İstanbul’u yenileştiren ve yerlisini şaşırtan istilaların en gizlisi ve en tesirlisi yabancı saatlerin hayatımıza girişi oldu...”Saat”ten kasdımız, zamanı ölçen alet değil, fakat bizzat zamandır...Eskiden kendimize göre yaşayışımız, düşünüşümüz, giyinişimiz ve kendimize göre dinden,ırktan ve an’aneden hayat alan bir zevkimiz olduğu gibi, bu üslub-ı hayata göre de 'saat'lerimiz ve 'gün'lerimiz vardı... Müslüman gününün başlangıcını şafağın parıltıları ve nihayetini akşamın ziyaları tayin ederdi... Madenden sağlam kapaklar altında mahfuz tutulan eski masum saatlerin yelkovanları yorgun böcek ayakları tarzında, güneşin sema üzerindeki seyriyle az çok münasebetdar bir hesaba tebaan, minenin rakamları üzerinde yürürler ve sahiplerini, zamandan takribi bir sıhhatle haberdar ederlerdi...Zaman namütenahi bahçe ve saatler orada açar, gah sağa, gah sola mail, güneşten rengarenk çiçeklerdi... Ecnebi saati iptilasından evvel bu iklimde, iki ucu gecelerin karanlığıyla simsiyah olan ve sırtı, mühtelif evkatın kırmızı, sarı ve lacivert ateşleriyle yol yol boyalı, azim bir canavar halinde, bir gece yarısından diğer bir geceyarısına kadar uzanan yirmidört saatlik 'gün' tanılmazdı... Ziyada başlayıp ziyada biten, on iki saatlik,kısa, hafif, yaşanması kolay bir günümüz vardı... Müslümanın mesut olduğu günler, işte bu günlerdi; şerefli günlerin vakayiini bu saatlerle ölçtüler... Gerçi, feleki hesabata göre bu 'saat' iptidai ve hatalı bir saatti, fakat bu saat, hatıralatın kudsi saatiydi... Zevali saatin adat ve muamelatımızda kabulü ve ezani saatin geri safa düşüp camilere, türbelere ve muvakkıthanelere bırakılmış metruk bir 'eski saat' haline gelişi, hayatı tarz-ı rüyetimiz üzerinde vahim bir tesiri haiz olmamış değildir... Giden saatler babalarımızın öldüğü, annelerimizin evlendiği, bizim doğduğumuz, kervanların hareket ettiği ve orduların düşman şehirlerine girdiği saatlerdi... Bunlar, hayatı etrafımızda serbest bırakan geniş lakayt dostlardı...Gelen yabancılar ise hayatımızı bozup onu meçhul bir düstura göre yeniden tanzim ettiler ve ruhlarımız için onu tanılmaz bir hale getirdiler... Yeni “ölçü” bir zelzele gibi,zaman manzaralarını etrafımızda zir ü zeber ederek eski 'gün'ün bütün sedlerini harap etti ve geceyi gündüze katarak saadeti az, meşakkati çok, uzun,bulanık renkte bir yeni “gün” vücuda getirdi... Bu müslümanın eski mesut günü değil; bedmestleri, evsizleri, hırsızları ve katilleri çok ve yeraltında mümkün olduğu kadar fazla çalıştırılacak köleleri sayısız olan büyük medeniyetlerin acı ve nihayetsiz günüdür.... Unutulan eski saatler içinde eksikliği en ziyade hasretle tahattur edilen saat akşamın onikisidir... Artık “oniki” solgun yeşil sema altında, ilk yıldıza karşı müezzinin müslümanlara hitap ettiği, sokakların lacivert bir sisle kapandığı, ışıkların yandığı, sinilerin kurulduğu ve yarasaların mahzenlerden çıkıp uçuştuğu o müessir ve titrek saat değildir... Akşam telakkisinden koparak, gah öğlenin hararetinde, gah gece yarılarının karanlığında mevhum bir zamanı bildiren bu saat, şimdi hayatımızda renksiz ve şaşkın bir noktadır... Yeni saat, müslüman akşamının mahzun ve muşaşa dakikasını dağıttığı gibi, yirmidört saatlik yabancı “gün”ün getirdiği maişet şekli de bizi fecir aleminden mehcur bıraktı...Başka memleketlerde fecri yalnız kırdan şehre sebze ve meyve getirenlerin ahmak gözleriyle muztariplerin şişkin kapaklar içinden bakan kırmızı ve perişan gözleri tanır... Bu zavallılar için fecrin parıltıları, yeniden boyuna geçirilecek olan hayat ipinin kanlı ilmeğini aydınlatan bir ziyadır... Halbuki fecir saati,müslüman için rüyasız bir uykunun nihayeti ve yıkanma, ibadet, neşe ve ümidin başlangıcıdır... Müslüman yüzü, kuş sesleri ve çiçek kokuları gibi fecrin en güzel tecellilerindendir... Kubbe ve minareleri o alaca saatte görmemiş olan gözler, taşa en ilahi manayı veren o muhayyirü'l ukul mimariyi anlamış değillerdir... Esmer camiler, fecirden itibaren semavi bir altın ve semavi bir çini ile kaplanır ve İslam ustalarının natamam eserleri o saatte tamamlanır...Bütün mabetler içinde güneşten ilk ziya alan camidir... Bakır oklu minareler, güneşi en evvel görmek için havalarda yükselir...Şimdi heyhat, eski 'saat'le beraber akşam da, fecir de bitti... Birçoklarımız için fecir, artık gecedir ve birçoklarımızı güneş, yeni ve acayip bir uykunun ateşlerinden, eller kilitli, ağız çarpılmış, bacaklar bozuk çarşaflara dolaşmış, kıvranırken buluyor...Artık geç uyanıyoruz... Çünkü hayatımıza sokulan yeni ve fena günün eşiğinde çömelmiş, kin, arzu, hırs ve haset sürülerinin bizi ateş saçan gözlerle beklediğini biliyoruz... Artık fecri yalnız kümeslerimizdeki dargın ve mağrur horozlara bıraktık... Şimdi müslüman evindeki saat, başka bir alemin vakitlerini gösterir gibi, bizim için gece olan saatleri gündüz ve gündüz olan saatleri gece renginde gösteriyor... Çölde yolunu şaşıranlar gibi biz şimdi zaman içinde kaybolmuş kimseleriz...
Yavuz'un,kendisine aşık olduğu ve adına şiirler yazdığı cariyesi,Mısır seferinden sonra sıranın kendilerine geleceğini bilen Batılı akrabalarının teşvikiyle,sefer hazırlıkları esnasında Yavuz'un huzurunda:
-Sultanım! Bu uzun bir sefer olacak ve belki sizi bir daha görmem mümkün olmayacak; bu ayrılığa dayanamam,vazgeçseniz!
Bunun yalnızca kadın hissiyatıyla söylenmiş sözler olmadığını gören koca Sultan ihanetin cezasını kendi kılıcıyla infaz ediyor...
Yavuz Sultan Selim Han Hazretleri,kendisinden kaçan Şah İsmail'i tehdit ve tahrik etmek için şu mektubu yazıyor:
'Davete icabet edip,uzun yollar katederek memleketine girdik.Fakat sen meydanda bile görünmüyorsun.Padişahların ellerindeki memleketleri,onların nikahlısı gibidir.Erkek ve yiğit olanlar,kendi ellerinden başkasını ona dokundurtmazlar.Halbuki bunca gündür askerlerimle memleketine girip yürüyorum,hala senden haber yok.Seni korkutmamak için,askerimden 40 bin kişiyi ayırıp Sivas'la Kayseri arasında bıraktım.Hasma mürüvvet ancak bu kadar olur.Bundan sonra da saklanıp gözükmezsen erkeklik sana haramdır.Miğfer yerine yaşmak ve zırh yerine çarşaf giyip,serdarlık ve şahlık davasından vazgeç! '
Biz dillerinden anlamasak da,yeni doğan bebekler ilk altı ay Peygamberimize selavat getirirlermiş,ikinci altı ayda da anne babasının günahlarının affı için Allah'a yalvarırlarmış...
Veya tam tersi...Olacaktı...Yani ikinci altı ayda selavat...
Bu adamcağız, 'ALTAY GROUP'un da şu anki başkanı oluyorlar...
Peki bu 'ALTAY GROUP' ne yapiyor? N'apmiyor ki...
Bunun babası olan Nezih Mete Dural -ki şirketi 1957 yılında bu kuruyor- meşhur Lockheed skandalının buradaki başı; Hava Kuvvetleri Başkanı Emin Alpkaya ile birlikte hakkında soruşturma açılıyor ama, komutan 'emekli' oluyor,bu da birkaç ay yatarak 'beraat' ediyor...
Bu aile ABD silah şirketlerinin buradaki temsilcisi... Önemli bir 'aile' ki internette resim veya haklarinda bilgi bulmak zor...
Aklınızın bir köşesinde bulunsun diye buraya bu 'aile'yi not ediyorum...
Bir de bir iki gün önce, Halis Toprak ile şirketinde otururken, elinde silahla dalan biri tarafından 'ayağından' vuruldu adamcağız; 'tanımıyormuş' tabii kim olduğunu...
İlginç olan, orasının 'güvenlik şirketi' olması...
Racon kesme mi dersiniz, 'karizmayı çizme' mi dersiniz veya 'hayırdir inşaallah' mi dersiniz orası size kalmış bu durum hakkinda... Ben aktardım sadece...
MÜSLÜMAN SAATİ
İstanbul’u yenileştiren ve yerlisini şaşırtan istilaların en gizlisi ve en tesirlisi yabancı saatlerin hayatımıza girişi oldu...”Saat”ten kasdımız, zamanı ölçen alet değil, fakat bizzat zamandır...Eskiden kendimize göre yaşayışımız, düşünüşümüz, giyinişimiz ve kendimize göre dinden,ırktan ve an’aneden hayat alan bir zevkimiz olduğu gibi, bu üslub-ı hayata göre de 'saat'lerimiz ve 'gün'lerimiz vardı... Müslüman gününün başlangıcını şafağın parıltıları ve nihayetini akşamın ziyaları tayin ederdi... Madenden sağlam kapaklar altında mahfuz tutulan eski masum saatlerin yelkovanları yorgun böcek ayakları tarzında, güneşin sema üzerindeki seyriyle az çok münasebetdar bir hesaba tebaan, minenin rakamları üzerinde yürürler ve sahiplerini, zamandan takribi bir sıhhatle haberdar ederlerdi...Zaman namütenahi bahçe ve saatler orada açar, gah sağa, gah sola mail, güneşten rengarenk çiçeklerdi... Ecnebi saati iptilasından evvel bu iklimde, iki ucu gecelerin karanlığıyla simsiyah olan ve sırtı, mühtelif evkatın kırmızı, sarı ve lacivert ateşleriyle yol yol boyalı, azim bir canavar halinde, bir gece yarısından diğer bir geceyarısına kadar uzanan yirmidört saatlik 'gün' tanılmazdı... Ziyada başlayıp ziyada biten, on iki saatlik,kısa, hafif, yaşanması kolay bir günümüz vardı... Müslümanın mesut olduğu günler, işte bu günlerdi; şerefli günlerin vakayiini bu saatlerle ölçtüler... Gerçi, feleki hesabata göre bu 'saat' iptidai ve hatalı bir saatti, fakat bu saat, hatıralatın kudsi saatiydi... Zevali saatin adat ve muamelatımızda kabulü ve ezani saatin geri safa düşüp camilere, türbelere ve muvakkıthanelere bırakılmış metruk bir 'eski saat' haline gelişi, hayatı tarz-ı rüyetimiz üzerinde vahim bir tesiri haiz olmamış değildir... Giden saatler babalarımızın öldüğü, annelerimizin evlendiği, bizim doğduğumuz, kervanların hareket ettiği ve orduların düşman şehirlerine girdiği saatlerdi... Bunlar, hayatı etrafımızda serbest bırakan geniş lakayt dostlardı...Gelen yabancılar ise hayatımızı bozup onu meçhul bir düstura göre yeniden tanzim ettiler ve ruhlarımız için onu tanılmaz bir hale getirdiler... Yeni “ölçü” bir zelzele gibi,zaman manzaralarını etrafımızda zir ü zeber ederek eski 'gün'ün bütün sedlerini harap etti ve geceyi gündüze katarak saadeti az, meşakkati çok, uzun,bulanık renkte bir yeni “gün” vücuda getirdi... Bu müslümanın eski mesut günü değil; bedmestleri, evsizleri, hırsızları ve katilleri çok ve yeraltında mümkün olduğu kadar fazla çalıştırılacak köleleri sayısız olan büyük medeniyetlerin acı ve nihayetsiz günüdür.... Unutulan eski saatler içinde eksikliği en ziyade hasretle tahattur edilen saat akşamın onikisidir... Artık “oniki” solgun yeşil sema altında, ilk yıldıza karşı müezzinin müslümanlara hitap ettiği, sokakların lacivert bir sisle kapandığı, ışıkların yandığı, sinilerin kurulduğu ve yarasaların mahzenlerden çıkıp uçuştuğu o müessir ve titrek saat değildir... Akşam telakkisinden koparak, gah öğlenin hararetinde, gah gece yarılarının karanlığında mevhum bir zamanı bildiren bu saat, şimdi hayatımızda renksiz ve şaşkın bir noktadır... Yeni saat, müslüman akşamının mahzun ve muşaşa dakikasını dağıttığı gibi, yirmidört saatlik yabancı “gün”ün getirdiği maişet şekli de bizi fecir aleminden mehcur bıraktı...Başka memleketlerde fecri yalnız kırdan şehre sebze ve meyve getirenlerin ahmak gözleriyle muztariplerin şişkin kapaklar içinden bakan kırmızı ve perişan gözleri tanır... Bu zavallılar için fecrin parıltıları, yeniden boyuna geçirilecek olan hayat ipinin kanlı ilmeğini aydınlatan bir ziyadır... Halbuki fecir saati,müslüman için rüyasız bir uykunun nihayeti ve yıkanma, ibadet, neşe ve ümidin başlangıcıdır... Müslüman yüzü, kuş sesleri ve çiçek kokuları gibi fecrin en güzel tecellilerindendir... Kubbe ve minareleri o alaca saatte görmemiş olan gözler, taşa en ilahi manayı veren o muhayyirü'l ukul mimariyi anlamış değillerdir... Esmer camiler, fecirden itibaren semavi bir altın ve semavi bir çini ile kaplanır ve İslam ustalarının natamam eserleri o saatte tamamlanır...Bütün mabetler içinde güneşten ilk ziya alan camidir... Bakır oklu minareler, güneşi en evvel görmek için havalarda yükselir...Şimdi heyhat, eski 'saat'le beraber akşam da, fecir de bitti... Birçoklarımız için fecir, artık gecedir ve birçoklarımızı güneş, yeni ve acayip bir uykunun ateşlerinden, eller kilitli, ağız çarpılmış, bacaklar bozuk çarşaflara dolaşmış, kıvranırken buluyor...Artık geç uyanıyoruz... Çünkü hayatımıza sokulan yeni ve fena günün eşiğinde çömelmiş, kin, arzu, hırs ve haset sürülerinin bizi ateş saçan gözlerle beklediğini biliyoruz... Artık fecri yalnız kümeslerimizdeki dargın ve mağrur horozlara bıraktık... Şimdi müslüman evindeki saat, başka bir alemin vakitlerini gösterir gibi, bizim için gece olan saatleri gündüz ve gündüz olan saatleri gece renginde gösteriyor... Çölde yolunu şaşıranlar gibi biz şimdi zaman içinde kaybolmuş kimseleriz...
16 Mayıs 1921
ramanujan...
tesla...
Yavuz'un,kendisine aşık olduğu ve adına şiirler yazdığı cariyesi,Mısır seferinden sonra sıranın kendilerine geleceğini bilen Batılı akrabalarının teşvikiyle,sefer hazırlıkları esnasında Yavuz'un huzurunda:
-Sultanım! Bu uzun bir sefer olacak ve belki sizi bir daha görmem mümkün olmayacak; bu ayrılığa dayanamam,vazgeçseniz!
Bunun yalnızca kadın hissiyatıyla söylenmiş sözler olmadığını gören koca Sultan ihanetin cezasını kendi kılıcıyla infaz ediyor...
Yavuz Sultan Selim Han Hazretleri,kendisinden kaçan Şah İsmail'i tehdit ve tahrik etmek için şu mektubu yazıyor:
'Davete icabet edip,uzun yollar katederek memleketine girdik.Fakat sen meydanda bile görünmüyorsun.Padişahların ellerindeki memleketleri,onların nikahlısı gibidir.Erkek ve yiğit olanlar,kendi ellerinden başkasını ona dokundurtmazlar.Halbuki bunca gündür askerlerimle memleketine girip yürüyorum,hala senden haber yok.Seni korkutmamak için,askerimden 40 bin kişiyi ayırıp Sivas'la Kayseri arasında bıraktım.Hasma mürüvvet ancak bu kadar olur.Bundan sonra da saklanıp gözükmezsen erkeklik sana haramdır.Miğfer yerine yaşmak ve zırh yerine çarşaf giyip,serdarlık ve şahlık davasından vazgeç! '
Biz dillerinden anlamasak da,yeni doğan bebekler ilk altı ay Peygamberimize selavat getirirlermiş,ikinci altı ayda da anne babasının günahlarının affı için Allah'a yalvarırlarmış...
Veya tam tersi...Olacaktı...Yani ikinci altı ayda selavat...
Melih Murat Dural...
TUSİAD'ın 'Dış İlişkiler Komitesi' üyesi...
Bu adamcağız, 'ALTAY GROUP'un da şu anki başkanı oluyorlar...
Peki bu 'ALTAY GROUP' ne yapiyor? N'apmiyor ki...
Bunun babası olan Nezih Mete Dural -ki şirketi 1957 yılında bu kuruyor- meşhur Lockheed skandalının buradaki başı; Hava Kuvvetleri Başkanı Emin Alpkaya ile birlikte hakkında soruşturma açılıyor ama, komutan 'emekli' oluyor,bu da birkaç ay yatarak 'beraat' ediyor...
Bu aile ABD silah şirketlerinin buradaki temsilcisi...
Önemli bir 'aile' ki internette resim veya haklarinda bilgi bulmak zor...
Aklınızın bir köşesinde bulunsun diye buraya bu 'aile'yi not ediyorum...
Bir de bir iki gün önce, Halis Toprak ile şirketinde otururken, elinde silahla dalan biri tarafından 'ayağından' vuruldu adamcağız; 'tanımıyormuş' tabii kim olduğunu...
İlginç olan, orasının 'güvenlik şirketi' olması...
Racon kesme mi dersiniz, 'karizmayı çizme' mi dersiniz veya 'hayırdir inşaallah' mi dersiniz orası size kalmış bu durum hakkinda... Ben aktardım sadece...
Selam'da protokol caridir efendim...
'Ne yazık ki benim bestem değil...'
Brahms
yahudi medyasının ağzıyla konuşanları...
swedenborg...