Kültür Sanat Edebiyat Şiir

  • misak-ı milli03.01.2007 - 16:23

    'Mustafa Kemal’in de gözden geçirip onayladığı anlaşılan, Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti tarafından 1931 yılında yayınlalan Tarih IV de: “ Ferit Paşa’ya teklif olunan sulh şartları yalnız Osmanlı Devletini değil, Türk vatanını ve Türk Milletini de parçalamak mahiyetinde idi. Türkiye Büyük Millet Meclisi, buna derhal mukabele etti ve 18 Haziran celsesinde “Misak-ı Milliye” yemin ederek türk topraklarının parçalanmasına musaade etmeyeceğini cihana ilãn eyledi” deniyor. (1) Aynı eserin sonuna konulan kronoloji cetvelindeyse, 18 Temmuz 1920’de Büyük Millet Meclisinin Misak-ı Milli için yemin edildiği yazılı...Belli ki, bir rakam yanlışı var, zira TBMM’nin 18 Haziran 1920 de Misak-Milli gündemli bir oturumu yok, doğru tarih 10 Temmuz 1920 olabilir ama o gün de Misak-ı Milli gündemde yok. Nitekim o günkü oturumda milletvekili yemini edildiği anlaşılıyor ve yemin şöyle: “ Makam-ı Hilâfet ve Saltanatın ve Vatan ve milletin istiklâl ve istihlâsından [elde edilmesinden] başka bir gaye takip etmeyeceğime vallahi.”. Fakat, Misak-ı Milli’ye dair yazan ve konuşan herkes 18 Temmuz 1920 tarihini veriyor... Yeminde sözü edilen ‘vatan’ nedesiydi, millet kimdi, milletvekilleri yeminlerinin başına koydukları Hilafet ve Saltanı koruma sözünü neden tutmadılar? Neden yeminlerine ihanet ettiler? Altı maddeden oluşan Misak- ı Milli’nin tüm maddelerinin ihlâl edilmesi, arkasında durulmaması nasıl açıklanabilir? Bu ve benzer soruları ortaya atmak ve tartışmak soruna açıklık getirmek bakımından önemlidir. Her ne kadar resmi tarih, Misak-ı Milli Beyannamesi’ni kutsal bir metin mertebeseni çıkarmak için zorlansa da, aslında söz konusu olan gerçeklikten çok bir söylemdi. İlerleyen sayfalarda Misak-ı Milli söyleminin izini sürerek, gerçekler karşısındaki konumunu tahlil etmeyi deneyeceğim. Fakat, Misak-ı Milli Beyannamesini yüceltenler sadece yerli resmi tarihçiler değil. Yerli resmi tarihçilerin imdanına yabancı meslektaşları da yetişiyor.

    30 Ekim 1918 de Osmanlı İmparatorluğuyla İtilaf devletleri arasında Mondros ateşkes anlaşması imzalandı ama başta İngilizler olmak üzere İtilaf devletleri bu anlaşmaya uymadılar. 1 Kasım 1918 de Musul İngiliz generali Marhall tarafından işgal edildi. 23 Kasımda da Fransız generali Franchet d’Esperay İtilaf devletleri adına İstanbulu işgal etti. Yunanlılar 15 Mayısta İzmire çıktı, 25 Temmuzda da Edirne’yi işgal ettiler. 16 Mart 1920’de de İstanbul İtilaf devletleri tarafından resmen işgal edildi ve böylesi bir ortamda 10 Ağustos 1920 de Sevre Antlaşması imzalandı. Metareke koşullarında yapılan seçimler sonucu oluşan son Osmanlı Meclis-i Mebusan’ı 12 Ocak 1920’de toplandı ve 28 Ocak 1920 de Misak-ı Milli’yi kabul etti. Misak-ı Milli Beyannamesi esas itibariyle mecliste oluşan sayıları 70 [kimilerine göre 88] olan Felah-ı Vatan grubunun eseriydi ve Meclis-i Mebusan’da yeterli çoğunluğun sağlanamadığı bir gizli oturumda toplantıya katılanların oy birliğiyle kabul edilip, 17 Şubat 1920’de de ilan edilmişti. Aslında söz konusu beyanname Edirne mebusu Şeref Bey’in gayretleriyle Meclis gündemine taşınmış ve yaptığı ‘duygusal’ konuşma etkili olmuştu. Altı maddeden oluşan beyannamenin birinci maddesinde: “ Osmanlı Devleti’nin 30 Ekim 1918 günlü mütarekenin yapıldığı sırada düşman ordularının işgali altında kalan ve Arap çoğunluğunun oturduğu kısımların kaderi halklarının özgürce verecekleri oylara göre belirlenmek gerektiğinden, sözü edilen mütareke hattı dahilinde ve haricinde, dinen, ırken ve emelen bir olan ve birbirlerine karşılıklı saygı ve fedakârlık duyguları taşıyan, sosyal bakımdan uyum içinde bulunan Osmanlı İslam çoğunluğunun oturduğu bölgelerin tümü fiilen ve hükmen ve hiçbir sebeple ayrılamaz bir bütündür.” deniyor. Dikkat edilirse bu madde çelişkiler içeriyor, dolayısıyla iç tutarlılıktan yoksun. Birincisi, ateşkes anında düşman ordularının işgali altında kalan Arabistan için bir halk oylaması hiçbir zaman gündeme getirilmiyor. Ateşkes anında Osmanlı İmparatorluğu sınırları dahilinde bulunan ve ateşkes ihlâl edilerek işgal edilen Musul Vilayeti Lozan Barış Antlaşmasıyla İngilizlere bırakılıyor. Metinde yer alan mütareke dahilinde ve haricinde ifadesi sınır sorununu bütünüyle belirsizleştiriyor. Böyle bir ifade söz konusu olduğunda, ülke sınırları belirsiz hale geliyor. Eğer bu ifade dikkate alınırsa ki, alınmak zorundadır, artık sınırların nereden geçtiği belirsizdir... Aynı şekilde Lozan’da çizilen sınırlar beyannamede sözü edilen: “ dinen, ırken ve emelen bir olan ve birbirlerine karşılıklı saygı ve fedakârlık duyguları taşıyan, sosyal bakımdan uyum içinde bulunan Osmanlı İslam çoğunluğunun oturduğu bölgelerin tümü fiilen ve hükmen hiçbir sebeple ayrılamaz” deniyor ama sadece dinen ve emelen, ırken ve sosyal bakımdan uyum içinde olanlar değil, insanlar ailelere varıncaya kadar parçalanıyor. Güney sınırında bölge halkınnın yaşadığı bu trajik durum bu gün de devam ediyor. Bunun için Suriye sınırında dinî bayramlarda yaşananları hatırlamak yeter...

    Beyannamenin ikinci maddesi: “ Madde 2- Ahalisi ilk serbest kaldıkları zamanda aray-ı ammeleriyle [özgür iradeleriyle] anavatana ilhak etmiş olan elviye-i selase [Kars, Ardahan, Batum] için ledelicap [istenirse] arayı ammeye [halk oyuna] müracat edilmesini kabul ederiz” şeklinde. Bu madde de ihlâl ediliyor. Halk oylaması söz konusu olmuyor ve Batum Gürcistan’a bırakılıyor.

    Üçüncü madde Batı Trakyanın statüsüyle ilgili. Batı Trakya’nın geleceğinin Wilson Prensipleri [self- determinasyon] gereği halk oylaması sonucu belirleneceğine dair ve Batı Trakya konusunda da aynı elviye-i selase de olduğu gibi halk oylaması konusu savsaklanıyor ve bu maddeye rağmen Batı Trakya denilen bölge Yunanistan’a bırakılıyor.

    Dördüncü Madde yukarda sözünü ettiğimiz Milletvekili yemininde de yer alan “Hilafet ve Saltanat makamının korunmasıyla ilgili: “ Madde 4- “Makarr-ı Hilafet-i İslamiye ve Payitaht-ı Salatan-ı Seniyye ve Merkez-i Hükümet-i Osmaniye olan İstanbul şehri ile Marmaran-a Denizi’nin emniyeti her türlü halelden masun olmadır...” şeklinde. Hilafet ve Saltanat Makamı kurtarılmak bir yana, bizzat bu beyannameyi hazırlayanlar tarafından tasfiye ediliyor! O halde Hilafet ve Salatanatı kurtarma yemini edenlerin söz konusu makamı bizzat tasfiye etmelerinin sebeb- i hikmeti nedir? Bu önemli soruyu birazdan tarışma konusu yapacağım ama burada şunu hemen söylemek gerekiyor: Böyle bir tasfiye başta İngilizler ve Fransızlar olmak üzere, emperyalist devletlerin istediği bir şeydi ve bu işi yapmak da Kuvayı Milliyeci kemalistlere düşmüştü... Beyannamenin beşinci maddesi azınlıklar hukukuna karşılıklılık esasları dahilinde uyulacağıyla ilgili. Altıncı ve son maddenin bu günkü dildeki ifadesi şöyle: Madde 6- “Ulusal ekonomik gelişmemize olanak sağlamak ve daha çağdaş düzenli bir yönetimle işlerimizi yürütebilmemiz için her devlet gibi bizim de tam bağımsızlığa ve özgürlüğe ihtiyacımız vardır. Bu, yaşam ve geleceğimizin temelidir. Bu yüzden siyasal, hukuki ve mali, vs. gelişmemize mani sınırlamalara karşıyız. Borçlarımızı ödeme biçimi de bu esaslara aykırı olmayacaktır.” Lozanda sadece sınırlar konusunda değil, mali ve ekonomik konularla igili de Misak-Milli’nin ruhuna ve lafzına aykırı çok önemli tavizler verildi. Misak-ı Milli o alanda da by-pas edilmişti. Resmi tarih’in sansür ettiği Lozan Barış anlaşmasının asıl adı Yakındoğu işleri Hakkında Lozan Konferansı’dır ve bilinen anlamda bir antlaşmadan çok, tam bir emperyalist dayatmadır. Lozan’da emperyalisler istedikleri her şeyi dikte ettirmişlerdi...Eğer diplomatik dile ve ‘nezakete’ itibar edilmezse, konferansın adı” Ortadoğuyu bölüp parçalama konferansı da olabilirdi. İşte T.C. o parçalardan bir olarak varolmuştu. Dolayısıyla, tüm alanlarda olduğu gibi iktisadi, mali, siyasi konularda da dayatmalar içeriyordu.'


    (devam edecek)

  • taksimde taciz03.01.2007 - 16:01

    '...durmadan televizyonlarda salya akıtarak vajina ve göt hayali kuran bir dünya nasıl olur da fırsat bulduğunda değerlendirmez? çağımızın en banal numarası bu, bazısı da nasıl olur diye aval aval bakıyor... zengin, yakışıklı dokununca ayh oyh; fakir, çirkin dokununca taciz...

    ay da taciz nasıl olurmuş fasa fiso, çoğu kadın tecavüz edilmek ister imajı çizip yeltenene namuzsuz diyor. kafanı çevir bakma diyemezsiniz, birey toplum içerisinde ay ben çıplak gezerim, bakmasın kardeşim diyemez. o bakılmayacak şekilde giyinmek durumundadır, yada bakılmasını istiyorsa ona göre...

    oradaki tacizi önlemek isteyenler önce ama önce lopez'in avşar'ın kalçasından ayıracak dikkatini, tarkan penisinden karnına olan bölgedeki tüylerini göstermeyecek ulu orta, sonra aynı bölgeye el sokan pascal nouma'yı ülkeden postalama iki yüzlülüğünü göstermeyeceğiz; yada hepimiz sonsuza dek kör olacağız...'

  • film replikleri03.01.2007 - 01:37

    -Bu kadar küçük bir yaşta beni hayatımın temel sorusunu cevaplamak zorunda bıraktığı için ne kadar üzgün olduğunu söyledi...

  • saddam hüseyin02.01.2007 - 17:58

    'İran'a güvenmeyin...Birlik içinde kalın...'

  • saddam hüseyin02.01.2007 - 17:55

    Iraklı bir yetkili 'Korkuyor musun' diye sordu. 'Hayır korkmuyorum. Hayatımı cihadla geçirdim. Bu yolu seçenler korkmaz...' yanıtı verdi. Merdivenleri çıktı. O anda cellatlar, Şii Mukteda el Sadr lehine sloganlar atmaya başladı. Saddam alaycı sesle, 'Mukteda? ' diye sordu. Arkadan biri Sadr'ın babasını kast ederek 'Yaşasın Muhammed Bekir Sadr' diye bağırdı. Saddam, 'Cehenneme gidin' diye bağırdı. Saddam, sessizlikte Kelime-i Şahadet getirmeye başladı. İlkini bitirdi. Ancak ikincisinin ortasında altındaki kapağı açtılar.

    İngiliz Sunday Times gazetesine konuşan ismini açıklamayan bir Iraklı, gardiyanların Saddam'ın başında dans ettiğini ve uyumasını engellediğini söyledi. 'Her 30 dakikada bir odasına girip dans ettiler. Uyumasını engellediler' diyen kaynak, 'Uyumasına izin vermeyip, kişiliğini yok etmeye çalıştılar' dedi.

  • sergei rachmaninoff02.01.2007 - 16:28

    rus müziği...bol kepçe duygusallık...nota yağmuru...shine...iri eller...horowitz...gieseking...vatan hasreti...melankoli...

  • film replikleri02.01.2007 - 02:42

    -Bu olay küçük bir özürle hallolacak kadar
    küçük bir şey olsaydı sözünü etmek aptallık olurdu...

  • durulmak02.01.2007 - 02:34

    yorgun demokrat...

  • michael caine02.01.2007 - 02:32

    -Now,what would you like?

    -Everything...

  • misak-ı milli01.01.2007 - 08:05

    MİSAK-I MİLLİ: BİR EFSANEYİ SORGULAMAK

    Fikret Başkaya

    Bir fotoğrafa kimin nasıl baktığı, bir tarihsel-toplumsal olayı kimin hikaye ettiği, “nereye değil nereden bakıldığı” büyük öneme sahiptir. Seksen altı yıldır Türk milliyetçilerinin ve egemen sınıf sözcülerinin dillerine pelesenk ettikleri şu Misak-ı Milli ne menem bir şeydi? Misak-ı Milli denilenin gerçek dünyada bir karşılığı var mıydı? Tevatür edilenle gerçek durum arasında nasıl bir uyumsuzluk söz konusuydu? İkinci adı ‘Ahd-ı Milli [ milli yemin] olan söz konusu beyanname için gerçekten yemin edilmiş miydi? Eğer yemin edilmişse yeminin sahipleri yeminlerine sadık kalmışlar mıydı? Resmi tarihin nerdeyse kutsal metin mertebesine çıkardığı Misak-ı Milli Beyannamesi somut bir gerçekliğe mi tekabül ediyordu yoksa bir retorik miydi? Bu yazıda Misak-Milliyle ilgili gerçeği anlatmayı, başka türlü söylemek gerekirse, ‘gerçeğin üstünü örten perdeyi’ kaldırmayı deneyeceğim. Türkiye’nin yakın tarihi esas itibariyle Mustafa Kemal’in Nutuk’ta anlattıklarının bir tekrarı veya ona uydurma çabasının ürünüdür, tam bir yalan çöplüğüdür, dolayısıyla daha baştan bir yöntem zaafıyla malûldür. Bir toplumun tarihinin bir kesitini bir tek şahsiyetin, üstelik o süreçte etkili olmuş bir şahsiyetin anlattıklarına dayandırmak, bilimsellik kriteri bakımından kabul edilebilir değildir. Elbette komprador egemen ittifakın, tarihi tahrif etmeye, olup bitenleri kendi çıkarları doğrultusunda hikaye etmeye, yalan üretmeye ve yalanı büyütmeye ihtiyacı vardı. Egemen olmak için gizlemek, gizlemek için de yalan, tahrifat, çarptırma, yok sayma, adıyla çağırmama, velhasıl hurafeler gereklidir. İşte bu amaçla ‘resmi tarihçiler taifesi’ canla başla çalıştı ve çalışmaya devam ediyorlar. Elbette misyonları olayları tahrif etmek, çarpıtmak, hurafe ve yalan üretmek, yalanı büyütmek olanların, rejim tarafından ödüllendirilmeleri de anlaşılır birşeydir. Üstelik söz konusu taifenin gerçeği gizlemedeki başarısı, bilimselliğin de gerçekleşmesi sayılıyor. Bu yüzden bilim ve bilimci kavramlarına ihtiyatla yaklaşmak her zaman gereklidir. Akademide yükselmenin yolu rejime dair yalanları üretmedeki ‘ sebat ve başarıya’ bağlı. Rejimin adamları olan bu taifenin sloganı az çok şöyledir: gizliyorum o halde rejim tarafından ödüllendirilmeye de hakkım vardır... Oysa yalanı üretmek için büyük çaba gerekmiyor. Asıl zor olan yalanı teşhir etmek, yalancıların ipliğini pazara çıkarmaktır. Yalanı teşhir etme kaygısı taşıyanların, gerçeğin peşine düşenlerin işi, yalan üreticilerinden elbette daha zordur ama, gerçeğin safında yer almaktan dolayı da yöntem üstünlüğüne sahip olduklarında şüphe yoktur. Zaten uzun vadede gerçek yalana galebe çalar ki, bu eşyanın tabiati gereğidir. Birincisi, gerçeği tam olarak gizlemek hiçbir zaman mümkün değildir; ikincisi, gizlemek yok etmek değildir ve vakti geldiğinde gerçek bütün ihtişamıyla arz-ı endâm eder.

    Daha önce başka yerde yazdığım gibi, resmi tarih üreticileri, olayların hikayesini Mustafa Kemal’in Samsun’a çıktığı 1919’dan başlatıyor. Sanki bir emperyalistler arası savaş yaşanmamış ve Osmanlı İmparatorluğu söz konusu savaşın tarafı değilmiş izlenimi yaratılıyor. Velhasıl hikayenin başı sansür ediliyor. Yaratılan izlenim de kabaca şöyle: Ülke toprakları işgal ediliyor ve Milli Mücadeyle düşman defediliyor, bir ‘ulusal Kurtuluş Savaşı’ sonucu ülke kurtarılıyor... Osmanlı İmparatorluğunun Almanya-Avusturya safında, İngiliz, Fransız, Çarlık Rusyası’inin oluşturduğu İtilaf devleletlerine karşı emperyalist savaşa katıldığı tarih olan 1914 yılında imparatorluğun nüfûz alanındaki topraklar yaklaşık 5 milyon kilometre kare idi. Resmi tarih tarafından büyük bir başarı sayılan Lozan Barış Antlaşması imzalandığındaysa 770 bin kilometre kareydi. İmparatorluk topraklarının ve nüfûz alanlarının nerdeyse % 85’i kaybedilmişti. Sahip olduğunun %85’ini kaybeden birinin %15’i koruduğu için aşırı övünç duyması tuhaf değil midir? Demek ki, soruyu nasıl sorduğunuza bağlı olarak cevap da değişiyor. Gerçekten ulaşılan sonuç abartılalacak bir başarı mıydı, ya da kimin başarısıydı? Aslında T.C., Osmanlı İmparatorluğunun emperyalizm tarafından budanarak kuşa çevrilen versiyonunun yeni adıydı. Bu yüzden Osmanlı İmparatorluğundan Cumhuriyete geçiş, resmi tarihçilerin hikaye ettiğinden farklı anlamlar taşımak durumundaydı. Emperyalist güçlerin bir aracı olan, bu günün Birleşmiş Milletler Örgütü’ün ardılı Milletler Cemiyeti’nin [ Cemiyet- Akvâm] dayattığı ‘yeni dünya düzenine’ imparatorluğun merkezinin ve ondan koparılan kısımların uyumlandırılmasıydı. Esas itibariyle birinci emperyalistler arası savaş [Harb-i Umumi], odağında Osmanlı İmparatorluğunun bulunduğu ünlü “Şark Sorununu” çözmeyi amaçlayan bir savaştı. Osmanlı İmparatorluğu’nun bu savaşta bir taraf olarak yer alması, “çözümü kolaylaştırıcı” bir işlev görmüştü... Osmanlı İmparatorluğunun TC’ye dönüşmesi de dahil, emperyalist savaş sonrası ‘Orta Doğu’ denilen bölgenin bu günkü biçimini alması daha savaş devam ederken Çarlık Rusyası’nın da onayını alan‘Antant devletlerinin’ İtilaf Devletleri’nden ikisinin, [İngiltere ve Fransa’nın] imzaladıkları Skyes-Picot gizli anlaşmasıyla [veya mutabakıyla] belirlenmişti. Fakat 1917 Ekim devrimi bu anlaşmayı bazı bakımlardan ‘tadil etme gereğini’ ortaya çıkarmıştı. Haritanın oluşmasında etkili bir üçüncü unsur da, son anda [Nisan 1917] ABD’nin savaşa dahil olmasıdır. Sözünü ettiğimiz bu üç unsurun diyalektiği, Ortadoğu coğrafyasını biçimlendirdi ki, resmi tarih olaylara yön veren bu üç unsuru ısrarla yok saymayı, değilse geçiştirmeyi yeğledi.

    (devam edecek)