Nasıl ki bir 'Alevi'ye 'Alevi', bir 'Sünni'ye 'Sünni', bir 'Protestan'a 'Protestan', bir 'Katolik'e 'Katolik' demek hakaret içermiyorsa, bir 'Sabetayist'e 'Sabetayist' demek de hakaret içermemektedir.
Sabetayistler şu anda Türkiye'de en güçlü olan tarikattır. Hatta bazı yazarlara göre (söz gelimi Yalçın Küçük'e göre) , Türkiye'de yetenekleri olmadığı halde, şarkıcı (mesela Tarkan) , tiyatro oyuncusu (mesela Kenan Işık) vs vs olabilmek için, Sabetayist olmak yeterlidir.
Kenan Evren'in oturduğu semte ad olarak verilmesinde bir sakınca görmeyeceğim bir sözcük.
Ancak, 'evrenkent' sözcüğünü 'üniversite' yerine kullanan ya da kullanmak isteyenlere şu uyarıyı yapmaktan kendimi alamıyorum.
Üniversite sözcüğünde yer alan 'site', 'site' ya da 'kent' anlamına gelmiyor. Üniversite sözcüğü, Latince 'universitas' sözcüğünden geliyor ki, 'bütün' (dünya) anlamına geliyor.
Ya, bırakın artık bu öz-Türkçeci ayaklarını. Olmaz, tutmaz bu tür sözcükler. Bir zamanlar da, kaleme yazdırgaç dedirtmeye çalıştılardı da, tutmadıydı...
'El Mearri' adlı kişinin yazdığı 'Risatü'l gufran' adlı bir yapıtın varlığından haberdar değilim; doğal olarak içeriğinden de. İnternette aradım. Kayda değer bir şey bulamadım. 'İlahi Komedya'nın çalıntı olduğunu öne süren kişiden, iddiasını kanıtlamasını rica ediyorum.
Gündüz Vassaf'ın 7 Aralık 2003 tarihli Radikal gazetesi'nde yer alan yazısında değindiği gibi, İlahi Komedya ile Miraçname adlı eser arasında benzerlikler bulunuyor. Gündüz Vassaf'ın yazısındaki bir hataya dikkat çekerek, yazısını aşağıya alıntılıyorum. Vassaf, 'cehennemin yedi katının dehşetini' diye yazıyor; oysa ki İlahi Komedya'da Cehennem tam 34 katmandan, Araf ile Cennet ise toplam 33 katmandan oluşmaktadır.
İşte Gündüz Vassaf'ın yazısı:
Türkiye'de İslam
'İlahi Komedya' İtalyan yazarı Dante'nin en ünlü eseri. Kitap, yazarın 1300 yılında Paskalya'dan bir hafta önceki cuma günü Hatalar Ormanı'nda kaybolmasıyla başlar. Yolda Virgil'in ruhuyla karşılaşan Dante, onun eşliğinde dünyanın derinliklerine inip cehennemin yedi katının dehşetini gördükten sonra Araf'a, oradan da hiçbir zaman kavuşamadığı sevgilisi Beatrice'in eşliğinde, cennette Tanrı'nın huzuruna çıkar. Türkçeye birkaç kez çevrilen bu eser çoğumuzun kitaplığında olmasa bile genel kültürümüzün bir parçası. Dünya kültürü, geriye doğru çevirdikçe sayfaları çoğalan bir kitap gibi. Herhangi bir sayfayı açtığımızda ilk kez tanıştıklarımızın 'akrabaları' önceki sayfaları karıştırırsak teker teker karşımıza çıkabiliyor. Ancak kültürü yerelleştirme eğilimlerinin sonucu genellikle kendi sayfamızda çakılı kalıyoruz. Karganın tilkiyi nasıl aldattığını La Fontain'in 17. yüzyılda Fransa'da yazdığı masallarından biliriz. Oysa kurnaz karga tilkiyi milattan 300 yıl önce Frigyalı köle Azop'un masallarında da alt eder. Romalı Ovid'in de anlattığı bu masallar, daha da öteye, 1000 yıl öncesi Uzakdoğu ve Mısır'a kadar gider. Bugün Yunanistan'da bir çocuk, ilk kez 'Karageorgis' ile karşılaştığında onun çok önceden beri İstanbul'da 'Karagöz' olarak yaşadığını ve de aslında bu gölge tiyatrosunun köklerinin Hindistan'a dayandığını bilmez. Dünyada çoğumuz Karagöz'ü tanımayan Atinalı çocuk gibiyiz. Ortak bir geçmişi bilmememizin nedenleri inkârdan cahilliğe kadar geniş bir yelpazeyi kapsıyor. Dante'nin, 'İlahi Komedya'yı yazdığında, onun bir benzeri olan 'Miraçname'yi bilip bilmediği tartışma konusu. Yoksa bu ünlü İslam eserinin onun yaşadığı dönemde Avrupa'da tanındığı, Dante kitabını yazmadan 50 küsur yıl önce, Latince ve Fransızcaya çevrildiği biliniyor. Tartışma konusu olmayansa Türkiye'de 'okuryazar' ya da aydın bilinenlerin belki de yüzde 99'undan fazlasının yazılışından 1000 yıl sonra 'Miraçname'nin adını bile duymadığı! Türkiye'de kaç kişi Muhammed'in, kadın suratlı deve kuyruklu atı Burak'ın sırtında, cennet ve cehenneme yolculuğunu resmeden bu kitabı bilir ki? Her biri diğerinden 50 bin yıl uzakta, her biri dünya büyüklüğünde 700 bin çadırlı cennet tasvirlerinin, çıkarları uğruna dindar gözükenlerin cehennemde çektiklerinin, Muhammed'in İsa ve Musa'yla tanışması ve Musa'nın Muhammed'e dediklerinin, kapkara zebanilerle Karadeniz kıyısındaki meleklerin, Muhammed'in cennet ve cehennemde serüvenlerinin edebi değerini takdir etme olanağından sivil toplumumuz ne kadar da uzak. Üstelik ilk Arapça yazılan bu kitabın bir nüshası da 15. yüzyılda Uygur alfabesiyle Türkçe yazılmış. Ya da Muhammed'in süt kardeşi de olan amcasının 1001 Gece Masalları çekiciliğinde serüvenlerini birbirinden çarpıcı resimlerle anlatan 'Hamzaname'yi acaba kaçımız biliyoruz. Keza İslam kültürüne özgü müzik, halı, çini, mimari? Türkiye geçmişine sırtını çeviren genç cumhuriyetlik yıllarını çoktan geride bırakmış olmalıydı. Bugün yaptığımız gibi dini ibadetin ya da siyasetin bir unsuru olarak tanımakla yetinip, kültürüne uzak kalmak, Türkiye gibi ender ülkelere özgü bir konum. İslam'a, ibadetten ve siyasetten apayrı bir gözle bakmak henüz Türkiye'nin tadına varmaktan uzak olduğu bir uygarlık anlayışı. Bu sığ görüş sonucu İslam kültürü ile laiklik, modernite ile Doğu zıt kutuplarda algılanabiliyor. Hal böyle olunca parlak düşünceli yabancılar ve onların yerli taklitçileri bu ülkenin kimliğine yaftalar yakıştırabiliyor. Bunun son örneği, sanki demokrasinin çeşitleri olabilirmiş gibi, Washington'ın Türkiye'ye birdenbire İslam demokrasisi tabirini yakıştırması ve kimi fırsatçı çevrelerin bunu hepimiz adına kimlik edinmesine seyirci kalmamız. Kültürel boşluğumuzu ya da bocalamamızı siyasi bir aitlikle doldurmaya çalışmanın gafleti içinde değil miyiz? Din üzerine kurulan siyasetinse dini teröre kapı aralaması kaçınılmaz değil mi?
Kokytos bir baştan bir başa buz kesiyordu. O altı gözüyle birlikte ağlıyordu, üç çeneye gözyaşlarıyla kanlı salyalar akıyordu. Her ağızda dişler bir günahkar öğütüyordu bir değirmen gibi, böylece aynı anda üç günahkar birden işkence görüyordu. Öndeki günahkarı öyle tırmalıyordu ki, kimi kez sırtında hiç deri kalmıyordu, ısırma, solda sıfır kalırdı bunun yanında. 'En büyük cezaya çarptırılan, şu yukardaki ruh' dedi, ustam, 'İskaryot Yahuda; başı ağzın içinde, çırpınan ayaklar boşlukta. Baş aşağı duran iki ruhtan, kara yüzden sarkanı Brutus, gördüğün gibi, kıvranmakta hiç ağzını açmadan! İri kıyım öteki Cassius. Gece oluyor artık, gitme zamanı geldi, Gördük sayılır her şeyi.
İlahi Komedya, çeviren: Rekin Teksoy, s.279.280, İstanbul, 2001.
Mütahit felsefesi
Açgözlülük
Kıbrıs'lı kasap
Türkiye'deki nüfusun %80'i
Viski
Nasıl ki bir 'Alevi'ye 'Alevi', bir 'Sünni'ye 'Sünni', bir 'Protestan'a 'Protestan', bir 'Katolik'e 'Katolik' demek hakaret içermiyorsa, bir 'Sabetayist'e 'Sabetayist' demek de hakaret içermemektedir.
Sabetayistler şu anda Türkiye'de en güçlü olan tarikattır. Hatta bazı yazarlara göre (söz gelimi Yalçın Küçük'e göre) , Türkiye'de yetenekleri olmadığı halde, şarkıcı (mesela Tarkan) , tiyatro oyuncusu (mesela Kenan Işık) vs vs olabilmek için, Sabetayist olmak yeterlidir.
Örövizyon şarkı yarışmalarında Türkiye'yi temsil etmiş en iyi şarkının adı (şarkıyı söyleyen Çetin Alp) : 'İşte opera! Heyecan fırtınası! '
Kenan Evren'in oturduğu semte ad olarak verilmesinde bir sakınca görmeyeceğim bir sözcük.
Ancak, 'evrenkent' sözcüğünü 'üniversite' yerine kullanan ya da kullanmak isteyenlere şu uyarıyı yapmaktan kendimi alamıyorum.
Üniversite sözcüğünde yer alan 'site', 'site' ya da 'kent' anlamına gelmiyor. Üniversite sözcüğü, Latince 'universitas' sözcüğünden geliyor ki, 'bütün' (dünya) anlamına geliyor.
Ya, bırakın artık bu öz-Türkçeci ayaklarını. Olmaz, tutmaz bu tür sözcükler. Bir zamanlar da, kaleme yazdırgaç dedirtmeye çalıştılardı da, tutmadıydı...
'El Mearri' adlı kişinin yazdığı 'Risatü'l gufran' adlı bir yapıtın varlığından haberdar değilim; doğal olarak içeriğinden de. İnternette aradım. Kayda değer bir şey bulamadım. 'İlahi Komedya'nın çalıntı olduğunu öne süren kişiden, iddiasını kanıtlamasını rica ediyorum.
Gündüz Vassaf'ın 7 Aralık 2003 tarihli Radikal gazetesi'nde yer alan yazısında değindiği gibi, İlahi Komedya ile Miraçname adlı eser arasında benzerlikler bulunuyor. Gündüz Vassaf'ın yazısındaki bir hataya dikkat çekerek, yazısını aşağıya alıntılıyorum. Vassaf, 'cehennemin yedi katının dehşetini' diye yazıyor; oysa ki İlahi Komedya'da Cehennem tam 34 katmandan, Araf ile Cennet ise toplam 33 katmandan oluşmaktadır.
İşte Gündüz Vassaf'ın yazısı:
Türkiye'de İslam
'İlahi Komedya' İtalyan yazarı Dante'nin en ünlü eseri. Kitap, yazarın 1300 yılında Paskalya'dan bir hafta önceki cuma günü Hatalar Ormanı'nda kaybolmasıyla başlar. Yolda Virgil'in ruhuyla karşılaşan Dante, onun eşliğinde dünyanın derinliklerine inip cehennemin yedi katının dehşetini gördükten sonra Araf'a, oradan da hiçbir zaman kavuşamadığı sevgilisi Beatrice'in eşliğinde, cennette Tanrı'nın huzuruna çıkar. Türkçeye
birkaç kez çevrilen bu eser çoğumuzun kitaplığında olmasa bile genel kültürümüzün bir parçası.
Dünya kültürü, geriye doğru çevirdikçe sayfaları çoğalan bir kitap gibi. Herhangi bir sayfayı açtığımızda ilk kez tanıştıklarımızın 'akrabaları' önceki sayfaları karıştırırsak teker teker karşımıza çıkabiliyor. Ancak kültürü yerelleştirme eğilimlerinin sonucu genellikle kendi sayfamızda çakılı kalıyoruz.
Karganın tilkiyi nasıl aldattığını La Fontain'in 17. yüzyılda Fransa'da yazdığı masallarından biliriz. Oysa kurnaz karga tilkiyi milattan 300 yıl önce Frigyalı köle Azop'un masallarında da alt eder. Romalı Ovid'in de anlattığı bu masallar, daha da öteye, 1000 yıl öncesi Uzakdoğu ve Mısır'a kadar gider. Bugün Yunanistan'da bir çocuk, ilk kez 'Karageorgis' ile karşılaştığında onun çok önceden beri İstanbul'da 'Karagöz' olarak yaşadığını ve de aslında bu gölge tiyatrosunun köklerinin Hindistan'a dayandığını bilmez.
Dünyada çoğumuz Karagöz'ü tanımayan Atinalı çocuk gibiyiz. Ortak bir geçmişi bilmememizin nedenleri inkârdan cahilliğe kadar geniş bir yelpazeyi kapsıyor.
Dante'nin, 'İlahi Komedya'yı yazdığında, onun bir benzeri olan
'Miraçname'yi bilip bilmediği tartışma konusu. Yoksa bu ünlü İslam eserinin onun yaşadığı dönemde Avrupa'da tanındığı, Dante kitabını yazmadan 50 küsur yıl önce, Latince ve Fransızcaya çevrildiği biliniyor. Tartışma konusu olmayansa Türkiye'de 'okuryazar' ya da aydın bilinenlerin belki de yüzde 99'undan fazlasının yazılışından 1000 yıl sonra
'Miraçname'nin adını bile duymadığı!
Türkiye'de kaç kişi Muhammed'in, kadın suratlı deve kuyruklu atı Burak'ın sırtında, cennet ve cehenneme yolculuğunu resmeden bu kitabı bilir ki? Her biri diğerinden 50 bin yıl uzakta, her biri dünya büyüklüğünde 700 bin çadırlı cennet tasvirlerinin, çıkarları uğruna dindar gözükenlerin cehennemde çektiklerinin, Muhammed'in İsa ve Musa'yla tanışması ve Musa'nın Muhammed'e dediklerinin, kapkara zebanilerle Karadeniz kıyısındaki meleklerin, Muhammed'in cennet ve cehennemde serüvenlerinin edebi değerini takdir etme olanağından sivil toplumumuz ne kadar da uzak. Üstelik ilk Arapça yazılan bu kitabın bir nüshası da 15. yüzyılda Uygur alfabesiyle Türkçe yazılmış. Ya da Muhammed'in süt kardeşi de olan amcasının 1001 Gece Masalları çekiciliğinde serüvenlerini birbirinden çarpıcı resimlerle anlatan 'Hamzaname'yi acaba kaçımız biliyoruz. Keza İslam kültürüne özgü müzik, halı, çini, mimari?
Türkiye geçmişine sırtını çeviren genç cumhuriyetlik yıllarını çoktan geride bırakmış olmalıydı.
Bugün yaptığımız gibi dini ibadetin ya da siyasetin bir unsuru olarak tanımakla yetinip, kültürüne uzak kalmak, Türkiye gibi ender ülkelere özgü bir konum. İslam'a, ibadetten ve siyasetten apayrı bir gözle bakmak henüz Türkiye'nin tadına varmaktan uzak olduğu bir uygarlık anlayışı. Bu sığ görüş sonucu İslam kültürü ile laiklik, modernite ile Doğu zıt kutuplarda algılanabiliyor. Hal böyle olunca parlak düşünceli yabancılar ve onların yerli taklitçileri bu ülkenin kimliğine yaftalar yakıştırabiliyor. Bunun son örneği, sanki demokrasinin çeşitleri olabilirmiş gibi, Washington'ın Türkiye'ye birdenbire İslam demokrasisi tabirini yakıştırması ve kimi fırsatçı çevrelerin bunu hepimiz adına kimlik edinmesine seyirci kalmamız.
Kültürel boşluğumuzu ya da bocalamamızı siyasi bir aitlikle doldurmaya çalışmanın gafleti içinde değil miyiz? Din üzerine kurulan siyasetinse dini teröre kapı aralaması kaçınılmaz değil mi?
Kokytos bir baştan bir başa buz kesiyordu.
O altı gözüyle birlikte ağlıyordu,
üç çeneye gözyaşlarıyla kanlı salyalar akıyordu.
Her ağızda dişler bir günahkar öğütüyordu
bir değirmen gibi, böylece aynı anda
üç günahkar birden işkence görüyordu.
Öndeki günahkarı öyle tırmalıyordu ki,
kimi kez sırtında hiç deri kalmıyordu,
ısırma, solda sıfır kalırdı bunun yanında.
'En büyük cezaya çarptırılan,
şu yukardaki ruh' dedi, ustam, 'İskaryot Yahuda;
başı ağzın içinde, çırpınan ayaklar boşlukta.
Baş aşağı duran iki ruhtan,
kara yüzden sarkanı Brutus,
gördüğün gibi, kıvranmakta hiç ağzını açmadan!
İri kıyım öteki Cassius.
Gece oluyor artık, gitme zamanı geldi,
Gördük sayılır her şeyi.
İlahi Komedya, çeviren: Rekin Teksoy, s.279.280, İstanbul, 2001.