(Ya Resûlallah! Ne olur Ashab-ı Kehf’in köpeği gibi ben de senin ashabının arasında Cennette gireyim. O Cennete gitsin ben Cehenneme, reva mıdır? O Ashab-ı Kehf’in köpeği ben senin ashabın köpeğiyim.)
Ashabın İslam tarihi içerisinde müstesna bir yeri vardır. Zira onlar İslâm’ın çelikleşmiş iradesini temsil eden sembolleşmiş inanç heykelleridir. İmanın ateşten bir kor olarak nitelendirildiği bir zamanda bu nurlu simalar bunu ellerinden ve yüreklerinden düşürmemişlerdir. Çünkü onun yere düşmesi manevî bir infilaka sebep olacaktı. Bunun da bedeli şüphesiz ki çok ağırdı. Bedel ödenecekse baştan ödenmeliydi.
Yüce Rabbimiz ve onun son peygamberi Hz. Muhammed(SAV) İslam davasını sırtlayan sahabilere çok büyük kıymet vermiştir. Onların fedakârlıkları ve muhatap oldukları canhıraş hadiseler, manevî sahada büyümelerine zemin hazırlamıştır. Yüce Mevla’mız bu büyük Allah dostlarını bakın nasıl tavsif ediyor:
“Muhammed, Allah’ın elçisidir. Ve onunla birlikte olanlar da kâfirlere karşı zorlu, kendi aralarında ise merhametlidirler. Onları, rükû edenler, secde edenler olarak görürsün; onlar, Allah’tan bir fazl (lütuf ve ihsan) ve hoşnutluk arayıp isterler. Belirtileri, secde izinden yüzlerindedir.”(Fecir 48/29)
Yukarıdaki ayette de belirtildiği gibi sahabeler kâfirlere karşı canlarını ortaya koymuşlardır. Fakat onlara evvelâ İslâmı tebliğ etmişler, müspet cevap alamayınca mücadele yolunu seçmişlerdir. Çünkü bu Allah’ın emriydi. Onlar da emredilene riayet etmişlerdir. Bu yolda yaşanabilecek menfi hadiselere hazırlıklı olmuşlar, asla korkuya kapılmamışlardır.
İnkârcılara karşı ne kadar şiddetli bir asabiyet içerisindeyseler, öyle de dostlarına karşı son derece müşfiktiler. Birbirlerine karşı çok yumuşak, çok nazik, merhametli hareket ederlerdi. Kur’anî hakikatler üzerinde toplanmaları ve ortak hareket etmeleri son derece kolay olurdu. Onları hep rükû ve secde halinde görürlerdi, o kadar çok ve düzenli namaz kılarlardı ki yüzlerinde secde izi belirirdi. Allah’ın emirlerine karşı itaatkârdılar ve ibadetlerine düşkündüler. Bu güzel hasletleri yüzlerine nur olarak yansımıştı.
Ashab, Allah’ın birliğini(tevhidi) , Hz. Muhammed’in(SAV) onun kulu ve elçisi olduğu gerçeğini(risaleti) bütün insanlara ikna edici bir surette anlatarak yaşantılarıyla iyi bir mümin prototipi(ilk örnek) olmuşlardır. Bu sanıldığı kadar kolay olmamıştır. Hatta bu uğurda pek çok sahabe hayatını feda edebilmiştir. Onun içindir ki onların İslâmî mücadele anlayışı bugünkü insanlarla kıyaslanamayacak kadar yücedir, emsalsizdir.
Sahabeler hayatlarında dünya işlerini daima ikinci plana itmişlerdir. Onların asıl gayesi tevhit ağacının kökleşmesi ve dallarının gürbüzleşmesiydi. Bu manevî ağacı yeri geldiğinde kanlarıyla sulamaktan çekinmemişlerdir.
İslam tarihine bakınca sahabeler dönemi müstesna bir yer teşkil eder. O dönemin, 1400 küsur yıllık süreç içerisinde emsali yoktur. Zira o dönemde ümmetin başında Resulullah gibi nurlu bir rehber ve cesur bir kumandan vardı. İslamla şereflenenler, manevî hizmet sahasında birbirleriyle yarışıyorlardı. Bu asla bir üstünlük yarışı değildi. Çünkü onlar enaniyetlerini yenmiş müstesna şahsiyetlerdi. Bu olsa olsa bir takva yarışı olabilirdi, nitekim de öyleydi. Onlar karşılarındaki inkârcı güruh gibi, hedonist(hazcı) bir felsefeye itibar etmiyorlardı. Nefsin emellerine alet olmuyorlardı.
Arapların cahiliye dönemini olanca şiddetiyle yaşadıkları bir zamanda bütün insanlığın kurtuluşu için gönderilen Hz. Muhammed(SAV) ’ e tabi olanlar, çok kısa bir zaman içerisinde bağlı oldukları bütün tanrıları ve mitleri terk etmişlerdi. Böylelikle de teslimiyetin en güzel örneğini göstermişlerdir. Öyle ki sahabelerin en büyüğü kabul edilen Hz. Ebubekir, Hz. Muhammed(SAV) için ‘Anam babam sana feda olsun ya Resulullah’ diyecek kadar yürekten bağlanmıştı ona… Efendimizi ve onun büyük davasını bütün dünyevî değerlerin fevkinde görüyorlardı. Onların ruhlarını yakınlaştıran, kalplerini yumuşatan, birbirine bağlayan ebetteki bağların en kuvvetlisi ve hayırlısı olan iman bağıydı.
Allah’ın, Hz. Muhammed(SAV) aracılığıyla gönderdiği İslamiyet öyle ulvî bir dindi ki imanla taçlanmış olmak şartıyla köleyle hür, zenginle fakir aynı statüde kabul ediliyordu. Daha doğrusu İslâm’da en geçerli statü iman derecesiydi. Buna takva da deniyordu. Nitekim Peygamberimiz bunu ‘Üstünlük takvadadır’ diyerek özetlemiştir. Ashab da bu sözün gereği olarak takva üzere yaşama hususunda birbiriyle kenetlenerek tatlı bir yarışa girmişlerdir. Bu yarışta herkes gücü nispetinde bir noktaya gelmiş, en mühimi de bu yarışta kaybeden ve üzülen olmamıştır. Zira hepsi Cennet hediyesiyle mükâfatlandırılmışlardır.
İslâmın nesep üstünlüğüne itibar etmediği aşikârdır. İnsanların boyunlarına tasmalar takılıp çarşı pazarda köle niyetine satıldığı talihsiz bir dönemde Mekke’de dünyaya gelen Bilâl-i Habeşi’nin imanla şereflenmesinden sonra kazandığı manevî mertebe buna delildir. Aslen Habeşli olan bu büyük sahabenin annesi ve babası da köleydi. Efendisinin koyun ve develerini gütmekten başka bir işi yoktu. Köle olduğu için hiçbir söz hakkı bulunmuyordu. Hayatında geleceğe dönük iyimser bir işaret de görülmüyordu. Böyle karamsar bir tablo içerisindeyken kendisine Resulullah’ın davetine icabet etmek nasip oldu. O artık kula kul değil, Hakk’a kuldu. Hakk’a kul olmak, anlayan için aslında en büyük özgürlüktü.
Bilâl-i Habeşi zamanında imanını ifşa etmek o kadar kolay bir şey değildi. Fakat o her türlü zulme ve işkenceye göğüs germe pahasına imanını ilan eden yedi şerefli kişiden biri oldu. Fakat akla gelmedik baskı ve işkenceler de böylece başladı. Bilal’ı alıp sahraya götürdüler. Çölün kızgın kumları üzerinde yatırıyor, omuzlarına taşlar koyup, bir taraftan işkence yaparken, diğer yandan da gönlünün gülü Muhammed’i ve dinini inkâr etmesini istiyorlardı. Tanrılık iddiasında bulunan Ebu Cehil bu durum karşısında çileden çıkmıştı. Kendi iradesi dışında bir güce tabi olunmasını kabul edemiyordu.
İmanla ve İslamla şereflenen Bilal yüzüstü kızgın kumlara yatırılıyor ve kendisine güneşte kızarıncaya kadar işkence yapıyordu. Her tarafı kan, revan içinde kalıyordu. Bir taraftan da, ‘Muhammed’in Rabbini inkâr et! ’ diye sürekli telkinde bulunuyor, hakaret üstüne hakaretler yağdırıyorlardı. Zaten gücü tükenen Bilal’ın, söz söylemeye mecali kalmıyor, dudaklarından sadece bir kelime dökülüyordu: ‘Ehad… Ehad! ...’
Ona yapılan onca zulüm ve işkence neticeyi değiştirmedi. O artık İslâmın mücahitlerinden biriydi. Daha sonra da Hz. Muhammed’in(SAV) müezzini olma bahtiyarlığına kavuşacaktı. Kula kulluktan Allah’a kulluğa giden yolda çok acılar çekse de Bilal kölelikten Cennet’in çok arzuladığı bir mümin konumuna yükselmişti.
Ashab iman üzere yaşamak ve etrafını imanla aydınlatmak için nelere göğüs germemiştir ki! ... Cennetle müjdelenen on kişiden(aşere-i mübeşşere) biri olan Sa’d b. Ebi Vakkas İslâm’a girişini ve sonrasındaki gelişmeleri şöyle anlatır:
“Müslüman olmadan önce rüyamda kendimi hiç bir şeyi göremediğim karanlık bir yerde gördüm. Bu arada ay doğdu ve ben onun aydınlığına tabi oldum. Benden önce bu aya kimlerin uymuş olduğuna bakıyordum. Onlar, Zeyd b. Harise, Ali b. Ebî Talib ve Ebû Bekir’di. Onlara ne kadar zamandan beri burada olduklarını sorduğumda, onlar; ‘Bir saat kadardır’ dediler. Araştırdığımda öğrendim ki, Rasûlüllah gizlice İslâm’a davette bulunmaktadır. Ona Ecyad tepesi taraflarında rastladım. İkindi namazını kılıyordu. Orada İslâmı kabul ettim. Benden önce bu kimselerden başkası iman etmemişti”
Sa’d’ın, Müslüman olduğunu öğrenen annesi, buna çok üzülmüş ve oğlunu atalarının dinine döndürebilmek için çareler aramaya başlamıştı. Sa’d’a, eğer girdiği dinden dönmezse, yemeyip içmeyeceğine dair yemin etmişti. Sa’d, annesine, bunu yapmamasını, çünkü dininden dönmeyeceğini söyledi. Yeminini uygulamaya koyan annesi, bir zaman sonra açlık ve susuzluktan bayılmıştı. Ayıldığında Sa’d ona; ‘Senin bin tane canın olsa ve bunları bir bir versen, ben yine de dinimden dönmeyeceğim’ demişti. Onun kararlılığını gören annesi yemininden vazgeçmişti. Bu hadiseden sonra yüce Allah, anneye babaya itaat konusunda sınırın nasıl koyulacağına dair şu ayeti göndermişti:
“Bununla birlikte, onların ikisi (annen ve baban) hakkında bir bilgin olmayan şeyi Bana şirk koşman için, sana karşı çaba harcayacak olurlarsa, bu durumda onlara itaat etme ve dünya (hayatın) da onları iyilikle (maruf üzere) sahiplen (onlarla geçin) ve Bana ‘gönülden-katıksız olarak yönelenin’ yoluna tabi ol. Sonra dönüşünüz yalnızca banadır, böylece ben de size yaptıklarınızı haber vereceğim.” (Lokman, 31 / 15)
Sa’d b. Ebi Vakkas da diğer sahabeler gibi pek çok çileye talip olmuş ve büyük sıkıntılarla yüz yüze gelmiştir. Mekke’de Müslümanlar, Mekke zorbalarının saldırılarından emin olmak için ibadetlerini gizli ve tenha yerlerde ifa ediyorlardı. Bir gün Sa’d (r.a) arkadaşlarıyla birlikte ibadet ederlerken müşriklerden bir grup onlara sataşarak İslâmla alay etmişler ve onlara saldırmışlardı. Sa’d eline geçirdiği bir deve sırt kemiğini alıp müşriklere karşılık vermiş ve onlardan birini yaralayarak kanlar içerisinde bırakmıştı. İşte İslâm’da Allah için ilk akıtılan kan budur. Cihat açısından balkınca da mühim bir dönüm noktasıdır bu... Yine bu mübarek sima bütün savaşlara katılmış, Resulullah onu bir birliğe komutan tayin etmiştir.
Bunun yanında yine dünyadayken cennetle müjdelenen kişilerden bir başkası olan Talha b. Ubeydullah da birçok Müslüman gibi, İslam’a girdikten sonra müşriklerin eziyetlerine maruz kalmış, ama yolundan dönmemiştir. İslam’ın azılı düşmanlarından Nevfel b. Huveylid, Talha’nın Müslüman olduğunu duyunca, Ebubekir’le onu bir iple birbirlerine bağlamış, uzun süre iplerini çözmemiştir.
Talha b. Ubeydullah, Bedir’den sonraki birçok savaşa katılmıştır. Uhud günü Peygamberimizi kahramanca müdafaa etmiş, O’na bir şey olmasın diye atılan oklara, indirilen kılıç darbelerine karşı vücudunu siper etmiştir. Sonuçta birçok kılıç ve ok yarası almış, aldığı yara neticesi bir kolu çolak kalmış, yine Resulullah’ı müdafaadan geri durmamıştır.
Bir diğer cennet ehli(cennetle müjdelenen) sahabe de Ebu Ubeyde b. El-Cerrah’tır. Ebû Ubeyde de diğer büyük sahâbîler gibi bütün gazalara katılmıştır. Bedir gazasında müşriklerin safında çarpışan ve kâfir olan babası Abdullah’la karşılaşmış ve onu öldürmüştür. İslâm akidesinin ilk yaygınlaştığı dönemlerde buna benzer olaylar çoktur. Meselâ, Hz. Ebû Bekir, oğlu ile; Mus’ab b. Umeyr, kardeşi ile; Hz. Ömer, dayısı ile çarpışmıştır. Bunlarla ilgili olarak Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurulur:
“Allah’a ve âhiret gününe iman eden hiçbir kavmi, babaları, oğulları, kardeşleri, hısım ve akrabaları olsalar bile Allah ve Resulüne meydan okumaya kalkışanlara sevgi besler bulamazsın. İşte Allah onların kalplerine iman yazmış ve kendilerini tarafından bir ruh ile desteklemiştir. Onları, altlarında ırmaklar akan Cennetlere koyarız ve orada ebedî kalırlar. Öyle ki, Allah onlardan, onlar da Allah’tan hoşnutturlar. İşte bunlar Allah taraftarıdırlar. İyi bilin ki, Allah taraftarları hep kurtuluşa erenlerdir” (Mücadele, 58/22)
Ebû Ubeyde, Uhud savaşında Rasûlullah’ın yüzüne batan miğfer parçalarını dişleriyle çekerken ön dişleri kırılmıştır. Rivayetlere göre Ebû Ubeyde önderliğinde keşfe gönderilen sahabe birliğinin bir dağarcık hurması bulunmaktaydı; onun için bütün gün bir hurma ile idare etmişler, ağaç yapraklarını suyla ıslatarak açlıklarını yatıştırmaya çalışmışlardır. Bu örnek olay, sahabenin hangi zor şartlar ve yokluklar altında ilâyı kelimetullah için cihada çıktığına sadece bir örnektir. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür.
Yaşadıklarına bakınca Ebu Ubeyde’nin, züht ve takva sahibi, ‘ümmetin emini’, cesur, savaşçı, adaletle hükmeden, itaatkâr bir sahabe olduğu görülür. Diğer birçok sahabe gibi o da, fütuhat(zaferler, fetihler) sonunda ele geçirilen mal ve mülke rağbet etmeyerek sade bir hayat sürmüştür. Hz. Ömer onun odasının eşyasız; bir keçe, bir kırba, birkaç lokma yiyecekten ibaret olduğunu görünce ağlamış ve “Dünya herkesi değiştirdi, yalnız seni değiştiremedi” demiştir. Bugünkü ehli keyif hayatımızla bu fedakârlıkların kıyası mümkün müdür?
Rasûlullah’ın hayatta iken Cennetle müjdelediği on sahabeden ve ilk Müslümanlardan bir diğeri de Abdurrahman İbn Avf’tır. Ticaretten çok iyi anladığı için maddî durumu iyiydi. Fakat ömrü boyunca nesi varsa ihtiyaç sahiplerine dağıtmıştır. Beş yüz devesini üzerindeki kıymetli mallarla fakir fukaraya taksim etmiştir. Çok kıymetli bir arazisini satmış, elde ettiği parayı ahirete göçen Peygamberimizin zevcelerine dağıtmıştı. Halifelik seçimlerinde kendisi de aday olmasına rağmen bu hakkından feragat etmiştir. Bugünün siyasileri bunu yapabilir miydi? Bu fedakârlığı gösterebilir miydi? Nerdeee? ...
Yine sahabenin ileri gelenlerinden birisi de Zeyd b. Sabid’di. O, hicretten yaklaşık on bir yıl önce dünyaya gelmiştir. Resulullah (SAV) , Bedir Savaşı’na katılmak isteyen birkaç genci, yaşları küçük olduğu için geri çevirmişti, Zeyd de bu gençler arasındaydı. Ufacık bir çocuğun Allah için savaşma aşkını görüyor musunuz? Günümüzün gençlerinden bazıları askerden kaçmak için kendilerini çürüğe ayırmaya çalışıyorlar. Asrı Saadet’te bir çocuk gönüllü olarak müminlerin saflarına katılıyordu. Ruh yüceliğine bakar mısınız? ...
Resulullah(SAV) Efendimiz’in güzîde ashabının önemli simalarından biri de şüphesiz ki Mus’ab bin Umeyr’dir. Mus’ab(r.a.) , Dâru’l Erkam’da Kâinatın Efendisi(SAV) ’ni dinlemeye geldi ve orada İslam ile şereflendi. Mus’ab(r.a.) ’ın tam olarak hangi yılda Müslüman olduğu bilinmemekle birlikte Bi’set’in yedinci yılında İslam’ı kabul ettiği rivayet edilmektedir. Bi’set’in yedinci yılında Müslüman olan Mus’ab, hicretin üçüncü yılında Uhud’da şehit düşmüştür. O büyük izzet sahibi zat, dünya hayatında mümin olarak dokuz yıl yaşadı. Fakat bu zorlu dokuz yılda ebedî hayatını kurtardı. Bizler ortalama yetmiş yıllık ömrümüzde hiçbir manevî rütbe kazanamıyoruz. Geçen günler ziyan hanemize yazılıyor.
Mus’ab(r.a.) Kureyş’in en asil ailelerinden birinin çocuğuydu. Ailesi çok zengin olduğu için Mus’ab, lüks içinde yaşıyor, her istediği eksiksiz yerine getiriliyordu. Tabir caizse bir eli yağda, bir eli baldaydı. Üstelik çok da güzel bir delikanlıydı. Bütün gözler onun üzerindeydi. Herkes onun yerinde olmak isterdi. Fakat o çok rahat şartlar içerisinde yaşasa da mevcut durumundan razı değildi. Hayatında bir şeylerin eksik olduğunu düşünüyordu. Bir arayış içerisindeydi. Bu arayış neticesinde yolu Resulullah’la kesişti; şereflerin ve saadetlerin en büyüğü olan Müslüman olma şerefine nail oldu.
Herkesin gıptayla baktığı öyle bir hayatı terk eden Mus’ab, çetin bir hayata atılmayı tercih etmişti. Çileye talip olmuştu. Bununla beraber dünyevî nimetleri de elinin tersiyle itmişti. O, bolluk içerisinde yaşarken açlığa meyletmişti. Ailesinin mali durumu nedeniyle çevresinde itibarlı bir insanken bu konumunu da kaybetmiş, eski çevresinde aşağılanan ve hor görülen bir insan olmuştu. Şan ve şöhreti bırakmış sıradan bir insan olmayı tercih etmişti. Rahat içerisinde yaşarken işkencelere tabi tutulmayı göze almıştı. Neticede baskılara dayanamayarak Habeşistan’a hicret edenlerin yanında yer almıştı. Dünya nimetleri yerine imana itibar etmişti. Kısacası dünyayı bir kalemde silmiş, ahiret saltanatını seçmişti. Hayatı yemek, içmek ve eğlenmekten ibaret gören günümüz insanı buna cesaret edebilir mi?
Kâinatın Efendisi Hz. Muhammed(SAV) ’i ağlatacak kadar örnek bir mücadelesi ve çileli hayatı vardır Mus’ab(r.a.) ’ın… Hem de bir değil birkaç kere ağlatacak kadar içli, bir o kadar da mübarek… Medine günlerinden bir gün Mus’ab’in ihlâsı ve dirayeti Resulullah’ın gözlerinden mübarek yaşların süzülmesine neden olmuştur. Sahabe hayatının örnek levhalarından biri olan bu hadiseyi Hz. Ali (r.a.) şöyle anlatır:
“Biz Resulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem ile birlikte otururken uzaktan Mus’ab bin Umeyr göründü, bize doğru geliyordu. Üzerinde deri parçası ile yamanmış bir bürdesi vardı. Resulullah(SAV) onu görünce, Mekke’de iken giyim kuşam yönünden yaşadığı bolluğu düşünerek ağladı. Sonra şunu söyledi: ‘Gün gelip, sizden biri, sabah bir elbise, akşam bir başka elbise giyse ve önüne yemek tabakalarının biri getirilip diğeri kaldırılsa ve evlerinizi de halılar ve kilimler ile Kâbe gibi örtseniz o zamanda nasıl olursunuz? ’ ‘O gün, dediler, biz bugünümüzden çok daha iyi oluruz. Çünkü hayat külfetimiz karşılanmış olacak, biz de ibadete daha çok vakit ayıracağız.’ ‘Hayır! ’, buyurdu, ‘Bilakis siz bugün o günden daha iyisinizdir.”(Tirmizî, Kıyamet 36, (2478))
Sahabelerin ibretlik hayatına dair o kadar çok misal var ki insan hangisini anlatacağını şaşırıyor. Hangi örnekten yola çıkarsanız çıkın neticede onların dirayeti, asaleti, vefakârlığı ve cefakârlığı çıkıyor meydana... Onun içindir ki Resulullah o mübarek canları bağrına basarak himaye etmiştir hep… Bu güzel insanlar onun himayesini zaten fazlasıyla hak ediyorlardı. Çünkü Onlar her zaman savaşta Rasûlüllah (SAV) ’in önünde, namazda ise arkasında durmuşlardır. Manevi tekâmül için bundan büyük referans olur mu?
Günümüz insanı bu büyük zatları tanıyıp onlar gibi yaşadıkça yükselecek, onları gündeminin dışına itip onlardan uzaklaştıkça alçalacaktır. Tercih cüzi irade sahibi olan insanlarındır. Herkes de tercihinin akıbetinden sorumludur.
Zamanımızda ruhlarımız dünyevî endişelerle kuşatılmış… Elimiz kolumuz, önümüz arkamız nimetlerle dolu olduğu halde yine de yarının rızkının olup olmayacağı, nimetlerin gelip gelmeyeceği endişesiyle rahatımızı kaçırıyoruz. Henüz uçma yeteneği bile kazanamayan minik kuş yavrularının kursağını annelerinin getirdiği yiyeceklerle dolduran ve onları Rezzak sıfatıyla rızıklandıran Allah, her gününü rızık peşinde harcayan müminlerin rızkını niye vermesin ki! ... Bu hususta menfi düşüncelere kapılıp rahatını kaçırmak Allah’a güvensizlik değil de nedir? Maazallah şuurlu yapılırsa bunun ucu küfre kadar varır. Peygamber Efendimiz bu hakikati, “İnsanoğlunun bir vadi dolusu altını olsa ikincisini ister” hadisiyle dile getirmiştir. Öyle değil mi? Buldukça bulandırmıyor muyuz?
Sahabeler; İslam ve Allah yolunda çarpışırken, mallarını, canciğer dostlarını ve onları diri tutan canlarını kaybetti.Ya biz mukaddes değerlerimiz için nelerimizi kaybettik ki Rabbimizden manevî ücret(Cennet) talep ediyoruz? ... Allah’ın izniyle o kutlu insanların kabirlerinden dünyaya bir pencere açılsa ve ahir zaman ümmeti olan bizi seyretme imkânına erişseler acaba bu durumumuza ne derlerdi? Acaba hal ve hareketlerimizi temaşa ettikten sonra bizi Müslüman vasfıyla vasıflandırırlar mıydı? Bu mevzuda ciddi şüphe ve endişelerim mevcuttur. Peki, biz bu büyük maneviyat erenlerini görsek yüzlerine bakmaya yüzümüz olur muydu? Azıcık arlanma duygumuz kalmışsa utanıp, sıkılıp yerin dibine geçmez miydik?
Huzuru mahşerde Allah ve Resulü’nün karşısına çıktığımızda yüzlerimizin kızarıp pancara dönmesini istemiyorsak attığımız adımlara dikkat etmek mecburiyetindeyiz. Sahabeler canlarını ortaya koyarak İslam kalesini sonuna kadar muhafaza ve müdafaa ettiler. Oysa bizlerin oralarda hiç mi hiç bezi yok. Gündelik meşguliyetlerle altın kıymetindeki ömrümüzü zayi ediyoruz. Çamur içerisinde debelenip duruyoruz.
Gelin tez vakitte tuttuğumuz bu yanlış yoldan dönelim. Bu yolun ötesi uçurumdur. Hayatımızı Kur’an’a ve hadis hükümlerine göre yeniden tanzim edelim. Ashabın dava anlayışını ve hizmet şuurunu kendimize şiar edinelim. ‘Daha gencim, zamanım var, sonra dönerim’ demeyelim. Çünkü ruhların ne zaman kabzedileceğini Cenab-ı Allah’tan başka hiç kimse bilemez. Sıkışınca, ölüm meleği gelince Firavun misali ‘İnandım’ demek fayda etmez. Firavun imanı(!) bizi ancak Cehenneme götürür.
öyle insanlardıki onlar. islam için allah için müşrik olan kardeşleri ile babaları ile savştılar. öldüler öldürüldüler. yerlerinden sürgün edildiler aç bırkıldılar işkecence edildiler. ve bugün yüce islamı yeryüzüne hakim olmasını sağladılar. onlar gökteki yıldazlardır. allahın selamı hepsinin üzerine olsun.
''Fazilette sahabeye kimse yetisemez.Ashab insanligin en seckin ve mümtaz neslidir.''Resulullah (s.a.s) ile sohbet onlara fevkalade bir olgunluk ve seref kazandirmistir.
Molla Cami’den bir beyit:
Yâ Resûlallah! Çi bâşed
çün seg-i Ashab-ı Kehf?
Dahil-i cennet şevem
der zümre-i ashab-ı tû,
O reved der cennet,
men der cehennem key revast?
O seg-i Ashab-ı Kehf,
men seg-i ashab-ı tû…”
(Ya Resûlallah! Ne olur Ashab-ı Kehf’in köpeği gibi ben de senin ashabının arasında Cennette gireyim. O Cennete gitsin ben Cehenneme, reva mıdır? O Ashab-ı Kehf’in köpeği ben senin ashabın köpeğiyim.)
Benim eshabım yıldızlar gibidir hangisine uyarsanız hidayet bulursunuz
hadisi şerif
SAHABEDE DAVA VE HİZMET ŞUURU
M.NİHAT MALKOÇ
Ashabın İslam tarihi içerisinde müstesna bir yeri vardır. Zira onlar İslâm’ın çelikleşmiş iradesini temsil eden sembolleşmiş inanç heykelleridir. İmanın ateşten bir kor olarak nitelendirildiği bir zamanda bu nurlu simalar bunu ellerinden ve yüreklerinden düşürmemişlerdir. Çünkü onun yere düşmesi manevî bir infilaka sebep olacaktı. Bunun da bedeli şüphesiz ki çok ağırdı. Bedel ödenecekse baştan ödenmeliydi.
Yüce Rabbimiz ve onun son peygamberi Hz. Muhammed(SAV) İslam davasını sırtlayan sahabilere çok büyük kıymet vermiştir. Onların fedakârlıkları ve muhatap oldukları canhıraş hadiseler, manevî sahada büyümelerine zemin hazırlamıştır. Yüce Mevla’mız bu büyük Allah dostlarını bakın nasıl tavsif ediyor:
“Muhammed, Allah’ın elçisidir. Ve onunla birlikte olanlar da kâfirlere karşı zorlu, kendi aralarında ise merhametlidirler. Onları, rükû edenler, secde edenler olarak görürsün; onlar, Allah’tan bir fazl (lütuf ve ihsan) ve hoşnutluk arayıp isterler. Belirtileri, secde izinden yüzlerindedir.”(Fecir 48/29)
Yukarıdaki ayette de belirtildiği gibi sahabeler kâfirlere karşı canlarını ortaya koymuşlardır. Fakat onlara evvelâ İslâmı tebliğ etmişler, müspet cevap alamayınca mücadele yolunu seçmişlerdir. Çünkü bu Allah’ın emriydi. Onlar da emredilene riayet etmişlerdir. Bu yolda yaşanabilecek menfi hadiselere hazırlıklı olmuşlar, asla korkuya kapılmamışlardır.
İnkârcılara karşı ne kadar şiddetli bir asabiyet içerisindeyseler, öyle de dostlarına karşı son derece müşfiktiler. Birbirlerine karşı çok yumuşak, çok nazik, merhametli hareket ederlerdi. Kur’anî hakikatler üzerinde toplanmaları ve ortak hareket etmeleri son derece kolay olurdu. Onları hep rükû ve secde halinde görürlerdi, o kadar çok ve düzenli namaz kılarlardı ki yüzlerinde secde izi belirirdi. Allah’ın emirlerine karşı itaatkârdılar ve ibadetlerine düşkündüler. Bu güzel hasletleri yüzlerine nur olarak yansımıştı.
Ashab, Allah’ın birliğini(tevhidi) , Hz. Muhammed’in(SAV) onun kulu ve elçisi olduğu gerçeğini(risaleti) bütün insanlara ikna edici bir surette anlatarak yaşantılarıyla iyi bir mümin prototipi(ilk örnek) olmuşlardır. Bu sanıldığı kadar kolay olmamıştır. Hatta bu uğurda pek çok sahabe hayatını feda edebilmiştir. Onun içindir ki onların İslâmî mücadele anlayışı bugünkü insanlarla kıyaslanamayacak kadar yücedir, emsalsizdir.
Sahabeler hayatlarında dünya işlerini daima ikinci plana itmişlerdir. Onların asıl gayesi tevhit ağacının kökleşmesi ve dallarının gürbüzleşmesiydi. Bu manevî ağacı yeri geldiğinde kanlarıyla sulamaktan çekinmemişlerdir.
İslam tarihine bakınca sahabeler dönemi müstesna bir yer teşkil eder. O dönemin, 1400 küsur yıllık süreç içerisinde emsali yoktur. Zira o dönemde ümmetin başında Resulullah gibi nurlu bir rehber ve cesur bir kumandan vardı. İslamla şereflenenler, manevî hizmet sahasında birbirleriyle yarışıyorlardı. Bu asla bir üstünlük yarışı değildi. Çünkü onlar enaniyetlerini yenmiş müstesna şahsiyetlerdi. Bu olsa olsa bir takva yarışı olabilirdi, nitekim de öyleydi. Onlar karşılarındaki inkârcı güruh gibi, hedonist(hazcı) bir felsefeye itibar etmiyorlardı. Nefsin emellerine alet olmuyorlardı.
Arapların cahiliye dönemini olanca şiddetiyle yaşadıkları bir zamanda bütün insanlığın kurtuluşu için gönderilen Hz. Muhammed(SAV) ’ e tabi olanlar, çok kısa bir zaman içerisinde bağlı oldukları bütün tanrıları ve mitleri terk etmişlerdi. Böylelikle de teslimiyetin en güzel örneğini göstermişlerdir. Öyle ki sahabelerin en büyüğü kabul edilen Hz. Ebubekir, Hz. Muhammed(SAV) için ‘Anam babam sana feda olsun ya Resulullah’ diyecek kadar yürekten bağlanmıştı ona… Efendimizi ve onun büyük davasını bütün dünyevî değerlerin fevkinde görüyorlardı. Onların ruhlarını yakınlaştıran, kalplerini yumuşatan, birbirine bağlayan ebetteki bağların en kuvvetlisi ve hayırlısı olan iman bağıydı.
Allah’ın, Hz. Muhammed(SAV) aracılığıyla gönderdiği İslamiyet öyle ulvî bir dindi ki imanla taçlanmış olmak şartıyla köleyle hür, zenginle fakir aynı statüde kabul ediliyordu. Daha doğrusu İslâm’da en geçerli statü iman derecesiydi. Buna takva da deniyordu. Nitekim Peygamberimiz bunu ‘Üstünlük takvadadır’ diyerek özetlemiştir. Ashab da bu sözün gereği olarak takva üzere yaşama hususunda birbiriyle kenetlenerek tatlı bir yarışa girmişlerdir. Bu yarışta herkes gücü nispetinde bir noktaya gelmiş, en mühimi de bu yarışta kaybeden ve üzülen olmamıştır. Zira hepsi Cennet hediyesiyle mükâfatlandırılmışlardır.
İslâmın nesep üstünlüğüne itibar etmediği aşikârdır. İnsanların boyunlarına tasmalar takılıp çarşı pazarda köle niyetine satıldığı talihsiz bir dönemde Mekke’de dünyaya gelen Bilâl-i Habeşi’nin imanla şereflenmesinden sonra kazandığı manevî mertebe buna delildir. Aslen Habeşli olan bu büyük sahabenin annesi ve babası da köleydi. Efendisinin koyun ve develerini gütmekten başka bir işi yoktu. Köle olduğu için hiçbir söz hakkı bulunmuyordu. Hayatında geleceğe dönük iyimser bir işaret de görülmüyordu. Böyle karamsar bir tablo içerisindeyken kendisine Resulullah’ın davetine icabet etmek nasip oldu. O artık kula kul değil, Hakk’a kuldu. Hakk’a kul olmak, anlayan için aslında en büyük özgürlüktü.
Bilâl-i Habeşi zamanında imanını ifşa etmek o kadar kolay bir şey değildi. Fakat o her türlü zulme ve işkenceye göğüs germe pahasına imanını ilan eden yedi şerefli kişiden biri oldu. Fakat akla gelmedik baskı ve işkenceler de böylece başladı. Bilal’ı alıp sahraya götürdüler. Çölün kızgın kumları üzerinde yatırıyor, omuzlarına taşlar koyup, bir taraftan işkence yaparken, diğer yandan da gönlünün gülü Muhammed’i ve dinini inkâr etmesini istiyorlardı. Tanrılık iddiasında bulunan Ebu Cehil bu durum karşısında çileden çıkmıştı. Kendi iradesi dışında bir güce tabi olunmasını kabul edemiyordu.
İmanla ve İslamla şereflenen Bilal yüzüstü kızgın kumlara yatırılıyor ve kendisine güneşte kızarıncaya kadar işkence yapıyordu. Her tarafı kan, revan içinde kalıyordu. Bir taraftan da, ‘Muhammed’in Rabbini inkâr et! ’ diye sürekli telkinde bulunuyor, hakaret üstüne hakaretler yağdırıyorlardı. Zaten gücü tükenen Bilal’ın, söz söylemeye mecali kalmıyor, dudaklarından sadece bir kelime dökülüyordu: ‘Ehad… Ehad! ...’
Ona yapılan onca zulüm ve işkence neticeyi değiştirmedi. O artık İslâmın mücahitlerinden biriydi. Daha sonra da Hz. Muhammed’in(SAV) müezzini olma bahtiyarlığına kavuşacaktı. Kula kulluktan Allah’a kulluğa giden yolda çok acılar çekse de Bilal kölelikten Cennet’in çok arzuladığı bir mümin konumuna yükselmişti.
Ashab iman üzere yaşamak ve etrafını imanla aydınlatmak için nelere göğüs germemiştir ki! ... Cennetle müjdelenen on kişiden(aşere-i mübeşşere) biri olan Sa’d b. Ebi Vakkas İslâm’a girişini ve sonrasındaki gelişmeleri şöyle anlatır:
“Müslüman olmadan önce rüyamda kendimi hiç bir şeyi göremediğim karanlık bir yerde gördüm. Bu arada ay doğdu ve ben onun aydınlığına tabi oldum. Benden önce bu aya kimlerin uymuş olduğuna bakıyordum. Onlar, Zeyd b. Harise, Ali b. Ebî Talib ve Ebû Bekir’di. Onlara ne kadar zamandan beri burada olduklarını sorduğumda, onlar; ‘Bir saat kadardır’ dediler. Araştırdığımda öğrendim ki, Rasûlüllah gizlice İslâm’a davette bulunmaktadır. Ona Ecyad tepesi taraflarında rastladım. İkindi namazını kılıyordu. Orada İslâmı kabul ettim. Benden önce bu kimselerden başkası iman etmemişti”
Sa’d’ın, Müslüman olduğunu öğrenen annesi, buna çok üzülmüş ve oğlunu atalarının dinine döndürebilmek için çareler aramaya başlamıştı. Sa’d’a, eğer girdiği dinden dönmezse, yemeyip içmeyeceğine dair yemin etmişti. Sa’d, annesine, bunu yapmamasını, çünkü dininden dönmeyeceğini söyledi. Yeminini uygulamaya koyan annesi, bir zaman sonra açlık ve susuzluktan bayılmıştı. Ayıldığında Sa’d ona; ‘Senin bin tane canın olsa ve bunları bir bir versen, ben yine de dinimden dönmeyeceğim’ demişti. Onun kararlılığını gören annesi yemininden vazgeçmişti. Bu hadiseden sonra yüce Allah, anneye babaya itaat konusunda sınırın nasıl koyulacağına dair şu ayeti göndermişti:
“Bununla birlikte, onların ikisi (annen ve baban) hakkında bir bilgin olmayan şeyi Bana şirk koşman için, sana karşı çaba harcayacak olurlarsa, bu durumda onlara itaat etme ve dünya (hayatın) da onları iyilikle (maruf üzere) sahiplen (onlarla geçin) ve Bana ‘gönülden-katıksız olarak yönelenin’ yoluna tabi ol. Sonra dönüşünüz yalnızca banadır, böylece ben de size yaptıklarınızı haber vereceğim.” (Lokman, 31 / 15)
Sa’d b. Ebi Vakkas da diğer sahabeler gibi pek çok çileye talip olmuş ve büyük sıkıntılarla yüz yüze gelmiştir. Mekke’de Müslümanlar, Mekke zorbalarının saldırılarından emin olmak için ibadetlerini gizli ve tenha yerlerde ifa ediyorlardı. Bir gün Sa’d (r.a) arkadaşlarıyla birlikte ibadet ederlerken müşriklerden bir grup onlara sataşarak İslâmla alay etmişler ve onlara saldırmışlardı. Sa’d eline geçirdiği bir deve sırt kemiğini alıp müşriklere karşılık vermiş ve onlardan birini yaralayarak kanlar içerisinde bırakmıştı. İşte İslâm’da Allah için ilk akıtılan kan budur. Cihat açısından balkınca da mühim bir dönüm noktasıdır bu... Yine bu mübarek sima bütün savaşlara katılmış, Resulullah onu bir birliğe komutan tayin etmiştir.
Bunun yanında yine dünyadayken cennetle müjdelenen kişilerden bir başkası olan Talha b. Ubeydullah da birçok Müslüman gibi, İslam’a girdikten sonra müşriklerin eziyetlerine maruz kalmış, ama yolundan dönmemiştir. İslam’ın azılı düşmanlarından Nevfel b. Huveylid, Talha’nın Müslüman olduğunu duyunca, Ebubekir’le onu bir iple birbirlerine bağlamış, uzun süre iplerini çözmemiştir.
Talha b. Ubeydullah, Bedir’den sonraki birçok savaşa katılmıştır. Uhud günü Peygamberimizi kahramanca müdafaa etmiş, O’na bir şey olmasın diye atılan oklara, indirilen kılıç darbelerine karşı vücudunu siper etmiştir. Sonuçta birçok kılıç ve ok yarası almış, aldığı yara neticesi bir kolu çolak kalmış, yine Resulullah’ı müdafaadan geri durmamıştır.
Bir diğer cennet ehli(cennetle müjdelenen) sahabe de Ebu Ubeyde b. El-Cerrah’tır. Ebû Ubeyde de diğer büyük sahâbîler gibi bütün gazalara katılmıştır. Bedir gazasında müşriklerin safında çarpışan ve kâfir olan babası Abdullah’la karşılaşmış ve onu öldürmüştür. İslâm akidesinin ilk yaygınlaştığı dönemlerde buna benzer olaylar çoktur. Meselâ, Hz. Ebû Bekir, oğlu ile; Mus’ab b. Umeyr, kardeşi ile; Hz. Ömer, dayısı ile çarpışmıştır. Bunlarla ilgili olarak Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurulur:
“Allah’a ve âhiret gününe iman eden hiçbir kavmi, babaları, oğulları, kardeşleri, hısım ve akrabaları olsalar bile Allah ve Resulüne meydan okumaya kalkışanlara sevgi besler bulamazsın. İşte Allah onların kalplerine iman yazmış ve kendilerini tarafından bir ruh ile desteklemiştir. Onları, altlarında ırmaklar akan Cennetlere koyarız ve orada ebedî kalırlar. Öyle ki, Allah onlardan, onlar da Allah’tan hoşnutturlar. İşte bunlar Allah taraftarıdırlar. İyi bilin ki, Allah taraftarları hep kurtuluşa erenlerdir” (Mücadele, 58/22)
Ebû Ubeyde, Uhud savaşında Rasûlullah’ın yüzüne batan miğfer parçalarını dişleriyle çekerken ön dişleri kırılmıştır. Rivayetlere göre Ebû Ubeyde önderliğinde keşfe gönderilen sahabe birliğinin bir dağarcık hurması bulunmaktaydı; onun için bütün gün bir hurma ile idare etmişler, ağaç yapraklarını suyla ıslatarak açlıklarını yatıştırmaya çalışmışlardır. Bu örnek olay, sahabenin hangi zor şartlar ve yokluklar altında ilâyı kelimetullah için cihada çıktığına sadece bir örnektir. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür.
Yaşadıklarına bakınca Ebu Ubeyde’nin, züht ve takva sahibi, ‘ümmetin emini’, cesur, savaşçı, adaletle hükmeden, itaatkâr bir sahabe olduğu görülür. Diğer birçok sahabe gibi o da, fütuhat(zaferler, fetihler) sonunda ele geçirilen mal ve mülke rağbet etmeyerek sade bir hayat sürmüştür. Hz. Ömer onun odasının eşyasız; bir keçe, bir kırba, birkaç lokma yiyecekten ibaret olduğunu görünce ağlamış ve “Dünya herkesi değiştirdi, yalnız seni değiştiremedi” demiştir. Bugünkü ehli keyif hayatımızla bu fedakârlıkların kıyası mümkün müdür?
Rasûlullah’ın hayatta iken Cennetle müjdelediği on sahabeden ve ilk Müslümanlardan bir diğeri de Abdurrahman İbn Avf’tır. Ticaretten çok iyi anladığı için maddî durumu iyiydi. Fakat ömrü boyunca nesi varsa ihtiyaç sahiplerine dağıtmıştır. Beş yüz devesini üzerindeki kıymetli mallarla fakir fukaraya taksim etmiştir. Çok kıymetli bir arazisini satmış, elde ettiği parayı ahirete göçen Peygamberimizin zevcelerine dağıtmıştı. Halifelik seçimlerinde kendisi de aday olmasına rağmen bu hakkından feragat etmiştir. Bugünün siyasileri bunu yapabilir miydi? Bu fedakârlığı gösterebilir miydi? Nerdeee? ...
Yine sahabenin ileri gelenlerinden birisi de Zeyd b. Sabid’di. O, hicretten yaklaşık on bir yıl önce dünyaya gelmiştir. Resulullah (SAV) , Bedir Savaşı’na katılmak isteyen birkaç genci, yaşları küçük olduğu için geri çevirmişti, Zeyd de bu gençler arasındaydı. Ufacık bir çocuğun Allah için savaşma aşkını görüyor musunuz? Günümüzün gençlerinden bazıları askerden kaçmak için kendilerini çürüğe ayırmaya çalışıyorlar. Asrı Saadet’te bir çocuk gönüllü olarak müminlerin saflarına katılıyordu. Ruh yüceliğine bakar mısınız? ...
Resulullah(SAV) Efendimiz’in güzîde ashabının önemli simalarından biri de şüphesiz ki Mus’ab bin Umeyr’dir. Mus’ab(r.a.) , Dâru’l Erkam’da Kâinatın Efendisi(SAV) ’ni dinlemeye geldi ve orada İslam ile şereflendi. Mus’ab(r.a.) ’ın tam olarak hangi yılda Müslüman olduğu bilinmemekle birlikte Bi’set’in yedinci yılında İslam’ı kabul ettiği rivayet edilmektedir. Bi’set’in yedinci yılında Müslüman olan Mus’ab, hicretin üçüncü yılında Uhud’da şehit düşmüştür. O büyük izzet sahibi zat, dünya hayatında mümin olarak dokuz yıl yaşadı. Fakat bu zorlu dokuz yılda ebedî hayatını kurtardı. Bizler ortalama yetmiş yıllık ömrümüzde hiçbir manevî rütbe kazanamıyoruz. Geçen günler ziyan hanemize yazılıyor.
Mus’ab(r.a.) Kureyş’in en asil ailelerinden birinin çocuğuydu. Ailesi çok zengin olduğu için Mus’ab, lüks içinde yaşıyor, her istediği eksiksiz yerine getiriliyordu. Tabir caizse bir eli yağda, bir eli baldaydı. Üstelik çok da güzel bir delikanlıydı. Bütün gözler onun üzerindeydi. Herkes onun yerinde olmak isterdi. Fakat o çok rahat şartlar içerisinde yaşasa da mevcut durumundan razı değildi. Hayatında bir şeylerin eksik olduğunu düşünüyordu. Bir arayış içerisindeydi. Bu arayış neticesinde yolu Resulullah’la kesişti; şereflerin ve saadetlerin en büyüğü olan Müslüman olma şerefine nail oldu.
Herkesin gıptayla baktığı öyle bir hayatı terk eden Mus’ab, çetin bir hayata atılmayı tercih etmişti. Çileye talip olmuştu. Bununla beraber dünyevî nimetleri de elinin tersiyle itmişti. O, bolluk içerisinde yaşarken açlığa meyletmişti. Ailesinin mali durumu nedeniyle çevresinde itibarlı bir insanken bu konumunu da kaybetmiş, eski çevresinde aşağılanan ve hor görülen bir insan olmuştu. Şan ve şöhreti bırakmış sıradan bir insan olmayı tercih etmişti. Rahat içerisinde yaşarken işkencelere tabi tutulmayı göze almıştı. Neticede baskılara dayanamayarak Habeşistan’a hicret edenlerin yanında yer almıştı. Dünya nimetleri yerine imana itibar etmişti. Kısacası dünyayı bir kalemde silmiş, ahiret saltanatını seçmişti. Hayatı yemek, içmek ve eğlenmekten ibaret gören günümüz insanı buna cesaret edebilir mi?
Kâinatın Efendisi Hz. Muhammed(SAV) ’i ağlatacak kadar örnek bir mücadelesi ve çileli hayatı vardır Mus’ab(r.a.) ’ın… Hem de bir değil birkaç kere ağlatacak kadar içli, bir o kadar da mübarek… Medine günlerinden bir gün Mus’ab’in ihlâsı ve dirayeti Resulullah’ın gözlerinden mübarek yaşların süzülmesine neden olmuştur. Sahabe hayatının örnek levhalarından biri olan bu hadiseyi Hz. Ali (r.a.) şöyle anlatır:
“Biz Resulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem ile birlikte otururken uzaktan Mus’ab bin Umeyr göründü, bize doğru geliyordu. Üzerinde deri parçası ile yamanmış bir bürdesi vardı. Resulullah(SAV) onu görünce, Mekke’de iken giyim kuşam yönünden yaşadığı bolluğu düşünerek ağladı. Sonra şunu söyledi: ‘Gün gelip, sizden biri, sabah bir elbise, akşam bir başka elbise giyse ve önüne yemek tabakalarının biri getirilip diğeri kaldırılsa ve evlerinizi de halılar ve kilimler ile Kâbe gibi örtseniz o zamanda nasıl olursunuz? ’ ‘O gün, dediler, biz bugünümüzden çok daha iyi oluruz. Çünkü hayat külfetimiz karşılanmış olacak, biz de ibadete daha çok vakit ayıracağız.’ ‘Hayır! ’, buyurdu, ‘Bilakis siz bugün o günden daha iyisinizdir.”(Tirmizî, Kıyamet 36, (2478))
Sahabelerin ibretlik hayatına dair o kadar çok misal var ki insan hangisini anlatacağını şaşırıyor. Hangi örnekten yola çıkarsanız çıkın neticede onların dirayeti, asaleti, vefakârlığı ve cefakârlığı çıkıyor meydana... Onun içindir ki Resulullah o mübarek canları bağrına basarak himaye etmiştir hep… Bu güzel insanlar onun himayesini zaten fazlasıyla hak ediyorlardı. Çünkü Onlar her zaman savaşta Rasûlüllah (SAV) ’in önünde, namazda ise arkasında durmuşlardır. Manevi tekâmül için bundan büyük referans olur mu?
Günümüz insanı bu büyük zatları tanıyıp onlar gibi yaşadıkça yükselecek, onları gündeminin dışına itip onlardan uzaklaştıkça alçalacaktır. Tercih cüzi irade sahibi olan insanlarındır. Herkes de tercihinin akıbetinden sorumludur.
Zamanımızda ruhlarımız dünyevî endişelerle kuşatılmış… Elimiz kolumuz, önümüz arkamız nimetlerle dolu olduğu halde yine de yarının rızkının olup olmayacağı, nimetlerin gelip gelmeyeceği endişesiyle rahatımızı kaçırıyoruz. Henüz uçma yeteneği bile kazanamayan minik kuş yavrularının kursağını annelerinin getirdiği yiyeceklerle dolduran ve onları Rezzak sıfatıyla rızıklandıran Allah, her gününü rızık peşinde harcayan müminlerin rızkını niye vermesin ki! ... Bu hususta menfi düşüncelere kapılıp rahatını kaçırmak Allah’a güvensizlik değil de nedir? Maazallah şuurlu yapılırsa bunun ucu küfre kadar varır. Peygamber Efendimiz bu hakikati, “İnsanoğlunun bir vadi dolusu altını olsa ikincisini ister” hadisiyle dile getirmiştir. Öyle değil mi? Buldukça bulandırmıyor muyuz?
Sahabeler; İslam ve Allah yolunda çarpışırken, mallarını, canciğer dostlarını ve onları diri tutan canlarını kaybetti.Ya biz mukaddes değerlerimiz için nelerimizi kaybettik ki Rabbimizden manevî ücret(Cennet) talep ediyoruz? ... Allah’ın izniyle o kutlu insanların kabirlerinden dünyaya bir pencere açılsa ve ahir zaman ümmeti olan bizi seyretme imkânına erişseler acaba bu durumumuza ne derlerdi? Acaba hal ve hareketlerimizi temaşa ettikten sonra bizi Müslüman vasfıyla vasıflandırırlar mıydı? Bu mevzuda ciddi şüphe ve endişelerim mevcuttur. Peki, biz bu büyük maneviyat erenlerini görsek yüzlerine bakmaya yüzümüz olur muydu? Azıcık arlanma duygumuz kalmışsa utanıp, sıkılıp yerin dibine geçmez miydik?
Huzuru mahşerde Allah ve Resulü’nün karşısına çıktığımızda yüzlerimizin kızarıp pancara dönmesini istemiyorsak attığımız adımlara dikkat etmek mecburiyetindeyiz. Sahabeler canlarını ortaya koyarak İslam kalesini sonuna kadar muhafaza ve müdafaa ettiler. Oysa bizlerin oralarda hiç mi hiç bezi yok. Gündelik meşguliyetlerle altın kıymetindeki ömrümüzü zayi ediyoruz. Çamur içerisinde debelenip duruyoruz.
Gelin tez vakitte tuttuğumuz bu yanlış yoldan dönelim. Bu yolun ötesi uçurumdur. Hayatımızı Kur’an’a ve hadis hükümlerine göre yeniden tanzim edelim. Ashabın dava anlayışını ve hizmet şuurunu kendimize şiar edinelim. ‘Daha gencim, zamanım var, sonra dönerim’ demeyelim. Çünkü ruhların ne zaman kabzedileceğini Cenab-ı Allah’tan başka hiç kimse bilemez. Sıkışınca, ölüm meleği gelince Firavun misali ‘İnandım’ demek fayda etmez. Firavun imanı(!) bizi ancak Cehenneme götürür.
'Siz onları görseydiniz bunlar delimi derdiniz
Onlar bizi görseydi bunlar müslümanmı derdi? '
öyle insanlardıki onlar. islam için allah için müşrik olan kardeşleri ile babaları ile savştılar. öldüler öldürüldüler. yerlerinden sürgün edildiler aç bırkıldılar işkecence edildiler. ve bugün yüce islamı yeryüzüne hakim olmasını sağladılar. onlar gökteki yıldazlardır. allahın selamı hepsinin üzerine olsun.
Devrinde peygambere yağ çeken ve bunun karşılğında aferin alan kişiler
topluluğudur.
peygamber efendimiz(s.a.v) yanlarından geçerken edepten yüzlerini kaldırmayan edep abideleri
Kirk dakikada bir Sahabenin kazandigi fazilete ve makama, kirk günde,hatta kirk senede baskasi ancak yetisebilir..
Said Nursi
''Fazilette sahabeye kimse yetisemez.Ashab insanligin en seckin ve mümtaz neslidir.''Resulullah (s.a.s) ile sohbet onlara fevkalade bir olgunluk ve seref kazandirmistir.
Allah rasulunun hic bir mucizesi olmadigini varsayalim bence ashab-i kiramin varligi bile basli basina bir ispattir
En nasu hayyizün ve ene ve ashabi hayyizün
(Insanlar bir tarafa,ben ve ashabim bir tarafa)