Şarkın, Garba üç türlü bakışı vardır: İslâmlıktan evvelki bakış, İslâmiyetin kuvveti içindeki bakış, İslâm kadrosunun zaafa düşmesinden sonraki bakış... Bu üç bakış da, Batı dünyasının teessüs ve billûrlaşma devreleriyle karşılıklı mütenasiptir.
Şarkın ilk bakışı hengâmesinde Garp adına bütün mevcut, Eski Yunan ve Roma... Garp temelinin apaçık meydanda olduğu ve etrafına hâkim bir varlık fışkırttığı ilk tarihî çığır olan bu hengâmede Şark, kendisine aslî renk ve hareketini veren Büyük Zuhurdan mahrum olduğu için, Peygamberler koluyla hak; hayal ve efsane koluyla da bâtıl, fakat ikisinde de müşterek unsur olarak derin ve esrarlı, buna rağmen vahdetsiz ve perişan bir çerçevedir. Çin, Hint, İran, Mezopotamya, Küçük Asya ve Şimalî Afrika çevrelerini tutan Doğu medeniyet bütünü, tevhidçi ve putçu cepheleriyle kendi içinde de binbir tezada bölünmüş olarak, fakat cihanı parça parça yalnız kendisiyle doldurarak, herhangi bir dünya istikametinden topyekûn kendi manasına zıt toplu bir hareket ve Doğu – Batı gibi ayrılık ve aykırılık dâvasına şahit olmıyarak Eski Yunan üzerine Fars akınlarına kadar devam eder. Doğunun, Batı diye ayrı bir dünyaya rastlayışı, o zamanlar Şarkta Garbın Roması mevkiindeki Farsların Küçük asya üzerinden Yunanlıları toslamasiyledir. İki taraf arasında da izafî bölümü meydana getiren ve iki taraf insanının birbirine göre farklarını ortaya döken, işte bu çatışma... Garplının Şarklıya “barbar” diye bir teşhis yapıştırmasına mukabil, Şarklının, Garplıya bakışı, o devirde, Eski Yunanın hiçbir tecrübesine dikkat etmeyen, akıl harikasından bir şey anlamayan ve çıktığı kabuğa hemen dönüveren sisli bir gurur ve kayıtsızlık nazarından, (sübjektif) bir nahvet görüşünden başka bir şey değildir. Büyük İskender’den itibaren de, Şark, bütün aksiyonunu kaybetmiş ve aynı zuhurlara doğru içine çekilmiş olarak eski haliyle çürük ve hamlesiz bir bünyenin tavrını yaşatır. Büyük İskender’le başlayan, Şark üzerine Garp yürüyüşü muzaffer ve bu yürüyüşe karşı Doğunun bakışı, talihsiz bir hayrettir.
Roma’nın karşısındaki Şark ise, bu muhteşem ve tam teşkilâtlı imparatorluğun baskısı altında Batıya, niçin ve nasıl olduğunu bilmediği bir esaret kaderi içinden bakar. Romalı onun gözünde, ne kendisini anlayabilecek, ne de kendi kendisine anlaşılabilecek sert ve kaba bir efendi, madde manivelâsını çok iyi işleten hünerli bir ustadır; ve bu her şeyi punduna ve kolayına getirici usta karşısında, cemiyet cemiyet zedelenmiş ve fert fert kabuğuna çekilmiş olan şarklı, yılgın ve küskün, fakat daima aradaki yabancılığı koruyan gizli bir şahsiyet ve görüşe sahiptir.
Hıristiyanlık Batıya ve Romaya, Şarklı bir mâna ile değil, ferdî bir eda ile geçti; ve bir devlet ifadesinden gelmediği için ikinci bir Doğu – Batı bölümüne yol açmadı. Bir müddet sonra da Doğulu kaynağına rağmen Batılı bir mahiyet aldı. Bu bakımdan, Hazreti İsa’nın elinde gerçek vahdâniyet bayrağı halinde açılan hak din, kendi öz devletini kurmadan sadece mânalar halinde Batıya sirayet etmiş ve hemencecik putperest Roma’nın elinde çığırından çıkarılmış olmak yüzünden, Doğudan Batıya doğru ayrı bir bakış temsil etmez; aksine Roma Katolisizması gözlüğünden bir nevi Avrupalının nihaî sır anlayışındaki sapıklığı ve onun bu gözlükle Şarka bakışını gösterir. Gerçek İsa Dini Batıyı yıkarken, Yunan ve Roma kalıntısı Garp, onu kendisine uydurarak, yine aslî vâhidini korumuş ve Doğulu büyük tevhid mizacına girememiştir. Böyle olunca, Gerçek İsa Dini yönünden o zamanki Batıya karşı Doğulu bir bakış bulamıyoruz. Ama bizzat İsa Dinini Batı putçuluğunun suratında bir tokat kabul edebiliriz.
İslâmiyetten sonra İslâmiyet içi Şark, artık her istikamette yeryüzünün umumî vâhidini getirici ve her şeyi toplayıcı büyük şuurun sahibidir. İslâmiyet her türlü kemmiyet darlığından, zaman ve mekândan münezzeh olunca mıntıka ve istikamet hasisliğinden müberrâ, insanlığı tek ve mutlak vâhide dâvet şeklinde ve onun bütün ölçüleriyle geldi. Bu nazar karşısında Garp Eski Yunan ve Roma’nın yıkılışıyla beraber Orta Çağ karanlığına daldığı ve silindiği için Şarkî Roma İmparatorluğundan başka bir hüviyet gösteremedi, hiçbir üstünlük ifadesi bulunamadı ve Doğunun gözüne inkıraz halinde bir bâtıl temsilcisinden başka türlü görünemedi. Bu vaziyet ve Doğu’dan Batı’ya doğru bu bakış da,7 – 8 asır boyunca, (Rönesans) a kadar aynı tarzda devam etti. İslâmiyetin zuhurundan (Rönesans) a kadar aslî rengiyle Doğunun Batıya nazarı, her sahada üstün adamın sapık ve düşkün insana bakışiyle denktir.
İslâmiyetten sonra, İslâmiyet için Şarkın, her istikametle beraber Garba bakışı, İslâm dairesinin dışında ne varsa, binbir çeşidiyle küfür ve dalâletten başka bir şey olmadığı ölçüsüne bağlıdır. Bu mutlak ve tam (totaliter) görüştür; ve hak sahibinin tam hakkını mikyaslandırmaktır. İslâmiyetçe: “Küfür nerede ve ne türlü olursa olsun tek bir millettir.” İslâmiyet, insanoğlunun topyekûn vazife, memuriyet ve haklarını getirmiş, ruhta ve maddede bütün kemal ölçülerini sımsıkı bir ideolocya örgüsü şeklinde tamamlamış ezelî ve ebedî nizam... Bu nizam, kendisinden olmayan her şeye bâtıl göziyle bakmaya hak sahibidir.
Şarkın Garba en hazin ve en mahkûm bakışı, bugünkü Garbın tam teşekkül, teessüs ve kıvamlaşma hengâmesi olan (Rönesans) dan sonradır. Bu da, İslâm kadrosunun zaafa düşmesindeki sebepleri çerçeveleyen ve o sebeplerin peşisıra gelen bedbaht bakış...
İşte, başta müspet İslâm kadrosu, Şarkın menfî kutupları olarak (Budist) ini de, (Brehmen) ini de, (Mecusî) sini de içine alan bu bakıştır ki, iki dünya arasında, son derece girift ve başka başka vâhidleri birbiri içinde kaybettiren ve birbirine karıştıran son derece sert, ezici ve zalim bir fark ve bir manzara habercisi oldu: Batının su götürmez madde hâkimiyeti; Doğunun da, bu ezici hâkimiyet altında bütün zıt vâhidleriyle tek ve kaba bir Şarklı bütünü içine sıkışıp apaçık bir mahkûmiyet belirtisi; ve İslâm Ruhunu, içindeyken kaybedişi...
Ve yine Doğunun Batıya, en üstün taarruz ve temsil devleti olan Osmanlı İmparatorluğundan başlayarak, dört – beş asırdır; Arabiyle, Acemiyle, Hindlisiyle, Çinlisiyle, Türkmeniyle, doğru ve eğri her örneğiyle, bütün derisini, maddesini esir düşüren, ruhunu da adam akıllı bulandıran ve hiçbir nefs muhasebesine yanaştırmayan bir apışma ve şapa oturma gözüyle bakmaya başlaması...
İşte ve işte bu son bakıştır ki, dört – beş asırdır, harem ağası, uzviyeti gibi gittikçe bünyeleşti; ve bütün Doğu âleminde, bir taraftan dünyasını kaybetmiş bir köleler ve (Medyum) lar sürüsüne, öbür taraftan da tesellisini ana şahsiyetini ezmekte arayan beyinsiz mukallitler ve fâni tedbirciler zümresine yataklık etti.
Batının Batıya bakışı, (mayonez) in içindeki zeytinyağı, limon ve yumurta unsurları gibi, kendi kendisini üç esasa irca etmekle başlar: Eski Yunan, Roma ve Hıristiyanlık... Bu bakımdan Garp, kendi tahlil raporunu imza etmekte son derece kat’î ve riyazîdir. Sanki Yunanın müsavisi 1, Roma’nın yine 1, Hıristiyanlığınki de 1 ve neticede kendi tutarı 3...
Batı, kendisini en ileri mütefekkirlerinden birinin ağzıyla şöyle hülâsa eder: “Romalılaşmış, Hıristiyanlaşmış ve eski Yunan’ın zihnî nizamına teslim olmuş her toprak Avrupa’ya bağlıdır.”
Eski Yunan, yine en ileri Batı mütefekkirlerinden birinin üslûbunda ve yine bir kimya tahlili kadrosunda şöyledir: “Hâkim zekâ, ince muhakeme, sağlam bilgi; vüzuh, aydınlık, açıklık...” Garblı, düşüncelerinin hendesesini, bütün şekiller üzerindeki ölçüsünü, tefekkür usulünün şaşmaz misalini, yüzde yüz Eski Yunandan aldığına inanmıştır. Ona göre Eski Yunan, her şeyi yüksek insana kazandıran, yüksek insanı her şeyin temeli haline getiren, yüksek insandan, her şeyi yuğurup, şekillendirip son derece vüzuhla ve imkân nisbetinde âşikâr bir âhenk içinde sımsıkı tutmasını isteyen bir müessirdir. Garplı der ki: “İnsana ilk madde ve ruh alâkasını o telkin etti: ruhu hayal ve rüya uçurumları önünde kendi kendisini müdafaaya o alıştırdı; ruhun iphamlı ve mevhum verimlerini ince bir tahlil ve tenkid melekesiyle o dizginledi: hep Eski Yunan... Ve işte bu tefekkür nizamından da ilim doğdu. İlim ki, yine onca, Garp ve Garplılık ruhunun biricik kat’î fârikası, yegâne emin ve şahsî zafer alametidir.”
Roma ise, Garplının gözünde “Teşkilâtlı ve temelli insan kudretinin ebedî örneği”dir: Devlet, imparatorluk, müessise, yasa, nizam, teşkilât, üstünlük duygusu, hareket şuuru, fert ve cemiyet halinde taş gibi adalelerle örülü gövde, zafer arabası, zafer tâkı ve dört bir tarafa yayılmış hâkimiyet ruhu... Kısaca nizam ve aksiyon...
Hıristiyanlık... Bu nokta üzerinde merkezî Garp telâkkisi, Eski Yunan ve Roma tesirlerinden sonra, Batının muhtaç olduğu hassasiyet, ahlâk ve iç âlem kaynağını Hıristiyanlıkta bulduğudur. Onca Hıristiyanlık, asırlar boyunca Hintte ve bir zamanlar İskenderiye (mistik) lerinde olduğu gibi, insanın derinliğine doğru kendi iç âlemine dalmak, orada mücerretleşmek, ve bir iç hayat, iç ahlâk, iç görüş temsil etmek ihtiyacının bir ifadesidir. Onca Hıristiyanlık, ruha, en ulvî ve en hayatî, en doğurucu ve doğurtucu meseleleri arzeder. İman ve akıl, tasdik ve tahkik, iş ve fikir, eser ve gaye, hürriyet ve bağlılık, prensip ve merhamet, adalet ve fedakârlık, fert ve cemiyet ve kadın; ve neticede madde ve ruh kuvvetleri, birbiri arasındaki tezad ve ahengi, yine onca, hep o kaynaktan, Hıristiyanlıktan aldığı feyizle mihraklandırır.
Avrupalı demek ister ki, Eski Yunan tabiatla insan arasındaki alâka ve münasebet sırrının selim duygu ve düşünceye bağlı zihnî tertibini veren biricik kaynak. Roma bu zihnî tertibi en geniş hâkimiyet ve nizam edasına kavuşturmuş kuvvet şuuru; Hıristiyanlık da bütün bu şartların en iç plânında, tefsir, hassasiyet ve ahlâk merkezi...
Böylece Avrupalı demek ister ki, o, insanı maddeye hâkimiyetle mükellef kılan hendesî bir idrak zevki, bu zevkin imparatorluk teşkilâtı, ve bütün bunların tâ derinlerinde ruhî mizanını yaşatıcı bir iç duygu âleminden ibaret, üç vâhidli bir hüviyyet yekûnudur.
İsa Peygamberin sâf ve kâmil imanını üçüzleyen Batı, kendi tahlilini de üç unsura irca ederken, Eski Yunan ve Roma putlarından aldığı ilhamla, daima satıh üzerinde ve “çokçu” bir mizaç taşıdığını görür de, derinliğine ve “tekçi” bir ruhtan mahrumluğunu anlayamaz.
Herşeyden evvel, ilk Doğu – Batı tefrikini yapan Garplıdır. Eski Yunan’da tarih babası (Herodot) , yalnız kendi kavminden ibaret bildiği ve o zamanlar mânada yalnız kendi kavminden ibaret Garp dünyasına şarktan toslayan Fars kitlelerine bakıp, iki ayrı topluluk arasındaki mücerred duygu ve düşünce hamurunun iklim farklarına göre iki ayrı âlem sınırladı: Şark ve Garp...
Bir zamanlar Arap kavminin, kendisine 'Arap' ve başkalarına topyekûn “Acem” demesi gibi, Yunanlı, Fars akınlarının getirdiği vesileyle, artık karşısına kim çıksa ona uyacak hazır bir yafta bulmuştu: Barbar... Onca insanlık sadece Yunanlıydı ve kendisini yıkmaya gelen herkes ve herşey barbardı.
Yunanlının kendi iç vâhidine, yani müstakil, şâmil ve üstün tuttuğu ruhuna göre bu teşhis, onun müdafaasında da, taarruzunda da aynı şeydir. Birinde, üstüne gelen, öbüründe üstüne gittiği, barbar...
Bir cemiyetin, inandığı ve bağlandığı kıymetler mevzuunda bu görüş zaruri ve ancak şahsiyet sahiplerine hâstır.
Ve o gün bugün, garplı, Şark dünyasını kendi içinde istediği kadar başka başka ve birbirine zıd ruh iklimlerine bölünmüş görsün; tarih boyunca ve Batı dünyada yokken onu istediği kadar çalkanışlara ve yeni doğuşlara sahne olmuş bilsin; manzarada daima sabit bir ruh ve zihin haletinin damgasını aradı. Garplı, eski Yunan ve Roma’da olduğu gibi, (Rönesans) dan sonra ve bugüne kadar, Şark deyince, hep belli başlı ve kabahatli bir insan soyunu çerçeveleyici bir mânaya sımsıkı bağlı kaldı. Bu mânanın özünde, kısaca ve kabaca, Doğu şudur: Vâkıaların hendesî ihtar ve icabından anlamayan ve kaçan, karanlık ve dolaşık hayaller peşinde ruhuna çekilip kabuğunu ve derisini sahipsiz ve açıkta bırakan, biçare ve enayi insan kadrosu! Bir tarafta ruhî hârikalar ve öbür tarafta yalçın vahşetler diyarının akıl haysiyeti tanımayan, içinde anlatılmaz bir kuvvet ve dışında anlaşılmaz bir zaaf taşıyan illetli beşeriyet hârası...
Batılı, Doğuya ait ruh hârikaları ikliminin dış ziynetlerini de, bir zamanlar şark istikametinden sökün eden ve doğunun mâkûs kolu olan atlı adamın belirttiği vahşet çizgisine karıştırır. Bu çizgi, kör ve sağır ham kuvvetten, duygusuz bir yıkıcılık ve yakıcılık dehâsından ibaret, yarısı at ve yarısı maymun şeklinde insan, bir garip (santor) dur.
(Rönesans) tan sonra batılı dilinde (Oryant – Şark) tâbiri, artık bandrollaşmış ve aşağı takım halk gerçeği olarak hep aynı muvazenesiz adama işaret olarak giderken, aynı Garbın kifayetsiz taraflarına ve sahte tesellilerine kadar sızabilmiş gerçek ve hususî münevverleri, Doğuyu, her şeye rağmen anlaşılmaz derinlik ve şahsiyetini küller altında muhafaza eden, kaba teşhis çerçevelerine sığmayan bir giriftler ve hârikalar ufku, peygamberler yatağı ve ruh ilimlerinin beşiği diye mütalâa etmekten geri kalmadılar. Fakat taşkın ekseriyeti ve ortalama anlayışıyla Garplı, Şarka doğru en insaflı ve hatırlı bakışını, nihayet (Pikadilli) de bir Hint racasının kavuğu ve tepesindeki elmas gibi, basit fantazya plânından ve “Binbir gece” hayalinden ileriye geçiremez. İşaret ettiğimiz gibi, Batının, okur – yazar ayak takımına mahsus, beylik görüştür bu...
Hemen noktalamak lâzımdır ki, son zamanların Şarklı okur – yazar ayak takımı da, iki dünya arasındaki muhasebe zaruretinin doğduğu hengâmelerde, ne dostunu ne de düşmanını hesaba çekebildiği için, bu garp okur- yazar ayak takımının tesiri altına girmiş, dünyayı ve nefsini onun anlayış aynasından seyretmeye başlamış, onun çizdiği daire içinde mahpus kalmış ve nefsini iptale kadar gitmiştir. İşte Doğu âleminin asırlar boyunca giriştiği kısır ve köksüz ıslâhat hamleleri, hep bu okur – yazar aşağı takımların, çeyrek münevverlerin eseri olmuştur.
Garp okur- yazar takımının orta temsilcileri ve hazırlop bilgi dağıtıcıları gözündeyse Şark, fert fert, insanî ve içtimaî oluşların işbirliğini manzumeleştiremeyen, alâka ve murakebe selâhiyetini kuramayan, fert ve hürriyet değerini bilmeyen, sultanlar ve despotlara baş eğen sadece birkaç ruhî edâ ve renkten ibaret, koca bir ölçüsüzlük ve şuursuzluk âlemidir.
Garp okur – yazar ayak takımı – ki ismi burjuvadır ve son derece kuvvetli bir sınıftır- kendisini en ileri derece de temsil eden münevverinde, Doğunun tarifini aynen şöyle çerçeveler: “Şarklı daima mazide yaşar, hali kavramaya yanaşmaz ve istikbale sarkmaktan korkar, ne ilmi vardır, ne tenkidi... Dindar olabilir, fakat sebep ve netice arayıcısı ve fikirci olamaz. Neye olsa inanır; ama hiçbir mevzuda tarif, ihata ve ispat kaygısına düşmez. Demek ki, O, ne inanılacak şeyi bilir, ne inanılmayacak şeyi... O sadece inanır; bilmez! Tabiata hâkimiyeti adına bütün cehdi, şiir ve tılsım sınırını aşamaz. Aklın madde üzerindeki nüfuz hakkı bakımından hiçbir âlet ve usul buluşuna ulaşamaz. Fenlerle barışamaz. Şarklı kafasında, parmakla sayılabilir, gözle görülebilir, akılla ispat edilebilir hiçbir unsur bulamazsınız. Böylece şarklı, ispat edilemeyen her şeye inanmak, vücutsuz varlıkların gerçeksiz dâvetine takılmak yüzünden, vâkıalar âlemini tamamiyle kaybetmiş, eşya ve hadiseler üzerindeki nüfuzunu sıfıra indirmiştir.”
Aynı mütefekkir devam ediyor: “Şarklı Garbın makine ve madde keşifleri âlemini ne kadar ustalıkla benimsemeye kalkarsa kalksın, dâvayı bizzat ruhu ve usuliyle kavrayamayacağı için daima satıhta ve âciz kalacaktır.”
Bu fikir ipucunda, kendi hakikatimize, bu hakikatin ters temsiline, bu hakikatin emrettiği şahsiyetli davranış mahrumluğuna ait büyük bir ibret ve ihtar payı buluyoruz. Esaretimizin sırrını Avrupalının ağzından kapacak kadar kıymetli bir ipucu...
Mütefekkirin son hükmü şudur ki: “Şarklı, saf ilimden, teknikten, dış âlemden, dış âlem üzerindeki akıl zaferlerinden, fert ve cemiyet münasebetlerinden, sistemli hak ve nizamdan, her türlü riyazî ölçüden, dış âlemde birer miyar ve nizam olan her şeyden, bütün şubeleriyle güzel sanatlardan, hayatı kucaklayıcı yaygın edebiyattan mahrum; ve bunlara malik olmak istedikçe Garbın gülünç ve miskin taklitçiliğine mahkûm bir insan tipidir.”
Hemen bütün Batılılar gibi bir dış görüş dehasından örnek ve iç düğümleri çözmekten âciz, dışiyle doğru ve içiyle mutlak yanlış hikmeti kendi soydaşlarına ifşa eden Avrupalı, koma halinde Doğu insanının ondan der almayacağına emindir.
Batının Doğu’yu bu görüşünde, sade kendi gözlüğünü değil, Doğu’nun hastalık çizgilerini de meydana koyucu ve nihayet Doğu hesabına eksiksiz tipin şartlarını düsturlaştırmakta fayda getirici hikmet apaçıktır. Doğu sahte oluş gayretlerinin hiçliğini, kendi öz dâvasının içinden süzmek gibi büyük bir cehdden evvel, Batının kendi öz nefsine bakışından da anlayabilir.
Nâzım Hikmet! Nafile çabalıyorsun. Sana kızmıyorum. Kızmıyacağım. Hiç bir operatör, ameliyat masasından kendisini yumruklıyan kanserliye, hiç bir gardiyan, parmaklığı içinden kendisine deli diye bağıran çılgına, hiç bir hâkim darağacı önünde küfürler savuran mahkûma kızamaz.
Ben kendimi, ne kanser operatörü, ne deli gardiyanı, ne de ağır ceza hâkimi şeklinde görmüyorum. Fakat görüyorum ki her hareketim, seninle hiç de alâkadar olmadığı halde, ciğerine neşter gibi saplanıyor, seni delilerin parmaklığı gibi bir azap çerçevesine hapsediyor ve başının üstünde ip varmış gibi kudurtuyor. Beni, doktor, gardiyan ve hâkim şeklinde gören sensin! Senin bu halini sezer sezmez artık sana kızmıyorum. Merhamet ediyorum.
Sanma ki ben öfke kabiliyetini kaybetmiş bir adamım. İnsan başiyle fare kafasını birbirinden ayıran tek hassa, bence fikir öfkesidir. Bir hiç için ölçüsüz öfkeler duyacak kadar alıngan ve hassas bir mizaç taşıdığımı sen de bilirsin. Fakat bu öfke, iyi kötü bir kudreti, bir şahsiyeti, bir mesuliyeti kalmış insanlara ve hadiselere karşıdır. Sen mazursun.
Çünkü iflâs nedir, onu bütün hacmiyle idrak ettin. O kadar yalnızsın ki, etrafında bir sürü (namı müstear) dan başka kimse yok. O kadar konuşulmuyorsun ki, isminden ancak kendi (namı müstear) ların bahsediyor. Eskiden herkesin dilinde bir problem gibi gezinmeyi tercih eder ve bir dedikoduya, bir ankete doğrudan doğruya iştirak etmeyi Greta Garbo esrarına aykırı bulurdun. Şimdi bir yerde anket oldu mu, kıymeti ve seviyesi nedir, hiç düşünmeden, kapısı önünde aç biilâç bekleşen yedi sekiz kişinin başına en evvel sen geçiyorsun ve sıranı kaybetmemek için kimbilir nelere baş vuruyorsun? Fıkraların baş sahifelerden moda sahifelerine atılıyor, gene yazıyorsun. Hatırlanmak şartı ile ne hakaretlere razı değilsin? Tükürüğü bile uzun zaman gıda edindin. Şimdi o da yok. Bir zamanlar, şiirlerinde (kıllı ve kalın) olduğunu ilân ettiğin sarışın ve pembe ensenden, şunun bunun tokat izleri bile uçmuş. Zaman seni değil, yüz karalarını bile götürmüş. Ne hazin bir manzaran var. Akşamları, beyoğlu sokaklarında, yüzlerinde kalın bir duvak, ayaklarında bir çift siyah bot, ellerinde köpek başlı bir şemsiye, ağır ağır geçen sabık Rum aşüfteleri bile senin kadar merhamete şayan değildir. Artık nefret vermiyorsun. Zamanın hainliği önünde insanları tefekkür ve merhamete çağırıyorsun.
Bundan bir kaç ay evvel Bâbıâlide, Ştaynburg lokantasında seninle şöyle konuşmadık mı: Ben - Gazetelere yazdığın bu fıkraları nasıl yazıyorsun, bu kadar adileşmeye nasıl tahammül ediyorsun? Sen - Ne yapayım, ekmek paramı kazanıyorum. Başka ne yapabilirim? Ben - Kendinden ve haysiyetinden bu kadar fedakârlık edeceğine niçin potin boyacılığı etmeyi tercih etmiyorsun? Sen - Potin boyacılığı etsem, bir şey zannederler de beni bu işten menederler. Kendisini bu kadar saçma bir mazeretle teselli ediveren, hakikatte tesellisi olmıyan seninle görüyorsun ki ben hiç bir gün kavga etmedim. Sana selâm verdim. Sana acıdım. Bu kadar düşmene -acısını ben duyuyormuşum gibi- razı olmadım. Şimdi bana -tam da senden bekliyebileceğim bir tarzda- çatıyorsun. Devlet günlerinde seni rakip diye almaya tenezzül etmeyen adam, bu perişan halinde sana nasıl tenezzül eder? Artık sen benim gözümde hiç bir şeyi temsil etmiyorsun. Ne hokkabaz şiirini, ne işporta komünizmanı, ne hile ustalığını, ne 24 saatlık reklâm açık gözlülüğünü... Senin nene mukabele edeyim?
Aynı ideoloji içinde vaktiyle sarma dolaş olduğun ve içlerinde fikirlerine taban tabana zıt olmama rağmen konuşulabilecek insanlar bulduğum gruplar, yani sana benden daha yakın zümreler bile seni, fikir ve sanat âdiliğinin, dolandırıcılığının prototipi diye gösteriyorlar. Bana ne düşer?
İşte açıkça söylüyorum: Ben senin kâbusun, geceleri uykuna giren umacın, her an yokluğunu hissettiren şeytanınım. Sana acıyorum. Fakat elimden ne gelir? Çektiğin yokluk ıstırabına hürmeten, sana vaktile vermediğim şerefi veriyorum. Seninle ilk ve son defa olarak konuşuyorum. Fakat hepsi bu kadar. Dediğim gibi sen, bence artık mazursun. Seni affediyorum, ve ne yapsan affedeceğim. Bu vaade güvenerek istediğini yap! Sakın bu fırsatı kullanmamazlık etme!
Yalnız bil ki, sönmüş ve pörsümüş hüviyetine, o kadar muhtaç olduğun ve elde etmek için ne yapacağını bilemediğin hayatı nefhedemiyeceğim. Ölü diriltmek ve müflis kurtarmaktan âcizim.
Benim hakkımda, içinde hapsettiğin şeylerin hacmini bilmiyorum. Rivayete göre üç perdelik bir piyes, rivayete göre bir roman...
Fakat sana karşı hiçbir taktiği kalmamış adamın, bütün bir samimiyet ve açıklıkla içini tasfiye etmesine rağmen söyleyebileceği her şey ve sırf sana hitap etmekle düşebileceği bayağılık burada toptan ve ebediyen nihayete eriyor. İşte görüp göreceğin rahmet!
Kayıtlı bir şecereyle 500 yıllık bir Türk ailesine mensup.
Kısakürekzade Abdülbaki Fazıl oğlu Ahmet Necip.
Allah tahayyül edilemez. İnsan ya gördüğünü ya da ona benzeyeni görür.
“Ben kulumun zannı içindeyim, istediği gibi bana zannetsin.'
Bana zannetsin, beni zannetsin değil.
Benden umsun anlamında...
Mealin nazmedilmiş hali (Necip Fazıl tarafından) :
Zannı içindeyim ben kulumun,
Umun benden, zannınız nasılsa öyle umun...
DOĞUNUN BATIYA BAKIŞI
Şarkın, Garba üç türlü bakışı vardır: İslâmlıktan evvelki bakış, İslâmiyetin kuvveti içindeki bakış, İslâm kadrosunun zaafa düşmesinden sonraki bakış... Bu üç bakış da, Batı dünyasının teessüs ve billûrlaşma devreleriyle karşılıklı mütenasiptir.
Şarkın ilk bakışı hengâmesinde Garp adına bütün mevcut, Eski Yunan ve Roma... Garp temelinin apaçık meydanda olduğu ve etrafına hâkim bir varlık fışkırttığı ilk tarihî çığır olan bu hengâmede Şark, kendisine aslî renk ve hareketini veren Büyük Zuhurdan mahrum olduğu için, Peygamberler koluyla hak; hayal ve efsane koluyla da bâtıl, fakat ikisinde de müşterek unsur olarak derin ve esrarlı, buna rağmen vahdetsiz ve perişan bir çerçevedir. Çin, Hint, İran, Mezopotamya, Küçük Asya ve Şimalî Afrika çevrelerini tutan Doğu medeniyet bütünü, tevhidçi ve putçu cepheleriyle kendi içinde de binbir tezada bölünmüş olarak, fakat cihanı parça parça yalnız kendisiyle doldurarak, herhangi bir dünya istikametinden topyekûn kendi manasına zıt toplu bir hareket ve Doğu – Batı gibi ayrılık ve aykırılık dâvasına şahit olmıyarak Eski Yunan üzerine Fars akınlarına kadar devam eder. Doğunun, Batı diye ayrı bir dünyaya rastlayışı, o zamanlar Şarkta Garbın Roması mevkiindeki Farsların Küçük asya üzerinden Yunanlıları toslamasiyledir. İki taraf arasında da izafî bölümü meydana getiren ve iki taraf insanının birbirine göre farklarını ortaya döken, işte bu çatışma... Garplının Şarklıya “barbar” diye bir teşhis yapıştırmasına mukabil, Şarklının, Garplıya bakışı, o devirde, Eski Yunanın hiçbir tecrübesine dikkat etmeyen, akıl harikasından bir şey anlamayan ve çıktığı kabuğa hemen dönüveren sisli bir gurur ve kayıtsızlık nazarından, (sübjektif) bir nahvet görüşünden başka bir şey değildir. Büyük İskender’den itibaren de, Şark, bütün aksiyonunu kaybetmiş ve aynı zuhurlara doğru içine çekilmiş olarak eski haliyle çürük ve hamlesiz bir bünyenin tavrını yaşatır. Büyük İskender’le başlayan, Şark üzerine Garp yürüyüşü muzaffer ve bu yürüyüşe karşı Doğunun bakışı, talihsiz bir hayrettir.
Roma’nın karşısındaki Şark ise, bu muhteşem ve tam teşkilâtlı imparatorluğun baskısı altında Batıya, niçin ve nasıl olduğunu bilmediği bir esaret kaderi içinden bakar. Romalı onun gözünde, ne kendisini anlayabilecek, ne de kendi kendisine anlaşılabilecek sert ve kaba bir efendi, madde manivelâsını çok iyi işleten hünerli bir ustadır; ve bu her şeyi punduna ve kolayına getirici usta karşısında, cemiyet cemiyet zedelenmiş ve fert fert kabuğuna çekilmiş olan şarklı, yılgın ve küskün, fakat daima aradaki yabancılığı koruyan gizli bir şahsiyet ve görüşe sahiptir.
Hıristiyanlık Batıya ve Romaya, Şarklı bir mâna ile değil, ferdî bir eda ile geçti; ve bir devlet ifadesinden gelmediği için ikinci bir Doğu – Batı bölümüne yol açmadı. Bir müddet sonra da Doğulu kaynağına rağmen Batılı bir mahiyet aldı. Bu bakımdan, Hazreti İsa’nın elinde gerçek vahdâniyet bayrağı halinde açılan hak din, kendi öz devletini kurmadan sadece mânalar halinde Batıya sirayet etmiş ve hemencecik putperest Roma’nın elinde çığırından çıkarılmış olmak yüzünden, Doğudan Batıya doğru ayrı bir bakış temsil etmez; aksine Roma Katolisizması gözlüğünden bir nevi Avrupalının nihaî sır anlayışındaki sapıklığı ve onun bu gözlükle Şarka bakışını gösterir. Gerçek İsa Dini Batıyı yıkarken, Yunan ve Roma kalıntısı Garp, onu kendisine uydurarak, yine aslî vâhidini korumuş ve Doğulu büyük tevhid mizacına girememiştir. Böyle olunca, Gerçek İsa Dini yönünden o zamanki Batıya karşı Doğulu bir bakış bulamıyoruz. Ama bizzat İsa Dinini Batı putçuluğunun suratında bir tokat kabul edebiliriz.
İslâmiyetten sonra İslâmiyet içi Şark, artık her istikamette yeryüzünün umumî vâhidini getirici ve her şeyi toplayıcı büyük şuurun sahibidir. İslâmiyet her türlü kemmiyet darlığından, zaman ve mekândan münezzeh olunca mıntıka ve istikamet hasisliğinden müberrâ, insanlığı tek ve mutlak vâhide dâvet şeklinde ve onun bütün ölçüleriyle geldi. Bu nazar karşısında Garp Eski Yunan ve Roma’nın yıkılışıyla beraber Orta Çağ karanlığına daldığı ve silindiği için Şarkî Roma İmparatorluğundan başka bir hüviyet gösteremedi, hiçbir üstünlük ifadesi bulunamadı ve Doğunun gözüne inkıraz halinde bir bâtıl temsilcisinden başka türlü görünemedi. Bu vaziyet ve Doğu’dan Batı’ya doğru bu bakış da,7 – 8 asır boyunca, (Rönesans) a kadar aynı tarzda devam etti. İslâmiyetin zuhurundan (Rönesans) a kadar aslî rengiyle Doğunun Batıya nazarı, her sahada üstün adamın sapık ve düşkün insana bakışiyle denktir.
İslâmiyetten sonra, İslâmiyet için Şarkın, her istikametle beraber Garba bakışı, İslâm dairesinin dışında ne varsa, binbir çeşidiyle küfür ve dalâletten başka bir şey olmadığı ölçüsüne bağlıdır. Bu mutlak ve tam (totaliter) görüştür; ve hak sahibinin tam hakkını mikyaslandırmaktır. İslâmiyetçe: “Küfür nerede ve ne türlü olursa olsun tek bir millettir.” İslâmiyet, insanoğlunun topyekûn vazife, memuriyet ve haklarını getirmiş, ruhta ve maddede bütün kemal ölçülerini sımsıkı bir ideolocya örgüsü şeklinde tamamlamış ezelî ve ebedî nizam... Bu nizam, kendisinden olmayan her şeye bâtıl göziyle bakmaya hak sahibidir.
Şarkın Garba en hazin ve en mahkûm bakışı, bugünkü Garbın tam teşekkül, teessüs ve kıvamlaşma hengâmesi olan (Rönesans) dan sonradır. Bu da, İslâm kadrosunun zaafa düşmesindeki sebepleri çerçeveleyen ve o sebeplerin peşisıra gelen bedbaht bakış...
İşte, başta müspet İslâm kadrosu, Şarkın menfî kutupları olarak (Budist) ini de, (Brehmen) ini de, (Mecusî) sini de içine alan bu bakıştır ki, iki dünya arasında, son derece girift ve başka başka vâhidleri birbiri içinde kaybettiren ve birbirine karıştıran son derece sert, ezici ve zalim bir fark ve bir manzara habercisi oldu: Batının su götürmez madde hâkimiyeti; Doğunun da, bu ezici hâkimiyet altında bütün zıt vâhidleriyle tek ve kaba bir Şarklı bütünü içine sıkışıp apaçık bir mahkûmiyet belirtisi; ve İslâm Ruhunu, içindeyken kaybedişi...
Ve yine Doğunun Batıya, en üstün taarruz ve temsil devleti olan Osmanlı İmparatorluğundan başlayarak, dört – beş asırdır; Arabiyle, Acemiyle, Hindlisiyle, Çinlisiyle, Türkmeniyle, doğru ve eğri her örneğiyle, bütün derisini, maddesini esir düşüren, ruhunu da adam akıllı bulandıran ve hiçbir nefs muhasebesine yanaştırmayan bir apışma ve şapa oturma gözüyle bakmaya başlaması...
İşte ve işte bu son bakıştır ki, dört – beş asırdır, harem ağası, uzviyeti gibi gittikçe bünyeleşti; ve bütün Doğu âleminde, bir taraftan dünyasını kaybetmiş bir köleler ve (Medyum) lar sürüsüne, öbür taraftan da tesellisini ana şahsiyetini ezmekte arayan beyinsiz mukallitler ve fâni tedbirciler zümresine yataklık etti.
Doğunun olanca derdi bu son bakışın içindedir.
BATININ KENDİSİNE BAKIŞI
Batının Batıya bakışı, (mayonez) in içindeki zeytinyağı, limon ve yumurta unsurları gibi, kendi kendisini üç esasa irca etmekle başlar: Eski Yunan, Roma ve Hıristiyanlık... Bu bakımdan Garp, kendi tahlil raporunu imza etmekte son derece kat’î ve riyazîdir. Sanki Yunanın müsavisi 1, Roma’nın yine 1, Hıristiyanlığınki de 1 ve neticede kendi tutarı 3...
Batı, kendisini en ileri mütefekkirlerinden birinin ağzıyla şöyle hülâsa eder: “Romalılaşmış, Hıristiyanlaşmış ve eski Yunan’ın zihnî nizamına teslim olmuş her toprak Avrupa’ya bağlıdır.”
Eski Yunan, yine en ileri Batı mütefekkirlerinden birinin üslûbunda ve yine bir kimya tahlili kadrosunda şöyledir: “Hâkim zekâ, ince muhakeme, sağlam bilgi; vüzuh, aydınlık, açıklık...” Garblı, düşüncelerinin hendesesini, bütün şekiller üzerindeki ölçüsünü, tefekkür usulünün şaşmaz misalini, yüzde yüz Eski Yunandan aldığına inanmıştır. Ona göre Eski Yunan, her şeyi yüksek insana kazandıran, yüksek insanı her şeyin temeli haline getiren, yüksek insandan, her şeyi yuğurup, şekillendirip son derece vüzuhla ve imkân nisbetinde âşikâr bir âhenk içinde sımsıkı tutmasını isteyen bir müessirdir. Garplı der ki: “İnsana ilk madde ve ruh alâkasını o telkin etti: ruhu hayal ve rüya uçurumları önünde kendi kendisini müdafaaya o alıştırdı; ruhun iphamlı ve mevhum verimlerini ince bir tahlil ve tenkid melekesiyle o dizginledi: hep Eski Yunan... Ve işte bu tefekkür nizamından da ilim doğdu. İlim ki, yine onca, Garp ve Garplılık ruhunun biricik kat’î fârikası, yegâne emin ve şahsî zafer alametidir.”
Roma ise, Garplının gözünde “Teşkilâtlı ve temelli insan kudretinin ebedî örneği”dir: Devlet, imparatorluk, müessise, yasa, nizam, teşkilât, üstünlük duygusu, hareket şuuru, fert ve cemiyet halinde taş gibi adalelerle örülü gövde, zafer arabası, zafer tâkı ve dört bir tarafa yayılmış hâkimiyet ruhu... Kısaca nizam ve aksiyon...
Hıristiyanlık... Bu nokta üzerinde merkezî Garp telâkkisi, Eski Yunan ve Roma tesirlerinden sonra, Batının muhtaç olduğu hassasiyet, ahlâk ve iç âlem kaynağını Hıristiyanlıkta bulduğudur. Onca Hıristiyanlık, asırlar boyunca Hintte ve bir zamanlar İskenderiye (mistik) lerinde olduğu gibi, insanın derinliğine doğru kendi iç âlemine dalmak, orada mücerretleşmek, ve bir iç hayat, iç ahlâk, iç görüş temsil etmek ihtiyacının bir ifadesidir. Onca Hıristiyanlık, ruha, en ulvî ve en hayatî, en doğurucu ve doğurtucu meseleleri arzeder. İman ve akıl, tasdik ve tahkik, iş ve fikir, eser ve gaye, hürriyet ve bağlılık, prensip ve merhamet, adalet ve fedakârlık, fert ve cemiyet ve kadın; ve neticede madde ve ruh kuvvetleri, birbiri arasındaki tezad ve ahengi, yine onca, hep o kaynaktan, Hıristiyanlıktan aldığı feyizle mihraklandırır.
Avrupalı demek ister ki, Eski Yunan tabiatla insan arasındaki alâka ve münasebet sırrının selim duygu ve düşünceye bağlı zihnî tertibini veren biricik kaynak. Roma bu zihnî tertibi en geniş hâkimiyet ve nizam edasına kavuşturmuş kuvvet şuuru; Hıristiyanlık da bütün bu şartların en iç plânında, tefsir, hassasiyet ve ahlâk merkezi...
Böylece Avrupalı demek ister ki, o, insanı maddeye hâkimiyetle mükellef kılan hendesî bir idrak zevki, bu zevkin imparatorluk teşkilâtı, ve bütün bunların tâ derinlerinde ruhî mizanını yaşatıcı bir iç duygu âleminden ibaret, üç vâhidli bir hüviyyet yekûnudur.
İsa Peygamberin sâf ve kâmil imanını üçüzleyen Batı, kendi tahlilini de üç unsura irca ederken, Eski Yunan ve Roma putlarından aldığı ilhamla, daima satıh üzerinde ve “çokçu” bir mizaç taşıdığını görür de, derinliğine ve “tekçi” bir ruhtan mahrumluğunu anlayamaz.
BATININ DOĞU’YA BAKIŞI
Herşeyden evvel, ilk Doğu – Batı tefrikini yapan Garplıdır. Eski Yunan’da tarih babası (Herodot) , yalnız kendi kavminden ibaret bildiği ve o zamanlar mânada yalnız kendi kavminden ibaret Garp dünyasına şarktan toslayan Fars kitlelerine bakıp, iki ayrı topluluk arasındaki mücerred duygu ve düşünce hamurunun iklim farklarına göre iki ayrı âlem sınırladı: Şark ve Garp...
Bir zamanlar Arap kavminin, kendisine 'Arap' ve başkalarına topyekûn “Acem” demesi gibi, Yunanlı, Fars akınlarının getirdiği vesileyle, artık karşısına kim çıksa ona uyacak hazır bir yafta bulmuştu: Barbar... Onca insanlık sadece Yunanlıydı ve kendisini yıkmaya gelen herkes ve herşey barbardı.
Yunanlının kendi iç vâhidine, yani müstakil, şâmil ve üstün tuttuğu ruhuna göre bu teşhis, onun müdafaasında da, taarruzunda da aynı şeydir. Birinde, üstüne gelen, öbüründe üstüne gittiği, barbar...
Bir cemiyetin, inandığı ve bağlandığı kıymetler mevzuunda bu görüş zaruri ve ancak şahsiyet sahiplerine hâstır.
Ve o gün bugün, garplı, Şark dünyasını kendi içinde istediği kadar başka başka ve birbirine zıd ruh iklimlerine bölünmüş görsün; tarih boyunca ve Batı dünyada yokken onu istediği kadar çalkanışlara ve yeni doğuşlara sahne olmuş bilsin; manzarada daima sabit bir ruh ve zihin haletinin damgasını aradı. Garplı, eski Yunan ve Roma’da olduğu gibi, (Rönesans) dan sonra ve bugüne kadar, Şark deyince, hep belli başlı ve kabahatli bir insan soyunu çerçeveleyici bir mânaya sımsıkı bağlı kaldı. Bu mânanın özünde, kısaca ve kabaca, Doğu şudur: Vâkıaların hendesî ihtar ve icabından anlamayan ve kaçan, karanlık ve dolaşık hayaller peşinde ruhuna çekilip kabuğunu ve derisini sahipsiz ve açıkta bırakan, biçare ve enayi insan kadrosu! Bir tarafta ruhî hârikalar ve öbür tarafta yalçın vahşetler diyarının akıl haysiyeti tanımayan, içinde anlatılmaz bir kuvvet ve dışında anlaşılmaz bir zaaf taşıyan illetli beşeriyet hârası...
Batılı, Doğuya ait ruh hârikaları ikliminin dış ziynetlerini de, bir zamanlar şark istikametinden sökün eden ve doğunun mâkûs kolu olan atlı adamın belirttiği vahşet çizgisine karıştırır. Bu çizgi, kör ve sağır ham kuvvetten, duygusuz bir yıkıcılık ve yakıcılık dehâsından ibaret, yarısı at ve yarısı maymun şeklinde insan, bir garip (santor) dur.
(Rönesans) tan sonra batılı dilinde (Oryant – Şark) tâbiri, artık bandrollaşmış ve aşağı takım halk gerçeği olarak hep aynı muvazenesiz adama işaret olarak giderken, aynı Garbın kifayetsiz taraflarına ve sahte tesellilerine kadar sızabilmiş gerçek ve hususî münevverleri, Doğuyu, her şeye rağmen anlaşılmaz derinlik ve şahsiyetini küller altında muhafaza eden, kaba teşhis çerçevelerine sığmayan bir giriftler ve hârikalar ufku, peygamberler yatağı ve ruh ilimlerinin beşiği diye mütalâa etmekten geri kalmadılar. Fakat taşkın ekseriyeti ve ortalama anlayışıyla Garplı, Şarka doğru en insaflı ve hatırlı bakışını, nihayet (Pikadilli) de bir Hint racasının kavuğu ve tepesindeki elmas gibi, basit fantazya plânından ve “Binbir gece” hayalinden ileriye geçiremez. İşaret ettiğimiz gibi, Batının, okur – yazar ayak takımına mahsus, beylik görüştür bu...
Hemen noktalamak lâzımdır ki, son zamanların Şarklı okur – yazar ayak takımı da, iki dünya arasındaki muhasebe zaruretinin doğduğu hengâmelerde, ne dostunu ne de düşmanını hesaba çekebildiği için, bu garp okur- yazar ayak takımının tesiri altına girmiş, dünyayı ve nefsini onun anlayış aynasından seyretmeye başlamış, onun çizdiği daire içinde mahpus kalmış ve nefsini iptale kadar gitmiştir. İşte Doğu âleminin asırlar boyunca giriştiği kısır ve köksüz ıslâhat hamleleri, hep bu okur – yazar aşağı takımların, çeyrek münevverlerin eseri olmuştur.
Garp okur- yazar takımının orta temsilcileri ve hazırlop bilgi dağıtıcıları gözündeyse Şark, fert fert, insanî ve içtimaî oluşların işbirliğini manzumeleştiremeyen, alâka ve murakebe selâhiyetini kuramayan, fert ve hürriyet değerini bilmeyen, sultanlar ve despotlara baş eğen sadece birkaç ruhî edâ ve renkten ibaret, koca bir ölçüsüzlük ve şuursuzluk âlemidir.
Garp okur – yazar ayak takımı – ki ismi burjuvadır ve son derece kuvvetli bir sınıftır- kendisini en ileri derece de temsil eden münevverinde, Doğunun tarifini aynen şöyle çerçeveler: “Şarklı daima mazide yaşar, hali kavramaya yanaşmaz ve istikbale sarkmaktan korkar, ne ilmi vardır, ne tenkidi... Dindar olabilir, fakat sebep ve netice arayıcısı ve fikirci olamaz. Neye olsa inanır; ama hiçbir mevzuda tarif, ihata ve ispat kaygısına düşmez. Demek ki, O, ne inanılacak şeyi bilir, ne inanılmayacak şeyi... O sadece inanır; bilmez! Tabiata hâkimiyeti adına bütün cehdi, şiir ve tılsım sınırını aşamaz. Aklın madde üzerindeki nüfuz hakkı bakımından hiçbir âlet ve usul buluşuna ulaşamaz. Fenlerle barışamaz. Şarklı kafasında, parmakla sayılabilir, gözle görülebilir, akılla ispat edilebilir hiçbir unsur bulamazsınız. Böylece şarklı, ispat edilemeyen her şeye inanmak, vücutsuz varlıkların gerçeksiz dâvetine takılmak yüzünden, vâkıalar âlemini tamamiyle kaybetmiş, eşya ve hadiseler üzerindeki nüfuzunu sıfıra indirmiştir.”
Aynı mütefekkir devam ediyor: “Şarklı Garbın makine ve madde keşifleri âlemini ne kadar ustalıkla benimsemeye kalkarsa kalksın, dâvayı bizzat ruhu ve usuliyle kavrayamayacağı için daima satıhta ve âciz kalacaktır.”
Bu fikir ipucunda, kendi hakikatimize, bu hakikatin ters temsiline, bu hakikatin emrettiği şahsiyetli davranış mahrumluğuna ait büyük bir ibret ve ihtar payı buluyoruz. Esaretimizin sırrını Avrupalının ağzından kapacak kadar kıymetli bir ipucu...
Mütefekkirin son hükmü şudur ki: “Şarklı, saf ilimden, teknikten, dış âlemden, dış âlem üzerindeki akıl zaferlerinden, fert ve cemiyet münasebetlerinden, sistemli hak ve nizamdan, her türlü riyazî ölçüden, dış âlemde birer miyar ve nizam olan her şeyden, bütün şubeleriyle güzel sanatlardan, hayatı kucaklayıcı yaygın edebiyattan mahrum; ve bunlara malik olmak istedikçe Garbın gülünç ve miskin taklitçiliğine mahkûm bir insan tipidir.”
Hemen bütün Batılılar gibi bir dış görüş dehasından örnek ve iç düğümleri çözmekten âciz, dışiyle doğru ve içiyle mutlak yanlış hikmeti kendi soydaşlarına ifşa eden Avrupalı, koma halinde Doğu insanının ondan der almayacağına emindir.
Batının Doğu’yu bu görüşünde, sade kendi gözlüğünü değil, Doğu’nun hastalık çizgilerini de meydana koyucu ve nihayet Doğu hesabına eksiksiz tipin şartlarını düsturlaştırmakta fayda getirici hikmet apaçıktır. Doğu sahte oluş gayretlerinin hiçliğini, kendi öz dâvasının içinden süzmek gibi büyük bir cehdden evvel, Batının kendi öz nefsine bakışından da anlayabilir.
İdeolocya Örgüsüne devam edelim
Büyük Doğu:
-Zaman ve mekan üstüdür.
-Türk-İslam davasıdır.
-Gayelerin Gayesi ulaşmayı amaçlar.
-Ruhtur
Falan Filan...
Onun ne olduğunu anlamak isteyen İdeolocya Örgüsünü okusun...
Necip Fazıl bu yazısından sonra Nâzımla bir kere daha muhatap olmayacağını ifade ediyor...
• NAZIM HİKMET'E İLK VE SON HİTAP
Nâzım Hikmet!
Nafile çabalıyorsun.
Sana kızmıyorum. Kızmıyacağım.
Hiç bir operatör, ameliyat masasından kendisini yumruklıyan kanserliye, hiç bir gardiyan, parmaklığı içinden kendisine deli diye bağıran çılgına, hiç bir hâkim darağacı önünde küfürler savuran mahkûma kızamaz.
Ben kendimi, ne kanser operatörü, ne deli gardiyanı, ne de ağır ceza hâkimi şeklinde görmüyorum. Fakat görüyorum ki her hareketim, seninle hiç de alâkadar olmadığı halde, ciğerine neşter gibi saplanıyor, seni delilerin parmaklığı gibi bir azap çerçevesine hapsediyor ve başının üstünde ip varmış gibi kudurtuyor. Beni, doktor, gardiyan ve hâkim şeklinde gören sensin! Senin bu halini sezer sezmez artık sana kızmıyorum. Merhamet ediyorum.
Sanma ki ben öfke kabiliyetini kaybetmiş bir adamım. İnsan başiyle fare kafasını birbirinden ayıran tek hassa, bence fikir öfkesidir. Bir hiç için ölçüsüz öfkeler duyacak kadar alıngan ve hassas bir mizaç taşıdığımı sen de bilirsin. Fakat bu öfke, iyi kötü bir kudreti, bir şahsiyeti, bir mesuliyeti kalmış insanlara ve hadiselere karşıdır. Sen mazursun.
Çünkü iflâs nedir, onu bütün hacmiyle idrak ettin.
O kadar yalnızsın ki, etrafında bir sürü (namı müstear) dan başka kimse yok. O kadar konuşulmuyorsun ki, isminden ancak kendi (namı müstear) ların bahsediyor. Eskiden herkesin dilinde bir problem gibi gezinmeyi tercih eder ve bir dedikoduya, bir ankete doğrudan doğruya iştirak etmeyi Greta Garbo esrarına aykırı bulurdun. Şimdi bir yerde anket oldu mu, kıymeti ve seviyesi nedir, hiç düşünmeden, kapısı önünde aç biilâç bekleşen yedi sekiz kişinin başına en evvel sen geçiyorsun ve sıranı kaybetmemek için kimbilir nelere baş vuruyorsun? Fıkraların baş sahifelerden moda sahifelerine atılıyor, gene yazıyorsun. Hatırlanmak şartı ile ne hakaretlere razı değilsin? Tükürüğü bile uzun zaman gıda edindin. Şimdi o da yok. Bir zamanlar, şiirlerinde (kıllı ve kalın) olduğunu ilân ettiğin sarışın ve pembe ensenden, şunun bunun tokat izleri bile uçmuş. Zaman seni değil, yüz karalarını bile götürmüş. Ne hazin bir manzaran var. Akşamları, beyoğlu sokaklarında, yüzlerinde kalın bir duvak, ayaklarında bir çift siyah bot, ellerinde köpek başlı bir şemsiye, ağır ağır geçen sabık Rum aşüfteleri bile senin kadar merhamete şayan değildir. Artık nefret vermiyorsun. Zamanın hainliği önünde insanları tefekkür ve merhamete çağırıyorsun.
Bundan bir kaç ay evvel Bâbıâlide, Ştaynburg lokantasında seninle şöyle konuşmadık mı:
Ben - Gazetelere yazdığın bu fıkraları nasıl yazıyorsun, bu kadar adileşmeye nasıl tahammül ediyorsun?
Sen - Ne yapayım, ekmek paramı kazanıyorum. Başka ne yapabilirim?
Ben - Kendinden ve haysiyetinden bu kadar fedakârlık edeceğine niçin potin boyacılığı etmeyi tercih etmiyorsun?
Sen - Potin boyacılığı etsem, bir şey zannederler de beni bu işten menederler.
Kendisini bu kadar saçma bir mazeretle teselli ediveren, hakikatte tesellisi olmıyan seninle görüyorsun ki ben hiç bir gün kavga etmedim. Sana selâm verdim. Sana acıdım. Bu kadar düşmene -acısını ben duyuyormuşum gibi- razı olmadım.
Şimdi bana -tam da senden bekliyebileceğim bir tarzda- çatıyorsun. Devlet günlerinde seni rakip diye almaya tenezzül etmeyen adam, bu perişan halinde sana nasıl tenezzül eder? Artık sen benim gözümde hiç bir şeyi temsil etmiyorsun. Ne hokkabaz şiirini, ne işporta komünizmanı, ne hile ustalığını, ne 24 saatlık reklâm açık gözlülüğünü... Senin nene mukabele edeyim?
Aynı ideoloji içinde vaktiyle sarma dolaş olduğun ve içlerinde fikirlerine taban tabana zıt olmama rağmen konuşulabilecek insanlar bulduğum gruplar, yani sana benden daha yakın zümreler bile seni, fikir ve sanat âdiliğinin, dolandırıcılığının prototipi diye gösteriyorlar. Bana ne düşer?
İşte açıkça söylüyorum: Ben senin kâbusun, geceleri uykuna giren umacın, her an yokluğunu hissettiren şeytanınım. Sana acıyorum. Fakat elimden ne gelir?
Çektiğin yokluk ıstırabına hürmeten, sana vaktile vermediğim şerefi veriyorum. Seninle ilk ve son defa olarak konuşuyorum. Fakat hepsi bu kadar. Dediğim gibi sen, bence artık mazursun. Seni affediyorum, ve ne yapsan affedeceğim. Bu vaade güvenerek istediğini yap! Sakın bu fırsatı kullanmamazlık etme!
Yalnız bil ki, sönmüş ve pörsümüş hüviyetine, o kadar muhtaç olduğun ve elde etmek için ne yapacağını bilemediğin hayatı nefhedemiyeceğim.
Ölü diriltmek ve müflis kurtarmaktan âcizim.
Benim hakkımda, içinde hapsettiğin şeylerin hacmini bilmiyorum. Rivayete göre üç perdelik bir piyes, rivayete göre bir roman...
Fakat sana karşı hiçbir taktiği kalmamış adamın, bütün bir samimiyet ve açıklıkla içini tasfiye etmesine rağmen söyleyebileceği her şey ve sırf sana hitap etmekle düşebileceği bayağılık burada toptan ve ebediyen nihayete eriyor.
İşte görüp göreceğin rahmet!
(11 Nisan 1936)
(Necip Fazıl Kısakürek)