Kültür Sanat Edebiyat Şiir

Mete Esin
Mete Esin

DÜNYÂ SONSUZ BOŞLUKTA BÖYLE DÖNER DURURKEN, ÜSTÜNDEKİ HAYATLAR AKIP AKIP GİTMEKTE! ..

  • dersim23.11.2011 - 00:56

    Şu Dersim Meselesi
    Dersim… Yâni, bugünkü Tunceli’nin adı ve coğrâfî çevresinde yaşanan bir olay. Ne var ki, çok-çok önemli bir olay. Buna, Türkiye Cumhûriyet’inin yaşadığı en büyük sıkıntı da denebilecektir.
    Olayın, TC Devleti ve isyancı güçler olarak önce iki tarafı vardır. Sonra, taraflar da kendi içlerinde ayrıca taraflara ayrılabileceklerdir. Devlet tarafının makam sâhipleri arasındaki görüş ve çözüm reçetesi farkları. İsyancıların Alevî, Ermeni, Kürt gibi etnik gruplar; hattâ Fransız ve İngiliz gibi dış devletler olmaları ve bunun yanında beslenen emel farkları.
    Bugün bu olay irdelenip tartışılırken, herkes kendi görüş açısıyla konuşmaktadır. Yaşandığı sırada nasıl ki bir anlaşma olmayıp silâhlı bir çatışmaya gidildiyse, olayın yeniden gündeme geldiği bugünlerde de anlaşılamayıp, konu şiddetle tartışılacaktır. Tâ ki târih hükmünü verene kadar. Evet, en âdil ve doğru hakem zamandır. Dersim ise daha bir zamâna muhtaçtır. Duygulardan arınıp akılcı ve gerçekçi düşünebilmek için, aradan birkaç nesil daha geçmelidir.
    Dersim’in iç politikaya yansımasına gelince… 1938’de iktidarda olduğu için olayın sorumlusu görülen CHP, unutulmamalıdır ki, o zaman Ülke'nin tek partisiydi. Atatürk’ün ardından, Parti içinde derinleşen görüş ayrılıkları sonunda, CHP’den ayrılanların kurdukları Demokrat Parti ve Millet Partisi’nin başları, Dersim olayları sırasında devletin birinci derecede sorumlu makamlarındaydılar. Demokrat Parti’nin kurucusu ve başı Celâl Bayar Dersim sırasında (bakan iken sonra) başbakan, Millet partisi kurucusu ve başı Fevzi Çakmak ise genelkurmay başkanıydılar!
    O hâlde… Bu derecede ciddî ve önemli bir meseleyi bugün tartışıp havanda su dövmek yerine, zamâna ve târihin hakemliğine bırakmak lâzım gelir.

    Mete Esin

  • komünist12.11.2011 - 00:32

    Müteveffâ komünizm!
    Burada, Tuğçe Demir’in şiir gibi ve pek de güzel anlattığı gibi… Komünizm, insanlığın refah ve mutluluğu için, toplum hayâtını ideal bir şekilde düzenleyen dünyâ görüşü ve bunun uygulamasıdır. Ammaaaa… Gene buradaki gibi sâdece kâğıt üzerinde! ..
    Komünist sistem, ilk insan toplumlarında en ilkeliyle zorunlu olarak yaşandıktan sonra, Marks ve Engels’in modernize edip ortaya koydukları şekliyle de, son yüzyılda pek çok ülkede yaşanmıştır. Başta Sovyetler ve Çin olmak üzere bir takım devletler, bu sistemi ısrarla ve inatla denemişlerse de, sonunda çatır-çatır çökmüşlerdir. Çin ise, sistemi büyük ölçüde revize ettikten sonra böyle sürdürmeye çalışmaktadır. Tabiî ki, bugünkü Çin’e komünist denebilirse eğer… Küba mı? .. O neresi ki! ? .
    Bu yazının sâhibi, aynen diğer çağdaşları gibi onbeş-yirmi yaşlarında, ülke adına kendince çıkar yol ve çözümler ararken “27 Mayıs 1960”a gelinmiştir. Bundan sonraki yarı özgürlük ortamındaysa, mütevâzı düşüncelerinin komünizmle çakıştığını, yâni kendisinin, farkına bile varmadan kıpkızıl bir komünist olduğunu anlamıştır! Bundan sonra, komünist düşünceleri ve bunun Ülke’ye de geleceği umûduyla yaşamıştır. Tâ ki, CHP'nin 1974’te varabildiği iktidarsız (!) iktidârına kadar. Ecevit’in “Toprak işleyenin, su kullananın! ” söylemiyle sulandırılmış bir yıllık dönem sonunda, doğruyu anlayabilmiş, gerçeği de görmüştür. Yâni komünizmin insan tabiatına aykırı bir düzen olduğunu… Kâğıt üstünde ne kadar âdil ve iyi görünse de uygulamada tökezlediğini…
    Nitekim… Aynı gerçeği Gobaçov da görerek komünizmden vaz geçmiştir. Bugün, eski komünist ülkeler, yeni dünyâ düzenine tam anlamıyla adapte olamasalar bile, o ülke vatandaşları arasında eskiyi arayanların sayısı öyle abartılacak sayıda değildir. Bu ise, yeni bir düzenin (sosyal demokrasi) doğum sancılarıdır.
    Kısaca… Komünizm yaşanmış ve bitmiştir; yâni artık ölmüştür!

    Mete Esin

  • orhan gencebay14.10.2011 - 01:09

    O da dinlenecektir
    Hani, her malın müşterisi olur, denmiştir ya... Hah işte, bu da aynen öyle bir durumdur. Yâni Gencebay’ı da dinleyen birileri bulunacaktır. Ne yâni? .. Herkes, yerli veyâ yabancı klasikler dinlemek zorunda mıdır? Sonuçta bu bir kültür meselesi, seviye meselesidir! Çapı yetersizse, kendisine daha fazlası verilmemiş, zevkleri Arabeski aşamamışsa, o kişi başka ne yapsın ki! ? Hâliyle Orhan Ağbi’si veyâ onun benzeri diğerlerine meyledecektir. Onları dinleyecektir.

    Mete Esin

  • Trak Türkleri07.10.2011 - 12:09

    Trak Türkleri!
    Trak ve Türk… Bu iki kelimeyi yapan dört sesten üçü ortaktır. Yâni t, r ve k sessizleri, yâni dörtte üçü! .. O hâlde Traklar Türktürler! Konuyu açan Ulufer rumuzlu kızımız, bellidir ki bunu böyle düşünmüş! (Fakat her nedense konuya bir tek kelime bile eklememiş!) Şu var ki çok yanlış düşünmüş! Çünkü… Trak ve Türk toplumlarının, bu ses benzerliği yanında kültürlerindeki ortak birkaç noktadan başka hiç bir yakınlıkları bulunmamaktadır. Hoş… Bu yanılgıya ilk düşen Ulufer rumûzu da değildir. Bu konuda makâle ve kitap yazanlar dahi görülmüşlerdir! Başlı-başına bir kitap değilse bile, kitabın içinde bu tez (!) işlenmiştir. Hâl böyleyken, yerli ve yabancı hiçbir târih kaynağında bu yöndeki bir bilgiye rastlamak mümkün değildir.
    Bizim bugün Trak olarak andığımız toplum, kendilerine “Thrakes” dermiş. Bu ise, kahraman ve yiğit gibi anlamlara gelmekteymiş. Traklar, adlarıyla anılıp Trakya denilen ve bugün bizimle birlikte Bulgarya ve Yunanistan’da kalan topraklarda yaşamış eski bir kavimdir. Buralara MÖ’ki birinci bin yılda geldikleri kabûl edilmektedir. İskitlerle bir yakınlıkları vardır ve kırk dolayında alt kavimleri bilinir. (Bir kısmı Anadolu yakasına da geçmişlerdir. Marmara’nın doğusunda yaşamış Bitinler ve güneyinde yaşamış Misler Trak asıllıdırlar. Ayrıca Aydın ilimiz çevresinde de yaşamışlardır.) Genel olarak medeniyetten uzak durmuş, tabiaten kaba-saba ve geçimsiz insanlardır. Güdük bir de yazıları olduğu sanılmaktadır. Fakat günümüze yazılı pek bir şey bırakamamışlardır. Biz onları, en yakın oldukları Yunan ve Roma yazılı kaynaklarından tanıyıp öğrenmekteyizdir.
    Traklar iyi savaşmalarına rağmen, aralarında anlaşıp birleşerek güçlü devletler kuramamışlardır. Ancak, bu konuda küçük birkaç denemeleri olmuştur. Bunların en önemlisi, başkenti Vize olan krallıktır. Bu da, halkın isyânı üzerine MS 46’da Romalılarca ortadan kaldırılmıştır.
    Roma İmparatorluğu ikiye bölündükten sonra Doğu’da kalan Traklar, bundan sonra asimile olmaya başlamışlardır. Trakların önemli bir kısmı, Doğu Roma (Bizans) içinde Rumlaşmış, bir o kadarı da Bulgar milletinin oluşumuna katılmışlardır. Bugünkü Bulgarların yüzde kırkının Trak olduğu laboratuar araştırmalarında (DNA) ispatlanmış bulunmaktadır. Günümüzün Pomakları da, aynı yüzde kırkın içinden gelmektedirler; kısaca Trak asıllıdırlar. Ayrıca… Az sayıdaki Trak da, bölgenin diğer etnik unsurları olan Makedon, Yunan ve hattâ Arnavutlara karışmışlardır.
    Ciddî devletler kuramayan Trakların arasından, öte yandan Spartaküs gibi ünlü bir kahraman figür çıkmıştır. Spartaküs, muhtemelen Trakya’nın kırlarındaki bir çoban iken, Osmanlıların devşirme usûlü gibi bir uygulamayla alınıp Roma’ya götürülmüş, Ora’da köle edilmiştir. Bundan sonrasıysa Spartaküs’ün bilinen mâcerâsıdır.
    Trakların bir de imparator düzeyinde sivrilmiş kimlikleri vardır. Nitekim; 235-238 yıllarında Roma İmp. olan Maximinus Thrax (Caius Julius Verus) ve 308-313 yıllarında gene Roma İmp. olarak hüküm süren Maximinus Galerius Valerius, gençliklerin de Trakya'dan alınıp-devşirilmiş birer paralı askerdirler. Müzikle ve özellikle lir enstrümanıyla birlikte anılan efsanevî Orpheus, MÖ beşinci yüzyılda yaşamış ve spor tıbbının kurucusu sayılan hekim Herodicos, MÖ 460-370 yıllarında yaşayıp, atom teorisine katkıda bulunmuş filozof ve matematikçi Abderalı Demokritos, gene Trak asıllı diğer ünlülerdir.

    Mete Esin

  • vize05.10.2011 - 20:58

    VİZE mi? .. İşte budur!

    Vize, Trakya'da, Karadeniz’e kuş uçuşu otuz km ve İstanbul'a yuvarlak rakamla yüz elli km uzaklıktaki onikibin nüfuslu bir ilçe merkezidir. Hâlen Kırklareli İli'ne bağlı olup, merkezi ve çevresiyle gerçekten güzel ve sevimli bu yer, Traklarla başlayan şaşırtıcı bir târihi de bağrında saklamaktadır. Şöyle ki: Vize adı, aynen İstanbul (Byzantion) ve Tekirdağ (Byzanthe) adlarındaki gibi bâzen gerçek ve bâzen de mitolojik bir kimlik olan Byzas'tan gelmiştir. Adının orijinali Byzia olup, bunun değişik diller ve zamandaki şöyle altmışbir varyasyonu bilinir: (Bida, Bisa, Biza, Bize, Bizea, Bizia, Bizie, Bizien, Biziensis, Bizon, Bizua, Bizue, Bizúh, Bizuhnwn, Bizva, Bizvenon, Bizvhnon, Bizvhwn, Bizvnon, Bizya, Bizyae, Bizyas, Bizye, Bizyes, Bizyh, Bizyhe, Bizyhs, Bizyn, Bizys, Byza, Byzae, Byzea, Byzie, Byzus, Vice, Viksin, Visa, Vise, Vison, Vissa, Vivre, Viza, Vizeh, Vizi, Vizia, Vizii, Viziis, Vizili, Vizilli, Vizite, Vizoi, Vizon, Vizv, Vizya, Vizye, Vizyes, Vizyi, Vyzo, Wisa, Wiza, Wize.) Bu liste, Vize’nin ne kadar çok telâffuz edildiği ve dolayısıyla zamânında ona ne kadar önem verildiğini de göstermektedir. Buna şunu da ekleyelim ki, ismin başındaki “V” ve “B” sesleri, onbeşinci yüzyılda Yunanca ve Rumca’da görülen aynı yöndeki gelişmeye paralel değişmiştir.
    Arkeolojik ve buna dayalı târihî araştırmalar, Burası'nın, İstanbul dışındaki Türk Trakya'sında en eski yerleşim olduğunu ortaya koymuşlardır. O kadar ki, bu geçmiş yedi bin yıla kadar gitmektedir! Doğusu, batısı ve bugün Bulgarya demek olan kuzeyiyle birlikte, bütün bir Trakya’nın en eski yerleşimlerinden biri gene Vize’dir.
    Vize; târih sahnesine Trakya’nın da adlarıyla anıldığı Trak Ulusu'yla birlikte çıkmıştır. Trakların Astai (Astlar) boyu, Vize ve çevresi olan alanda yaşamışlardır. Daha sonrasındaysa, Trakların en büyük boyu olan (Odrysai) Odrislerin kurduğu, Roma İmparatorluğu destekli Doğu Trakya Krallığı’nın merkezi Vize’dir. Bu devletin kralları Roma’ya bağlılık gösterirlerken, halkı ise sürekli başkaldırmışlardır. Duruma bir süre katlanacak olan Roma, bundan sonra Krallığı kaldırıp yerine Trakya’da Ereğli merkezli bir eyâlet kurmuş, vâlilerini de Roma’dan olmak üzere kendisi atamıştır. Şu var ki, o vâliler dahi, eyâlet merkezi Ereğli’de değil Vize’de oturmuşlardır! Çünkü… Vize, Roma İmparatoru Trayanus zamânında 'Roma Şehir Hukuku' statüsüne alınan Türk Trakya’sındaki yegâne yerleşim birimidir ve diğer köylerin yanındaki bir şehirdir! O zaman bir ka-saba durumundaki Edirne’yse, aynı statüye bundan hayli sonra ve Roma İmparatoru Hadrianus’un bir hükmüyle alınacaktır.
    Vize’de, Roma tarafından bu devirde binâ edilmiş ve kimi bugün dahi görülebilen eserler vardır. Meselâ, yakın zaman önce ortaya çıkarılan anfi-tiyatro buna örnek bir Roma devri eseridir. Daha eski bir tapınağın üstüne 6. yüz yılda yapılmış ve Türklerden sonra câmiye çevrilmiş Ayasofya kilisesi de Vize’dedir. Bu kilise, hâlen câmi olarak restore edilmiş olup ibâdete açıktır. Öte yandan, Vize’nin, bu Kilise’yle birlikte anılan ve batı dünyâsında araştırmalara konu olmuş bir de Santa Marya’sı (Aya Marya - Azize Meryem) vardır ki, hayâl değil, masal değil tamâmıyla bilinen yazılı bir gerçektir!
    Vize’nin kaleleriyle buna bağlı burç, kapı ve kulelerini yer-yer bugün dahi görmek mümkündür. Câmi, imâret, hamam, çeşme vb kalıntıları vardır. İstanbul-Saraçhâne’deki Bozdoğan Kemerinin varlık sebebi olan ve Bizans devrinde İstanbul’a su taşıyan şebeke Vize’den başlamaktadır. Şebekenin galerisinden bazı bölümler bugün bile görülebilmektedirler.
    Kasaba merkezinde; 1., 2. ve 3. dereceden sit alanlarının daha neleri sakladığıysa ancak yeni kazılarla ortaya çıkabileceklerdir. Kayalara oyulmuş tapınak, mağara kiliseleri ve gene kaya mezarları, Mısır’ın ehramları esprisindeki, yüze yakın sayıda Trak kral mezar yığınlarının (höyük-tümülüs) bir kısmını görmek kezâ mümkündür. Özetle, Vize târih tütmekte ve târih kokmaktadır! İçinde Kıyıköy(Salmydessos) ’ün de bulunduğu birkaç köyüyse derece-derece ancak bu târihi tamamlayan unsurlar olabileceklerdir.
    MS 395’te Roma İmparatorluğu ikiye bölününce, Vize, on yedinci yüzyıldan sonra Bizans denecek olan Doğu Roma devletine katılmıştır. Bu devrin Vize’si, ikinci derecedeki bir Ortodoks din merkezi ve Doğu Roma İmparatorları için bir istirahatgâh durumundadır. Hem de, ayrıntısını bilemediğimiz yarı özerk bir statüsü vardır.
    Bugün artık Bizans dediğimiz Doğu Roma devleti, on dördüncü yüzyıl başında iyice zayıf düşüp Osmanlı’nın maskarası olunca, Anadolu’dan geçen Türkler Trakya’da cirit atmaya başlamışlardır. Nitekim, 1307’de Aydınoğlu İshak Bey, 1309’da da gene bir Aydınoğlu olan Halil Bey Vize çevresine kadar sokulup, Yöre’deki varlıklarını duyurmuş-lardır. 1346’da ise, İstanbul’da kayınbabası Kantakuzen ile görüşmekte bulunan Orhan Gâzi’nin askerleri Vize’ye kadar uzanan alanda talan ile meşgûl olmuşlardır! 1347’de Osmanlılar dışından bir Türk Birliği Vize’yi sarmışsa da sayıca yetersiz oluşları daha fazlasına izin vermemiş ve çekilmek zorunda kalmışlardır. Bundan sonra da Vize’yi rahatsız etmeyi sürdüren Türkler, Orhan Gâzi’nin oğlu Süleyman Şah (Paşa) komutasında ve 1357’de Bura’yı nihâyet ele geçirmişlerdir. Ne var ki, bunlar asker sayıları yetersiz akıncı birlikleridirler. Duruma râzı olmayacak Bizans’ın derlediği bir ordu, Vize’yi kısa süre sonra geri almakta gecikmeyecektir. Aynı yıl ve bu defâ Mihâloğlu Süleyman Bey’in aldığı Vize’yi, bir ara Bulgarlar ele geçirmişlerse de, Bizans gene aynı yıl duruma el koyup Vize’yi geri alabilmiştir.
    Her şey bir yana, Türkler Vize üstündeki kararlı tutumlarını ısrarla sürdürmektedirler. Şehr’in böyle sık-sık el değiştirmesini içine sindiremeyen I. Murat, bizzat başında bulunduğu askeriyle Vize’yi 1368’de bir kere daha ele geçirmiştir. I. Murat bundan sonra, Vize’yi adı aslan yürekli anlamına gelen komutan Şîr-i Merd Bey’e emânet ederek, huzur içinde Bursa’ya geri dönmüştür. Vize, öyle kolay vazgeçilecek bir yer olmayıp Bizans da esâsen buna katlanamayacaktır. Nitekim, Vize üstüne kurulan baskıyla artık gücü tükenen Şîr-i Merd Bey, Bursa’daki I. Murat’a haber salıp yardım istemek zorunda kalmıştır. I. Murat, 1373’te tekrar Trakya’ya çıkmış, Vize’yle Vize’nin İstanbul’a kadar olan çevresini temizleyip, itaat altına almıştır. Ne var ki, Vize, her şeye rağmen Bizans lehine gene de elden çıkmıştır. Tâ ki, 1453’e kadar… Vize, bu târihte artık İstanbul’u almak kararındaki Fâtih’in önünde duran ve İstanbul’u koruyan gerçek bir kaledir. Zamânın Edirne-İstanbul yolu dahi Vize’den geçtiğinden, bu kale öncelikle ve mutlakâ alınmak zorundadır. İşte… Fâtih, daha sonra İstanbul’un fethine de komuta edecek Karaca Paşa’yı, derlediği bir ordu önünde Vize’ye böyle göndermiştir. Vize, Bizans’tan son defâ olarak alındığında târihler 1453 Mart ayı başını göstermektedir.
    Vize, bu târihten sonra Osmanlı’nın iki başkenti Edirne ve İstanbul arasındaki güzîde bir yerleşim birimi olmuştur. Sultanlar, tıpkı Doğu Roma İmparatorlarının yaptığı üzere, zaman-zaman Vize’de oturup, avlanmış ve istirahat etmişlerdir. Sultanlar, Vize’de savaş alanlarındaki gibi çadırlarda yaşamamış olacakları cihetle, Bura’da şanlarına lâyık en azından konaklar yaptırmış olmaları gerekmektedir. Fâtih’in Vize’de bir saray yaptırdığı, târih kayıtlarında esâsen görülmektedir. Diğer sultanlar da, 1471’de yapılıp bugün artık var olmayan bu sarayda kalmış olacaklardır.
    Ayrıca, Vize devrin idârî düzeninde bir sancak merkezidir ki, Edirne’yle İstanbul’un o günkü özel statüleri sonucunda; Havsa, Hasköy, Kırklareli, Babaeski, Hayrabolu, Lüleburgaz, Çorlu, Ereğli, Silivri, Çatalca, Saray, Demirköy, Büyük ve Küçük Çekmeceler, Terkos, (19. yüzyılda bir süre Tekirdağ) ile Çerkezköy, Malkara ve Muratlı gibi o zaman önemsiz veyâ hiç olmayan aradaki diğer yerler Vize’ye bağlıdırlar! Bugünkü Bulgarya’nın Ahıyolu, Ahtopol, Aydos, Burgaz, Hatuneli, Karinâbad, Ruskasrı, Nesebar, Silistre ve Tırnovacık gibi birimleri kezâ Vize sancağı çerçevesi içinde ve Vize’ye bağlıdırlar. On sekizinci yüzyıl sonundaysa, Kırım ile Karadeniz’in bütün batı sâhili bir süre Vize’den idâre edilmişlerdir. Vize, sancak statüsünü 24.05.1849’da kaybederek, o günden sonra her zaman bir ilçe merkezi olarak kalacaktır.
    Türkler, Rumeli’ye geçtikten sonra Bura’yı Türkleştirmek için önce Anadolu’dan Yörük, sonra da Kırım’dan Tatar göçmenler getirmişlerdir. Altı ayrı öbekte örgütlenen Rumeli Yörüklerinin, bugünkü Türk Trakyası ve bunun biraz batısına yerleşen kısmına, beylerinin ikâmet ettikleri yere nispeten Vize Yörükleri deniyordu ki, bunların başı olan paşa da gene Bura’da bulunmaktaydı. Dört öbekte örgütlenen Tatarlardan Bozapa’lar da bu Yörüklerle birlikte aynı paşaya bağlıydılar. Gene bütün bir Rumeli’ye dağılmış durumdaki Çingenelerse, onlardan geri hizmetlerde faydalanmak üzere, Osmanlılar tarafından bir örgüt çatısı altında toplanmışlardır. Bunların yaşadıkları yerler bu kadar dağınık olmasına rağmen, sanki toplu bir yerde yaşarmışcasına sanal bir Çingene Sancağı'na bağlanmışlardır. Sanal sancağın yönetim merkezi, o zaman hiçbir Çingene yaşamayan Vize olmuştur. Çingeneler arasındaki sembolik varlığı bugün de sürdürülen Çeribaşının atası olan komutan, idârî ve askerî olarak Vize’de yaşayan iki paşadan Yörük ve Ta-tarlardan sorumlu olanıdır.
    Burada özetle anlatmaya çalıştığımız Vize, işte böylesi zengin bir geçmişten gelen güngörmüş bir vatan parçasıdır. Burada anlatılanların bâzı izlerini Vize hâlâ taşımaktayken, bir kısım hâtırâları da İstanbul, Edirne, Tekirdağ, Kırklareli ile dışarıda Atina ve Moskova müzelerinde saklanmaktadırlar.
    Kasabanın hemen içinde bile hissedilen ve Trakya’da eşi bulunmayan orijinal coğrafyası, târih kayıtlarına kadar geçmiş ve tabiatıyla bugün de geçerli olan güzel iklimi de, Vize’nin beğenilmesi ve sevilmesi için ayrı birer etken olmaktadırlar!

    Mete Esin

  • tatar27.09.2011 - 00:48

    Tatarlar hakkında…
    Tatar sözü, Cengiz Han’ın yenip kendine bağladığı zamânın uygar bir toplumu olarak, Orta Asya’da ortaya çıkmıştır. Bu Tatarların Türk oldukları söylenir. İlgi çekicidir ki, daha sonra Cengiz’in Moğollarına da Tatar denmeye başlanmıştır.
    Cengiz Han’ın büyük oğlu Cuci’nin ikinci oğlu Batu Han, Avrupa’ya sefer açıp Ural dağlarının batısındaki topraklara varınca, buralarda yaşayan bir kısım Türklerle karşılaşmıştır. Aslında, Batu ordusunun da yüzde yirmibeş kadarı Moğol iken geri kalanı Türk unsurlardır. Yâni Orta Asya Türkleri… Batu, Avrupalı Türklerle savaşmış ve kazanmıştır ama, sonuçta bu ikisi çok geçmeden karışıp kaynaşan tek bir toplum olmuşlardır. Yönetici sınıfa dayanarak yeni oluşan topluma da Tatar denmiştir. Toplumun diliyse, Moğol yöneticilere rağmen çoğunluğun konuştuğu Türkçe olmuştur. Bir Tatar organizasyonu olan Altınordu İmparatorluğu böyle kurulmuş ve hayat bulmuştur. Gün gelip de İmparatorluk dağılınca, ortaya yeni-yeni devletler ve hattâ milletler çıkacaklardır. Tatar, Özbek, Kazak… gibi. Bugün zaman-zaman Tatar ve zaman-zaman da ayrı bir toplum olarak anılan Nogaylar’sa, asıl olarak Tatarların köylüsü, göçebesi ve bu bakımdan Yörükleridirler. Tatarlar, yaşadıkları bölgeye dayanılarak ikiye ayrılmışlardır. Kırım Tatarları ve Kazan Tatarları diye. Bu ikisi arasında şöyle bir fark daha vardır ki, Kazanlılar Bulgar Türkleriyle Cengizlilerin karışımı, Kırımlılarsa Kuman Türkleriyle Cengizlilerin karışımıdırlar. Karışmak da iki şekilde oluşmuş ve gelişmiştir. Bir şekilde, Moğollar ve Türkler komşu olup aynı kültürü yaşamışlardır. Diğer şekildeyse, iki grup daha ileri gidip evlenerek genlerini karıştırmışlardır! Çehreleri nispeten Moğola benzeyen Tatarlar işte bu ikincilerdir. Diğerlerine çok kere Tatar bile denmemektedir!
    Altınordu’dan sonraki devletlerin en ünlüsü, gene Cengiz Han torunlarınca kurulan Kırım Hanlığı’dır. Türkiye’de yaşayan Tatarların yüzde yüze yakını da Kı-rım Tatarlarıdırlar. Diğer bir Tatar toplumu olan kuzeydeki Kazan Tatarları ülkemizde pek tanınmazlar. Çünkü oradan bize fazla göçmen gelmemiştir. Ancak, bunun yanında pek çok Kazan Tatarı târihimizde Türk olarak isim bırakmışlardır.
    Abdullah Taymaz, Abdülkâdir İnan, Ahmet Temir, Akdes Nîmet Kurat, Ayaz İshâkî İdilli, Grigoriy (Çoros) Gurkin, Halil İnalcık, İlber Ortaylı, İsmâil Gaspiralı, Nâdir Devlet, Reşit Rahmetî Arat, Saadet İshâkî Çağatay, Sadri Maksûdî Arsal, Sultan Galiyev… Bunlar, çoğu Kazanlı olmak üzere dünyâ çapında tanınmış akademisyen Tatar kimliklerdir.
    Kırım Tatarlarının pek çoğu hâlen Türkiye’de yaşamaktadırlar. Tatarlar arasından akademisyen, iş adamı ve sanatçı gibi hayli tanınmış kimlikler çıkmıştır. Bütün bir dünyâda olduğu gibi, bizde de en tanınmış kişiler sanatçılar ve özellikle sahne sanatçılarıdırlar. Bu açıdan bizde de en tanınmış Tatar, asıl adı Fahrettin Cüreklibatur (yürekli yiğit) olan sinema sanatçısı Cüneyt Arkın’dır.
    Tatar deyince bir de Giraylara değinmek lâzım gelir. Giray, Cengiz Han soyundan gelen Kırım Hanları ve onların âile bireylerine verilmiş bir unvandır ki, geçerliğini bugün hâlâ korumaktadır. Soyun kimi mensupları, atalarından mîras Giray'ı soyadı olarak kullanmaktadırlar.

    Mete Esin

  • mirza07.03.2011 - 04:09

    Mirza, mirzâ, mîrzâ…

    Farsça bir unvandır. Kişi ve onun âilesinin asâletini vurgulamaktadır. Îranlıların kendilerinden başka, Doğu’nun İslâm ülkelerinde ve bu arada Türkiye dışındaki Türklerde kullanıldığı görülmektedir. Meselâ, Türklerin bir kuzey boyu olan Nogaylarda liderlere (beylere) “mirza” denir.

    Hak edilmeden kullanılamayacak bir unvandır. Hiç kimse durduk yerde “ben mirzayım” diye ortaya çıkamaz! Ancak… Unvânın kıymetinden dolayı, daha sonra erkek ismi olarak görülmeye başlanmıştır. Nitekim, bu konuya yazanlar arasında bile isim olarak “Mirza”lara rastlamaktayız!

    Mete Esin

  • çam kolanyası21.02.2011 - 20:29

    Kolanya değil, “kolonya”dır
    Önce bir yanlışı doğrultalım. Kelime, bize Fransız dilinden geçmiştir. Almanya’nın “Köln” şehrinde yapılmakla üne kavuşan esans ilâveli alkol, Fransız ağzında “eau de Cologne” olmuştur. Yâni “Köln suyu”. Biz Türkler de Fransızca'dan aldığımız sözün suyunu çıkarıp, yalnız Köln’ü telâffuz etmişizdir. Fakat, tabiatıyla kendi ağzımızla… İki kere ağız değiştiren 'Köln' de böylece “kolonya”ya dönmüştür.
    Mete Esin

  • ömer çelakıl19.02.2011 - 02:20

    Heeey, Siz Müslümanlar!
    Hani şu falcı, büyücü, şifâcı, medyum ve astrolog gibileri vardırlar ya... Onların kimi dolandırıcı ve şarlatan gibi ahlâksızdırlar, kimi de aklen mâlûllerdir. Nitekim, bu zırvalarını paraya çevirmeye kalktıklarında, tespit edilirlerse yakalarına yapışılır. (Hoş, ben olması gerekeni söyledim. Bu, aslında her zaman böyle olmamaktadır ya, neyse...)
    Buradan gelelim konumuza... Kur'an, bir çok yerinde, kendisinin apaçık bir beyân olduğunu beyân eder! Kişi, eğer Kur'an'a inanmışsa buna da inanmak zorundadır! Zâten konunun mantığı da budur. Hem Allah'ın beyânı olacak, hem de sırlarla örülmüş olacak! Eeee, nasıl anlaşılacak bu Kur’an! ? Ha, nasıl anlaşılacak? Hem de bindörtyüz küsur yıl geçmesi beklenecek ki, bir Ömer Çelakıl gelsin ve O'nun sırlarını çözsün! Öyle mi? Bunu hiç mi düşünmüyoruz! ?
    Yâhu! ! ! Kur’an, Kur’an olduğu anda anlaşılacaktır ki, insanlığa rehber olsun! Yoksa, bilmece, bulmaca kitabı gibi bir şey olmaz mıydı O! ? Bindörtyüz küsur yılda Kur’an çözülemeyip, bilinemedi de… Şimdi mi çözülüp anlaşılıyor? Pekiyi, o hâlde geçmiştekilerin Müslümanlığı ne oluyor! ? Onlar beyhûde mi vakit geçirdiler? İslâm, şimdi yeni mi, henüz mü başlıyor yoksa! ?
    Aklımızı başımıza toplayalım, başımıza! ! !
    Mete Esin

  • patriot25.03.2010 - 02:46

    Patriyotlar kimlerdir?

    Muhtemel bâzı alınganlıkları önlemek için, önceliği şu açıklamaya verelim: Bugün, Ülke’mizde etnik Türklerin yanında Türkleşmiş vatandaşlarımız da bulunmaktadırlar. Diğer yandan, Türkiye Cumhûriyeti vatandaşı olan herkes, onun etnik geçmişine bakılmaksızın “Anayasa” hükmünce “Türk” sayılmaktadır. Yâni “Ne mutlu Türk’üm diyene! ” Buna göre, hukuk önünde herkes eşit olup, kimsenin diğerine karşı bir üstünlüğü yoktur.
    Buradan gelelim Patriyot denilen vatandaşlarımıza… Kendileri, Ülke’mizin küçük ve pek de tanınmayan etnik gruplarından biridirler. İskânları, Anadolu’da geniş bir dağılım göstermekle birlikte, daha çok İstanbul’un Çatalca ve Silivri ilçelerinde yaşarlar. İslâm oldukları için… Türkiye’ye, Yunanistan’la yapılan nüfus mübâdelesi sonucunda gelmişlerdir. Asılları, Makedon’yanın Yunanistan’a kalmış güneyi, Girit adası ve Ege’deki diğer bir bâzı adalara dayanmaktadır. Buraların, Osmanlı devrinde İslâm’a geçmiş Rum halkıdırlar. (Şuraya dikkat: Elen, Grek veyâ Yunan değil, Rum’durlur!) Hâlen de konuştukları ana dilleriyse, aslı Yunanca olan Rumca’dır.
    Patriyot sözü, Yunanca’da vatansever ve vatandaş gibi anlamlara da gelmiş olsa bile, buradaki anlamı “hemşehrî”dir. Asıl vatanlarındayken, Türklerin karşısında oranın yerlisi ve hemşehrisi oldukları cihetle böyle anılmışlardır. Etnik olarak onları anlatacak başka bir isimleri de yoktur.
    Patriyotlar etnik geçmişlerini elbetteki bilmekte ve bunu olgunlukla karşılamaktadırlar. Şu da var ki… İçlerinden beş-on kadar genç kimlik, internette aslı-astarı olmayan iddialarla ortaya çıkıp, kendilerini Türklerin Salur boyuna bağlamak istemektedirler! Oysa, Türklerin Salur boyu ne Rumeli ve ne de Ege adalarına ayak basmıştır! Bu ise, o kadar açık bir gerçektir ki, internet ortamında “Salur” yazılıp hemen öğrenilecek kadar basittir!

    Mete Esin