Hallacı Mansur’un esas adı Ebu Abdullah Hüseyin b. Mansur el Beyzavi el Hallac’tır. Hallacı Mansur bu uzun ismine rağmen daha çok Mansur el-Hallac diye anılır. Alevi Bektaşi literatüründe ise Hallacı Mansur olarak anılır.
Hallacı Mansur Hicri 244 (Miladi 858) yılında Beyza yakınlarında bir kasaba olan Tur’da doğdu.922 de Muktedir’in buyruğu üzerine Bağdat’ta asılarak, uzuvları kesilerek iskence ile öldürüldü. Hallacı Mansur’un babası Müslüman, dedesi ise Mezdek inancındaydı. [i] Hallac-ı Mansur bazende Muhammed b. Ahmet el-Farisi adını da kulanıyordu.[ii] Hallac; Hüseyin b. Mansur’un lakabıdır. Mansur, Hallac lakabını baba mesleği olan yorgan yatak yünlerini, pamuklarını temizliyen, tarayan anlamında olan yorgancı ve hallaç mesleğinden dolayı almıştır. Yani Hallacı Masur’un babası yorgancılık yapıyordu. Bu nedenle de Hüseyin b. Mansur’a Hallac-ı Mansur olarak söylendi.
Doç. Dr. Bedri Noyan dedebaba, Hallac-ı Mansur’un Hallac lakabını almasını şöyle anlatıyor.[iii] Hallac-ı Mansurun esas mesleği hallaçlık değildir. Birgün hallaçlık yapan bir dostunun dükkanına gider. “Ben senin işini görürüm, işin geri kalmaz.” diyerek onu bir yere yollar. Adam dönüşünde bakar ki bütün pamuklar atılmış. (Mansur, parmağının bir işareti ile o pamukları atmış.) Bunun üzerine kendisine Hallac takma adı verilmiş.”
Hallac-ı Mansur’un çocukluğu Beyza’da geçti Beyza, İran coğrafyasında yer alır. Bu nedenle de Hallac’ın İran kültür ve inanç etkisinde olması gerekir. Hakbuki Hallac-ı Mansur’un düşünce yapısını incelendiğinde, İran inanç ve kültüründen fazlaca etkilemediği görülmektedir. Bunun aksine kendi yaşamından uzak olan Arap kültür ve inancı daha fazla ilgisini çekmiş ve kendisini fazlaca etkilemiştir. Bunu da çevresinin etkisi ile olsa gerek ki, henüz küçük yaşlarda olduğu halde Kur’ana ilgi duyuyor ve Kur’an derslerini almaya başlıyor. Hallac-ı Mansur küçük yaşlarda Kur’anı ezberlemiştir. Hallac-ı mansur’u ilginç kılan, ve sunni ulamayı şaşırtan ve hayretler içinde bırakan yanı ise çok küçük yaşlarda Kur’an hakkında yorumlar getirmesidir.
Hallac-ı Mansur 16 yaşlarında devrin büyük süfi bilgini Sehl b. Adullah et-Tüsteri’den 2 yıl kadar ders aldı. Tüsteri’nin ölümü üzerine Basra’ya gitti. Hallac-ı Mansur burada ünlü süfi bilgin Amr b. Osman el Mekki’den 2 yıl kadar dersler aldı. Bu sırada hocası olan Amr b. Osman el Mekki’nin karşı çıkmasına rağmen Hallac-ı Mansur ünlü süfi bilginlerinden Ebu Yakup el-Akta’nın kızı Ümmü Hüseyin’le evlendi. Bu evlilikten Süleymen, Ahmet (Hamd) , ve Abdüsamed adında üç erkek, bir de bir kız çocuğu oldu.
Hallac’ın bu evliliği süfilerin arasında ikilik yaratmıştı. Süfiler arasındaki bu kavga Hallac-ı Mansur’un Basra’yı terk etmesine sebep olmuştur. Hallac-ı Mansur tam Basra’yı terk etmek üzereyken Süfilerin önderi ve piri olarak anılan Cüneyd el-Bağdadi ile tanıştı. Var olan rahatsızlıkları, dedikoduları, bu nedenle duyduğu üzüntüyü kendisine anlattı. Cüneyd kendisine öğütlerde bulunarak sabırlı ve sükünetli olmasını istedi.
Hallac-ı Mansur kendisine isnat edilen iftira ve dedikodulara daha fazla dayanmadığından Basra’dan ayrılarak Mekke’ye gitti. Mansur, Mekke’de nefsini terbiye ile ruhunun miracını gerçekleştirmek üzere Kabe’nin haremine kapanarak çile sürecine girdi.
Hallac-ı Mansur’un Mekke’ye gelişini Ebu Yakup Neh-Recur-i şöyle anlatıyor:
“ Mekke’ye ilk gelişinde Kabe’nin sahnında oturuyordu. Hallac, bu bir yıllık.ile süreci içinde oturduğu yerden sadece abdest almak ve tavaf etmek için ayrılmıştır. Ne güneşe aldırıyordu ne de yağmura. Her yatsı vakti yanına bir çörekle bir testi su konuyordu. Bir çöreğin dörtte biriyle bir kaç yudum su alıyor geri kalanı çeviriyordu.[iv]
Hallac-ı Mansur’un bu perhiz-çile denemeleri o günün süfilerini şaşkına çeviriyordu. Aynı zamanda kendisine kızıyor ve alehinde dedikodular yapıyorlardı.Bu dedikoduları Şeyban şöyle naklediyor:
“Öğle sıcağıydı. Bir taşın üstüne oturmuş duran bir genç ile karşılaştık. Hava çok sıcak ve bunaltıcı olduğundan alnında akan terler taşa dökülüyordu. Arkadaşım bu manzarayı görünce bana: “Haydi gidelim” diye işaret etti. Vadiye inince de şöyle dedi: “ Ömrümüz vefa ederse şu adamın başına neler geleceğini göreceğiz. Oturmuş Allah ile ahmakça sabır yarışı yapıyor. Allah ona, tahammül edemeyeceği bir bela mutlaka verecektir.” Daha sonra bu gencin, Hallac olduğunu öğrendik.
Hallac-ı Mansur Mekke’de kaldığı süre zarfında Hac veya umre için gelen müslüman gruplarla sıkı ilişkiler içinde oldu. Onlara kendi düşüncelerini aktarıyor ve onları çeşitli konularda aydınlatıyordu. Özellikle de bu müslüman gruplar içinde Horasan ve civarında gelen insanlara daha yakınlık gösteriyor, onlara Kur’an yorumlarını yapıyor ve çeşitli bilgiler vererek onları aydınlatıyordu.
Hallac-ı Mansur 271 (milladı 900) yılında Mekke’den tekrar Basra’ya döndü. Hallac; ruhsal alemde artık amacına ulaşmış, hayata, insana ve dine değişik perspektiflerden bakmaya başlamış ve kendisine yakışır bir biçimde konuşmaya başlamıştır. Hallac’ın bu durumunu sevgisini kazanananları çoğalttığı gibi, Sünni Ulamanın başını çektiği çevrelerin tepkilerini üzerine çekerek düşman cephesini de büyütmüştür.
Tasavuf konusundaki yeni düşünceleri, etkili davranışları, konuşmaları nedeniyle gittiği yerde çevresinde büyük bir kalabalığın toplanmasına yol açan Hallac-ı Mansur’u değişik inançta ve mezhepte kimseler savunmuştur. Miladi 908 de baş gösteren Hanbeli ayaklanmasına katılmakla suçlanan Hallac-ı Mansur 913 tarihinde Sus’ta bir kadın saray polislerine “ Hallac denen bir adamın evini biliyorum. O eve her gece gizliden birileri geliyor ve çok sakıncalı şeyler konuşuyorlar” deyip şikayette bulundu. Bunun üzerine Hallac’ın baş düşmanı Ebul Hasan Ali b.Ahmet er-Rasimbi tarafından tutuklandı. Sekiz yıl tutuklu kaldıktan sonra Bağdat’a götürüldü. Maliki kadısı Ebu Ömer Hammadi’nin fetvası ve Abasi Halifesi Muktedir’in buyruğu üzerine 22 Mart 922 tarihinde Bağdat’ta idam edildi.
Hallac-ı Mansur; idama getirilirken önce 1000 kamçı vurularak kamçılandı sonra., darağacında asılarak gövdesi param parça edildi. Halalc-ın gövdesinden kesilerek koparılan her bir parçası, her bir uzvu “Enel Hak” diyordu. Bu durumu gördükleri halde halen inanmak istemeyen bu caniler bu zulümle de yetinmeyerek, gövdesi param parça edilmiş Hallac-ı Mansur’u halka teşhir için tüm bağdat sokaklarında gezdirip ve halkı Hallac’ın kafasının kesilmesini seyre zorlanmıştır. Hallac’ın kafası gövdesinden koparıldığı zaman seyre zorlanan halkın gözü önünde Hallac-ı Mansur’un kesik başı “Enel Hakk” diye söylemiştir. Tüm bu olup bitenlere rağmen kafası kesilen Hallacı Mansur gövdesi yakılarak külleri suya serptirilmiş yine de nehrin suları “Enel Hakk “ diye bağırıp çağırmıştır. Suyun bu seslenişi Hallac’ın
“Ben idam edilip, yakılacağım. Benim küllerimi nehire serptirecekler. Nehir bana yapılan zülme dayanamayacak ve “Enek Hakk”diye bağıracaktır. Sen o zaman benin abamı alıp getirip nehire atacaksın. Ancak o zaman sesler kesilecektir diye yardımcısına vasiyette bulunur. Hallac’ın bu vasiyeti yerine getirmek üzere Yardımcısı tarafından Hallacın abası suya atılmış, bölece nehirden gelen “Enel Hakk” nidaları son bulmuştu
Bağdat hakkında bu güne kadar kaç yazı yazdım; bilmiyorum. Bağdat’a hiç gitmedim üstelik.
Orası benim için yalnızca Ali Baba’nın, Sinbad’ın masallar diyarı yahut Harun Reşid’in, Halife Mansur’un başkenti değil, biraz da Tuğrul Bey’in, Timur’un, Celayir’in, Şah İsmail’in, Kanuni Süleyman’ın, Dördüncü Murat’ın kızıl elması, rüyası ve Genç Osman dediğin bir küçük uşağın gerçekleşen hayalleridir. Bağdat biraz da Türk–İslam medeniyetinin matematiği, tıbbı, astronomisi, kelamı, tasavvufu ve edebiyatı demektir.
Bağdat, belki Hallac–ı Mansur da demektir. Darağacında işkencede iken “Öldürün beni, beni öldürün! ... Öldürün ki yaşayayım! ” diye çığlıklar atan, hayret makamında vecde gelip “Ene’l–Hak” diyen Hallac. Kimisine göre babasının mesleği dolayısıyla, kimisine göre de bir hallac (pamuk atımcısı) dostunun dükkanında oturmuş sohbet ettiği sırada dostunun bir yere gitmek zorunda kalması üzerine, işleri aksamasın deyip parmağıyla işaret ederek tezgahları işlemeye devam ettiren Mansur. Hani insanların gönüllerindeki sırları pamuk gibi attığı için de Hallac–ı Esrar diye çağrılan veli... Hakkında menakıp kitaplarının ve tarihlerin sitayişle bahsettikleri; tasavvufi fikirleri ve söyledikleri dolayısıyla yüzyıllarca tartışılan aşkın insan. Asıl adı Hüseyin olduğu halde –davasının zafere ulaştığından kinaye– Hallac–ı Mansur veya Nâsır’ın (Yardım eden Allah’ın) Mansuru diye çağırılan adam.
Bağdat’ın bugünkü Babüttak semtinin döşeme taşlarına kulak verilse belki Hallac’ın sırtına vurulan kırbaçların şakırtıları duyulabilir, Dicle üzerindeki büyük köprünün kulesi üstünde iki gün bekletilen kesik başından damlayan kanların Dicle’yi taşırdığı hissedilebilir. Kesilen burnunun, parmaklarının, ellerinin, ayaklarının, kollarının ve bacaklarının siyasi baskı altındaki halkın yüreklerini nasıl çizik çizik ettiğini de ancak hakkında efsanelere ve menkıbelere bürünen bir haltercümesi verebilir.
Hallac bir gün yanındakilere “Eğer Allah’ı tanımıyorsanız eserlerini tanıyınız. İşte o eser benim. Ben Hakk’ım. Çünki ebediyyen Hakk ile Hakk’ım.” demişti. Bu cümledeki Ben Hakk’ım (Ene’l–Hak) sözü birdenbire şehrin duvarlarını sarstı ve Mansur, Bağdat’ın Abbasiler ile Karmatiler arasındaki siyasi egemenlik savaşına feda edildi. Oysa bu cümledeki “Ene’l–Hak (Ben Hakkım) ” sözünün siyakı ve sibakı vardı ve belki de “Ben Hak’tanım” anlaşılmalıydı, yoksa Firavunun dediği gibi “Ben Tanrıyım” demek değil. Allah’ın aşkını çağındaki pek çok insandan daha çok içinde taşıyan bir insan, hak yerine batıllık iddiasında bulunacak ve “Ene’l–Bâtıl” diyecek değildi ya hoş! ... Nitekim “Ben bir gerçeğim ve batıl değilim! ” biçiminde yorumlanan bu söz, Bağdat’ta söylenen ne ilk, ne de son şathiyye olacaktı üstelik.
Bugün Kuzey Afrika’dan Bengal ve Malay takımadalarına kadar İslam’ın olduğu her yerde folklorik de olsa Hallac’a ait bir saygı ve zengin bir kültür vardır. Louis Massignon’un tercüme ve bir ömür süren araştırmalarıyla da bütün Batı dünyasında tanınmıştır. Ama eğer Bağdat’ta yeniden bir savaş yaşanırsa belki onun türbesini artık hiç kimse ziyaret edemeyecektir. Çünki artık bir Hallac Türbesi de olmayacaktır.
Tarıhın Dıpnotlari
Rivayet ederler ki darağacında Hallac’ın ellerini ve ayaklarını kestikleri vakit akan kanlar ince bir sızıntı halinde Dicle’ye ulaşmış. Kanların yerdeki izlerine bakanlar Kelime–i Tevhid yazdığını okumuşlar ve kısa bir süre sonra Dicle’den Hallac’ın davasının esası olan “Lailahe illallah” sadaları duyulmaya başlamış. Hiç yağmur yağmadığı halde Dicle taşmış ve taşkının ulaştığı yerlerde bitkiler, ağaçlar, taş ve toprak da kelime–i tevhid söyler olmuş. Halk korkuya kapılmış ve taşkınların önü alınamamış. Nihayet Divan’ındaki bir beyitte, “Dicle taştığı vakit külümü savurun Dicle’ye... Ta ki sükunet ve huzur bulsun hayat! ” dediğini görmüşler. İdam cezasını verenler cesedini yakmak gibi bir uygulama öngörmüş olmamalarına rağmen bu beyit dolayısıyla cesedi yakılıp külleri Dicle’ye savrulmuş. Ancak o zaman Bağdat’ta hayat normale dönmüş. Günlerce halk hep buraya gelip onu anmışlar ve çoook sonraları burada onun adına makam kabilinden bir türbe inşa olunmuş. İskender Pala/ Zaman 06.02.2003
Hüseyin Mansur... Bağdat... Mansur bir gün tanıdığı bir hallacın dükkanına uğrar. Mansur bir müddet sohbetten sonra, hallac arkadaşından rica da bulunur, arkadaşı kırmaz dükkanı ona emanet ede nasılsa kısa bir müddet içinde geri dönerim diye ayrılır. Ayrılır da iş pek rast gitmez, dönmek de dönemez bayağı gecikir. Darlanmasından dolayı biraz sitemli Mansur'a: - Hüseyin, senin işini halledeyim derken, kendi işimdende geri kaldım, müşterilere ne diyeceğim şimdi der? Mansur, gülümser, bunlar için mi üzülüyorsun der gibi parmağını henüz atılmamış pamuklara doğru uzatınca pamuklar tel tel olup bir tarafa, süprüntüsü, işe yaramazı bir tarafa ayrılır. Arkadaş hayret içinde kalır ve bunu kısa zamanda işitmeyen kalmaz. Ve Hallaç diye anılmaya başlar.
... Ve dün dünyayı ayağa kaldıran malum sada: -' Enelhak! ' Hak benim! Büyük bir sarsıntı. Hayret. Dehşet. İsyan ve itham: - Küfür. - Mansur, Hak O'dur de, Hak benim deme. - Bundan böyle onunla kimse konuşmasın..
Zindanda... İdam fermanı... Halk akın akın ona koşmakta. Gene ölçüye sığmayan sözler.
Halife, iki defa iki büyük zatı gönderir: - Sözünden dön, tövbe et, özür dile... Hallaç. - Sözü kim söylediyse, özürü de dilesin.
Zindan... Her yerde Mansur'u aradılar. Yok. Ertesi gece ne zindan ne Mansur. Üçüncü gece herşey yerli yerinde... Sordular ve Mansur cevapladı: - İlk gece beni aradınız, bulamadınız, ondaydım... Ertesi gece ne ben vardım ne de zindan, O buradaydı... Ve her şeyin yeri yerinde olduğu gece, yerli yerine gelmesi gereken gece. Ta ki, O'nun kanunu korunsun, emri yerine gelsin.
Her gün bin rekat namaz... Soru: - Hem 'Hak benim' diyorsun, hem bu kadar namaz kılıyorsun, söyle namazı kjimin için kılyorsun? Cebvap: - Birbirimizin kadrini yine biz biliriz. Peki sizi zindandan kurtarayım mı? - Nasıl olur? Elini kaldırır, parmak uçlarıyla işaret ettiği noktalarda kapılar, kapıların açıldığı yollarda da emin gizli yollar açılır, mahpusların ayaklarındaki zinzirler çözülür. Sorarlar: - Ya sen kendini niçin kurtarmıyorsun? - Biaz Allah'ın esiriyiz, kurtulmak istemeyiz.. Hakkın bize suçlaması vardır, bizi suçlandıran haktır, bize düşen cezamızı beklemektir.
Mahşeri bir gün... Herkes orada... Mansur getiriliyor ve hala aynı nida: - ' Enelhak! ' Hak benim! Bir derviş yaklşır ve sorar: - Aşk nedir? - Bugün ve yarın görürüsün! O gün asıldı ve bir gün sonra yakıldı.
Darağacında.... Mansura soruluyor: - Tasavvuf nedir? - En aşağı derecesi bende gözüken bu hal. - Ya ileri derecesi? - Onu görmeye yol gerek, o da sizde yok.
Taşlar... Kan... Kasnlar içindeki Mansur... Ses yok.. Tebessüm... O esnada bir dost taş yerine bir gül atar. Bir inilti... Bir iniltiki yürekler titrer ve sorarlar: - Taş yağmuru altında inlemedinde bir güle karşı ne diye böyle inledin? - Taş atanlar, halden anlamazlarki attıkları taşlar bizi incitsin. Ama ya halden anlayanlar, değil taş gül atsalar dahi o gül incitir, inletir. Son sözleri: - Allahım; bana senin için bu işkenceyi reva görenlerden rahmetini esirgeme! Senin aşkın uğruna bana bu işkenceyi yapan ve canımdan ayıran bu kullarını affet affet. Aşkın hürmetine affet...
Gece, küllerinin Dicle'ye döküldüğü günün gecesi... Bir derviş Dicle'ye ulaşmak için yürüyor... Mansur'un vasiyeti aklında: - Cesedimi yaktıktan sonra küllerim Dicle'ye dökülecek. Korkarım Dicle taşar, Bağdat'ı yutar. İstemem Bağdat'a bir şey olmasın... O gece hırkamı nehrin kenarına getir ve sulara at..
Derviş acele acele yürüyor. Dizle kabarıyor kabarıyor.. Sular tam Bağdatı almak üzereyken, hırka sulara kavuşuyor....
'ey itimad ettiğim dostlar, benim nefsimi öldürün ki hayatım katlimdedir' diyen nitekim öldürülen mutasavvıf
Enel alelhakk
Hallacı Mansur
Hallacı Mansur’un esas adı Ebu Abdullah Hüseyin b. Mansur el Beyzavi el Hallac’tır. Hallacı Mansur bu uzun ismine rağmen daha çok Mansur el-Hallac diye anılır. Alevi Bektaşi literatüründe ise Hallacı Mansur olarak anılır.
Hallacı Mansur Hicri 244 (Miladi 858) yılında Beyza yakınlarında bir kasaba olan Tur’da doğdu.922 de Muktedir’in buyruğu üzerine Bağdat’ta asılarak, uzuvları kesilerek iskence ile öldürüldü. Hallacı Mansur’un babası Müslüman, dedesi ise Mezdek inancındaydı. [i] Hallac-ı Mansur bazende Muhammed b. Ahmet el-Farisi adını da kulanıyordu.[ii] Hallac; Hüseyin b. Mansur’un lakabıdır. Mansur, Hallac lakabını baba mesleği olan yorgan yatak yünlerini, pamuklarını temizliyen, tarayan anlamında olan yorgancı ve hallaç mesleğinden dolayı almıştır. Yani Hallacı Masur’un babası yorgancılık yapıyordu. Bu nedenle de Hüseyin b. Mansur’a Hallac-ı Mansur olarak söylendi.
Doç. Dr. Bedri Noyan dedebaba, Hallac-ı Mansur’un Hallac lakabını almasını şöyle anlatıyor.[iii] Hallac-ı Mansurun esas mesleği hallaçlık değildir. Birgün hallaçlık yapan bir dostunun dükkanına gider. “Ben senin işini görürüm, işin geri kalmaz.” diyerek onu bir yere yollar. Adam dönüşünde bakar ki bütün pamuklar atılmış. (Mansur, parmağının bir işareti ile o pamukları atmış.) Bunun üzerine kendisine Hallac takma adı verilmiş.”
Hallac-ı Mansur’un çocukluğu Beyza’da geçti Beyza, İran coğrafyasında yer alır. Bu nedenle de Hallac’ın İran kültür ve inanç etkisinde olması gerekir. Hakbuki Hallac-ı Mansur’un düşünce yapısını incelendiğinde, İran inanç ve kültüründen fazlaca etkilemediği görülmektedir. Bunun aksine kendi yaşamından uzak olan Arap kültür ve inancı daha fazla ilgisini çekmiş ve kendisini fazlaca etkilemiştir. Bunu da çevresinin etkisi ile olsa gerek ki, henüz küçük yaşlarda olduğu halde Kur’ana ilgi duyuyor ve Kur’an derslerini almaya başlıyor. Hallac-ı Mansur küçük yaşlarda Kur’anı ezberlemiştir. Hallac-ı mansur’u ilginç kılan, ve sunni ulamayı şaşırtan ve hayretler içinde bırakan yanı ise çok küçük yaşlarda Kur’an hakkında yorumlar getirmesidir.
Hallac-ı Mansur 16 yaşlarında devrin büyük süfi bilgini Sehl b. Adullah et-Tüsteri’den 2 yıl kadar ders aldı. Tüsteri’nin ölümü üzerine Basra’ya gitti. Hallac-ı Mansur burada ünlü süfi bilgin Amr b. Osman el Mekki’den 2 yıl kadar dersler aldı. Bu sırada hocası olan Amr b. Osman el Mekki’nin karşı çıkmasına rağmen Hallac-ı Mansur ünlü süfi bilginlerinden Ebu Yakup el-Akta’nın kızı Ümmü Hüseyin’le evlendi. Bu evlilikten Süleymen, Ahmet (Hamd) , ve Abdüsamed adında üç erkek, bir de bir kız çocuğu oldu.
Hallac’ın bu evliliği süfilerin arasında ikilik yaratmıştı. Süfiler arasındaki bu kavga Hallac-ı Mansur’un Basra’yı terk etmesine sebep olmuştur. Hallac-ı Mansur tam Basra’yı terk etmek üzereyken Süfilerin önderi ve piri olarak anılan Cüneyd el-Bağdadi ile tanıştı. Var olan rahatsızlıkları, dedikoduları, bu nedenle duyduğu üzüntüyü kendisine anlattı. Cüneyd kendisine öğütlerde bulunarak sabırlı ve sükünetli olmasını istedi.
Hallac-ı Mansur kendisine isnat edilen iftira ve dedikodulara daha fazla dayanmadığından Basra’dan ayrılarak Mekke’ye gitti. Mansur, Mekke’de nefsini terbiye ile ruhunun miracını gerçekleştirmek üzere Kabe’nin haremine kapanarak çile sürecine girdi.
Hallac-ı Mansur’un Mekke’ye gelişini Ebu Yakup Neh-Recur-i şöyle anlatıyor:
“ Mekke’ye ilk gelişinde Kabe’nin sahnında oturuyordu. Hallac, bu bir yıllık.ile süreci içinde oturduğu yerden sadece abdest almak ve tavaf etmek için ayrılmıştır. Ne güneşe aldırıyordu ne de yağmura. Her yatsı vakti yanına bir çörekle bir testi su konuyordu. Bir çöreğin dörtte biriyle bir kaç yudum su alıyor geri kalanı çeviriyordu.[iv]
Hallac-ı Mansur’un bu perhiz-çile denemeleri o günün süfilerini şaşkına çeviriyordu. Aynı zamanda kendisine kızıyor ve alehinde dedikodular yapıyorlardı.Bu dedikoduları Şeyban şöyle naklediyor:
“Öğle sıcağıydı. Bir taşın üstüne oturmuş duran bir genç ile karşılaştık. Hava çok sıcak ve bunaltıcı olduğundan alnında akan terler taşa dökülüyordu. Arkadaşım bu manzarayı görünce bana: “Haydi gidelim” diye işaret etti. Vadiye inince de şöyle dedi: “ Ömrümüz vefa ederse şu adamın başına neler geleceğini göreceğiz. Oturmuş Allah ile ahmakça sabır yarışı yapıyor. Allah ona, tahammül edemeyeceği bir bela mutlaka verecektir.” Daha sonra bu gencin, Hallac olduğunu öğrendik.
Hallac-ı Mansur Mekke’de kaldığı süre zarfında Hac veya umre için gelen müslüman gruplarla sıkı ilişkiler içinde oldu. Onlara kendi düşüncelerini aktarıyor ve onları çeşitli konularda aydınlatıyordu. Özellikle de bu müslüman gruplar içinde Horasan ve civarında gelen insanlara daha yakınlık gösteriyor, onlara Kur’an yorumlarını yapıyor ve çeşitli bilgiler vererek onları aydınlatıyordu.
Hallac-ı Mansur 271 (milladı 900) yılında Mekke’den tekrar Basra’ya döndü. Hallac; ruhsal alemde artık amacına ulaşmış, hayata, insana ve dine değişik perspektiflerden bakmaya başlamış ve kendisine yakışır bir biçimde konuşmaya başlamıştır. Hallac’ın bu durumunu sevgisini kazanananları çoğalttığı gibi, Sünni Ulamanın başını çektiği çevrelerin tepkilerini üzerine çekerek düşman cephesini de büyütmüştür.
Tasavuf konusundaki yeni düşünceleri, etkili davranışları, konuşmaları nedeniyle gittiği yerde çevresinde büyük bir kalabalığın toplanmasına yol açan Hallac-ı Mansur’u değişik inançta ve mezhepte kimseler savunmuştur. Miladi 908 de baş gösteren Hanbeli ayaklanmasına katılmakla suçlanan Hallac-ı Mansur 913 tarihinde Sus’ta bir kadın saray polislerine “ Hallac denen bir adamın evini biliyorum. O eve her gece gizliden birileri geliyor ve çok sakıncalı şeyler konuşuyorlar” deyip şikayette bulundu. Bunun üzerine Hallac’ın baş düşmanı Ebul Hasan Ali b.Ahmet er-Rasimbi tarafından tutuklandı. Sekiz yıl tutuklu kaldıktan sonra Bağdat’a götürüldü. Maliki kadısı Ebu Ömer Hammadi’nin fetvası ve Abasi Halifesi Muktedir’in buyruğu üzerine 22 Mart 922 tarihinde Bağdat’ta idam edildi.
Hallac-ı Mansur; idama getirilirken önce 1000 kamçı vurularak kamçılandı sonra., darağacında asılarak gövdesi param parça edildi. Halalc-ın gövdesinden kesilerek koparılan her bir parçası, her bir uzvu “Enel Hak” diyordu. Bu durumu gördükleri halde halen inanmak istemeyen bu caniler bu zulümle de yetinmeyerek, gövdesi param parça edilmiş Hallac-ı Mansur’u halka teşhir için tüm bağdat sokaklarında gezdirip ve halkı Hallac’ın kafasının kesilmesini seyre zorlanmıştır. Hallac’ın kafası gövdesinden koparıldığı zaman seyre zorlanan halkın gözü önünde Hallac-ı Mansur’un kesik başı “Enel Hakk” diye söylemiştir. Tüm bu olup bitenlere rağmen kafası kesilen Hallacı Mansur gövdesi yakılarak külleri suya serptirilmiş yine de nehrin suları “Enel Hakk “ diye bağırıp çağırmıştır. Suyun bu seslenişi Hallac’ın
“Ben idam edilip, yakılacağım. Benim küllerimi nehire serptirecekler. Nehir bana yapılan zülme dayanamayacak ve “Enek Hakk”diye bağıracaktır. Sen o zaman benin abamı alıp getirip nehire atacaksın. Ancak o zaman sesler kesilecektir diye yardımcısına vasiyette bulunur. Hallac’ın bu vasiyeti yerine getirmek üzere Yardımcısı tarafından Hallacın abası suya atılmış, bölece nehirden gelen “Enel Hakk” nidaları son bulmuştu
TAVAN ARASI - Bağdat... Bağdat...
Bağdat hakkında bu güne kadar kaç yazı yazdım; bilmiyorum. Bağdat’a hiç gitmedim üstelik.
Orası benim için yalnızca Ali Baba’nın, Sinbad’ın masallar diyarı yahut Harun Reşid’in, Halife Mansur’un başkenti değil, biraz da Tuğrul Bey’in, Timur’un, Celayir’in, Şah İsmail’in, Kanuni Süleyman’ın, Dördüncü Murat’ın kızıl elması, rüyası ve Genç Osman dediğin bir küçük uşağın gerçekleşen hayalleridir. Bağdat biraz da Türk–İslam medeniyetinin matematiği, tıbbı, astronomisi, kelamı, tasavvufu ve edebiyatı demektir.
Bağdat, belki Hallac–ı Mansur da demektir. Darağacında işkencede iken “Öldürün beni, beni öldürün! ... Öldürün ki yaşayayım! ” diye çığlıklar atan, hayret makamında vecde gelip “Ene’l–Hak” diyen Hallac. Kimisine göre babasının mesleği dolayısıyla, kimisine göre de bir hallac (pamuk atımcısı) dostunun dükkanında oturmuş sohbet ettiği sırada dostunun bir yere gitmek zorunda kalması üzerine, işleri aksamasın deyip parmağıyla işaret ederek tezgahları işlemeye devam ettiren Mansur. Hani insanların gönüllerindeki sırları pamuk gibi attığı için de Hallac–ı Esrar diye çağrılan veli... Hakkında menakıp kitaplarının ve tarihlerin sitayişle bahsettikleri; tasavvufi fikirleri ve söyledikleri dolayısıyla yüzyıllarca tartışılan aşkın insan. Asıl adı Hüseyin olduğu halde –davasının zafere ulaştığından kinaye– Hallac–ı Mansur veya Nâsır’ın (Yardım eden Allah’ın) Mansuru diye çağırılan adam.
Bağdat’ın bugünkü Babüttak semtinin döşeme taşlarına kulak verilse belki Hallac’ın sırtına vurulan kırbaçların şakırtıları duyulabilir, Dicle üzerindeki büyük köprünün kulesi üstünde iki gün bekletilen kesik başından damlayan kanların Dicle’yi taşırdığı hissedilebilir. Kesilen burnunun, parmaklarının, ellerinin, ayaklarının, kollarının ve bacaklarının siyasi baskı altındaki halkın yüreklerini nasıl çizik çizik ettiğini de ancak hakkında efsanelere ve menkıbelere bürünen bir haltercümesi verebilir.
Hallac bir gün yanındakilere “Eğer Allah’ı tanımıyorsanız eserlerini tanıyınız. İşte o eser benim. Ben Hakk’ım. Çünki ebediyyen Hakk ile Hakk’ım.” demişti. Bu cümledeki Ben Hakk’ım (Ene’l–Hak) sözü birdenbire şehrin duvarlarını sarstı ve Mansur, Bağdat’ın Abbasiler ile Karmatiler arasındaki siyasi egemenlik savaşına feda edildi. Oysa bu cümledeki “Ene’l–Hak (Ben Hakkım) ” sözünün siyakı ve sibakı vardı ve belki de “Ben Hak’tanım” anlaşılmalıydı, yoksa Firavunun dediği gibi “Ben Tanrıyım” demek değil. Allah’ın aşkını çağındaki pek çok insandan daha çok içinde taşıyan bir insan, hak yerine batıllık iddiasında bulunacak ve “Ene’l–Bâtıl” diyecek değildi ya hoş! ... Nitekim “Ben bir gerçeğim ve batıl değilim! ” biçiminde yorumlanan bu söz, Bağdat’ta söylenen ne ilk, ne de son şathiyye olacaktı üstelik.
Bugün Kuzey Afrika’dan Bengal ve Malay takımadalarına kadar İslam’ın olduğu her yerde folklorik de olsa Hallac’a ait bir saygı ve zengin bir kültür vardır. Louis Massignon’un tercüme ve bir ömür süren araştırmalarıyla da bütün Batı dünyasında tanınmıştır. Ama eğer Bağdat’ta yeniden bir savaş yaşanırsa belki onun türbesini artık hiç kimse ziyaret edemeyecektir. Çünki artık bir Hallac Türbesi de olmayacaktır.
Tarıhın Dıpnotlari
Rivayet ederler ki darağacında Hallac’ın ellerini ve ayaklarını kestikleri vakit akan kanlar ince bir sızıntı halinde Dicle’ye ulaşmış. Kanların yerdeki izlerine bakanlar Kelime–i Tevhid yazdığını okumuşlar ve kısa bir süre sonra Dicle’den Hallac’ın davasının esası olan “Lailahe illallah” sadaları duyulmaya başlamış. Hiç yağmur yağmadığı halde Dicle taşmış ve taşkının ulaştığı yerlerde bitkiler, ağaçlar, taş ve toprak da kelime–i tevhid söyler olmuş. Halk korkuya kapılmış ve taşkınların önü alınamamış. Nihayet Divan’ındaki bir beyitte, “Dicle taştığı vakit külümü savurun Dicle’ye... Ta ki sükunet ve huzur bulsun hayat! ” dediğini görmüşler. İdam cezasını verenler cesedini yakmak gibi bir uygulama öngörmüş olmamalarına rağmen bu beyit dolayısıyla cesedi yakılıp külleri Dicle’ye savrulmuş. Ancak o zaman Bağdat’ta hayat normale dönmüş. Günlerce halk hep buraya gelip onu anmışlar ve çoook sonraları burada onun adına makam kabilinden bir türbe inşa olunmuş.
İskender Pala/ Zaman 06.02.2003
Hüseyin Mansur... Bağdat... Mansur bir gün tanıdığı bir hallacın dükkanına uğrar. Mansur bir müddet sohbetten sonra, hallac arkadaşından rica da bulunur, arkadaşı kırmaz dükkanı ona emanet ede nasılsa kısa bir müddet içinde geri dönerim diye ayrılır. Ayrılır da iş pek rast gitmez, dönmek de dönemez bayağı gecikir. Darlanmasından dolayı biraz sitemli Mansur'a:
- Hüseyin, senin işini halledeyim derken, kendi işimdende geri kaldım, müşterilere ne diyeceğim şimdi der?
Mansur, gülümser, bunlar için mi üzülüyorsun der gibi parmağını henüz atılmamış pamuklara doğru uzatınca pamuklar tel tel olup bir tarafa, süprüntüsü, işe yaramazı bir tarafa ayrılır. Arkadaş hayret içinde kalır ve bunu kısa zamanda işitmeyen kalmaz. Ve Hallaç diye anılmaya başlar.
... Ve dün dünyayı ayağa kaldıran malum sada:
-' Enelhak! ' Hak benim!
Büyük bir sarsıntı. Hayret. Dehşet. İsyan ve itham:
- Küfür.
- Mansur, Hak O'dur de, Hak benim deme.
- Bundan böyle onunla kimse konuşmasın..
Zindanda... İdam fermanı... Halk akın akın ona koşmakta. Gene ölçüye sığmayan sözler.
Halife, iki defa iki büyük zatı gönderir:
- Sözünden dön, tövbe et, özür dile...
Hallaç.
- Sözü kim söylediyse, özürü de dilesin.
Zindan... Her yerde Mansur'u aradılar. Yok. Ertesi gece ne zindan ne Mansur. Üçüncü gece herşey yerli yerinde... Sordular ve Mansur cevapladı:
- İlk gece beni aradınız, bulamadınız, ondaydım... Ertesi gece ne ben vardım ne de zindan, O buradaydı... Ve her şeyin yeri yerinde olduğu gece, yerli yerine gelmesi gereken gece. Ta ki, O'nun kanunu korunsun, emri yerine gelsin.
Her gün bin rekat namaz... Soru:
- Hem 'Hak benim' diyorsun, hem bu kadar namaz kılıyorsun, söyle namazı kjimin için kılyorsun?
Cebvap:
- Birbirimizin kadrini yine biz biliriz. Peki sizi zindandan kurtarayım mı?
- Nasıl olur?
Elini kaldırır, parmak uçlarıyla işaret ettiği noktalarda kapılar, kapıların açıldığı yollarda da emin gizli yollar açılır, mahpusların ayaklarındaki zinzirler çözülür.
Sorarlar:
- Ya sen kendini niçin kurtarmıyorsun?
- Biaz Allah'ın esiriyiz, kurtulmak istemeyiz.. Hakkın bize suçlaması vardır, bizi suçlandıran haktır, bize düşen cezamızı beklemektir.
Mahşeri bir gün... Herkes orada... Mansur getiriliyor ve hala aynı nida:
- ' Enelhak! ' Hak benim!
Bir derviş yaklşır ve sorar:
- Aşk nedir?
- Bugün ve yarın görürüsün!
O gün asıldı ve bir gün sonra yakıldı.
Darağacında.... Mansura soruluyor:
- Tasavvuf nedir?
- En aşağı derecesi bende gözüken bu hal.
- Ya ileri derecesi?
- Onu görmeye yol gerek, o da sizde yok.
Taşlar... Kan... Kasnlar içindeki Mansur... Ses yok.. Tebessüm... O esnada bir dost taş yerine bir gül atar. Bir inilti... Bir iniltiki yürekler titrer ve sorarlar:
- Taş yağmuru altında inlemedinde bir güle karşı ne diye böyle inledin?
- Taş atanlar, halden anlamazlarki attıkları taşlar bizi incitsin. Ama ya halden anlayanlar, değil taş gül atsalar dahi o gül incitir, inletir.
Son sözleri:
- Allahım; bana senin için bu işkenceyi reva görenlerden rahmetini esirgeme! Senin aşkın uğruna bana bu işkenceyi yapan ve canımdan ayıran bu kullarını affet affet. Aşkın hürmetine affet...
Gece, küllerinin Dicle'ye döküldüğü günün gecesi... Bir derviş Dicle'ye ulaşmak için yürüyor... Mansur'un vasiyeti aklında:
- Cesedimi yaktıktan sonra küllerim Dicle'ye dökülecek. Korkarım Dicle taşar, Bağdat'ı yutar. İstemem Bağdat'a bir şey olmasın... O gece hırkamı nehrin kenarına getir ve sulara at..
Derviş acele acele yürüyor. Dizle kabarıyor kabarıyor.. Sular tam Bağdatı almak üzereyken, hırka sulara kavuşuyor....