öldürtürken vicdânı sızlamayan baba Kânûnî, adına İstanbul Şehzâde Câmiini yaptırdığı oğlu Mehmet gibi, bu oğluna da üzülebilmiştir! Bugün İstanbul-Beyoğlu’ndaki Cihangir mahâllesi, bu adını işte bu tâlihsiz evlâttan almış bulunmaktadır. Babası bu yeri onun adına kurdurmuş olup, aynı yere, câmi, imâret, tekke ve türbe yaptırmıştır.
Mete Esin
Bu şarkı Hindistan’dan!
Ülke’mizin altmış yıllık geçmişinde bir film olayı yaşanmıştır. Baş oyuncuları Nargis ve Raj Kapoor olan “Âvâre”, 1951 yapımı bir Hint filminin aslına çok yakın olarak bizdeki adıdır. Aynı film, Türkiye’ye ve tabiî ki önce İstanbul’a 1952 veyâ 53’te gelmiştir. İlk oynatıldığı sinemaysa, Taksim’den Galatasaray’a inerken soldakilerden “Atlas” veyâ “Yeni Melek” olabilecektir.
İşte bu film, Ülke’mizde tam anlamıyla bir “fenomen” olmuştur. Biz, filmin bir sinemada altı ay vizyonda kaldığını bilmekteyiz! Evet, tam tamına altı ay! Hem de, bu süreyi Ülke’deki diğer sinemalar için defâlarca çarpabilmek mümkündür.
Filmin konusu, bugünün Arabesk ezgilerinin konularıyla yaklaşmaktadır. Masalsı, fakat daha bir kaliteli işlenmiştir. Bir hâkimin âilesinden kopup sokağa düşmüş oğlu, sevgi, suçlar, tesâdüfler vs... Filmin, bir de müzikleri öne çıkmışlardır. O kadar ki, bunlar belki birkaç yıl dillerden düşmeyeceklerdir. Özellikle de, filmin adıyla aynı olanı. Yâni Âvâre! Yâni, orijinal “Awara hoon” veyâ “Avara hu”…
Film, sinemalarda aylarca oynatılırken, biz her nedense bir kere bile görmemişizdir. Tâ ki yıllar sonra bir gün…
Diğer yandan görmemekte böyle ısrar ettiğimiz filmin, birini yukarıda andığımız iki müziğiniyse dinleyebilmişizdir. Şimdi, bu gece işte bu Âvâre’yi hatırlamışız oluyoruz. Hem de filmin aşağıdaki iki müziğini dinlemekteyiz. Eh, başlamışken birkaç kere dirleriz artık!
+
Mete Esin
“Parasız Yatılı”dır
Leylî meccânî… Kendimiz de ortaokul (İstanbul) ve liseyi (Ankara) leylî meccânî okuduğumuz cihetle, konuyu en iyi bilenlerden biriyizdir. Açıklamaya gelince… Her iki söz de Arapça’dırlar. Leyl gece, leylî gececi, geceyle ilgili demektir. Meccânî’yse bedâva veyâ parasız demek olur. Buradan “bedâva veyâ parasız yatılı” sözüne varırız. Buysa, dilimizde bedâva değil de parasız olarak telâffuz edilip, “parasız yatılı” denmiştir.
Şimdilerdeki durumları bilmiyoruz. Bizim çocukluk ve gençlik yıllarımızda, Devlet'in her derecede “parasız yatılı” okulları vardı. Belli okullar için, bir devlet sınavı açılır, burada ilk sıraları alanlar bu haktan yararlanırlardı. Ancak… Sınav öncesi, aday velîleri maddî bir yüküm altına girerlerdi. Eğer, velîsi bulundukları öğrenci okulda başarısız olursa, tazmînat olarak devlete bir para ödenmek söz konusuydu. (Meselâ... Deniz Harp Okulu öğrencisiyken, bir sınava boş kâğıt verip kendisini ihraç ettiren bir arkadaşımın babası, bu tazminâtı ödemiştir!) Ayrıca bir de, mecbûrî (zorunlu) hizmet vardı. Buna göre, yatılı okuyup mezun olmuş öğrenci, devletin kendisine vereceği görevi üstlenmek ve yerine getirmek zorundaydı.
Böyle bir görevin en zor tarafı, istenilmeyen bir yere gönderilmek olabilirdi. Ne var ki, kendimiz de “leylî meccânî” okumuş olmamıza rağmen, bu tür bir zorlamayı hiç duymamışızdır. Esâsen, iş hayâtımız yüzde yetmişbeş devlet hizmetinde geçtiğinden, ayrıca bir mecbûriyeti de yaşamamışızdır.
Kısaca… Artık gündemden kalkmış olup, kullanılmayan “leylî meccânî” sözünün anlamı “parasız yatılı”dır.
Mete Esin
Yaşlılık eskimektir!
Burada, yaşlılık denip de konu sınırlanmamıştır. O hâlde… Yaşlılık, evrendeki canlı ve cansız her varlık için söz konusudur. O varlık canlıysa yaşlı, cansızsa eski olur. Gene o varlık canlıysa ömrü, cansız ve kullanımdaki bir şeyse miâdı söz konusudur. Bir de, uzun zaman dilimleri olan târih ve jeoloji çağlarının, Yunanca antik, arkaik ve paleo... diye dünyâ çapında adlandırılan yaşlılık dönemleri vardır.
Bu Site’de, az sayıdaki yaşlılarından biri olarak, açılmış böyle bir konuya kayıtsız kalamazdık ki, kalamıyoruz zâten. İllâ… Konu öylesine engin ki, üzerine kitaplar yazılır. Şimdi, kısa bir mesaj olarak ne yapmalı ve nasıl yazmalıyız acaba? Biz önce bunu insana indirgeyelim. Sonra buradan Türkiye’ye gelip Ora’da karar kılalım. …ve devâm edelim.
Ortalama insan ömrü, ülkeler bazında tespit edilmiş olup hâlen belli bulunmaktadır. Böyle bir hesaplamada tabiatıyla çocuk ölümleri de dikkate alınmıştır. Bu tür çocuklarsa ömür ortalamasını hayli düşürmektedirler. Bu ömür Ülke’miz için yetmiş yıldır. Yâni, şahsen bizim bu ortalamayı iki yıl geçtiğimiz anlamına gelmektedir! Şaka dahi olsa… Bu demektir ki, artık krediyle ve bir yere borçlanarak yaşamaktayız!
Gençlikte, yaşlılık düşüncesine yer yoktur. Zâten normali de bu olmalıdır. Aksi hâlde, o çağın tadı kaçmaz mıydı! ? Ne var ki, zaman da hükmünü icrâ edip, kişiyi sinsice ve yavaş-yavaş sarıp sarmalamaktadır. Böylece, hiç anlamadan yaşlılığın gelip çattığını görmüş oluruz. Yaşlılık, kişinin genetik yapısıyla, gençliğinin hayat tarzı ve şartlarına bağlı olarak gelir. Yâni, bir bütün olarak vücut dediğimiz cihaz veyâ makinenin kalitesi yanında, kullanımına da bağlı olarak... Ya bir takım sağlık sorunlarıyla berâber yaşlanırız veyâ sâdece mekanizması yavaşlamış olarak. Bir de zihinsel yaş ile fiziksel yaş faktörleri vardır; beynin ve bedenin ayrı-ayrı sağlık sorunları… Bunlar, kişide bâzen her ikisi birden bulunur veyâ bulunmazlar. Bâzen de bir varken diğeri yoktur.
Yaşlılık, hâliyle ölümü de çağrıştırmaktadır. Ölüm mukadder olduğuna ve bir gün, bir an her nasılsa geleceğine göre… Huzur için en doğrusu, Câhit Sıtkı Tarancı gibi ona takılı kalmamaktır. Annemizden beş yaş büyük babamız, mazbut bir hayâtı olup son derecede sağlıklı yapısına rağmen, ölümcül bir hatâsı sonucu onu kaybettiğimizde, bizim bugünümüzden ancak dört ay büyüktü. Neredeyse bütün ömrünü tansiyonuyla birlikte yaşayan annemizse, geçen yaz doksanüçü tamamlayıp gözlerini yumduğunda, o günkü genel seçimi kimin kazanacağını düşünüyordu!
Bir üstte C.S.Tarancı’ya değindik. Kendisi, o unutulmaz şiirinde İtalyan şâir ve politikacı Alighieri Dante’yi (Durante) örnek gösterip, otuzbeş yaşı yolun yarısı saymıştır. Oysa kırkaltı yaşında ölmüştür; yetmiş yaşa örnek gösterdiği Dante’yse ellialtısında! ..
Yaşlılık deyince aklımızdan geçenler kısaca bunlar olmuştur.
Mete Esin
Gündemde Türkçe Hafif…
Bu gecemizin menüsüne Türkçe hafif müzikler koyduk. İcrâcıların isim sırasıyla şöyle…
Berkant Akgürgen - Bir şarkısın sen, ömür boyu sürecek (Samanyolu) , Dario Moreno – Deniz ve mehtap sordular seni, Dario Moreno - Her akşam votka, rakı ve şarap, Edip Akbayram - Bekle bizi İstanbul, Erol Evgin - İşte öyle bir şey, Hümeyrâ - Bir kör düğüm ki içim, Modern Folk Üçlüsü - Ağlamak geliyor içimden, Bülent Ersoy – Gün ağarınca boynum bükülür (Sorma) , Tanju Okan – Bu akşam çok efkârlıyım, Tanju Okan – Öyle sarhoş olsam ki, Zühâl Olcay – Güller ve dudaklar.
İcrâcı sanatçılar arasında yabancı gibi duran bir isim vardır. Acaba… Dario Moreno’yu (Asıl adı Davi Arugete’dir.) görüp, bu da kim oluyor! ? diyenler çıkabilecek midir? Eğer çıkacak olursa… Kendisi, göçtüğü Fransa’da şöhret olmasına rağmen, İzmirli Mûsevî bir âilenin çocuğu olarak Türktür. Aynen bugünkü Can Bonomo gibi. Çocukluk ve ilk gençlik döneminde, bir süre de annesinin vatanı Meksika’da yaşamıştır. Tanındığı adını gene Ora’dan almış olabilecektir.
O yalnız Türk olmakla kalmayıp, Türkleri ve Türkiye’yi çok da sevmiştir. Dışarıdaysa kendi çapında Türkiye tanıtımı yapmıştır. Artık hayattan ayrılmış sanatçıya, bu vesîleyle “toprağı bol olsun! ” diyelim.
Yukarıdaki bestelerin hepsini ayrı-ayrı sever, zevkle de dinleriz. Fakat, arada bir “Bekle bizi İstanbul” vardır ki, bizi alır farklı, karışık düşüncelere götürü. Güfte olmaktan önce, üstat Vedat Türkali’nin (Asıl adı Abdülkadir Pirhasan’dır.) güzel bir İstanbul şiiri olan sözler, bir geleceği bekleyen devrimci özlemi de anlatırlar. Bir dönem o muhitte gezindiğimiz cihetle, bunu tahlil edip anlayabiliriz.
Ancak… O dönem neler düşünüp, neler beklemişiz. Bugün, gerek şahsımız ve gerek Ülke’miz ve gerekse dünyâmız açısından nerelerdeyiz! O günkü ütopya ve öngörü, bugünkü sonuç ve gerçek! ..
Bunun dahası ve gayrisi anlamlı bir sükût olur!
Mete Esin