Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin Mahmud'un yaşamına ilişkin en geniş bilgi, torunu Hafız Ali'nin yazmış olduğu manzum Menakıbname-i Şeyh Bedreddin de bulunmaktadır. Ancak bu tür bilgilerin diğer menakıbnamelerde olduğu gibi masalsı yönleri ağır basmakta, ermiş bir veli olarak olağanüstülükler sarmalı içinde verilmektedir.
Çağdaşı İbni Arabşah ve Aşıkpaşazade dahil, tanınmış Osmanlı resmi tarihyazıcılarından Şeyh Bedreddin hakkında konuşmayan yok gibidir. Ne var ki, hepsinde anlatılanlar birbirinin aynısıdır.
Bedreddin'in Abdulaziz adındaki dedesi Selçuklu sultanları soyundanmış ve Hafız Ali'nin anlattığına güre Osmanlılar Rumeli'yi istilaya başladıklarında katıldığıDimetoka Savaşı'nda şehit düşmüş. Abdulaziz'in oğlu İsrail, Dimetoka Rum beyinin kızıyla evlenmiş ve 1357-1359 yılları arasında, Melek adı verilen bu kadından Bedreddin dünyaya gelmiştir.
Bedreddin Mahmud'un doğum yeri, Edirne yakınlarında bugün Yunanistan'da bulunan Karaağaç-Dimetoka arasında bulunan Simavna (Samona) kalesidir. Babası burada kadılık gürevinde bulunduğundan, Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin adıyla tanınmıştır.
Daha ufak yaşta iken Semerkand'a gidip öğretim gürmüş olduğu söylenen Kadı İsrail, oğlunun ilk hocası olmuş ve zamanının koşulları içinde en iyi üğretimi görmesi için elinden geleni yapmıştır. Bedreddin'in şeriat kurallarına uygun yetiştiği ve fıkıh, hadis, kelam, belagat, sarf-nahiv, tefsir gibi Kuran'a ve Arap diline dayalı öğretim gürdüğü muhakkaktır.
Doğduğu yerdeki öğretimin ardından Bedreddin'in önce Bursa'ya gittiği, bir süre Konya'da kalıp, okuduğu bilinir. Yüksek öğretimi, Kahire'de dönemin bilginlerinden ders alarak tamamlamıştır. Bunlar arasında Mübarekşah Mantıki ve Muhammed bin Mahmud Ekmeleddün en tanınmışlarıdır.
Bedreddin'in Mısır'daki arkadaşları arasında Seyyid Şerif Gürcani, tıp bilgini Aydınlı Hacı Paşa, şair Ahmedi, Molla şemseddin Fenari gibi Osmanlı uygarlığının, o çağda, önemli aydınları vardı. İ. Hakkı Uzunçarşılı, Bedreddin ve arkadaşlarını “Razi Ekolüne bağlı bilginler” olarak değerlendirir.
Bedreddin, Şeyh Hüseyin Ahlati'den tasavvuf öğrenmiş, (1) hatta kırk günlük sürelerle iki kez içekapanışa (çileye) girmiştir. Bedreddin, Memluk Sultanı Melik Zahir'in verdiği Maria adlı cariye ile evlenerek, şeyhiyle bacanak da olmuştur. Geleceğin sultanı Ferec'e bir süre hocalık yapmıştır. Fıkıha dair yapıtlarını bu sırada yazmaya başlamıştır.
Şeyhinin önerisi üzerine Kahire'den Tebriz'e giden, orada tasavvuf alanındaki bilgilerini geliştirip, genişleten Bedreddin'in çağın ünlü tasavvuf erlerinden sayılan Abdurrahman-i Bistami ve arkadaşlarından bilgiler edindiği söylenir. Bu arada Timur'un çevresinde toplanan bilginlerle de tanışıp tartışmıştır.
Yeniden Kahire'ye döndüğünde, 1397'de şeyhinin ölümü üzerine bir süre onun yerine geçmişse de, daha sonra Anadolu'ya gelmiş ve uzun süre Karaman, Germiyan, Aydın illerinde ve Tire'de dolaşmıştır. İ. Hakkı Uzunçarşılı Bedreddin'in bu gezilerini en doğru bir biçimde şöyle değerlendirmektedir:
“Şeyh Bedreddin Anadolu'da dolaştığısırada tasavvufi daha doğrusu Batıni ilkelerini yaymaya başlamış ve gezdiği yerlerde hep Alevi Türkmenlerle temas ederek onların maksadına göre hazırlamak istemiştir; daha sonra şeyh Bedreddin Rumeli'ye geçip Edirne'ye yerleşmiş ve kendisini ziyarete gelenlerle gürüşerek yavaş yavaş etkinliğini artırmıştır.” (İ. Hakkı Uzunçarşılı: Osmanlı Tarihi I, 2.baskı, İstanbul 1982: 362)
Şakayık-i Numaniye’de Bedreddin'in Sakız (Khios) adasına da gittiği kaydedilmektedir. Şeyh Bedreddin, 1410-1413 yılları arasında, Edirne'de padişahlık yapmış olan Musa Çelebi'nin kazaskerliğini (Ordu-yu hümayun kadısı) yaptı. Bedreddin Varidat'ı1407'de yazdığına güre, Musa Çelebi mutlaka onun düşünce ve inançlarını paylaşmaktadır. Yoksa, yine Uzunçarşılı'nın dediği gibi yalnızca, “Bedreddin'i kazasker tayin etmek suretiyle onun nüfuzunun yayılmasına yardım etmiş” olamaz. Nejat Birdoğan doğru bir saptamayla, “1412'de Bedreddin'in düşünceleri doğrultusunda Musa Çelebi'nin toprağın kullanma hakkını halkın emeğine bıraktığını” yazmaktadır. (Kavga, Sayı 14, Nisan 1992)
Bedreddin'in asıl ünlendiği dönem, Çelebi Mehmet'in kardeşini yenip ortadan kaldırdıktan sonra Şeyh’i İznik'e sürmesiyle başladı. Yaydığı düşünce ve inançları dolayısıyla geniş etki yaratan ve çok yandaş toplayan Şeyh Bedreddin, bu dönemde eski kethudasıBörklüce Mustafa ve Torlak Hu Kemal'in etkinlikleriyle güçlendi. Bedreddin erleri, başlattıkları kavgada hayli başarı kazandılarsa da sonunda yenik düştüler. Şeyh Bedreddin yakalanarak Serez'e gütürüldü.
Mevlana Haydar Acemi'nin verdiği fetva ile 1420-21'de asıldı. (Çeşitli kaynaklar şeyh Bedreddin'in öldürüldüğü zaman için 1414, 1415, 1417 ve 1418 gibi farklı tarihler vermektedirler.)
1Şeyh Bedreddin’in Mısır’da Kaygusuz Abdal ile karşılaşmış ve onun tassavvufi sohbetlerinden
yararlanmış olduğunu düşünüyoruz. Olasıdır ki, ilk batıni Alevilik inancını Kaygusuz Abdal ile ilişkilerinden tanımıştı. Kaygusuz Abdal Sultan incelememizde Şeyh Bedreddin ile olası ilişkiler üzerinde yorumlarımızı vermiş bulunuyoruz.
Şeyh Bedreddin, kesin olmamakla beraber 1365 yılında Simavna’da doğmuştur. Şeyh Bedreddin öğrenimine Edirne’de başladı. Bursa ve Konya’da eğitimini tamamladıktan sonra Mısır’a giderek zamanın ünlü bilginlerinden dersler aldı. Şeyh Bedreddin’in düşüncesi ve yaşamı Mısır’da Şeyh Hüseyin Ahlati ile tanışmasından sonra değişti. Çünkü Bedreddin o güne kadar hep Sünni İslam anlayışını benimseyenlerin çevresinde bulunmuş ve kendi düşünceleri de öyle şekillenmişti. Şeyh Hüseyin Ahlati ise Ehlibeyt düşüncesini yani Aleviliği benimseyen birisiydi. Şeyh Bedreddin, Şeyh Hüseyin Ahlati ile yaptığı sayısız tartışma ve sohbet sonrası Aleviliği benimsemişti. Bu aşamadan sonra Şeyh Bedreddin Tebriz’e giderek sarayda düzenlenen tartışmalara katılır. Tekrar Mısır’a dönüşünden kısa bir süre sonra Şeyh Hüseyin Ahlati vefat eder. Şeyh Bedreddin, Hüseyin Ahlati’nin yerine geçer. Bu makamda fazla durmayan Bedreddin Şam, Halep, Karaman, Konya, Aydın, Tire ve İzmir’e uğradıktan sonra 1406 yılında Edirne’ye gelir. Bu sırada Osmanlı İmparatorluğunda taht kavgası başlar. Süleyman Çelebi’yi yenen Musa Çelebi Edirne’yi ele geçirir. Hükümdarlığını ilan eden Musa Çelebi, etkisi ve sevenleri giderek artan Şeyh Bedreddin’i kazaskerliğe getirir. 1413 yılında Musa Çelebi’yi yenen kardeş Çelebi Mehmet, Şeyh Bedreddin’i İznik’e sürgüne gönderir.
Osmanlı İmparatorluğu halk üzerindeki baskısını arttırıyordu. Baskılardan ve zulümden bıkan halk Şeyh Bedreddin’in ve diğer Alevi önderlerinin telkinleri sonucu isyan ediyordu.
Alevi isyan ve ayaklanma tarihinin en önemli halkalarından birini Şeyh Bedreddin oluşturuyor. Şeyh Bedreddin’e bağlı olan Börklüce Mustafa Aydın’da, Torlak Kemal ise Manisa’da şanlı bir direniş gerçekleştiriyorlardı. Bu direnişler Osmanlı ordusuna ağır kayıplar verirken kendileri yenilmekten kurtulamadılar. Börklüce Mustafa’ya ve Torlak Kemal’e yapılan işkence ve bu işkenceye yiğitçe karşı koymasıyla Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal Anadolu Alevi halkının asırlarca belleğinde ve yüreğinde yer etmesini sağladı. Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal’in yenilmesi sonucu Şeyh Bedreddin İznik’ten gizlice ayrıldı. Kendisini sevenlerin çok olduğu Deliorman yöresine çekildi. Hâlâ nasıl olduğu anlaşılmayan; Şeyh Bedreddin Osmanlı ordusuna esir düşer. Serez’e götürülen Şeyh Bedreddin orada idam edilir (1420) .
ŞEYH BEDREDDİN DÜŞÜNCESİNDEN KESİTLER:
Hayatı ve dünyayı kendi küçük dünyaları ile sınırlı tutanlar bizi anlamazlar. İnsanlar birbirlerine yahut haksız mala, meşru olmayan paraya veya rütbe ve mevkilere yiyecek ve içeceklere ibadet ediyorlar da, Allah’a ibadet ediyoruz sanında bulunuyorlar. Bütün namazlar ve niyazlar ahlâkın düzeltilmesi için iç yüzün arınlanması için birer vasıtadan ibarettir. Hakiki ibadetin hiç bir vakit kayıt ve şartı yoktur. Hangi tarzda yapılırsa yapılsın, Tanrının dileğine uygun olur. İbadetin temeli maksudun Hak olmasıdır. Bir cemaatte bu temel bulunmayınca yaptıkları ibadetler de kaybolur. Yalnız kötü toplantılar kalır. Fenalık üzerinde toplananlardan sen hemen uzaklaş. Kötü ve Çirkin işlerle uğraşan insanlar Hak’tan uzaklaşmışlardır. Cehennem işte budur. Cennetle cehennemi başka yerde aramak saçmalıktır. İnsanlar eylemleriyle, düşünce ve fikirleriyle güzeli ve iyiyi bulabildikleri oranda Hak’la kavuşmuşlardır. İnsanlar Müslümanlıktan önce somut bir puta taparlardı, çağımızda ise hayali bir puta tapıyorlar. Belki bir gün Hak kendisini gösterirde Hak olarak ona taparlar. Gerçek tasavvufçu, hiç bir insan gözünün görmediği, kulağının işitmediği, gönlünün sezmediği şeyhleri bilir. Onları halka, kafalarının alabileceği şekilde anlatır. Ama aslını içinde gizler. Eğer halk bunu öğrenirse, kendisini öldürür. Tanrı dünyayı yarattı ve insanlara verdi. Demek ki; dünyanın toprağı ve bu toprağın bütün ürünleri insanların ortak malıdır. Ben senin evinde kendi evim gibi oturabilmeliyim, sen benim eşyamı kendi eşyan gibi kullanabilmelisin. Çünkü bütün bunlar hepimiz içindir ve hepimizin malıdır. Tarih, gelecek için kavga verip, yitmiş bile olsa, insanlık için vuruşanları hiç unutmaz. İbadet etmekten amaç; ezeli ve büyük varlığa gönüllerin yönelmesi ve kapılmasıdır. Yoksa dünya umuruna dalmış bir kalp ile bin sene namaz kılmış, oruç tutmuş olsan, bundan dolayı hiç bir sevap ve mükâfat kazanamazsın. Ölmezden önce ölmek, dünyanın zevklerinden ve hayvani hırs ve şehvetlerinden sakınmaktır. Onu yapabilen insan, şüphesiz ki; hakiki varlık ile birleşir. Ve sonsuz hayat ile diri olur. Ancak insanlar dünyanın bin bir türlü çekici ve aldatıcı zevkinden, çeşit çeşit yakıcı hırslarından ayrılmadıkları için buna gönül vermezler.
Gazi Mahallesi Olayları, 1995 yılı Mart ayında İstanbul'un Gaziosmanpaşa ilçesi'ne bağlı Gazi Mahallesi'nde provokatif bir eylem sonucu başlayan ve şehrin diğer bölgelerine yayılan olaylar.
12 Mart 1995 günü akşam saatlerinde İstanbul’da Alevi vatandaşların çoğunlukta yaşadığı Gazi Mahallesi'ndeki üç kahvehane ve bir işyeri aynı anda kimliği belirsiz kişilerce bir taksiden otomatik silahlarla açılan ateşle tarandı. Saldırılar sonucu Halil Kaya adlı bir vatandaş hayatını kaybederken, beşi ağır yirmi beş kişi yaralandı. Saldırganların olay yerinden uzaklaştıktan sonra gasp ettikleri taksinin şoförünü öldürdükleri ve taksiyi ateşe vererek kaçtıkları anlaşıldı. Olayların ardından çok sayıda Alevi vatandaş, Gazi Mahallesi'nde toplandı, emniyet kuvvetlerinin olaya geç müdahale ettiklerini öne sürerek polis karakoluna yürüdü. Polisler grubun üzerine kurşun yağdırmaya başladı ve, Mehmet Gündüz adlı bir vatandaş hayatını kaybetti, birçok kişi de yaralandı.
13 Mart günü polis karakoluna tekrar yürüyüşe geçen grup, çevik kuvvet ve özel timlerle desteklenen polisle çatıştı. Çatışmalar sonunda on beş kişi hayatını kaybederken, aralarında gazetecilerin de bulunduğu birçok kişi yaralandı. Aynı gün İstanbul valiliği Gazi Mahallesi ile iki mahallede daha sokağa çıkma yasağı ilan etti. Gazi mahallesi'ne giriş ve çıkışlar polis kontrolüne alındı. 14 Mart günü, Gazi Mahallesi'nde konan sokağa çıkma yasağına rağmen olayların bir türlü yatıştırılamaması üzerine bölgeye askeri birlikler sevk edildi. Yine aynı gün Gazi Mahallesi'nde çıkan olaylar nedeniyle Ankara Kızılay Meydanı'nda çıkan olaylarda otuz altı kişi yaralandı. 15 Mart'ta olaylar Ümraniye'ye sıçradı. Mustafa Kemal Mahallesi'nde çıkan olaylarda beş kişinin ölmesi ve yirmiden fazla kişinin yaralanması üzerine bu bölgede de sokağa çıkma yasağı ilan edildi. 16 Mart'ta dönemin İstanbul Valisi Hayri Kozakçıoğlu olayların yatıştırıldığını söyleyerek bölgedeki sokağa çıkma yasağının kaldırıldığını açıkladı.
Olaylardan sonra yapılan otopsi sonucu ölen 17 kişiden yedisinin polis mermisiyle hayatını kaybettiği belirlendi. Gaziosmanpaşa savcılığı'nın olayla ilgili fezlekesiyle Eyüp Cumhuriyet Başsavcılığı, 20 polis hakkında 'müdafaa ve zaruret sınırını aşarak faili belli olmayacak şekilde adam öldürmek' iddiasıyla dava açtı. İstanbul Eyüp Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından Eyüp Ağır Ceza Mahkemesi’ne açılan dava kamu güvenliğinin sağlanamayacağı gerekçesiyle Trabzon’a gönderildi. 11 Eylül 1995'te Trabzon Ağır Ceza Mahkemesi'nde başlayan yargılama süreci, beş yıl içinde otuz bir duruşma yapılarak 3 Mart 2000'de karara bağlandı.
Yargılanan yirmi polis memurundan Adem Albayrak dört kişiyi öldürmekten altı yıl sekiz ay,Mehmet Gündoğan iki kişiyi öldürmekten üç yıl dokuz ay hapse mahkûm edilirken, (cezalar ertelendi) , diğer on sekiz sanık polisin ise beraatine karar verildi. Ancak Yargıtay, Albayrak ve Gündoğdu hakkında verilen kararı “Haklarında adam öldürme ile ilgili net bir açıklığın olmadığı” gerekçesiyle bozdu. Yargıtay, sanıkların TCK 49. maddesine göre yargılanmasını istedi. Bunun üzerine dava Trabzon Ağır Ceza Mahkemesi’nde tekrar görülmeye başladı. Ancak aileler ve avukatlar Yargıtay kararı ile devletin bir kere daha kendini aklayacağı gerekçesiyle davadan çekildiklerini bildirdiler. Tekrar görülmeye başlanan dava üçüncü celsede karara bağlandı. Mahkeme heyeti Albayrak ve Gündoğdu’ya toplam dört yıl otuz iki ay hapis cezası verdi.
Kararın 11 Temmuz 2002'de Yargıtay tarafından onanması üzerine yakınlarını kaybeden 22 kişi AİHM'ne (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi) başvurdu. Yargılama sonucunda mahkeme 27 Temmuz 2005'te açıklanan kararda Türkiye'nin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 2. maddesinde düzenlenen, Yaşama hakkı ve 13. maddesinde düzenlenen, Milli makamlara başvuru yollarının kapatılması hükümlerine aykırı davrandığı sonucuna vardı. Mahkeme Gazi Mahallesi'nde hayatını kaybeden on iki kişi ile Ümraniye'de ölen beş vatandaşın ailelerine tazminat ödenmesine karar verdi. Olaylarda yaşamını yitiren on yedi kişi için ayrı ayrı otuz bin avro tazminat verilmesine hükmeden mahkeme, böylece Türkiye'yi toplam 510 bin avro tazminat ödemeye mahkûm etti.
Finans Kapital Nedir? Sosyalist,12 Nisan 1967 SOSYALİST çıktı çıkalı 'Finans-Kapital' sözü en sık geçen bir frenkçedir. Türkçesi malî sermaye diye çevrilse, daha anlaşılır olamaz. Kapital, bildiğimiz sermayedir. Finans: Maliye, büyük şirket ve bankalar işidir. Ancak, tarih içinde sermayenin geçirdiği değişiklikler gözönüne getirilmedikçe, Finans - Kapital sözünün anlamı ve önemi kavranamaz. Medeniyetten önce, insan Toplumu SOSYALİST idi. O ilkel sosyalizmde, ne sınıf, ne sermayeci vardı. Herşey toplumun ortak malıydı. Medeniyet özel sermaye ile doğdu. Onun için, bugün hâlâ özel sermaye vurgun yapmazsa medeniyet ölür, sananlarımız çoktur. Oysa medeniyet gibi, sermaye de ezeli, değişmez şey değildir. İlk özel sermayeci tip Sümerlerde 'TAMKARA' adını alanlardan bunlar toplum varından aşırdıkları değerle Antika Sermaye diyeceğimiz gücü edindiler. Batıda, kapitalizm doğmadan önceye dek dünyayı allak bullak eden antika sermayeye önsermaye (PREKAPİTAL) denir. Önsermaye iki başlıdır: a) Tefeci sermaye: Para alışverişi yapıp fâiz alır. b) Bezirgân sermaye: Mal alışverişi yapıp kâr eder. Marks'ın 'İkiz kardeş' dediği Tefeci - Bezirgân sermayenin, modern sermayeye zıt olan yani: Üretime karışmaması ile özetlenir. Antika toplumda üretimi ya hür küçük üretmenler (esnaf, köylü) yapar, yahut büyük toprak beylerinin geniş çiftliklerinde köleler yapar. Esnaf ve köylünün küçük üretiminden, yahut efendi ve beylerin büyük üretimden çıkardıkları malları pazara çıkarıp kâr sağlayan bezirgân sermayedir. Küçük üretmenleri (esnaf-köylüleri) ve beyefendileri ağır şartlarla haraca bağlayıp fâiz sağlayan tefeci sermayedir. Bu sıfatla, Tefeci-Bezirgân sermaye, üretim ve toplum düşmanı olarak dinlerce lânetlenmiştir. Batı kapitalizmi o antika önsermayeyi kazıyıp atarak modern sermayeyi üstün getirdi. Modern sermayenin antika sermayeden baş farkı: Doğrudan doğruya üretimle uğraşmasıdır. Kapitalizmde üretim temelini eline geçiren sermaye, tarihsel gelişimi yüzünden birbirine zıt iki basamak gösterdi: a) Serbest Rekabetçi Sermaye: 19'uncu yüzyıla değin özel sermaye girişkin ve yaratıcı kişi olan modern kapitalistler elinde işledi. Muazzam Batı medeniyetini kurdu. Kendi 'mezar kazıcısı' olacak muazzam İşçi sınıfı ordularını yetiştirdi. İnsanlık, kapitalizmin serbest (Hürriyet) çağına çok şey borçludur. b) Tekelci Finans-Kapital: 19'uncu yüzyıl ortalarından beri temellerini atıp 20'inci yüzyıla girer girmez kayıtsız insan oğlunun herşeyine egemen olan sermayedir. Serbest rekabet çağında egemenlik bütün olarak SERMAYECİ (Kapitalist) SINIFININ elinde idi. Finans - Kapital çağında, kapitalist sınıfının dahi çoğunluğu aşağı safa itilir. Gerek (sanayici, tüccar, banker) KAPİTALİST'lerin, gerek (Büyük emlâk sahibi toprak beyi, ağa mütegallibe, eşraf) RANTİYE'lerin (İRAT yiyicilerinin) içinden en kalınları, en soyguncu, vurguncuları. birkaç büyük ŞİRKET - BANKA kubbesi altında buluşup kaynaşırlar. Sanayii, ziraati, alışverişi, siyaseti, bilimi, felsefeyi, ahlâkı; dini, her şeyi TEKELCİ - SERMAYE'lerinin zokası altına sokarlar. İşte buna FİNANS- KAPİTAL denir.
İlkel insan topluluklarının kaderi onbinlerce yıl boyunca doğa koşulları tarafından belirlenmiş, kıtlık ve açlık insan topluluklarını karınlarını doyurabilecekleri verimli alanlara doğru göç etmek zorunda bırakmıştı. Tarım devrimi ve yerleşik hayata geçişle birlikte insanlık, doğa güçlerine boyun eğmekten kurtulmaya, doğayı dönüştürerek ona egemen olmaya, kendi yaşam koşullarını üretebilmeye başlamıştır.
Sanayi devrimi insanın doğa üzerindeki egemenlik mücadelesinin dönüm noktasını oluşturur. Son 200 yılda öyle muazzam bir teknolojik atılım gerçekleşti ki bugün insanoğlu ekvatordan Kuzey kutbuna, denizin binlerce metre altından uzaya kadar hemen her yerde yaşamını üretebiliyor. Bilim ve teknoloji sayesinde en iyi hayvan ırkları yaratıldı. Sulama, gübreleme ve tohum ıslahı sayesinde toprağın verimliliği onlarca kat arttı. İstenilirse çölün ortasında bile tarım alanları yaratılabiliyor. Cep telefonlarını, yani uzaydaki uyduları kullanmak gündelik yaşamımızın basit bir parçası haline geldi. Aynı uydularla her yıl dünyada yetişmekte olan tarım ürünlerinin miktarları bile saptanabiliyor.
İnsanın, hiç değilse gıda ürünleri üretimi bakımından, doğa üzerindeki egemenliği öyle bir aşamaya geldi ki, hava koşulları ne kadar olumsuz olursa olsun yaklaşık 6 milyar 300 milyonluk insan nüfusunun gıda ihtiyacının kat be kat fazlasını üretebilme potansiyeline sahibiz. Bugün dünyadaki gıda üretiminin, 10,5 milyar insanın sağlıklı beslenmesine yetebileceği hesaplanmaktadır.
800 milyon insan aç Ancak öte yandan çağımız, insanlık tarihinin en derin çelişkilerinin yaşandığı en akıldışı çağdır. Kapitalizm bir yanda inanılmaz bir zenginlik diğer yanda ise ölümcül bir yoksulluk üretiyor. Dünya Bankası ve Dünya kalkınma raporu verilerine göre;
Dünya nüfusunun yarısı, yani 3 milyardan fazla insan günde 2 dolardan daha az, 1,5 milyar insan da 1 dolardan daha az bir gelirle “yaşıyor”. Buna karşılık dünya nüfusunun yüzde 10’u, dünya toplam gelirinin yüzde 70’ini alıyor. 800 milyon insan aç yaşıyor. Yılda 11 milyon çocuk açlıktan ölüyor. Afganistan’da günlük ortalama gelir 44 cent, Etiyopya ve Kongo’da ise 27 cent. Doğu Asya ve Pasifik ülkelerinde yaşayan 267,1 milyon kişi, Doğu Avrupa ve Orta Asya ülkelerinde yaşayan 17,6 milyon kişi, Latin Amerika ve Karayipler’de yaşayan 60,7 milyon kişi, Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da yaşayan 6 milyon kişi, Güney Asya’da yaşayan 521,8 milyon kişi, Sahra altı Afrika’da yaşayan 301,6 milyon kişi, günde 1 dolardan daha az gelirle yaşamını sürdürüyor. Bugüne kadar Dünya Bankası’nın yoksullukla mücadele adına ileri sürdüğü öneri şuydu: Gelişmekte olan ülkelerde “zengin kesimden alınan vergiler azaltılacak” böylece yatırım ve istihdam artacak, uzun dönemde yoksulluk ortadan kalkacak! Yani yoksulluğu ortadan kaldırmanın yolu zengini daha zengin hale getirmektir. Bu mide bulandırıcı öneriler utanmaz kapitalist uzmanlar tarafından öneriliyor ve kapitalist rejimler tarafından uygulanıyor.
Dünya Bankası’nın, kardeş kuruluşu IMF ile birlikte faaliyete geçtiği 50 yılı aşan sürede yoksulluk giderek arttı. Raporda, dünyada günlük geliri 1 doların altında kalan insanların sayısının 1987’de 1,2 milyarken bugün 1,5 milyara çıktığı belirtiliyor. Bu sayının 2015 yılında 1,9 milyara ulaşması bekleniyor. Geçen 50 yılda, zenginlerle yoksullar arasındaki gelir uçurumu daha da arttı. Dünyanın en yoksul ülkelerinde kişi başına düşen gelir, 1970-1985 yıllarında zengin ülkelerdeki kişi başına gelirin yüzde 3,1’i düzeyindeyken, bu oran 1990’ların sonunda yüzde 1,9’a dek düştü. Bu oranların ülkeler arası ortalama gelir uçurumunu yansıttığı unutulmamalıdır. Yoksul ülkelerde de zengin-yoksul uçurumunun olduğu hesaba katılırsa durumun çok daha vahim olduğu görülür.
Açlık ve yoksulluk sadece en geri ülkelerde yaşayan insanların mı sorunudur? Bir zamanlar Latin Amerika’nın en kalkınmış ülkelerinden biri olan Arjantin’den gelen haberler durumun hiç de böyle olmadığını ispatlıyor:
“Arjantin’de çocuklar açlıktan ölüyor. Ekonomik krizin tüm ağırlığıyla hissedildiği Arjantin’de, yoksul ailelerin çocukları gıdasızlık nedeniyle hayatını kaybediyor... Arjantin’de en alt gelir grubundaki ailelerin çocukları, yetersiz beslenme nedeniyle ölüyor. 36 milyonluk ülkenin yarısı, fakirlik sınırının altında yaşıyor.... ekonomik krizin pençesindeki Arjantin’de her 10 çocuktan altısı sefalet içinde yaşıyor.... Arjantin’de dakikada 12, günde 16.900 kişi yoksullar ordusuna katılıyor. 2002 Mayıs ayı itibariyle ülkede yoksulluk sınırının altında yaşayanların sayısı 19 milyonu aştı.”
Arjantin varlık içerisinde yokluk yaşıyor. Dünyanın en büyük sığır eti, tahıl ve soya fasulyesi üreticileri arasında bulunan Arjantin’de, açlık artık gündelik bir olgu haline geldi. Arjantinli işçilerin ürettiği ürünler mağazaların içerisinde duruyor ve aç insanlar, aslında kendilerine ait olanı almaya kalktıklarında karşılarında polis ve orduyu buluyor, dünya televizyonlarında serseri bir avuç yağmacı olarak tanımlanıyorlar.
Açlığın sorumlusu bizzat kapitalist sistemdir Bazı iktisatçılar, kapitalizmin bu aşağılık papazları, “yoksullara yardım edilmemeli, güçsüz olanın elenmesi doğa kanunudur. Üstelik yardım etmek hiçbir işe yaramaz. Yardım edilirse bu yoksullar sürekli ürerler sayıları sürekli artar, hep daha fazla yardım isterler, onları az çocuk yapmaya özendirirsek sorun hallolur” diyorlar.
Oysa kapitalizmde açlığın sebebi, geçim araçlarının nüfusa oranla azlığı değil fazlalığıdır. 1844 yılında Engels şöyle açıklıyordu:
“Sermaye her gün artıyor; nüfusla birlikte emeğin gücü de büyüyor; ve bilim her geçen gün, doğa güçlerini insanın hizmetine daha çok sokuyor. Bu üretken kapasite, bilinçli olarak ve herkesin çıkarı doğrultusunda uygulansaydı, insanlığın payına düşen emek, kısa zamanda asgariye indirilmiş olurdu. Rekabete bırakılacak olursa o da aynı şeyi yapar ama çelişkiler çerçevesi içinde. Toprağın bir bölümü en iyi biçimde işletilirken, bir bölümü bomboş durmaktadır. Sermayenin bir bölümü şaşırtıcı bir hızla dolanırken, bir bölümü de sandıklarda ölü yatıyor. İşçilerin bir bölümü günde 16 saat çalışırken diğer bölümü işsiz ve açlıktan ölüyor.”
1844’den bu yana kapitalizmin temel işleyiş yasaları değişmedi. Bu yüzden Engels’in çözümlemesi geçerliliğini sürdürüyor. Yoksulluk ve açlık ne bazı halkların tembel olmasından, ne hızlı nüfus artışından, ne bazı ülkelerin topraklarının verimsiz olmasından ne de iklim koşullarının kötü olmasından kaynaklanır. Bugün tüm dünyayı kasıp kavuran yoksulluğun ve açlığın yegâne sorumlusu kapitalist dünya sistemidir. Gıda ürünlerinin üretim miktarları bizzat kapitalistler ve bunların hükümetleri eliyle sınırlandırılmaktadır. Çünkü satabileceğinden fazla üretim, ürün fiyatlarının düşmesine, kapitalistin kârının azalmasına yol açar.
AB ülkeleri 2006 yılında yıllık gelirlerinin %3’ünü kalkınma yardımlarına ayırma önerisini tartışacak. Yoksullara yardım adı altında yoksul ülkelere verilen paralar elbette oradaki kapitalist hükümetlere veriliyor, açlara, yoksullara değil. Ve bu paraların çok büyük bir bölümü silahlanma harcamalarına ayrılıyor.
Geçtiğimiz günlerde Johannesburg’da gerçekleştirilen Dünya Sürdürülebilir Kalkınma Zirvesinde alınan kararlardan biri de, sağlıklı yaşam kaynaklarından yoksun 2 milyar insanın sayısının 2015 yılı itibarıyla yarı yarıya azaltılmasıydı. Dünya nüfusunun üçte birini sağlıklı yaşam kaynaklarından yoksun bırakan burjuva kan emiciler, bir milyar insanın hayatını ne zaman kurtaracaklarının, bunu en az kâr kaybıyla nasıl başaracaklarının hesabını ve pazarlığını yaptılar. Sonuç 1 milyar insanın ölümüne 13 yıl daha göz yumulması oldu.
Dünya işçilerinin ve yoksullarının ihtiyacı, elbette burjuvazinin şefkati ve sadakası değildir. Burjuvazinin timsah gözyaşları ve yardım söylemleri mide bulandırıcıdır. Biliyoruz ki, milyarlarca insanı yoksulluğa, hastalığa ve açlığa mahkûm eden kapitalist sistem, insanlığın hiçbir sorununa çare olamaz.
Kapitalizm garabeti, yarattığı tüm sorunları ve çelişkileri ile insanlığa yaşattığı yıkımlar pahasına ayakta kalmaya devam ediyor. Fakat dünya proletaryasının bugün örgütsüz ve dağınık oluşuna bakarak tarihin sonunun geldiğini, kapitalizmin alternatifinin olmadığını iddia edenler yanılıyorlar. Kapitalizm insanlığın nihai yazgısı değildir. Bu yazgıyı değiştirmekse dünya işçi sınıfının ellerindedir. İşçi sınıfının önünde iki seçenek duruyor: ya açlıktan kırılmak ve en iyi durumda giderek sefilleşen bir yaşam sürmek ya da kapitalizmi temellerinden yıkıp, yeni sosyalist bir dünya kurmak. Bugün bu iki seçenek arasında karar vermek, bir ölüm-kalım sorunu haline gelmiştir.
Gökyüzü hiç güzel olmadı burada, her daim kasvetli, her daim soğuk. Havadaki bu kasvet kamyonun kasasında fabrikaya giden işçilerin yüzlerine yansımıştı. Soğuk havayı iliklerinde hissediyorlar, amaçsız yürüyen bir sürü gibi birbirlerine sokuluyorlardı. Arada bir parlayan sigarlarının közü, onları ısıtmaya yetiyordu sanki. Fabrikanın önüne vardıklarında, kamyon bir canavar misali son bir kez daha homurdanarak durdu. Kasanın kapağı açıldı ve işçiler, inşaat için taşınmış bir kum gibi, isteksiz bir şekilde aşağı indiler. Bugün çok daha isteksizdiler çalışmaya. Büyük bir gerilim vardı. Herkes farkındaydı. Bir işaret, çağrı yapılmadan bir araya toplandı herkes. - Ne yapacağız? - Bilmiyorum? - Benim bu işe ikinci girişim. Yine bırakacağım böyle giderse. - Her ay birleri giriyor, birileri çıkıyor. - Bu zamanda iş mi var? Mecburuz çalışmaya. - İyi de para almadan, karşılığını almadan çalışmaya çalışma mı denir? “Haklısın, haklısın…” diye bir uğultu yükseldi kalabalıktan. - Bırakalım işi; kimi çalıştırırlarsa çalıştırsınlar. - İyi de dedim ya demin; benim bu işe ikinci girişim. Biz çıkıyoruz, bir süre sonra geçinemeyince yine biz giriyoruz. Bir başka çözümü olmalı bu işin. - Sen ne diyorsun Ahmet. Herkes bir anda Ahmet’ e doğru döndü. Görünüşte en bilinçlileriydi Ahmet. Yaşadığı olaylardan dolayı tüm işçiler ondan korkuyor ve anlaşılmaz bir saygı duyuyorlardı. Bundan 4-5 yıl önce köyünde yaşarken tutuklanmıştı. Suçu dağdan gelenlere yardım etmekti. Bir süre tutuklu kaldı. Fakat çok geçmeden suçsuz olduğu anlaşıldı. Serbest bırakıldı. Bir süre büyük şehre gitti; zira artık rahat edemezdi köyünde. Etrafındaki insanlar korku ile bakıyordu. Hiçbir şey eskisi gibi değildi. Fakat büyük şehirde de tutunamadı. Girdiği her işte, çoğunlukla bilinçsizce ve sadece politik bir suçlu olduğu sanılarak işçi önderliği yaptı. Dolayısıyla atılması da uzun sürmedi. Eşi ve çocukları ile geri geldi. İlçenin tek fabrikasında işe girdi. Aynı korkular burada da karşısına çıktı. Fakat bu korku nedensiz bir saygı da getiriyordu. İnsanlar birçok kez onun ağzına bakıyordu. Ama nafile her şeyin bir hayal olduğunun anlaşılması çok sürmedi. Ahmet yüksek bir sesle: “Yok arkadaş, ben çok bedel ödedim. Parasız marasız çalışacağım. Hem hiç para vermiyorlar değil ya! Yok da vermiyorlar; olsa verirlerdi. Onlarda insan sonuçta. Doğru olan bu muydu? Tüm yaşadıkları sonucunda bu fikri mi üretebildi? - İyi de Ahmet bu yıllardır böyle. Ne kadar para aldın şimdiye kadar? Bizim bu çalıştıklarımız nereye gidiyor hiç soruyor musun kendine? Madem para kazanamıyorlar niye bu işi sürdürüyorlar öyleyse. Emeğimiz onurumuzdu hani? - Ben bilmem arkadaş. Bugün vermezlerse yarın verirler, dedi ve kamyonlarda yığılı duran demir yığınlarının üstüne çıktı herkesin şaşkın bakışları altında. Bir hamle yaptı çelik boruya. Eğilmesi ile haykırması bir oldu: “Belimmm! ”. Çelik bedene hakim geldi. Arkadaşları başına toplandı. Kamyondan aşağı indirdiler onu. Yere yatırmaya çalıştılar. Doğrulamıyordu. Çığlıkları fabrikanın duvarlarını yırtıyordu adeta. İşten sorumlu kişiler geldiler ve eklediler: “Koyun bir arabaya götürün evine. Geri kalanlar da işlerinin başına.”ULAŞIM ADRESLERİ
Marksizmin yöntemini tartışırken, işçi hareketi içindeki eylemlerimize, katıldığımız tartışmalarda ileri sürdüğümüz argümanlara ve yazdığımız makalelere temel oluşturan fikirleri ele almaktayız.
Genel olarak Marksizmin üç ana kaynaktan biçimlendiği kabul edilir. Kaynaklardan biri, Marx’ın, Fransız politikasına, özellikle de Fransa’daki 1790’ların burjuva devrimi ve onu takip eden 19. yüzyılın ilk dönemlerinin sınıf mücadelesine ilişkin analizini geliştirmesidir. Marksizmin kaynaklarından bir diğeri “İngiliz ekonomi politiği” denilen şeydir, yani Marx’ın İngiltere’de geliştiği şekliyle kapitalist sistemi analiz etmesidir. Marksizmin aynı zamanda tarihsel olarak başlangıç noktası olan diğer kaynağının da “Alman felsefesi” olduğu söylenir ve benim burada üzerinde durmak istediğim de onun bu yönüdür.
Öncelikle söylemeliyiz ki, Marksizmin temeli materyalizmdir. Yani Marksizm tüm gerçekliğin özünün madde olduğu, bilincin maddeyi değil maddenin bilinci yarattığı fikrinden hareket eder.
Başka bir deyişle, düşünce ve düşünce kaynaklı olduğu söylenen herşey –sanatsal fikirler, bilimsel fikirler, hukuka, politikaya, ahlâka, vs. ilişkin fikirler– tüm bunlar gerçekte maddi dünyadan kaynaklanmaktadır. “Bilinç”, yani düşünce ve düşünce süreçleri, beynin bir ürünüdür; ve beynin kendisi de, dolayısıyla fikirler de, canlı maddenin gelişmesinin belli bir aşamasında ortaya çıkmıştır. Yani o da maddi dünyanın bir ürünüdür.
Dolayısıyla insan bilincinin ve toplumunun gerçek doğasını anlamak için, Marx’ın da ortaya koyduğu gibi mesele “insanların söylediklerinden, hayal ettiklerinden, tasavvur ettiklerinden … değil, gerçek ve faal insandan hareket edip, gerçek yaşam süreçlerini temel alarak bunların ideolojik yansımalarının ve yankılarının gelişimini göstermek suretiyle elle tutulur canlı insana varmaktır. İnsan zihninde oluşan inanılmaz hayaller bile ampirik olarak gösterilebilen ve maddi temellere dayanan maddi yaşam süreçlerinin doğurduğu imgeler olmak durumundadır. Böylelikle, ahlâk, din, metafizik ve her çeşit ideoloji ve de bunlara tekabül eden bilinç şekilleri bağımsız görünümlerini kaybederler. Bunların tarihleri yoktur, gelişimleri yoktur; ancak insanlar maddi üretimlerini ve maddi ilişkilerini geliştirerek kendi öz gerçeklikleriyle birlikte, düşüncelerini ve düşüncelerinin ürünlerini değiştirirler. Yaşamı belirleyen bilinç değildir; bilinci belirleyen yaşamdır. Birinci yöntemde hareket noktası, yaşayan birey olarak görülen bilinçtir; gerçek yaşama uygun düşen ikinci yöntemde ise, bu hareket noktası bizzat gerçek yaşayan bireylerdir, ve bilinç sadece onların bilinci olarak ele alınır.” (Alman İdeolojisi, Birinci Bölüm)
Dolayısıyla bir materyalist sadece fikirler için değil, maddi olguların kendileri için de açıklama arar ve tanrılar ve benzeri doğaötesi müdahale odaklarına değil maddi sebeplere bakar. Bu Marksizmin çok önemli bir yönü olup, onu kapitalist toplumda yerleşmiş bulunan diğer düşünme yöntemlerinden ve mantıklardan ayırır.
17. ve 18. yüzyıllarda Avrupa ülkelerinde bilimsel düşüncenin gelişimi gerçekten de çelişkili bir nitelik sergiledi ve bu hâlâ burjuva teorisyenlerin tipik yaklaşım biçimidir. Bir yandan materyalist yönteme doğru bir gelişme vardı. Bilimciler nedenleri arıyordu. Doğal olgulara Tanrı takdiri mucizeler olarak bakmakla yetinmiyor, onlara bir açıklama arıyorlardı. Ama aynı zamanda bu bilimcilerin henüz tutarlı veya üzerinde çalışılmış bir materyalist anlayışları yoktu; genellikle de doğal olgulara getirdikleri açıklamaların ardında, zincirin sonunda Tanrının elini işbaşında görüyorlardı.
Böyle bir yaklaşım, içinde yaşadığımız maddi dünyanın temelde kendi dışındaki güçlerce belirlendiğini ve gerçek dünyadan bağımsız varolabildikleri için bilincin veya fikirlerin önde geldiğini kabul etmek veya en azından buna açık kapı bırakmak anlamına gelir. Materyalizmin felsefi karşıtı olan bu anlayışa “idealizm” diyoruz.
Bu yaklaşıma göre insanlığın ve toplumun –ve de sanatın, bilimin, vs.– gelişimini belirleyen maddi süreçler değil fikirlerin gelişimi, insan düşüncesinin mükemmelleşmesi veya yozlaşmasıdır. Ve bu genel yaklaşımın, itiraf edilsin ya da edilmesin, kapitalizmin her türlü felsefesini kapsaması tesadüf değildir.
Burjuva filozoflar ve tarihçiler genel olarak varolan sistemi veri alırlar. Kapitalizmin, yeni ve daha üstün bir sisteme yerini bırakması mümkün olmayan nihai ve tam bir sistem olduğunu kabul ederler. Ve tüm geçmiş tarihi, zavallı fanilerin kapitalizmin gerçekleştirdiğine ya da gerçekleştirebileceğine inandıkları bir tür “mükemmel topluma” ulaşma gayretleri olarak sunarlar.
Bu yüzden, geçmişin hatta bugünün en büyük burjuva bilimcilerinin ve düşünürlerinin eserlerine baktığımızda materyalist ve idealist fikirleri nasıl kafalarında karmakarışık ettiklerini görebiliriz. Örneğin mekaniğin yasalarını ve gezegenlerle gök cisimlerinin hareket yasalarını incelemiş olan Isaac Newton, bu hareketlerin zihin veya düşünceyle belirlendiğini düşünmüyordu. Ama tüm maddeye bir ilk itiş verildiğini, bu ilk itkinin de bir tür doğaüstü güç tarafından, Tanrı tarafından verildiğine inanıyordu.
Aynı şekilde, bugün birçok biyolog için bitki ve hayvan türlerinin bir türden diğerine evrildiğini ve insanoğlunun kendisinin de önceki türlerin gelişiminden ibaret olduğunu kabul etmek kolaydır. Ama yine de bunların pek çoğu, insan aklıyla hayvan aklı arasında, ölümden sonra insan vücudunu terk eden “ebedi ruh”tan ibaret bir fark olduğu fikrine sıkı sıkıya sarılırlar. En yetenekli bilimcilerden bazıları dahi bilimsel olarak gerçekten geri olan ve bilimden ziyade büyü ve batıl inanca yakın duran bu tür idealist fikirlerle materyalist yöntemi harmanlamış durumdadır.
Bu yüzden Marksizm, her türlü idealizmle kökten bir kopuşu ve onun yerine gerçekten olup bitenin materyalist bir kavrayışını temsil eder. Bu anlamda materyalizm, Marksizmin temel hareket noktalarından birini oluşturur. Diğer temel kalkış noktası da diyalektiktir.
Diyalektik Diyalektik kısaca hareketin mantığı veya hareket içindeki eylemciler için sağduyu mantığıdır. Hepimiz biliriz ki nesneler hareketsiz kalmazlar, değişirler. Ama diyalektikle çelişkili olan ve kapitalist toplumun bağrına gömülü “formel mantık” adlı bir başka mantık daha vardır. Belki de bu yöntemin içeriğini tarif etmekle başlamak gerekli.
Formel mantık “özdeşlik yasası”na (“A” eşittir “A”) , yani şeylerin kendilerine eşit olduğuna ve birbiriyle belirli ilişkiler içinde olduğu düşüncesine dayanır. Özdeşlik yasasından temel olarak türemiş diğer yasalar da vardır; örneğin “A” “A”ya eşitse, “B”ye veya “C”ye eşit olamaz.
Görünüşte bu düşünce yöntemi sağduyuya uygun gelebilir. Aslına bakılırsa bilimin gelişmesinde ve bugünkü toplumu yaratmış olan sanayi devriminde çok önemli bir alet, çok önemli bir araç olmuştur. Örneğin matematiğin gelişimi ve temel aritmetik formel mantığa dayanmaktadır. Formel mantığı kullanmadan bir çocuğa çarpım tablosu veya toplamayı öğretemezdiniz. Bir bir daha iki eder, üç etmez. Aynı şekilde, formel mantığın yöntemi mekaniğin, kimyanın, biyolojinin vs. gelişimine temel oluşturmuştur.
Örneğin 18. yüzyılda İskandinav biyolog Linnaeus, bilinen tüm bitki ve hayvanlar için bir sınıflandırma sistemi geliştirdi. Linnaeus tüm canlıları sınıflara, takımlara, familyalara ayırdı, buna göre insan, primatlar takımında, hominidler familyasında, homo cinsinde yer almakta, ve homo sapiens türünü temsil etmektedir.
Sınıflandırma sistemi biyolojide çok önemli bir ileri adımı simgelemiştir. İlk defa bitki ve hayvanların gerçek anlamda sistematik incelemesini ve hayvan ve bitki türlerini karşılaştırmayı mümkün kıldı. Ama formel mantığa dayanmaktaydı. Homo sapiens’in Homo sapiens’e eş olduğuna; muska domestica’nın (adi ev sineği) muska domestica’ya eş olduğuna; solucanın solucana eş olduğu düşüncesine dayanmaktaydı. Başka bir deyişle sabit ve katı bir sistemdi bu. Bu sisteme göre bir türün başka bir şeye eşit olması mümkün değildi; aksi takdirde bu sınıflandırma sistemi tamamen çökerdi.
Aynı durum Dalton’un atom teorisinin büyük bir atılım yarattığı kimya için de geçerlidir. Dalton’un teorisi maddenin atomlardan oluştuğu ve her bir tip atomun sadece kendisine benzediği –yani şekil ve ağırlık yönünden sadece o elemente özgü olup diğer hiçbirinde bulunmadığı– fikrine dayanıyordu.
Dalton’dan sonra yine katı formel mantığa dayalı az çok katı bir element sınıflaması yapılarak bir hidrojen atomunun hidrojen atomu, karbon atomunun karbon atomu vs. olduğu ileri sürüldü. Ve eğer herhangi bir atom başka bir şey olabilseydi, modern kimyanın temeli olan bu sınıflandırma sistemi tamamen çökerdi.
Artık formel mantığın yönteminin birtakım sınırları olduğunu görmek önemlidir. Formel mantık gündelik hayatta yararlı bir yöntemdir ve nesneleri tanımlamada faydalı kestirimler yapmamızı sağlar. Örneğin, Linnaeus sistemi hâlâ biyologlar için faydalıdır, ama özellikle Charles Darwin’in çalışmalarının ardından bu sistemin zayıf yönlerini görebiliyoruz.
Darwin, örneğin Linnaeus sisteminde ayrı türler olarak ayrı isimler verilen bazı bitkilerin gerçekte birbirine çok benzediğine dikkat çekti. Aynı şekilde, aynı isim altında bulunan ve aynı bitkinin varyasyonları olduğu ileri sürülen diğer bazı bitkiler de birbirinden çok farklıydı.
Yani Charles Darwin’in zamanında bile Linnaeus sistemine bakıp “bir yerlerde bir sakatlık var” demek mümkündü. Ve tabii ki, Darwin’in kendi eseri ilk defa bir türden başka bir türe geçmenin mümkün olduğunu söyleyen evrim teorisi için sistematik bir temel oluşturdu.
Ve bu Linnaeus sisteminde büyük bir boşluk doğurdu. Darwin’den önce gezegenimizin üzerindeki tür sayısının tamı tamına Tanrının ilk altı günde yarattığı tür sayısına –tabii Nuh Tufanında telef olanlar hariç– eşit olduğuna ve bu türlerin bin yıllar boyu değişmeden kaldığına inanılıyordu. Ama Darwin değişen türler fikrini üretti ve böylece sınıflandırma yöntemi kaçınılmaz olarak değiştirilmek zorunda kalındı.
Biyoloji alanında gerçekleşenler kimya alanı için de aynen geçerlidir. 19. yüzyılın son döneminde kimyagerler bir atomik elementin diğerine dönüşebileceğini fark ettiler. Başka bir deyişle, atomlar tamamen farklı ve kendine özgü varlıklar değildi. Bugün pek çok atomun, pek çok kimyasal elementin kararsız olduğunu biliyoruz. Örneğin, Uranyum ve diğer radyoaktif atomlar zaman içinde bölünerek tamamen farklı kimyasal özelliklere ve atom ağırlıklarına sahip tamamen farklı atomlar ortaya çıkarırlar.
Öyleyse bizzat bilimin gelişimiyle formel mantığın yıkılmaya başladığını görebiliriz. Ama bu olgusal buluşlardan sonuç çıkaran ve gerek doğada gerek de toplumda mutlak veya sabit kategoriler olmadığını ortaya koyan diyalektik yöntemdir.
Formel mantıkçı “A” “A”ya eşittir derken, diyalektikçi “A”nın “A”ya her zaman eşit olmadığını söyler veya Troçki’nin yazılarında kullandığı bir örneği alırsak, bir kilo şeker, başka bir kilo şekere eşit değildir. Eğer bakkaldan şeker alacaksak eşitlik varsayımı işe yarar, ama dikkatle bakarsak, bunun gerçekte yanlış olduğunu görürüz.
Öyleyse şeylerin, hayatın ve toplumun sürekli hareket ve değişim halinde olduğunu dikkate alan bir kavrayış biçimine ve mantığa ihtiyacımız var. Ve bu mantık şekli şüphesiz diyalektiktir.
Ama öte yandan diyalektiğin evrene düzenli ve tedrici bir değişim süreci atfettiğini düşünmek hatalı olur. Diyalektiğin yasaları –burada bir uyarı gerekli: bu kavramlar gerçekte olduklarından daha korkutucu geliyor kulağa– değişim süreçlerinin gerçekte nasıl işlediğini tarif eder.
Nicelikten Niteliğe Başlangıç olarak “niceliğin niteliğe dönüşümü yasası”nı ele alalım. Bu yasa değişim süreçlerinin –evrendeki hareketin– tedrici ve düzenli olmadığını söyler. Görece tedrici ve küçük değişimlerin yaşandığı dönemlerle devâsa değişimlerin –nicel olarak değil ancak nitel olarak ölçülebilecek değişimler– yaşandığı dönemler.
Yine doğa bilimlerinden bir örnek verecek olursak, suyun ısınmasını ele alabiliriz. Suya ısı verdikçe gerçekleşen değişimi sıcaklık derecesi cinsinden tam olarak ölçebilirsiniz (“nicelik”) . Diyelim 10°C’den (çeşme suyu sıcaklığı) yaklaşık 98°C’ye kadar değişim nicel olacaktır; yani daha sıcak olmasına rağmen su, su olarak kalacaktır.
Ama o andan sonra sudaki değişimin nitel hale geldiği ve suyun buhara dönüştüğü bir nokta gelir. 98 dereceden 102 dereceye ısıtılırken suda meydana gelen değişimi nicel olarak tanımlayamazsınız. Nicel değişimin birikimi (gittikçe daha çok ısıtmak) sonucu nitel bir değişimin (sudan buhara) oluştuğunu söylememiz gerek.
İşte niceliğin niteliğe dönüşümünden bahsederken Marx ve Engels’in kastettiği de buydu. Aynı şey türlerin gelişiminde de görülebilir. Her bir tür içinde her zaman çok büyük çeşitlilik görülür. Bu odaya bir göz atarsak Homo sapiens’deki çeşitliliği görebiliriz. Bu çeşitlilik nicel olarak örneğin boy, ağırlık, deri rengi, burun uzunluğu, vs. cinsinden ölçülebilir.
Ama eğer çevre değişimlerinin etkisiyle evrimsel dönüşüm bir noktaya varırsa bu nicel değişimler nitel değişime yol açabilir. Başka bir deyişle, artık hayvan ve bitkideki söz konusu değişimi sadece nicel ayrıntılar açısından tanımlayamazsınız. Artık birbirinden nitel olarak farklı türler söz konusudur.
Örneğin, bir tür olarak bizler şempanze ve gorillerden nitel olarak farklıyız; onlar da diğer memeli türlerinden nitel olarak farklılar. Ve bu nitel farklılıklar, bu evrim sıçramaları, geçmişteki nicel değişimlerin ürünüdür.
Marksizmin düşüncesine göre, ani değişim dönemlerinin arasına serpiştirilmiş tedrici değişim dönemleri her zaman olacaktır. Gebelik döneminde tedrici bir gelişim dönemi görülür, sonunda ise son derece hızlı bir gelişim dönemi. Aynı durum toplumun gelişiminde de geçerlidir. Marksistler sık sık bu gebelik benzetmesini savaşların devrimlere dönüşümünü tarif etmek için kullanmışlardır. Bunlar toplumsal gelişme içinde nitel sıçramaları temsil ederler; ama onlar da toplumdaki nicel çelişkilerin birikimiyle ortaya çıkmışlardır.
Yadsımanın Yadsınması Diyalektiğin ikinci yasası da “yadsımanın yadsınması yasası”dır; ve yine kulağa gerçekte olduğundan daha karmaşık gelmektedir. Burada “yadsıma” sadece bir şeyin yok olması, başka bir şeye dönüşerek ölmesi anlamına gelir.
Örneğin insanlık tarihinin ilk dönemlerinde sınıflı toplumun gelişmesi, daha önceki sınıfsız toplumun yadsınmasını temsil ediyordu. Ve gelecekte komünizmin gelişimiyle birlikte, bugünkü sınıflı toplumun yadsınması demek olan başka bir sınıfsız toplum göreceğiz.
Yani yadsımanın yadsınması yasası yalnızca bir sistemin doğarken başka bir sistemi yok olmaya ittiğini söyler. Ama bu yeni sistemin kalıcı veya değişmez olduğu anlamına gelmez. O da toplumda daha sonra görülecek gelişme ve değişim süreçleri sonucunda yadsınır. Nasıl sınıflı toplum sınıfsız toplumun yadsınmasıysa, komünist toplum da sınıflı toplumun yadsınması olacaktır: yadsımanın yadsınması.
Diyalektiğin bir başka kavramı da “zıtların iç içe geçmesi” yasasıdır. Bu yasa, değişim süreçlerinin çelişkiler sayesinde, tüm doğal ve toplumsal süreçlerin içinde gömülü olan farklı unsurlar arasındaki çatışmalar sayesinde ortaya çıktığını söyler.
Zıtların iç içe geçmesine doğa biliminden en iyi örnek belki de “kuantum teorisi”dir. Bu teori enerjinin ikili bir karakter göstermesi üzerine kuruludur; bazı deneylere göre enerji dalgalar halinde vardır, tıpkı elektromanyetik enerjide olduğu gibi. Ama diğer bazı durumlarda, enerji kendini parçacıklar halinde açığa çıkarır. Başka bir deyişle, bilimciler arasında genellikle kabul gördüğü gibi, madde ve enerji aynı anda iki farklı biçimde –bir taraftan gözle görülemeyen bir dalga, diğer taraftan içinde belirli bir enerji “kuantumu” (miktar) taşıyan bir parçacık– varolabilir.
Dolayısıyla modern fizikteki kuantum teorisinin temeli çelişkidir. Ama bilim alanında bilinen daha birçok çelişki mevcuttur. Örneğin elektromanyetik enerji pozitif ve negatif kuvvetlerin birbiri üzerindeki etkisi aracılığıyla harekete geçer. Manyetizma bir kuzey kutbunun bir de güney kutbunun varoluşuna bağlıdır. Bu ikisi tek başlarına varolamazlar. Tam da çelişkili kuvvetlerin bir ve aynı sistem içerisinde bir bütün halinde bulunmaları nedeniyle vardırlar ve işlerler.
Benzer biçimde bugün her toplum bir sistem içinde bütünleşmiş çelişkili unsurlar taşımaktadır ve bu da herhangi bir toplumun, herhangi bir ülkenin istikrarlı ve değişmeden kalmasını imkânsız kılmaktadır. Formel mantığın tersine diyalektik yöntem bu çelişkileri ortaya döküp yaşanan değişimin temeline inmek üzere bizi eğitir.
Marksistler her toplumsal sürecin içinde çelişkili unsurlar olduğunu söylemekten çekinmezler. Tam tersine, asıl bu süreç içindeki çıkar çatışmalarının tanınıp anlaşılması sayesinde, değişimin muhtemel doğrultusunu ve bu durumda işçi sınıfının bakış açısına göre çaba harcamak için gerekli ve mümkün hedef ve amaçları saptayabiliriz.
Beri yandan Marksizm formel mantığı toptan terk etmez. Ama toplumsal gelişmeleri anlamak bakımından formel mantığın ancak tâli bir rol oynaması gerektiği görülmelidir.
Hepimiz gündelik ihtiyaçlarımız için formel mantığı kullanırız. Bu mantık, gündelik işlerimizi yürütmek ve iletişim kurmak için gerekli kestirimleri yapmamızı sağlar. Formel mantıktan yararlanmadan, bir eşittir bir yaklaşımını kullanmadan normal bir yaşam süremezdik.
Ama öte yandan formel mantığın sınırlarını da görmemiz gerekir, ki bunlar süreçleri daha derinlemesine ve ayrıntılı incelediğimizde ve toplumsal ve politik süreçleri daha yakından gözlediğimizde bilimde aşikâr hale gelen sınırlardır.
Diyalektik, bilimciler arasında nadiren kabul görür. Bazı bilimciler diyalektikçidir, ama çoğunluğu bugün bile materyalist bir yaklaşımı her türlü formel ve idealist fikirle harmanlamaktadır.
Doğa bilimlerinde durum bu olduğuna göre, sosyal bilimler söz konusu olduğunda haydi haydi böyledir. Bunun sebepleri son derece açıktır. Toplumu ve toplumsal süreçleri bilimsel bakış açısından incelemeye çalışırsanız, kapitalist sistemin çelişkileriyle ve toplumun sosyalist dönüşümü ihtiyacıyla karşı karşıya kalmak kaçınılmazdır.
Öğrenme ve araştırma merkezleri olduğu varsayılan üniversiteler, kapitalizmde egemen sınıf ve devletten bağımsız olmaktan uzaktırlar. Bu nedenledir ki, doğa bilimlerinin diyalektik materyalizme meyleden bir bilimsel yöntemi hâlâ söz konusu olabilmektedir; ama iş sosyal bilimlere gelince, kolej ve üniversitelerde formalizmin ve idealizmin en berbatını bulursunuz.
Bu durum yüksek maaşlı profesör ve akademisyenlerin yerleşik çıkarlarından bağımsız değildir. Toplumdaki ayrıcalıklı konumlarının, öğretmekle yükümlü oldukları şeyler üzerinde etki ve yansımaları olması kaçınılmaz ve açıktır. Kendi görüşleri ve önyargıları, öğrencilerine ve benzer şekilde tüm okullara taşıdıkları “bilgi”ye nüfuz eder.
Bilhassa burjuva tarihçiler, tüm sosyal bilimciler arasında en sığ görüşlü olanlardır. Tarihin dün sona erdiğini hayal eden burjuva tarihçilerin örneklerini kaç kez gördük! İçinde bulunduğumuz İngiltere’de, 17. 18. ve 19. yüzyıllar söz konusu olunca, İngiliz emperyalizminin dehşetini; köle ticaretine bulaştığını; sömürge halklarının kanla bastırılmasından sorumlu olduğunu; aynı zamanda kadın ve çocuklar da dahil İngiliz işçilerinin kömür madenlerinde, pamuk fabrikalarında, vs. en kötü sömürüye maruz kalmasından sorumlu olduğunu kabul ediyormuş görünürler.
Tüm bu kötülükleri kabul ederler; ama ancak düne kadar. İş bugüne gelince, İngiliz emperyalizmi birden demokratik ve ilerici kesilir.
Bu tümüyle tek yanlı, tümüyle çarpık bir tarih görüşüdür ve Marksist yöntemin tam tersidir. Marx ve Engels’in tutumu, toplumsal süreçlere aynı doğaya baktıkları gibi diyalektik açıdan –gerçekten vuku bulan süreçler açısından– bakmaktı.
İşçi hareketi içindeki günlük tartışma ve münakaşalarda sık sık formalist insanlarla karşı karşıya geliriz. Soldaki birçok insan dahi olaylara, hareket doğrultusunu anlamadan, tamamen katı ve formel biçimde bakmaktadır.
İşçi hareketinin sağ kanadı ve sol kanadın bir kısmı Marksist teorinin bir dogma olduğuna, “teori”nin eylemcinin sırtındaki 300 kiloluk yüke benzediğine ve bu yükten ne kadar çabuk kurtulunursa o kadar aktif ve etkili olunabileceğine inanmaktadır.
Ama bu, Marksist teorinin tüm doğasının kökten yanlış anlaşılmasıdır. Aslına bakacak olursak Marksizm dogmanın tam zıddı olup, tam da etrafımızda gerçekleşen değişim süreçleriyle başa çıkmanın yöntemidir.
Hiçbir şey sabit değildir ve hiçbir şey olduğu yerde durmaz. Formalistler, toplumu donuk bir fotoğraf gibi görürler ve şeylerin neden ve nasıl değiştiğini anlamadıkları için karşılaştıkları durumlardan korkabilirler. Bu türden bir yaklaşımın, değişimin kaçınılmazlığını anlamadan şeyleri oldukları gibi kabul eden dogmatik bir kavrayışa yol açması kolaydır.
Bu yüzden Marksist teori, işçi hareketi içindeki her türlü eylem için çok temel bir araçtır. Olayların gelişim yönüne kendimizi odaklamak için sınıf mücadelesi içindeki çelişkili güçlere karşı sürekli dikkatli olmalıyız.
Elbette kendimizi kapitalist toplumda egemen olan düşünce çerçevesinden kurtarıp Marksist yöntemi benimsemek her zaman kolay olmuyor. Marx’ın dediği gibi bilime giden kestirme bir yol yoktur. Yeni politik fikirlerle boğuşurken bazen zor yolu denemek zorundasınızdır.
Ama Marksist teorinin tartışılması ve incelenmesi, kesinlikle her eylemcinin gelişiminin esaslı bir parçasıdır. Öncü işçileri mücadelenin tüm karmaşası içinde bir pusula ve harita ile donatan yalnızca bu teori olacaktır. Eylemci olmak her zaman iyi bir şeydir. Ama içine girdiğimiz süreçleri bilinçle kavramaksızın, pusula ve haritası olmayan bir kaşiften daha etkili olamazsınız.
Ve eğer bilimin yardımı olmadan keşif yapmaya kalkarsanız, ne kadar enerji dolu olursanız olun, yıllar boyu pek çok eylemcinin maalesef yaptığı gibi, er ya da geç bir uçuruma veya bataklığa düşüp yok olursunuz.
Bir pusula ve haritanız varsa yönünüzü tayin edebilirsiniz. Belli bir anda nerede olduğunuzu, nereye gittiğinizi ve nerede olacağınızı saptayabilirsiniz. İşte Marksist teoriye vâkıf olmamızı gerektiren temel neden de budur. İşçi hareketi içindeki eylemlerimiz söz konusu olduğunda, Marksist teori bize kesinlikle paha biçilmez bir eylem kılavuzu sunar.
[Bu yazı, diyalektik materyalizmin temel noktalarının kısa bir özetidir ve Troçki’nin Materyalist Diyalektiğin ABC’sine ek olarak 1994 yılında kaleme alınmıştır.]
Tarihsel Materyalizm Nedir? Tarihsel materyalizm Marksist bilimin tarihsel gelişmeye uygulanmasıdır. Tarihsel materyalizmin temel savı bir cümleyle özetlenebilir: “İnsanların varlığını belirleyen şey bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır.” (Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Önsöz)
Peki bu ne anlama gelir?
Daily Mirror (günlük bir İngiliz gazetesi) okuyucuları “Perishers” adlı bant karikatürü hatırlayacaklardır. Bir olayda, yaşlı köpek Wellington, yengeçlerle dolu bir havuza yukarıdan bakar. Yengeçler kendilerine görünen “gökyüzündeki gözlerin” esrarengiz tanrısallığı hakkında tahminler yürütürler.
Mesele, evreniniz bir havuzsa şeylere gerçekten nasıl bakacağınızdır. Bilinciniz varlığınız tarafından belirlenir. Düşünce, türlerin deneyim alanıyla sınırlıdır.
İlkel insanların nasıl düşündüğü hakkında çok az şey biliyoruz, ama ne hakkında düşünemeyeceklerini biliyoruz. Etrafta futbol maçlarının sonuçlarını merak ederek dolaşmayacaklardır örneğin. Futbol ligi, profesyonel futbolcuların ve diğer klüp çalışanlarının maaşlarını ödeyebilecek kadar geniş kalabalıkları alabilecek büyük kentleri ön varsayar. Sanayi kentleri ancak, emek üretkenliği, toplumun bir kısmının geri kalan kısmı tarafından beslenebildiği noktaya kadar geliştiği ve bu sonuncular kendilerini yiyecekten başka gereksinmelerin üretilmesine vakfettikleri zaman ortaya çıkabilir.
Başka bir deyişle, geniş bir işbölümü varolmalıdır. Bunun diğer bir yönü, insanların para için çalışmaya ve istedikleri şeyleri –futbol maçına bilet almak da dahil– başkalarından satın almaya alışmış olmaları gereğidir; kuşkusuz bu ilkel toplumda olmayan bir durumdur.
Bu basit örnek, profesyonel futbol gibi şeylerin bile, toplumun günlük ekmeğini yapma tarzına, insanların “toplumsal varlığına” bağlı olduğunu gösterir.
Peki insanlık nedir? Büyük idealist filozof Hegel “insan düşünen bir varlıktır” der. Aslında Hegel’in görüşü, insanın, yaratıcısı tarafından, yine bu yaratıcının çalışmasına hayranlık duyması için bir beyinle donatıldığı yolundaki alışıldık dinsel görüşün biraz daha incelikli bir biçimidir.
Düşünmenin bizi gübre böceklerinden, dikenli balıklardan ve kertenkelelerden farklı kılan yönlerden biri olduğu doğrudur. Peki ama insanlar neden bir düşünme yetisi geliştirdiler?
Yüz yıldan uzun bir süre önce Engels, tamamen materyalist bir açıklamayla, dik durmanın insansı maymundan insana geçişe işaret ettiğine dikkat çekti. Bu görüş, Leakey gibi antropologların en son araştırmaları tarafından da doğrulanmıştır.
Dik duruş sayesinde eller, nesneleri, diğer parmaklarla karşı karşıya konumlanan bir başparmak aracılığıyla kavramak üzere serbest kaldı. Bu, aletlerin kullanılmasını ve geliştirilmesini mümkün kıldı.
Dik duruş, ilk insanların etraflarındaki dünyayı algılayabilmek için gözlerine diğer duyularından daha fazla güvenmelerine de olanak verdi. Ellerin kullanılması, gözler aracılığıyla beyin yetilerini geliştirdi.
Engels bir diyalektik materyalistti. Hiçbir şekilde düşüncenin önemini küçümsemedi, tersine onun nasıl ortaya çıktığını açıkladı. On sekizinci yüzyıl ABD politikacısı ve mucidi Benjamin Franklin’in, insanı alet yapan hayvan olarak tanımlarken Hegel’den daha materyalist bir yaklaşıma sahip olduğunu da görebiliriz.
Yüz yıl önce Darwin bir varoluş mücadelesinin söz konusu olduğunu ve türlerin doğal seleksiyon yoluyla hayatta kaldığını gösterdi. İlk bakışta eski insanların çitanın hızıyla, aslanın gücüyle ya da bir filin korkutucu cüssesiyle karşılaştırıldığında yapacak çok fazla şeyleri yoktu. Bugün insanlar gezegene egemen olma durumuna geldi ve bu korkutucu hayvanların çoğunu yok olma noktasına sürükledi.
Aslan gibi hayvanlar ne kadar özgüvenli görünürlerse görünsünler, insanları daha aşağı hayvanlardan ayıran şey, hayvanlar kendi dışlarındaki dünyayı olduğu gibi kabul ederken, insanoğlunun giderek doğanın efendisi olmasıdır.
İnsanoğlunu doğaya hükmettiren süreç emektir. Marx’ın mezarında Engels, dostunun büyük keşfinin şu olduğunu ifade ediyordu: “İnsanoğlu ilkin yemeli, içmeli, barınağa ve giyeceğe sahip olmalı ve bu nedenle politika, bilim, sanat, din vb. ile meşgul olmadan önce çalışmalıdır.”
Diğer bir diyalektik formülasyonda Engels şöyle diyordu: “El yalnızca emeğin organı olmayıp, aynı zamanda emeğin ürünüdür.”
İlkel insanların beynini okuyamayız, ama onların çoğu zaman ne düşündüklerine –yiyecek– ilişkin oldukça iyi bir tahmin yapabiliriz. İhtiyaçlar karşısındaki mücadele o zamandan beri tarihe hep egemen olmuştur.
Marksistler sık sık “ekonomik determinist” olmakla suçlanırlar. Aslında Marksistler fikirlerin önemini ya da tarihte bireylerin etkin rolünü inkâr etmekten çok uzaktırlar. Ancak tam da etkin olduğumuz için, bireysel etkinliğin sınırlarını ve fikirlerimizin ve etkinliğimizin tesirli olabilmesinden önce uygun toplumsal koşulların varolması gerektiğini biliriz.
Akademik muhaliflerimiz, bireysel etkinliği genellikle rahat koltuklarında oturup ellerinde çerez Porto şarabını yudumlayarak yücelten pasif siniklerdir.[1] Marx’la birlikte anladık ki, insanlar “kendi tarihlerini kendileri yaparlar... ama doğrudan karşı karşıya kalınan, verili ve geçmişten gelen koşullar altında.” Sürece müdahale etmek için toplumun nasıl gelişmekte olduğunu anlamamız gerekir. Marksizmin bir perspektifler bilimi olduğunu söylerken kastettiğimiz şey budur.
Düşüncenin iletimi olan dil, bizzat emeğin yarattığı bir şeydir. Bunu, çakallar ve avını öldürmek için kaba kuvvet ya da hızdan çok takım çalışmasına güvenen diğer avcı hayvanlar arasında bile görebiliriz. Bunların bir dizi havlama komutları ve uyarıları –dilin başlangıcı– vardır.
Dil, ortaklaşa emeklerinin bir sonucu olarak, insanlar arasında böyle gelişmiştir. Daha yüksek insansı maymunlar arasında rasyonel düşünmenin tohumları ve bazı hayvanların sınırlı alet kullanımı başlangıç aşamasında kalırken, meyvelerini sadece insanoğlunda vermiştir.
Emeğin insanı diğer hayvanlardan ayırdığını ve insanın emek sayesinde doğayı ve böyle yaparak da kendini tedricen değiştirdiğini gördük. Demek ki, insanlık tarihinin tüm acıları ve güçlükleri içinden geçen gerçek bir ilerleme ölçütü söz konusudur; insanların doğaya hükmetme ve doğayı kendi ihtiyaçlarına boyun eğdirme kabiliyetindeki artış; başka bir deyişle artan emek verimliliği.
Üretici güçlerin gelişimindeki her aşama, belirli bir üretim ilişkileri setine tekabül eder. Üretim ilişkisi, insanların günlük ekmeklerini kazanmak için kendilerini örgütleme tarzı demektir. Üretim ilişkileri bu nedenle her toplum biçiminin iskeletidir ve insan bilincini belirleyen toplumsal varlık koşullarını sağlar.
Marx üretici güçlerin gelişiminin nasıl farklı üretim ilişkilerini ve farklı sınıfsal toplum biçimlerini ortaya çıkardığını açıklamıştı.
“Sınıf” ile, toplumdaki üretim araçlarına aynı ilişkiyle bağlı olan insan grubunu kastederiz. Üretim araçlarının sahibi olan ve onları kontrol eden sınıf, toplumu yönetir. Bu aynı zamanda, onun, ezilen veya emekçi sınıfı egemenlerin çıkarları için çalışmaya zorlamasını mümkün kılar. Emekçi sınıf, egemen sınıfın geçindiği bir artı üretmeye zorlanır.
Marx şöyle der:
“Ödenmemiş artı-emeğin doğrudan üreticilerden çekilip alındığı özel iktisadi biçim, doğrudan üretimin kendisinden doğan ve kendisi de belirleyici bir öğe olarak onu etkileyen, yönetenler ile yönetilenlerin ilişkisini belirler. Ama, bunun üzerine de, bizzat üretim ilişkilerinden doğan iktisadi topluluğun tüm oluşumu, böylece de aynı zamanda onun özel siyasal biçimi yerleşmiştir. Tüm toplumsal yapının ve onunla birlikte egemenlik ve bağımlılık ilişkisinin siyasal biçiminin, kısacası, buna uygun düşen özel devlet biçiminin, en içteki sırrını, gizli temelini açığa vuran şey, her zaman, üretim koşullarına sahip olanlar ile doğrudan üreticiler arasındaki ilişkidir –bu, her zaman, doğal olarak, emek yöntemlerinin gelişmesinde belli bir aşamaya ve böylece de onun toplumsal üretkenliğine uygun düşen bir ilişkidir.”[2]
İlkel Komünizm Toplumun en erken aşamalarında insanlar fabrikalara girmiyor, normalde bizzat kendilerinin tüketmeyecekleri şeyleri üretmek için çalışmıyor ve hafta sonunda, ihtiyaç duydukları yiyecek, giyecek, vb. karşılığında diğer insanların kabul etmeye hazır olacakları bir takım renkli kağıtlar ve süslü disklerle “ödül”lendirilmiyorlardı. Bu davranış, uzak atalarımıza oldukça inanılmaz gelirdi. Eskiden beri varmış kabul ettiğimiz modern toplumun birçok özelliği de öyle. Hangi sosyalist şu iddiayı işitmemiştir: “İnsanlar açgözlü olmaya ve gasp etmeye mahkûmdur. Sosyalizme ulaşılamaz, çünkü insan doğasını değiştiremezsiniz.”
Aslında, sınıflı toplum şunun şurasında 10.000 yıldan daha kısa bir süredir mevcuttur; insanoğlunun bu gezegende varolduğu sürenin yüzde biri kadar bir süre. Sürenin geri kalan yüzde 99’unda sınıflı bir toplum, yani zorla kabul ettirilen eşitsizlikler, devlet ve modern anlamda bir aile yoktu.
Bunun sebebi, ilkel insanın esrarlı bir şekilde bizden yüce olması değil, üretim ilişkilerinin farklı bir toplum türü ve bu nedenle de farklı bir “insan doğası” yaratmasıdır. Varlık bilinci belirler ve eğer insanların toplumsal varlığı değişirse –içinde yaşadıkları toplum değişirse– bilinçleri de değişir.
İlkel toplumun temeli toplayıcılık ve avcılıktı. Tek işbölümü, tamamen doğal biyolojik bir nedenden, kadınların zamanın büyük bölümünde küçük çocukların sorumluluğunu yüklenmelerinden kaynaklanan, kadın ve erkek arasındaki işbölümüydü. Erkekler avlanırken kadınlar sebze ve meyve topluyordu.
Böylece her bir cinsiyet üretimde önemli bir rol oynadı. Kalahari çölündeki! Kung kabilesi gibi hâlâ ilkel komünist koşullar altında yaşayan kabileler üzerinde yapılan çalışmalar temelinde, yiyecek temininde kadının katkısının erkeklerden daha önemli olabileceği tahmin edilmektedir.
Tüm bu kabile toplulukları ortak özelliklere sahipti. Avlanma alanları kabilenin ortak malı olarak görülüyordu. Avlanmanın kendisi ortak bir eylemken başka türlü nasıl olabilirdi? Varlığın emniyette olmaması paylaşmaya yol açar. Ölü bir su aygırını arkadaşlarınızdan saklamak iyi bir şey değildir; çürümeye başlamadan önce onu yiyemezsiniz ve siz yoksulluk içindeyken diğer kabile üyelerinin fazladan şeylere sahip olduğu bir zaman da gelebilir. Paylaşmak ve eşit bir şekilde paylaşmak sağduyudur.
Kişisel aletlerde özel mülkiyet yoktu, ama çok farklı kabile topluluklarında bile, eşitsizliğin birikmesini engellemek için bu aletleri sahibinin vücuduyla birlikte gömmek veya yakmak gibi benzer kurallar vardı. Bu kabileler tarımı geliştirmeye başladıktan sonra bile toprağı yeniden bölmeye devam ettiler, ilkel komünizmin normları böylesine güçlüydü. Romalı tarihçi Tacitus, Cermen kabileleri arasında bu tür kurallar olduğundan söz eder.
Bu topluluklarda kadınların daha büyük bir saygınlığı vardı. Kabilenin servetine en azından eşit bir şekilde katkıda bulunuyorlardı. Ayrı beceriler geliştirmişlerdi; çömlekçiliği kadınlar keşfetmiş ve hatta tarımda son atılımı da kadınlar yapmış görünüyor.
Devlet gibi kurumlar da gerekli değildi, çünkü toplumu bölen temel uzlaşmaz sınıfsal çıkarlar yoktu. Bireysel anlaşmazlıklar kabile içinde halledilebiliyordu.
Kabilenin karar almasında deneyimli yaşlılar kesinlikle önemli bir rol oynuyordu. Onlar şefti, ama kral değildi; otoriteleri ya hak edilmiş bir otoriteydi ya da yoktu. M.S. üçüncü yüzyılda (bunun geçerliliğinin sona erdiği bir sırada) , Cermen kabilesi olan Vizigotların lideri Athanaric şöyle diyordu: “Ben otoriteye sahibim, iktidara değil.”
Toplum gelişti, çünkü gelişmek zorundaydı. Tropikal Afrika’dan başlayarak, nüfus yerkürenin en barınılmaz kesimlerini kaplayacak ölçüde büyüdükçe, insanlar gelişmek için –aksi takdirde ölürlerdi– düşünce ve emek güçlerini kullanmak zorunda kaldılar. Toprağı ekip biçmek, aslında, bitkisel yiyeceklerin el altında olmasını sağlamak, meyve, fındık, vb. toplamanın bir adım ilerisiydi. Çiftçilik ve hayvanları evcilleştirmek, avlanmanın bir adım ilerisiydi. Kabile topluluğu norm olarak varlığını korudu.
İnsanlık tarihindeki ilk büyük devrim tarım devrimi ya da neolitik devrimdi. Tahıllar seçildi ve ekildi, toprak çekiş hayvanlarıyla sürüldü. İlk kez, çalışanların geçinmeleri için gerekli olanın kat be kat üstünde büyük bir artı ortaya çıktı.
İlkel komünizmde aylak bir sınıf için hiçbir temel yoktu. Ancak kendi ihtiyaçlarını temin edebildikleri için, başkalarını köleleştirmek anlamsızdı. Şimdi ise bazıları için aylaklık olanağı doğmuştu, ama insanlık henüz herkese böyle bir yaşam sürdürtme olanağını yeteri kadar sağlayamıyordu.
Bu temelde sınıflı toplumlar ortaya çıktı; toplumlar mülk sahipleriyle emekçi sınıflar arasında bölündü.
Asırlar boyunca sınıf mücadelesindeki temel sorun, çalışanların ürettiği artı üzerindeki mücadele olmuştur. Bu artının bölüşülme –gasp edilme– şekli, resmen tarımla başlayan farklı üretim tarzlarına bağlıydı. Bu değişim, toplumsal hayatın tümüyle dönüşmesinin temelini hazırladı.
Kabile normları kolayca ölmedi. Önce toprak yeniden bölüşüldü. Hatta Feodal Avrupa’da, bazı bölgelerdeki köy toplulukları, orijinal köy topraklarının yeniden bölüşülmesiyle biçimi değişen ilkel komünizmin geleneklerini sürdürüyorlardı.
Ancak tarım, avcılığın aksine daha bireysel bir faaliyet olabiliyordu. Daha çok çalışarak daha çok kazanabilirdiniz ve herkesin hayatta kalma sınırında yaşadığı koşularda bu önemliydi.
Bunun da ötesinde tarım devrimi –çekiş hayvanlarının saban sürmede vb. kullanılması da dahil olmak üzere genellikle erkeklerin meşgul oldukları– kadını, erkekler tarafından sağlanan malzemeleri işlemek üzere eve gönderdi. Kadın cinsinin dünya-tarihsel yenilgisine yol açan şey, üretimde doğrudan bir rol sahibi olmayışıydı.
Erkekler eşit olmayan mallarını erkek bir mirasçıya geçirmek istediler. İlkel komünist toplumda soy kadın üzerinden yürürdü (miras önemli değildi) . Artık miras erkek üzerinden yürümeye başlamıştı.
Sınıflı toplumun nasıl ortaya çıktığını tam olarak bilmiyoruz, fakat elimizdeki kanıtlardan yola çıkarak parçaları birleştirebiliriz. Bu sürece devrim diyoruz ve bu, kelimenin en derin anlamıyla bir devrimdi.
Ama yeni tip toplum eskisinin yerine tam olarak geçmeden önce, farklı toplum tipleri arasındaki geçiş biçimlerinin yüzlerce, hatta binlerce yıl varolduğunu unutmamalıyız. İnsanlığın ilerleyişi düz bir şekilde değil, eşitsiz ve bileşik gelişme yasasına uygun olarak sürdü.
Tarımı geliştirmeye ilk mecbur kalanlar, ekvator Afrika’sının iyi durumdaki insanları değil, daha ılıman iklimlerdeki (muhtemelen yakın Doğudaki) insanlardı.
İlk tarım kuşkusuz çok basitti, muhtemelen “orman açma ve yakma”dan ibaretti. Bu, kabilenin hareket halinde olmaya devam etmesi demekti, çünkü açılmış toprak, yalnızca birkaç yıl iyi ürün veriyordu.
Bu yüzden kabile topluluğu varlığını muhafaza etti, ancak değişikliğe uğradı. Tacitus, kendi zamanındaki Cermen kabilelerinin askeri demokrasisini, bir savaş şefinden, yaşlılar konseyinden ve savaşçılar meclisinden oluşan bir yapı olarak tanımlar (kadınların oy verme hakkı artık ellerinden alınmıştı) . Bu, gelişimin bu aşamasındaki kabileler için tipiktir.
Her ne kadar meclis tüm kararları (mızraklarını kalkanlarına şiddetle vurarak) ret ya da kabul edebiliyorsa da, savaş şefinde bir kralın embriyosunu ve yaşlılar konseyinde de bir egemen aristokrasinin ana hatlarını görürüz.
Romalı toprak sahibi egemenler senato (“yaşlılar”) içinde örgütlenmişlerdi ve Anglo-Sakson krallar bir Witan’a (“bilgeler”) danışıyorlardı, bunların her ikisi de kendi zıddına dönüşmüş demokratik bir kabile oluşumunun kalıntısıydı. Cermen kabileleri artık savaş için örgütleniyorlardı, çünkü korunmadığı takdirde elden alınma tehlikesi olan bir artı mevcuttu.
Desmond Morris (Çıplak Maymun) ve Robert Andrey (Avcılık Hipotezi) gibi yazarların görüşlerinin tersine, Leakey gibi antropologlar, insanın doğuştan saldırgan olmadığını gösterdiler. Her ne kadar ilkel komünist toplumlar, sözgelimi kıt avlanma alanları için savaşa tutuşmuşlarsa da, savaşlar ancak savaşmaya değer bir şeylerin olduğu aşamada tarihin yerleşik ve düzenli bir özelliği haline gelmeye başladı.
Tarımdan, artının üretilebildiği bir topluma doğru yapılan bir atılım olarak söz etmekteyiz. Aslında, tarımla gelen emek üretkenliğindeki artış, daha geniş bir işbölümüne olanak verdi; böylece insanlar başka şeyler üretebilecek hale geldiler. Bu nedenle tarım devrimi, teknikte (çömlekçilik ve metal işleme gibi) ve tüm toplumsal yapıda bununla bağlantılı devrimleri beraberinde getirdi.
Farklı kabileler arasında olduğu gibi kabile içinde de eşitsizlikler gelişti. Coğrafi ve diğer nedenlerden dolayı, bazı kabileler hayvan yetiştirmeye, balık avlamaya vb. yoğunlaşmaya başladılar. Tarımla uğraşanlar, artılarını (ya da daha doğrusu içlerinden bazılarının edindiği artıyı) korumak için tahkim edilmiş köyler etrafında yerleşmeye başlarken, bu balıkçılık yapan ve hayvan yetiştirenler malları mübadele etme görevini üstlendiler. Önceden, mübadele, seyahatleri esnasında birbiriyle karşılaşan kabileler arasındaki tesadüfi bir eylemdi. Bundan böyle düzenli bir durum haline gelmişti.
Metal, şüphesiz ticaretin en önemli kalemlerinden biriydi. Yahudiler, Mısır’la Akdeniz uygarlıkları arasındaki ticareti geliştiren, en ünlü hayvan yetiştirici halklardan biriydi (İncil’de İbrahim’in serveti daima sürülerle ölçülür) .
Ticaret, kabileler arasındaki dinsel törenlerde sunulan armağanlardan gelişti. Bir armağanın değerinin ölçütü neydi? İnsanlar aldıkları armağanları üretmenin ne kadar zaman aldığı hakkında birtakım fikirler oluşturur oluşturmaz, karşılığında daha fazla emek içeren ürünler vererek, armağan verenleri cömertlikte geçmeye çalışacaktılar.
Ticaret daha düzenli hale geldikçe, doğal olarak evrensel bir eşdeğer –ticarette kolayca mübadele edilebilen ve genel olarak bir değer ölçütü olarak kabul edilecek bir şey– ihtiyacı ortaya çıktı. Başlangıçta bu ihtiyaç sığırla karşılandı (Latincede “para” anlamına gelen pecunia sözcüğü, sığır anlamına gelen pecus sözcüğünden türer) . Daha sonra ticaret hızla geliştiğinde, bu ihtiyaç, ağırlığın garantisi olarak hükümdarlar tarafından basılan metal külçelerle daha uygun bir şekilde giderildi.
Dini törenlerdeki armağanlar genellikle kabilenin temsilcisi olarak şefe verilirdi. Toplumun serveti arttıkça, şef olmak zahmete değer bir şey haline geldi. Şefin evi, köydeki pazar yerinin başlangıcı haline geldi.
Metal işleme, erkeklerin eline iyi ya da kötü muazzam bir yeni güç verdi. Metal, özellikle de bakır ve bronz, nadir bulunuyordu. Bu yeni toplumların birinci ihtiyaçları, arttırdıkları yaşam standardının korunmasıydı. Elbette, önder savaşçı olarak kabile şefi, yeni stratejik malzemeden ilk yararlanan kişi olmalıydı.
Bunun sonuçları Antik Yunan şairi Homer’in efsanelerinde görülür. Homer, bronz silahlı Yunan askeri aristokratlarının ordusu tarafından kuşatılan Truva şehrinden bahseder. Savaşan ve ölenlerin çoğunluğunu oluşturan ve genelde çakmaktaşı uçlu mızraklarla silahlanan sıradan erler ordusundan çok bahsedilmez. Açıkçası onlar bir edebiyat konusu olarak görülmezler.
Homer’in antik efsaneleri, kabile şeflerinin savaş ve yağma yoluyla aristokratlara ve krallara doğru evrilmeleriyle ilkel komünizmin bir kenara itildiği bir toplumu resmeder. Bundan böyle, etkin silahlı güç tekeline, egemen bir sınıf sahipti. Böylece kabile topluluğunun gelişimi, sınıfsız eşitliğe son vererek, kendi “mezar kazıcıları”nı yaratmıştı.
Laf arasında, Cermen destanları, Cermen kabile topluluğunun çözüldüğü benzer bir aşamada ortaya çıktı. Onların kahramanlık çağları da, tıpkı antik Yunan’daki gibi, üretimin gelişimindeki benzer bir aşamaya tekabül ederek, benzer sanat biçimleri (epik şiir gibi) ve hatta benzer bir tanrılar sistemi ortaya çıkardı.
Homer’in anlattığı Bronz Çağı uygarlığı, Batı Avrupa Karanlık Çağlarına benzer biçimde, Dor akınları tarafından yok edildi. Yüzyıllarca süren bu döneme ait tarihsel kayıt bulunmamaktadır. Ama istilâcılar yeni bir şey getirmişlerdi: demir.
Demir potansiyel olarak bronzdan daha boldu. Homer’ın egemen sınıfı, onu sıradan insanı silahlandırmak için kullanamazdı, çünkü bu onları toplumsal iktidarlarının temelinden, askeri tekellerinden yoksun bırakırdı. Bunlar, hâlâ kabile hayatı yaşayan istilâcıların karşısında yıkılıp gittiler.
İstilâcıların toplumu sınıflara ayrılmamıştı. Bu nedenle hepsi demir silahlar kullanıyorlardı ve zamanlarında yenilmezdiler. Bazen insanlık ilerlemek için geri adım atmak zorundadır.
Asyatik Üretim Tarzı Uygarlık farklı yerlerde farklı şekillerde gelişti. Son zamanlardaki keşifler, birbirinden bağımsız olarak yaklaşık aynı zamanda Hindistan ve Güneydoğu Asya’da ortaya çıktığını ileri sürse de, bildiğimiz kadarıyla uygarlık ilk olarak Mısır’ın Nil deltasında ve Mezopotamya’da (bugünkü Irak) ortaya çıktı.
Hem Mısır’da hem de Mezopotamya’da egemen sınıf, şeflerden daha çok, toplumun geri kalanı üzerinde yükselen bir rahipler katmanının tepesinden doğmuş görünmektedir. Bunun sebebi, rahiplerin, Nil sellerinin gelişini önceden haber vermeyi mümkün kılan bir takvim geliştirecek müsait zamana ve ilk defa muazzam bir artı üreten merkezi olarak planlanmış bir sulama işini geliştirecek aritmetiğe sahip olmalarıdır.
Mısırlı rahiplerin matematiğe ve astronomiye olan ilgileri tesadüfi olmayıp, üretimin gereklerinde yatmaktadır.
Marx’ın açıkladığı gibi, planlı sulama ihtiyacı yüzünden: “Sulama sistemleri (Asya toplumlarında çok önemli) , ulaşım araçları vb. gibi emek yoluyla fiilen mülk edinme sürecinin komünal koşulları, bundan dolayı üst birliğin –küçük toplulukların üzerinde asılı duran despotik hükümetin– eserleri olarak belirir.”[3]
Hiçbir şekilde köy topluluklarına karşı sorumlu olmayan Asyatik devlet, kendisini, artı-ürünü bir haraç olarak mülk edinme hakkına sahip hisseder. Bu haraç, toprak üzerindeki devlet mülkiyeti aracılığıyla zorla alınır: “... bütün bu küçük toplulukların üzerinde duran bütünleştirici birlik, üst düzeydeki mülk sahibi ya da tek mülk sahibi olarak, gerçek topluluklar ise salt babadan oğula toprağı kullanan zilyedler olarak görünebilir.”[4]
“Üretimin genel koşullarının” (sulama vb.) muhafaza edilmesi karşılığında Asyatik despotizme haraç veren köyler bütünüyle kendine yeterliydiler. Her bir köyde zanaat ve tarım birleşmişti. Dağınık köyler sömürüye karşı etkili bir şekilde örgütlenemiyorlardı, bu yüzden tüm sistem değişime karşı çok dayanıklıydı.
Bu gibi toplumların “tarih dışı” olduğunu söylerken Marx ve Engels’in anlatmak istediği şey budur. Örneğin Hindistan birbiri ardına fetihçiler tarafından istilâ edildi, ancak bu politik değişimlerin hepsi yüzeyde kaldı.
Toplumsal sistemlerinin kökenini toprakta özel mülkiyetin teşkil ettiği bir toplumdan gelen Büyük İskender’in Yunanlı varisleri Ptolemaioslar, Mısır’ı istilâ ettikleri zaman buldukları sistemi olduğu gibi muhafaza ettiler. Ne de olsa bu sistemin sağladığı gelirlerden pek memnundular.
Ancak binlerce yıl sonra İngiliz kapitalizmi Hindistan’ı istilâ edip, yerli tarımın ve zanaatların birliğini yok etmek için toprağa özel mülkiyeti sokmaya çalıştığı ve kapitalizmin önkoşullarını geliştirdiği zaman, Asyatik üretim tarzı nihayet yıkıldı. Sonuç, sulama sisteminin zayıflaması ve 19. yüzyıl boyunca yaşanan bir dizi korkunç kıtlıktı.
Asyatik üretim tarzı, ilkel komünizmin toprağın kolektif olarak işlenmesi gibi bazı özelliklerini muhafaza etmesine rağmen, sınıflı toplumun ilk gelişimine tanık oldu. Üretimi daha önce hiç olmadığı kadar yüksek bir düzeye çıkardı ve daha sonra durağanlaştı.
Böylece yerkürenin çok geniş alanlarında Batı Avrupa’da görülenden tamamen farklı bir toplum biçimi ortaya çıktı. Kölelik biliniyordu, ancak baskın üretim tarzı değildi. Batı feodalizminin tersine, artı-ürün toprak beylerinden ziyade merkezi devlet tarafından gasp ediliyordu.
Uygarlık bir kez kurulup korunduktan sonra, ister savaş isterse de ticaret yoluyla, etkilerini etrafına yaymak zorunda kaldı. Mısır ticarette her zaman dışarıya bağımlı oldu, böylece Girit uygarlığının ilerlemesini teşvik etti ve bu münasebetle Yunan sahilindeki ticaret topluluklarının gelişimine muazzam bir hız verdi. Burada uygarlık insanlığı tekrar ileriye götürebilecek üretim ilişkilerini –bireysel zenginliğe sınırsız bir teşvik sağlayan özel toprak mülkiyetini– buldu.
Antik Yunan: Kölecilik ve Demokrasi Bu nedenle, Yunanistan tekrar tarihsel kayıtlara girdiği zaman, sınıfsal yapısı Homer zamanınkinden çok farklıdır. Kıyının dört bir yanında ticaret kentleri türemiştir. Tüm bu kentlere, başlangıçta, politik hakları tekellerine alan toprak beylerinden oluşan küçük bir egemen sınıf hükmediyormuş gibi görünür. Bu toprak beylerinin kent merkezindeki bölgelerin ilk işgalcileri olduğunu düşünebiliriz. Ticaret geliştikçe, bunların topraklarının fiyatı hızla yükselecek ve konumlarını ürün piyasasını kontrol etmek için kullanabileceklerdi. Elbette hakim konumlarını, kenar mahallelerde oturan yoksul yurttaşlara borç olarak tohum vermek ve çoğu üzerinde bir borç esaretini zorla kabul ettirmek için kullandılar. (Kırdaki insanların, topraklarını mı yoksa kendilerini mi ipotek ettiği hâlâ akademik bir tartışma konusudur, fakat sömürü şekli burada bizim için önemli değildir.)
Ticaret geliştikçe, tüccar ve zanaatçı sınıfın önemi arttı ve politik haklar için yoksul köylüyle birlikte mücadele etti. Sınıflı toplum bir kez kurulduktan sonra, savaş ve artı-üründen bir parça elde etme şansı sayesinde ana yerleşim merkezlerine yayıldı.
Yunanistan ve Roma’daki tüm kent devletleri aynı prensipler etrafında örgütlendi. Kent devleti (Yunanca’da “polis”) bir bütün olarak diğer kent devletlerine karşı birleşirken, kendi içinde bölündü.
Bu bölünme, sınıf temelinde –ve yurttaşlar ile köleler arasında– bir bölünmeydi.
Başlangıçta yoksul yurttaşlar (Roma’daki adıyla plebler) tüm politik haklardan yoksun bırakıldılar. Mücadeleleri politikti: devlet kararlarında söz sahibi olmak.
Askeri beka da bir zorunluluktu, zira devlet ordu içindeki köylülüğün desteğine bağlıydı. Zengin toprak beyi sınıfın, onlar için dövüşecek yoksul yurttaşlara ihtiyacı vardı. Yüksek sınıfın temsilcisi olan Atina’daki Solon’un (çok iyi bildiğimiz bir olay) M.Ö. 594’te toprağı pleblere tekrar dağıtmasının asıl nedeni işte budur.
Büyük ölçüde bir ticaret merkezi olan ve yoğun bir biçimde tüccar ve zanaatkâr barındıran Atina’da, sıradan insanlar en sonunda demokratik haklarının tamamını kazanabildiler. Yoksul insanlar kamu görevine alındı ve yaklaşık 5000 yurttaş, politikaları tartışmak için düzenli olarak mecliste toplandı.
Demokrasi mücadelesi birkaç aşamadan geçti. Birbiri ardına kentlerde, toprak oligarşisi önce tiranlar tarafından devrildi. Bunlar, daha sonraki tarihlerde feodal aristokrasi ile yükselen tüccar kapitalistler sınıfı arasında denge sağlayan mutlak monarklarla dikkat çekici bir benzerlik taşıyorlardı.
Mutlakıyet yanlıları gibi, onlar da politik iktidarı ele geçirmek için sınıf mücadelesinin girdiği kilitlenme durumunu kullandılar. İngiltere’deki Tudor monarkları gibi, tiranların da teminat altına aldıkları politik istikrar, sınırsız politik iktidara istek duydukça en güçlü destekçiden en azılı düşman haline gelen zengin sınıfların daha da yükselmesini mümkün kıldı. Böylece tiranlar dönemi Yunanistan’ın tüm ticaret kentlerinde “demokratik” devrimle son buldu.
Ancak Atina demokrasisi –yurttaşlar için demokrasi– yurttaş olmayan sınıfın, yani politik hakları olmayan kölelerin sömürüsünü temel alıyordu. Atina demokrasisi aslında, sömürülen köle sınıfa, zorla egemen sınıfın çıkarlarını dayatma –ve savaşta egemen sınıfın çıkarlarını savunma– mekanizmasıydı.
Polis sürekli savaş için donatılan bir kurumdu. Kent devletinin gücü, silahlanma yeteneğinde olan bağımsız köylülere (“hoplites”) dayanıyordu. Yoksul yurttaşların kenti savunmak için Perslere karşı yaptıkları Salamis deniz savaşını kazanmalarının ardından, demokrasinin zaferi Atina’da kaçınılmaz oldu. Silahlanmak için çok yoksul olmalarına rağmen, Atina donanması için kürekçilik yaptılar. Dışa doğru yayılma ve kölelerin fethedilmesi sayesinde, zengin ve yoksul yurttaşlar arasında tehlikeli bir çıkar birliği kuruldu.
Daha sonraki köleci Roma toplumuna kıyasla Yunan köleci üretim tarzı, yurttaşlar söz konusu olduğunda görece “demokratikti”. Yoksul yurttaşlar bile, çiftlikte veya işlikte kendilerine yardımcı olmak üzere ya da köle ekiplerinde çalışması için kiraya vermek üzere bir köleye sahip olabiliyorlardı.
Bu yüzden yoksul yurttaşlar üzerinde bir baskı yoktu, çünkü zenginin alternatif bir emek kaynağı vardı. Demokrasinin gelişmediği Yunan kentlerinin çoğu, toprak servetinin doğal olarak ticari zenginliklerden daha önemli olduğu ülkenin iç kısımlarındaydı.
Kölelik, emek bir artı-ürün verdiği için ancak şimdi mümkündü. Bu artı-ürüne, üretim araçlarına –bu durumda bizzat kölelere– sahip olan bir egemen sınıf tarafından el koyuluyordu. Devlet egemen sınıfın devletiydi. Tüm toplum yapısı köle emeğine dayanıyordu; sanat, kültür ve felsefenin tüm mucizeleri, sömürülen bir sınıf, köle sahiplerinin boş vakti olabilsin diye çalıştığı için mümkündü ancak.
Köleci toplumun kendi dinamikleri vardı. Başarısı, sürekli daha fazla köleye, daha fazla ödenmemiş emeğe el koyulmasına bağlıydı.
“Kölelik, başlıca üretim biçimi olduğu her yerde, emeği kölece bir etkinliğe dönüştürür, dolayısıyla onu özgür insanlar için onur kırıcı hale getirir. Bu yüzden, bir yandan kölelik üretimin daha fazla gelişmesi önünde acilen kaldırılması gereken bir engelken, öte yandan böyle bir üretim tarzından çıkış yolu kapalıdır. Bu çelişki, köleliğe dayanan bütün üretimin ve bütün toplulukların yıkımına neden olur. Çözüm, çoğu durumda, yıkılmaya yüz tutan topluluklara daha güçlü olanlar tarafından (Makedonya ve daha sonra da Roma tarafından Yunanistan’a yapıldığı gibi) zorla boyun eğdirilmesidir. Bizzat bunlar da köleliğe dayandıkları sürece, merkez sadece yer değiştirir ve süreç, sonunda köleliğin yerine başka bir üretim biçimi geçiren bir halkın fethetmesine kadar (Roma) , daha yüksek bir düzeyde yinelenir.”[5]
Bu açıklamayı örneklerle izah etmek için, köleliğin tüm potansiyelini tükettiği Roma’ya ve kendisini içinde bulduğu çıkmaz sokaktan nihayet düşe kalka çıkan Batı Avrupa toplumuna dönelim.
Roma Köleliği Roma toplumu, eski krallarını kovduktan sonra, toprak sahiplerinin (bunlar Roma’da “patrisyenler” diye adlandırılıyorlardı ve Senatoda örgütlenmişlerdi) egemen olduğu dönemdeki Yunan kent devletleriyle başlangıçta aynı görünümü sergiler.
Toprak sahipleri başlangıçta tüm politik hakları tekellerine almışlardı. Plebler, “kabilelerin birlikten çekilmesi” biçiminde gerçekleştirilen genel tarım grevi de dahil olmak üzere, iktidarda pay sahibi olmak için muhteşem bir mücadele verdiler.
Fakat plebler sadece yoksul yurttaşlardan ibaret değildi. İçlerinde, devlet iktidarını kontrolleri altında bulunduran soylulara katılmak isteyen zengin tüccarlar da vardı. Bunlar pleb hareketinin başını çektiler ve istediklerini elde ettiklerinde onları terk ettiler.
Bu mücadelenin belirli kazanımlarından biri de borç köleliğinin yürürlükten kaldırılmasıydı. Boşluk, Roma cumhuriyetinin muazzam yayılmasıyla ve fetihler sayesinde köle yığınları edinilmesiyle dolduruldu.
Yunanistan’la fark, Romalı patrisyenlerin, onlardan zorla alınan tavizlere rağmen iktidara sıkıca sarılması ve bu köle akınının nimetlerini tekeline almalarıydı. Köle emeğiyle büyük çiftliklerin (latifundia) sömürüsünü birleştirdiler. Böyle yaparak, lejyonlar içinde örgütlenen ve Roma’nın askeri ihtişamının temelini oluşturan plebleri kaçınılmaz olarak zayıflattılar.
Malları ellerinden alınan lejyonerler yirmi yıllık askeri hizmetten sonra geri döndüklerinde, çiftliklerini ota bürünmüş olarak buldular. Kaçınılmaz olarak yıkıldılar ve köksüz ve mülksüz bir proletaryayı oluşturmak üzere kentlere sürüklendiler. Ama 19. yüzyılın anti-kapitalist toplum eleştirmeni Sismondi’nin söylediği gibi, “Romalı proletarya toplumun sırtından geçinirken, modern toplum proletaryanın sırtından geçiniyordu.”
Roma’da Gracchus kardeşler, bağımsız plebleri korumak için son bir umutsuz mücadele başlattılar. İkisi de patrisyenlerin satılık ayaktakımı tarafından kesildi.
M.Ö. birinci yüzyılda, yani cumhuriyetin son yüzyılında, Roma toplumunun krizi aslında iki yönlüydü.
Bir taraftan sınıf mücadelesi kilitlenmişti. Çelişkiler orduya sıçrıyordu. Generaller birbiri ardına, pleblerin kendi mücadeleleri yoluyla alamayacakları toprağı onlara bağışlama sözü vererek, askeri birliklerinin desteğini kendi politik hırslarının çimentosu yaptılar.
Diğer taraftan Romalı küçücük bir oligarşi, artık rüşvetçi bölge valileri ve vergi toplayıcıları vasıtasıyla bir dünya imparatorluğuna hükmediyordu. Bu egemenlik biçimi oldukça yetersiz kalıyordu ve bu yetersizlik, Roma’nın İtalyan müttefiklerinin yurttaşlık hakları için ayaklandığı Toplumsal Savaşlar döneminde gündeme geldi. Romalıların “kazanabilmesinin” tek yolu, İtalyan müttefiklerini –yurttaşlık haklarını vererek! – kendi yanlarına çekmekti.
Böylece askerler birbiri ardına iktidar boşluğuna adım attılar ve kendi iktidarlarını yavaş yavaş genişlettiler. Sonunda, Sezar Augustus, özellikle de devletin yönetilmesinde söz hakkı verdiği İtalyan toprak sahiplerine güvenerek cumhuriyeti lağvetti.
Yavaş yavaş herkes yurttaş oldu ve ayrıcalıklar anlamsız hale geldi, çünkü herkes Roma İmparatorluğunun sade tebaasıydı. Fransız imparator Napoleon Bonaparte’ın politikalarının, eleştirmenleri tarafından “Sezarizm” olarak adlandırılması boşuna değildir. Her ikisini de karakterize eden şey, tam da, kişisel iktidarlarını kurarken, sınıflarla gruplar arasındaki aynı dengeydi. Augustus’un imparatorluğu uzun bir barış dönemini başlattı. Ancak köleci bir imparatorluk için, barış savaştan daha büyük bir tehdittir. Köle kaynakları iyice kurudu ve köle fiyatları feci şekilde arttı. Roma kendi doğal sınırlarına ulaşmıştı. Etrafı “barbarlar” olarak bilinen kabileler tarafından kuşatılmıştı ve Roma onları yenememişti.
Roma İmparatorluğunun Çöküşü Bu durumda, köleci üretimin sınırları kendini gösteriyordu. Kölenin üretimi geliştirmek için hiçbir nedeni yoktur. O sadece kırbaç tehdidiyle çalışır. Özgür insanlara gelince, onlar da, Romalı hukukçuların köleleri adlandırdıkları gibi, bir “instrumentum vocale”, “sesli bir mal varlığı türü” olmakla özdeşleştirdikleri emeği küçümserler.
Roma toplumunun trajedisi, sınıf mücadelesinin üç köşeli olmasıydı. Yoksul özgür insanlar büyük köle sahiplerinden şikayetçiydiler, ama sıkıca sarılmaları gereken tek dokunaklı itibar kırıntısı özgür olmalarıydı ve bu nedenle köleler için toprakları fethederken ve köle ayaklanmalarını bastırırken, devşirilen orduda ezenlerle birlikte daima ortak dava güdüyorlardı.
Kölelere gelince, onlar da köleliğin evrensel olduğu bir dünyada, kölesiz bir dünya yaratmak için değil, “köle sahiplerini köleleştirmek” rüyasıyla yaşıyorlardı.
Bu muazzam imparatorluğu bir arada tutma yükü, artı-ürünün büyük bir kısmını vergiler halinde iç eden aşırı şişkin bir devlet iktidarı yaratıyordu. Emperyal despotizm tarafından yaratılan atomize insanlar arasında merkezi bir tarzda hareket etme yeteneğine sahip tek kendine güvenen güç orduydu. Yüz yıl boyunca muhafız alayı istediği kadar imparator yarattı ve devirdi.
İmparatorların bundan kurtulmak için tek çıkış yolu vardı: lejyonları sınırdan geri çekmek ve Roma’daki muhafız alayının üzerine yürümek. Tüm bunlar çelişkileri daha büyük ölçekte yeniden üretti.
İmparator Septimus Severus öldüğü zaman, oğullarına şu özlü politik aklı verdi: “Askerlerin parasını ödeyin. Gerisi sorun değil.” Devletin, özünde, “silahlı insanlardan oluşan bir teşkilat” olduğu gerçeği, Roma İmparatorluğundaki hiç kimse için bir sır değildi.
Üretim azaldıkça doğal olarak ticaret de azaldı ve toprak sahiplerinin villaları, onların yerini alacak olan Orta Çağ manorları (malikaneleri) yönünde gelişerek, gittikçe daha çok kendine yeterli hale geldi. Paradan kaçış, üçüncü yüzyılın sonundaki enflasyonla daha da arttı. İmparatorlar, ayni vergiler talep ederek, zarardan kaçınmayı güvenceye aldılar.
Bunlar aynı zamanda, artık politik güçten yoksun kalmış olan patrisyen (toprak sahibi) sınıfı, binalara ve arenalara büyük miktarlarda para harcamaya zorlayarak sıkıştırıyorlardı. Toprak sahipleri buna, kıra kaçarak ve kendine yeterli kır malikanelerini kurarak yanıt veriyorlardı.
Kölelik ölmeye başlamıştı, ancak Hıristiyanlık tarafından ileri sürülen güya insani fikirler yüzünden değil, sadece artık kârlı olmadığı için. Köleci üretimin toplumu ileri götürebilmesinin tek yolu, birkaç yıl ölümüne çalıştırılabilen ve sonra değiştirilebilen çok sayıda kölenin ele geçirilebilmesiydi.
Bu fetihler, silahlı pleblerden oluşan Roma lejyonları tarafından mümkün kılınmıştı. Ama plebler, köle çalıştıran büyük çiftliklerin başarısıyla yok edilmişlerdi.
Artık Romalılar, ordularını güçlendirmek için sadece barbar paralı askerleri bulabiliyordu. Böylece Roma’yı barbarlardan barbarlar koruyordu! Açıkçası imparatorluk fazladan yaşıyordu.
Kölelik, özellikle zenginlerin ev içi hizmetlerinde hâlâ önemli olmakla beraber yavaş yavaş hakim üretim tarzı olmaktan çıktı. Üretim ve ticaret daraldıkça, tarım işinin doğal ritminden dolayı yılın yarısında işsiz olan insanları tarlalarda çalıştırmak için bütün yıl boyunca beslemenin anlamsız olduğu, toprak sahipleri için açık hale geldi. Durgun dönemlerde onları kendi başlarının çaresine bakmaya mahkûm etmek çok daha iyiydi!
Daha önce köle olanlara, ürettiklerinin düzenli bir kısmını toprak sahibine vermek zorunda oldukları ve ailelerinin geçimini de güçlükle sağladıkları bir toprak parçası kiralanıyordu. Devlet de gelirinin çoğunu, köylülere zorla dayatılan toprak vergisinden çıkarıyordu.
Bir süre sonra, kötü hasat zamanlarında borca girme doğal eğilimleri yüzünden, köylüler serfleri andırır bir halde toprağa bağlandılar. Bu “kolonluk” dönemi olarak adlandırılır.
Neticede Batı İmparatorluğu, barbarların daha saldırgan ve tehdit edici olmaları yüzünden değil, imparatorluğun iç çürümesi yüzünden yıkıldı. Üretici güçlerin zaten gerileme içinde olduğunu görmüştük; ve kolonlukta, feodalizm altında meyve veren bazı eğilimler doğuş sürecine girdi.
Feodalizme Geçiş Batı Avrupa’daki Cermen (barbar) istilâlarından sonra ortaya çıkan yeni toplum, gerileyen Roma uygarlığı ile sınıflı topluma evrilme sürecindeki Cermen kabile topluluğunun bir senteziydi.
Eski Yunan uygarlığına yönelik Dor istilâsı gibi, bu da geriye bir adım gibi görünüyordu. Üretimdeki düşüş toplumsal hayatın tüm alanlarını etkiledi. Günümüze kadar gelen bazı Karanlık Çağ kayıtları (Tours’lu Gregory’nin yazdığı Frankların Tarihi gibi) , her türden gülünç mucizeye –Romalı patrisyen bir tarihçinin katıla katıla güleceği bir durum– çocukça inanıldığını göstermektedir.
Sanatın ve kültürün tüm kazanımları, sadece kilise kurumlarında ölü vaziyette varlığını sürdürdü. Ancak barbarlar yeni fikirler ve bir kez daha ilerleme olanağını da getirdi. Tek bir örneği ele almak gerekirse, Cermenler toprak yüzeyini kazımaktan çok altüst eden ve böylece tahıl miktarını arttıran ağır bir pulluk geliştirmişlerdi.
Bu süre zarfında Cermen kabileleri arasında neler olmuştu? Romalılar “böl ve yönet” taktiğiyle şaşırtıcı bir zaman dilimi boyunca kendilerini korumuşlardı. Sadece kabilelerin aralarını açmakla kalmamış, aynı zamanda kabile içinde rüşvetle satın alınan ayrıcalıklı bir elit yetiştirmek için lüks maddelerin ticaretini bilinçli olarak geliştirmiş ve böylece kabileyi kendi içinde bölmüşlerdi.
M.S. birinci yüzyılın başlarında Tacitus, pek çok kabilenin demokratik yapısını betimledikten sonra, deniz ticaretiyle uğraşan bir halk olan Suionlar ile devam eder:
“Servete de büyük saygı gösterilir; ve bu nedenle tek bir hükümdar, sınırsız bir iktidarla ve sorgusuz sualsiz bir itaat talebiyle yönetir. Silahlar, Almanya’nın geri kalanında olduğu gibi, herkese verilmeyip, gerçekte köle olan muhafızın gözetimi altında tutulur... aylak silahlı insan kalabalığı kolayca sorun çıkarır.”
Kabile topluluğunun devleti olmadığı için, gençleri akınlara gitmekten alıkoyma olanağı yoktu. Hepimiz kovboy filmlerinden, yaşlı Apaçi şefinin Yedinci Süvari Birliğinin albayına bu prensibi açıklarken yaşadığı problemleri biliriz. Ama kapitalist fethe karşı Kızılderili direnişi mahkûm edilirken, çöken Roma İmparatorluğu üzerine düzenlenen akınlar pek güzel işlerine geliyordu.
En cesur gençlerin etrafında maiyetler toplandı. Bu silahlı maiyetler böylece, kabilenin iradesine değil bir bireyin iradesine bağlandılar. Ganimet hediyeleriyle liderlerine bağlandılar. Onlar kabile topluluğunun sonunun başlangıcıydılar, yavaş yavaş daimi silahlı bir aristokrasi haline geldiler ve liderlerini krallığa yükselttiler.
Bu askeri aristokrasi Romalı toprak sahiplerini mülksüzleştirdi ya da Roma İmparatorluğunun topraklarına girdikçe onlarla birleşti.
Bu broşürün amacı Batı toplumunun sonraki birkaç yüzyıl içinde geçirdiği tüm değişimleri detaylı bir şekilde incelemek değildir. Ancak merkezileşen Roma İmparatorluğunun kaybolan ihtişamının yerini almak için yapılan en ciddi girişime, Şarlman’ın Frank İmparatorluğuna ve ona ne olduğuna göz atmak öğretici olacaktır.
Şarlman Avrupa’da geniş topraklar fethetti ve kontlar tarafından yönetilen eyaletler kurdu. Fetihlerini gerçekleştiren ordulara yiyecek sağlamak için, eskiden özgür olan Frank köylülüğü (“Frank” özgür anlamına gelir) giderek serf statüsüne düşürüldü.
Bu girişimler toplumun üretici kaynaklarının taşıyabileceğinden daha büyüktü. Üretkenlik düşük olduğu için, ulaşım araçları ilkeldi. Şarlman’ın halefleri döneminde, imparatorluk içe doğru patladı, Normanlar, Vikingler ve Sarazenler tarafından istilâ edildi ve çökme noktasına geldi.
Yerel kodamanlar, toprağın korunması karşılığında, her yere kaleler inşa etme ve yerel köylerin tartışmasız lordları haline gelme fırsatını elde ettiler.
Şarlman’ın halefleri, silahlı adamlarına hediye ve yatacak yer yerine toprak vererek ve karşılığında askeri hizmet ve hükümranlığın tanınmasını talep ederek, durumu kabul etmek zorunda kaldılar. Bu ölçü, toprağın zenginliğin esas biçimi olduğu bir toplumsal aşamayı gösteriyordu. Toprak üzerindeki hakimiyet onlara artı-ürün ayrıcalıklarının kapısını açmıştı.
Feodal Toplum Feodal toplum, böylece, yukarıdakilerin toprağın hakimiyeti karşılığında aşağıdakilere dayattığı bir askeri yükümlülükler piramidi biçiminde ortaya çıktı.
Tüm yapı, lordların topraklarında çalışan köylülerin ödenmemiş emeğine dayanıyordu. Kölelerin tersine, onlar lordun malı değildi. Feodalizm düzensiz gelişti. Köydeki bazı insanların toprakları çok küçüktü ve hâlâ lordun toprağında çalışan köleler ya da hizmetkârlar olarak yaşamlarını sürdürüyorlardı. Daha özgür köylülerin işleyecek toprakları vardı ve ayni rant ödemek zorundaydılar. Diğerlerinin bir ara statüleri vardı, bunlar kendi geçimlerini sağlamak için küçük toprak parçalarını işliyor ve zamanın geri kalanında lordun toprağında emek hizmeti vermek zorunda kalıyorlardı.
Feodalizm altında sömürü açık ve örtüsüzdür. Köylüler lordlara hizmetlerini para, emek ya da ürün olarak öderler. Ne olup bittiğini herkes görebilir. Eğer lord köylüyü toprağında üç gün yerine dört gün çalışmaya zorluyorsa, sömürü oranının arttığı her iki taraf için de açıktır.
Kölelik altında, tersine, kölenin kendi geçimini sağlamak için çalışmak zorunda olduğu çalışma haftası bile ödenmemiş görünür. Bu yüzden köle karşılıksız çalışmış görünür. Kapitalizm altında, ücretli işçiye emeğinin değeri olarak gösterilen bir miktar para ödenir. Tüm emeğin karşılığı ödenmiş görünür.
Bu üç sistemde de üretici sömürülür: ancak sömürünün kendine özgü biçimi en sonunda toplumun tüm yapısını tayin eder.
Feodalizm altında devleti oluşturan “silahlı adamlar topluluğu”, çoğunlukla silahlı güç tekeline sahip olan egemen sınıftan çıkıyordu. Böylece ekonomik ve politik iktidar aynı ellerdeydi.
Köydeki adalet genellikle lordun malikâne mahkemesinin elindeydi. Feodal lord ve onun silahlı adamları, hepsi birbiri içine geçmiş olan polis, hakim ve cellâtlardı.
Geriye bakınca, feodalizmi durağan bir sistem olarak görme eğilimindeyiz. Kapitalizmle karşılaştırıldığında şüphesiz öyledir. Ancak feodalizmin sağladığı istikrar altında ciddi ilerlemeler yapıldı.
Örneğin, İngiltere’nin nüfusu 1066 ile 14. yüzyıl arasında muhtemelen ikiye katlandı; bu üretimdeki ilerlemenin bir belirtisidir. Geniş orman alanları ve işlenmemiş toprak ilk kez sabanla işlendi. Doğu Avrupa’nın uçsuz bucaksız bölgeleri feodalizm tarafından sömürgeleştirildi.
Feodalizm üreticiye üretimi kendi yararına genişletmesi için sınırlı bir teşvik sağladı. Tarımı ve sömürgeleştirmeyi geliştirmeye bazen lord önayak oldu, bazen de köylü. Bu sınıf mücadelesine bağlıydı. Lordun eğilimi, köylülerin toprak parçalarını asgariye indirmeye, ortak toprakları işgal etmeye ve serf statüsünü dayatmaya çalışmaktı. Öte yandan köylüler, feodal aidatların asgari bir kiraya indirilmesiyle ilgileniyorlardı.
Su ve rüzgâr değirmeni gibi yenilikler, bu yeni sistem altında başladı. Lord, değirmeninin belli bir süre kullanımı için fahiş fiyatlar isteyerek, bu ilerlemenin tüm faydalarının üstüne oturmaya teşebbüs edecekti.
Avrupa kıtasında, Orta Çağın sonlarında, bu “banaliteler”[6] feodal gelirin ana biçimiydi. Daha çok üretme güdüsü, ister lordun lüks harcamalar için daha çok gelir tutkusundan ileri gelsin, isterse köylülerin bağımsız çiftçiler olarak işe başlama hırsından ileri gelsin, üretim tedrici olarak ilerliyordu.
Ama feodalizm de, kendinden önceki kölelik gibi, üretkenliğin gelişmesini sınırlandırıyordu. Kuşaklar boyunca tarımsal üretkenlik büyük oranda durgun kaldı. Feodal lordların daha çok servet kazanmalarının en kolay yolu daha çok insanı sömürmekti. Bu nedenle, nihai etkisi üretici güçleri israf etmek ve yok etmek olan savaş için daimi bir itici güç vardı.
Orta Çağ Kentleri Sınıflı toplumun önceki biçimleri gibi feodalizm de, gelişimi sırasında kentlerde yeni bir toplumun tohumlarını üretti.
Roma kentleri feodal Orta Çağ kentlerinden daha büyük ve daha etkileyiciydi, ancak aynı gelişme olanaklarına sahip değildi. Roma kentleri, lüks malların ticaretini yapan toprak sahiplerinin toplanma yerleri olarak ve çevresindeki kırı soyan idari merkezler olarak yola çıkmıştı. Orta Çağ kentleri ise zanaat ve ticaret merkezleriydi.
Üretkenlik geliştikçe, ticaret zorunlu olarak büyüdü. Karanlık çağlarda aristokratların evlerine ve manastırlara bağlı olan zanaatkârlar, kırsal bölgelerle daha hızlı ve bu nedenle de daha ucuz üretilebilecek ya da sadece yetenekli uzmanlar tarafından üretilebilecek malların ticaretini yapmak için bir araya geldiler.
Bu kentler başlangıçta ister yeni bir ticari sınıfın embriyosu tarafından isterse de yeni gereksinimleri sömürmek için ilerici feodal lordlar tarafından kurulmuş olsun, yeni bir eğilimi temsil ediyorlardı. Evrensel egemenlik ilişkilerinin ve feodalizmin uşaklık ruhunun tersine, bunlar feodal lordların temsilcilerinden birinin “yeni ve iğrenç bir isim” olarak adlandırdığı komünü ortaya çıkaran tüccarların özgür birliğiydi.
Bu kentlerde üretim ve ticaret, zanaat dallarına ayrılan loncalar halinde örgütlendi. Bunlar üretimi, fiyatları ve kaliteyi düzenlemeye çalışıyorlardı.
Kara Ölüm (on dördüncü yüzyılda Avrupa’ya yayılan korkunç veba) Polonya’ya uğramadan geçtikten sonra, loncalar daha fazla kutsal gün kutlayarak tanrıya şükretmeye karar verdiler. Aslında yaptıkları şey, şüphesiz, siparişlerin azalması nedeniyle işi paylaştırmaktı.
Loncalar eşitler arasındaki birlikler olarak işe başladı, ama kentler daha iyi bir yaşam uman mülteci serflerin sürekli akını yüzünden hacimce büyüdükçe, lonca ustaları, ustaların kendi saflarına katılmasını daha zor hale getirebiliyorlardı.
Aynı zamanda, tüccar loncalar da, bir kent eliti haline gelmek için zanaat loncaları üzerindeki konumlarını kötüye kullanabiliyorlardı. Orta Çağın sonunda gerçekleşen, yoksul zanaatkârların meclisin yönetiminde söz hakkı elde etmek için çıkarttıkları bir dizi ayaklanmaya kadar, birçok kente küçücük bir oligarşi hakimdi.
Bu doğal farklılaşma meta üretimiyle yeniden üretildiği için, oligarşi zamanla ilk statüsünü tekrar kazandı. Aynı zamanda tüm kentler toprak sahibi sınıftan hürriyet ayrıcalığını almak için savaşa girişti.
Emeğin üretkenliği arttıkça, ticaret de artıyordu, pazar için üretim, meta üretimi ve para ekonomisi de öyle. Giderek daha çok tahıl ürünü, kentleri beslemek amacıyla satış için üretildi. Bir köylüler katmanı, akranları pahasına zengin oldu ve pazara üretim yapan toprak sahibi çiftçiler olma tutkusuna kapıldılar.
Bununla birlikte, İngiltere’de, üretimin pazara yönlendirilmesine asıl önayak olanlar feodal lordlardı. Yün üretimi önem kazandığı için, lordlar ortak toprakları gasp etmeye ve köylüleri mülksüzleştirmeye uğraşacaklardı.
İngiltere’de serflik genel olarak on dördüncü yüzyılın sonlarında ortadan kalktı, ama toprak köleliğinin yerini kısa vadeli kiralamalar aldı, giderek artan bir yoksul köylü ordusu dışarıya atıldı ve serseriliğe (geçimini sağlamak için aylak aylak toprakları dolaşmaya) zorlandı.
On yedinci yüzyılda, nüfusun dörtte birinden fazlasının dilenmekten başka geçim aracının olmadığı hesap ediliyordu. İlerleme, her zaman olduğu gibi, sıradan insanların sırtından başarıldı.
Feodalizm Altında Sınıf Mücadelesi Soylularla plebler arasındaki sınıf mücadelesi politikken, devlet iktidarına erişmekle ilgiliyken, feodal sınıf mücadelesi esas olarak ekonomik düzlemde yürüdü.
Toprak sahipleriyle köylüler arasında sürekli ve dur durak bilmeyen bir mücadele gerçekleşti. Bazen bu, devrimci kavgaya döküldü. İngiltere’deki 1381 Köylü Ayaklanması, bu olayların en dikkate değer olanıdır.
Kara Ölümden sonra, köylüler emek kıtlığından dolayı güçlü bir konumdaydı. Toprak sahipleri geleneksel yükümlülükleri daha büyük bir şiddetle dayatarak kayıplarını telâfi etmeye kalkıştılar. Bu toplumsal bir patlamaya neden oldu.
Öncü devrimci köylülüğün güneydoğunun ticari ürün bölgelerinde olması çok anlamlıdır. Ticaretin gelişmesi ulaşımı da geliştirdi ve geniş alanlardaki insanların birbirine bağlanmasını sağladı. Ayaklanma, yakın hedeflerinde başarısız olsa da, feodal lordların yağma tutkularının gerilemesine neden oldu.
Köylülük birbiriyle kavgalı dağınık bir sınıf olduğundan, ayaklanma temelde başarısızlığa uğradı. Kral II. Richard onları “kendi otlaklarına geri dönmeleri” için sıkıştırdı ve en zayıf noktalarından vurdu. Köylülüğün sürekli bir seferberlik durumunda tutulması mümkün değildi. Üretimin gelişkinliği, nüfusun çoğunluğu toprağı işlemek zorundayken, sadece küçük bir azınlığın savaşçı olarak tutulabildiği bir noktadaydı
Aynı dönemde Fra Dolcino önderliğinde gerçekleşen İtalyan köylü ayaklanması bunu gösterir. Dini fikirlerle süslenmiş olsa da, köylülüğün ileri kesimleri ilkel komünist özlemler geliştirmişlerdi.
Fra Dolcino ve taraftarları İtalyan Alplerine çekildiler. Beslenmek ve kendilerini korumak zorundaydılar. Saflarında, korkaklar ve hainler arasında bölünmenin başlaması, moral bozukluğuna ve yenilgiye yol açtı.
Bu örnekte, feodalizmin kurumlarının üretici güçlerin o sırada varolan durumuna nasıl da karşılık geldiğini görebiliriz. Geçmişin acıları insanoğlu için zorunlu bir doğum sancısı olmuştur.
Feodalizmden Kapitalizme Marx, feodalizmin çözülme ve kapitalizmin ortaya çıkma sürecini “ilkel birikim” olarak adlandırır. Bu süreç, bir taraftan toprak yerine para halinde servet biriktirme süreciyken, diğer taraftan mülksüz bir proletaryanın yaratılması sürecidir. Bu, üreticilerin kendi geçimlerini sağlayabildikleri araçlardan ayrılmasıdır.
Feodal köylülüğün toprağa bağlı olduğunu görmüştük. Bu onlara kıtlık zamanları dışında mütevazı bir hayat garantisi veriyordu.
Yol açtığı tüm güvensizlik nedeniyle, zorunda olmadıkça hiç kimse para için çalışmaz. Emperyalistlerin Afrika’da kelle vergisi almaya başlamalarının ve Güney Afrika’da olduğu gibi, Afrikalıları bir ücretli emek kaynağı olmaya zorlamak için çorak rezervasyon bölgelerine sürüklemelerinin sebebi budur. Bu nedenle, özel mülk sahiplerinin elindeki toprak tekeli, kapitalizmin gelişiminin bir koşuludur.
İngiltere’de köylülerin mülksüzleştirildiği süreç Marx tarafından Kapital’de anlatılır. Toprağın üçte birinin Kilisede olduğu bir dönemde manastırların dağılması muazzam bir yoksul eski keşişler kitlesi yarattı. Bundan önce de, Güller Savaşından sonra feodal maiyetin dağılması gaddar bir serseri sınıf yarattı.
Ancak mülksüzleştirmenin ana kaldıracı, arazi sahiplerinden oluşan bir parlamento tarafından Çitleme Kanunları olarak adlandırılan özel Parlamento Yasalarının kabul edilmesiydi. Bu düpedüz yasal bir hırsızlıktı. Yün ticaretinin arttığı bir zamana denk gelmişti ve toprak sahipleri koyun sürülerini otlatmak için daha fazla toprak istiyordu. Eskiden muhtemelen beş yüz kişinin oturduğu toprağın, toprak beyinin toprağı olmasına karar verildi ve köylülerin yerini birkaç çoban aldı.
Bu süreç vahşice olsa da, eski verimsiz şerit sistemini[7] ortadan kaldırarak ve rasyonel tarımın temelini döşeyerek topraktaki üretimi ilerletti. Sonra, sanayi devriminin avantajları, modern makineler, bu büyük çiftliklere uygulanabildi.
İlkel birikim sürecinin bir diğer kutbu da para birikimiydi. Sermayenin ilk biçimleri, sanayi sermayesinin üretimi dönüştürmesinden önce, tüccar sermayesi ve tefeci sermayesiydi.
Amerika’nın İspanyol yağmacılar tarafından “keşfedilmesi” dünya ticaretinin eksenini kaydırdı. “Yeni Dünya”da büyük servetler kazanıldı.
İspanyolların altın aramasına korkunç bir vahşet eşlik etti. Onların egemenliği altında, 1492’de bir milyon olan San Domingo Kızılderililerinin nüfusu 1530’da on bine düştü. Küba’da yerli nüfus 1492’de 600.000 iken 1570’te sadece 270 haneye düştü.
Tüccar kapitalist güçler gaddarlıkta birbirleriyle yarışıyorlardı. Uzun zaman önce öldüğü düşünülen kölelik, dünya pazarına hizmet eden madenlere ve plantasyonlara emek gücü sağlamak için bir rönesansa uğradı.
Aynı zamanda, Orta Çağ sonlarında, güçlülerin artan para ihtiyaçlarını karşılayan, Fuggerlar gibi büyük banker ailelerinin yükselişine tanık olundu. Şövalyeler, prensler ve feodal maiyet, onlara sunulan yeni lükslerden geri kalamazlardı. Toprağa dayalı üretim ilişkilerinin, üretici güçlerin gelişimi önünde bir engel olduğunun çok açık bir kanıtıydı bu.
Monarşi de daha fazla paraya ihtiyaç duymaya başlıyordu ve borç almaya başladı. O nedenle bu dönem her ulusun ulusal borcunu arttırmaya başladığı dönemdi. Bugün hâlâ yaşadığımız ve İngiltere’de şu anda yaklaşık 100 milyar sterlin olan (1983) bir sorun.
Orta Çağın sonlarında, Batı Avrupa ülkelerinin çoğunda, İngiltere’deki Tudorlar gibi mutlak monarşiler türedi. Bu monarşiler eskinin toprak sahibi egemen sınıfı ile umut vaat eden kapitalistler arasında denge sağlıyorlardı.
Başlangıçta, ticaretin ve bu nedenle kapitalizmin gelişebileceği güçlü, istikrarlı ulus-devletler kurarak toplumu ileri götürdüler. Yurtdışında sömürgelerin fethedildiği savaşlarda tüccarların çıkarlarını savundular.
Aslında monarşiler kendi çıkarlarının peşindeydiler ve ancak kapitalistlerle toprak sahipleri arasındaki sınıf mücadelesinin kilitlenmesi sayesinde palazlanabilmişlerdi. Kapitalizm daha da geliştikçe, yükselen kapitalist sınıfın içinde, büyüyen ekonomik gücüne uygun bir politik güç tutkusu uyandı. Kapitalizmin egemenliğini sağlamlaştırmak için, saltanat süren mutlak monarşileri hedef alan burjuva devrimler gerekliydi.
Tarımdaki gelişmelere paralel gelişmeler, zanaatsal üretimde de gerçekleşti. Loncaların başlangıçta üretimdeki ilerlemeyi kurumsallaştıran üretim ilişkilerini nasıl yansıttığını daha önce görmüştük. Loncaların dışındaki kapitalistler devamlı genişleyen pazarlara üretim yapmak için ücretli emeği harekete geçirmeye başladıkça, bunlar bir engel haline geldiler.
Loncalar fiyatları yüksek tutmak için üretimi sınırlandırma ilkesini işletiyorlardı ve saldırılara direnmek için geleneksel ayrıcalıklarını kullanıyorlardı. Tüccar kapitalistler, ufak toprak parçalarında yarı işsiz durumda olan köylülerin artı-emeklerini yutmak için köylü evlerine daldılar. Bu evlere dokumacılığı “yerleştirmeye” başladılar.
Köylülük, dokumacılık gelirlerine giderek daha çok bağımlı hale geldi. Tüccarlar sadece hammadde ve pazar sağlamaya çalışıyorlardı ve köylülere, tezgâhlara ve hatta kulübelere bile sahip olabiliyorlardı. Pazarlar üzerindeki kontrolleri sayesinde üstünlüğü ellerinde tutuyorlardı.
Bu, feodal köylülüğün proleter konuma düşürüldüğü bir diğer önemli süreçti.
16. ve 17. yüzyıl boyunca, zanaat atölyeleri kuruldu. İşin basit süreçlere bölünebileceği görüldü. Adam Smith, “Ulusların Zenginliği” adlı kitabına, eski yöntemlerle karşılaştırıldığında daha ucuza ve daha büyük miktarlarda üretilebilen toplu iğne yapımındaki işbölümünü açıklayarak başlar.
Daha da ötesi, işin yinelenen basit görevlere bölünmesi, el emeğinin yerini makinelerin almasını mümkün kıldı. Üretimi bulduğu gibi alarak işe başlayan kapitalizm, üretim aletlerini devrimcileştirmeye başlıyordu.
Kapitalizm dünya ekonomisi üzerindeki hakimiyetini hiçbir engelle karşılaşmaksızın kolayca kurmadı. Yeni uyanan üretici güçler, eski üretim ilişkilerine başkaldırmıştı. Bunların aşılması ve üretici güçlerin gelişim aşamasına karşılık gelen yeni üretim ilişkilerinin kurulması gerekiyordu.
Bu burjuva devriminin göreviydi. 1640’lardaki İngiliz Devrimi, 1776 Amerikan Devrimi ve 1789-94 Fransız Devrimi, kapitalizmin dünya ölçeğindeki egemenliğinin temellerini kuran belirleyici mücadelelerdi.
Peki bu burjuva devrimlerin görevi tam olarak neydi?
Feodalizm artık egemen olmamasına rağmen, toprak sahiplerinin çıkarları meta üretiminin önünde bir engel olarak duruyordu.
İngiltere’de toprak sahibi kibar tabaka pazar için üretime geçmesine rağmen, Fransa’da 1789’a kadar aristokrasi artının büyük bir bölümünü rant olarak yedi ve malların serbest dolaşımı üzerinde her çeşit geçiş ücretini zorla kabul ettirmek için ayrıcalıklı konumundan yararlandı.
Bu herkes için fiyatları yükseltti ve burjuvazinin aristokrasiye karşı koyarak bir bütün olarak ulusun çıkarlarını temsil etme iddiasında bulunmasını mümkün kıldı. 1789’da Parisli kitlelerin Bastille’i zaptetmesine kadar, örneğin Paris’e yiyecek girişi feodal bir ayrıcalık olarak bir geçiş ücretine tâbi idi.
Fransa, eski aristokrasinin tamamen kenara süpürüldüğü burjuva devriminin klasik ülkesiydi. Giderek pazar için daha çok üretim yapan köylülük, 1789 burjuva devriminden sonra, tutkulu bir kapitalist sınıfa ve mülksüz bir kırsal ücretli emekçi sınıfına bölünme eğilimindeydi.
Kapitalizmin, yeni üretim tarzının gelişebileceği bir çerçeve olarak merkezi ulusal ekonomileri kurma görevi de vardı.
Almanya 19. yüzyıl gibi geç bir dönemde, kapitalist üretim için istikrarlı bir ulus-devlete sahip olunması gerektiğini gösterdi. Almanya, 1848 devrimi arifesinde hâlâ her biri kendi para birimi, kendi geçiş ücreti ve gümrük tarifeleri, kendi ölçü birimleri, toprak yasaları ve yerel ulaşımı olan otuz üç küçük devlete bölünmüştü.
Açıkça, küçük devletlerin yarattığı bu karışıklık, Alman sanayi ve ticaretindeki büyük ölçekli gelişimin önünde içinden çıkılmaz bir engel oluşturuyordu. Arkasındaki yeni işçi sınıfından duyduğu korku yüzünden, Alman burjuvazisinin “kendi” devrimini yapamaması, bu görevlerin –modern bir kapitalist ulus inşa etme gerekliliğini gören– Bismarck etrafında toplanan Prusyalı junkerlerin (toprak sahipleri) hegemonyası altında gerçekleştirilmesine neden oldu.
Öte yandan, Britanya ve Fransa’da, kapitalist gelişimin çerçevesini geliştirme ilerici görevlerinden biri olarak, ulusal birlik zaten esasen mutlak monarşiler tarafından gerçekleştirilmişti.
İlerlemeye karşı direnen tek kesim eski aristokrasi değildi. Toplumu aslında ileri götürmüş olan kapitalistlerin bir kısmı da, giderek daha gerici hale geliyordu. Zengin tüccarlar krallar üzerindeki nüfuzlarını ticarette tekel sağlamak için kullanıyorlardı. Metaların fiyatını yükseltmek için ayrıcalıklarını kullanıyorlardı.
Serbest ticaret için mücadele etmek zorunda kalan daha küçük tüccarlar ve kentli kitleler, bu gerici kapitalistlere karşı koydular. Aynı şekilde büyük tefeciler, servetlerini, kraliyete borç vererek yaptılar ve böylece monarşiye bağımlı hale geldiler.
Bir bütün olarak kapitalist sınıf, devrimini tamamlamak üzere ihtiyaç duyduğu politik gücü elde etmeye çalışmak için artık yeterince güçlüydü. Mutlak monarşiler, ticaretin yayılmasını savunan bir kalkan olmaktan çıkıp, bir engel haline gelmişlerdi. Ortadan kaldırılmaları gerekiyordu; ve zanaatçı ve küçük çiftçi kitleler, bu işi kapitalist sınıf için yapmak üzere seferber edildiler.
Kapitalizm Kapitalistler, servetlerini toprakla ya da kölelerle değil parayla ölçerler. Para servetin üretime yönelmesi, insanlık için binlerce yıl önceki tarım devrimi kadar önemli bir dönem olan sanayi devriminde gerçekleşti.
Kapitalizm de, feodalizm veya kölelik gibi bir sömürü sistemidir. Onun ayırt edici özelliği, sistemlerinin doğası gereği, kapitalistlerin, artı-değeri tüketmekten ziyade büyük bölümünü tekrar üretime geri yatırmak zorunda olmalarıdır.
Kapitalizm bu yüzden ilk dönemlerde görülmemiş bir dinamik kazanır. Feodal lordların hiç bitmeyen savaşlar yoluyla yapmaya çalıştığı gibi, yalnızca daha çok insanı sömürmek yerine, kapitalizm insanları daha çok sömürür, emek üretkenliğini geliştirir.
Böyle yaparak bir bolluk toplumuna ve böylece de sömürenle sömürülen arasındaki bölünmeyi tamamen ortadan kaldırmaya olanak sunar. Başka bir deyişle, bizzat kapitalizmden daha yüksek aşamadaki bir topluma olanak sunar.
Kapitalizm kendisini egemen kapitalist sınıfın elindeki üretim araçlarının tekeline dayandırır. İnsanların büyük çoğunluğu, kapitalist sınıf tarafından dayatılan koşullarda çalışmadıkça, yaşam araçlarından yoksun kalırlar.
Biçimsel olarak, ücretli işçiler yaptıkları işin karşılığını alıyormuş gibi görünür. Gerçekte ise feodal serf ya da köleler kadar çok sömürülürler.
Kapitalizmde emek-gücü (işçinin çalışma kapasitesi) başka herhangi bir şey gibi bir metadır, çünkü pazarda alınır ve satılır. Kendi sahibi, yani işçi tarafından satılır ve paranın sahibi, yani kapitalist tarafından alınır.
Ancak emek-gücü bu bakımdan diğer metalardan farklıdır: değer yaratma eşsiz özelliğine sahiptir. Kapitalistin işine yarayan da budur, bu nedenle emek-gücünü satın alır (işçi çalıştırır) .
Emek-gücü üretim içinde tüketildikçe (işçiler işe koşuldukça) , kapitalistin emek-gücü için ücret olarak ödediğinden daha fazla değer yaratılır. Kapitalist kârın kaynağı budur.
Eğer emek-gücü kapitalistin satın alabilmesi için pazarda hazır ve nazır bulunmak zorundaysa, onun üretilmesi gerekir. “Birey göz önünde bulundurulduğunda” diye yazar Marx, “emek-gücünün üretimi, onun kendisini yeniden üretmesinden ya da varlığını devam ettirmesinden ibarettir.” Marx hemen arkasından bu devamlılığın “tarihsel ve manevi bir öğe de” içerdiğini ekler; yani bir işçi ailesinin kendi varlığını devam ettirmesi ve çocuklarını yeni bir ücretli işçi kuşağı olarak yetiştirmesi için gerekenler, bu toplumdaki işçi sınıfı için kabul edilebilir olan ve mücadele yoluyla tesis edilmiş yaşam standartlarına bağlı olacaktır.
Kapitalist sömürünün özü şudur: İşçilere emeklerinin karşılığı değil emek-güçlerinin karşılığı –yani yaşamaları için gerekli olan miktar– ödenir. Fark kapitalist tarafından alınır.
Böylece işçinin günlük çalışması “gerekli emek” ve “artı-emek” olarak ikiye bölünür. İşçi “gerekli emeği”, günün, satıldığında ücret maliyetini karşılayacak olan değerin üretildiği kısmında harcar. “Artı-emeği” ise işgününün geri kalan kısmında, satıldığında kapitalist sınıfa giden kira, faiz ve kârı karşılayacak olan değeri üretirken harcar.
Kapitalizm başlangıçta, işgününün sürekli uzatılmasını (işçilere genellikle günlük ücret ödeniyordu, ancak çalışma saatleri çok uzundu) dayatarak sömürü oranını arttırmaya uğraştı. Kapitalistler, şehirdeki ve kırdaki küçük üretimin yok olmasıyla ve açlık çeken yoksul yığınların kentlere sürüklenmesiyle yaratılan neredeyse bitmez tükenmez bir yedek emek ordusu sayesinde bunu başarabildiler.
Bu, işçilerin patronlar tarafından dayatılan her türlü koşul altında çalışmak zorunda kalması anlamına geliyordu. Ancak kapitalist sistem altın yumurtlayan tavuğu öldürme tehlikesiyle karşı karşıyaydı. 1850’lerde Britanya’da yapılan teftişler, cılız, güçten düşmüş bir işçi kuşağının askeri hizmet için uygun olmadığını gösteriyordu.
19. yüzyılda İngiliz işçiler işgününün yasal olarak sınırlandırılması için mücadele etmeye başladılar. Marx bunu “işçi sınıfının politik ekonomisi için ilk zafer” olarak adlandırıyordu. Böyle olsa da, belirtmeliyiz ki, daha sonra yapılan Ulusal Sağlık Hizmeti, 10 saat yasası gibi reformlar, uzun vadede egemen sınıfın çıkarınaydı, çünkü emek kaynağının sağlıklı durumda tutulmasını sağlıyorlardı.
Buna rağmen, kapitalistlerin dar görüşlü açgözlülüğü yüzünden, bu reformlar sadece egemen sınıf muhalefetine karşı dişe diş mücadele sayesinde zorla kabul edildi.
Böylece, Marx’ın mutlak artı-değerin arttırılması (örneğin işgününü uzatarak) dediği şey sayesinde artı-değer oranını sınırsız bir şekilde arttırmaları engellenen kapitalistler, nispi artı-değerin arttırılması yoluyla sömürü oranını yükseltmek zorunda kaldılar.
Bu, kapitalistlerin, işçilerden daha fazla emek saati almak yerine, işçilerin emek üretkenliğini –aynı iş saatinde daha fazla ürün elde etmek– arttırmak zorunda olmaları anlamına gelir.
Emek ne kadar üretken olursa, işçilerin yaşam gereksinimlerinin değerini (ücretlerini) üretmeye ayırmaları gereken işgünü parçası o kadar kısalır ve kapitalist için artı-değer üretmeye o kadar fazla zaman ayrılabilir.
Kapitalizmin motoru rekabettir. Her kapitalist hayatta kalmak için rakiplerini alt etmek zorundadır. Daha ucuz satmanın en iyi yolu daha ucuz üretmektir. Emek zamanı değerin ölçüsü olduğu için, bu daha az emek zamanıyla üretmek anlamına gelir.
Makineleşme emek üretkenliğini sürekli olarak arttırmanın temel aracıdır. Belki de sürecin en iyi örneği, Marx’ın el tezgâhı dokumacılarının durumuna ilişkin verdiği örnektir.
İplik eğirme makinesinin icadı ve ucuz dokuma ipliğinin kitlesel üretimi, elbise yapımının makineleşmesine yol açtı. Dokumacılık o zamana kadar hâlâ bir el zanaatıydı. Sanayi devriminin ilk yıllarında dokumacılara talep arttıkça, el tezgâhı dokumacıları ücretlerini arttırabildiler ve düzenli bir “işçi aristokrasisi” haline geldiler. Bunlar kapitalizm için ucuz üretimin önünde bir engel teşkil ediyorlardı. Kaçınılmaz bir sonuç olarak, dokuma makinesi icat edildi, zira kapitalist ihtiyaç icadın ebesidir.
Dokuma makinesinin, eşit miktarda yün kumaş üretmek için daha az emek zamanı aldığı, herhangi bir gözlemci için dahi apaçıktır.
El tezgâhı dokumacıları, ürünlerinin fiyatını boşuna düşürüyorlardı. Dokuma makinesiyle hiçbir şekilde rekabet edemezlerdi.
En gelişkin oldukları dönemde el tezgâhı dokumacılarının sayısı çeyrek milyondu. Bir kuşak boyunca binlercesi gerçekten açlıktan ölerek yok oldu. Çok azı dokuma makinelerinin başında düşük ücretlerle iş bulabildiler.
Kapitalist gelişmenin yolu daima bu olmuştur. Fakat bu şekilde kapitalizm modern sanayinin inanılmaz üretici güçlerini geliştirmiştir.
Kapitalizm aynı zamanda kendi hakimiyetine uygun bir devlet biçimi de geliştirir. Kapitalizm altında, her biri sınıf mücadelesinin gelişimindeki farklı bir aşamaya tekabül eden farklı devlet biçimleri –parlamenter demokrasiden faşizme ve en çeşitli biçimlerde Bonapartist askeri-polis diktatörlüklerine kadar– varolabilir.
Tüm bu devlet biçimlerinin tek bir ortak noktası vardır: son tahlilde üretim araçlarının özel mülkiyetini ve bu nedenle de sermayenin egemenliğini savunurlar.
Marx ve Engels, demokrasinin, kapitalist sınıf egemenliğinin ideal biçimi olduğunu sık sık vurguladılar; birincisi bu, kapitalistlere kendi anlaşmazlıklarını çözme olanağı verir; ve ikincisi de toplumun yönetilmesinde işçi sınıfı partilerine görüntüde bir söz hakkı tanır. Sistemin sürekli varolması için gerekli olan değişiklikler böylece daha kolayca yapılabilir. Aynı zamanda burjuva demokrasisi işçilere, sömürücülerini devirmek üzere örgütlenmeleri için en uygun zemini sunar.
Kapitalizm, varlığının bir önkoşulu olarak, yeni bir mülksüz çalışanlar sınıfını gerekli kılmıştır. Gelişimi boyunca kapitalizm giderek büyüyen bir ücretli işçi havuzu yaratmıştır.
İkinci Dünya Savaşından bu yana bile, Fransa, İtalya ve Japonya gibi ülkelerde milyonlarca küçük çiftçi topraktan sürülmüştür. Bu, insanları yalıtılmışlıktan ve kırsal hayatın geriliğinden kopardığı ve emek üretkenliğinin yükselişini temsil ettiği ölçüde ileriye doğru bir adım olmuştur, böylece daha az insanın tarımla uğraşması gerekir ve daha fazla insan ellerini başka şeyler üretmeye yöneltebilir.
Ancak, aynı zamanda, kapitalizm insanların çıkarlarına aldırış etmez ve kitlelere neye mal olursa olsun acımasızca artı-değer peşinde koşar.
Kapitalist Dünya Pazarı Daha önce gördüğümüz gibi, kitleler için büyük acılar yaratmış olmasına rağmen, kapitalizm dinamik bir sistem olmuştur. Amacı ve itici gücü daha çok ve daha çok artı-değerdir.
Bu yüzden sanayi kapitalizmi dünyayı fethetmek için uğraşır. Ticari sermaye diğer ülkelerde varolan üretim tarzlarından zorla haraç almakla yetinmişti; sanayi sermayesi ise sanayi devriminden sonra yarattığı imparatorluklarda, bu ülkelere ucuz manifaktür malları yağdırdı.
Bu mallar, köylerdeki tarımla birleşen mevcut el zanaatları sistemini zorunlu olarak yok etti.
Varolan toplumlar zorla dağıtıldı. Üstelik tarım giderek daha çok dünya pazarının gereksinimlerine yöneldi. Kapitalizm kendi suretinde bir dünya yaratmaya başlıyordu.
Bu süreç, kapitalist gelişmenin emperyalist evresinde en yüksek aşamasına ulaştı.
Kapitalist ülkelerin kapitalizm öncesi uluslarla ilişkiye geçmesinin, onları sömürmesinin ve onları kapitalizmin yörüngesine çekmesinin farklı evreleri Hindistan örneğinde açıkça görülebilir.
Hindistan önce İngiliz hükümeti tarafından değil bir tüccarlar birliği olan Doğu Hindistan Şirketi tarafından sömürgeleştirilmişti. Bunlar İngiliz-Hindistan ticaretini tekellerine alarak, ucuz alıp pahalı satarak çok para kazandılar. Hindistan’ın iç ticaretini de kapmaya çalıştılar ve doymak bilmez kontrolleri altındaki tahıl fiyatları, kıtlıklar sırasında, yoksulların ulaşabileceğinin çok üzerinde bir seviyeye fırladı.
Doğu Hindistan Şirketinin egemenlik dönemi İngiltere’deki ilkel birimin gereksinimlerine tekabül ediyordu. Tüccar maceracılar eşitsiz değişim yoluyla servetler kazandılar. İngiltere’nin Hindistan alt-kıtasının bütününe egemen olmasını sağlayan Plassey Savaşının ardından, İngiltere Bankası ilk kez 10 ve 15 sterlinlik banknotlar bastı. Muhafazakâr tarihçi Burke, Hindistan’da 1757 ile 1780 arasında gerçekleştirilen yağmanın, o zaman için çok büyük bir rakam olan 40 milyon sterline vardığını hesap etmişti.
İngiliz kapitalizmi her zaman uluslararası serbest ticaretin savunucusu olmadı. Bu ancak daha sonra, İngiltere büyük ölçekli bir kapitalist üretim tekeline sahip olduğunda söz konusu oldu. Aslında İngiltere’ye ithal edilen Hindistan tekstiline 1830 yılına kadar %70 ilâ %80’lik gümrük vergisi uygulanmıştı.
Kısıtlamalar ancak Lancashire makine tekstil sanayii tartışmasız bir konum elde ettiği zaman kaldırıldı, çünkü bunlara artık gerek kalmamıştı. Hindistan pazarına o zaman ucuz pamuklu mallar yağdı ve Hintli tekstil üreticileri battı.
Hindistan toplumunun kaderi artık rekabetçi kapitalizmin gelişimine bağlıydı. Bu arada İngiliz kapitalizmi kendi ihraç mallarını Hintlilere zorla kabul ettirmek için en barbar yöntemleri kullanmakta tereddüt etmedi. Örneğin, Dakka’da dokumacıların elleri kesildi! Bölge korkunç bir kıtlık tehdidi altına girdi ve tüm yöre kısmen bir cangıl haline geldi.
Hindistan 1850’de Lancashire tekstilinin dörtte birini emiyordu.
1857’de başlayan Hint İsyanından sonra İngiliz egemenler, halkı olduğu yerde çakılı tutmak maksadıyla, birliklerinin hızlı hareketine olanak vermek için, bir demiryolu ağı kurma ihtiyacı duydular. Bu Hindistan sömürüsünün üçüncü evresine işaret ediyordu. Mallardan daha çok, sermaye ihracı ağır basan özellik haline gelmişti.
Emperyalizm Bu gelişme, mali sermayenin ve sanayi sermayesinin birleşmesiyle alâkalı biçimde metropol ülkelerde tekelci kapitalizmin büyümesinin –Lenin tarafından tahlil edilen emperyalizm çağı– sonucuydu. Daha zayıf rakiplerini yutan, üretimi yeni zirvelere taşıyan ve yeni ve kârlı yatırım alanları arayan dev tekeller yanında, ulusal pazarlar çok küçüldü.
Hindistan örneğinde bu süreç, esasen İngiliz mülkiyetinde olan Hindistan temelli modern bir tekstil sanayisi kurmak için İngiltere’den sermaye ihraç edildiği 19. yüzyıl sonlarında başladı.
Marx’ın söylediği gibi “bir kapitalist daima birçoklarının başını yer”. Kapitalizm sadece küçük üretimi yok etmekle kalmaz, sürekli olarak en güçsüz kardeşlerini iflâs ettirir ve gemiyi kurtarmak için onları mülksüzlerin saflarına atar.
Bu iki yanlı bir süreçtir; insanlığın potansiyel çıkarı için muazzam bir üretici kaynak biriktirmesi açısından nesnel ekonomik içeriğiyle ilericidir, ama öte yandan kapitalizm altında, bir avuç zenginin elinde muazzam bir güç yoğunlaşmaktadır.
19. yüzyılın sonunda tekelin bizzat rekabetten çıkıp geliştiğini gördük.
Bankacılık sistemi, der Marx, “toplumun henüz faal olarak kullanılmayan bütün mevcut ve hatta potansiyel sermayesini, sanayici ve tüccar kapitalistlerin emrine verir; dolayısıyla bu sermayeyi borç veren de borç alan da, onun gerçek sahibi ya da üreticisi değildir. Böylece, o, sermayenin özel niteliğini yok eder ve dolayısıyla, kendi içinde, ama yalnızca kendi içinde, sermayenin bizzat ortadan kaldırılmasını içerir.... Son olarak, kredi sisteminin, kapitalist üretim tarzından, birleşmiş emeğe dayanan üretim tarzına geçiş esnasında güçlü bir kaldıraç olarak hizmet edeceğine, ama üretim tarzının kendisindeki diğer büyük organik devrimlerle bağıntılı unsurlardan yalnızca biri olarak bunu yapacağına, kuşku yoktur.”[8]
Kapitalizm, kesintisiz bir şekilde kâr etmeye devam etmek için, sürekli olarak para sermaye girişine gerek duyar. Bir meta stoğu bir kez üretildiği zaman, tekil kapitalist ya üretimi yeniden başlatacak para tekrar cebine girene kadar bunları satmayı beklemek zorunda kalacaktır; ya da gerektiğinde kullanılacak bir yatırım rezervi olarak çoğu zaman kullanılmadan kalan bir para sermaye stoğu tutmak zorunda olacaktır; on ya da yirmi yıl kullanılmayabilecek olan sabit sermaye stoklarını yenilemek için bir fona sürekli olarak para yatırmak zorunda kalacaktır.
Gerçekte, doğrudan üretime yatırım yapmaya hazır olmayan, ama artı-değer pastasının bir dilimini kendileri kesmek için paralarını ödünç vermeye hazır olan bir kapitalist asalak tabaka gelişir. Bu yüzden, kullanılmayan para sermaye rezervleri meydana getirmek için bir rekabet eğilimi vardır. Bu rezervler birkaç zengin elde toplanır: mali sermayenin yoğunlaşması.
Mali sermaye ilkin para sermayeyi toplayarak ve üretime akıtarak kapitalist sisteme bir itilim verdi. Böyle yapmasının tek nedeni, kuşkusuz, giderek artan bir artı-değer oranını kendisine ayırmaktı.
Marx’ın vurguladığı gibi, mali sermaye aynı zamanda muazzam ekonomik gücü kendi ellerinde yoğunlaştırır ve kredi vermek ve almak yoluyla bireysel üretici kapitalistleri bir bütün olarak kapitalist üretimin gerekleriyle etkili bir şekilde bütünleştirir.
Emperyalizm, mali sermayenin üretimle meşgul olan tekelci sermayeyle kaynaştığı çağdır.
Emperyalizm altında, ulus-devlet sınırları içindeki kapitalistler arasındaki rekabet tamamen ortadan kalkmazken, çatışma uluslararası arenaya sıçramıştır.
Büyük tekeller ve bankalar, sırf meta ihraç etmekten ziyade sermaye ihraç etmekteydiler. Her kıtada ve ülkede muazzam bir demiryolu inşa programına girişildi. En ücra yerlere borç paralar akıtıldı. Her türlü hammadde ve maden kaynağına yönelik sistemli bir araştırmaya girişildi.
Şimdi çatışmalar ulusal sermaye blokları arasında başlıyordu. Mücadele, dünyaya egemen olma mücadelesinden başka bir şey değildi. Sömürgeler için ve emperyal ganimetlerin yeniden bölüşümü için, insanlık tarihinde benzeri görülmemiş vahşette savaşlar patlak verdi.
Birinci Dünya Savaşı, daha önceki sınıflı toplum biçimleri gibi, kapitalizmin de ilerici olmaktan çıktığını gösterdi. Üretimi daha ileriye götürmek yerine, kitlesel yıkım ve kitlesel cinayet söz konusuydu.
Ancak aynı zamanda, eskinin içinde yeni bir toplum gelişiyordu. Rus devrimi işçi sınıfının egemenliğinin yakın olduğunu haber verdi.
İşçi Sınıfının Devrimci Rolü İşçi sınıfı tarihteki diğer sömürülen sınıflara benzemez. Köleci toplum içindeki üç yanlı sınıf mücadelesinin nasıl zorunlu olarak “savaşan sınıfların ortak yıkımına” yol açtığını görmüştük. Feodal köylülüğün kendilerini sömüren sisteme karşı yüzyıllar boyunca nasıl tutarlı bir devrimci alternatif geliştiremediğini de görmüştük.
Bu başarısızlık tesadüfi değildi. Köylülük kırsal alana yayılmış ve birleşmesi çok zor olan yalıtık bir sınıftır. Ancak sorunları sadece coğrafi değil, aslında toplumsaldır. Zira Marx’ın koyduğu gibi, köylülük sadece bir anlamda bir sınıftır:
“milyonlarca aile, yaşam tarzlarını, çıkarlarını ve kültürlerini diğer sınıflarınkinden ayıran ekonomik varoluş koşulları altında yaşadığı ölçüde ve bu koşullar onları bu sınıfların karşısına düşman olarak çıkardığı ölçüde, bunlar bir sınıf teşkil ederler. Çıkarlarının birliği aralarında bir topluluğa, ulusal bağa ve politik bir örgüte yol açmadığı sürece... bir sınıf teşkil etmezler.”
Çünkü köylülük küçük mülk sahibidir; kendi içinde bölünmüş bir sınıftır. Bunlar bir çuval içindeki patateslere –kapitalist ilerleme altında doğrama makinesine gidecek olan– benzerler.
Öte yandan işçi sınıfı, fabrika üretiminin doğası gereği büyük kitleler halinde yoğunlaşır. Köylülükten farklı olarak, onların tek gücü ortak eylemde yatar. Kolektif olarak sömürülmesi sayesinde, işçi sınıfı, bizzat kapitalizm tarafından sistemin mezar kazıcıları olarak hareket etmek üzere yetiştirilir ve eğitilir.
Kapitalist Kriz Modern işçi sınıfının mütevazı ama kalıcı bir yaşam standardında ot gibi yaşamasına da izin verilmez. Güvencesizlik onun varlığının koşuludur.
Kapitalizm şimdiye kadar akla hayale gelmez pek çok harikalar yaratmıştır. Önceki toplum biçimleri için inanılmaz olan toplumsal felâketler de –aşırı üretim biçimini alan krizler– üretmiştir.
Kapitalizm öncesi toplumlarda çalışanların geçimi yalnızca kıtlıklarla –temel ihtiyaç maddelerinin fiziki olarak kıt olması– kesintiye uğrardı. İlkel insanların aklı tıka basa batıl inançlarla doluydu, ama ihtiyaçları olan şeyleri üretmek için gerekli olan araçlar önlerinde dururken boş boş oturup açlıktan ölen insanların manzarası, bizim toplumumuzun eşsiz bir ürünüdür.
Kapitalizm toplumsal üretimdir. İki şekilde toplumsaldır. Birincisi, dünya pazarı ve uluslararası işbölümü sayesinde tüm dünyayı tek bir ekonomik birime bağlar. Herkes ihtiyacı olan şeyler için başka birilerine bağımlıdır. İkincisi, sadece kolektif emek yoluyla işleyebilen büyük ölçekli üretimi devreye sokar.
Ama aynı zamanda sistem, özel mülk edinme ve özel kâr temelinde işler. Anarşiktir, herhangi bir zamanda ne kadar metaya gereksinim olduğunu kimse bilmez. Kapitalist kendi fabrikasındaki üretimi planlar, ancak bir bütün olarak toplumsal üretim plansızdır.
Marx şöyle yazar: “Kapitalist üretim sürekli olarak kendi doğasından gelen bu engellerin üstesinden gelmeye çalışır, ama bunu ancak, bu engelleri tekrar kendi yoluna ve hem de daha heybetli ölçekte koyarak becerir. Kapitalist üretimin gerçek engeli, sermayenin kendisidir.”[9]
“İşçiyi, yaşamı boyunca tek bir parça işleme bağlayan ve onu tümüyle sermayenin boyunduruğu altına sokan işyerindeki işbölümünü, emeğin üretkenliğini arttıran bir örgütlenme olarak göklere çıkaran o aynı burjuva kafası, üretim sürecinin toplumsal bir denetim ve düzen altına alınması yolundaki bilinçli her girişimi, mülkiyet hakkı, özgürlük ve bireysel kapitalistin sınırsız gücü gibi kutsal şeylerin çiğnenmesi olarak yerin dibine batırmaktadır. Fabrika sisteminin tutkulu savunucularının, toplumsal emeğin genel bir örgütlenmesine karşı, böyle bir şeyin bütün toplumu muazzam bir fabrikaya dönüştüreceğini öne sürmekten öteye bir şey bulup söylememeleri, çok ilginç bir durumdur.”[10]
“Aşırı üretim” nasıl mümkün olur? İnsanların fabrikalara girip istedikleri şeyleri üretmeye başlayamamalarının nedeni, onların bu fabrikalara sahip olmamalarıdır: ve devlet egemen sınıfın mülkiyet çıkarlarını savunur.
Egemen sınıfa gelince, onlar sadece kâr etmek için üretir. Kâr yoksa iş de yoktur.
Bir kapitalist tarafından işten çıkarılan her işçi, diğer bir kapitalistin malları için eksilmiş bir tüketici anlamına gelir. Böylece ekonominin büyük sektörlerinden herhangi birinde başlayan krizin sistemin tümüne yayılma olasılığı vardır.
Kitlesel işsizlik krizleri de, tıpkı Coca Cola gibi kapitalizmin bir ürünüdür.
Kapitalizmin yasaları “anarşiye rağmen ve anarşi sayesinde” işler. Tek tek kapitalistler, toplumun demir külçesine ya da lastikli dona duyduğu gerçek ihtiyaçtan bihaberdirler. İster demir külçesi isterse lastikli don olsun, onlar maksimum kârı getireceğini umdukları şeyleri üretirler. Üretimi kendi fabrikaları içinde örgütlerler; ancak bir bütün olarak üretime anarşi hakimdir.
Kriz olasılığı böyle bir sistemin ayrılmaz parçasıdır. Sosyalistlerin tüm yapmak istedikleri şey, kapitalistlerin her bir fabrikada ayrı ayrı yaptığı gibi, toplumun genelinde aynı titizlikle üretimi planlamaktır.
İşçi, kapitalizm öncesi toplumlardaki sömürülen sınıflardan farklı olarak, özgür bir kişidir; “kişisel bağlılık ilişkilerine” tâbi değildir, istediği patronla çalışmakta özgürdür ve geçim araçlarına herhangi bir bağı yoktur. Ancak işçilerin beklentileri ve güvenlik duyguları, sürekli olarak kitlesel işsizlik belâsı tarafından paramparça edilir.
Kriz, işçi sınıfı toplumu değiştirme gereksinimi duyuncaya kadar tekrar tekrar ortaya çıkar. Kapitalizm asla kendiliğinden yıkılmaz. Birileri tarafından yıkılması gerekir.
Devrimin, sistemin işleyişi tarafından yoksul duruma düşürülen işçiler tarafından otomatik olarak yapılacağını söylemek, Marksizmin bir karikatürüdür. Kapitalizm, sadece çaresiz bir sınıf tarafından değil, bilinçli ve kararlı bir sınıf tarafından yıkılacaktır.
Doğru olan şey, kapitalizm altında daimi bir hayat güvencesizliğinin işçilerin kafasında bir soru işareti yaratacağıdır. Tıpkı doğaya hakim olabilmemiz için onu anlamamız gerektiği gibi, işçiler de düşmanlarını yıkmadan önce onun doğasını anlamak zorundadırlar.
Bu broşürü yazmamızın nedeni budur.
İnsanlığın ilkel komünizmden kapitalizme doğru ilerleyişini ana hatlarıyla çizdik. Tarihe nesnel olarak bakmak, kaybettiğimiz dünyayı da gösterir. Amerikan Yerli kabile toplumunun en önde gelen savunucularından biri olan Şef Oturan Boğa, sonunda Buffalo Bill’in Vahşi Batı Şovunda zavallı bir hilkat garibesi haline geldi. Şef, Batı başkentlerini dolaşırken zenginlik –aynı zamanda da yoksulluk– karşısında hayretler içinde kaldı. Şöyle dedi: “Beyaz adam (kapitalist sistemi kastederek) zenginliği nasıl üreteceğini biliyor, nasıl dağıtacağını değil.”
Herkesin ihtiyacına göre almasına yetecek üretimin yapılabileceği bir toplum artık mümkün. Bilim ve yeni teknolojilerin insanlığın önüne koyduğu olanaklar, Marx tarafından 120 yıl önce öngörülmüştü. Elyazmalarından birinde şöyle yazıyordu:
“İşçi artık nesne ile kendisi arasına aracı bir uzuv olarak işlenip değiştirilmiş bir doğa nesnesi koymaz; tersine kendisiyle egemenliği altına aldığı inorganik doğa arasındaki bir araç olarak, sınai bir sürece dönüşen doğal süreci koyar.... Bu dönüşümde... üretimin ve zenginliğin büyük temel taşı, toplumsal bireyin gelişimidir. Günümüzde zenginliğin temelinde yatan yabancı emek zamanı hırsızlığı, bizzat büyük sanayi tarafından yaratılan bu yeni temel karşısında pek zavallı bir dayanak görünümündedir....
“Yığınların artı-emeği genel zenginliğin gelişiminin önkoşulu olmaktan çıkar, tıpkı azınlığın emeksizliğinin insan kafasının evrensel güçlerinin gelişmesinin koşulu olmaktan çıkması gibi.... Bireylerin özgür gelişimi ve bu nedenle... genelde toplumun gerekli emeğinin asgariye indirgenerek, herkes için serbest bırakılmış olan zamanın ve yaratılmış olan araçların bireylerin sanatsal, bilimsel vb. eğitim ve gelişimine tekabül etmesi.”[11]
Kalahari’deki! Kung halkı bizim standartlarımıza göre maddi yoksunluk ve entelektüel gerilik içinde yaşamaktadır, ama başkaları için çalışmayı toplumlarının itici gücü yapmanın ne demek olduğunun farkındadırlar. Bu nedenle haftada 12 ilâ 19 saat çalışırlar.
Artık insanlık, bir bolluk toplumuna ulaşacak kaynaklara ve teknik araçlara sahiptir. Örgütlü ve bilinçli işçi sınıfı, kapitalizmi devirip böyle bir toplum –insanların ihtiyaçlarını ve isteklerini planlayabildikleri, bunları üretebildikleri ve geri kalan vakitlerini de zevk alarak geçirebilecekleri bir toplum– yaratabilir. Bu bu kadar basittir.
Tarihsel Materyalizm adlı bu makale Mick Brooks tarafından, ANC “Inqaba ya basebenzi”nin (Marksist İşçi Eğilimi Gazetesi) Kasım 1983 sayısına ek olarak yazılm
Diyalektik Materyalizm Üzerine 1.bölüm Elif Çağlı Ocak 2007 Antikçağ Yunan filozoflarından Herakleitos (İÖ. 540-480) günümüzden çağlarca önce, her şeyin aktığını ve aynı nehirde iki kez yıkanılamayacağını söylemişti. Herakleitos’un veciz sözleri, nesneleri ve olguları durağanlığı içinde değil değişim ve dönüşüm süreçleri halinde kavrayan diyalektik düşüncenin bir ifadesidir. Akıp giden nehir örneğinde olduğu gibi, doğada her şey gözle görünsün ya da görünmesin sürekli bir hareket halindedir. Örneğin yerküremiz her gün kendi etrafında dönerken, bir yıl boyunca da güneşin etrafında dönmektedir. Güneş 26 günde kendi etrafındaki dönüşünü tamamlamakta, galaksimizde yer alan diğer yıldızlarla birlikte 230 milyon yılda galaksiyi dolaşmaktadır. Biz farkında bile değilken, atomlar ve atomaltı parçacıklar her an hareket etmekte ve sürekli olarak yer değiştirmektedirler. Tüm evren gibi, onun bir parçası olan insanın biyolojik etkinliği de neticede atomların hareket yasalarına dayanmaktadır. Diyalektik kavramının kökeni Yunanca dialektikos (tartışma) sözcüğüne uzanır. Diyalektik eski Yunanda tartışma sanatı anlamına geliyordu. Antikçağ Yunan düşünürleri, kendi aralarında yürüttükleri münazara tipi tartışmalarda bu diyalektik sanatını kullanmaya çok meraklıydılar. Fakat zamanla diyalektik kavramının kapsamı genişledi, karşıtlık ilişkisinden hareket ederek doğruya ulaşmaya çalışan düşünme ve araştırma yöntemi anlamında kullanılır hale geldi. Doğada var olan hareketi de kapsayacak genişlikteki içeriğiyle diyalektik, değişim ve hareket demektir. Değişim ve hareketin özü ise çelişkidir ve diyalektik yöntem de zaten çelişkinin mantığıdır. İnsanlar diyalektiğin modern yasalarına vakıf olmadan çağlar önce diyalektik olarak düşündüler, çünkü doğanın ve yaşamın kendisi diyalektik hareketin varlığını gözler önüne sermekteydi. Eski Yunan filozoflarının büyük bölümü doğal diyalektikçilerdi. Bunun dışında, biçimsel mantığın yasalarını ortaya koyan ünlü bilgin Aristoteles (İÖ. 384-322) bile diyalektik düşüncenin sorunlarıyla ilgilenmişti. Ne var ki, doğa bilimlerinin ve deneysel araçların henüz yeterli düzeyde gelişmediği Yunan antikçağı, materyalist düşünce ve diyalektik yöntem açısından bir çocukluk dönemi oldu. İlerleyen tarih kesitlerinde 15. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Avrupa’da yükselmeye başlayan burjuva dönüşümler sürecine, doğa bilimleri, düşün ve sanat alanında muazzam atılımlar eşlik edecekti. Daha önce Avrupa Karanlık Çağın içindeyken, Arap bilim dünyası felsefede ve tıp, matematik, astronomi gibi alanlarda pek çok parlak başarılar elde etmişti. Bu kaynak sayesinde doğa bilimleriyle donanma ve eski Yunan’a uzanan köklerini yeniden keşfedebilme olanağına kavuşan Avrupa’da, özgür düşünce serpilmeye başladı. Söz konusu değişim 18. yüzyıl materyalizminin de yolunu açmıştı. Bu materyalizm, kendini henüz diyalektiğin gücüyle sağlamlaştırmamış olan mekanik bir materyalizmdi. Ama şurası açık ki, aradan geçen uzun tarihsel dönem boyunca saltanatını sürdürmüş bulunan idealist felsefe, bilimsel alanda sağlanan muazzam gelişmelerin insan düşüncesinde yarattığı değişim düzeyiyle büyük bir çatışkı içine girecekti. 19. yüzyıla, düşünce sürecinin idealist felsefenin ve metafizik yöntemin egemenliğinden kurtarılması sancıları damgasını basıyordu. Alman felsefesinde büyük bir atılım sağlayan Hegel, 19. yüzyılda düşünce sürecine diyalektik yöntemi taşıdı ama kendisi idealist felsefenin sınırlarını aşamadı. Bu yüzden onun diyalektiği, varlığı düşünceden türetiyordu, yani ters durmaktaydı ve mistik bir kılıfa bürünmüştü. Marx ve Engels diyalektiği idealizmin mistik kılıfından çekip çıkardılar ve ayakları üzerine diktiler. Marksizmin kurucuları sayesinde diyalektik, doğanın ve insan tarihinin materyalist anlayışı ile bütünleştirilerek zenginleştirilmiş oldu. Bu bilinçli diyalektik, doğanın deviniminde kendilerini eninde sonunda kabul ettiren yasaların varlığını açıklığa kavuşturdu. Aynı şekilde, insan topluluklarının evrim tarihinde de böyle belirli hareket yasaları mevcuttu. Diyalektik, doğada ve toplumda varolan karmaşık süreçlerin kavranmasına çalışan düşünce biçiminin bilimidir. Marksist önderlerin her vesileyle dikkat çektikleri üzere, bilimsel diyalektik doğaya ya da topluma birtakım kurgusal yasalar dayatmaz. Tam tersine, zaten varolan yasaları doğanın ve toplumun evrim sürecinin hareketliliği içinden bulup çıkartmaya çalışır. Tasavvur edilebileceği gibi, bu çaba derin bir bilimsel bilgi üzerinde yükselen ve kuşaktan kuşağa ilerleyen diyalektik ve tarihsel düşünce sürecinin ürünüdür. Bilimsel diyalektiğin bizzat kendisi de, olduğu yerde durmayan, kendi kendini sorgulayan, eleştiren ve eskiyen yönlerini yeni bilgilerin ışığında aşmaya çalışan hareketli bir niteliğe sahiptir. Kuşkusuz düşünce sürecine bu itilimi veren nesnel nedenler vardır. Feodal Avrupa toplumlarının kapitalist dönüşümü, ekonomiden siyasete, bilimsel araştırmalardan hukuk kurallarına dek hemen her alanda burjuva devrimlerini dayatmıştır. 19. yüzyılda gerçekleşen bilimsel buluşlarla zenginleşen doğa bilimleri, diyalektik yöntemin açıklığa kavuşturmaya çalıştığı hareket yasalarının yeni gizlerini ele vermiştir. Bu durum, bu sıçramalı tarih kesitinde dünyaya gözlerini açan Marksist düşüncenin niteliğini de belirlemiştir. Marksizm daha başlangıcından itibaren, doğayı ve toplumu karmaşıklığı içinde kavramaya yatkın bir bilimsel yoğunluğa sahiptir. Burjuva eşitlik anlayışından bilimsel sosyalizme Tarihte düşünsel planda önemli atılımların yaşandığı dönemler incelenecek olursa, bunların insan topluluğunun fiili yaşam koşullarında devrimci sıçramaların kaydedildiği dönemler olduğu görülür. Kuşkusuz bu tür denklikler basit aritmetik eşitlikler düzeyinde değil, yoğun çelişkilerin, sıkışma ve patlamaların eşlik ettiği karmaşık süreçler halinde gerçekleşmektedir. Ama bir nokta çok önemlidir. Diyalektik harekette niceliğin niteliğe dönüşümü sürecinin başlangıçta çok belirgin hissedilemeyen mayalanma özelliği nedeniyle, düşüncenin siyasal eylemin önüne geçer gibi göründüğü tarihsel kesitler olmuştur. Görüngüde böyle bir gözlem kaydedilmiş olsa bile, hareketin iç yasaları daha yakından incelendiğinde, aslında somut yaşam alanında biriken çelişkilerin düşünsel düzeydeki fırtınaları ve devrimleri tetiklediği anlaşılacaktır. Avrupa’da eski siyasal düzenleri sona erdiren burjuva demokratik devrimler çağını, düşünce ve kültür alanında bir canlanma ve atılım dönemi önceler. Rönesans (14. yüzyılın sonuyla 15 ve 16. yüzyılları kapsayan düşünsel ve kültürel yeniden doğuş) , dinde reform (16. yüzyılda Batı kilisesinde gerçekleşen dinsel devrim) ve 18. yüzyılda gelişen Aydınlanma hareketi (insan aklını bilginin ölçüsü kabul eden felsefi gelişim) bunu somutlar. 1789 Fransız devrimi öncesinde, yaklaşan devrimle ilgili olarak toplumu aydınlatan büyük devrimciler tarih sahnesine fırladılar. Din, doğa anlayışı, toplum ve devlet örgütü, kısacası her şey amansız bir eleştiriye tâbi tutuldu. Toplum ve devletin bütün eski biçimleri, bütün eski geleneksel fikirler akıldışı ilan edildi ve bir yana atıldı. O çağın burjuva devrimcilerine göre, nihayet insanlık açısından gün doğuyordu. Artık insanlığı cehalete sürükleyen önyargılar, tüm haksızlık, ayrıcalık ve baskılar yeryüzünden sökülüp atılacaktı. Dünyaya sonsuz doğruluk ve sonsuz adalet egemen olacaktı. Engels, aklın bu egemenliğinin burjuvazinin idealleştirilmiş egemenliğinden başka bir şey olmadığını söyler. Nitekim burjuva devrimin sözde ölümsüz adalet savunusu, gerçekleşmesini burjuva adaletinde bulmuş, eşitlik arzusu yasa önünde burjuva eşitliğine varmıştır. Burjuva mülkiyet egemenliğini ilan etmiş ve büyük Fransız düşünürü Rousseau’nun toplum sözleşmesi ancak bir burjuva demokratik cumhuriyet biçimi altında dünyaya gözlerini açmıştır. Fakat Fransız devriminin eşitlik, özgürlük, kardeşlik çağrıları altında neticede burjuva egemenliğine varılması, burjuva devrimcilerin zaaflarına ya da kötü niyetlerine bağlanamaz. Tarihsel akışı doğru biçimde kavrayabilmek için, bu noktada da materyalist dünya görüşüne ve diyalektik yaklaşıma ihtiyaç vardır. Engels’in dediği gibi, 18. yüzyılın büyük düşünürleri de, kendi çağlarının kendileri için saptadığı engelleri öncellerinin hiçbirinden çok aşamazlardı. 19. yüzyılda Avrupa’da bilimsel alanda ve toplumsal üretim sürecinde kaydedilen ilerlemeler, düşünsel bakımdan da muazzam bir sıçrama yapılabilmesini mümkün kıldı. Böylece sosyalizm anlayışı da ütopik kılıfından kurtarılabildi ve modern işçi sınıfının devrimci gücüne dayanan gerçek bir temele oturtuldu. 19. yüzyılda Avrupa’da sürüp giden devrimci hareketlilik, sosyalizmi bilimsel dayanaklarına kavuşturan eşsiz bir faktördür. 1831’de Lyon’da patlak veren ilk işçi ayaklanması, yeni çağda artık devrimlerin sınıfsal niteliğinin değişeceğinin de habercisiydi. 19. yüzyılın ilerleyişi içinde çeşitli Avrupa ülkelerinde, dünyaya gerçek eşitliği, kardeşliği ve özgürlüğü getirecek olan işçi devrimleri yavaş yavaş o soylu başını göstermeye başlayacaktı. İngiliz Çartist hareketi, işçi sınıfının bağımsız bir örgütlü güç oluşturma yetisini dosta düşmana kanıtlamıştı. Böylece ileri Avrupa ülkelerinde büyük sanayideki atılıma ve burjuva siyasal egemenliğin pekişmesine koşut olarak, proletarya ile burjuvazi arasındaki sınıf savaşımı da tarih sahnesinin ön planına fırlıyordu. Karşıt iki sınıf arasında giderek olgunlaşmakta olan iç mücadele, burjuva iktisadın ölümsüz doğrular diye piyasaya sürdüğü malların taponluğunu teşhir edecekti. Sermaye ile emeğin çıkarlarının özdeş olduğu, serbest rekabetin herkese refah getireceği yolundaki öğretiler, somut gelişmeler tarafından birer birer çürütüldü. Gerçekler dünyasında cereyan eden bu gelişmeler olumlu yansımalarını, Fransız ve İngiliz sosyalizminin geçmişe oranla olgunlaşmasında buldu. Ne var ki tarihin idealist anlayışından yakasını kurtaramadığı ve kapitalizmin ekonomik ilişkilerini bilimsel anlamda çözümleyemediği için, bu sosyalizm yine de ütopik ayak bağlarından tamamen kurtulabilmiş değildi. Sosyalist düşüncenin sağlam bilimsel dayanaklar üzerinde ayağa dikilmesi, Marx ve Engels gibi çığır açıcı devrimci önderler sayesinde gerçekleşti. Marx, geçmiş tarihin bir sınıflar savaşımı tarihi olduğunu açıklığa kavuşturdu. Verili toplumsal yaşam koşulları, birbirine karşıt sınıflar arasındaki ekonomik ilişkilerin bir ürünüydü. Hukuk ve siyaset sistemlerinde ifadesini bulan toplumsal üstyapıyı son tahlilde toplumun ekonomik altyapısı belirlemekteydi. Bu altyapı, aynı zamanda dinsel, felsefi ve diğer fikirlerin kaynağını açıklamayı da mümkün kılıyordu. Böylece tarihin bu doğru yorumlanışı, yani tarihsel materyalizm insanlık tarihini pırıl pırıl aydınlatmaya başladı. Marksizmin bilimsel ürünü olan tarihsel materyalizm, insanların varlığını bilinçlerinin belirlemediğini, tersine insanların bilincini onların varoluş koşullarının belirlediğini kanıtladı. Bu sayede sosyalist düşünce, birtakım dâhi kişilerin kurgusal ve ütopik yaklaşımlarının ürünü olmaktan kurtuldu. Ve komünist hareket de, tarih tarafından oluşturulan iki karşıt sınıfın, burjuvazi ile işçi sınıfının mücadelelerinin zorunlu bir sonucu olma düzeyine yükselebildi. Engels’in belirttiği gibi, artık gerekli olan tek şey bu iki sınıf arasındaki ekonomik çatışmanın bilimsel çözümüydü ve bu sorun da yine Marx’ın katkısı sayesinde çözümlenebildi. Marx’ın geliştirdiği artı-değer teorisi, işçinin sömürülmesinin temelinde yatan nedeni ve sermaye birikiminin sırlarını parlak biçimde ifşa ediyordu. Kısaca değinmeye çalıştığımız bu gelişim sürecinden de anlaşılacağı üzere, Marksist düşüncenin doğumu devrimci eylemin ve devrimci düşüncenin devinimi içinde gerçekleşen diyalektik bir süreçtir. Marksist dünya görüşü, gerek doğa gerek toplum bilimleri alanında idealizme esaslı ve devrimci bir darbe indirmiş bulunmaktadır. Marksizmin temel hareket noktaları diyalektik ve materyalizmdir. Marksizm, bilincin maddeyi değil, maddenin bilinci belirlediğini bilimsel açıdan karşı konulamaz bir doğrulukla kanıtlamıştır. Doğa bilimleri alanında olduğu gibi toplumsal bilim alanında da düşünce üretimi, fikirlerin, tezlerin, analizlerin konusunu oluşturan varlıktan ya da gerçek süreçten ve onun hareketinden bağımsız olamaz, olmamalıdır. İdealist felsefe pek çok vesileyle bunun tersini iddia etmiş olsa da işin doğrusu böyledir. Bilinç diye adlandırdığımız düşünce süreci de, aslında maddenin yani beynin ürünüdür. Ve düşünen beyin, canlı maddenin evriminin sonucudur. Düşünce dünyasına dair her şeyin –bilimden hukuka, sanattan politikaya ve ahlâk anlayışına dek– kaynağı gerçek hareket ve maddi dünyadır. Marksist düşüncenin temellerinin atıldığı dönem, işçi sınıfının ve onun devrimci eyleminin gelişimi bakımından günümüze oranla erken bir dönemdi. Buna rağmen Marksizm daha doğuşundan itibaren, çağının tüm bilimsel ilerlemelerini devrimci düşünce potasında eriten üstün bir sentez gücüne sahip oldu. Bu sayede işçi sınıfının bu düşünsel eylem kılavuzu, toplumsal gelişim yasalarını kavrama ve gelişimin ana eğilimlerini kestirme kudretini içerdi. Sınıfın nesnel ve öznel açıdan yeterince olgunlaşmadığı bir tarihsel kesit boyunca, Marksizm düşünsel bakımdan hep nesnel durumun ve devrimci eylemin önünde koşuyormuş gibi göründü. Fakat kapitalizm olgunlaşıp işçi sınıfının devrimci hareketi de eylem alanında zenginleştikçe ve deney açısından çeşitlendikçe, son tahlilde düşüncenin ebesinin maddi dünya ve bu dünyadan kaynaklanan eylem olduğu gerçeği daha kolay kavranır duruma gelmiştir. Günümüzün gerçeği budur. Marksizm dogmatizmin düşmanıdır Eski Yunanlı düşünürlerin tartışmalarında birer diyalektik ustası olduklarına değinmiştik. Onların bu temelden yükselen diyalektik kavrayışları, tez, antitez ve sentez üçlemiyle sembolize olmaktaydı. Tartışmalar bir konuda ortaya bir tez atılmasıyla başlatılıyordu. Daha sonra bu fikir bir antitez ile yadsınmaya, çürütülmeye çalışılıyordu. Nihayetinde tartışılan konu çeşitli açılardan irdelenen bir tartışma sürecinden geçmiş oluyor ve böylece ortaya bir sentez çıkartılıyordu. Bu münazaralar, mutlaka bir fikir birliğine varılmasını hedeflemeyen ve asıl olarak tartışma sayesinde bilgi ve kavrayışı derinleştirmeye çalışan bir çeşit beyin jimnastiği gibiydi. Ancak tarihsel akış içinde felsefi düşünce ve mantık yasaları pek çok değişime uğradı. Avrupa’nın Karanlık Çağı boyunca Kilisenin toplum üzerindeki hâkimiyeti yansısını idealist felsefenin ve skolastik anlayışın (dinsel açıdan kabul gören felsefi görüşlere dayanılması) egemenliğinde bulmuştu. Avrupa Ortaçağı, eski Yunanla, diyalektik ve materyalist düşünceyle tarihsel bağları kopartan bir dönemdi. Bilimin ilerleyişi Kilisenin zorba diktatörlüğü tarafından durdurulmuştu. Avrupa’da bilim ancak burjuva gelişimin yol açtığı Rönesans ve Aydınlanma hareketinin uyandırıcı gücüyle ve Kilisenin skolastik din anlayışına karşı reformcu başkaldırışla ilerleme yoluna konulabildi. Nihayet 19. yüzyıla gelindiğinde, diyalektik düşünceyi yeni biçimde canlandıran Hegel’le birlikte eski diyalektik aşıldı. Hegel, antik Yunan diyalektiğinin hatalı yönlerini eleştirdi ve diyalektik mantığı daha üst düzeye taşıyacak yeni yasaları formüle etti. Hegel büyük bir diyalektik ustasıydı. Ama onun için insan beyninin yaşam süreci, yani düşünme süreci gerçek dünyanın yaratıcısı ve mimarıydı. Gerçek dünya yalnızca “fikir”in dışsal ve görüngüsel biçimiydi. Kısacası, idealizmin gölgesinden kurtulamamış olan Hegel diyalektiği gerçek dünyayı “fikir”in yansıması olarak ele alıyordu. Diyalektiği bilimsel, yani materyalist yapıya kavuşturanlar Marx ve Engels oldu. Marksizmin ayakları üzerine oturttuğu materyalist diyalektik, “fikir”in maddi dünyanın insan aklındaki yansımasından ve böylece düşünce biçimlerine dönüşmesinden başka bir şey olmadığını kanıtladı. Marx, kendi diyalektik yönteminin Hegelci diyalektik yöntemden yalnızca farklı olmakla kalmadığını, onun tam karşıtı olduğunu belirtmişti. Marksizm diyalektik düşünceyi idealist ayak bağlarından kurtardığı gibi, onu metafizik yöntemin uzantısı olan mutlaklıklardan ve durağanlıklardan da azat etti. Böylece diyalektiğin gelişimi de yine diyalektik bir sürecin ürünü oldu. Diyalektik materyalizmin ortaya koyduğu üzere, uzay ve zaman içinde hareket maddenin varoluş biçimidir. Madde hiçbir zaman ve hiçbir yerde hareketsiz var olmamıştır ve olamaz da. Ancak burada maddenin hareketi ile kastedilen yalnızca mekanik hareket, yani basit bir yer değiştirme hareketi değildir. Hareket, ısı ve ışık, elektrik ve manyetik gerilim, kimyasal bileşim ve ayrışım, yaşam ve nihayet bilinç demektir. Fizik, biyoloji, kimya gibi doğa bilimleri alanında kaydedilen ilerlemeler, gerçek yaşamdaki hareketin mutlak ve sert karşıtlıklar, açık ve aşılmaz ayrım çizgileri temelinde gerçekleşmediğini kanıtlamıştır. Bu bilimsel gelişme, gerçekliğin görelilik temelinde kavranmasını sağlamıştır. Doğada ve toplumda belirli koşullar altında gerçekleşen evrim neticesinde ulaşılan düzey, ondan evvelki koşullara kıyasla bir ilerlemeyi temsil edebilir. Ama bu mutlak değil göreli bir ilerlemedir. Zira yalnızca geçmişe oranla mukayese yapılması yeterli olmaz. Her varlık ve olgunun bir geçmişi bir de geleceği vardır. Geçmişe oranla ilerici sayılabilecek bir tarihsel adım, geleceğe oranla gericileşebilir. Çarpıcı bir örnek olarak, tarih içinde burjuva demokrasisinin tuttuğu yer hatırlanabilir. Burjuva demokrasisi geçmişin mutlakıyetçi yönetim biçimlerine göre ileri bir adım niteliği taşırken, işçi devriminin ürünü olacak işçi demokrasisine kıyasla gericidir. O halde toplumsal olguları verili tarihsel koşullardan kopartarak tek yönlü biçimde değerlendirmek tamamen yanlış olur. Örneğimizdeki burjuva demokrasisi bir yönüyle ilerici, diğer bir yönüyle gerici nitelik taşımaktadır. Gerçeklik işte bu şekilde geçmişe ve geleceğe kıyasla, değişen somut koşullara göre değişir. Gerçekliğin bu değişken karakterinden rahatsızlık duyup, sözde daha tatmin edici görünen köşeli doğrular arayanlar iyi bir diyalektikçi olamaz ve metafiziğin tuzağında çırpınırlar. Bilimin kendisi ve ilerlemesi de diyalektik bir nitelik taşır. Örneğin kimyasal elementlerin atom ağırlıkları tablosunun bulunması, türlerin dönüşümüne ve evrimine ilişkin yasaların keşfedilmesi, bilimde geçmişe oranla gerçekleşen büyük atılımlardır. Darwin’in evrim teorisi, organik maddeler (yapısında karbon bileşimleri içeren maddeler) alanında niceliksel birikimlerin niteliksel farklılıklara dönüştüğünü kanıtlayarak diyalektiğe büyük katkı sağlamıştır. Keza Engels’in vurguladığı bir başka husus da çok önemlidir. Doğa bilimlerinde hareketin temel yasası olarak önce enerjinin sakınımı yasası bulunmuştur. Bu yasaya göre, hareketi (veya enerjiyi) yok etmek ve yaratmak olanaksızdır. Ne var ki daha sonraki buluşlar sayesinde, bunun hareketin ya da enerjinin yalnızca nicel yönden kavranması anlamına geldiği anlaşılmıştır. Enerjinin dönüşümü yasasının bulunmasıyla birlikte bu eski bilgi aşılmıştır. Bu gelinen noktada, evrendeki toplam enerjinin yaratılamayacağı ya da yok edilemeyeceğini ifade etmek yetmez. Daha da önemli olan, enerjinin bir durumdan bir başka duruma dönüşebileceğini bilmektir. Bilimdeki ilerleme sayesinde diyalektik kavrayış da bir üst düzeye sıçratılabilmiş ve harekete veya enerjiye dair sürecin nitel yönü bilince çıkartılabilmiştir. Aslında tüm evren, madde ya da enerjinin sonsuz hareketidir. Bir hareketin sonlanması diğerini başlatır, enerji maddeye madde enerjiye dönüşür, madde bir halden diğer bir hale geçebilir, kimyasal enerji elektrik enerjisine dönüşebilir ve bu böyle devam eder gider. Bu bitmez tükenmez devinimin başı ya da sonu yoktur, o her şeydir, uzay ve zaman da kendisidir. Teorik doğa bilimleri bu gibi önemli buluşlardan önce sınırlı ve metafizik bir nitelik taşıyordu. Zira hareket noktasını, uzlaşmaz ve çözülmez olarak tasavvur edilen karşıtlıklar, mutlak ayrım çizgileri ve deneysel olarak kanıtlanmamış önsel birtakım kategoriler oluşturuyordu. Toplumsal yaşamda olduğu gibi doğada da kuşkusuz karşıtlık ve ayrımlar mevcuttur, ama bunlar ancak görece bir geçerlilikle varolurlar. Doğadaki ayrım çizgilerine ve karşıtlıklara yüklenen mutlak değişmezlik aslında doğada mevcut değildir, doğayı kavramaya çalışan insan düşüncesinin yanlış bir ürünüdür. Tüm yaşam (evren, varlık) zaman ve uzay içinde sonsuz yinelenen bir çevrimdir. Engels’in dediği gibi, ister güneş ya da bulutsu buhar olsun, ister bir bitki ya da hayvan cinsi olsun, ister kimyasal birleşme ya da ayrışma olsun, özünde geçici olan ve içinde hiçbir şeyin sonsuz olmadığı bir çevrimin unsurlarıdır. Bu çevrim, sonsuz olarak hareket eden, hareketini ve değişimini birtakım iç yasalara göre yapan maddenin sonlu biçimdeki varlığını içerir. Bu gerçeği kabul etmek doğanın diyalektik anlayışının özünü oluşturur. Evrim zinciri içinde bazı bitki ve hayvan türleri başkalaşım geçirir veya yok olur, yeni türler ortaya çıkar. Güneş de dahil tüm yıldızlar ve gezegenler doğar ve ölürler. Doğa bilimleri alanında gerçekleşen gelişmeler, doğayı diyalektik düşünce yöntemi dışında kavrayabilmenin mümkün olamayacağını kanıtlar. Bilimsel düzeyde ilerleyen deneylerle ulaşılan sonuçlar bilimsel kavramlarda ifadesini bulur. Kavramlar doğayı yaratmaz, doğanın hareketi kavramlara can verir. Bu gerçekliğin kavranabilmesi, gözlem ve deneylerden elde edilen sınırlı bilgi ve kavramlara mutlak değerler atfedilmesinin yanlışlığını da gözler önüne sermektedir. Ulaşılan bilgi ve buradan türetilen kavramlar gerçekliğe yaklaşmaya çalışan göreli sonuçlardır. Bilimsel kavrayışın göreli doğruluğunun kabulü, düşünce alanında kaydedilen önemli bir devrimdir. Bilimsel düşünce üretimini idealizmin ve metafiziğin tutsaklığından kurtaran bu devrimin yarattığı olanaklar, Marksizmin kurucuları tarafından toplumsal hareket yasalarının ve insanın kavranması sürecine de başarıyla taşınmıştır. İnsanın varlığı, düşüncesi, yaşam tarzı, bunların tümü de diyalektik bir dönüşüm sürecinin ürünüdür. Bu gerçeklik hem biyolojik hem de toplumsal bakımdan geçerlidir. İnsan tek hücreli canlılardan memelilere doğru ilerleyen organik evrim sürecinde doğanın meydana getirdiği en karmaşık organizmadır. Diğer yandan insanın gelişimi tarihsel-toplumsal bir süreçtir. Doğayla binlerce yıllık mücadele içinde insanın atası maymundan farklılaşmış, dik yürümeyi becermiş, heceli sesler çıkartarak dil oluşturmuş, beyni gelişmiş, elini önce uzmanlaşmış bir alet gibi kullanırken daha sonra elleriyle yeni aletler üretmiş ve böylece bildiğimiz insan ortaya çıkmıştır. İnsan, bitkilerin ve hayvanların yerini değiştirmekle kalmayıp, aynı zamanda oturduğu yerin görünüşünü, iklimini değiştirerek doğaya damgasını vurmayı da başarmıştır. Elin üretici faaliyetine ve dilin oluşumuna bağlı olarak gelişen insan beyni, tarihin ilerleyişi içinde buhar makinesi gibi nice önemli icatlara imzasını atmıştır. Bu gelişim süreci içinde insan, aynı zamanda doğayı ve çevresini tüm karmaşık ilişkileri içinde kavrama çabasını da ilerletmiştir. İnsan bilgisi sürekli bir değişim ve hareket halindedir. Basit gerçekleri veya gözle görülür anlık durumları bir yana bırakacak olursak, genelde bilimler alanında karmaşık gerçekliği mutlak anlamda doğru yansıtabilen bilgi yoktur. Gerçekliğe olabildiğince yaklaşmaya çalışan doğru bilgi vardır. Bilimsel bilginin üstünlüğü, somut koşullardaki değişimi kavramaya çalışmasıdır. Marksizm bize, bütün tanımların ve kavramların, tezlerin, açıklama ve değerlendirmelerin, kısacası bilginin mutlak olmadığını göreli bir değer taşıdığını öğretmiştir. Ama mutlak ile göreli arasındaki farklılık da diyalektik tarzda kavranmalıdır. Skolastik ve metafizik düşünce mutlaklığı savunmakla nasıl yanlış bir uca savruluyorsa, göreliliği mutlaklaştıran bilinemezci felsefe akımı da bir başka yanlış ucu temsil etmektedir. Bilinemezci felsefe, yüzeyde görünenler dışında öze değin hiçbir şeyi bilemeyeceğimizi iddia eder. Oysa göreli bilgimiz, bildiğimiz, bilebileceğimiz hususları içerir. Ve bu bilgi, hem bilinenleri sorgulamakta hem de bilinmeyenleri keşfetmekte bilimsel bir dayanak noktası oluşturur. Yaşamın kendisini tüm zenginliği içinde kavrayabilme çabası, diyalektik düşünmeyi ve dogmatizmden uzak durmayı gerektirmektedir. İnceleme ve düşünme sürecinde ilerlememizi sağlayan bilimsel dayanak noktaları gerçekliğin ta kendisi değil, zihindeki yaklaşık ifadeleridirler. Bunların her zaman birtakım eksiklikler ve kusurlar içerebilecekleri unutulmamalıdır. Bilimin her dalında, tıpkı doğanın diyalektik hareketinde olduğu gibi, yeni bulgular eşliğinde eskiyi yadsıyan ve bu sayede bir üst basamağa sıçrayan sarmal bir hareketlilik vardır. Doğa bilimleri, var olan bilgiyle yetinmeme, gözlem ve deneyi geliştirme ve bunu başarabilmek için gerekli araçları zenginleştirme çabası sayesinde ilerleyebilmiştir. Bilimsel kuşkuculuk, mevcut bilgiyi sorgulama ve yeni bilgilere ulaşma tutkusu toplum bilimi alanında da kesinlikle gereklidir. Üstelik organik doğada gözlemlenen süreçler nispeten benzer biçimde tekrarlanabilirken, toplum tarihinde incelenen olgular somut koşullardaki farklılıklara bağlı olarak sürekli değişen yönler içerirler. Bilim ve teknikteki her yeni keşif, ya da toplumsal yaşama dair her yeni bilgi kavrayışımızı ilerletir. Fakat diğer yandan da, üzerinde düşünülmesi ve yanıt bulunması gereken yeni soruları önümüze koyar. Marksizm dogmatizmin, yani değişen gerçeklik karşısında değişmez olduğu varsayılan açıklama ve formüllere saplanıp kalmanın düşmanıdır. Dogmatizme düşmemek için diyalektik düşünme yetisi kazanılmalıdır. İdealizm ve materyalizm Marx ve Engels, bilimin esasında doğanın ve toplumun tarihinden ibaret olduğunu vurguladılar. İnsanlar doğanın ve toplumun tarihi konusundaki bilgi yetersizlikleri nedeniyle, kendileri hakkında, ne oldukları ya da ne olmaları gerektiği hakkında her zaman yanlış fikirlere sahip oldular. Toplumsal ilişkilerini, beyinlerinde insana ve tanrıya dair oluşmuş baş aşağı duran düşüncelere bağımlı olarak düzenlediler. Kendi beyinlerinin bu ürünleri, onları yaratan beyinlerini esir aldı. Düşünceyi ve tanrı fikrini yaratanlar, kendi yarattıkları şeyler önünde secdeye vardılar. Düşünce ile varlık arasındaki ilişki ve bu ilişkide hangisinin önde geldiği çağlar boyu felsefenin temel konusu oldu. İdealist felsefe düşünceyi varlığın önüne geçirdi. Bu felsefeye ya da bu dünya görüşüne göre evren ve dış dünya, düşünce bunları beyinde yarattığı için var oldular. Ünlü felsefeci Descartes’in “düşünüyorum, o halde varım” özdeyişi bu ters kavrayışı çarpıcı biçimde dile getirir. Oysa gerçeklik böyle değildir. Var olduğumuz için düşünürüz. Materyalist felsefe, evreni, dış dünyayı ve kendi varlığımızı bu doğru yaklaşım temelinde kavrar ve açıklar. Marksizm, doğanın ve toplumun, biz düşünsek de düşünmesek de var olduğunu ve düşüncemizin zaten bu varoluştan türediğini kanıtlayan bilimsel ve materyalist dünya görüşüdür. Aslında düşünce denen şey, yaşamın insan beyninde doğru ya da yanlış yansımasıdır. Yaşam alanına gerekli bilgi donanımıyla ve geniş bir ufuktan bakan kişi, doğru düşünce yöntemi sayesinde gerçekliğin baş aşağı edilmemiş düşünsel yansımasını zihninde üretebilir. Bu sayede elde edilen bilgi gerçek yaşamdan türetilmiş sağlıklı bilgi olacaktır ve bu durum düşüncenin kaynağının gerçek yaşam süreci olduğunu ispat eder. En soyut görünen matematik alanında bile bilimsel olarak kanıtlanmış formüller, simgeler, sayısal ifadeler birtakım dâhilerin kafalarından öylesine fırlayıp çıkmış ürünler değildir. Bunlar gerçek yaşamdaki karmaşık bağıntıların matematik dilindeki karşılıklarıdır. Pek çok kişi bunun bilincinde olmasa da, sayılar ve geometrik biçimler, gerçek dünyada varolan nesnelerin, hareketin ve bunlar arasındaki çeşitli türden ilişkilerin ifadesidirler. Ne var ki idealist felsefe gerçekleri ters yüz eder. Tarihin ve toplumsal yaşamın ve düşünce üretiminin idealist açıklamasında düşünce gerçek yaşamdan önde gelir. Buna göre en basitinden en karmaşığına kadar her tür düşünce, salt düşünen beynin ürünüdür. Ve düşünce yaşamın değil, yaşam düşüncenin yansımasıdır. Yaşamdaki nesneler, mutlak akıl bunları düşündüğü için varolmuşlardır. Bu yanlış kavrayışa göre, örneğin soyut düşünce tamamen kerameti kendinden menkul biçimde sayıları ya da geometrik şekilleri icat etmiştir. Gerçekliğin bu ters yüz edilmiş felsefesine göre, yaşamsal gereksinmelerin çeşitlenmesi bizzat insanın üretici faaliyetinden kaynaklanmamış da birtakım büyük düşünürler düşündüğü için böyle olmuştur. İdealist anlayış gerçekliği böylece çarpıtıp düşünceye mutlak güç atfettiğinden, kendini doğa bilimlerinin belirleyiciliğinden de bağımsız kılmıştır. Bu nedenle, aslında kendi yaratısı olan bir düşünce dünyası içinde debelenip durmuştur. Çeşitli idealist düşünce okulları arasındaki tartışmalar dış dünyadan neredeyse tamamen kopuk bir içsel tartışma niteliği taşır. Dünyada önemli altüstlükler yaşanırken kiliselere kapanmış din bilginlerinin meleklerin cinsiyetini tartışmakta oldukları, idealist felsefenin gülünçlüğünü çarpıcı biçimde dile getiren bir örnektir. İdealizm, felsefenin ayaklarını yeryüzünden kopartarak adeta gölgelerden oluşan bir “gerçekler” âleminde saltanat sürmüştür. Oysa materyalist anlayışın kanıtladığı gibi, düşünce, türettiği ilkeleri, kategorileri ve kavramları, kendi dışında varolan evrenden, dış dünyadan alır. Örneğin sermaye ve emek gibi iktisadi kategoriler, toplumsal üretim ilişkilerinin teorik ifadeleri ve varolan gerçekliğin düşünsel soyutlamalarıdırlar. Fikirler ve kategoriler, ifade ettikleri ilişkilerden bağımsız ebedi varoluşa sahip değillerdir. Bunlar tarihsel ve geçici ürünlerdir. Sermaye ve emek karşıtlığına dayanan üretim ilişkileri ortadan kalktığında, bu kategoriler de mevcut toplumsal yaşamı ifade etmek bakımından geçerliliklerini yitireceklerdir. Materyalist düşüncenin gelişimi de başlı başına önemli bir konudur. Marx ve Engels, önemli Alman felsefecisi Feuerbach’ın da savunduğu eski materyalizmin eksikliklerini tespit etmişlerdi. Bu materyalizm kimya ve biyoloji gibi alanlarda sağlanan son gelişmeleri hesaba katmamıştı, dolayısıyla mekanik yanı ağır basıyordu. Hareketi basitçe mekanik yer değiştirme düzeyinde algılıyor ve evrendeki dönüşümü makinelerde olduğu gibi zorunlu bir nedensellik sürecine bağlıyordu. Özetle diyalektik değildi, metafizik görüşlerden kendini kurtaramamış ve tarihsel materyalizm düzeyine yükselememişti. Devrimci pratik eylemin rolünü kavrayamamıştı, dünyayı yalnızca yorumluyordu. Marx, Feurbach’ın felsefesini eleştirirken bu aksaklığı özellikle dile getirdi. Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumlamışlardı, oysa sorun onu değiştirmekti. Marx yalnızca dini düşüncelerin yansıttığı idealizmi değil, idealist felsefenin bilimsel kisvelere bürünen çeşitlemelerini de eleştirdi. Üniversite kürsülerine egemen olan ve akademik çevrelerde büyük otoriteler olarak kabul edilen kimi Avrupalı düşünürlerin savunduğu bilinemezciliği (agnostisizm) ve olguculuğu (pozitivizm) teşhir etti. Herkes için geçerli nesnel bilgi olabileceğini reddeden bilinemezcilik ve bilimciliği savunduğu halde aslında nesnel gerçekliği yadsıyan olguculuk, her zaman metafizikle uzlaşmaya, egemen düzene karşı çıkmamaya kapı açtı. Marx, bu tarz düşünce sistemlerinin idealizme verilmiş gerici ödünler olduğunu son derece parlak biçimde kanıtladı. Modern materyalizm içsel özellikleriyle tamamen diyalektiktir ve diğer bilimlerin üstüne taht kurmuş bir felsefeye hiç de ihtiyacı yoktur. Kendi ekseninde dönüp duran ve dış dünyadan kopuk bir felsefenin, modern çağda insan düşüncesini ilerletmeye hiçbir faydası dokunmamıştır ve dokunamaz da. İnsanın yaşam koşullarını bilinçli biçimde düzenlemesi için, dünyada olup bitenleri kavramayı mümkün kılacak bilgilere, deneylere, doğa bilimlerine ihtiyacı vardır. Burjuva bilimciler doğa bilimleri alanında materyalizmi ve diyalektiği benimsedikleri oranda yol alabildiler. Ne var ki sıra toplum bilimleri alanına geldiğinde, bu bilimcilerin tipik bir idealist gibi düşünüp tutum aldığını ortaya koyan sayısız örnek vardır. Fizik, kimya, astronomi ya da biyoloji alanında bilimi ilerletici büyük bilimsel buluşlara imza atıp, toplumsal yaşamda gerici fikirleri destekleyen kişileri bulup çıkarmak zor olmayacaktır. Hatta bizzat kendi bilim alanları dahilinde eklektik bir düşünsel yapıya sahip olan bilimcilerin sayısı da az değildir. Örneğin mekaniğin ve gök cisimlerinin hareket yasalarına bilimsel açıklamalar getiren büyük bilgin Isaac Newton, evrendeki hareketin tanrı tarafından verilen ilk itkiye bağlı olduğuna inanabilmişti. Geçmişte olduğu gibi günümüzde de, bir taraftan bilimsel görüşleriyle tanrıyı evrenden kovarken, diğer yandan bir yaratıcının olması gerektiği fikrine dört elle sarılan nice bilim insanı var. Böylesi örnekler kimi durumlarda kişilerin iç dünyasındaki yanılgılara bağlanıyor olsa da, genelde ve son tahlilde burjuva toplumda sınıfsal tutum alışla yakından ilintili bulunuyor. Egemen sınıflar çağlar boyu emekçi kitlelerin uyanışını engellemek için gerçekleri çarpıttılar. Bu yüzden insanlar, kendileri, çevreleri ve ilişkileri hakkında hep yanlış fikirlere sahip oldular. Yine aynı nedenle, kendi yaratıcı ve dönüştürücü güçlerinin bilincine varamadılar. İdealist felsefe ve din, yaşamın gerçek anlamda devamını sağlayan üretici-yaratıcı kitlelerin, insan düşüncesinin ürünü olan hayali şeyler önünde secdeye varmasını sağladı. İdealist felsefe günümüzde de sömürülen kitlelerin bilincini çarpıtmak amacıyla, insanı yaratanın bizzat insanın üretici faaliyeti olduğunu yadsıyor. Bilimsel ve teknolojik devrimlerle övünen kapitalizm, beri yanda tüm yaşamın bir mutlak yaratıcı tarafından yaratılmış olduğu fikrini hâlâ topluma empoze ediyor. Bilimsel düşüncenin ve bilimsel buluşların ilerlemesi sonucunda yaratıcı fikri toplumsal yaşamdan kovulduğu oranda, idealizm bu kez de çarpıtmalarını bilimsel ambalajlarla piyasaya sürüyor. Sınıflı toplumların tarihinde hep görüldüğü üzere, toplumsal yozlaşma ve çürüme koşulları, doğaüstü güçlerden medet umma ve mistik fikirlere sarılma şeklinde seyreden kör inançları beslemektedir. Bilimsel ilerleme bakımından kat edilen mesafelere rağmen kapitalist düzen de bu kuralın dışında kalamamıştır. 20. yüzyılı bir yana bıraktık, yeni milenyuma giriş diye onca reklâmı yapılan 21. yüzyıl da beraberinde kapitalizmin derinleşen çürümesini ve toplumu uyutmak için baş vurulan eski hurafeleri getirdi. Canlı türlerin kökenini ve çeşitlenmesini açıklayan evrim teorisinin yıllar içinde bilim alanında elde edilen yeni verilerle büsbütün güçlenmesi karşısında, din çevrelerinin –Hıristiyan ya da Müslüman vb. fark etmez– “akıllı tasarım” gibi zırva teorilerden medet umması bu durumun çarpıcı bir örneğini sunuyor. Diyalektik Materyalizm Üzerine /2 Elif Çağlı Metafizik ve diyalektik Metafizik kavramı eski Yunanda Aristoteles’in fizik bilimiyle ilgili kitaplarının dışında kalan felsefe incelemelerini tanımlamak üzere, “meta ta physika” (fizik ötesi) anlamında kullanılırdı. Ancak bu kavramın kapsamı zamanla genişledi ve kanıtlanmamış önsel kabullerden hareket eden düşünce tarzını anlatır hale geldi. Ortaçağın skolastik felsefecileri, algılanabilen fiziki dünyanın ötesinde tanrısal bir dünyanın var olduğunu düşünür ve metafizik sayesinde bu fizik ötesi dünyanın kavranılabileceğine inanırlardı. Uzun yıllar boyunca metafizikçiler, insani ya da tanrısal, her şeyi açıklayabilecek kesin ve değişmez tanımlamalar peşinde koştular. Marksist terminolojide metafizik, gelişimin kaynağı olan iç çelişkilerin varlığını reddeden felsefi yaklaşımı ve buradan türeyen inceleme ve düşünce yöntemini anlatır. Metafizik, doğadaki varlıkların veya toplumsal olguların hareket ve değişim içinde oluşlarını ihmal eder. Onları durağan, birbirinden bağımsız, yalıtık şeyler olarak ele alıp inceler. Buna göre, diyelim olumlu ile olumsuz birbirlerini mutlak olarak dışlarlar, neden ve sonuç kesin biçimde birbirlerine karşı gelirler. Böylece farklı kategoriler düşüncede mutlaklaştırılmakta, gerçeklik yalnızca siyah ve beyaz gibi sert karşıtlıklara indirgenmektedir. Ara renkler ve geçişsel süreçler göz ardı edilmektedir. Metafizik yöntem gerçekliği çok yönlülüğü ve zenginliği içinde kavrayabilmekten uzaktır. Oysa yaşamın kendisi, karşıtların birbirinden yalıtık olmadığı, bir arada var olduğu, iç içe geçtiği, birbiriyle çatıştığı, bir şeyin bir diğerine dönüştüğü çok renkli ve çok yönlü hareketli bir süreçtir. Çarpıcı bir örnek olması bakımından yaşam ve ölüm karşıtlığı ele alınabilir. Keskin tanımlamalarıyla metafizik yöntem, yaşayan ve ölmüş olan varlıkların birbirinden ayırt edilmesini sağlayabilir. Ama doğanın canlı akışı içinde gerçeklik hiç de bundan ibaret değildir. Yaşam ve ölüm adlı zıt kutuplar evrende her düzeyde bir arada var olur ve aralarında kıyasıya çekişirler. Yaşam ölüme meydan okuyan bir süreçken, ölüm de anlık bir olay olmayıp yaşamı yenilgiye uğratmaya çalışan bir süreçtir. Aslında her canlı, yaşam-ölüm diyalektiğini içinde taşır. İnsan dahil her organik varlık gözle görünmeyen bir yaşam-ölüm mücadelesi içinde yol alır. Somutlamak üzere belirtmek gerekirse, her an bedenimizde bazı hücreler eskir ve ölürler, fakat yanı sıra yeni hücreler doğar ve yaşarlar. Böylece yaşadığımız sürece bedenimizin maddesi yenilenir ve değişir. Yaşam ve ölüm örneğinde görüldüğü üzere, zıt kutupların varlığı ve bu zıt kutuplar arasındaki gerilim madde ve hareketin içeriğidir. Tüm evren ve toplumsal yaşam, zıt kutupların birliği ve mücadelesi temelinde biçimlenir ve dönüşüme uğrar. Her türlü hareket ve değişim, zıtların karşılıklı etkileşimi ve mücadelesinden kaynaklanır. Evrenin kendisi tam anlamıyla diyalektik bir devinim sürecidir. Kısacası, her türlü varoluşun özü diyalektiktir ve bu özün şifresini çözebilmek de ancak diyalektik düşünce sayesinde olanaklı hale gelebilmiştir. Doğa bilimlerindeki büyük buluşlar metafizikçilerin boş iddialarını yerle bir etmiş, diyalektiğin zafer çanlarını çalmıştır. Bilim, bütün organik doğanın, bitkilerin, hayvanların ve insanın milyonlarca yıl süren bir evrim sürecinin ürünü olduğunu kanıtlamıştır. Ve diyalektiğin önemi işte bu noktada belirginleşir. Zira diyalektik, doğanın, insan toplumunun ve düşüncenin genel hareket ve gelişme yasalarını inceleyen ve kavrayan bilimdir. Eskiden metafiziğe saplanmış yerbilimciler, gezegenimizin kıtasal sistemini tanrı tarafından o şekilde yaratılmış durağan bir sistem olarak kavrayıp, o şekilde kavratmaya çalışıyorlardı. Oysa modern jeoloji bilimi, kıtaların doğduklarını ve öldüklerini, kaydıklarını, yer değiştirdiklerini ispatladı. Benzer biçimde, aslında dünyanın manyetik kutupları da uzun bir süreç içinde yer değiştirmektedir. Bilimsel araştırmalar, dünyamızın manyetik kuzey kutbunun yaklaşık yedi yüz bin yıl önce şu anki coğrafi güney kutbunun civarında bir yerlerde bulunduğunu ortaya koymaktadır. Yine bu araştırmalara göre, bu tür değişimler son 65 milyon yıl içinde iki yüz kereden fazla gerçekleşmiş bulunmaktadır. Engels, doğanın diyalektiğin deneme tezgâhı olduğuna değinir. Modern doğa bilimleri doğanın deneme tezgâhına her gün artan malzeme sunmaktadır. Bilimsel buluşlar, doğada her şeyin metafizik değil ama diyalektik yasalara göre yürüdüğünü kanıtlamaktadır. Doğa kesintisiz bir var oluş ve yok oluş sarmalında, spiral basamaklarda ilerleyen sonsuz bir akış halindedir. Ve zaten diyalektik düşüncenin kendisi de, sonsuz hareketin doğru tarzda düşünen beyindeki yansımasından ibarettir. Hareketin sonsuzluk özelliğini kavramaya çalışan diyalektik açısından, o halde hiçbir şey kesin, mutlak ve değişmez değildir. Diyalektik yaklaşımın üstünlüğü, her şeydeki ve her şeyin içindeki geçici niteliği açıklayabilmesidir. Karmaşık gerçekliği kabaca basite indirgemesi nedeniyle indirgemeci düşünce diye de adlandırılan metafiziğin temel kusuru, sonsuz hareketten oluşan varlığın hareketsiz izlenimleriyle yetinmesidir. Oysa diyalektik düşünce, Troçki’nin ifadesiyle, daha derin yaklaşımlar, düzeltmeler, somutlamalar aracılığıyla kavramlara bir içerik zenginliği ve esneklik kazandırır. Onları, yaşayan olgulara bir ölçüde daha yakın kılan bir lezzete kavuşturur. Diyalektik düşüncenin indirgemeci düşünceyle ilişkisi, hareketi canlandıran bir filmin hareketsiz bir fotoğrafla ilişkisine benzemektedir. Metafizik ve diyalektik düşünce biçimi arasındaki ayrımın önemi, doğanın ve toplumsal yaşamın canlı akış içinde kavranmaya çalışılması noktasında belirgin hale gelir. Zira nesneleri durağan halde, cansız ve diğerlerinden yalıtık biçimde düşündüğümüzde, mevcut çelişkilerin ve hareketliliğin farkına varamayız. Örneğin bir toplu iğne ile bir mıknatısı kabaca dıştan incelediğimizde birbirine benzer ya da benzemez pek çok özellik keşfedebiliriz. Ama bu düşünce basamağında nihayetinde bir mıknatıs şu ya da bu özelliklere sahip bir mıknatıstır, toplu iğne alt tarafı bir toplu iğneden ibarettir. Bilim alanı dışında, insanların gündelik yaşamında söz konusu iki nesneyi bu şekilde kabaca algılamak ve bunların belirli işlere yarayan iki ayrı nesne olduğunu bilmek yeterli görünür. Bu açıdan bu kadarı da gerekli ve yararlı bir bilgidir. Ama bu gözlem sınırları içinde henüz olayların derinine inmiş değilizdir, incelememizi alışıldık metafizik düşünce biçimi ile yürütmekteyizdir. Fakat mıknatıs ve toplu iğneyi karşılıklı hareketleri (örneğin mıknatıs toplu iğneyi kendine çeker) , ilişkinin neden olduğu içsel değişim (toplu iğnenin mıknatısın etki alanına girmesiyle atomlarının dizilişinde değişim olur) vb. noktasına kadar ilerleterek düşündüğümüzde diyalektiğin alanı içine gireriz. Bu alanda çelişkilerle yüz yüze gelmek ve “çelişkiye düşmek” kaçınılmazdır. Örneğin mıknatıs tarafından çekilen toplu iğnelerin, ona dokundukları anda birbirlerini itmeye başladıklarına tanık oluruz. Çünkü mıknatısa dokunan toplu iğnelerin her biri artık sıradan bir iğne değil, birer mıknatıstırlar! Daha önce her biri mıknatıs tarafından çekilen toplu iğneler, bu değişim nedeniyle artık birbirlerini itmeye başlamışlardır. Diyalektik düşünce hareketin esasında bir çelişki olduğunu, fakat aynı zamanda da çelişkinin çözümünü kendinde içerdiğini kanıtlar. En basitinden mekanik yer değiştirme hareketinde bile, hareketin başlangıcı ile sonuçlanması arasındaki süreç bir çelişkinin ortaya çıkışını ve çözümünü içerir. Örneğin bir masayı odanın bir köşesinden diğer köşesine taşıdığımızda sürecin bütününü ifade etmek istersek, aynı cisim bir uzay ve zaman içinde belirli bir noktada hem var olmuş hem de olmamıştır. Ama mekanik hareketin kendisi çelişkiyi “şimdilik” çözmüş ve masaya odanın diğer köşesinde yeni bir konum kazandırmıştır. Basit bir mekanik yer değiştirme hareketi bile özünde bir çelişki içeriyorsa, maddenin daha yüksek hareket biçimleri, organik yaşam ve gelişim haydi haydi ve daha üst düzeyde çelişkiler içerecektir. Yaşam ve ölüm karşıtlığı hatırlanacak olursa, organik yaşam zaten her an bazı hücrelerin ölmesi ve yenilerinin doğması (yani canlının her an hem kendisi olması hem de olmaması) şeklinde ilerleyen bir süreçtir. Bu nedenle canlılığın kendisi sürekli ortaya çıkan ve ancak çatışmalarla çözülen bir çelişkidir. Zaten herhangi bir canlı varlık açısından bu çelişkinin bitmesi, canlılığı var eden yaşam-ölüm çatışmasının ölüm lehine sonuçlanması anlamına gelmektedir. Ancak unutmamalı ki, bu ölüm başka canlılar açısından yaşamın başlangıcı ya da devamı olacak, yani çelişki ve hareket mutlak anlamda asla sona ermeyecektir. Diyalektik çelişkinin bilimsel ifadelerini içeren alanlardan biri de matematiktir ve bu alandan da bir örnek verilebilir. Matematikle haşır neşir olmaya başladığımızda, doğal sayılar alanında işler nispeten kolay görünür. En temel aritmetik işlemlerinden toplama işlemini düşünelim. 1+1 “2” eder ve düz mantıkla bu sayı dizisini gücümüz yettiğince uzatmak mümkündür. Ne var ki, bir başka temel işleme, çıkarma işlemine başvurduğumuzda durum değişir. İlkokul çağındaki çocuklara “akılları karışmasın” diye küçük sayıdan büyük sayı çıkmaz denir. Ama aynı çocuklar birkaç yıl sonra, küçük sayıdan büyük sayının da çıkartılabileceği gerçeğini hazmetmek zorunda kalırlar. Bu çelişki, onlara yeni bir sayılar kümesi (negatif sayılar) tanıtılarak aşılır. Negatif sayıların varlığı bu tür bir çelişkiyi algılamamızı sağlar ama yepyeni çelişkilere de yol açar. Negatiflik kavramı şaşkın çocukların son şaşkınlığı olmayacaktır! Neticede evren tüm parça ve parçacıklarıyla birlikte bir bütün olarak kendini sonsuz bir çelişkiler süreci halinde yeniden ve yeniden yaratır. O halde idealist felsefenin ve metafiziğin konusunu oluşturan şu meşhur “yaşamı başlatan ilâhi dış kuvvet” ya da hareketi oluşturan “ilk itiş” gibi kavrayışlar tamamen dayanaksızdır. Maddenin (veya enerjinin) kendi iç çelişkilerinden kaynaklanan hareket ve bu hareketin sürekliliği ve dönüşümü dışında bir başlangıç ya da son yoktur. Formel (biçimsel) mantık Düşüncenin gelişim süreci içinde biçimsel mantık insanların gündelik yaşamlarını sürdürebilmeleri için gereken kimi bilgileri ve kıyaslama olanaklarını sağlamıştır. Biçimsel mantığın zaman içinde geliştirilmiş bazı yasaları vardır. Bu mantık yasalarının geliştirilmesinde Aristoteles’in rolü büyüktür. Fakat bu büyük bilgin yalnızca formel mantığın yasalarını ileri sürmemiş, aynı zamanda diyalektik konusuyla da ilgilenmiştir. Kıyas (mukayese) yöntemi, Aristoteles tarafından yasaları belirlenmiş olan ilk mantıksal tümdengelim sistemidir ve bir sonuç çıkarma yöntemidir. Bu mantık sistemine göre her kıyas iki öncül önerme ve bir sonuç önermesi olmak üzere üç önermeden oluşur. Bilinen bir örneği hatırlatalım. Diyelim iki öncül önerme sırasıyla şöyle olsun: 1) Bütün insanlar ölümlüdür. 2) Ali bir insandır. 3) Sonuç önermesi: “O halde Ali de ölümlüdür” şeklinde olacaktır. Biçimsel mantığın en önemli yasası olan özdeşlik yasasına göre bir şey kendisine eşittir ve başka bir şey olamaz. İşte bu yaklaşım, biçimsel mantıkla diyalektik mantık arasındaki büyük farkın kavranabileceği hassas noktayı oluşturur. Biçimsel mantık açısından “A” “A”ya eşitken, diyalektik mantık eşit olduğu varsayılan bu iki “A”nın farklı olabileceği üzerinde odaklaşır. Örneğin aynı ağırlıkta olduğunu sandığımız bir kilo pirinç, kuru bir ortamda tarttığımızda başka, rutubetli ortamda tarttığımızda başka bir ağırlığı ifade edecektir. Yaşam, biçimsel mantığın durağan kategorilerini ezip geçen karmaşık bir etkileşimler sistemidir. Bir bütünü oluşturan parçalar olarak, diyelim “A” ve “B”yi ayrı ayrı tanıma ihtiyacımız ne kadar gerçekse, bu parçaların aslında birbirleriyle sürekli ve karşılıklı ilişki içinde oldukları da o kadar gerçektir. Örneğin tıp bilimi vücudumuzdaki tüm organların tek tek yapısını, işlevini ve önemini bilmekle yetinemez. Zira bu organlar birbirleriyle etkileşim halindedirler. Hastalıkları teşhis edebilmek ve tedavi çaresi bulabilmek için bunların bütünsel bir sistem olarak nasıl çalıştıklarını, birinin bozukluğunun diğeri üzerinde nasıl bir etkide bulunduğunu bilmek gerekir. İnsan vücudu böylece parça ve bütün ilişkisinin önemini gözler önüne serer. Vücudumuzun işleyişi birbirinden yalıtık tek tek fonksiyonların basit bir toplamı değildir, diyalektik bir bütündür. Örneğin sinir sistemimizin işleyişi en gelişkin bir bilgisayarın işleyişinden çok daha karmaşıktır. Biçimsel mantık kurallarının yetersizliğini vurguluyorsak da bunları tamamen bir kenara fırlatıp atamayız. Marksizm biçimsel mantığın yetersizliğini gözler önüne serer, ancak onu toptan reddetmez. Çünkü somut yaşamda bu kurallara da belirli bir düzeyde ihtiyaç duyarız. Matematik biçimsel mantık kurallarına dayanır. Toplama, çıkarma, çarpma, bölme gibi temel işlemleri öğrenebilmek bu sayede mümkün olur. Ayrıca biçimsel mantık, kimya, biyoloji, mekanik bilgisinin gelişimine de temel oluşturmuş, ama bilim bu noktada durmamış ve diyalektik düşünce sayesinde inanılmaz mesafeler kat etmiştir. Bilimsel ilerlemenin hem biçimsel mantığın hem de diyalektiğin yasalarından yararlandığı açıktır. Biçimsel mantık, farklı kategorileri kaydetmesi ve çeşitli düzeyde sınıflandırmalar yapması bakımından yarar sağlamıştır. 18. yüzyılda biyoloji alanında bitki ve hayvan türleri için gerçekleştirilen sınıflandırma, bitki ve hayvanların sistematik incelemesini ve farklı türlerin birbirleriyle karşılaştırılmasını mümkün kılmıştır. Fakat biçimsel mantık aynı zamanda da durağan ve değişmez biçimde algılanan bir sistem yaratmıştır. Buna göre bir kuş bir kuştur, bir memeli bir memelidir. Oysa doğada bu türler arasında nice geçiş halkaları bulunur. Varlıkları ve olguları dinamik biçimde, yüzeysel değil de derinlemesine kavramaya çalıştığımızda biçimsel mantık kurallarının yetersizliği ortaya çıkacaktır. Ve bu noktada imdada yetişecek olan diyalektik mantıktan başkası olamaz. Biçimsel mantık çelişkinin varlığından rahatsız olur ve dışlamaya çalışırken, diyalektik düşünce çelişkinin tüm varlığın özünü oluşturduğu gerçeğinin bilincindedir. Hareket ve değişim, yaşam ve gelişme kaynağını çelişkide bulur. Düşünce üretiminde kullanılacak yöntem sorunu her zaman felsefenin önemli konusu olmuştur. Biçimsel mantık soyut düşünceyi hareket noktası olarak almış ve genelde tümdengelim yöntemine dayanmıştır. Biçimsel mantıkta soyuttan türetilen düşünce somutu açıklamak için kullanılır. Bu da bir şeyin ya da olgunun bilimsel deney ve gözlemin zenginliği içinde değil de, yalnızca soyut genellemelerden (öncüllerden) hareket ederek açıklanması demektir. Doğru bir sonuca varabilmek için öncüllerin doğru olması gerektiğini, kuşkusuz biçimsel mantık da genelde kabul eder. Ama adından da anlaşılacağı gibi, bu mantık sisteminde biçim yani düşünce sürecine dayatılan kurallar önemlidir. Böylece katı biçim, zengin özü ezer. Biçimsel mantığın kategorileri, gerçekliğin durağan fotoğrafından türetilen soyutlamalarla, aslında son derece zengin ve hareketli bir niteliğe sahip somut gerçekliği açıklamaya çalışmaktadır. Bu çabanın bu içeriği nedeniyle, belli bir düzeyden sonra ne denli yetersiz kalacağı aşikârdır. Doğru görünen öncüllerden hareket edilmesi ve katı kurallara uyulması sayesinde ortaya çıkacak sonuç, biçimsel mantık açısından kesinlikle geçerli görünebilir. Ancak gerçekliğin değişken yönlerini hesaba katmayan genellemelere dayanılması halinde yanlış sonuçlara çıkmak işten bile değildir. Gündelik yaşam içinde insanların çoğu yanlış genellemelerle birtakım doğru sonuçlara vardıklarını sanırlar. Örneğin işçi sınıfının örgütsüz kesiminin sürüklendiği içler acısı duruma bakıp, “bu işçilerle hiçbir şey olmaz” genellemesiyle sınıftan tamamen umut kesilmesi sıkça karşılaşılan bir durumdur. Kıyasçı muhakeme tarzı Ortaçağ Avrupa’sında egemen olduğu gibi, 17. yüzyıl Fransız felsefe geleneğinde de (örneğin Descartes) yaygın kabul görmüştür. Fakat biçimsel mantığın kurallarına dayanan bu tümdengelimci düşünce ekolünün yetersizlikleri, İngiltere’deki hummalı kapitalist gelişmenin gereklerine yanıt veremez hale gelmiştir. Böylece Anglo-Sakson dünyasında ampirizme (deneycilik) ve tümevarımcı muhakemeye önem verilmeye başlanmıştır. Ampirizm dine ve ortaçağ dogmatizmine karşı mücadelede olumlu bir rol oynamış, ama zamanla onun da tek yanlılığı ortaya çıkmıştır. Ampirizm, geniş kapsamlı teorik bütünlemeleri dışlayan aşırı parçacı yapısıyla materyalizmi yoksullaştıran bir özelliğe sahiptir. Materyalizm, ancak Marksizmin diyalektik yöntemiyle zenginleşmiş ve bilimsel derinliğe ulaşabilmiştir. Diyalektik mantık Evrendeki ve insanlığın evrimindeki hareket yasalarının gerçekliğe olabildiğince yaklaşan tarzda kavranabilmesi için, dinamik biçimde düşünmeye ihtiyaç olduğu son derece açıktır. Bu da ancak diyalektik mantık sayesinde mümkün olabilmektedir. Diyalektik mantık biçimsel mantığın kıyas gibi geçerli bazı kurallarını toptan yadsımasa bile, ondaki yetersiz yönleri eleştirmekte ve tamamen aşmaktadır. Böylece diyalektik, muhakeme ve inceleme sürecine arzulanan dinamizmi kazandıran etkin yöntem olarak yükseklere tırmanmaktadır. İnsan zihni, sonsuzluk, enerji ve maddenin dönüşümü gibi soyut kavramları kolay hazmetmez ve gündelik yaşamın yansımaları olan somut ifadelerle düşünmenin rahatlığını arar. Ne var ki, soyut görünen karmaşık formüller ve kavramlar vasıtasıyla bilinmeyene ulaşmaya çalışmak, bilimin vazgeçilmez özelliğidir. Matematik, yaşamdaki ilişkilerin düşünce dünyasında kompleks ifade ve bağıntılarını üretmek bakımından soyutlamanın en çarpıcı biçimde uygulandığı bilim dalıdır. Burada soyutlama kavramı, metafiziğin yetersizliğini sergilerken değindiğimiz anlamda somut yaşamdan kopuk “soyut” kurallar türetmeyi değil, somutun zenginliğini kavramaya çalışan bilimsel yöntemin bir unsurunu ifade eder. Latince kökeni itibarıyla soyutlama sözcüğü, bir şey-“den almak” anlamına gelir. Geometrik biçimlerle ilgili kavramların ya da sayısal ifade ve formüllerin türetimi için, somutun çeşitliliği içinden soyutlanan (çıkartılıp alınan) bir özelliğin belirtilmesi, diğer yönlerin ise ihmal edilmesi gerekir. Örneğin “2” sayısı iki ekmeğin sayısal ifadesi olabileceği gibi, pekâlâ iki işçiden ibaret bir çokluğa da denk düşebilir. Sayısal olarak “2” kavramı ile izah edilen niceliğin, iki ekmek mi ya da iki işçi mi olduğunun hiçbir önemi yoktur. Keza diyelim “silindir” diye adlandırılan bir geometrik biçimin bir ilaç tüpü mü yoksa bir su tankı mı olduğu da, silindir soyutlamasını yapmak ve bu şekle dair formülleri türetmek bakımından bir önem arz etmez. İşte bu örnekler birer düşünsel soyutlamadır. Ve yaşamdaki somut olgulardan elde edilen bu soyutlamalar, daha sonra yaşamın somutuna geri dönecek ve orada çok iş göreceklerdir. Nitekim toplumsal yaşamın ilerleyişi içinde insanın doğayla savaşımını ve yaşamını kolaylaştıran pek çok buluş ve icat bu sayede mümkün olabilmiş ve üretilebilmiştir. Çeşitli düzeylerde soyutlamalar yapmak bilimsel araştırma yönteminin zorunlu bir unsurudur. Bilim, varlıkları ve olguları karmaşık hareket ve ilişkileri içinde kavrayabilmek için onlardan parçalar almaya, onları kesitlere bölerek incelemeye, kısacası soyutlama yapmaya ihtiyaç duyar. Örneğin bir kurbağanın bütünsel anatomisi hakkında fikir sahibi olabilmek için, önce kurbağanın çeşitli parçalarını incelemeye tâbi tutmak (bu parçaları tek tek bütünden çekip çıkartarak, yani soyutlayarak mikroskop altına yatırmak gibi) gereklidir. İlk bakışta belki bir çelişki gibi görünebilir, ama bu soyutlamalar olmaksızın somutu zenginliği içinde kavramak olanaksızdır. Öte yandan, bütünden soyutlanmış bilgi kuşkusuz bütünün yalnızca belirli yönleri üzerinde odaklaşmış bilgidir, tek yanlıdır ve sınırlıdır. Somutun bütünlüğünün parçalanmasıyla elde edilen bu soyutlamalar sayesinde geliştirilen bilginin, daha sonra yine somuta ulaşarak bütünleştirilmesi gerekir. İşte ancak bu sayede, varlık ve olguların karmaşık iç bağıntılarıyla yaşamın ve hareketin zengin somut kavranışını elde edebiliriz. Ayrıca unutmamak gerekir ki, hakikat her zaman somuttur. Zengin, bütünsel, karmaşık olan ve daha yüksek basamaklarda yer alan soyut genellemeler değil, somut gerçekliktir. Diyalektik yöntem, tümdengelim (bütünden parçaya, genelden özele, somuttan soyuta) ve tümevarım (parçadan bütüne, özelden genele, soyuttan somuta) süreçlerini bütünsel bir inceleme, muhakeme ve sonuçlandırma sürecinin bileşenleri olarak kullanır. Tümdengelim sürecinde bütünden parçalar ayrıştırılır, bir başka deyişle somutun genelinden bazı özel yönler çekilip çıkartılır. Böylece incelenen varlık ya da olgu analiz edilir, parçalar hakkında ayrıntılı bilgi toplanır. Bu sayede bütünün parçaları hakkında, önceki evreye oranla çok daha fazla bilgi elde edilir. Fakat şimdi de parçalara ilişkin bu bilgileri bir araya getirmemiz, yani bütünleştirmemiz gerekir. Bu tümevarım sürecidir ve düşüncemiz bu kez soyuttan somuta ilerler. Bilimsel inceleme ve bilimsel sonuçlara varma sürecindeki bütün bu faaliyetlerin anlamı, analizin sentezle, tümdengelim yönteminin tümevarım yöntemiyle birleştirilmesidir ve zaten diyalektik yöntemin özü de budur. Lenin’in sözleriyle, canlı algıdan soyut düşünceye ve buradan pratiğe: hakikati bilmeye, nesnel gerçekliği bilmeye giden diyalektik yol işte budur. Marx kendi inceleme ve sunuş yöntemini açıklarken bu önemli husus üzerinde durmuştur. Devranın salt rastlantılarla mı, yoksa birtakım iç yasalarla mı dönüp durduğu hususu da felsefenin önemli bir tartışma konusu olmuştur. Aslında rastlantı ve yasa arasında da diyalektik bir ilişki vardır. Doğada ve tarihte rastlantılar kuşkusuz belirli bir rol oynarlar. Bilinen bir örnektir ama önemlidir. Ekim Devriminin başında Lenin gibi bir önder olmasaydı devrimci hareketin akışı değişebilirdi. Tarih, mutlaka Lenin gibi bir önderi çıkarmak üzere önceden kurgulanmış değildir. Gelişim süreçlerini, her şeyin dış etkenlere kapalı ve değişmez bir iç yasa tarafından belirlendiği kısır bir döngü şeklinde algılamak, aslında tüm sonuçların önceden kesin biçimde kurgulanmış olduğunu iddia etmek anlamına gelir. Bu, doğanın ve tarihin kaderci bir açıklama tarzı olurdu ve çeşitli faktörlerin etkisiyle değişikliğe uğrayan gerçek hareketin niteliği ile bağdaşmazdı. Diyalektik kavrayış, rastlantının rolünü yadsımaz. Onun hareketi yolundan saptırabileceğini, yani yasayı belirli derece ve düzeyde değişikliğe uğratabileceğini kabul eder. Ama diğer yandan, ilk bakışta rastlantı gibi görünen olaylar zaman içinde tekrarlayan bir nitelik kazanabilirler. Bu gibi durumlarda, hareketin daha önceki yörüngesinden saptığı ve şimdi de kendini bu şekilde ortaya koymaya başladığı anlaşılır. Böylece tekrarlayan “rastlantılar” yeni yasaları geçerli kılarlar, ama yeni rastlantılar da tekrar bu yasaların işleyişini değişikliğe uğratabilirler. Diyalektik gelişme, alt basamaklardan yukarı basamaklara doğru kıvrılarak ilerleyen sarmal bir nitelik taşır. Ancak hareketin biteviye aynı tempoda ve kesintisiz yukarı çıkan biçimde algılanması tamamen yanlış olacaktır. Zira diyalektik süreç, niceliğin niteliğe dönüştüğü sıçramalarla, süreklilik içinde kopuşlarla, çeşitli altüst oluşlarla, devrimlerle ilerler. Doğada ya da toplumda çeşitli eğilim ve kuvvetler çelişki ve çatışma içindedirler. Karşıt kutuplar mücadele içinde birlikte var olurlar. Diyalektik gelişme, geçmiş evreleri yadsıyarak farklı niteliğe ulaşan bir özelliğe sahiptir. Bu değindiğimiz hususlar, yani niceliğin niteliğe (ya da tersi) dönüşümü, karşıtların birliği ve mücadelesi ve yadsımanın yadsınması diyalektiğin üç temel yasasıdır. Diyalektik düşüncenin bu temel yasaları, ayrıca parça ve bütün, biçim ve içerik, sonlu ve sonsuz, çekme ve itme gibi önemli karşıtlıklar konusunu da aydınlatmakta ve bu zıt çiftlerin aralarındaki ilişkileri kavramayı mümkün kılmaktadır. Şurasını da belirtmek gerekir ki, diyalektiğin bu yasaları icat edilmemiş, doğanın ve insan toplumunun tarihinden çıkartılmışlardır. Niceliğin niteliğe dönüşümü yasası Diyalektik konusunda üzerinde durulması gereken birinci husus, hareketin ya da enerjinin dönüşümündeki yasaya ilişkindir. Enerjinin veya maddenin varoluş süreci, maddenin bir halden diğer bir hale dönüşümünü (örneğin katı halden sıvı hale veya sıvı halden gaz haline ya da bunların tersi) , yahut kimyasal enerjiden elektrik enerjisine, mekanik hareketten ısıya geçişi vb. içerir. Geçişsel süreçler nicel birikimlerin ürünü olan nitel sıçrama anlarına sahiptirler. Bir başka deyişle, evrendeki hareket her zaman tedrici (derece derece, yavaş yavaş) ve düzenli bir karakter arz etmez. Diyalektik açıdan evrim süreci, yalnızca tedrici bir gelişim ve barışçıl bir ilerleme süreci anlamına gelmemektedir. Doğada ve tarihte uzun süren tedrici değişim süreçleri, ani patlamalarla ve beklenmeyen olaylarla (doğadaki depremler veya toplumdaki devrimler gibi) kesintiye uğrarlar. Nicelik birikimi bir noktadan sonra niteliksel dönüşümü tetikler. Değişen nitelik ise zamanla kendi niceliğini biriktirmeye koyulur. Diyalektikte bu durum niceliğin niteliğe (ya da tersi) dönüşümü yasası olarak adlandırılır. Böylece şu ya da bu gelişim süreci, nicel olarak değerlendirilebilen tedrici değişimlerin yanı sıra nitel olarak ayırt edilebilen sıçrama anlarını da kapsamaktadır. Doğa bilimlerinden bir örnek vermek gerekirse, çok bilinen bir örneği hatırlayabiliriz. Suya ısı vermeye başladığımızda sıcaklığı artmaya ve buhara dönüşmekte olan miktar da artmaya başlar. Ancak bu buharlaşma henüz suya su demekten vazgeçmemizi gerektirecek bir düzeyde değildir. Kaptaki su hâlâ su olarak durmaktadır, onda belirgin bir değişiklik göremeyiz. Ancak suyun sıcaklığı 100 dereceye yaklaşmaya başladığında sudaki içsel hareket gözle görülür hale gelir, buharlaşmanın artık fark edilmemesi mümkün değildir. Ama 99 derecede henüz görmediğimiz bir şeyi 100 derecede görmeye başlarız. Su kaynamaya başlamıştır. Sıcaklıktaki bu niceliksel artış suyun niteliğinde de çok hızlı ve sıçramalı bir dönüşüme yol açmıştır. Su büyük bir hızla ve kütlesel biçimde buharlaşır. Nicel birikim sıçramalı bir şekilde niteliksel bir dönüşüme yol açmıştır, artık sıvı sudan değil gaz halindeki sudan yani buhardan bahsetmemiz gerekmektedir. Doğada niceliğin niteliğe dönüşümü yasasını türlerin gelişimi bağlamında da izlemek mümkündür. İnsan ile maymunların ortak bir atadan evrilerek geldiği biliniyor. Maymunlar içerisinde insana en yakın tür olarak bilimciler şempanzeleri gösteriyorlar. Canlıların içerisinde insanın evrimi hiç kuşku yok ki muazzam bir sıçramayı ve köklü bir kopuşu temsil etmektedir. Ancak en yakın akrabası olan şempanze ile arasındaki niteliksel uçuruma rağmen, genetik yapılarının yüzde 96’sı aynıdır. Bir başka deyişle, bu denli büyük bir niteliksel farklılık, yüzde 4 gibi son derece küçük bir niceliksel farklılıktan kaynaklanmaktadır. Benzer bir durumu esasında tüm canlı türleri arasında da görmekteyiz. Demek ki, son derece küçük niceliksel farklar ya da niceliksel dönüşümler, büyük niteliksel farklılıklara yol açabilmektedir. Doğadaki gelişim süreçlerinde niceliksel birikimler nihayetinde niteliksel değişiklikler yaratırlar. Marksizm insan toplumunun yaşamında da diyalektik sürecin yasalarının işlemekte olduğunu açıklamıştır. İnsanların yaşam koşullarını üretme tarzı da, tedrici değişim süreçlerinin yanı sıra kopuşları ve ani sıçrama dönemeçlerini içermektedir. Örneğin feodal toplumun içinde önce tedrici gelişimlerle ilerleyen burjuva üretim ilişkileri, neticede eski feodal kabukla bağdaşmamış ve köklü niteliksel değişimler burjuva devrimlerle gelmiştir. Toplumsal alandan diğer bir örnek Marx’ın Kapital’de değindiği elbirliği olgusunun öneminden hareketle verilebilir. Marx kapitalist üretim sürecinin özelliğini pek çok açıdan analiz ettiği gibi, söz konusu olgunun anlamını da açıklığa kavuşturmuştur. Birçok bireyin elbirliği, yani birçok gücün birleşmiş bir güç durumunda kaynaşması, kendini oluşturan güçler toplamından niteliksel olarak farklı ve üstün yeni bir güç demektir. Aslında insan toplumunun binlerce yıllık yaşam deneyinden süzülmüş kimi atasözleri, insanlar bunun bilincinde olmasalar bile diyalektiğin bazı yasalarını ifşa etmektedir. Hepimiz şu atasözünü biliriz: Bir elin nesi var, iki elin sesi var! İşçi sınıfı örgütlenmeye koyulduğunda, güçlerini birleştiren iki işçinin artık o tek tek işçilerden niteliksel olarak farklı yeni bir güç oluşturacağı açıktır. İşin gerçeğinde diyalektik hayatın o denli içindedir ki, ufak ufak birikimlerin büyük değişimleri doğuracağı hemen herkes tarafından doğal şekilde bilinir. Örneğin, “damlaya damlaya göl olur” atasözünün (kapitalistler bu gibi atasözlerini her zaman yalnızca paraya tahvil etmeye meraklı olsalar da) illâ geçmiş zamanların küçük kumbaralarını hatırlatması gerekmez. Doğada o su damlaları nice gölleri oluşturabileceği gibi devasa kayaların altını oymakta, yeryüzü şekillerini değiştirmektedir. Toplumsal yaşamın diyalektik materyalist analizi yalnızca geçmiş tarihi anlamamızı değil, gelecekte olabilecekler konusunda da bilinçli kestirimlerde bulunabilmemizi olanaklı kılmaktadır. Bilindiği üzere, işçi hareketinde duraklama ve gerileme dönemlerinin yaşanması doğaldır. Böylesi dönemlerde işçi kitleleri, bozuk düzenin aynen akıp gideceği ve hiçbir şeyin değişmeyeceği düşüncesiyle umutsuzluğa kapılırlar. Devrim fikrine pek itibar edilmez, örgütlü devrimci mücadeleden kaçış eğilimi ağır basar. Oysa yüzeydeki durgun görünümün altında bu döneme son verecek bir birikim ve mayalanma içten içe oluşur. Kapitalist düzenin yarattığı ağır sömürü, baskı, yoksulluk ve işsizlik koşulları kitleleri bir anda devrimci kılmasa da, işçilerin bilincinde izler bırakır. Başlangıçta küçük görünen izler büyür ve derinleşir. Zamanla devrimci propaganda ve örgütlenme çağrılarına kulak kabartan işçilerin sayısı artar. Bu adeta kimyasal bir yapı içinde enerjinin birikimi süreci gibidir ve Troçki tarafından da “devrimin moleküler süreci” olarak adlandırılmıştır. Süreç içinde oluşan birikimler kendilerini ani sıçrama ve patlamalarla ortaya koyarlar. Her şey eninde sonunda karşıtına dönüşür. Aynı şekilde, uzun bir süre boyunca kendilerinden umut kesilen işçi-emekçi kitleler de devrimci sıçramalarla durgunluk dönemlerine son verirler. Değindiğimiz süreçler kuşkusuz yalnızca nesnel faktörlerin etkisi altında biçimlenmemektedir. Her alanda nesnel ve öznel faktörler arasında karşılıklı etkileşim olması da diyalektiğin yasasıdır. Öznel faktör yani işçi sınıfının devrimci bilinç ve örgütlülük düzeyi, sürecin nesnelliğini etkileyen ve süreci hızlandıran ya da yavaşlatan bir etkendir. Karşıtların birliği ve mücadelesi Doğadaki varlıkların ya da toplumsal olguların dış görünüşlerindeki durağanlıkla yetinmeyip, onları dikkatli bir incelemeden geçirdiğimizde ve içsel hareket yasalarını kavramaya çalıştığımızda, hareketi var edenin karşıtlıklar olduğunu görürüz. Bir bütünün çelişkili parçalarının kavranması diyalektiğin özünü oluşturur. Yaşamı ve hareketi yaratan, karşıtlar arasındaki gerilimdir. Doğada olduğu kadar insan yaşamını ilgilendiren hemen her alanda da her şey karşıt çiftler halinde bulunur. Yoksul olmazsa zengin olmaz. Güzel, çirkin kavramıyla ifade edilene göre bir anlam taşır, iyi varsa kötü de vardır. İnsanın iç dünyası da diyalektiğin yasalarına göre biçimlenir. Benimsenen toplumsal değer yargılarına göre iyi kabul edilen yönlerle, kötü kabul edilen yönler birlikte ve mücadele halindedirler. Hareketin sürekliliği içinde doğada zıt kutuplar yer değiştirebilirler. Örneğin yumurtanın tavuktan ve tavuğun yumurtadan çıkması misali, neden sonuç ve sonuç neden olabilir. Doğanın diyalektik sonsuzluğu içinde, mutlak bir başlangıç ve son aramak beyhudedir. Zira aslolan, neden ve sonuçların sürekli yer değiştirmesidir; başlangıç addedilen şeylerin bir başka açıdan son, son zannedilen şeylerin ise diğer bir bakımdan başlangıç olmasıdır. Yumurta açısından tavuk başlangıçtır, tavuk olmadan yumurta olmaz. Oysa tavuk açısından yumurta başlangıçtır ve bu böyle akar gider. Bir molekülü oluşturan atomların yapısı da maddenin özünde çelişkinin yattığını gözler önüne serer. Atomlar kendi içlerinde artı ve eksi elektrikle yüklü parçacıkları içermekte ve bu çelişkili birliktelik gözle görülmeyen sürekli bir hareketin kaynağı olmaktadır. Doğa, karşıt eğilimlerin bir arada varolma dinamiğini sergiler. Pozitif negatifle, kuzey kutbu güney kutbuyla, itme kuvveti çekme kuvvetiyle, dişi erkekle birlikte vardır. Zaten atomun varlığı da karşıt özelliklere ve elektrik yüklerine sahip parçacıkların birliği demektir. Hatta insan bile, birbirleriyle muazzam derecede etkileşen ve böylece bütünsel bir sistem oluşturan küçük tanecikli artı ve eksi parçaların birliğidir. Manyetik güç ancak kuzey ve güney kutbu gibi zıt kuvvetlerin aynı sistem içinde bütünleşmesi sayesinde oluşur. Gündelik yaşamda hepimizin kullandığı basit bir pil ancak artı ve eksi kutupların varlığı ve bu karşıtlığın yarattığı gerilim sayesinde işlev görür. O halde bir çelişkinin olumlu ve olumsuz iki kutbu birbirlerine karşıt oldukları kadar ayrılmazdırlar. Toplumsal yaşamdan örnek vermek gerekirse, kapitalizmde proletaryasız burjuvazi ve burjuvazisiz proletarya olamaz. Doğadaki ve toplumsal yaşamdaki gelişme, temelde karşıtların mücadelesine dayanır. Nasıl ki vaktiyle Avrupa’da ekonomik yaşamı ilerleten temel faktör burjuvazinin feodaliteye karşı mücadelesi olmuşsa, kapitalizme karşı işçi sınıfının yürüttüğü devrimci mücadele de günümüzde toplumsal gelişmenin ilerletici gücüdür. Kapitalist toplum işçi sınıfı ve burjuvazi arasındaki karşıtlığa dayanmakta ve bu temelde yol almaktadır. Kapitalist üretim tarzı bu iki karşıt sınıfın birlikte varoluşuna dayanmaktadır. Ama bu birlikte varoluş, aslında mücadele içindeki bir birlikteliktir. Açıktır ki, kapitalist üretim tarzının yarattığı toplumsal sorunlar işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki sınıf mücadelesini kaçınılmaz kılmaktadır. Sermaye birikimi ve ücretli emeğin sömürüsü arasındaki ilişki nedeniyle, işçi sınıfı ve burjuvazi arasındaki çelişki kesinlikle uzlaşmaz (antagonistik) bir çelişkidir. Çünkü sermaye birikimi, ancak işçi sınıfının ürettiğinden çalınan artı-değer sayesinde gerçekleşmektedir. Kapitalistin daha fazla refaha ermesi, işçinin daha fazla sömürülmesi ve yoksullaşması anlamına gelmektedir. İşçi sınıfı kapitalizm altında hem maddi yaşam koşulları bakımından ve hem de kendi emeğine yabancılaşarak manen yoksullaşmaktadır. Marx bir başka yabancılaşma konusundan, dinden örnek vererek bu konuya değinmiştir. İnsan Tanrı’ya kendisinden ne kadar çok şey hasrederse, kendisine o kadar az şey kalmaktadır. Tıpkı bunun gibi, işçi kendisini iş sürecinde ne kadar çok harcarsa, kendisinin yarattığı nesneler dünyası karşısına o denli güçlü şekilde dikilmektedir. Böylece işçi kendi üretici faaliyetine ve bu faaliyetinin ürününe o denli yabancılaşmakta ve dolayısıyla iç yaşamında o denli yoksullaşmaktadır. İşçiyi bu durumdan kurtaracak olan, kapitalist düzene karşı yürüteceği örgütlü devrimci mücadele olabilir Diyalektik Materyalizm Üzerine /3 Elif Çağlı 25 Mart 2007 Yadsımanın yadsınması yasası Diyalektiğin diğer bir yasası ise yadsımanın yadsınması yasası olarak adlandırılır. Ancak en başta belirtelim ki, bir şeyi diyalektik manada yadsımak o şeyi ondan birtakım miraslar almaksızın tamamen yok etmek anlamına gelmez. Yadsıma kavramı diyalektikte, bir varlık ya da toplumsal olgunun eski koşullara göre oluşmuş durumunu, değişen koşullar çerçevesinde olumsuzlayarak aşmak demektir. Zira doğada ve toplumda hareket ve gelişmenin yasası böyledir. Daha önce var olan öncüller olmadan, hiçbir şey birdenbire ortaya çıkmaz. Diğer yandan, gelişmenin seyri içinde doğada herhangi bir varlığın herhangi bir hali veya herhangi bir toplumsal ilişki düzeyi yadsınır, aşılır. Ancak daha sonra, eskiyi yadsımış olan bu hal veya düzey de aşılacak ve böylece yadsıyan da yadsınacaktır. Örneğin toprağa düşen bir buğday tohumu elverişli koşullara sahip olduğunda filizlenerek yeni bir buğday başağına dönüşür. Tohum, olgunlaşarak yaşlanan bitkinin yadsınmasıdır. Fakat genç bitkinin yeşermesiyle bu tohum da yadsınmış olur. Ne var ki yaşamın dönüşümü bu noktada da durmayacaktır. Bir gün bu genç bitki de yaşlanacak ve vereceği tohumların filizlenmesiyle o da aşılıp geçilecektir. Bu yasayı kavramayan ya da kabul etmeye yanaşmayan biri, bu buğday tohumunu ayağının altında ezerek onu mutlak anlamda ortadan kaldıracağını iddia edebilir. Ama doğada ve toplumda işler bu kadar basit yürümez ve diyalektiğin söz konusu yasasıyla anlatılmak istenen de zaten bu değildir. Yadsımanın yadsınması yasası, böyle ayak altında ezilip giden tohum taneleriyle ilgilenmez. Yeşermeye devam eden milyarlarca tohum tanesinin ve bunlarla devam edecek yaşamın gelişme sürecinin özelliğini anlatmaya çalışır. Metafizikçiler diyalektiğe saldırmak için yadsımanın anlamını, yadsınan şeyi öldürmek, onu yok etmek şeklinde saptırmak isterler. Zira çelişkiyi kabul etmeyen metafizikçi için yadsımak demek, yadsınan şeyin son bulması demektir. Oysa doğa ve yaşam bu tür bir mutlaklık temelinde ilerlememektedir. Canlı yaşamın sürekliliğinde herhangi bir yadsıma ile süreç son bulmamakta, yadsıyan da günün birinde yadsınmakta ve böylece hareket, dönüşüm ve gelişim devam etmektedir. Ayrıca, doğada ve toplumsal yaşamda süreçler kısır bir döngü içindeymiş gibi kendilerini aynen tekrarlamazlar. Gelişim süreçleri, birbiri ardı sıra gelen çelişkilerle yol alan açık uçlu spirallere benzerler. Diyalektiğin üçüncü yasası, işte gelişim süreçlerinin bu özelliğini ifade eder. Diyalektik harekette, basitten karmaşığa ve hareketin alt biçimlerinden daha üst biçimlerine yükseliş söz konusudur. Yukarda verdiğimiz buğday tohumu örneğinde olduğu gibi, toplumsal yaşamın ve düşüncenin gelişim süreci de yadsımanın yadsınması kuralı temelinde yol alır. Hatırlanacak olursa, geçmişin sınıfsız toplumu, onun içinden çıkan sınıflı toplumlar tarafından yadsınmıştır. Ama kapitalizme son verecek olan işçi devrimi sayesinde toplum komünizme ilerlediğinde, bu kez de sınıflı toplumlar gerçeği yadsınmış olacaktır. Böylece yadsımanın yadsınması ile, ilkel sınıfsız toplumdan gelişkin sınıfsız topluma ilerleyiş söz konusudur. Mülkiyetin tarih içindeki değişimi diyalektiğin bu yasasının işleyişini somutlar. Örneğin ilkel komünal toplumun çözülüşü, çeşitli Avrupa ülkelerinde kendi üretim araçlarının sahibi olan küçük üreticileri de yaratmıştı. Bu bireysel özel mülkiyet, ilkel komünal toplumdaki ortak mülkiyetin yadsınmasıydı. Fakat tarihin ilerleyişi içinde ortaya çıkan kapitalist mülk edinme biçimiyle, bu kez de, kişisel emeğe dayanan bu bireysel özel mülkiyet biçimi yadsınacaktı. Kapitalist gelişme küçük üreticileri yıkıma sürükler ve onların küçük özel mülkleri büyük kapitalist özel mülkiyet tarafından yutulur. Büyük ölçekli üretime dayanan ve sermayenin merkezileşmesinin ifadesi olan kapitalist özel mülkiyet, küçük mülk sahibinin emeğine dayanan kişisel özel mülkiyeti ortadan kaldırır. Ama tarihsel devinim bu noktada da durmaz, çünkü bu kez de kapitalist özel mülkiyet kendini yadsıyacak maddi koşulları geliştirmeye koyulur. Kapitalist üretim biçimi üretim araçlarını merkezileştirir, emeği toplumsallaştırır. Bunun neticesinde, üretici güçlerin gelişme düzeyi üretim araçlarının özel mülk edinilmesiyle çelişir. Kapitalist özel mülkiyet üretici güçlerin gelişimini engelleyen bir ayak bağına dönüşür. Marx’ın deyişiyle, şimdi mülksüzleştirilecek olan artık kendi hesabına çalışan küçük üretici değil, birçok işçiyi sömüren kapitalisttir. Vaktiyle küçük üreticileri mülksüzleştirerek büyük kapitalist olanların mülksüzleştirilmesinin zamanı gelmiştir. Kapitalist özel mülkiyetin ölüm çanları çalmaya başlar ve mülksüzleştirenler mülksüzleştirilirler. İşçi sınıfının tarihsel eylemi sayesinde üretim araçları toplum tarafından ortaklaşa mülk edinilir. Yadsımanın yadsınması ile ilerleyen bu süreç sonucunda insan toplumu yeniden ortaklaşa mülkiyet koşullarına kavuşmuş olur. Ama bu ortaklaşmacılık, ilkel komünal toplumdaki düzeyi fersah fersah aşan üstün bir tarihsel basamaktır. Kısacası incelenen örnek her ne olursa olsun, daha öncekini yadsımış olanın yadsınması başlangıç noktasına geri dönüş anlamına gelmemektedir. Gelişme süreçlerini spiral bir merdivene benzetecek olursak, bu sayede bir üst basamağa erişilmektedir. Yadsımanın yadsınması konusunda bir başka örnek, bizzat düşüncenin gelişimi alanından verilebilir. Engels’in Anti-Dühring’de belirttiği üzere, antik Yunan felsefesi ilkel bir materyalizme dayanmış ve düşünce ile madde arasındaki ilişkiyi açığa çıkartmakta yetersiz kalmıştır. İlerleyen zaman içinde varlıkları ve olguları daha derinden kavrama çabası, bu kez maddeden ayrı bir ruhun olduğu yolundaki idealist öğretiye can vermiştir. İdealist düşünce tarzı, ruhun ölümsüzlüğünün savunusuna ve nihayetinde de tektanrılı din anlayışının ortaya çıkmasına götürmüştür. Böylece ilkçağ materyalizmi, idealist felsefe tarafından yadsınmış, aşılmış olmaktadır. Fakat daha sonraki bilimsel buluşların sonucu olarak, bu kez de idealizm artık savunulamaz bir duruma gelmiş ve o da modern materyalizm tarafından yadsınmıştır. Örneğimizde somutlanan yadsımanın yadsınması ile biçimlenen modern materyalizm, basitçe eski materyalizme dönüş değildir. Felsefe ve doğa bilimlerinin iki bin yıllık evriminin ürünü olan birikimin kavranması ve içselleştirilmesidir. Engels’in deyişiyle, zaten bu artık bir felsefe değil ama gerçek bilimler içinde yararlılığını gösterecek ve kullanılacak yalın bir dünya görüşüdür. Tarihin diyalektik materyalist kavranışı İdealist tarih anlayışı, sınıflara bölünmüş toplumlarda tarihi biçimlendiren temel faktörün sınıf mücadeleleri olduğunu görmezden geliyordu. Bu “tarih” yazımında, savaşların nedenleri olarak farklı sınıf çıkarları arasındaki çatışmaların incelenmesini bulmak mümkün değildi. İnsan topluluklarının maddi yaşamlarını üretme tarzı ve buradan kaynaklanan ekonomik ilişkiler, idealist tarihçi ve ideologlara hep “uygarlık tarihi”nin ikincil unsurları, ihmal edilebilir faktörler olarak görünüyordu ya da onlar böyle göstermeye çalıştılar. Örneğin eskiden Hintliler ve Mısırlılarda üretici güçler düzeyinin belirlediği işbölümünün ilkel biçimi, devlet ve din düzeyinde bir kastlar rejiminin doğmasına neden olmuştu. Ne var ki idealist tarih anlayışı, kastlar rejiminin bu ilkel toplumsal biçimi doğuran güç olduğunu iddia etti. Gerçeklik işte böyle ters yüz edilmişti. Fakat bilimsel düşüncenin ilerleyişine paralel olarak, Marksizm tarafından geliştirilen materyalist tarih anlayışı sayesinde gerçeklik ayakları üzerine dikildi. Ve böylece idealizm son sığınağından da, tarih anlayışından da kovulmuş oldu. Tarihsel materyalizm, toplumsal bilinci belirleyenin toplumsal varlık koşulları olduğunu gözler önüne serer. Doğa bilimleri doğanın tarihi ile ilgilenirken, tarihsel materyalizmin konusunu insanların tarihi oluşturur. Marx’ın geliştirdiği materyalist tarih anlayışı tarihe dayatılan bir model değildir. Bu bilimsel dünya görüşü, toplumun ve toplumsal gelişmenin yasalarının dikkatli ve derinlemesine incelenmesinin eşsiz bir meyvesidir. Tarihsel materyalizm, idealist tarih anlayışında olduğu gibi birtakım keyfi önermeler ve dogmalardan hareket etmez. Onun hareket noktası gerçek bireyler ve onların maddi yaşam koşullarıdır. Tüm insan tarihinin ilk ve nesnel öncülü, canlı insan bireylerinin varlığıdır. Bu bireylerin kendi geçim araçlarını üretmeye başlamaları onların ilk tarihsel eylemidir. Bu tarihsel eylem, ilkel insan topluluklarının kendilerini hayvanlardan ayırt etmesini mümkün kılmıştır. İnsanlar kendi geçim araçlarını üretirlerken, bunun uzantısı olarak kendi maddi yaşam tarzlarını da üretmeye başlamışlardır. Bununla kastedilen, bireylerin kendi fiziki varlıklarını yeniden üretmeleri değildir; bireylerin birbirleriyle karşılıklı ilişki içinde toplumsal bir yaşam tarzı üretmeleridir. Tarihte insan toplulukları yaşamlarını sürdürmek için, değişen ihtiyaç ve koşullara bağlı olarak değişik yaşam tarzları üretmişlerdir. İlkel komünal, asyatik, köleci, feodal ve kapitalist üretim tarzları şeklinde çeşitlenen bu farklı yaşam tarzları, insanların neler ürettiklerine bağlı olduğu kadar bunları nasıl ürettiklerine de bağlıdır. O halde tarih içinde insan topluluklarının varlık koşulları, üretimin maddi koşullarına bağlıdır. İnsanlık tarihi, insan nüfusunun çoğalmasına da koşut olarak bireylerin arasında gelişen ilişki ve işbölümünün tarihidir. Bu tarih veya toplumsal ilişkilerin biçimi, esasen üretim sürecinin niteliği tarafından belirlenir. Bir ulusun üretiminin gelişim düzeyi, diğer bazı iç ve dış faktörlerin yanı sıra, o ulusun diğer uluslarla ilişkilerini ve bizzat o ulusun kendi iç yapısını belirleyen esas etkendir. Üretimin gelişme düzeyi ise, üretici güçlerin ulaştığı gelişme düzeyinden, en açık şekilde de işbölümünün ulaştığı gelişme düzeyinden anlaşılır. Örneğin kır ile kentin ayrışma derecesi, o toplumun bir tarım toplumu mu yoksa bir kent toplumu mu ya da bir sanayi toplumu mu olduğunu gözler önüne serer. İşbölümünün gelişmesinin farklı aşamaları, farklı mülkiyet biçimlerine denk düşer. Örneğin asyatik tarım komünlerinin tarımsal üretimine dayanan despotik Doğu toplumlarında toprakta özel mülkiyet yokken, kent medeniyetine ve zengin ticari ilişkilere dayanan köleci Roma İmparatorluğu’nda özel mülkiyet gelişmiştir. Ayrıca işbölümünün her yeni evresi, üretici faaliyetin konusu, üretim araçları ve üretilen ürünlerin niteliği ile birlikte bireylerin kendi aralarındaki toplumsal ilişkileri de koşullandırır. Marx Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’ya yazdığı Önsöz’de, tarihin materyalist anlayışına dair vardığı sonucu özetler. Buna göre, insanlar varlıklarının toplumsal üretiminde kendi aralarında kendi iradelerine bağlı olmayan bazı zorunlu ilişkiler kurmaktadırlar. Üretim ilişkileri olarak adlandırılan bu ilişkiler, o insan topluluğunun maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişme derecesine tekabül etmektedir. Söz konusu üretim ilişkileri, toplumun iktisadi yapısının niteliğini de belirler. Üretici güçler ve üretim ilişkilerinin bütünlüğünden oluşan üretim tarzı yani iktisadi altyapı, belirli toplumsal bilinç şekillerine tekabül eden bir hukuki ve siyasal üstyapıyı biçimlendirir. Başka bir ifadeyle, bireyler arasında varolan üretim ilişkileri kendilerini zorunlu olarak siyasal ve hukuki ilişkiler olarak da ifade etmek durumundadırlar. Maddi hayatın üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasal ve entelektüel hayat sürecini de koşullandırır. İnsanların toplumsal varlık koşullarını belirleyen faktör bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen toplumsal varlık koşullarıdır. Basite indirgeyerek ifade edecek olursak, hangi toplumsal koşullar içinde yaşar ve kendini öyle var edersen öyle de düşünürsün. Ancak asla unutmamak gerekir ki, Marksizm mekanik bir ekonomik determinizme indirgenemez. Altyapı ve üstyapı veya toplumsal varlık koşulları ve toplumsal bilinç unsurları arasında karşılıklı diyalektik bir ilişki vardır. Yine de son tahlilde esas belirleyici olan ekonomik temel ve nesnel toplumsal koşullardır. Nasıl ki doğa sürekli bir hareket halindeyse, toplumsal yaşam koşulları da durağan değildir, zamanla değişmektedir. Gelişmelerinin belirli bir aşamasında toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine, ya da bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Vaktiyle üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, şimdi onların engelleri haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar. İktisadi temelde yeni bir üretim tarzına geçişi zorlayan mayalanma ve gelişim, siyasi ve hukuki üstyapıyı da az ya da çok hızla sarsmaya ve altüst etmeye koyulur. Marksist tarih anlayışının açıkladığı üzere, fikirlerin, siyasi anlayışların ve bilincin üretimi, esasen insanların maddi faaliyetine ve karşılıklı maddi ilişkilerine, yani gerçek yaşamın diline bağlıdır. Bilinç hiçbir zaman bilinçli varlıktan başka bir şey olamaz. Ve insanların varlığı, onların gerçek yaşam süreçleridir. Buna rağmen insan düşüncesiyle insanın varoluş koşulları arasındaki ilişki, fotoğrafçılıktaki karanlık kutudaki gibi baş aşağı görünebilir. Aslında bu durumun da yine maddi bir nedeni vardır. Örneğin göz merceğinin yapısı ve ışığın kırılması nedeniyle nesneler gözün ağ tabakasında ters görüntü oluştururlar. Bu durum nasıl ki fiziksel yaşam sürecinden kaynaklanıyorsa, insanların kendi tarihsel yaşam süreçlerini algılamalarında da böylesi kırılmalar gerçekleşmektedir. Buna bağlı olarak, toplumsal yaşamda gerçekliğin ters yüz edilmiş ideolojileri biçimlenir. İnsan beyninin yarattığı ahlâk, din ve metafizik gibi olağanüstü düşünceler, nihayetinde insanların yaşam süreçlerinin ürünü olan birtakım yüceltmelerdir. Ve bunlar neticede, şu ya da bu tarihsel dönemde yaşamış olan insanların verili maddi ve toplumsal koşullarına bağımlı olmuştur. Bu nedenle bilinç de, gerçek tarihsel gelişme çerçevesi içinde yol alır. İşte değinmeye çalıştığımız tüm bu hususlar tarihsel materyalizmin temel yapıtaşlarıdır. Bu tarih anlayışı, idealist tarih anlayışında olduğu gibi her bir tarihsel dönemi açıklamak için kurgusal bir kategori yaratmak zorunda değildir. Tarihin materyalist kavranışı, daima, insan topluluklarının eseri olan gerçek tarihin zeminine basar. Tarihsel materyalizm insan topluluklarının pratiğini, nereden geldiği bilinmeyen birtakım soyut fikirlere göre açıklamaz. Tersine, mevcut fikirlerin oluşumunu, insanların maddi pratiğinin düzeyine ve sınıfsal çıkarların farklılığına göre açıklar. Yine aynı şekilde tarihsel materyalizm, tarihin, dinin, felsefenin ve bütün öteki teorilerin devindirici gücünün, saf düşünceden kaynaklanan bir eleştiri olmadığını kanıtlar. Yaşam koşullarını değiştirecek ve dönüştürecek olan, örgütlü insanların mevcut düzene yönelik pratik eleştirisi yani devrimdir. Tarihte kişinin rolü önem taşıyor olsa da son tahlilde tarihi yapanlar “büyük adamlar” değildir, kitlelerdir. Asırlardır insanlar kendi tarihlerini kendileri yapmaktadırlar. Ortam ve koşullar insanları biçimlendirdiği kadar, insanlar da içinde yaşadıkları ortam ve koşulları biçimlendirmektedirler. Ne var ki her dönemin verili koşulları, insan topluluklarının kendi tarihlerini yapış tarzını da belirler. Her kuşağın içine doğduğu üretici güçler ve üretim ilişkileri düzeyi, kısacası üretim tarzı tarihin somut temelini oluşturur. İnsanlık tarihinde tüm büyük çatışmaların temelinde üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çelişki yatar. Dünya üzerindeki insan topluluklarının kaderini birbirine bağlayan kapitalist üretim tarzı bu çelişkinin niteliğini de küreselleştirmiştir. Artık söz konusu çelişkinin bir ülkede sınıf çatışmalarına neden olması için, o ülkede aşırı ölçüde yoğunlaşmış olması gerekli değildir. Sanayileri daha çok gelişmiş ülkelerle rekabet, sanayileri daha az gelişmiş ülkelerde de bu çelişkiyi alabildiğine yoğunlaştırıp keskinleştirmektedir. Eşitsiz ve bileşik gelişme yasasının uzantısı olarak, devrimci durumlara yol açan krizler az ve orta düzeyde gelişmiş kapitalist ülkelerde çok daha sık ve derin biçimlerde patlak vermektedir. Kapitalizmin tarihi bu durumu kanıtlayan pek çok örnekle doludur. Sınıflı toplumların tarihi incelendiğinde, toplumsal yaşamın çelişkilerle dolu olduğu görülecektir. Çeşitli uluslar arasında çatışma ve savaşlar olduğu gibi, aynı ulus içinde de çıkar çatışmaları ve sınıfsal karşıtlıklar temelinde bazen sinsi bazen açık bir iç savaş yürümektedir. Yüzeysel algılamada tam bir kaos gibi yansıyan bu karmaşık tablonun netliğe kavuşturulabilmesi için bilimsel analiz yöntemine ihtiyaç vardır. İşte diyalektik ve tarihsel materyalizm üzerinde yükselen Marksizm, bu ihtiyacı giderebilen yegâne dünya görüşünü bize sunmaktadır. Marx ve Engels Komünist Manifesto’da sınıflı toplumların tarihinin anlaşılmasını sağlayacak anahtarı dünya işçilerine verdiler. Sınıflı toplumların tarihi, özünde sınıf savaşımlarının tarihidir. Manifesto’da belirtildiği gibi, özgür insan ve köle, patrisyen ve pleb, efendi ve serf, lonca ustası ve kalfa, kısacası ezen ve ezilen arasında uzlaşmaz karşıtlıklar olagelmiştir. Bu nedenle bunlar arasında kimi zaman gizli, kimi zaman açık bir kavga yürümüştür. Ve bu kavga her defasında, ya bir devrim sayesinde toplumun geniş ölçüde yeniden kurulmasıyla ya da katılan sınıfların ortak yok oluşuyla sonuçlanmıştır. Feodal toplumun yıkıntılarından yeşeren modern burjuva toplum da sınıf düşmanlıklarını giderememiştir. Yalnızca eskilerin yerine yeni sınıflar, yeni baskı koşulları, yeni savaşım biçimleri koyabilmiştir. Burjuvazinin çağı sınıf düşmanlıklarını yalınlaştırmıştır. Toplum bir bütün olarak giderek daha fazla karşı karşıya gelen iki büyük düşman kampa, burjuvazi ve proletarya olarak iki büyük sınıfa bölünmüştür. Görüldüğü üzere, karşıtlık ve karşıtların mücadelesi yalnızca doğada yer alan süreçlerle sınırlı bulunmuyor. Diyalektiğin bu yasası, insanlığın toplumsal yaşam sürecini de biçimlendiriyor. Bu durum, içinde yer aldığımız kapitalist çağ için haydi haydi geçerlidir. Kapitalist toplum var olduğundan bu yana, burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki karşıtlık ve bu karşıtların mücadelesi temelinde yol aldı. Onun sonunu getirecek olan da, diyalektiğin yasaları gereği yine bu mücadele olacaktır. Toplumsal yaşamın tarihsel materyalist açıklaması, idealist düşünürlerin tepetaklak ettiği neden-sonuç ilişkilerinin yerli yerine oturtulmasını ve kavranabilmesini imkân dahiline soktu. İdealist yaklaşım ya da Marksist yöntemden uzak duran küçük-burjuva ahlâkçılığı ise, toplumsal formasyonları biçimlendiren ve sırası geldiğinde değişikliğe uğratan çelişkilerin nesnelliğini yadsıyor. Onlar doğada olduğu gibi tarihte de zorunluluklar yasasının işleyişini bilince çıkarmaktan uzaklar. Küçük-burjuva ahlâkçılığın dar prizmasından dünyaya bakanlar, tarihsel olguları “iyi” ya da “kötü” gibi idealist kategorilere ayırt ederek kavramaya (yani kavramamaya) yeminliler. Oysa bu gibi yaklaşımlarla toplumsal tarihin bilimsel yorumuna ulaşabilmek asla mümkün olmadı ve de olmayacak. Tarihin ilerletici gücü Tarihsel materyalizm, insan topluluklarının yaşam koşullarının ilerleyiş ve değişiminde insan iradesinden bağımsız olarak hükmünü icra eden yasayı keşfetti. İnsanın yaşamını sürdürebilmesi için karşısına bir zorunluluk olarak dikilen ihtiyaçların karşılanması ve karşılanan ihtiyaçlarla birlikte yeni ihtiyaçların doğması tarihte ilerletici bir rol oynar. Zorunlulukların baskısı, eski dönemlerin sınıfsız toplumunu çözmüş ve sınıflı toplumları ortaya çıkartmıştır. Yani toplumun sınıflara bölünmesi birtakım hain insanların şeytanca fikirlerinin sonucu olmamıştır. Sınıflı toplumlar, insanlığın ilkel dönemindeki ortaklaşmacı yaşam koşullarına oranla, insanlar arasında eşitsiz ilişkileri, sayısız haksızlığı, baskıyı ve kötülükleri yaratmıştır. Ama beğensek de beğenmesek de tarihin tekerleği bu yolda ilerlemiştir. Tarihte zorunlulukların yarattığı değişimde yalnızca birtakım kötülükleri gören biri, olguları bilimsel tarzda kavrama çabasından tamamen uzak demektir. Zira insanlığın üretici güçlerinin gelişmesi yaşanan bu tarihin bir ürünüdür. Diyelim sınıflı toplumlar gerçeği olmasaydı, bugün ilkel komünal toplum koşulları içinde yaşıyor olurduk. Oysa tüm kötücül sonuçlarıyla birlikte o sınıflı toplumlar tarihidir ki, bugün işçi sınıfını geleceğin üstün sınıfsız toplumunu kurabilecek potansiyellere sahip bir toplumsal güç katına yükseltebilmiştir. Engels bu konuyu açıklığa kavuşturmak için eski dönemlerden bir örnek verir. Antik Yunan’da toplumun ileriye gidişi, o günün maddi koşulları nedeniyle ancak kölelik biçimi sayesinde gerçekleşmiştir. Hatta geçmiş koşullarla kıyaslandığında, bu durum köleler açısından bile bir ilerleme olmuştur. Zira köle, köle sahibi açısından korunması gereken kıymetli bir maldır ve üretici güçlerin gelişmesi kölelerin efendileri tarafından doyurulmasını, giydirilip bakılmasını sağlamıştır. Oysa daha eski dönemlerin kıtlık koşullarında, çeşitli ilkel insan toplulukları ele geçirdikleri savaş tutsaklarını masrafa neden olmasın diye rahatlıkla öldürebilmekteydiler. Avrupa’nın ekonomik, siyasal ve entelektüel evriminin kökeninde yatan da eski Yunan ve köleci Roma İmparatorluğu sayesinde bu alanlarda sağlanan ilerlemedir. Kısacası, tarihsel gerçekleri kavrayabilmek için duygusal değil bilimsel yaklaşıma ihtiyaç olduğu açıktır. Eskiyi yadsıyacak olan yeni ve daha yüksek düzeydeki üretim ilişkileri, bu ilişkileri var edecek maddi koşullar eski toplumun bağrında çiçek açmadan tepeden iradi kararlarla indirilemezler. İçerdiği üretici güçleri geliştirme potansiyelini tüketmeden, bir toplumsal oluşum tarih sahnesinden çekip gitmez. Fakat insanlık tarihi durduğu yerde durmaz ve er geç diyalektik dönüşüm noktalarına doğru ilerlenir. Sınıf karşıtlıkları üzerine kurulu her toplumsal formasyon, üretici güçler ve üretim ilişkileri arasında var olan ve zamanla daha da olgunlaşan çelişkiler nedeniyle ölmeye yazgılıdır. Kapitalist üretim tarzı da bu yasanın işleyişinden muaf değildir. Kapitalizm altında üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çelişki, biz onun farkında olsak da olmasak da var olan ve varlığını sürdüren nesnel bir çelişkidir. Bilimsel komünizm işte bu gerçek çelişkinin kavranması ve devrimci çözümü üzerinde odaklaşır. Marksizmin anahtarı tarihte bundan önce neler olduğunu anlamamızı sağladığı gibi, tarihin güncel gelişme eğilimlerini kavrayabilmemizin kapısını da açıyor. Marksizmin kurucularının geliştirdikleri diyalektik ve materyalist tarih anlayışı, genel olarak toplumsal devrimlerin ve özelde proleter devrimin yasalarını ortaya koyuyor. Bunlara burada çok kısaca değinmek yararlı olacak. Tarihin incelenmesi, verili bir üretim tarzı çerçevesinde üretici güçlerin gelişmesinin mevcut üretim ilişkileriyle artık bağdaşmadığı bir aşamaya gelip dayandığını göstermektedir. Bu aşamada üretici güçler mevcut üretim ilişkileri çerçevesinde artık zararlı ve yıkıcı güçlere dönüşürler. Kapitalizmde bu durum, işçi sınıfı içinde düzene karşı devrimci bir isyan duygusunun gelişmesiyle de yansımasını bulur. Proletarya içinde komünist bir bilinç gelişir. Bilinçlenip örgütlenen işçiler, devrimci savaşımın egemen sınıfa ve onun devletine yönelmek zorunda olduğunu kavramaya başlarlar. Tarihte kapitalizme öngelen tüm sınıflı toplumlarda cereyan eden devrimlerde toplumsal eşitsizlik ve sınıflara bölünme koşulları devam etmiş, yalnızca bu eşitsizliğin ve sınıfların varoluşunun koşulları değişikliğe uğramıştır. Oysa işçi sınıfının tarihsel eylemi, toplumsal eşitsizlik ve sınıf ayrımı üreten koşulları temelden ortadan kaldıracaktır. Diğer yandan, sınıfsız, devletsiz ve sömürüsüz toplum özlemini yaşama geçirip koruyabilmek, ancak bilinçli kitlelerin aktif eyleminin eseri olabilir. Kitleleri bu komünist bilinç doğrultusunda dönüşüme uğratmak ise, pratik tarihsel hareket yani devrim sayesinde mümkün olacaktır. Bu nedenle Marksizm proleter devrimin sürekliliğini, yalnızca mevcut egemen sınıfı devirmenin tek yolu bu olduğu için değil, onu deviren sınıfa eski sistemin bulaştırdığı pislikler ancak bu sayede süpürülebileceği için de savunur. Toplumsal üretim ile kapitalist sahiplenme arasındaki çelişki, modern çağın sınıflar mücadelesini ateşleyen temel çelişkidir. Bu çelişki kendini somutta proletarya-burjuvazi karşıtlığı olarak ortaya koyuyor. Kapitalizm her düzeyde çelişkiler ve çatışkılar yaratmadan yol alamaz. Marx ve Engels’in eşsiz açıklamalarından hareketle buna çeşitli örnekler vermek mümkündür. Kapitalizm altında gerçekleşen makineli üretimin insan toplumunu üretici güçlerin gelişimi bakımından ileriye taşıdığı doğrudur. Ama makineler pek çok işçinin işini elinden çekip alır. Böylece kapitalizmde çalışma araçlarının gelişmesi, işçilerin elinden onların yaşama araçlarının çekilip alınması pahasına gerçekleşir. İşçinin öz ürünü olan makine, işçiyi köleleştiren bir alete dönüşür. Makineli üretimin yoğunlaşmasıyla çalışma araçlarında sağlanan tasarrufa, işgücünün en hoyrat biçimde çalıştırılması ve sömürülmesi eşlik etmektedir. İşçilerin bir bölümünün yoğun tempolarla, fazla mesailerle çalıştırılması, diğer bir bölüm işçilerin işsiz ve aç kalması anlamına gelir. Daha fazla kâr peşinde koşarken aşırı üretim bunalımlarıyla yüz yüze gelen kapitalizm çelişkilerini aşamaz. Kapitalist üretim biçiminin kalıbına sığamayan toplumsallaşmış üretici güçler, özel mülkiyete dayanan üretim ilişkilerine her büyük bunalımda başkaldırırlar. Metaların sürümünü, satışını, kısacası tüketimi artırmak için global ölçekte delicesine yeni dış pazarlar peşinde koşan kapitalist ülkeler, öte yandan yarattıkları işsiz ve aç yığınlar nedeniyle kendi iç pazarlarını felâkete sürüklerler. Sermaye birikimi kaçınılmaz olarak sefalet birikimiyle atbaşı gider. Fourier’in ünlü deyişiyle, bolluk kıtlık ve sefaletin kaynağı durumuna gelir. Ama kapitalizmle ilgili olarak bir de madalyonun diğer yüzüne kazılı gerçekler var. Kapitalizm üretim araçlarını bireysel küçük mülkiyetin konusu olmaktan çıkardığı gibi, üretim sürecini de bir dizi bireysel eylem durumundan bir dizi toplumsal eylem durumuna dönüştürmüştür. Böylece ortaya çıkan ürünler artık geçmiş dönemlerde olduğu gibi bireysel ürünler durumunda değildir, bunlar toplumsal ürünler niteliği kazanmıştır. Bir ceket ya da bir buzdolabı, en başlangıcından nihai ürüne dek bu metaların üretilebilmesi için üretim sürecinde yer alan pek çok işçinin ortaklaşa ürünüdür. Geçmiş dönemlerin bağımsız çalışan küçük üreticisini, zanaatkârını, lonca örgütlerini yok ederek ilerleyen kapitalizm, niceliğin niteliğe dönüşümü yasası gereğince ürüne toplumsal bir karakter kazandırmıştır. Eski çağlarda bireysel küçük üreticiler şu ya da bu ürünü ben ürettim diyebiliyorlardı. Oysa modern işçiler arasından birilerinin çıkıp da işte bunu başlı başına ben ürettim diyebilmesi olanaklı değildir. Kapitalizm bir yandan açlık, yoksulluk, işsizlik getirirken, öte yandan geçmiş dönemlerin küçük mülk sahiplerinin “ben”cilliğinin zeminini yok etmiştir. “Biz” diyerek kendisine karşı harekete geçebilecek mezar kazıcısını yaratmıştır kapitalizm. Burjuva toplumun gelişimi, toplumsallaşan üretici güçlerle özel mülkiyet ilişkileri arasında giderek keskinleşen çelişkiyi çözecek maddi koşulları da hazırlamıştır. Marksizm, işçi sınıfının devrimci eyleminin toplumu nasıl muazzam bir dönüşüme uğratabileceğine işaret ediyor. İşçi devriminin açtığı yoldan ilerlenmesi sayesinde üretim araçlarına toplum tarafından el konabilecek. Meta üretimi tamamen ortadan kalkacak ve ürünün üretici üzerindeki egemenliği son bulacak. İşçinin özemeğinin ürünü artık onun hizmetine girecek. Yeryüzünden meta ekonomisi düzeninin temizlenmesiyle birlikte, paraya ve mallara tapınma dönemi, kapitalizmin yarattığı tüketim çılgınlığı, insanın kendine ve doğaya yabancılaşması son bulacak. İşçi sınıfının tarihsel süpürgesi sınıflı ve sömürülü toplumlar olgusunu dünyamızdan ebediyen süpürüp atacak. Savaşlar son bulacak, insan insanın dostu olacak. Toplumsal üretim süreci, planlı, programlı ve insanlığın ihtiyaçlarını karşılamaya hizmet eden bir nitelik kazanacak. Bugüne dek tüm çağlara damgasını basmış olan bireysel yaşama savaşının son bulmasıyla, insanlar kendi tarihlerini artık tam bir bilinçle yapabilecekler, kendi kendilerinin efendisi olabilecekler. Diyalektik tarzda düşünecek olursak bu tarihsel eylemin anlamı, insanlığın çağlar boyunca esaretinde olduğu zorunluluk dünyasından engin bir özgürlük dünyasına sıçrayışıdır. İşçi sınıfının Marksizme ihtiyacı var İdealist felsefe yalnızca birtakım softaların kendi aralarında meleklerin cinsiyetini tartışmalarıyla sınırlı kalmış olsaydı, gündelik yaşamın hayhuyu içinde nefes almaya bile vakit bulamayan işçi sınıfını hiç de ilgilendirmezdi. Ne var ki, idealist felsefe egemen sınıfların elinde bir bilinç bulandırma aracı olarak aslında tam da o gündelik yaşamın en küçük hücresine nüfuz ediyor. Din veya “bir ilâhi yaratıcının varlığı” fikri, ezilenlerin kendilerini ezenlere başkaldırmaması ve mevcut durumlarını bir takdiri ilâhi olarak kölece kabullenmeleri için egemen sınıfın çıkarına kullanılıyor. İnsanı yaratanın bizzat üretici insanın kutsal emeği olduğu gerçeğinin kavranması, her zaman egemen sınıfların korkulu rüyasını oluşturuyor. Gerçeklerin içyüzünü kavramaya başlayan işçinin, kendisini var edenin patronu olmadığını, aksine patronları kendisinin var ettiğini bilince çıkartması hiç de zor olmayacaktır. O yüzden daha önceki egemen sınıflar gibi burjuvazi de, dini, gelenekleri, örf ve adetleri, işçi-emekçi kitleleri uyutacak bir silah olarak elde tutmaktadır. Bu silahı parçalayacak dünya görüşünün yani Marksizmin işçi sınıfına nüfuz etmemesi için, işçi-emekçi kitlelerin çevresini gerçek ya da düşünsel hapishane duvarlarıyla kuşatmaktadır. Bu koşullar nedeniyle, işçi sınıfının günümüzde Marksizmle donanmaya ve böylece harekete geçmeye, ekmeğe, suya, havaya duyduğu ihtiyaçtan bile daha fazla ihtiyacı olduğunu söylemek abartma olmayacak. Marksizmin işçi sınıfının devrimci silahına dönüştürdüğü diyalektik düşünce, örgütlü proleter gücün içerdiği nicelikten çok öte bir bileşik nitelik yarattığını kanıtlıyor. Bu gerçeklik, en basitinden daha karmaşığına doğru her düzeyde geçerlidir. Örneğin bir araya gelmiş iki işçi, bir fabrikada birbirinden yalıtılmış olarak çalışıp duran iki yalnız işçiye oranla bambaşka bir güç oluşturur. Niceliği büyütelim, yüz kişilik bir fabrikada elliyi aşkın işçinin ekonomik haklarını savunmak üzere bir araya gelip kenetlenmesi niteliksel bir sıçrama gerçekleştirir. Bu sıçrama, sendikasız bir işyerinin işçilerini sendikal düzeyde örgütlü militan işçilere dönüştürebilir. Ama bu kadarı da yetmez. İşçi sınıfı kapitalist sömürü düzenine son verme azmiyle devrimci siyasal örgütlenme yoluna koyulduğunda, işyerlerinin, fabrikaların, ülkelerin sınırlarını aşan ve dünyayı değiştirme kudretine sahip olan bir niteliğe yükselir. Bolşevik önder Lenin devrimci örgütün önemini vurgulayabilmek için, büyük bilim adamı Arşimet’in formüle ettiği kaldıraç yasasını toplumsal mücadele alanına uyarlamıştı. Bir düzine profesyonel devrimcinin dünyayı yerinden oynatabileceğine değinmişti. Gerçekten de proletaryanın örgütlü devrimci gücünün dünyayı yerinden oynattığı Büyük Ekim Devrimiyle kanıtlandı. Rusya’da toplumsal koşulların değişmesi ve sömürülen ezilen kitlelerin kendi kaderlerini ellerine almaları, iktisadi gelişmenin kendiliğinden sonucu olarak gerçekleşmedi. Çarlık Rusya’sını yerle bir eden muazzam değişim, iktisadi gelişmenin yoğunlaştırdığı katlanılmaz çelişkilerin örgütlü işçi sınıfının devrimci kılıç darbesiyle çözülmesi sayesinde oldu. Hiçbir ülkede burjuva resmi tarih gerçekleri bu şekilde yazmıyor. Kapitalist toplumda egemen sınıfın egemen ideolojisi bilimsel düşünceyi tarih alanından kesinlikle dışlamış bulunuyor. Oysa burjuvazi işine geldiği ölçüde pekâlâ bilime inanıyor. Bilimsel buluşları ve teknolojiyi üretim sürecini daha kârlı kılmak üzere kendi hizmetine koşmasını biliyor. Ne var ki burjuva ideologları toplumsal yaşam alanında kitlelere sürekli olarak idealist felsefeyi, metafiziği ve boyun eğmeyi empoze ediyorlar. Kapitalizmi aklayabilmek için, toplumun zengin ve yoksul ekseninde kutuplaşmasının suçunu “tanrı”nın üzerine atıyorlar. “Dünya böyle yaratıldı, her zaman zenginler ve yoksullar olacaktır” vaazlarıyla sömürülen kitleleri kaderlerine boyun eğmeye veya zenginleşme sevdasıyla birbirlerini ezmeye davet ediyorlar. Gerçekte paradan başka tanrı tanımayan burjuvazi, işçi sınıfının kurtuluşuna adanmış devrimci düşünceyi kötü bir maddiyatçılık olarak lanse etmek için yırtınıyor. Elinin altındaki her araçla Marksizme lanetler yağdırıyor. Ama burjuvazinin bu çırpınışı tarihin akışını değiştiremeyecek. Egemen güçlerin zulmü ve hileleri, devrimci işçilerin Marksizmin aydınlattığı yolu tutmasına engel olamayacak. Somut deneylerin ve tarihsel pratiğin eşliğinde kendisini sorgulayan ve geliştiren Marksist düşünce, içine girdiğimiz bu son tarihsel kesitte işçi sınıfının devrimci eylemine daha önce görülmemiş düzeyde yol gösterecek. İşçi sınıfı kendi varlığının ve devrimci potansiyelinin bilincine varıp örgütlendiği ve mücadeleye atıldığı takdirde, sömürü düzenini ve sınıfları toptan tarihin çöplüğüne süpürmek işten bile olmayacak.
zazalar toplumda az bilinen bir ulus olarak belleklerde yer almaktadır.bunun için mücadele sağlarında kaçamamalı ve her zaman ezene karşı olmalıyız. ezilen toplumlar daima harekete geçerek kurtuluş muafikiyetine ermeleyiz bunu için amacı saptırmadan milliyetçi unsurlara kanmadan sürmelidir akımlar halka zarar verecek hareketler olmamalıdır bunun için içerden gelecek her türlü hata zaaflarımıza kanmamızı sağlar bu nedenle hiç bir şekilde mücadeleden kaçmamlı bu mücadeleyi haklı olarak kulllanmalıyız hakkımız meşrudur bu haktan mahrum olmak sapkınlık olur.
1. Şeyh Bedreddin'in Yaşamı
Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin Mahmud'un yaşamına ilişkin en geniş bilgi, torunu Hafız Ali'nin yazmış olduğu manzum Menakıbname-i Şeyh Bedreddin de bulunmaktadır. Ancak bu tür bilgilerin diğer menakıbnamelerde olduğu gibi masalsı yönleri ağır basmakta, ermiş bir veli olarak olağanüstülükler sarmalı içinde verilmektedir.
Çağdaşı İbni Arabşah ve Aşıkpaşazade dahil, tanınmış Osmanlı resmi tarihyazıcılarından Şeyh Bedreddin hakkında konuşmayan yok gibidir. Ne var ki, hepsinde anlatılanlar birbirinin aynısıdır.
Bedreddin'in Abdulaziz adındaki dedesi Selçuklu sultanları soyundanmış ve Hafız Ali'nin anlattığına güre Osmanlılar Rumeli'yi istilaya başladıklarında katıldığıDimetoka Savaşı'nda şehit düşmüş. Abdulaziz'in oğlu İsrail, Dimetoka Rum beyinin kızıyla evlenmiş ve 1357-1359 yılları arasında, Melek adı verilen bu kadından Bedreddin dünyaya gelmiştir.
Bedreddin Mahmud'un doğum yeri, Edirne yakınlarında bugün Yunanistan'da bulunan Karaağaç-Dimetoka arasında bulunan Simavna (Samona) kalesidir. Babası burada kadılık gürevinde bulunduğundan, Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin adıyla tanınmıştır.
Daha ufak yaşta iken Semerkand'a gidip öğretim gürmüş olduğu söylenen Kadı İsrail, oğlunun ilk hocası olmuş ve zamanının koşulları içinde en iyi üğretimi görmesi için elinden geleni yapmıştır. Bedreddin'in şeriat kurallarına uygun yetiştiği ve fıkıh, hadis, kelam, belagat, sarf-nahiv, tefsir gibi Kuran'a ve Arap diline dayalı öğretim gürdüğü muhakkaktır.
Doğduğu yerdeki öğretimin ardından Bedreddin'in önce Bursa'ya gittiği, bir süre Konya'da kalıp, okuduğu bilinir. Yüksek öğretimi, Kahire'de dönemin bilginlerinden ders alarak tamamlamıştır. Bunlar arasında Mübarekşah Mantıki ve Muhammed bin Mahmud Ekmeleddün en tanınmışlarıdır.
Bedreddin'in Mısır'daki arkadaşları arasında Seyyid Şerif Gürcani, tıp bilgini Aydınlı Hacı Paşa, şair Ahmedi, Molla şemseddin Fenari gibi Osmanlı uygarlığının, o çağda, önemli aydınları vardı. İ. Hakkı Uzunçarşılı, Bedreddin ve arkadaşlarını “Razi Ekolüne bağlı bilginler” olarak değerlendirir.
Bedreddin, Şeyh Hüseyin Ahlati'den tasavvuf öğrenmiş, (1) hatta kırk günlük sürelerle iki kez içekapanışa (çileye) girmiştir. Bedreddin, Memluk Sultanı Melik Zahir'in verdiği Maria adlı cariye ile evlenerek, şeyhiyle bacanak da olmuştur. Geleceğin sultanı Ferec'e bir süre hocalık yapmıştır. Fıkıha dair yapıtlarını bu sırada yazmaya başlamıştır.
Şeyhinin önerisi üzerine Kahire'den Tebriz'e giden, orada tasavvuf alanındaki bilgilerini geliştirip, genişleten Bedreddin'in çağın ünlü tasavvuf erlerinden sayılan Abdurrahman-i Bistami ve arkadaşlarından bilgiler edindiği söylenir. Bu arada Timur'un çevresinde toplanan bilginlerle de tanışıp tartışmıştır.
Yeniden Kahire'ye döndüğünde, 1397'de şeyhinin ölümü üzerine bir süre onun yerine geçmişse de, daha sonra Anadolu'ya gelmiş ve uzun süre Karaman, Germiyan, Aydın illerinde ve Tire'de dolaşmıştır. İ. Hakkı Uzunçarşılı Bedreddin'in bu gezilerini en doğru bir biçimde şöyle değerlendirmektedir:
“Şeyh Bedreddin Anadolu'da dolaştığısırada tasavvufi daha doğrusu Batıni ilkelerini yaymaya başlamış ve gezdiği yerlerde hep Alevi Türkmenlerle temas ederek onların maksadına göre hazırlamak istemiştir; daha sonra şeyh Bedreddin Rumeli'ye geçip Edirne'ye yerleşmiş ve kendisini ziyarete gelenlerle gürüşerek yavaş yavaş etkinliğini artırmıştır.” (İ. Hakkı Uzunçarşılı: Osmanlı Tarihi I, 2.baskı, İstanbul 1982: 362)
Şakayık-i Numaniye’de Bedreddin'in Sakız (Khios) adasına da gittiği kaydedilmektedir. Şeyh Bedreddin, 1410-1413 yılları arasında, Edirne'de padişahlık yapmış olan Musa Çelebi'nin kazaskerliğini (Ordu-yu hümayun kadısı) yaptı. Bedreddin Varidat'ı1407'de yazdığına güre, Musa Çelebi mutlaka onun düşünce ve inançlarını paylaşmaktadır. Yoksa, yine Uzunçarşılı'nın dediği gibi yalnızca, “Bedreddin'i kazasker tayin etmek suretiyle onun nüfuzunun yayılmasına yardım etmiş” olamaz. Nejat Birdoğan doğru bir saptamayla, “1412'de Bedreddin'in düşünceleri doğrultusunda Musa Çelebi'nin toprağın kullanma hakkını halkın emeğine bıraktığını” yazmaktadır. (Kavga, Sayı 14, Nisan 1992)
Bedreddin'in asıl ünlendiği dönem, Çelebi Mehmet'in kardeşini yenip ortadan kaldırdıktan sonra Şeyh’i İznik'e sürmesiyle başladı. Yaydığı düşünce ve inançları dolayısıyla geniş etki yaratan ve çok yandaş toplayan Şeyh Bedreddin, bu dönemde eski kethudasıBörklüce Mustafa ve Torlak Hu Kemal'in etkinlikleriyle güçlendi. Bedreddin erleri, başlattıkları kavgada hayli başarı kazandılarsa da sonunda yenik düştüler. Şeyh Bedreddin yakalanarak Serez'e gütürüldü.
Mevlana Haydar Acemi'nin verdiği fetva ile 1420-21'de asıldı. (Çeşitli kaynaklar şeyh Bedreddin'in öldürüldüğü zaman için 1414, 1415, 1417 ve 1418 gibi farklı tarihler vermektedirler.)
1Şeyh Bedreddin’in Mısır’da Kaygusuz Abdal ile karşılaşmış ve onun tassavvufi sohbetlerinden
yararlanmış olduğunu düşünüyoruz. Olasıdır ki, ilk batıni Alevilik inancını Kaygusuz Abdal ile ilişkilerinden tanımıştı. Kaygusuz Abdal Sultan incelememizde Şeyh Bedreddin ile olası ilişkiler üzerinde yorumlarımızı vermiş bulunuyoruz.
2 BÖLÜM ......
--------
ŞEYH BEDREDDİN (BEDREDDİN MAHMUT)
Şeyh Bedreddin, kesin olmamakla beraber 1365 yılında Simavna’da doğmuştur. Şeyh Bedreddin öğrenimine Edirne’de başladı. Bursa ve Konya’da eğitimini tamamladıktan sonra Mısır’a giderek zamanın ünlü bilginlerinden dersler aldı. Şeyh Bedreddin’in düşüncesi ve yaşamı Mısır’da Şeyh Hüseyin Ahlati ile tanışmasından sonra değişti. Çünkü Bedreddin o güne kadar hep Sünni İslam anlayışını benimseyenlerin çevresinde bulunmuş ve kendi düşünceleri de öyle şekillenmişti. Şeyh Hüseyin Ahlati ise Ehlibeyt düşüncesini yani Aleviliği benimseyen birisiydi. Şeyh Bedreddin, Şeyh Hüseyin Ahlati ile yaptığı sayısız tartışma ve sohbet sonrası Aleviliği benimsemişti. Bu aşamadan sonra Şeyh Bedreddin Tebriz’e giderek sarayda düzenlenen tartışmalara katılır. Tekrar Mısır’a dönüşünden kısa bir süre sonra Şeyh Hüseyin Ahlati vefat eder. Şeyh Bedreddin, Hüseyin Ahlati’nin yerine geçer. Bu makamda fazla durmayan Bedreddin Şam, Halep, Karaman, Konya, Aydın, Tire ve İzmir’e uğradıktan sonra 1406 yılında Edirne’ye gelir. Bu sırada Osmanlı İmparatorluğunda taht kavgası başlar. Süleyman Çelebi’yi yenen Musa Çelebi Edirne’yi ele geçirir. Hükümdarlığını ilan eden Musa Çelebi, etkisi ve sevenleri giderek artan Şeyh Bedreddin’i kazaskerliğe getirir. 1413 yılında Musa Çelebi’yi yenen kardeş Çelebi Mehmet, Şeyh Bedreddin’i İznik’e sürgüne gönderir.
Osmanlı İmparatorluğu halk üzerindeki baskısını arttırıyordu. Baskılardan ve zulümden bıkan halk Şeyh Bedreddin’in ve diğer Alevi önderlerinin telkinleri sonucu isyan ediyordu.
Alevi isyan ve ayaklanma tarihinin en önemli halkalarından birini Şeyh Bedreddin oluşturuyor. Şeyh Bedreddin’e bağlı olan Börklüce Mustafa Aydın’da, Torlak Kemal ise Manisa’da şanlı bir direniş gerçekleştiriyorlardı. Bu direnişler Osmanlı ordusuna ağır kayıplar verirken kendileri yenilmekten kurtulamadılar. Börklüce Mustafa’ya ve Torlak Kemal’e yapılan işkence ve bu işkenceye yiğitçe karşı koymasıyla Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal Anadolu Alevi halkının asırlarca belleğinde ve yüreğinde yer etmesini sağladı. Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal’in yenilmesi sonucu Şeyh Bedreddin İznik’ten gizlice ayrıldı. Kendisini sevenlerin çok olduğu Deliorman yöresine çekildi. Hâlâ nasıl olduğu anlaşılmayan; Şeyh Bedreddin Osmanlı ordusuna esir düşer. Serez’e götürülen Şeyh Bedreddin orada idam edilir (1420) .
ŞEYH BEDREDDİN DÜŞÜNCESİNDEN KESİTLER:
Hayatı ve dünyayı kendi küçük dünyaları ile sınırlı tutanlar bizi anlamazlar.
İnsanlar birbirlerine yahut haksız mala, meşru olmayan paraya veya rütbe ve mevkilere yiyecek ve içeceklere ibadet ediyorlar da, Allah’a ibadet ediyoruz sanında bulunuyorlar.
Bütün namazlar ve niyazlar ahlâkın düzeltilmesi için iç yüzün arınlanması için birer vasıtadan ibarettir. Hakiki ibadetin hiç bir vakit kayıt ve şartı yoktur. Hangi tarzda yapılırsa yapılsın, Tanrının dileğine uygun olur. İbadetin temeli maksudun Hak olmasıdır. Bir cemaatte bu temel bulunmayınca yaptıkları ibadetler de kaybolur. Yalnız kötü toplantılar kalır. Fenalık üzerinde toplananlardan sen hemen uzaklaş.
Kötü ve Çirkin işlerle uğraşan insanlar Hak’tan uzaklaşmışlardır. Cehennem işte budur. Cennetle cehennemi başka yerde aramak saçmalıktır.
İnsanlar eylemleriyle, düşünce ve fikirleriyle güzeli ve iyiyi bulabildikleri oranda Hak’la kavuşmuşlardır.
İnsanlar Müslümanlıktan önce somut bir puta taparlardı, çağımızda ise hayali bir puta tapıyorlar. Belki bir gün Hak kendisini gösterirde Hak olarak ona taparlar.
Gerçek tasavvufçu, hiç bir insan gözünün görmediği, kulağının işitmediği, gönlünün sezmediği şeyhleri bilir. Onları halka, kafalarının alabileceği şekilde anlatır. Ama aslını içinde gizler. Eğer halk bunu öğrenirse, kendisini öldürür.
Tanrı dünyayı yarattı ve insanlara verdi. Demek ki; dünyanın toprağı ve bu toprağın bütün ürünleri insanların ortak malıdır. Ben senin evinde kendi evim gibi oturabilmeliyim, sen benim eşyamı kendi eşyan gibi kullanabilmelisin. Çünkü bütün bunlar hepimiz içindir ve hepimizin malıdır.
Tarih, gelecek için kavga verip, yitmiş bile olsa, insanlık için vuruşanları hiç unutmaz.
İbadet etmekten amaç; ezeli ve büyük varlığa gönüllerin yönelmesi ve kapılmasıdır. Yoksa dünya umuruna dalmış bir kalp ile bin sene namaz kılmış, oruç tutmuş olsan, bundan dolayı hiç bir sevap ve mükâfat kazanamazsın.
Ölmezden önce ölmek, dünyanın zevklerinden ve hayvani hırs ve şehvetlerinden sakınmaktır. Onu yapabilen insan, şüphesiz ki; hakiki varlık ile birleşir. Ve sonsuz hayat ile diri olur. Ancak insanlar dünyanın bin bir türlü çekici ve aldatıcı zevkinden, çeşit çeşit yakıcı hırslarından ayrılmadıkları için buna gönül vermezler.
DEVAM EDECEK...........
Gazi Mahallesi Olayları, 1995 yılı Mart ayında İstanbul'un Gaziosmanpaşa ilçesi'ne bağlı Gazi Mahallesi'nde provokatif bir eylem sonucu başlayan ve şehrin diğer bölgelerine yayılan olaylar.
12 Mart 1995 günü akşam saatlerinde İstanbul’da Alevi vatandaşların çoğunlukta yaşadığı Gazi Mahallesi'ndeki üç kahvehane ve bir işyeri aynı anda kimliği belirsiz kişilerce bir taksiden otomatik silahlarla açılan ateşle tarandı. Saldırılar sonucu Halil Kaya adlı bir vatandaş hayatını kaybederken, beşi ağır yirmi beş kişi yaralandı. Saldırganların olay yerinden uzaklaştıktan sonra gasp ettikleri taksinin şoförünü öldürdükleri ve taksiyi ateşe vererek kaçtıkları anlaşıldı. Olayların ardından çok sayıda Alevi vatandaş, Gazi Mahallesi'nde toplandı, emniyet kuvvetlerinin olaya geç müdahale ettiklerini öne sürerek polis karakoluna yürüdü. Polisler grubun üzerine kurşun yağdırmaya başladı ve, Mehmet Gündüz adlı bir vatandaş hayatını kaybetti, birçok kişi de yaralandı.
13 Mart günü polis karakoluna tekrar yürüyüşe geçen grup, çevik kuvvet ve özel timlerle desteklenen polisle çatıştı. Çatışmalar sonunda on beş kişi hayatını kaybederken, aralarında gazetecilerin de bulunduğu birçok kişi yaralandı. Aynı gün İstanbul valiliği Gazi Mahallesi ile iki mahallede daha sokağa çıkma yasağı ilan etti. Gazi mahallesi'ne giriş ve çıkışlar polis kontrolüne alındı. 14 Mart günü, Gazi Mahallesi'nde konan sokağa çıkma yasağına rağmen olayların bir türlü yatıştırılamaması üzerine bölgeye askeri birlikler sevk edildi. Yine aynı gün Gazi Mahallesi'nde çıkan olaylar nedeniyle Ankara Kızılay Meydanı'nda çıkan olaylarda otuz altı kişi yaralandı. 15 Mart'ta olaylar Ümraniye'ye sıçradı. Mustafa Kemal Mahallesi'nde çıkan olaylarda beş kişinin ölmesi ve yirmiden fazla kişinin yaralanması üzerine bu bölgede de sokağa çıkma yasağı ilan edildi. 16 Mart'ta dönemin İstanbul Valisi Hayri Kozakçıoğlu olayların yatıştırıldığını söyleyerek bölgedeki sokağa çıkma yasağının kaldırıldığını açıkladı.
Olaylardan sonra yapılan otopsi sonucu ölen 17 kişiden yedisinin polis mermisiyle hayatını kaybettiği belirlendi. Gaziosmanpaşa savcılığı'nın olayla ilgili fezlekesiyle Eyüp Cumhuriyet Başsavcılığı, 20 polis hakkında 'müdafaa ve zaruret sınırını aşarak faili belli olmayacak şekilde adam öldürmek' iddiasıyla dava açtı. İstanbul Eyüp Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından Eyüp Ağır Ceza Mahkemesi’ne açılan dava kamu güvenliğinin sağlanamayacağı gerekçesiyle Trabzon’a gönderildi. 11 Eylül 1995'te Trabzon Ağır Ceza Mahkemesi'nde başlayan yargılama süreci, beş yıl içinde otuz bir duruşma yapılarak 3 Mart 2000'de karara bağlandı.
Yargılanan yirmi polis memurundan Adem Albayrak dört kişiyi öldürmekten altı yıl sekiz ay,Mehmet Gündoğan iki kişiyi öldürmekten üç yıl dokuz ay hapse mahkûm edilirken, (cezalar ertelendi) , diğer on sekiz sanık polisin ise beraatine karar verildi. Ancak Yargıtay, Albayrak ve Gündoğdu hakkında verilen kararı “Haklarında adam öldürme ile ilgili net bir açıklığın olmadığı” gerekçesiyle bozdu. Yargıtay, sanıkların TCK 49. maddesine göre yargılanmasını istedi. Bunun üzerine dava Trabzon Ağır Ceza Mahkemesi’nde tekrar görülmeye başladı. Ancak aileler ve avukatlar Yargıtay kararı ile devletin bir kere daha kendini aklayacağı gerekçesiyle davadan çekildiklerini bildirdiler. Tekrar görülmeye başlanan dava üçüncü celsede karara bağlandı. Mahkeme heyeti Albayrak ve Gündoğdu’ya toplam dört yıl otuz iki ay hapis cezası verdi.
Kararın 11 Temmuz 2002'de Yargıtay tarafından onanması üzerine yakınlarını kaybeden 22 kişi AİHM'ne (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi) başvurdu. Yargılama sonucunda mahkeme 27 Temmuz 2005'te açıklanan kararda Türkiye'nin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 2. maddesinde düzenlenen, Yaşama hakkı ve 13. maddesinde düzenlenen, Milli makamlara başvuru yollarının kapatılması hükümlerine aykırı davrandığı sonucuna vardı. Mahkeme Gazi Mahallesi'nde hayatını kaybeden on iki kişi ile Ümraniye'de ölen beş vatandaşın ailelerine tazminat ödenmesine karar verdi. Olaylarda yaşamını yitiren on yedi kişi için ayrı ayrı otuz bin avro tazminat verilmesine hükmeden mahkeme, böylece Türkiye'yi toplam 510 bin avro tazminat ödemeye mahkûm etti.
ÖLENLER
Halil Kaya
Mehmet Gündüz: ölümsüzdür
Zeynep Poyraz: ölümsüzdür
Fadime Bingöl: ölümsüzdür
İsmihan Yüksel: ölümsüzdür
Ali Yıldırım: ölümsüzdür
Dilek Sevinç: ölümsüzdür
Reis Kopal: ölümsüzdür
Fevzi Tunç: ölümsüzdür
Mümtaz Kaya: ölümsüzdür
Genco Demir: ölümsüzdür
İsmail Baltacı: ölümsüzdür
Hasan Pugan: ölümsüzdür
Hasan Sel: ölümsüzdür
Sezgin Engin: ölümsüzdür
Dinçer Yılmaz: ölümsüzdür
Hasan Gürgen: ölümsüzdür
Hakan Çubuk: ölümsüzdür
HEPSİNİ SELAMLIYORUZ HALK OLARAK
Finans Kapital Nedir?
Sosyalist,12 Nisan 1967
SOSYALİST çıktı çıkalı 'Finans-Kapital' sözü en sık geçen bir frenkçedir. Türkçesi malî sermaye diye çevrilse, daha anlaşılır olamaz. Kapital, bildiğimiz sermayedir. Finans: Maliye, büyük şirket ve bankalar işidir. Ancak, tarih içinde sermayenin geçirdiği değişiklikler gözönüne getirilmedikçe, Finans - Kapital sözünün anlamı ve önemi kavranamaz.
Medeniyetten önce, insan Toplumu SOSYALİST idi. O ilkel sosyalizmde, ne sınıf, ne sermayeci vardı. Herşey toplumun ortak malıydı. Medeniyet özel sermaye ile doğdu. Onun için, bugün hâlâ özel sermaye vurgun yapmazsa medeniyet ölür, sananlarımız çoktur. Oysa medeniyet gibi, sermaye de ezeli, değişmez şey değildir.
İlk özel sermayeci tip Sümerlerde 'TAMKARA' adını alanlardan bunlar toplum varından aşırdıkları değerle Antika Sermaye diyeceğimiz gücü edindiler. Batıda, kapitalizm doğmadan önceye dek dünyayı allak bullak eden antika sermayeye önsermaye (PREKAPİTAL) denir. Önsermaye iki başlıdır:
a) Tefeci sermaye: Para alışverişi yapıp fâiz alır.
b) Bezirgân sermaye: Mal alışverişi yapıp kâr eder.
Marks'ın 'İkiz kardeş' dediği Tefeci - Bezirgân sermayenin, modern sermayeye zıt olan yani: Üretime karışmaması ile özetlenir. Antika toplumda üretimi ya hür küçük üretmenler (esnaf, köylü) yapar, yahut büyük toprak beylerinin geniş çiftliklerinde köleler yapar. Esnaf ve köylünün küçük üretiminden, yahut efendi ve beylerin büyük üretimden çıkardıkları malları pazara çıkarıp kâr sağlayan bezirgân sermayedir. Küçük üretmenleri (esnaf-köylüleri) ve beyefendileri ağır şartlarla haraca bağlayıp fâiz sağlayan tefeci sermayedir. Bu sıfatla, Tefeci-Bezirgân sermaye, üretim ve toplum düşmanı olarak dinlerce lânetlenmiştir.
Batı kapitalizmi o antika önsermayeyi kazıyıp atarak modern sermayeyi üstün getirdi. Modern sermayenin antika sermayeden baş farkı: Doğrudan doğruya üretimle uğraşmasıdır. Kapitalizmde üretim temelini eline geçiren sermaye, tarihsel gelişimi yüzünden birbirine zıt iki basamak gösterdi:
a) Serbest Rekabetçi Sermaye: 19'uncu yüzyıla değin özel sermaye girişkin ve yaratıcı kişi olan modern kapitalistler elinde işledi. Muazzam Batı medeniyetini kurdu. Kendi 'mezar kazıcısı' olacak muazzam İşçi sınıfı ordularını yetiştirdi. İnsanlık, kapitalizmin serbest (Hürriyet) çağına çok şey borçludur.
b) Tekelci Finans-Kapital: 19'uncu yüzyıl ortalarından beri temellerini atıp 20'inci yüzyıla girer girmez kayıtsız insan oğlunun herşeyine egemen olan sermayedir. Serbest rekabet çağında egemenlik bütün olarak SERMAYECİ (Kapitalist) SINIFININ elinde idi. Finans - Kapital çağında, kapitalist sınıfının dahi çoğunluğu aşağı safa itilir. Gerek (sanayici, tüccar, banker) KAPİTALİST'lerin, gerek (Büyük emlâk sahibi toprak beyi, ağa mütegallibe, eşraf) RANTİYE'lerin (İRAT yiyicilerinin) içinden en kalınları, en soyguncu, vurguncuları. birkaç büyük ŞİRKET - BANKA kubbesi altında buluşup kaynaşırlar. Sanayii, ziraati, alışverişi, siyaseti, bilimi, felsefeyi, ahlâkı; dini, her şeyi TEKELCİ - SERMAYE'lerinin zokası altına sokarlar. İşte buna FİNANS- KAPİTAL denir.
PATİ[email protected]
PATİ[email protected]
Kapitalizm ve Açlık
Kemal Erdem
12 Eylül 2002
İlkel insan topluluklarının kaderi onbinlerce yıl boyunca doğa koşulları tarafından belirlenmiş, kıtlık ve açlık insan topluluklarını karınlarını doyurabilecekleri verimli alanlara doğru göç etmek zorunda bırakmıştı. Tarım devrimi ve yerleşik hayata geçişle birlikte insanlık, doğa güçlerine boyun eğmekten kurtulmaya, doğayı dönüştürerek ona egemen olmaya, kendi yaşam koşullarını üretebilmeye başlamıştır.
Sanayi devrimi insanın doğa üzerindeki egemenlik mücadelesinin dönüm noktasını oluşturur. Son 200 yılda öyle muazzam bir teknolojik atılım gerçekleşti ki bugün insanoğlu ekvatordan Kuzey kutbuna, denizin binlerce metre altından uzaya kadar hemen her yerde yaşamını üretebiliyor. Bilim ve teknoloji sayesinde en iyi hayvan ırkları yaratıldı. Sulama, gübreleme ve tohum ıslahı sayesinde toprağın verimliliği onlarca kat arttı. İstenilirse çölün ortasında bile tarım alanları yaratılabiliyor. Cep telefonlarını, yani uzaydaki uyduları kullanmak gündelik yaşamımızın basit bir parçası haline geldi. Aynı uydularla her yıl dünyada yetişmekte olan tarım ürünlerinin miktarları bile saptanabiliyor.
İnsanın, hiç değilse gıda ürünleri üretimi bakımından, doğa üzerindeki egemenliği öyle bir aşamaya geldi ki, hava koşulları ne kadar olumsuz olursa olsun yaklaşık 6 milyar 300 milyonluk insan nüfusunun gıda ihtiyacının kat be kat fazlasını üretebilme potansiyeline sahibiz. Bugün dünyadaki gıda üretiminin, 10,5 milyar insanın sağlıklı beslenmesine yetebileceği hesaplanmaktadır.
800 milyon insan aç
Ancak öte yandan çağımız, insanlık tarihinin en derin çelişkilerinin yaşandığı en akıldışı çağdır. Kapitalizm bir yanda inanılmaz bir zenginlik diğer yanda ise ölümcül bir yoksulluk üretiyor. Dünya Bankası ve Dünya kalkınma raporu verilerine göre;
Dünya nüfusunun yarısı, yani 3 milyardan fazla insan günde 2 dolardan daha az, 1,5 milyar insan da 1 dolardan daha az bir gelirle “yaşıyor”. Buna karşılık dünya nüfusunun yüzde 10’u, dünya toplam gelirinin yüzde 70’ini alıyor.
800 milyon insan aç yaşıyor. Yılda 11 milyon çocuk açlıktan ölüyor.
Afganistan’da günlük ortalama gelir 44 cent, Etiyopya ve Kongo’da ise 27 cent.
Doğu Asya ve Pasifik ülkelerinde yaşayan 267,1 milyon kişi, Doğu Avrupa ve Orta Asya ülkelerinde yaşayan 17,6 milyon kişi, Latin Amerika ve Karayipler’de yaşayan 60,7 milyon kişi, Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da yaşayan 6 milyon kişi, Güney Asya’da yaşayan 521,8 milyon kişi, Sahra altı Afrika’da yaşayan 301,6 milyon kişi, günde 1 dolardan daha az gelirle yaşamını sürdürüyor.
Bugüne kadar Dünya Bankası’nın yoksullukla mücadele adına ileri sürdüğü öneri şuydu: Gelişmekte olan ülkelerde “zengin kesimden alınan vergiler azaltılacak” böylece yatırım ve istihdam artacak, uzun dönemde yoksulluk ortadan kalkacak! Yani yoksulluğu ortadan kaldırmanın yolu zengini daha zengin hale getirmektir. Bu mide bulandırıcı öneriler utanmaz kapitalist uzmanlar tarafından öneriliyor ve kapitalist rejimler tarafından uygulanıyor.
Dünya Bankası’nın, kardeş kuruluşu IMF ile birlikte faaliyete geçtiği 50 yılı aşan sürede yoksulluk giderek arttı. Raporda, dünyada günlük geliri 1 doların altında kalan insanların sayısının 1987’de 1,2 milyarken bugün 1,5 milyara çıktığı belirtiliyor. Bu sayının 2015 yılında 1,9 milyara ulaşması bekleniyor. Geçen 50 yılda, zenginlerle yoksullar arasındaki gelir uçurumu daha da arttı. Dünyanın en yoksul ülkelerinde kişi başına düşen gelir, 1970-1985 yıllarında zengin ülkelerdeki kişi başına gelirin yüzde 3,1’i düzeyindeyken, bu oran 1990’ların sonunda yüzde 1,9’a dek düştü. Bu oranların ülkeler arası ortalama gelir uçurumunu yansıttığı unutulmamalıdır. Yoksul ülkelerde de zengin-yoksul uçurumunun olduğu hesaba katılırsa durumun çok daha vahim olduğu görülür.
Açlık ve yoksulluk sadece en geri ülkelerde yaşayan insanların mı sorunudur? Bir zamanlar Latin Amerika’nın en kalkınmış ülkelerinden biri olan Arjantin’den gelen haberler durumun hiç de böyle olmadığını ispatlıyor:
“Arjantin’de çocuklar açlıktan ölüyor. Ekonomik krizin tüm ağırlığıyla hissedildiği Arjantin’de, yoksul ailelerin çocukları gıdasızlık nedeniyle hayatını kaybediyor... Arjantin’de en alt gelir grubundaki ailelerin çocukları, yetersiz beslenme nedeniyle ölüyor. 36 milyonluk ülkenin yarısı, fakirlik sınırının altında yaşıyor.... ekonomik krizin pençesindeki Arjantin’de her 10 çocuktan altısı sefalet içinde yaşıyor.... Arjantin’de dakikada 12, günde 16.900 kişi yoksullar ordusuna katılıyor. 2002 Mayıs ayı itibariyle ülkede yoksulluk sınırının altında yaşayanların sayısı 19 milyonu aştı.”
Arjantin varlık içerisinde yokluk yaşıyor. Dünyanın en büyük sığır eti, tahıl ve soya fasulyesi üreticileri arasında bulunan Arjantin’de, açlık artık gündelik bir olgu haline geldi. Arjantinli işçilerin ürettiği ürünler mağazaların içerisinde duruyor ve aç insanlar, aslında kendilerine ait olanı almaya kalktıklarında karşılarında polis ve orduyu buluyor, dünya televizyonlarında serseri bir avuç yağmacı olarak tanımlanıyorlar.
Açlığın sorumlusu bizzat kapitalist sistemdir
Bazı iktisatçılar, kapitalizmin bu aşağılık papazları, “yoksullara yardım edilmemeli, güçsüz olanın elenmesi doğa kanunudur. Üstelik yardım etmek hiçbir işe yaramaz. Yardım edilirse bu yoksullar sürekli ürerler sayıları sürekli artar, hep daha fazla yardım isterler, onları az çocuk yapmaya özendirirsek sorun hallolur” diyorlar.
Oysa kapitalizmde açlığın sebebi, geçim araçlarının nüfusa oranla azlığı değil fazlalığıdır. 1844 yılında Engels şöyle açıklıyordu:
“Sermaye her gün artıyor; nüfusla birlikte emeğin gücü de büyüyor; ve bilim her geçen gün, doğa güçlerini insanın hizmetine daha çok sokuyor. Bu üretken kapasite, bilinçli olarak ve herkesin çıkarı doğrultusunda uygulansaydı, insanlığın payına düşen emek, kısa zamanda asgariye indirilmiş olurdu. Rekabete bırakılacak olursa o da aynı şeyi yapar ama çelişkiler çerçevesi içinde. Toprağın bir bölümü en iyi biçimde işletilirken, bir bölümü bomboş durmaktadır. Sermayenin bir bölümü şaşırtıcı bir hızla dolanırken, bir bölümü de sandıklarda ölü yatıyor. İşçilerin bir bölümü günde 16 saat çalışırken diğer bölümü işsiz ve açlıktan ölüyor.”
1844’den bu yana kapitalizmin temel işleyiş yasaları değişmedi. Bu yüzden Engels’in çözümlemesi geçerliliğini sürdürüyor. Yoksulluk ve açlık ne bazı halkların tembel olmasından, ne hızlı nüfus artışından, ne bazı ülkelerin topraklarının verimsiz olmasından ne de iklim koşullarının kötü olmasından kaynaklanır. Bugün tüm dünyayı kasıp kavuran yoksulluğun ve açlığın yegâne sorumlusu kapitalist dünya sistemidir. Gıda ürünlerinin üretim miktarları bizzat kapitalistler ve bunların hükümetleri eliyle sınırlandırılmaktadır. Çünkü satabileceğinden fazla üretim, ürün fiyatlarının düşmesine, kapitalistin kârının azalmasına yol açar.
AB ülkeleri 2006 yılında yıllık gelirlerinin %3’ünü kalkınma yardımlarına ayırma önerisini tartışacak. Yoksullara yardım adı altında yoksul ülkelere verilen paralar elbette oradaki kapitalist hükümetlere veriliyor, açlara, yoksullara değil. Ve bu paraların çok büyük bir bölümü silahlanma harcamalarına ayrılıyor.
Geçtiğimiz günlerde Johannesburg’da gerçekleştirilen Dünya Sürdürülebilir Kalkınma Zirvesinde alınan kararlardan biri de, sağlıklı yaşam kaynaklarından yoksun 2 milyar insanın sayısının 2015 yılı itibarıyla yarı yarıya azaltılmasıydı. Dünya nüfusunun üçte birini sağlıklı yaşam kaynaklarından yoksun bırakan burjuva kan emiciler, bir milyar insanın hayatını ne zaman kurtaracaklarının, bunu en az kâr kaybıyla nasıl başaracaklarının hesabını ve pazarlığını yaptılar. Sonuç 1 milyar insanın ölümüne 13 yıl daha göz yumulması oldu.
Dünya işçilerinin ve yoksullarının ihtiyacı, elbette burjuvazinin şefkati ve sadakası değildir. Burjuvazinin timsah gözyaşları ve yardım söylemleri mide bulandırıcıdır. Biliyoruz ki, milyarlarca insanı yoksulluğa, hastalığa ve açlığa mahkûm eden kapitalist sistem, insanlığın hiçbir sorununa çare olamaz.
Kapitalizm garabeti, yarattığı tüm sorunları ve çelişkileri ile insanlığa yaşattığı yıkımlar pahasına ayakta kalmaya devam ediyor. Fakat dünya proletaryasının bugün örgütsüz ve dağınık oluşuna bakarak tarihin sonunun geldiğini, kapitalizmin alternatifinin olmadığını iddia edenler yanılıyorlar. Kapitalizm insanlığın nihai yazgısı değildir. Bu yazgıyı değiştirmekse dünya işçi sınıfının ellerindedir. İşçi sınıfının önünde iki seçenek duruyor: ya açlıktan kırılmak ve en iyi durumda giderek sefilleşen bir yaşam sürmek ya da kapitalizmi temellerinden yıkıp, yeni sosyalist bir dünya kurmak. Bugün bu iki seçenek arasında karar vermek, bir ölüm-kalım sorunu haline gelmiştir.
İKTİDARBİZİ[email protected]
PATİ[email protected]
HARAMİ[email protected]
FABRİ[email protected]
HALKBARİKATİ@HOTMAİL.COM
KALAN@DERSİMLİYİZ.BİZ
[email protected]
E-POSTA.İNTEK@HOTMAİL.COM
SAGAZADİ@HOTMAİL.COM
UZUNYOLDAPATİKA@HOTMAİL.COM
KARABARİKATLAR@HOTMAİL.COM
[email protected]
TEPKİ-DER@HOTMAİL.COM
Ekmek ve Emek
Her gün dünyayı yeniden yaratan işçilere…
Gökyüzü hiç güzel olmadı burada, her daim kasvetli, her daim soğuk. Havadaki bu kasvet kamyonun kasasında fabrikaya giden işçilerin yüzlerine yansımıştı. Soğuk havayı iliklerinde hissediyorlar, amaçsız yürüyen bir sürü gibi birbirlerine sokuluyorlardı. Arada bir parlayan sigarlarının közü, onları ısıtmaya yetiyordu sanki.
Fabrikanın önüne vardıklarında, kamyon bir canavar misali son bir kez daha homurdanarak durdu. Kasanın kapağı açıldı ve işçiler, inşaat için taşınmış bir kum gibi, isteksiz bir şekilde aşağı indiler.
Bugün çok daha isteksizdiler çalışmaya. Büyük bir gerilim vardı. Herkes farkındaydı. Bir işaret, çağrı yapılmadan bir araya toplandı herkes.
- Ne yapacağız?
- Bilmiyorum?
- Benim bu işe ikinci girişim. Yine bırakacağım böyle giderse.
- Her ay birleri giriyor, birileri çıkıyor.
- Bu zamanda iş mi var? Mecburuz çalışmaya.
- İyi de para almadan, karşılığını almadan çalışmaya çalışma mı denir?
“Haklısın, haklısın…” diye bir uğultu yükseldi kalabalıktan.
- Bırakalım işi; kimi çalıştırırlarsa çalıştırsınlar.
- İyi de dedim ya demin; benim bu işe ikinci girişim. Biz çıkıyoruz, bir süre sonra geçinemeyince yine biz giriyoruz. Bir başka çözümü olmalı bu işin.
- Sen ne diyorsun Ahmet.
Herkes bir anda Ahmet’ e doğru döndü. Görünüşte en bilinçlileriydi Ahmet. Yaşadığı olaylardan dolayı tüm işçiler ondan korkuyor ve anlaşılmaz bir saygı duyuyorlardı.
Bundan 4-5 yıl önce köyünde yaşarken tutuklanmıştı. Suçu dağdan gelenlere yardım etmekti. Bir süre tutuklu kaldı. Fakat çok geçmeden suçsuz olduğu anlaşıldı. Serbest bırakıldı. Bir süre büyük şehre gitti; zira artık rahat edemezdi köyünde. Etrafındaki insanlar korku ile bakıyordu. Hiçbir şey eskisi gibi değildi.
Fakat büyük şehirde de tutunamadı. Girdiği her işte, çoğunlukla bilinçsizce ve sadece politik bir suçlu olduğu sanılarak işçi önderliği yaptı. Dolayısıyla atılması da uzun sürmedi. Eşi ve çocukları ile geri geldi. İlçenin tek fabrikasında işe girdi. Aynı korkular burada da karşısına çıktı. Fakat bu korku nedensiz bir saygı da getiriyordu. İnsanlar birçok kez onun ağzına bakıyordu. Ama nafile her şeyin bir hayal olduğunun anlaşılması çok sürmedi.
Ahmet yüksek bir sesle: “Yok arkadaş, ben çok bedel ödedim. Parasız marasız çalışacağım. Hem hiç para vermiyorlar değil ya! Yok da vermiyorlar; olsa verirlerdi. Onlarda insan sonuçta.
Doğru olan bu muydu? Tüm yaşadıkları sonucunda bu fikri mi üretebildi?
- İyi de Ahmet bu yıllardır böyle. Ne kadar para aldın şimdiye kadar? Bizim bu çalıştıklarımız nereye gidiyor hiç soruyor musun kendine? Madem para kazanamıyorlar niye bu işi sürdürüyorlar öyleyse. Emeğimiz onurumuzdu hani?
- Ben bilmem arkadaş. Bugün vermezlerse yarın verirler, dedi ve kamyonlarda yığılı duran demir yığınlarının üstüne çıktı herkesin şaşkın bakışları altında. Bir hamle yaptı çelik boruya. Eğilmesi ile haykırması bir oldu: “Belimmm! ”. Çelik bedene hakim geldi.
Arkadaşları başına toplandı. Kamyondan aşağı indirdiler onu. Yere yatırmaya çalıştılar. Doğrulamıyordu. Çığlıkları fabrikanın duvarlarını yırtıyordu adeta.
İşten sorumlu kişiler geldiler ve eklediler: “Koyun bir arabaya götürün evine. Geri kalanlar da işlerinin başına.”ULAŞIM ADRESLERİ
İKTİDARBİZİ[email protected]
PATİ[email protected]
HARAMİ[email protected]
FABRİ[email protected]
HALKBARİKATİ@HOTMAİL.COM
KALAN@DERSİMLİYİZ.BİZ
[email protected]
E-POSTA.İNTEK@HOTMAİL.COM
SAGAZADİ@HOTMAİL.COM
UZUNYOLDAPATİKA@HOTMAİL.COM
KARABARİKATLAR@HOTMAİL.COM
[email protected]
Diyalektik Materyalizm
John Pickard
18 Ekim 2000
Marksizmin yöntemini tartışırken, işçi hareketi içindeki eylemlerimize, katıldığımız tartışmalarda ileri sürdüğümüz argümanlara ve yazdığımız makalelere temel oluşturan fikirleri ele almaktayız.
Genel olarak Marksizmin üç ana kaynaktan biçimlendiği kabul edilir. Kaynaklardan biri, Marx’ın, Fransız politikasına, özellikle de Fransa’daki 1790’ların burjuva devrimi ve onu takip eden 19. yüzyılın ilk dönemlerinin sınıf mücadelesine ilişkin analizini geliştirmesidir. Marksizmin kaynaklarından bir diğeri “İngiliz ekonomi politiği” denilen şeydir, yani Marx’ın İngiltere’de geliştiği şekliyle kapitalist sistemi analiz etmesidir. Marksizmin aynı zamanda tarihsel olarak başlangıç noktası olan diğer kaynağının da “Alman felsefesi” olduğu söylenir ve benim burada üzerinde durmak istediğim de onun bu yönüdür.
Öncelikle söylemeliyiz ki, Marksizmin temeli materyalizmdir. Yani Marksizm tüm gerçekliğin özünün madde olduğu, bilincin maddeyi değil maddenin bilinci yarattığı fikrinden hareket eder.
Başka bir deyişle, düşünce ve düşünce kaynaklı olduğu söylenen herşey –sanatsal fikirler, bilimsel fikirler, hukuka, politikaya, ahlâka, vs. ilişkin fikirler– tüm bunlar gerçekte maddi dünyadan kaynaklanmaktadır. “Bilinç”, yani düşünce ve düşünce süreçleri, beynin bir ürünüdür; ve beynin kendisi de, dolayısıyla fikirler de, canlı maddenin gelişmesinin belli bir aşamasında ortaya çıkmıştır. Yani o da maddi dünyanın bir ürünüdür.
Dolayısıyla insan bilincinin ve toplumunun gerçek doğasını anlamak için, Marx’ın da ortaya koyduğu gibi mesele “insanların söylediklerinden, hayal ettiklerinden, tasavvur ettiklerinden … değil, gerçek ve faal insandan hareket edip, gerçek yaşam süreçlerini temel alarak bunların ideolojik yansımalarının ve yankılarının gelişimini göstermek suretiyle elle tutulur canlı insana varmaktır. İnsan zihninde oluşan inanılmaz hayaller bile ampirik olarak gösterilebilen ve maddi temellere dayanan maddi yaşam süreçlerinin doğurduğu imgeler olmak durumundadır. Böylelikle, ahlâk, din, metafizik ve her çeşit ideoloji ve de bunlara tekabül eden bilinç şekilleri bağımsız görünümlerini kaybederler. Bunların tarihleri yoktur, gelişimleri yoktur; ancak insanlar maddi üretimlerini ve maddi ilişkilerini geliştirerek kendi öz gerçeklikleriyle birlikte, düşüncelerini ve düşüncelerinin ürünlerini değiştirirler. Yaşamı belirleyen bilinç değildir; bilinci belirleyen yaşamdır. Birinci yöntemde hareket noktası, yaşayan birey olarak görülen bilinçtir; gerçek yaşama uygun düşen ikinci yöntemde ise, bu hareket noktası bizzat gerçek yaşayan bireylerdir, ve bilinç sadece onların bilinci olarak ele alınır.” (Alman İdeolojisi, Birinci Bölüm)
Dolayısıyla bir materyalist sadece fikirler için değil, maddi olguların kendileri için de açıklama arar ve tanrılar ve benzeri doğaötesi müdahale odaklarına değil maddi sebeplere bakar. Bu Marksizmin çok önemli bir yönü olup, onu kapitalist toplumda yerleşmiş bulunan diğer düşünme yöntemlerinden ve mantıklardan ayırır.
17. ve 18. yüzyıllarda Avrupa ülkelerinde bilimsel düşüncenin gelişimi gerçekten de çelişkili bir nitelik sergiledi ve bu hâlâ burjuva teorisyenlerin tipik yaklaşım biçimidir. Bir yandan materyalist yönteme doğru bir gelişme vardı. Bilimciler nedenleri arıyordu. Doğal olgulara Tanrı takdiri mucizeler olarak bakmakla yetinmiyor, onlara bir açıklama arıyorlardı. Ama aynı zamanda bu bilimcilerin henüz tutarlı veya üzerinde çalışılmış bir materyalist anlayışları yoktu; genellikle de doğal olgulara getirdikleri açıklamaların ardında, zincirin sonunda Tanrının elini işbaşında görüyorlardı.
Böyle bir yaklaşım, içinde yaşadığımız maddi dünyanın temelde kendi dışındaki güçlerce belirlendiğini ve gerçek dünyadan bağımsız varolabildikleri için bilincin veya fikirlerin önde geldiğini kabul etmek veya en azından buna açık kapı bırakmak anlamına gelir. Materyalizmin felsefi karşıtı olan bu anlayışa “idealizm” diyoruz.
Bu yaklaşıma göre insanlığın ve toplumun –ve de sanatın, bilimin, vs.– gelişimini belirleyen maddi süreçler değil fikirlerin gelişimi, insan düşüncesinin mükemmelleşmesi veya yozlaşmasıdır. Ve bu genel yaklaşımın, itiraf edilsin ya da edilmesin, kapitalizmin her türlü felsefesini kapsaması tesadüf değildir.
Burjuva filozoflar ve tarihçiler genel olarak varolan sistemi veri alırlar. Kapitalizmin, yeni ve daha üstün bir sisteme yerini bırakması mümkün olmayan nihai ve tam bir sistem olduğunu kabul ederler. Ve tüm geçmiş tarihi, zavallı fanilerin kapitalizmin gerçekleştirdiğine ya da gerçekleştirebileceğine inandıkları bir tür “mükemmel topluma” ulaşma gayretleri olarak sunarlar.
Bu yüzden, geçmişin hatta bugünün en büyük burjuva bilimcilerinin ve düşünürlerinin eserlerine baktığımızda materyalist ve idealist fikirleri nasıl kafalarında karmakarışık ettiklerini görebiliriz. Örneğin mekaniğin yasalarını ve gezegenlerle gök cisimlerinin hareket yasalarını incelemiş olan Isaac Newton, bu hareketlerin zihin veya düşünceyle belirlendiğini düşünmüyordu. Ama tüm maddeye bir ilk itiş verildiğini, bu ilk itkinin de bir tür doğaüstü güç tarafından, Tanrı tarafından verildiğine inanıyordu.
Aynı şekilde, bugün birçok biyolog için bitki ve hayvan türlerinin bir türden diğerine evrildiğini ve insanoğlunun kendisinin de önceki türlerin gelişiminden ibaret olduğunu kabul etmek kolaydır. Ama yine de bunların pek çoğu, insan aklıyla hayvan aklı arasında, ölümden sonra insan vücudunu terk eden “ebedi ruh”tan ibaret bir fark olduğu fikrine sıkı sıkıya sarılırlar. En yetenekli bilimcilerden bazıları dahi bilimsel olarak gerçekten geri olan ve bilimden ziyade büyü ve batıl inanca yakın duran bu tür idealist fikirlerle materyalist yöntemi harmanlamış durumdadır.
Bu yüzden Marksizm, her türlü idealizmle kökten bir kopuşu ve onun yerine gerçekten olup bitenin materyalist bir kavrayışını temsil eder. Bu anlamda materyalizm, Marksizmin temel hareket noktalarından birini oluşturur. Diğer temel kalkış noktası da diyalektiktir.
Diyalektik
Diyalektik kısaca hareketin mantığı veya hareket içindeki eylemciler için sağduyu mantığıdır. Hepimiz biliriz ki nesneler hareketsiz kalmazlar, değişirler. Ama diyalektikle çelişkili olan ve kapitalist toplumun bağrına gömülü “formel mantık” adlı bir başka mantık daha vardır. Belki de bu yöntemin içeriğini tarif etmekle başlamak gerekli.
Formel mantık “özdeşlik yasası”na (“A” eşittir “A”) , yani şeylerin kendilerine eşit olduğuna ve birbiriyle belirli ilişkiler içinde olduğu düşüncesine dayanır. Özdeşlik yasasından temel olarak türemiş diğer yasalar da vardır; örneğin “A” “A”ya eşitse, “B”ye veya “C”ye eşit olamaz.
Görünüşte bu düşünce yöntemi sağduyuya uygun gelebilir. Aslına bakılırsa bilimin gelişmesinde ve bugünkü toplumu yaratmış olan sanayi devriminde çok önemli bir alet, çok önemli bir araç olmuştur. Örneğin matematiğin gelişimi ve temel aritmetik formel mantığa dayanmaktadır. Formel mantığı kullanmadan bir çocuğa çarpım tablosu veya toplamayı öğretemezdiniz. Bir bir daha iki eder, üç etmez. Aynı şekilde, formel mantığın yöntemi mekaniğin, kimyanın, biyolojinin vs. gelişimine temel oluşturmuştur.
Örneğin 18. yüzyılda İskandinav biyolog Linnaeus, bilinen tüm bitki ve hayvanlar için bir sınıflandırma sistemi geliştirdi. Linnaeus tüm canlıları sınıflara, takımlara, familyalara ayırdı, buna göre insan, primatlar takımında, hominidler familyasında, homo cinsinde yer almakta, ve homo sapiens türünü temsil etmektedir.
Sınıflandırma sistemi biyolojide çok önemli bir ileri adımı simgelemiştir. İlk defa bitki ve hayvanların gerçek anlamda sistematik incelemesini ve hayvan ve bitki türlerini karşılaştırmayı mümkün kıldı. Ama formel mantığa dayanmaktaydı. Homo sapiens’in Homo sapiens’e eş olduğuna; muska domestica’nın (adi ev sineği) muska domestica’ya eş olduğuna; solucanın solucana eş olduğu düşüncesine dayanmaktaydı. Başka bir deyişle sabit ve katı bir sistemdi bu. Bu sisteme göre bir türün başka bir şeye eşit olması mümkün değildi; aksi takdirde bu sınıflandırma sistemi tamamen çökerdi.
Aynı durum Dalton’un atom teorisinin büyük bir atılım yarattığı kimya için de geçerlidir. Dalton’un teorisi maddenin atomlardan oluştuğu ve her bir tip atomun sadece kendisine benzediği –yani şekil ve ağırlık yönünden sadece o elemente özgü olup diğer hiçbirinde bulunmadığı– fikrine dayanıyordu.
Dalton’dan sonra yine katı formel mantığa dayalı az çok katı bir element sınıflaması yapılarak bir hidrojen atomunun hidrojen atomu, karbon atomunun karbon atomu vs. olduğu ileri sürüldü. Ve eğer herhangi bir atom başka bir şey olabilseydi, modern kimyanın temeli olan bu sınıflandırma sistemi tamamen çökerdi.
Artık formel mantığın yönteminin birtakım sınırları olduğunu görmek önemlidir. Formel mantık gündelik hayatta yararlı bir yöntemdir ve nesneleri tanımlamada faydalı kestirimler yapmamızı sağlar. Örneğin, Linnaeus sistemi hâlâ biyologlar için faydalıdır, ama özellikle Charles Darwin’in çalışmalarının ardından bu sistemin zayıf yönlerini görebiliyoruz.
Darwin, örneğin Linnaeus sisteminde ayrı türler olarak ayrı isimler verilen bazı bitkilerin gerçekte birbirine çok benzediğine dikkat çekti. Aynı şekilde, aynı isim altında bulunan ve aynı bitkinin varyasyonları olduğu ileri sürülen diğer bazı bitkiler de birbirinden çok farklıydı.
Yani Charles Darwin’in zamanında bile Linnaeus sistemine bakıp “bir yerlerde bir sakatlık var” demek mümkündü. Ve tabii ki, Darwin’in kendi eseri ilk defa bir türden başka bir türe geçmenin mümkün olduğunu söyleyen evrim teorisi için sistematik bir temel oluşturdu.
Ve bu Linnaeus sisteminde büyük bir boşluk doğurdu. Darwin’den önce gezegenimizin üzerindeki tür sayısının tamı tamına Tanrının ilk altı günde yarattığı tür sayısına –tabii Nuh Tufanında telef olanlar hariç– eşit olduğuna ve bu türlerin bin yıllar boyu değişmeden kaldığına inanılıyordu. Ama Darwin değişen türler fikrini üretti ve böylece sınıflandırma yöntemi kaçınılmaz olarak değiştirilmek zorunda kalındı.
Biyoloji alanında gerçekleşenler kimya alanı için de aynen geçerlidir. 19. yüzyılın son döneminde kimyagerler bir atomik elementin diğerine dönüşebileceğini fark ettiler. Başka bir deyişle, atomlar tamamen farklı ve kendine özgü varlıklar değildi. Bugün pek çok atomun, pek çok kimyasal elementin kararsız olduğunu biliyoruz. Örneğin, Uranyum ve diğer radyoaktif atomlar zaman içinde bölünerek tamamen farklı kimyasal özelliklere ve atom ağırlıklarına sahip tamamen farklı atomlar ortaya çıkarırlar.
Öyleyse bizzat bilimin gelişimiyle formel mantığın yıkılmaya başladığını görebiliriz. Ama bu olgusal buluşlardan sonuç çıkaran ve gerek doğada gerek de toplumda mutlak veya sabit kategoriler olmadığını ortaya koyan diyalektik yöntemdir.
Formel mantıkçı “A” “A”ya eşittir derken, diyalektikçi “A”nın “A”ya her zaman eşit olmadığını söyler veya Troçki’nin yazılarında kullandığı bir örneği alırsak, bir kilo şeker, başka bir kilo şekere eşit değildir. Eğer bakkaldan şeker alacaksak eşitlik varsayımı işe yarar, ama dikkatle bakarsak, bunun gerçekte yanlış olduğunu görürüz.
Öyleyse şeylerin, hayatın ve toplumun sürekli hareket ve değişim halinde olduğunu dikkate alan bir kavrayış biçimine ve mantığa ihtiyacımız var. Ve bu mantık şekli şüphesiz diyalektiktir.
Ama öte yandan diyalektiğin evrene düzenli ve tedrici bir değişim süreci atfettiğini düşünmek hatalı olur. Diyalektiğin yasaları –burada bir uyarı gerekli: bu kavramlar gerçekte olduklarından daha korkutucu geliyor kulağa– değişim süreçlerinin gerçekte nasıl işlediğini tarif eder.
Nicelikten Niteliğe
Başlangıç olarak “niceliğin niteliğe dönüşümü yasası”nı ele alalım. Bu yasa değişim süreçlerinin –evrendeki hareketin– tedrici ve düzenli olmadığını söyler. Görece tedrici ve küçük değişimlerin yaşandığı dönemlerle devâsa değişimlerin –nicel olarak değil ancak nitel olarak ölçülebilecek değişimler– yaşandığı dönemler.
Yine doğa bilimlerinden bir örnek verecek olursak, suyun ısınmasını ele alabiliriz. Suya ısı verdikçe gerçekleşen değişimi sıcaklık derecesi cinsinden tam olarak ölçebilirsiniz (“nicelik”) . Diyelim 10°C’den (çeşme suyu sıcaklığı) yaklaşık 98°C’ye kadar değişim nicel olacaktır; yani daha sıcak olmasına rağmen su, su olarak kalacaktır.
Ama o andan sonra sudaki değişimin nitel hale geldiği ve suyun buhara dönüştüğü bir nokta gelir. 98 dereceden 102 dereceye ısıtılırken suda meydana gelen değişimi nicel olarak tanımlayamazsınız. Nicel değişimin birikimi (gittikçe daha çok ısıtmak) sonucu nitel bir değişimin (sudan buhara) oluştuğunu söylememiz gerek.
İşte niceliğin niteliğe dönüşümünden bahsederken Marx ve Engels’in kastettiği de buydu. Aynı şey türlerin gelişiminde de görülebilir. Her bir tür içinde her zaman çok büyük çeşitlilik görülür. Bu odaya bir göz atarsak Homo sapiens’deki çeşitliliği görebiliriz. Bu çeşitlilik nicel olarak örneğin boy, ağırlık, deri rengi, burun uzunluğu, vs. cinsinden ölçülebilir.
Ama eğer çevre değişimlerinin etkisiyle evrimsel dönüşüm bir noktaya varırsa bu nicel değişimler nitel değişime yol açabilir. Başka bir deyişle, artık hayvan ve bitkideki söz konusu değişimi sadece nicel ayrıntılar açısından tanımlayamazsınız. Artık birbirinden nitel olarak farklı türler söz konusudur.
Örneğin, bir tür olarak bizler şempanze ve gorillerden nitel olarak farklıyız; onlar da diğer memeli türlerinden nitel olarak farklılar. Ve bu nitel farklılıklar, bu evrim sıçramaları, geçmişteki nicel değişimlerin ürünüdür.
Marksizmin düşüncesine göre, ani değişim dönemlerinin arasına serpiştirilmiş tedrici değişim dönemleri her zaman olacaktır. Gebelik döneminde tedrici bir gelişim dönemi görülür, sonunda ise son derece hızlı bir gelişim dönemi. Aynı durum toplumun gelişiminde de geçerlidir. Marksistler sık sık bu gebelik benzetmesini savaşların devrimlere dönüşümünü tarif etmek için kullanmışlardır. Bunlar toplumsal gelişme içinde nitel sıçramaları temsil ederler; ama onlar da toplumdaki nicel çelişkilerin birikimiyle ortaya çıkmışlardır.
Yadsımanın Yadsınması
Diyalektiğin ikinci yasası da “yadsımanın yadsınması yasası”dır; ve yine kulağa gerçekte olduğundan daha karmaşık gelmektedir. Burada “yadsıma” sadece bir şeyin yok olması, başka bir şeye dönüşerek ölmesi anlamına gelir.
Örneğin insanlık tarihinin ilk dönemlerinde sınıflı toplumun gelişmesi, daha önceki sınıfsız toplumun yadsınmasını temsil ediyordu. Ve gelecekte komünizmin gelişimiyle birlikte, bugünkü sınıflı toplumun yadsınması demek olan başka bir sınıfsız toplum göreceğiz.
Yani yadsımanın yadsınması yasası yalnızca bir sistemin doğarken başka bir sistemi yok olmaya ittiğini söyler. Ama bu yeni sistemin kalıcı veya değişmez olduğu anlamına gelmez. O da toplumda daha sonra görülecek gelişme ve değişim süreçleri sonucunda yadsınır. Nasıl sınıflı toplum sınıfsız toplumun yadsınmasıysa, komünist toplum da sınıflı toplumun yadsınması olacaktır: yadsımanın yadsınması.
Diyalektiğin bir başka kavramı da “zıtların iç içe geçmesi” yasasıdır. Bu yasa, değişim süreçlerinin çelişkiler sayesinde, tüm doğal ve toplumsal süreçlerin içinde gömülü olan farklı unsurlar arasındaki çatışmalar sayesinde ortaya çıktığını söyler.
Zıtların iç içe geçmesine doğa biliminden en iyi örnek belki de “kuantum teorisi”dir. Bu teori enerjinin ikili bir karakter göstermesi üzerine kuruludur; bazı deneylere göre enerji dalgalar halinde vardır, tıpkı elektromanyetik enerjide olduğu gibi. Ama diğer bazı durumlarda, enerji kendini parçacıklar halinde açığa çıkarır. Başka bir deyişle, bilimciler arasında genellikle kabul gördüğü gibi, madde ve enerji aynı anda iki farklı biçimde –bir taraftan gözle görülemeyen bir dalga, diğer taraftan içinde belirli bir enerji “kuantumu” (miktar) taşıyan bir parçacık– varolabilir.
Dolayısıyla modern fizikteki kuantum teorisinin temeli çelişkidir. Ama bilim alanında bilinen daha birçok çelişki mevcuttur. Örneğin elektromanyetik enerji pozitif ve negatif kuvvetlerin birbiri üzerindeki etkisi aracılığıyla harekete geçer. Manyetizma bir kuzey kutbunun bir de güney kutbunun varoluşuna bağlıdır. Bu ikisi tek başlarına varolamazlar. Tam da çelişkili kuvvetlerin bir ve aynı sistem içerisinde bir bütün halinde bulunmaları nedeniyle vardırlar ve işlerler.
Benzer biçimde bugün her toplum bir sistem içinde bütünleşmiş çelişkili unsurlar taşımaktadır ve bu da herhangi bir toplumun, herhangi bir ülkenin istikrarlı ve değişmeden kalmasını imkânsız kılmaktadır. Formel mantığın tersine diyalektik yöntem bu çelişkileri ortaya döküp yaşanan değişimin temeline inmek üzere bizi eğitir.
Marksistler her toplumsal sürecin içinde çelişkili unsurlar olduğunu söylemekten çekinmezler. Tam tersine, asıl bu süreç içindeki çıkar çatışmalarının tanınıp anlaşılması sayesinde, değişimin muhtemel doğrultusunu ve bu durumda işçi sınıfının bakış açısına göre çaba harcamak için gerekli ve mümkün hedef ve amaçları saptayabiliriz.
Beri yandan Marksizm formel mantığı toptan terk etmez. Ama toplumsal gelişmeleri anlamak bakımından formel mantığın ancak tâli bir rol oynaması gerektiği görülmelidir.
Hepimiz gündelik ihtiyaçlarımız için formel mantığı kullanırız. Bu mantık, gündelik işlerimizi yürütmek ve iletişim kurmak için gerekli kestirimleri yapmamızı sağlar. Formel mantıktan yararlanmadan, bir eşittir bir yaklaşımını kullanmadan normal bir yaşam süremezdik.
Ama öte yandan formel mantığın sınırlarını da görmemiz gerekir, ki bunlar süreçleri daha derinlemesine ve ayrıntılı incelediğimizde ve toplumsal ve politik süreçleri daha yakından gözlediğimizde bilimde aşikâr hale gelen sınırlardır.
Diyalektik, bilimciler arasında nadiren kabul görür. Bazı bilimciler diyalektikçidir, ama çoğunluğu bugün bile materyalist bir yaklaşımı her türlü formel ve idealist fikirle harmanlamaktadır.
Doğa bilimlerinde durum bu olduğuna göre, sosyal bilimler söz konusu olduğunda haydi haydi böyledir. Bunun sebepleri son derece açıktır. Toplumu ve toplumsal süreçleri bilimsel bakış açısından incelemeye çalışırsanız, kapitalist sistemin çelişkileriyle ve toplumun sosyalist dönüşümü ihtiyacıyla karşı karşıya kalmak kaçınılmazdır.
Öğrenme ve araştırma merkezleri olduğu varsayılan üniversiteler, kapitalizmde egemen sınıf ve devletten bağımsız olmaktan uzaktırlar. Bu nedenledir ki, doğa bilimlerinin diyalektik materyalizme meyleden bir bilimsel yöntemi hâlâ söz konusu olabilmektedir; ama iş sosyal bilimlere gelince, kolej ve üniversitelerde formalizmin ve idealizmin en berbatını bulursunuz.
Bu durum yüksek maaşlı profesör ve akademisyenlerin yerleşik çıkarlarından bağımsız değildir. Toplumdaki ayrıcalıklı konumlarının, öğretmekle yükümlü oldukları şeyler üzerinde etki ve yansımaları olması kaçınılmaz ve açıktır. Kendi görüşleri ve önyargıları, öğrencilerine ve benzer şekilde tüm okullara taşıdıkları “bilgi”ye nüfuz eder.
Bilhassa burjuva tarihçiler, tüm sosyal bilimciler arasında en sığ görüşlü olanlardır. Tarihin dün sona erdiğini hayal eden burjuva tarihçilerin örneklerini kaç kez gördük! İçinde bulunduğumuz İngiltere’de, 17. 18. ve 19. yüzyıllar söz konusu olunca, İngiliz emperyalizminin dehşetini; köle ticaretine bulaştığını; sömürge halklarının kanla bastırılmasından sorumlu olduğunu; aynı zamanda kadın ve çocuklar da dahil İngiliz işçilerinin kömür madenlerinde, pamuk fabrikalarında, vs. en kötü sömürüye maruz kalmasından sorumlu olduğunu kabul ediyormuş görünürler.
Tüm bu kötülükleri kabul ederler; ama ancak düne kadar. İş bugüne gelince, İngiliz emperyalizmi birden demokratik ve ilerici kesilir.
Bu tümüyle tek yanlı, tümüyle çarpık bir tarih görüşüdür ve Marksist yöntemin tam tersidir. Marx ve Engels’in tutumu, toplumsal süreçlere aynı doğaya baktıkları gibi diyalektik açıdan –gerçekten vuku bulan süreçler açısından– bakmaktı.
İşçi hareketi içindeki günlük tartışma ve münakaşalarda sık sık formalist insanlarla karşı karşıya geliriz. Soldaki birçok insan dahi olaylara, hareket doğrultusunu anlamadan, tamamen katı ve formel biçimde bakmaktadır.
İşçi hareketinin sağ kanadı ve sol kanadın bir kısmı Marksist teorinin bir dogma olduğuna, “teori”nin eylemcinin sırtındaki 300 kiloluk yüke benzediğine ve bu yükten ne kadar çabuk kurtulunursa o kadar aktif ve etkili olunabileceğine inanmaktadır.
Ama bu, Marksist teorinin tüm doğasının kökten yanlış anlaşılmasıdır. Aslına bakacak olursak Marksizm dogmanın tam zıddı olup, tam da etrafımızda gerçekleşen değişim süreçleriyle başa çıkmanın yöntemidir.
Hiçbir şey sabit değildir ve hiçbir şey olduğu yerde durmaz. Formalistler, toplumu donuk bir fotoğraf gibi görürler ve şeylerin neden ve nasıl değiştiğini anlamadıkları için karşılaştıkları durumlardan korkabilirler. Bu türden bir yaklaşımın, değişimin kaçınılmazlığını anlamadan şeyleri oldukları gibi kabul eden dogmatik bir kavrayışa yol açması kolaydır.
Bu yüzden Marksist teori, işçi hareketi içindeki her türlü eylem için çok temel bir araçtır. Olayların gelişim yönüne kendimizi odaklamak için sınıf mücadelesi içindeki çelişkili güçlere karşı sürekli dikkatli olmalıyız.
Elbette kendimizi kapitalist toplumda egemen olan düşünce çerçevesinden kurtarıp Marksist yöntemi benimsemek her zaman kolay olmuyor. Marx’ın dediği gibi bilime giden kestirme bir yol yoktur. Yeni politik fikirlerle boğuşurken bazen zor yolu denemek zorundasınızdır.
Ama Marksist teorinin tartışılması ve incelenmesi, kesinlikle her eylemcinin gelişiminin esaslı bir parçasıdır. Öncü işçileri mücadelenin tüm karmaşası içinde bir pusula ve harita ile donatan yalnızca bu teori olacaktır. Eylemci olmak her zaman iyi bir şeydir. Ama içine girdiğimiz süreçleri bilinçle kavramaksızın, pusula ve haritası olmayan bir kaşiften daha etkili olamazsınız.
Ve eğer bilimin yardımı olmadan keşif yapmaya kalkarsanız, ne kadar enerji dolu olursanız olun, yıllar boyu pek çok eylemcinin maalesef yaptığı gibi, er ya da geç bir uçuruma veya bataklığa düşüp yok olursunuz.
Bir pusula ve haritanız varsa yönünüzü tayin edebilirsiniz. Belli bir anda nerede olduğunuzu, nereye gittiğinizi ve nerede olacağınızı saptayabilirsiniz. İşte Marksist teoriye vâkıf olmamızı gerektiren temel neden de budur. İşçi hareketi içindeki eylemlerimiz söz konusu olduğunda, Marksist teori bize kesinlikle paha biçilmez bir eylem kılavuzu sunar.
[Bu yazı, diyalektik materyalizmin temel noktalarının kısa bir özetidir ve Troçki’nin Materyalist Diyalektiğin ABC’sine ek olarak 1994 yılında kaleme alınmıştır.]
PATİ[email protected]
HARAMİ[email protected]
Tarihsel Materyalizm
Mick Brooks
Kasım 1983
Tarihsel Materyalizm Nedir?
Tarihsel materyalizm Marksist bilimin tarihsel gelişmeye uygulanmasıdır. Tarihsel materyalizmin temel savı bir cümleyle özetlenebilir: “İnsanların varlığını belirleyen şey bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır.” (Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Önsöz)
Peki bu ne anlama gelir?
Daily Mirror (günlük bir İngiliz gazetesi) okuyucuları “Perishers” adlı bant karikatürü hatırlayacaklardır. Bir olayda, yaşlı köpek Wellington, yengeçlerle dolu bir havuza yukarıdan bakar. Yengeçler kendilerine görünen “gökyüzündeki gözlerin” esrarengiz tanrısallığı hakkında tahminler yürütürler.
Mesele, evreniniz bir havuzsa şeylere gerçekten nasıl bakacağınızdır. Bilinciniz varlığınız tarafından belirlenir. Düşünce, türlerin deneyim alanıyla sınırlıdır.
İlkel insanların nasıl düşündüğü hakkında çok az şey biliyoruz, ama ne hakkında düşünemeyeceklerini biliyoruz. Etrafta futbol maçlarının sonuçlarını merak ederek dolaşmayacaklardır örneğin. Futbol ligi, profesyonel futbolcuların ve diğer klüp çalışanlarının maaşlarını ödeyebilecek kadar geniş kalabalıkları alabilecek büyük kentleri ön varsayar. Sanayi kentleri ancak, emek üretkenliği, toplumun bir kısmının geri kalan kısmı tarafından beslenebildiği noktaya kadar geliştiği ve bu sonuncular kendilerini yiyecekten başka gereksinmelerin üretilmesine vakfettikleri zaman ortaya çıkabilir.
Başka bir deyişle, geniş bir işbölümü varolmalıdır. Bunun diğer bir yönü, insanların para için çalışmaya ve istedikleri şeyleri –futbol maçına bilet almak da dahil– başkalarından satın almaya alışmış olmaları gereğidir; kuşkusuz bu ilkel toplumda olmayan bir durumdur.
Bu basit örnek, profesyonel futbol gibi şeylerin bile, toplumun günlük ekmeğini yapma tarzına, insanların “toplumsal varlığına” bağlı olduğunu gösterir.
Peki insanlık nedir? Büyük idealist filozof Hegel “insan düşünen bir varlıktır” der. Aslında Hegel’in görüşü, insanın, yaratıcısı tarafından, yine bu yaratıcının çalışmasına hayranlık duyması için bir beyinle donatıldığı yolundaki alışıldık dinsel görüşün biraz daha incelikli bir biçimidir.
Düşünmenin bizi gübre böceklerinden, dikenli balıklardan ve kertenkelelerden farklı kılan yönlerden biri olduğu doğrudur. Peki ama insanlar neden bir düşünme yetisi geliştirdiler?
Yüz yıldan uzun bir süre önce Engels, tamamen materyalist bir açıklamayla, dik durmanın insansı maymundan insana geçişe işaret ettiğine dikkat çekti. Bu görüş, Leakey gibi antropologların en son araştırmaları tarafından da doğrulanmıştır.
Dik duruş sayesinde eller, nesneleri, diğer parmaklarla karşı karşıya konumlanan bir başparmak aracılığıyla kavramak üzere serbest kaldı. Bu, aletlerin kullanılmasını ve geliştirilmesini mümkün kıldı.
Dik duruş, ilk insanların etraflarındaki dünyayı algılayabilmek için gözlerine diğer duyularından daha fazla güvenmelerine de olanak verdi. Ellerin kullanılması, gözler aracılığıyla beyin yetilerini geliştirdi.
Engels bir diyalektik materyalistti. Hiçbir şekilde düşüncenin önemini küçümsemedi, tersine onun nasıl ortaya çıktığını açıkladı. On sekizinci yüzyıl ABD politikacısı ve mucidi Benjamin Franklin’in, insanı alet yapan hayvan olarak tanımlarken Hegel’den daha materyalist bir yaklaşıma sahip olduğunu da görebiliriz.
Yüz yıl önce Darwin bir varoluş mücadelesinin söz konusu olduğunu ve türlerin doğal seleksiyon yoluyla hayatta kaldığını gösterdi. İlk bakışta eski insanların çitanın hızıyla, aslanın gücüyle ya da bir filin korkutucu cüssesiyle karşılaştırıldığında yapacak çok fazla şeyleri yoktu. Bugün insanlar gezegene egemen olma durumuna geldi ve bu korkutucu hayvanların çoğunu yok olma noktasına sürükledi.
Aslan gibi hayvanlar ne kadar özgüvenli görünürlerse görünsünler, insanları daha aşağı hayvanlardan ayıran şey, hayvanlar kendi dışlarındaki dünyayı olduğu gibi kabul ederken, insanoğlunun giderek doğanın efendisi olmasıdır.
İnsanoğlunu doğaya hükmettiren süreç emektir. Marx’ın mezarında Engels, dostunun büyük keşfinin şu olduğunu ifade ediyordu: “İnsanoğlu ilkin yemeli, içmeli, barınağa ve giyeceğe sahip olmalı ve bu nedenle politika, bilim, sanat, din vb. ile meşgul olmadan önce çalışmalıdır.”
Diğer bir diyalektik formülasyonda Engels şöyle diyordu: “El yalnızca emeğin organı olmayıp, aynı zamanda emeğin ürünüdür.”
İlkel insanların beynini okuyamayız, ama onların çoğu zaman ne düşündüklerine –yiyecek– ilişkin oldukça iyi bir tahmin yapabiliriz. İhtiyaçlar karşısındaki mücadele o zamandan beri tarihe hep egemen olmuştur.
Marksistler sık sık “ekonomik determinist” olmakla suçlanırlar. Aslında Marksistler fikirlerin önemini ya da tarihte bireylerin etkin rolünü inkâr etmekten çok uzaktırlar. Ancak tam da etkin olduğumuz için, bireysel etkinliğin sınırlarını ve fikirlerimizin ve etkinliğimizin tesirli olabilmesinden önce uygun toplumsal koşulların varolması gerektiğini biliriz.
Akademik muhaliflerimiz, bireysel etkinliği genellikle rahat koltuklarında oturup ellerinde çerez Porto şarabını yudumlayarak yücelten pasif siniklerdir.[1] Marx’la birlikte anladık ki, insanlar “kendi tarihlerini kendileri yaparlar... ama doğrudan karşı karşıya kalınan, verili ve geçmişten gelen koşullar altında.” Sürece müdahale etmek için toplumun nasıl gelişmekte olduğunu anlamamız gerekir. Marksizmin bir perspektifler bilimi olduğunu söylerken kastettiğimiz şey budur.
Düşüncenin iletimi olan dil, bizzat emeğin yarattığı bir şeydir. Bunu, çakallar ve avını öldürmek için kaba kuvvet ya da hızdan çok takım çalışmasına güvenen diğer avcı hayvanlar arasında bile görebiliriz. Bunların bir dizi havlama komutları ve uyarıları –dilin başlangıcı– vardır.
Dil, ortaklaşa emeklerinin bir sonucu olarak, insanlar arasında böyle gelişmiştir. Daha yüksek insansı maymunlar arasında rasyonel düşünmenin tohumları ve bazı hayvanların sınırlı alet kullanımı başlangıç aşamasında kalırken, meyvelerini sadece insanoğlunda vermiştir.
Emeğin insanı diğer hayvanlardan ayırdığını ve insanın emek sayesinde doğayı ve böyle yaparak da kendini tedricen değiştirdiğini gördük. Demek ki, insanlık tarihinin tüm acıları ve güçlükleri içinden geçen gerçek bir ilerleme ölçütü söz konusudur; insanların doğaya hükmetme ve doğayı kendi ihtiyaçlarına boyun eğdirme kabiliyetindeki artış; başka bir deyişle artan emek verimliliği.
Üretici güçlerin gelişimindeki her aşama, belirli bir üretim ilişkileri setine tekabül eder. Üretim ilişkisi, insanların günlük ekmeklerini kazanmak için kendilerini örgütleme tarzı demektir. Üretim ilişkileri bu nedenle her toplum biçiminin iskeletidir ve insan bilincini belirleyen toplumsal varlık koşullarını sağlar.
Marx üretici güçlerin gelişiminin nasıl farklı üretim ilişkilerini ve farklı sınıfsal toplum biçimlerini ortaya çıkardığını açıklamıştı.
“Sınıf” ile, toplumdaki üretim araçlarına aynı ilişkiyle bağlı olan insan grubunu kastederiz. Üretim araçlarının sahibi olan ve onları kontrol eden sınıf, toplumu yönetir. Bu aynı zamanda, onun, ezilen veya emekçi sınıfı egemenlerin çıkarları için çalışmaya zorlamasını mümkün kılar. Emekçi sınıf, egemen sınıfın geçindiği bir artı üretmeye zorlanır.
Marx şöyle der:
“Ödenmemiş artı-emeğin doğrudan üreticilerden çekilip alındığı özel iktisadi biçim, doğrudan üretimin kendisinden doğan ve kendisi de belirleyici bir öğe olarak onu etkileyen, yönetenler ile yönetilenlerin ilişkisini belirler. Ama, bunun üzerine de, bizzat üretim ilişkilerinden doğan iktisadi topluluğun tüm oluşumu, böylece de aynı zamanda onun özel siyasal biçimi yerleşmiştir. Tüm toplumsal yapının ve onunla birlikte egemenlik ve bağımlılık ilişkisinin siyasal biçiminin, kısacası, buna uygun düşen özel devlet biçiminin, en içteki sırrını, gizli temelini açığa vuran şey, her zaman, üretim koşullarına sahip olanlar ile doğrudan üreticiler arasındaki ilişkidir –bu, her zaman, doğal olarak, emek yöntemlerinin gelişmesinde belli bir aşamaya ve böylece de onun toplumsal üretkenliğine uygun düşen bir ilişkidir.”[2]
İlkel Komünizm
Toplumun en erken aşamalarında insanlar fabrikalara girmiyor, normalde bizzat kendilerinin tüketmeyecekleri şeyleri üretmek için çalışmıyor ve hafta sonunda, ihtiyaç duydukları yiyecek, giyecek, vb. karşılığında diğer insanların kabul etmeye hazır olacakları bir takım renkli kağıtlar ve süslü disklerle “ödül”lendirilmiyorlardı. Bu davranış, uzak atalarımıza oldukça inanılmaz gelirdi. Eskiden beri varmış kabul ettiğimiz modern toplumun birçok özelliği de öyle. Hangi sosyalist şu iddiayı işitmemiştir: “İnsanlar açgözlü olmaya ve gasp etmeye mahkûmdur. Sosyalizme ulaşılamaz, çünkü insan doğasını değiştiremezsiniz.”
Aslında, sınıflı toplum şunun şurasında 10.000 yıldan daha kısa bir süredir mevcuttur; insanoğlunun bu gezegende varolduğu sürenin yüzde biri kadar bir süre. Sürenin geri kalan yüzde 99’unda sınıflı bir toplum, yani zorla kabul ettirilen eşitsizlikler, devlet ve modern anlamda bir aile yoktu.
Bunun sebebi, ilkel insanın esrarlı bir şekilde bizden yüce olması değil, üretim ilişkilerinin farklı bir toplum türü ve bu nedenle de farklı bir “insan doğası” yaratmasıdır. Varlık bilinci belirler ve eğer insanların toplumsal varlığı değişirse –içinde yaşadıkları toplum değişirse– bilinçleri de değişir.
İlkel toplumun temeli toplayıcılık ve avcılıktı. Tek işbölümü, tamamen doğal biyolojik bir nedenden, kadınların zamanın büyük bölümünde küçük çocukların sorumluluğunu yüklenmelerinden kaynaklanan, kadın ve erkek arasındaki işbölümüydü. Erkekler avlanırken kadınlar sebze ve meyve topluyordu.
Böylece her bir cinsiyet üretimde önemli bir rol oynadı. Kalahari çölündeki! Kung kabilesi gibi hâlâ ilkel komünist koşullar altında yaşayan kabileler üzerinde yapılan çalışmalar temelinde, yiyecek temininde kadının katkısının erkeklerden daha önemli olabileceği tahmin edilmektedir.
Tüm bu kabile toplulukları ortak özelliklere sahipti. Avlanma alanları kabilenin ortak malı olarak görülüyordu. Avlanmanın kendisi ortak bir eylemken başka türlü nasıl olabilirdi? Varlığın emniyette olmaması paylaşmaya yol açar. Ölü bir su aygırını arkadaşlarınızdan saklamak iyi bir şey değildir; çürümeye başlamadan önce onu yiyemezsiniz ve siz yoksulluk içindeyken diğer kabile üyelerinin fazladan şeylere sahip olduğu bir zaman da gelebilir. Paylaşmak ve eşit bir şekilde paylaşmak sağduyudur.
Kişisel aletlerde özel mülkiyet yoktu, ama çok farklı kabile topluluklarında bile, eşitsizliğin birikmesini engellemek için bu aletleri sahibinin vücuduyla birlikte gömmek veya yakmak gibi benzer kurallar vardı. Bu kabileler tarımı geliştirmeye başladıktan sonra bile toprağı yeniden bölmeye devam ettiler, ilkel komünizmin normları böylesine güçlüydü. Romalı tarihçi Tacitus, Cermen kabileleri arasında bu tür kurallar olduğundan söz eder.
Bu topluluklarda kadınların daha büyük bir saygınlığı vardı. Kabilenin servetine en azından eşit bir şekilde katkıda bulunuyorlardı. Ayrı beceriler geliştirmişlerdi; çömlekçiliği kadınlar keşfetmiş ve hatta tarımda son atılımı da kadınlar yapmış görünüyor.
Devlet gibi kurumlar da gerekli değildi, çünkü toplumu bölen temel uzlaşmaz sınıfsal çıkarlar yoktu. Bireysel anlaşmazlıklar kabile içinde halledilebiliyordu.
Kabilenin karar almasında deneyimli yaşlılar kesinlikle önemli bir rol oynuyordu. Onlar şefti, ama kral değildi; otoriteleri ya hak edilmiş bir otoriteydi ya da yoktu. M.S. üçüncü yüzyılda (bunun geçerliliğinin sona erdiği bir sırada) , Cermen kabilesi olan Vizigotların lideri Athanaric şöyle diyordu: “Ben otoriteye sahibim, iktidara değil.”
Toplum gelişti, çünkü gelişmek zorundaydı. Tropikal Afrika’dan başlayarak, nüfus yerkürenin en barınılmaz kesimlerini kaplayacak ölçüde büyüdükçe, insanlar gelişmek için –aksi takdirde ölürlerdi– düşünce ve emek güçlerini kullanmak zorunda kaldılar. Toprağı ekip biçmek, aslında, bitkisel yiyeceklerin el altında olmasını sağlamak, meyve, fındık, vb. toplamanın bir adım ilerisiydi. Çiftçilik ve hayvanları evcilleştirmek, avlanmanın bir adım ilerisiydi. Kabile topluluğu norm olarak varlığını korudu.
İnsanlık tarihindeki ilk büyük devrim tarım devrimi ya da neolitik devrimdi. Tahıllar seçildi ve ekildi, toprak çekiş hayvanlarıyla sürüldü. İlk kez, çalışanların geçinmeleri için gerekli olanın kat be kat üstünde büyük bir artı ortaya çıktı.
İlkel komünizmde aylak bir sınıf için hiçbir temel yoktu. Ancak kendi ihtiyaçlarını temin edebildikleri için, başkalarını köleleştirmek anlamsızdı. Şimdi ise bazıları için aylaklık olanağı doğmuştu, ama insanlık henüz herkese böyle bir yaşam sürdürtme olanağını yeteri kadar sağlayamıyordu.
Bu temelde sınıflı toplumlar ortaya çıktı; toplumlar mülk sahipleriyle emekçi sınıflar arasında bölündü.
Asırlar boyunca sınıf mücadelesindeki temel sorun, çalışanların ürettiği artı üzerindeki mücadele olmuştur. Bu artının bölüşülme –gasp edilme– şekli, resmen tarımla başlayan farklı üretim tarzlarına bağlıydı. Bu değişim, toplumsal hayatın tümüyle dönüşmesinin temelini hazırladı.
Kabile normları kolayca ölmedi. Önce toprak yeniden bölüşüldü. Hatta Feodal Avrupa’da, bazı bölgelerdeki köy toplulukları, orijinal köy topraklarının yeniden bölüşülmesiyle biçimi değişen ilkel komünizmin geleneklerini sürdürüyorlardı.
Ancak tarım, avcılığın aksine daha bireysel bir faaliyet olabiliyordu. Daha çok çalışarak daha çok kazanabilirdiniz ve herkesin hayatta kalma sınırında yaşadığı koşularda bu önemliydi.
Bunun da ötesinde tarım devrimi –çekiş hayvanlarının saban sürmede vb. kullanılması da dahil olmak üzere genellikle erkeklerin meşgul oldukları– kadını, erkekler tarafından sağlanan malzemeleri işlemek üzere eve gönderdi. Kadın cinsinin dünya-tarihsel yenilgisine yol açan şey, üretimde doğrudan bir rol sahibi olmayışıydı.
Erkekler eşit olmayan mallarını erkek bir mirasçıya geçirmek istediler. İlkel komünist toplumda soy kadın üzerinden yürürdü (miras önemli değildi) . Artık miras erkek üzerinden yürümeye başlamıştı.
Sınıflı toplumun nasıl ortaya çıktığını tam olarak bilmiyoruz, fakat elimizdeki kanıtlardan yola çıkarak parçaları birleştirebiliriz. Bu sürece devrim diyoruz ve bu, kelimenin en derin anlamıyla bir devrimdi.
Ama yeni tip toplum eskisinin yerine tam olarak geçmeden önce, farklı toplum tipleri arasındaki geçiş biçimlerinin yüzlerce, hatta binlerce yıl varolduğunu unutmamalıyız. İnsanlığın ilerleyişi düz bir şekilde değil, eşitsiz ve bileşik gelişme yasasına uygun olarak sürdü.
Tarımı geliştirmeye ilk mecbur kalanlar, ekvator Afrika’sının iyi durumdaki insanları değil, daha ılıman iklimlerdeki (muhtemelen yakın Doğudaki) insanlardı.
İlk tarım kuşkusuz çok basitti, muhtemelen “orman açma ve yakma”dan ibaretti. Bu, kabilenin hareket halinde olmaya devam etmesi demekti, çünkü açılmış toprak, yalnızca birkaç yıl iyi ürün veriyordu.
Bu yüzden kabile topluluğu varlığını muhafaza etti, ancak değişikliğe uğradı. Tacitus, kendi zamanındaki Cermen kabilelerinin askeri demokrasisini, bir savaş şefinden, yaşlılar konseyinden ve savaşçılar meclisinden oluşan bir yapı olarak tanımlar (kadınların oy verme hakkı artık ellerinden alınmıştı) . Bu, gelişimin bu aşamasındaki kabileler için tipiktir.
Her ne kadar meclis tüm kararları (mızraklarını kalkanlarına şiddetle vurarak) ret ya da kabul edebiliyorsa da, savaş şefinde bir kralın embriyosunu ve yaşlılar konseyinde de bir egemen aristokrasinin ana hatlarını görürüz.
Romalı toprak sahibi egemenler senato (“yaşlılar”) içinde örgütlenmişlerdi ve Anglo-Sakson krallar bir Witan’a (“bilgeler”) danışıyorlardı, bunların her ikisi de kendi zıddına dönüşmüş demokratik bir kabile oluşumunun kalıntısıydı. Cermen kabileleri artık savaş için örgütleniyorlardı, çünkü korunmadığı takdirde elden alınma tehlikesi olan bir artı mevcuttu.
Desmond Morris (Çıplak Maymun) ve Robert Andrey (Avcılık Hipotezi) gibi yazarların görüşlerinin tersine, Leakey gibi antropologlar, insanın doğuştan saldırgan olmadığını gösterdiler. Her ne kadar ilkel komünist toplumlar, sözgelimi kıt avlanma alanları için savaşa tutuşmuşlarsa da, savaşlar ancak savaşmaya değer bir şeylerin olduğu aşamada tarihin yerleşik ve düzenli bir özelliği haline gelmeye başladı.
Tarımdan, artının üretilebildiği bir topluma doğru yapılan bir atılım olarak söz etmekteyiz. Aslında, tarımla gelen emek üretkenliğindeki artış, daha geniş bir işbölümüne olanak verdi; böylece insanlar başka şeyler üretebilecek hale geldiler. Bu nedenle tarım devrimi, teknikte (çömlekçilik ve metal işleme gibi) ve tüm toplumsal yapıda bununla bağlantılı devrimleri beraberinde getirdi.
Farklı kabileler arasında olduğu gibi kabile içinde de eşitsizlikler gelişti. Coğrafi ve diğer nedenlerden dolayı, bazı kabileler hayvan yetiştirmeye, balık avlamaya vb. yoğunlaşmaya başladılar. Tarımla uğraşanlar, artılarını (ya da daha doğrusu içlerinden bazılarının edindiği artıyı) korumak için tahkim edilmiş köyler etrafında yerleşmeye başlarken, bu balıkçılık yapan ve hayvan yetiştirenler malları mübadele etme görevini üstlendiler. Önceden, mübadele, seyahatleri esnasında birbiriyle karşılaşan kabileler arasındaki tesadüfi bir eylemdi. Bundan böyle düzenli bir durum haline gelmişti.
Metal, şüphesiz ticaretin en önemli kalemlerinden biriydi. Yahudiler, Mısır’la Akdeniz uygarlıkları arasındaki ticareti geliştiren, en ünlü hayvan yetiştirici halklardan biriydi (İncil’de İbrahim’in serveti daima sürülerle ölçülür) .
Ticaret, kabileler arasındaki dinsel törenlerde sunulan armağanlardan gelişti. Bir armağanın değerinin ölçütü neydi? İnsanlar aldıkları armağanları üretmenin ne kadar zaman aldığı hakkında birtakım fikirler oluşturur oluşturmaz, karşılığında daha fazla emek içeren ürünler vererek, armağan verenleri cömertlikte geçmeye çalışacaktılar.
Ticaret daha düzenli hale geldikçe, doğal olarak evrensel bir eşdeğer –ticarette kolayca mübadele edilebilen ve genel olarak bir değer ölçütü olarak kabul edilecek bir şey– ihtiyacı ortaya çıktı. Başlangıçta bu ihtiyaç sığırla karşılandı (Latincede “para” anlamına gelen pecunia sözcüğü, sığır anlamına gelen pecus sözcüğünden türer) . Daha sonra ticaret hızla geliştiğinde, bu ihtiyaç, ağırlığın garantisi olarak hükümdarlar tarafından basılan metal külçelerle daha uygun bir şekilde giderildi.
Dini törenlerdeki armağanlar genellikle kabilenin temsilcisi olarak şefe verilirdi. Toplumun serveti arttıkça, şef olmak zahmete değer bir şey haline geldi. Şefin evi, köydeki pazar yerinin başlangıcı haline geldi.
Metal işleme, erkeklerin eline iyi ya da kötü muazzam bir yeni güç verdi. Metal, özellikle de bakır ve bronz, nadir bulunuyordu. Bu yeni toplumların birinci ihtiyaçları, arttırdıkları yaşam standardının korunmasıydı. Elbette, önder savaşçı olarak kabile şefi, yeni stratejik malzemeden ilk yararlanan kişi olmalıydı.
Bunun sonuçları Antik Yunan şairi Homer’in efsanelerinde görülür. Homer, bronz silahlı Yunan askeri aristokratlarının ordusu tarafından kuşatılan Truva şehrinden bahseder. Savaşan ve ölenlerin çoğunluğunu oluşturan ve genelde çakmaktaşı uçlu mızraklarla silahlanan sıradan erler ordusundan çok bahsedilmez. Açıkçası onlar bir edebiyat konusu olarak görülmezler.
Homer’in antik efsaneleri, kabile şeflerinin savaş ve yağma yoluyla aristokratlara ve krallara doğru evrilmeleriyle ilkel komünizmin bir kenara itildiği bir toplumu resmeder. Bundan böyle, etkin silahlı güç tekeline, egemen bir sınıf sahipti. Böylece kabile topluluğunun gelişimi, sınıfsız eşitliğe son vererek, kendi “mezar kazıcıları”nı yaratmıştı.
Laf arasında, Cermen destanları, Cermen kabile topluluğunun çözüldüğü benzer bir aşamada ortaya çıktı. Onların kahramanlık çağları da, tıpkı antik Yunan’daki gibi, üretimin gelişimindeki benzer bir aşamaya tekabül ederek, benzer sanat biçimleri (epik şiir gibi) ve hatta benzer bir tanrılar sistemi ortaya çıkardı.
Homer’in anlattığı Bronz Çağı uygarlığı, Batı Avrupa Karanlık Çağlarına benzer biçimde, Dor akınları tarafından yok edildi. Yüzyıllarca süren bu döneme ait tarihsel kayıt bulunmamaktadır. Ama istilâcılar yeni bir şey getirmişlerdi: demir.
Demir potansiyel olarak bronzdan daha boldu. Homer’ın egemen sınıfı, onu sıradan insanı silahlandırmak için kullanamazdı, çünkü bu onları toplumsal iktidarlarının temelinden, askeri tekellerinden yoksun bırakırdı. Bunlar, hâlâ kabile hayatı yaşayan istilâcıların karşısında yıkılıp gittiler.
İstilâcıların toplumu sınıflara ayrılmamıştı. Bu nedenle hepsi demir silahlar kullanıyorlardı ve zamanlarında yenilmezdiler. Bazen insanlık ilerlemek için geri adım atmak zorundadır.
Asyatik Üretim Tarzı
Uygarlık farklı yerlerde farklı şekillerde gelişti. Son zamanlardaki keşifler, birbirinden bağımsız olarak yaklaşık aynı zamanda Hindistan ve Güneydoğu Asya’da ortaya çıktığını ileri sürse de, bildiğimiz kadarıyla uygarlık ilk olarak Mısır’ın Nil deltasında ve Mezopotamya’da (bugünkü Irak) ortaya çıktı.
Hem Mısır’da hem de Mezopotamya’da egemen sınıf, şeflerden daha çok, toplumun geri kalanı üzerinde yükselen bir rahipler katmanının tepesinden doğmuş görünmektedir. Bunun sebebi, rahiplerin, Nil sellerinin gelişini önceden haber vermeyi mümkün kılan bir takvim geliştirecek müsait zamana ve ilk defa muazzam bir artı üreten merkezi olarak planlanmış bir sulama işini geliştirecek aritmetiğe sahip olmalarıdır.
Mısırlı rahiplerin matematiğe ve astronomiye olan ilgileri tesadüfi olmayıp, üretimin gereklerinde yatmaktadır.
Marx’ın açıkladığı gibi, planlı sulama ihtiyacı yüzünden: “Sulama sistemleri (Asya toplumlarında çok önemli) , ulaşım araçları vb. gibi emek yoluyla fiilen mülk edinme sürecinin komünal koşulları, bundan dolayı üst birliğin –küçük toplulukların üzerinde asılı duran despotik hükümetin– eserleri olarak belirir.”[3]
Hiçbir şekilde köy topluluklarına karşı sorumlu olmayan Asyatik devlet, kendisini, artı-ürünü bir haraç olarak mülk edinme hakkına sahip hisseder. Bu haraç, toprak üzerindeki devlet mülkiyeti aracılığıyla zorla alınır: “... bütün bu küçük toplulukların üzerinde duran bütünleştirici birlik, üst düzeydeki mülk sahibi ya da tek mülk sahibi olarak, gerçek topluluklar ise salt babadan oğula toprağı kullanan zilyedler olarak görünebilir.”[4]
“Üretimin genel koşullarının” (sulama vb.) muhafaza edilmesi karşılığında Asyatik despotizme haraç veren köyler bütünüyle kendine yeterliydiler. Her bir köyde zanaat ve tarım birleşmişti. Dağınık köyler sömürüye karşı etkili bir şekilde örgütlenemiyorlardı, bu yüzden tüm sistem değişime karşı çok dayanıklıydı.
Bu gibi toplumların “tarih dışı” olduğunu söylerken Marx ve Engels’in anlatmak istediği şey budur. Örneğin Hindistan birbiri ardına fetihçiler tarafından istilâ edildi, ancak bu politik değişimlerin hepsi yüzeyde kaldı.
Toplumsal sistemlerinin kökenini toprakta özel mülkiyetin teşkil ettiği bir toplumdan gelen Büyük İskender’in Yunanlı varisleri Ptolemaioslar, Mısır’ı istilâ ettikleri zaman buldukları sistemi olduğu gibi muhafaza ettiler. Ne de olsa bu sistemin sağladığı gelirlerden pek memnundular.
Ancak binlerce yıl sonra İngiliz kapitalizmi Hindistan’ı istilâ edip, yerli tarımın ve zanaatların birliğini yok etmek için toprağa özel mülkiyeti sokmaya çalıştığı ve kapitalizmin önkoşullarını geliştirdiği zaman, Asyatik üretim tarzı nihayet yıkıldı. Sonuç, sulama sisteminin zayıflaması ve 19. yüzyıl boyunca yaşanan bir dizi korkunç kıtlıktı.
Asyatik üretim tarzı, ilkel komünizmin toprağın kolektif olarak işlenmesi gibi bazı özelliklerini muhafaza etmesine rağmen, sınıflı toplumun ilk gelişimine tanık oldu. Üretimi daha önce hiç olmadığı kadar yüksek bir düzeye çıkardı ve daha sonra durağanlaştı.
Böylece yerkürenin çok geniş alanlarında Batı Avrupa’da görülenden tamamen farklı bir toplum biçimi ortaya çıktı. Kölelik biliniyordu, ancak baskın üretim tarzı değildi. Batı feodalizminin tersine, artı-ürün toprak beylerinden ziyade merkezi devlet tarafından gasp ediliyordu.
Uygarlık bir kez kurulup korunduktan sonra, ister savaş isterse de ticaret yoluyla, etkilerini etrafına yaymak zorunda kaldı. Mısır ticarette her zaman dışarıya bağımlı oldu, böylece Girit uygarlığının ilerlemesini teşvik etti ve bu münasebetle Yunan sahilindeki ticaret topluluklarının gelişimine muazzam bir hız verdi. Burada uygarlık insanlığı tekrar ileriye götürebilecek üretim ilişkilerini –bireysel zenginliğe sınırsız bir teşvik sağlayan özel toprak mülkiyetini– buldu.
Antik Yunan: Kölecilik ve Demokrasi
Bu nedenle, Yunanistan tekrar tarihsel kayıtlara girdiği zaman, sınıfsal yapısı Homer zamanınkinden çok farklıdır. Kıyının dört bir yanında ticaret kentleri türemiştir. Tüm bu kentlere, başlangıçta, politik hakları tekellerine alan toprak beylerinden oluşan küçük bir egemen sınıf hükmediyormuş gibi görünür. Bu toprak beylerinin kent merkezindeki bölgelerin ilk işgalcileri olduğunu düşünebiliriz. Ticaret geliştikçe, bunların topraklarının fiyatı hızla yükselecek ve konumlarını ürün piyasasını kontrol etmek için kullanabileceklerdi. Elbette hakim konumlarını, kenar mahallelerde oturan yoksul yurttaşlara borç olarak tohum vermek ve çoğu üzerinde bir borç esaretini zorla kabul ettirmek için kullandılar. (Kırdaki insanların, topraklarını mı yoksa kendilerini mi ipotek ettiği hâlâ akademik bir tartışma konusudur, fakat sömürü şekli burada bizim için önemli değildir.)
Ticaret geliştikçe, tüccar ve zanaatçı sınıfın önemi arttı ve politik haklar için yoksul köylüyle birlikte mücadele etti. Sınıflı toplum bir kez kurulduktan sonra, savaş ve artı-üründen bir parça elde etme şansı sayesinde ana yerleşim merkezlerine yayıldı.
Yunanistan ve Roma’daki tüm kent devletleri aynı prensipler etrafında örgütlendi. Kent devleti (Yunanca’da “polis”) bir bütün olarak diğer kent devletlerine karşı birleşirken, kendi içinde bölündü.
Bu bölünme, sınıf temelinde –ve yurttaşlar ile köleler arasında– bir bölünmeydi.
Başlangıçta yoksul yurttaşlar (Roma’daki adıyla plebler) tüm politik haklardan yoksun bırakıldılar. Mücadeleleri politikti: devlet kararlarında söz sahibi olmak.
Askeri beka da bir zorunluluktu, zira devlet ordu içindeki köylülüğün desteğine bağlıydı. Zengin toprak beyi sınıfın, onlar için dövüşecek yoksul yurttaşlara ihtiyacı vardı. Yüksek sınıfın temsilcisi olan Atina’daki Solon’un (çok iyi bildiğimiz bir olay) M.Ö. 594’te toprağı pleblere tekrar dağıtmasının asıl nedeni işte budur.
Büyük ölçüde bir ticaret merkezi olan ve yoğun bir biçimde tüccar ve zanaatkâr barındıran Atina’da, sıradan insanlar en sonunda demokratik haklarının tamamını kazanabildiler. Yoksul insanlar kamu görevine alındı ve yaklaşık 5000 yurttaş, politikaları tartışmak için düzenli olarak mecliste toplandı.
Demokrasi mücadelesi birkaç aşamadan geçti. Birbiri ardına kentlerde, toprak oligarşisi önce tiranlar tarafından devrildi. Bunlar, daha sonraki tarihlerde feodal aristokrasi ile yükselen tüccar kapitalistler sınıfı arasında denge sağlayan mutlak monarklarla dikkat çekici bir benzerlik taşıyorlardı.
Mutlakıyet yanlıları gibi, onlar da politik iktidarı ele geçirmek için sınıf mücadelesinin girdiği kilitlenme durumunu kullandılar. İngiltere’deki Tudor monarkları gibi, tiranların da teminat altına aldıkları politik istikrar, sınırsız politik iktidara istek duydukça en güçlü destekçiden en azılı düşman haline gelen zengin sınıfların daha da yükselmesini mümkün kıldı. Böylece tiranlar dönemi Yunanistan’ın tüm ticaret kentlerinde “demokratik” devrimle son buldu.
Ancak Atina demokrasisi –yurttaşlar için demokrasi– yurttaş olmayan sınıfın, yani politik hakları olmayan kölelerin sömürüsünü temel alıyordu. Atina demokrasisi aslında, sömürülen köle sınıfa, zorla egemen sınıfın çıkarlarını dayatma –ve savaşta egemen sınıfın çıkarlarını savunma– mekanizmasıydı.
Polis sürekli savaş için donatılan bir kurumdu. Kent devletinin gücü, silahlanma yeteneğinde olan bağımsız köylülere (“hoplites”) dayanıyordu. Yoksul yurttaşların kenti savunmak için Perslere karşı yaptıkları Salamis deniz savaşını kazanmalarının ardından, demokrasinin zaferi Atina’da kaçınılmaz oldu. Silahlanmak için çok yoksul olmalarına rağmen, Atina donanması için kürekçilik yaptılar. Dışa doğru yayılma ve kölelerin fethedilmesi sayesinde, zengin ve yoksul yurttaşlar arasında tehlikeli bir çıkar birliği kuruldu.
Daha sonraki köleci Roma toplumuna kıyasla Yunan köleci üretim tarzı, yurttaşlar söz konusu olduğunda görece “demokratikti”. Yoksul yurttaşlar bile, çiftlikte veya işlikte kendilerine yardımcı olmak üzere ya da köle ekiplerinde çalışması için kiraya vermek üzere bir köleye sahip olabiliyorlardı.
Bu yüzden yoksul yurttaşlar üzerinde bir baskı yoktu, çünkü zenginin alternatif bir emek kaynağı vardı. Demokrasinin gelişmediği Yunan kentlerinin çoğu, toprak servetinin doğal olarak ticari zenginliklerden daha önemli olduğu ülkenin iç kısımlarındaydı.
Kölelik, emek bir artı-ürün verdiği için ancak şimdi mümkündü. Bu artı-ürüne, üretim araçlarına –bu durumda bizzat kölelere– sahip olan bir egemen sınıf tarafından el koyuluyordu. Devlet egemen sınıfın devletiydi. Tüm toplum yapısı köle emeğine dayanıyordu; sanat, kültür ve felsefenin tüm mucizeleri, sömürülen bir sınıf, köle sahiplerinin boş vakti olabilsin diye çalıştığı için mümkündü ancak.
Köleci toplumun kendi dinamikleri vardı. Başarısı, sürekli daha fazla köleye, daha fazla ödenmemiş emeğe el koyulmasına bağlıydı.
“Kölelik, başlıca üretim biçimi olduğu her yerde, emeği kölece bir etkinliğe dönüştürür, dolayısıyla onu özgür insanlar için onur kırıcı hale getirir. Bu yüzden, bir yandan kölelik üretimin daha fazla gelişmesi önünde acilen kaldırılması gereken bir engelken, öte yandan böyle bir üretim tarzından çıkış yolu kapalıdır. Bu çelişki, köleliğe dayanan bütün üretimin ve bütün toplulukların yıkımına neden olur. Çözüm, çoğu durumda, yıkılmaya yüz tutan topluluklara daha güçlü olanlar tarafından (Makedonya ve daha sonra da Roma tarafından Yunanistan’a yapıldığı gibi) zorla boyun eğdirilmesidir. Bizzat bunlar da köleliğe dayandıkları sürece, merkez sadece yer değiştirir ve süreç, sonunda köleliğin yerine başka bir üretim biçimi geçiren bir halkın fethetmesine kadar (Roma) , daha yüksek bir düzeyde yinelenir.”[5]
Bu açıklamayı örneklerle izah etmek için, köleliğin tüm potansiyelini tükettiği Roma’ya ve kendisini içinde bulduğu çıkmaz sokaktan nihayet düşe kalka çıkan Batı Avrupa toplumuna dönelim.
Roma Köleliği
Roma toplumu, eski krallarını kovduktan sonra, toprak sahiplerinin (bunlar Roma’da “patrisyenler” diye adlandırılıyorlardı ve Senatoda örgütlenmişlerdi) egemen olduğu dönemdeki Yunan kent devletleriyle başlangıçta aynı görünümü sergiler.
Toprak sahipleri başlangıçta tüm politik hakları tekellerine almışlardı. Plebler, “kabilelerin birlikten çekilmesi” biçiminde gerçekleştirilen genel tarım grevi de dahil olmak üzere, iktidarda pay sahibi olmak için muhteşem bir mücadele verdiler.
Fakat plebler sadece yoksul yurttaşlardan ibaret değildi. İçlerinde, devlet iktidarını kontrolleri altında bulunduran soylulara katılmak isteyen zengin tüccarlar da vardı. Bunlar pleb hareketinin başını çektiler ve istediklerini elde ettiklerinde onları terk ettiler.
Bu mücadelenin belirli kazanımlarından biri de borç köleliğinin yürürlükten kaldırılmasıydı. Boşluk, Roma cumhuriyetinin muazzam yayılmasıyla ve fetihler sayesinde köle yığınları edinilmesiyle dolduruldu.
Yunanistan’la fark, Romalı patrisyenlerin, onlardan zorla alınan tavizlere rağmen iktidara sıkıca sarılması ve bu köle akınının nimetlerini tekeline almalarıydı. Köle emeğiyle büyük çiftliklerin (latifundia) sömürüsünü birleştirdiler. Böyle yaparak, lejyonlar içinde örgütlenen ve Roma’nın askeri ihtişamının temelini oluşturan plebleri kaçınılmaz olarak zayıflattılar.
Malları ellerinden alınan lejyonerler yirmi yıllık askeri hizmetten sonra geri döndüklerinde, çiftliklerini ota bürünmüş olarak buldular. Kaçınılmaz olarak yıkıldılar ve köksüz ve mülksüz bir proletaryayı oluşturmak üzere kentlere sürüklendiler. Ama 19. yüzyılın anti-kapitalist toplum eleştirmeni Sismondi’nin söylediği gibi, “Romalı proletarya toplumun sırtından geçinirken, modern toplum proletaryanın sırtından geçiniyordu.”
Roma’da Gracchus kardeşler, bağımsız plebleri korumak için son bir umutsuz mücadele başlattılar. İkisi de patrisyenlerin satılık ayaktakımı tarafından kesildi.
M.Ö. birinci yüzyılda, yani cumhuriyetin son yüzyılında, Roma toplumunun krizi aslında iki yönlüydü.
Bir taraftan sınıf mücadelesi kilitlenmişti. Çelişkiler orduya sıçrıyordu. Generaller birbiri ardına, pleblerin kendi mücadeleleri yoluyla alamayacakları toprağı onlara bağışlama sözü vererek, askeri birliklerinin desteğini kendi politik hırslarının çimentosu yaptılar.
Diğer taraftan Romalı küçücük bir oligarşi, artık rüşvetçi bölge valileri ve vergi toplayıcıları vasıtasıyla bir dünya imparatorluğuna hükmediyordu. Bu egemenlik biçimi oldukça yetersiz kalıyordu ve bu yetersizlik, Roma’nın İtalyan müttefiklerinin yurttaşlık hakları için ayaklandığı Toplumsal Savaşlar döneminde gündeme geldi. Romalıların “kazanabilmesinin” tek yolu, İtalyan müttefiklerini –yurttaşlık haklarını vererek! – kendi yanlarına çekmekti.
Böylece askerler birbiri ardına iktidar boşluğuna adım attılar ve kendi iktidarlarını yavaş yavaş genişlettiler. Sonunda, Sezar Augustus, özellikle de devletin yönetilmesinde söz hakkı verdiği İtalyan toprak sahiplerine güvenerek cumhuriyeti lağvetti.
Yavaş yavaş herkes yurttaş oldu ve ayrıcalıklar anlamsız hale geldi, çünkü herkes Roma İmparatorluğunun sade tebaasıydı. Fransız imparator Napoleon Bonaparte’ın politikalarının, eleştirmenleri tarafından “Sezarizm” olarak adlandırılması boşuna değildir. Her ikisini de karakterize eden şey, tam da, kişisel iktidarlarını kurarken, sınıflarla gruplar arasındaki aynı dengeydi. Augustus’un imparatorluğu uzun bir barış dönemini başlattı. Ancak köleci bir imparatorluk için, barış savaştan daha büyük bir tehdittir. Köle kaynakları iyice kurudu ve köle fiyatları feci şekilde arttı. Roma kendi doğal sınırlarına ulaşmıştı. Etrafı “barbarlar” olarak bilinen kabileler tarafından kuşatılmıştı ve Roma onları yenememişti.
Roma İmparatorluğunun Çöküşü
Bu durumda, köleci üretimin sınırları kendini gösteriyordu. Kölenin üretimi geliştirmek için hiçbir nedeni yoktur. O sadece kırbaç tehdidiyle çalışır. Özgür insanlara gelince, onlar da, Romalı hukukçuların köleleri adlandırdıkları gibi, bir “instrumentum vocale”, “sesli bir mal varlığı türü” olmakla özdeşleştirdikleri emeği küçümserler.
Roma toplumunun trajedisi, sınıf mücadelesinin üç köşeli olmasıydı. Yoksul özgür insanlar büyük köle sahiplerinden şikayetçiydiler, ama sıkıca sarılmaları gereken tek dokunaklı itibar kırıntısı özgür olmalarıydı ve bu nedenle köleler için toprakları fethederken ve köle ayaklanmalarını bastırırken, devşirilen orduda ezenlerle birlikte daima ortak dava güdüyorlardı.
Kölelere gelince, onlar da köleliğin evrensel olduğu bir dünyada, kölesiz bir dünya yaratmak için değil, “köle sahiplerini köleleştirmek” rüyasıyla yaşıyorlardı.
Bu muazzam imparatorluğu bir arada tutma yükü, artı-ürünün büyük bir kısmını vergiler halinde iç eden aşırı şişkin bir devlet iktidarı yaratıyordu. Emperyal despotizm tarafından yaratılan atomize insanlar arasında merkezi bir tarzda hareket etme yeteneğine sahip tek kendine güvenen güç orduydu. Yüz yıl boyunca muhafız alayı istediği kadar imparator yarattı ve devirdi.
İmparatorların bundan kurtulmak için tek çıkış yolu vardı: lejyonları sınırdan geri çekmek ve Roma’daki muhafız alayının üzerine yürümek. Tüm bunlar çelişkileri daha büyük ölçekte yeniden üretti.
İmparator Septimus Severus öldüğü zaman, oğullarına şu özlü politik aklı verdi: “Askerlerin parasını ödeyin. Gerisi sorun değil.” Devletin, özünde, “silahlı insanlardan oluşan bir teşkilat” olduğu gerçeği, Roma İmparatorluğundaki hiç kimse için bir sır değildi.
Üretim azaldıkça doğal olarak ticaret de azaldı ve toprak sahiplerinin villaları, onların yerini alacak olan Orta Çağ manorları (malikaneleri) yönünde gelişerek, gittikçe daha çok kendine yeterli hale geldi. Paradan kaçış, üçüncü yüzyılın sonundaki enflasyonla daha da arttı. İmparatorlar, ayni vergiler talep ederek, zarardan kaçınmayı güvenceye aldılar.
Bunlar aynı zamanda, artık politik güçten yoksun kalmış olan patrisyen (toprak sahibi) sınıfı, binalara ve arenalara büyük miktarlarda para harcamaya zorlayarak sıkıştırıyorlardı. Toprak sahipleri buna, kıra kaçarak ve kendine yeterli kır malikanelerini kurarak yanıt veriyorlardı.
Kölelik ölmeye başlamıştı, ancak Hıristiyanlık tarafından ileri sürülen güya insani fikirler yüzünden değil, sadece artık kârlı olmadığı için. Köleci üretimin toplumu ileri götürebilmesinin tek yolu, birkaç yıl ölümüne çalıştırılabilen ve sonra değiştirilebilen çok sayıda kölenin ele geçirilebilmesiydi.
Bu fetihler, silahlı pleblerden oluşan Roma lejyonları tarafından mümkün kılınmıştı. Ama plebler, köle çalıştıran büyük çiftliklerin başarısıyla yok edilmişlerdi.
Artık Romalılar, ordularını güçlendirmek için sadece barbar paralı askerleri bulabiliyordu. Böylece Roma’yı barbarlardan barbarlar koruyordu! Açıkçası imparatorluk fazladan yaşıyordu.
Kölelik, özellikle zenginlerin ev içi hizmetlerinde hâlâ önemli olmakla beraber yavaş yavaş hakim üretim tarzı olmaktan çıktı. Üretim ve ticaret daraldıkça, tarım işinin doğal ritminden dolayı yılın yarısında işsiz olan insanları tarlalarda çalıştırmak için bütün yıl boyunca beslemenin anlamsız olduğu, toprak sahipleri için açık hale geldi. Durgun dönemlerde onları kendi başlarının çaresine bakmaya mahkûm etmek çok daha iyiydi!
Daha önce köle olanlara, ürettiklerinin düzenli bir kısmını toprak sahibine vermek zorunda oldukları ve ailelerinin geçimini de güçlükle sağladıkları bir toprak parçası kiralanıyordu. Devlet de gelirinin çoğunu, köylülere zorla dayatılan toprak vergisinden çıkarıyordu.
Bir süre sonra, kötü hasat zamanlarında borca girme doğal eğilimleri yüzünden, köylüler serfleri andırır bir halde toprağa bağlandılar. Bu “kolonluk” dönemi olarak adlandırılır.
Neticede Batı İmparatorluğu, barbarların daha saldırgan ve tehdit edici olmaları yüzünden değil, imparatorluğun iç çürümesi yüzünden yıkıldı. Üretici güçlerin zaten gerileme içinde olduğunu görmüştük; ve kolonlukta, feodalizm altında meyve veren bazı eğilimler doğuş sürecine girdi.
Feodalizme Geçiş
Batı Avrupa’daki Cermen (barbar) istilâlarından sonra ortaya çıkan yeni toplum, gerileyen Roma uygarlığı ile sınıflı topluma evrilme sürecindeki Cermen kabile topluluğunun bir senteziydi.
Eski Yunan uygarlığına yönelik Dor istilâsı gibi, bu da geriye bir adım gibi görünüyordu. Üretimdeki düşüş toplumsal hayatın tüm alanlarını etkiledi. Günümüze kadar gelen bazı Karanlık Çağ kayıtları (Tours’lu Gregory’nin yazdığı Frankların Tarihi gibi) , her türden gülünç mucizeye –Romalı patrisyen bir tarihçinin katıla katıla güleceği bir durum– çocukça inanıldığını göstermektedir.
Sanatın ve kültürün tüm kazanımları, sadece kilise kurumlarında ölü vaziyette varlığını sürdürdü. Ancak barbarlar yeni fikirler ve bir kez daha ilerleme olanağını da getirdi. Tek bir örneği ele almak gerekirse, Cermenler toprak yüzeyini kazımaktan çok altüst eden ve böylece tahıl miktarını arttıran ağır bir pulluk geliştirmişlerdi.
Bu süre zarfında Cermen kabileleri arasında neler olmuştu? Romalılar “böl ve yönet” taktiğiyle şaşırtıcı bir zaman dilimi boyunca kendilerini korumuşlardı. Sadece kabilelerin aralarını açmakla kalmamış, aynı zamanda kabile içinde rüşvetle satın alınan ayrıcalıklı bir elit yetiştirmek için lüks maddelerin ticaretini bilinçli olarak geliştirmiş ve böylece kabileyi kendi içinde bölmüşlerdi.
M.S. birinci yüzyılın başlarında Tacitus, pek çok kabilenin demokratik yapısını betimledikten sonra, deniz ticaretiyle uğraşan bir halk olan Suionlar ile devam eder:
“Servete de büyük saygı gösterilir; ve bu nedenle tek bir hükümdar, sınırsız bir iktidarla ve sorgusuz sualsiz bir itaat talebiyle yönetir. Silahlar, Almanya’nın geri kalanında olduğu gibi, herkese verilmeyip, gerçekte köle olan muhafızın gözetimi altında tutulur... aylak silahlı insan kalabalığı kolayca sorun çıkarır.”
Kabile topluluğunun devleti olmadığı için, gençleri akınlara gitmekten alıkoyma olanağı yoktu. Hepimiz kovboy filmlerinden, yaşlı Apaçi şefinin Yedinci Süvari Birliğinin albayına bu prensibi açıklarken yaşadığı problemleri biliriz. Ama kapitalist fethe karşı Kızılderili direnişi mahkûm edilirken, çöken Roma İmparatorluğu üzerine düzenlenen akınlar pek güzel işlerine geliyordu.
En cesur gençlerin etrafında maiyetler toplandı. Bu silahlı maiyetler böylece, kabilenin iradesine değil bir bireyin iradesine bağlandılar. Ganimet hediyeleriyle liderlerine bağlandılar. Onlar kabile topluluğunun sonunun başlangıcıydılar, yavaş yavaş daimi silahlı bir aristokrasi haline geldiler ve liderlerini krallığa yükselttiler.
Bu askeri aristokrasi Romalı toprak sahiplerini mülksüzleştirdi ya da Roma İmparatorluğunun topraklarına girdikçe onlarla birleşti.
Bu broşürün amacı Batı toplumunun sonraki birkaç yüzyıl içinde geçirdiği tüm değişimleri detaylı bir şekilde incelemek değildir. Ancak merkezileşen Roma İmparatorluğunun kaybolan ihtişamının yerini almak için yapılan en ciddi girişime, Şarlman’ın Frank İmparatorluğuna ve ona ne olduğuna göz atmak öğretici olacaktır.
Şarlman Avrupa’da geniş topraklar fethetti ve kontlar tarafından yönetilen eyaletler kurdu. Fetihlerini gerçekleştiren ordulara yiyecek sağlamak için, eskiden özgür olan Frank köylülüğü (“Frank” özgür anlamına gelir) giderek serf statüsüne düşürüldü.
Bu girişimler toplumun üretici kaynaklarının taşıyabileceğinden daha büyüktü. Üretkenlik düşük olduğu için, ulaşım araçları ilkeldi. Şarlman’ın halefleri döneminde, imparatorluk içe doğru patladı, Normanlar, Vikingler ve Sarazenler tarafından istilâ edildi ve çökme noktasına geldi.
Yerel kodamanlar, toprağın korunması karşılığında, her yere kaleler inşa etme ve yerel köylerin tartışmasız lordları haline gelme fırsatını elde ettiler.
Şarlman’ın halefleri, silahlı adamlarına hediye ve yatacak yer yerine toprak vererek ve karşılığında askeri hizmet ve hükümranlığın tanınmasını talep ederek, durumu kabul etmek zorunda kaldılar. Bu ölçü, toprağın zenginliğin esas biçimi olduğu bir toplumsal aşamayı gösteriyordu. Toprak üzerindeki hakimiyet onlara artı-ürün ayrıcalıklarının kapısını açmıştı.
Feodal Toplum
Feodal toplum, böylece, yukarıdakilerin toprağın hakimiyeti karşılığında aşağıdakilere dayattığı bir askeri yükümlülükler piramidi biçiminde ortaya çıktı.
Tüm yapı, lordların topraklarında çalışan köylülerin ödenmemiş emeğine dayanıyordu. Kölelerin tersine, onlar lordun malı değildi. Feodalizm düzensiz gelişti. Köydeki bazı insanların toprakları çok küçüktü ve hâlâ lordun toprağında çalışan köleler ya da hizmetkârlar olarak yaşamlarını sürdürüyorlardı. Daha özgür köylülerin işleyecek toprakları vardı ve ayni rant ödemek zorundaydılar. Diğerlerinin bir ara statüleri vardı, bunlar kendi geçimlerini sağlamak için küçük toprak parçalarını işliyor ve zamanın geri kalanında lordun toprağında emek hizmeti vermek zorunda kalıyorlardı.
Feodalizm altında sömürü açık ve örtüsüzdür. Köylüler lordlara hizmetlerini para, emek ya da ürün olarak öderler. Ne olup bittiğini herkes görebilir. Eğer lord köylüyü toprağında üç gün yerine dört gün çalışmaya zorluyorsa, sömürü oranının arttığı her iki taraf için de açıktır.
Kölelik altında, tersine, kölenin kendi geçimini sağlamak için çalışmak zorunda olduğu çalışma haftası bile ödenmemiş görünür. Bu yüzden köle karşılıksız çalışmış görünür. Kapitalizm altında, ücretli işçiye emeğinin değeri olarak gösterilen bir miktar para ödenir. Tüm emeğin karşılığı ödenmiş görünür.
Bu üç sistemde de üretici sömürülür: ancak sömürünün kendine özgü biçimi en sonunda toplumun tüm yapısını tayin eder.
Feodalizm altında devleti oluşturan “silahlı adamlar topluluğu”, çoğunlukla silahlı güç tekeline sahip olan egemen sınıftan çıkıyordu. Böylece ekonomik ve politik iktidar aynı ellerdeydi.
Köydeki adalet genellikle lordun malikâne mahkemesinin elindeydi. Feodal lord ve onun silahlı adamları, hepsi birbiri içine geçmiş olan polis, hakim ve cellâtlardı.
Geriye bakınca, feodalizmi durağan bir sistem olarak görme eğilimindeyiz. Kapitalizmle karşılaştırıldığında şüphesiz öyledir. Ancak feodalizmin sağladığı istikrar altında ciddi ilerlemeler yapıldı.
Örneğin, İngiltere’nin nüfusu 1066 ile 14. yüzyıl arasında muhtemelen ikiye katlandı; bu üretimdeki ilerlemenin bir belirtisidir. Geniş orman alanları ve işlenmemiş toprak ilk kez sabanla işlendi. Doğu Avrupa’nın uçsuz bucaksız bölgeleri feodalizm tarafından sömürgeleştirildi.
Feodalizm üreticiye üretimi kendi yararına genişletmesi için sınırlı bir teşvik sağladı. Tarımı ve sömürgeleştirmeyi geliştirmeye bazen lord önayak oldu, bazen de köylü. Bu sınıf mücadelesine bağlıydı. Lordun eğilimi, köylülerin toprak parçalarını asgariye indirmeye, ortak toprakları işgal etmeye ve serf statüsünü dayatmaya çalışmaktı. Öte yandan köylüler, feodal aidatların asgari bir kiraya indirilmesiyle ilgileniyorlardı.
Su ve rüzgâr değirmeni gibi yenilikler, bu yeni sistem altında başladı. Lord, değirmeninin belli bir süre kullanımı için fahiş fiyatlar isteyerek, bu ilerlemenin tüm faydalarının üstüne oturmaya teşebbüs edecekti.
Avrupa kıtasında, Orta Çağın sonlarında, bu “banaliteler”[6] feodal gelirin ana biçimiydi. Daha çok üretme güdüsü, ister lordun lüks harcamalar için daha çok gelir tutkusundan ileri gelsin, isterse köylülerin bağımsız çiftçiler olarak işe başlama hırsından ileri gelsin, üretim tedrici olarak ilerliyordu.
Ama feodalizm de, kendinden önceki kölelik gibi, üretkenliğin gelişmesini sınırlandırıyordu. Kuşaklar boyunca tarımsal üretkenlik büyük oranda durgun kaldı. Feodal lordların daha çok servet kazanmalarının en kolay yolu daha çok insanı sömürmekti. Bu nedenle, nihai etkisi üretici güçleri israf etmek ve yok etmek olan savaş için daimi bir itici güç vardı.
Orta Çağ Kentleri
Sınıflı toplumun önceki biçimleri gibi feodalizm de, gelişimi sırasında kentlerde yeni bir toplumun tohumlarını üretti.
Roma kentleri feodal Orta Çağ kentlerinden daha büyük ve daha etkileyiciydi, ancak aynı gelişme olanaklarına sahip değildi. Roma kentleri, lüks malların ticaretini yapan toprak sahiplerinin toplanma yerleri olarak ve çevresindeki kırı soyan idari merkezler olarak yola çıkmıştı. Orta Çağ kentleri ise zanaat ve ticaret merkezleriydi.
Üretkenlik geliştikçe, ticaret zorunlu olarak büyüdü. Karanlık çağlarda aristokratların evlerine ve manastırlara bağlı olan zanaatkârlar, kırsal bölgelerle daha hızlı ve bu nedenle de daha ucuz üretilebilecek ya da sadece yetenekli uzmanlar tarafından üretilebilecek malların ticaretini yapmak için bir araya geldiler.
Bu kentler başlangıçta ister yeni bir ticari sınıfın embriyosu tarafından isterse de yeni gereksinimleri sömürmek için ilerici feodal lordlar tarafından kurulmuş olsun, yeni bir eğilimi temsil ediyorlardı. Evrensel egemenlik ilişkilerinin ve feodalizmin uşaklık ruhunun tersine, bunlar feodal lordların temsilcilerinden birinin “yeni ve iğrenç bir isim” olarak adlandırdığı komünü ortaya çıkaran tüccarların özgür birliğiydi.
Bu kentlerde üretim ve ticaret, zanaat dallarına ayrılan loncalar halinde örgütlendi. Bunlar üretimi, fiyatları ve kaliteyi düzenlemeye çalışıyorlardı.
Kara Ölüm (on dördüncü yüzyılda Avrupa’ya yayılan korkunç veba) Polonya’ya uğramadan geçtikten sonra, loncalar daha fazla kutsal gün kutlayarak tanrıya şükretmeye karar verdiler. Aslında yaptıkları şey, şüphesiz, siparişlerin azalması nedeniyle işi paylaştırmaktı.
Loncalar eşitler arasındaki birlikler olarak işe başladı, ama kentler daha iyi bir yaşam uman mülteci serflerin sürekli akını yüzünden hacimce büyüdükçe, lonca ustaları, ustaların kendi saflarına katılmasını daha zor hale getirebiliyorlardı.
Aynı zamanda, tüccar loncalar da, bir kent eliti haline gelmek için zanaat loncaları üzerindeki konumlarını kötüye kullanabiliyorlardı. Orta Çağın sonunda gerçekleşen, yoksul zanaatkârların meclisin yönetiminde söz hakkı elde etmek için çıkarttıkları bir dizi ayaklanmaya kadar, birçok kente küçücük bir oligarşi hakimdi.
Bu doğal farklılaşma meta üretimiyle yeniden üretildiği için, oligarşi zamanla ilk statüsünü tekrar kazandı. Aynı zamanda tüm kentler toprak sahibi sınıftan hürriyet ayrıcalığını almak için savaşa girişti.
Emeğin üretkenliği arttıkça, ticaret de artıyordu, pazar için üretim, meta üretimi ve para ekonomisi de öyle. Giderek daha çok tahıl ürünü, kentleri beslemek amacıyla satış için üretildi. Bir köylüler katmanı, akranları pahasına zengin oldu ve pazara üretim yapan toprak sahibi çiftçiler olma tutkusuna kapıldılar.
Bununla birlikte, İngiltere’de, üretimin pazara yönlendirilmesine asıl önayak olanlar feodal lordlardı. Yün üretimi önem kazandığı için, lordlar ortak toprakları gasp etmeye ve köylüleri mülksüzleştirmeye uğraşacaklardı.
İngiltere’de serflik genel olarak on dördüncü yüzyılın sonlarında ortadan kalktı, ama toprak köleliğinin yerini kısa vadeli kiralamalar aldı, giderek artan bir yoksul köylü ordusu dışarıya atıldı ve serseriliğe (geçimini sağlamak için aylak aylak toprakları dolaşmaya) zorlandı.
On yedinci yüzyılda, nüfusun dörtte birinden fazlasının dilenmekten başka geçim aracının olmadığı hesap ediliyordu. İlerleme, her zaman olduğu gibi, sıradan insanların sırtından başarıldı.
Feodalizm Altında Sınıf Mücadelesi
Soylularla plebler arasındaki sınıf mücadelesi politikken, devlet iktidarına erişmekle ilgiliyken, feodal sınıf mücadelesi esas olarak ekonomik düzlemde yürüdü.
Toprak sahipleriyle köylüler arasında sürekli ve dur durak bilmeyen bir mücadele gerçekleşti. Bazen bu, devrimci kavgaya döküldü. İngiltere’deki 1381 Köylü Ayaklanması, bu olayların en dikkate değer olanıdır.
Kara Ölümden sonra, köylüler emek kıtlığından dolayı güçlü bir konumdaydı. Toprak sahipleri geleneksel yükümlülükleri daha büyük bir şiddetle dayatarak kayıplarını telâfi etmeye kalkıştılar. Bu toplumsal bir patlamaya neden oldu.
Öncü devrimci köylülüğün güneydoğunun ticari ürün bölgelerinde olması çok anlamlıdır. Ticaretin gelişmesi ulaşımı da geliştirdi ve geniş alanlardaki insanların birbirine bağlanmasını sağladı. Ayaklanma, yakın hedeflerinde başarısız olsa da, feodal lordların yağma tutkularının gerilemesine neden oldu.
Köylülük birbiriyle kavgalı dağınık bir sınıf olduğundan, ayaklanma temelde başarısızlığa uğradı. Kral II. Richard onları “kendi otlaklarına geri dönmeleri” için sıkıştırdı ve en zayıf noktalarından vurdu. Köylülüğün sürekli bir seferberlik durumunda tutulması mümkün değildi. Üretimin gelişkinliği, nüfusun çoğunluğu toprağı işlemek zorundayken, sadece küçük bir azınlığın savaşçı olarak tutulabildiği bir noktadaydı
Aynı dönemde Fra Dolcino önderliğinde gerçekleşen İtalyan köylü ayaklanması bunu gösterir. Dini fikirlerle süslenmiş olsa da, köylülüğün ileri kesimleri ilkel komünist özlemler geliştirmişlerdi.
Fra Dolcino ve taraftarları İtalyan Alplerine çekildiler. Beslenmek ve kendilerini korumak zorundaydılar. Saflarında, korkaklar ve hainler arasında bölünmenin başlaması, moral bozukluğuna ve yenilgiye yol açtı.
Bu örnekte, feodalizmin kurumlarının üretici güçlerin o sırada varolan durumuna nasıl da karşılık geldiğini görebiliriz. Geçmişin acıları insanoğlu için zorunlu bir doğum sancısı olmuştur.
Feodalizmden Kapitalizme
Marx, feodalizmin çözülme ve kapitalizmin ortaya çıkma sürecini “ilkel birikim” olarak adlandırır. Bu süreç, bir taraftan toprak yerine para halinde servet biriktirme süreciyken, diğer taraftan mülksüz bir proletaryanın yaratılması sürecidir. Bu, üreticilerin kendi geçimlerini sağlayabildikleri araçlardan ayrılmasıdır.
Feodal köylülüğün toprağa bağlı olduğunu görmüştük. Bu onlara kıtlık zamanları dışında mütevazı bir hayat garantisi veriyordu.
Yol açtığı tüm güvensizlik nedeniyle, zorunda olmadıkça hiç kimse para için çalışmaz. Emperyalistlerin Afrika’da kelle vergisi almaya başlamalarının ve Güney Afrika’da olduğu gibi, Afrikalıları bir ücretli emek kaynağı olmaya zorlamak için çorak rezervasyon bölgelerine sürüklemelerinin sebebi budur. Bu nedenle, özel mülk sahiplerinin elindeki toprak tekeli, kapitalizmin gelişiminin bir koşuludur.
İngiltere’de köylülerin mülksüzleştirildiği süreç Marx tarafından Kapital’de anlatılır. Toprağın üçte birinin Kilisede olduğu bir dönemde manastırların dağılması muazzam bir yoksul eski keşişler kitlesi yarattı. Bundan önce de, Güller Savaşından sonra feodal maiyetin dağılması gaddar bir serseri sınıf yarattı.
Ancak mülksüzleştirmenin ana kaldıracı, arazi sahiplerinden oluşan bir parlamento tarafından Çitleme Kanunları olarak adlandırılan özel Parlamento Yasalarının kabul edilmesiydi. Bu düpedüz yasal bir hırsızlıktı. Yün ticaretinin arttığı bir zamana denk gelmişti ve toprak sahipleri koyun sürülerini otlatmak için daha fazla toprak istiyordu. Eskiden muhtemelen beş yüz kişinin oturduğu toprağın, toprak beyinin toprağı olmasına karar verildi ve köylülerin yerini birkaç çoban aldı.
Bu süreç vahşice olsa da, eski verimsiz şerit sistemini[7] ortadan kaldırarak ve rasyonel tarımın temelini döşeyerek topraktaki üretimi ilerletti. Sonra, sanayi devriminin avantajları, modern makineler, bu büyük çiftliklere uygulanabildi.
İlkel birikim sürecinin bir diğer kutbu da para birikimiydi. Sermayenin ilk biçimleri, sanayi sermayesinin üretimi dönüştürmesinden önce, tüccar sermayesi ve tefeci sermayesiydi.
Amerika’nın İspanyol yağmacılar tarafından “keşfedilmesi” dünya ticaretinin eksenini kaydırdı. “Yeni Dünya”da büyük servetler kazanıldı.
İspanyolların altın aramasına korkunç bir vahşet eşlik etti. Onların egemenliği altında, 1492’de bir milyon olan San Domingo Kızılderililerinin nüfusu 1530’da on bine düştü. Küba’da yerli nüfus 1492’de 600.000 iken 1570’te sadece 270 haneye düştü.
Tüccar kapitalist güçler gaddarlıkta birbirleriyle yarışıyorlardı. Uzun zaman önce öldüğü düşünülen kölelik, dünya pazarına hizmet eden madenlere ve plantasyonlara emek gücü sağlamak için bir rönesansa uğradı.
Aynı zamanda, Orta Çağ sonlarında, güçlülerin artan para ihtiyaçlarını karşılayan, Fuggerlar gibi büyük banker ailelerinin yükselişine tanık olundu. Şövalyeler, prensler ve feodal maiyet, onlara sunulan yeni lükslerden geri kalamazlardı. Toprağa dayalı üretim ilişkilerinin, üretici güçlerin gelişimi önünde bir engel olduğunun çok açık bir kanıtıydı bu.
Monarşi de daha fazla paraya ihtiyaç duymaya başlıyordu ve borç almaya başladı. O nedenle bu dönem her ulusun ulusal borcunu arttırmaya başladığı dönemdi. Bugün hâlâ yaşadığımız ve İngiltere’de şu anda yaklaşık 100 milyar sterlin olan (1983) bir sorun.
Orta Çağın sonlarında, Batı Avrupa ülkelerinin çoğunda, İngiltere’deki Tudorlar gibi mutlak monarşiler türedi. Bu monarşiler eskinin toprak sahibi egemen sınıfı ile umut vaat eden kapitalistler arasında denge sağlıyorlardı.
Başlangıçta, ticaretin ve bu nedenle kapitalizmin gelişebileceği güçlü, istikrarlı ulus-devletler kurarak toplumu ileri götürdüler. Yurtdışında sömürgelerin fethedildiği savaşlarda tüccarların çıkarlarını savundular.
Aslında monarşiler kendi çıkarlarının peşindeydiler ve ancak kapitalistlerle toprak sahipleri arasındaki sınıf mücadelesinin kilitlenmesi sayesinde palazlanabilmişlerdi. Kapitalizm daha da geliştikçe, yükselen kapitalist sınıfın içinde, büyüyen ekonomik gücüne uygun bir politik güç tutkusu uyandı. Kapitalizmin egemenliğini sağlamlaştırmak için, saltanat süren mutlak monarşileri hedef alan burjuva devrimler gerekliydi.
Tarımdaki gelişmelere paralel gelişmeler, zanaatsal üretimde de gerçekleşti. Loncaların başlangıçta üretimdeki ilerlemeyi kurumsallaştıran üretim ilişkilerini nasıl yansıttığını daha önce görmüştük. Loncaların dışındaki kapitalistler devamlı genişleyen pazarlara üretim yapmak için ücretli emeği harekete geçirmeye başladıkça, bunlar bir engel haline geldiler.
Loncalar fiyatları yüksek tutmak için üretimi sınırlandırma ilkesini işletiyorlardı ve saldırılara direnmek için geleneksel ayrıcalıklarını kullanıyorlardı. Tüccar kapitalistler, ufak toprak parçalarında yarı işsiz durumda olan köylülerin artı-emeklerini yutmak için köylü evlerine daldılar. Bu evlere dokumacılığı “yerleştirmeye” başladılar.
Köylülük, dokumacılık gelirlerine giderek daha çok bağımlı hale geldi. Tüccarlar sadece hammadde ve pazar sağlamaya çalışıyorlardı ve köylülere, tezgâhlara ve hatta kulübelere bile sahip olabiliyorlardı. Pazarlar üzerindeki kontrolleri sayesinde üstünlüğü ellerinde tutuyorlardı.
Bu, feodal köylülüğün proleter konuma düşürüldüğü bir diğer önemli süreçti.
16. ve 17. yüzyıl boyunca, zanaat atölyeleri kuruldu. İşin basit süreçlere bölünebileceği görüldü. Adam Smith, “Ulusların Zenginliği” adlı kitabına, eski yöntemlerle karşılaştırıldığında daha ucuza ve daha büyük miktarlarda üretilebilen toplu iğne yapımındaki işbölümünü açıklayarak başlar.
Daha da ötesi, işin yinelenen basit görevlere bölünmesi, el emeğinin yerini makinelerin almasını mümkün kıldı. Üretimi bulduğu gibi alarak işe başlayan kapitalizm, üretim aletlerini devrimcileştirmeye başlıyordu.
Kapitalizm dünya ekonomisi üzerindeki hakimiyetini hiçbir engelle karşılaşmaksızın kolayca kurmadı. Yeni uyanan üretici güçler, eski üretim ilişkilerine başkaldırmıştı. Bunların aşılması ve üretici güçlerin gelişim aşamasına karşılık gelen yeni üretim ilişkilerinin kurulması gerekiyordu.
Bu burjuva devriminin göreviydi. 1640’lardaki İngiliz Devrimi, 1776 Amerikan Devrimi ve 1789-94 Fransız Devrimi, kapitalizmin dünya ölçeğindeki egemenliğinin temellerini kuran belirleyici mücadelelerdi.
Peki bu burjuva devrimlerin görevi tam olarak neydi?
Feodalizm artık egemen olmamasına rağmen, toprak sahiplerinin çıkarları meta üretiminin önünde bir engel olarak duruyordu.
İngiltere’de toprak sahibi kibar tabaka pazar için üretime geçmesine rağmen, Fransa’da 1789’a kadar aristokrasi artının büyük bir bölümünü rant olarak yedi ve malların serbest dolaşımı üzerinde her çeşit geçiş ücretini zorla kabul ettirmek için ayrıcalıklı konumundan yararlandı.
Bu herkes için fiyatları yükseltti ve burjuvazinin aristokrasiye karşı koyarak bir bütün olarak ulusun çıkarlarını temsil etme iddiasında bulunmasını mümkün kıldı. 1789’da Parisli kitlelerin Bastille’i zaptetmesine kadar, örneğin Paris’e yiyecek girişi feodal bir ayrıcalık olarak bir geçiş ücretine tâbi idi.
Fransa, eski aristokrasinin tamamen kenara süpürüldüğü burjuva devriminin klasik ülkesiydi. Giderek pazar için daha çok üretim yapan köylülük, 1789 burjuva devriminden sonra, tutkulu bir kapitalist sınıfa ve mülksüz bir kırsal ücretli emekçi sınıfına bölünme eğilimindeydi.
Kapitalizmin, yeni üretim tarzının gelişebileceği bir çerçeve olarak merkezi ulusal ekonomileri kurma görevi de vardı.
Almanya 19. yüzyıl gibi geç bir dönemde, kapitalist üretim için istikrarlı bir ulus-devlete sahip olunması gerektiğini gösterdi. Almanya, 1848 devrimi arifesinde hâlâ her biri kendi para birimi, kendi geçiş ücreti ve gümrük tarifeleri, kendi ölçü birimleri, toprak yasaları ve yerel ulaşımı olan otuz üç küçük devlete bölünmüştü.
Açıkça, küçük devletlerin yarattığı bu karışıklık, Alman sanayi ve ticaretindeki büyük ölçekli gelişimin önünde içinden çıkılmaz bir engel oluşturuyordu. Arkasındaki yeni işçi sınıfından duyduğu korku yüzünden, Alman burjuvazisinin “kendi” devrimini yapamaması, bu görevlerin –modern bir kapitalist ulus inşa etme gerekliliğini gören– Bismarck etrafında toplanan Prusyalı junkerlerin (toprak sahipleri) hegemonyası altında gerçekleştirilmesine neden oldu.
Öte yandan, Britanya ve Fransa’da, kapitalist gelişimin çerçevesini geliştirme ilerici görevlerinden biri olarak, ulusal birlik zaten esasen mutlak monarşiler tarafından gerçekleştirilmişti.
İlerlemeye karşı direnen tek kesim eski aristokrasi değildi. Toplumu aslında ileri götürmüş olan kapitalistlerin bir kısmı da, giderek daha gerici hale geliyordu. Zengin tüccarlar krallar üzerindeki nüfuzlarını ticarette tekel sağlamak için kullanıyorlardı. Metaların fiyatını yükseltmek için ayrıcalıklarını kullanıyorlardı.
Serbest ticaret için mücadele etmek zorunda kalan daha küçük tüccarlar ve kentli kitleler, bu gerici kapitalistlere karşı koydular. Aynı şekilde büyük tefeciler, servetlerini, kraliyete borç vererek yaptılar ve böylece monarşiye bağımlı hale geldiler.
Bir bütün olarak kapitalist sınıf, devrimini tamamlamak üzere ihtiyaç duyduğu politik gücü elde etmeye çalışmak için artık yeterince güçlüydü. Mutlak monarşiler, ticaretin yayılmasını savunan bir kalkan olmaktan çıkıp, bir engel haline gelmişlerdi. Ortadan kaldırılmaları gerekiyordu; ve zanaatçı ve küçük çiftçi kitleler, bu işi kapitalist sınıf için yapmak üzere seferber edildiler.
Kapitalizm
Kapitalistler, servetlerini toprakla ya da kölelerle değil parayla ölçerler. Para servetin üretime yönelmesi, insanlık için binlerce yıl önceki tarım devrimi kadar önemli bir dönem olan sanayi devriminde gerçekleşti.
Kapitalizm de, feodalizm veya kölelik gibi bir sömürü sistemidir. Onun ayırt edici özelliği, sistemlerinin doğası gereği, kapitalistlerin, artı-değeri tüketmekten ziyade büyük bölümünü tekrar üretime geri yatırmak zorunda olmalarıdır.
Kapitalizm bu yüzden ilk dönemlerde görülmemiş bir dinamik kazanır. Feodal lordların hiç bitmeyen savaşlar yoluyla yapmaya çalıştığı gibi, yalnızca daha çok insanı sömürmek yerine, kapitalizm insanları daha çok sömürür, emek üretkenliğini geliştirir.
Böyle yaparak bir bolluk toplumuna ve böylece de sömürenle sömürülen arasındaki bölünmeyi tamamen ortadan kaldırmaya olanak sunar. Başka bir deyişle, bizzat kapitalizmden daha yüksek aşamadaki bir topluma olanak sunar.
Kapitalizm kendisini egemen kapitalist sınıfın elindeki üretim araçlarının tekeline dayandırır. İnsanların büyük çoğunluğu, kapitalist sınıf tarafından dayatılan koşullarda çalışmadıkça, yaşam araçlarından yoksun kalırlar.
Biçimsel olarak, ücretli işçiler yaptıkları işin karşılığını alıyormuş gibi görünür. Gerçekte ise feodal serf ya da köleler kadar çok sömürülürler.
Kapitalizmde emek-gücü (işçinin çalışma kapasitesi) başka herhangi bir şey gibi bir metadır, çünkü pazarda alınır ve satılır. Kendi sahibi, yani işçi tarafından satılır ve paranın sahibi, yani kapitalist tarafından alınır.
Ancak emek-gücü bu bakımdan diğer metalardan farklıdır: değer yaratma eşsiz özelliğine sahiptir. Kapitalistin işine yarayan da budur, bu nedenle emek-gücünü satın alır (işçi çalıştırır) .
Emek-gücü üretim içinde tüketildikçe (işçiler işe koşuldukça) , kapitalistin emek-gücü için ücret olarak ödediğinden daha fazla değer yaratılır. Kapitalist kârın kaynağı budur.
Eğer emek-gücü kapitalistin satın alabilmesi için pazarda hazır ve nazır bulunmak zorundaysa, onun üretilmesi gerekir. “Birey göz önünde bulundurulduğunda” diye yazar Marx, “emek-gücünün üretimi, onun kendisini yeniden üretmesinden ya da varlığını devam ettirmesinden ibarettir.” Marx hemen arkasından bu devamlılığın “tarihsel ve manevi bir öğe de” içerdiğini ekler; yani bir işçi ailesinin kendi varlığını devam ettirmesi ve çocuklarını yeni bir ücretli işçi kuşağı olarak yetiştirmesi için gerekenler, bu toplumdaki işçi sınıfı için kabul edilebilir olan ve mücadele yoluyla tesis edilmiş yaşam standartlarına bağlı olacaktır.
Kapitalist sömürünün özü şudur: İşçilere emeklerinin karşılığı değil emek-güçlerinin karşılığı –yani yaşamaları için gerekli olan miktar– ödenir. Fark kapitalist tarafından alınır.
Böylece işçinin günlük çalışması “gerekli emek” ve “artı-emek” olarak ikiye bölünür. İşçi “gerekli emeği”, günün, satıldığında ücret maliyetini karşılayacak olan değerin üretildiği kısmında harcar. “Artı-emeği” ise işgününün geri kalan kısmında, satıldığında kapitalist sınıfa giden kira, faiz ve kârı karşılayacak olan değeri üretirken harcar.
Kapitalizm başlangıçta, işgününün sürekli uzatılmasını (işçilere genellikle günlük ücret ödeniyordu, ancak çalışma saatleri çok uzundu) dayatarak sömürü oranını arttırmaya uğraştı. Kapitalistler, şehirdeki ve kırdaki küçük üretimin yok olmasıyla ve açlık çeken yoksul yığınların kentlere sürüklenmesiyle yaratılan neredeyse bitmez tükenmez bir yedek emek ordusu sayesinde bunu başarabildiler.
Bu, işçilerin patronlar tarafından dayatılan her türlü koşul altında çalışmak zorunda kalması anlamına geliyordu. Ancak kapitalist sistem altın yumurtlayan tavuğu öldürme tehlikesiyle karşı karşıyaydı. 1850’lerde Britanya’da yapılan teftişler, cılız, güçten düşmüş bir işçi kuşağının askeri hizmet için uygun olmadığını gösteriyordu.
19. yüzyılda İngiliz işçiler işgününün yasal olarak sınırlandırılması için mücadele etmeye başladılar. Marx bunu “işçi sınıfının politik ekonomisi için ilk zafer” olarak adlandırıyordu. Böyle olsa da, belirtmeliyiz ki, daha sonra yapılan Ulusal Sağlık Hizmeti, 10 saat yasası gibi reformlar, uzun vadede egemen sınıfın çıkarınaydı, çünkü emek kaynağının sağlıklı durumda tutulmasını sağlıyorlardı.
Buna rağmen, kapitalistlerin dar görüşlü açgözlülüğü yüzünden, bu reformlar sadece egemen sınıf muhalefetine karşı dişe diş mücadele sayesinde zorla kabul edildi.
Böylece, Marx’ın mutlak artı-değerin arttırılması (örneğin işgününü uzatarak) dediği şey sayesinde artı-değer oranını sınırsız bir şekilde arttırmaları engellenen kapitalistler, nispi artı-değerin arttırılması yoluyla sömürü oranını yükseltmek zorunda kaldılar.
Bu, kapitalistlerin, işçilerden daha fazla emek saati almak yerine, işçilerin emek üretkenliğini –aynı iş saatinde daha fazla ürün elde etmek– arttırmak zorunda olmaları anlamına gelir.
Emek ne kadar üretken olursa, işçilerin yaşam gereksinimlerinin değerini (ücretlerini) üretmeye ayırmaları gereken işgünü parçası o kadar kısalır ve kapitalist için artı-değer üretmeye o kadar fazla zaman ayrılabilir.
Kapitalizmin motoru rekabettir. Her kapitalist hayatta kalmak için rakiplerini alt etmek zorundadır. Daha ucuz satmanın en iyi yolu daha ucuz üretmektir. Emek zamanı değerin ölçüsü olduğu için, bu daha az emek zamanıyla üretmek anlamına gelir.
Makineleşme emek üretkenliğini sürekli olarak arttırmanın temel aracıdır. Belki de sürecin en iyi örneği, Marx’ın el tezgâhı dokumacılarının durumuna ilişkin verdiği örnektir.
İplik eğirme makinesinin icadı ve ucuz dokuma ipliğinin kitlesel üretimi, elbise yapımının makineleşmesine yol açtı. Dokumacılık o zamana kadar hâlâ bir el zanaatıydı. Sanayi devriminin ilk yıllarında dokumacılara talep arttıkça, el tezgâhı dokumacıları ücretlerini arttırabildiler ve düzenli bir “işçi aristokrasisi” haline geldiler. Bunlar kapitalizm için ucuz üretimin önünde bir engel teşkil ediyorlardı. Kaçınılmaz bir sonuç olarak, dokuma makinesi icat edildi, zira kapitalist ihtiyaç icadın ebesidir.
Dokuma makinesinin, eşit miktarda yün kumaş üretmek için daha az emek zamanı aldığı, herhangi bir gözlemci için dahi apaçıktır.
El tezgâhı dokumacıları, ürünlerinin fiyatını boşuna düşürüyorlardı. Dokuma makinesiyle hiçbir şekilde rekabet edemezlerdi.
En gelişkin oldukları dönemde el tezgâhı dokumacılarının sayısı çeyrek milyondu. Bir kuşak boyunca binlercesi gerçekten açlıktan ölerek yok oldu. Çok azı dokuma makinelerinin başında düşük ücretlerle iş bulabildiler.
Kapitalist gelişmenin yolu daima bu olmuştur. Fakat bu şekilde kapitalizm modern sanayinin inanılmaz üretici güçlerini geliştirmiştir.
Kapitalizm aynı zamanda kendi hakimiyetine uygun bir devlet biçimi de geliştirir. Kapitalizm altında, her biri sınıf mücadelesinin gelişimindeki farklı bir aşamaya tekabül eden farklı devlet biçimleri –parlamenter demokrasiden faşizme ve en çeşitli biçimlerde Bonapartist askeri-polis diktatörlüklerine kadar– varolabilir.
Tüm bu devlet biçimlerinin tek bir ortak noktası vardır: son tahlilde üretim araçlarının özel mülkiyetini ve bu nedenle de sermayenin egemenliğini savunurlar.
Marx ve Engels, demokrasinin, kapitalist sınıf egemenliğinin ideal biçimi olduğunu sık sık vurguladılar; birincisi bu, kapitalistlere kendi anlaşmazlıklarını çözme olanağı verir; ve ikincisi de toplumun yönetilmesinde işçi sınıfı partilerine görüntüde bir söz hakkı tanır. Sistemin sürekli varolması için gerekli olan değişiklikler böylece daha kolayca yapılabilir. Aynı zamanda burjuva demokrasisi işçilere, sömürücülerini devirmek üzere örgütlenmeleri için en uygun zemini sunar.
Kapitalizm, varlığının bir önkoşulu olarak, yeni bir mülksüz çalışanlar sınıfını gerekli kılmıştır. Gelişimi boyunca kapitalizm giderek büyüyen bir ücretli işçi havuzu yaratmıştır.
İkinci Dünya Savaşından bu yana bile, Fransa, İtalya ve Japonya gibi ülkelerde milyonlarca küçük çiftçi topraktan sürülmüştür. Bu, insanları yalıtılmışlıktan ve kırsal hayatın geriliğinden kopardığı ve emek üretkenliğinin yükselişini temsil ettiği ölçüde ileriye doğru bir adım olmuştur, böylece daha az insanın tarımla uğraşması gerekir ve daha fazla insan ellerini başka şeyler üretmeye yöneltebilir.
Ancak, aynı zamanda, kapitalizm insanların çıkarlarına aldırış etmez ve kitlelere neye mal olursa olsun acımasızca artı-değer peşinde koşar.
Kapitalist Dünya Pazarı
Daha önce gördüğümüz gibi, kitleler için büyük acılar yaratmış olmasına rağmen, kapitalizm dinamik bir sistem olmuştur. Amacı ve itici gücü daha çok ve daha çok artı-değerdir.
Bu yüzden sanayi kapitalizmi dünyayı fethetmek için uğraşır. Ticari sermaye diğer ülkelerde varolan üretim tarzlarından zorla haraç almakla yetinmişti; sanayi sermayesi ise sanayi devriminden sonra yarattığı imparatorluklarda, bu ülkelere ucuz manifaktür malları yağdırdı.
Bu mallar, köylerdeki tarımla birleşen mevcut el zanaatları sistemini zorunlu olarak yok etti.
Varolan toplumlar zorla dağıtıldı. Üstelik tarım giderek daha çok dünya pazarının gereksinimlerine yöneldi. Kapitalizm kendi suretinde bir dünya yaratmaya başlıyordu.
Bu süreç, kapitalist gelişmenin emperyalist evresinde en yüksek aşamasına ulaştı.
Kapitalist ülkelerin kapitalizm öncesi uluslarla ilişkiye geçmesinin, onları sömürmesinin ve onları kapitalizmin yörüngesine çekmesinin farklı evreleri Hindistan örneğinde açıkça görülebilir.
Hindistan önce İngiliz hükümeti tarafından değil bir tüccarlar birliği olan Doğu Hindistan Şirketi tarafından sömürgeleştirilmişti. Bunlar İngiliz-Hindistan ticaretini tekellerine alarak, ucuz alıp pahalı satarak çok para kazandılar. Hindistan’ın iç ticaretini de kapmaya çalıştılar ve doymak bilmez kontrolleri altındaki tahıl fiyatları, kıtlıklar sırasında, yoksulların ulaşabileceğinin çok üzerinde bir seviyeye fırladı.
Doğu Hindistan Şirketinin egemenlik dönemi İngiltere’deki ilkel birimin gereksinimlerine tekabül ediyordu. Tüccar maceracılar eşitsiz değişim yoluyla servetler kazandılar. İngiltere’nin Hindistan alt-kıtasının bütününe egemen olmasını sağlayan Plassey Savaşının ardından, İngiltere Bankası ilk kez 10 ve 15 sterlinlik banknotlar bastı. Muhafazakâr tarihçi Burke, Hindistan’da 1757 ile 1780 arasında gerçekleştirilen yağmanın, o zaman için çok büyük bir rakam olan 40 milyon sterline vardığını hesap etmişti.
İngiliz kapitalizmi her zaman uluslararası serbest ticaretin savunucusu olmadı. Bu ancak daha sonra, İngiltere büyük ölçekli bir kapitalist üretim tekeline sahip olduğunda söz konusu oldu. Aslında İngiltere’ye ithal edilen Hindistan tekstiline 1830 yılına kadar %70 ilâ %80’lik gümrük vergisi uygulanmıştı.
Kısıtlamalar ancak Lancashire makine tekstil sanayii tartışmasız bir konum elde ettiği zaman kaldırıldı, çünkü bunlara artık gerek kalmamıştı. Hindistan pazarına o zaman ucuz pamuklu mallar yağdı ve Hintli tekstil üreticileri battı.
Hindistan toplumunun kaderi artık rekabetçi kapitalizmin gelişimine bağlıydı. Bu arada İngiliz kapitalizmi kendi ihraç mallarını Hintlilere zorla kabul ettirmek için en barbar yöntemleri kullanmakta tereddüt etmedi. Örneğin, Dakka’da dokumacıların elleri kesildi! Bölge korkunç bir kıtlık tehdidi altına girdi ve tüm yöre kısmen bir cangıl haline geldi.
Hindistan 1850’de Lancashire tekstilinin dörtte birini emiyordu.
1857’de başlayan Hint İsyanından sonra İngiliz egemenler, halkı olduğu yerde çakılı tutmak maksadıyla, birliklerinin hızlı hareketine olanak vermek için, bir demiryolu ağı kurma ihtiyacı duydular. Bu Hindistan sömürüsünün üçüncü evresine işaret ediyordu. Mallardan daha çok, sermaye ihracı ağır basan özellik haline gelmişti.
Emperyalizm
Bu gelişme, mali sermayenin ve sanayi sermayesinin birleşmesiyle alâkalı biçimde metropol ülkelerde tekelci kapitalizmin büyümesinin –Lenin tarafından tahlil edilen emperyalizm çağı– sonucuydu. Daha zayıf rakiplerini yutan, üretimi yeni zirvelere taşıyan ve yeni ve kârlı yatırım alanları arayan dev tekeller yanında, ulusal pazarlar çok küçüldü.
Hindistan örneğinde bu süreç, esasen İngiliz mülkiyetinde olan Hindistan temelli modern bir tekstil sanayisi kurmak için İngiltere’den sermaye ihraç edildiği 19. yüzyıl sonlarında başladı.
Marx’ın söylediği gibi “bir kapitalist daima birçoklarının başını yer”. Kapitalizm sadece küçük üretimi yok etmekle kalmaz, sürekli olarak en güçsüz kardeşlerini iflâs ettirir ve gemiyi kurtarmak için onları mülksüzlerin saflarına atar.
Bu iki yanlı bir süreçtir; insanlığın potansiyel çıkarı için muazzam bir üretici kaynak biriktirmesi açısından nesnel ekonomik içeriğiyle ilericidir, ama öte yandan kapitalizm altında, bir avuç zenginin elinde muazzam bir güç yoğunlaşmaktadır.
19. yüzyılın sonunda tekelin bizzat rekabetten çıkıp geliştiğini gördük.
Bankacılık sistemi, der Marx, “toplumun henüz faal olarak kullanılmayan bütün mevcut ve hatta potansiyel sermayesini, sanayici ve tüccar kapitalistlerin emrine verir; dolayısıyla bu sermayeyi borç veren de borç alan da, onun gerçek sahibi ya da üreticisi değildir. Böylece, o, sermayenin özel niteliğini yok eder ve dolayısıyla, kendi içinde, ama yalnızca kendi içinde, sermayenin bizzat ortadan kaldırılmasını içerir.... Son olarak, kredi sisteminin, kapitalist üretim tarzından, birleşmiş emeğe dayanan üretim tarzına geçiş esnasında güçlü bir kaldıraç olarak hizmet edeceğine, ama üretim tarzının kendisindeki diğer büyük organik devrimlerle bağıntılı unsurlardan yalnızca biri olarak bunu yapacağına, kuşku yoktur.”[8]
Kapitalizm, kesintisiz bir şekilde kâr etmeye devam etmek için, sürekli olarak para sermaye girişine gerek duyar. Bir meta stoğu bir kez üretildiği zaman, tekil kapitalist ya üretimi yeniden başlatacak para tekrar cebine girene kadar bunları satmayı beklemek zorunda kalacaktır; ya da gerektiğinde kullanılacak bir yatırım rezervi olarak çoğu zaman kullanılmadan kalan bir para sermaye stoğu tutmak zorunda olacaktır; on ya da yirmi yıl kullanılmayabilecek olan sabit sermaye stoklarını yenilemek için bir fona sürekli olarak para yatırmak zorunda kalacaktır.
Gerçekte, doğrudan üretime yatırım yapmaya hazır olmayan, ama artı-değer pastasının bir dilimini kendileri kesmek için paralarını ödünç vermeye hazır olan bir kapitalist asalak tabaka gelişir. Bu yüzden, kullanılmayan para sermaye rezervleri meydana getirmek için bir rekabet eğilimi vardır. Bu rezervler birkaç zengin elde toplanır: mali sermayenin yoğunlaşması.
Mali sermaye ilkin para sermayeyi toplayarak ve üretime akıtarak kapitalist sisteme bir itilim verdi. Böyle yapmasının tek nedeni, kuşkusuz, giderek artan bir artı-değer oranını kendisine ayırmaktı.
Marx’ın vurguladığı gibi, mali sermaye aynı zamanda muazzam ekonomik gücü kendi ellerinde yoğunlaştırır ve kredi vermek ve almak yoluyla bireysel üretici kapitalistleri bir bütün olarak kapitalist üretimin gerekleriyle etkili bir şekilde bütünleştirir.
Emperyalizm, mali sermayenin üretimle meşgul olan tekelci sermayeyle kaynaştığı çağdır.
Emperyalizm altında, ulus-devlet sınırları içindeki kapitalistler arasındaki rekabet tamamen ortadan kalkmazken, çatışma uluslararası arenaya sıçramıştır.
Büyük tekeller ve bankalar, sırf meta ihraç etmekten ziyade sermaye ihraç etmekteydiler. Her kıtada ve ülkede muazzam bir demiryolu inşa programına girişildi. En ücra yerlere borç paralar akıtıldı. Her türlü hammadde ve maden kaynağına yönelik sistemli bir araştırmaya girişildi.
Şimdi çatışmalar ulusal sermaye blokları arasında başlıyordu. Mücadele, dünyaya egemen olma mücadelesinden başka bir şey değildi. Sömürgeler için ve emperyal ganimetlerin yeniden bölüşümü için, insanlık tarihinde benzeri görülmemiş vahşette savaşlar patlak verdi.
Birinci Dünya Savaşı, daha önceki sınıflı toplum biçimleri gibi, kapitalizmin de ilerici olmaktan çıktığını gösterdi. Üretimi daha ileriye götürmek yerine, kitlesel yıkım ve kitlesel cinayet söz konusuydu.
Ancak aynı zamanda, eskinin içinde yeni bir toplum gelişiyordu. Rus devrimi işçi sınıfının egemenliğinin yakın olduğunu haber verdi.
İşçi Sınıfının Devrimci Rolü
İşçi sınıfı tarihteki diğer sömürülen sınıflara benzemez. Köleci toplum içindeki üç yanlı sınıf mücadelesinin nasıl zorunlu olarak “savaşan sınıfların ortak yıkımına” yol açtığını görmüştük. Feodal köylülüğün kendilerini sömüren sisteme karşı yüzyıllar boyunca nasıl tutarlı bir devrimci alternatif geliştiremediğini de görmüştük.
Bu başarısızlık tesadüfi değildi. Köylülük kırsal alana yayılmış ve birleşmesi çok zor olan yalıtık bir sınıftır. Ancak sorunları sadece coğrafi değil, aslında toplumsaldır. Zira Marx’ın koyduğu gibi, köylülük sadece bir anlamda bir sınıftır:
“milyonlarca aile, yaşam tarzlarını, çıkarlarını ve kültürlerini diğer sınıflarınkinden ayıran ekonomik varoluş koşulları altında yaşadığı ölçüde ve bu koşullar onları bu sınıfların karşısına düşman olarak çıkardığı ölçüde, bunlar bir sınıf teşkil ederler. Çıkarlarının birliği aralarında bir topluluğa, ulusal bağa ve politik bir örgüte yol açmadığı sürece... bir sınıf teşkil etmezler.”
Çünkü köylülük küçük mülk sahibidir; kendi içinde bölünmüş bir sınıftır. Bunlar bir çuval içindeki patateslere –kapitalist ilerleme altında doğrama makinesine gidecek olan– benzerler.
Öte yandan işçi sınıfı, fabrika üretiminin doğası gereği büyük kitleler halinde yoğunlaşır. Köylülükten farklı olarak, onların tek gücü ortak eylemde yatar. Kolektif olarak sömürülmesi sayesinde, işçi sınıfı, bizzat kapitalizm tarafından sistemin mezar kazıcıları olarak hareket etmek üzere yetiştirilir ve eğitilir.
Kapitalist Kriz
Modern işçi sınıfının mütevazı ama kalıcı bir yaşam standardında ot gibi yaşamasına da izin verilmez. Güvencesizlik onun varlığının koşuludur.
Kapitalizm şimdiye kadar akla hayale gelmez pek çok harikalar yaratmıştır. Önceki toplum biçimleri için inanılmaz olan toplumsal felâketler de –aşırı üretim biçimini alan krizler– üretmiştir.
Kapitalizm öncesi toplumlarda çalışanların geçimi yalnızca kıtlıklarla –temel ihtiyaç maddelerinin fiziki olarak kıt olması– kesintiye uğrardı. İlkel insanların aklı tıka basa batıl inançlarla doluydu, ama ihtiyaçları olan şeyleri üretmek için gerekli olan araçlar önlerinde dururken boş boş oturup açlıktan ölen insanların manzarası, bizim toplumumuzun eşsiz bir ürünüdür.
Kapitalizm toplumsal üretimdir. İki şekilde toplumsaldır. Birincisi, dünya pazarı ve uluslararası işbölümü sayesinde tüm dünyayı tek bir ekonomik birime bağlar. Herkes ihtiyacı olan şeyler için başka birilerine bağımlıdır. İkincisi, sadece kolektif emek yoluyla işleyebilen büyük ölçekli üretimi devreye sokar.
Ama aynı zamanda sistem, özel mülk edinme ve özel kâr temelinde işler. Anarşiktir, herhangi bir zamanda ne kadar metaya gereksinim olduğunu kimse bilmez. Kapitalist kendi fabrikasındaki üretimi planlar, ancak bir bütün olarak toplumsal üretim plansızdır.
Marx şöyle yazar: “Kapitalist üretim sürekli olarak kendi doğasından gelen bu engellerin üstesinden gelmeye çalışır, ama bunu ancak, bu engelleri tekrar kendi yoluna ve hem de daha heybetli ölçekte koyarak becerir. Kapitalist üretimin gerçek engeli, sermayenin kendisidir.”[9]
“İşçiyi, yaşamı boyunca tek bir parça işleme bağlayan ve onu tümüyle sermayenin boyunduruğu altına sokan işyerindeki işbölümünü, emeğin üretkenliğini arttıran bir örgütlenme olarak göklere çıkaran o aynı burjuva kafası, üretim sürecinin toplumsal bir denetim ve düzen altına alınması yolundaki bilinçli her girişimi, mülkiyet hakkı, özgürlük ve bireysel kapitalistin sınırsız gücü gibi kutsal şeylerin çiğnenmesi olarak yerin dibine batırmaktadır. Fabrika sisteminin tutkulu savunucularının, toplumsal emeğin genel bir örgütlenmesine karşı, böyle bir şeyin bütün toplumu muazzam bir fabrikaya dönüştüreceğini öne sürmekten öteye bir şey bulup söylememeleri, çok ilginç bir durumdur.”[10]
“Aşırı üretim” nasıl mümkün olur? İnsanların fabrikalara girip istedikleri şeyleri üretmeye başlayamamalarının nedeni, onların bu fabrikalara sahip olmamalarıdır: ve devlet egemen sınıfın mülkiyet çıkarlarını savunur.
Egemen sınıfa gelince, onlar sadece kâr etmek için üretir. Kâr yoksa iş de yoktur.
Bir kapitalist tarafından işten çıkarılan her işçi, diğer bir kapitalistin malları için eksilmiş bir tüketici anlamına gelir. Böylece ekonominin büyük sektörlerinden herhangi birinde başlayan krizin sistemin tümüne yayılma olasılığı vardır.
Kitlesel işsizlik krizleri de, tıpkı Coca Cola gibi kapitalizmin bir ürünüdür.
Kapitalizmin yasaları “anarşiye rağmen ve anarşi sayesinde” işler. Tek tek kapitalistler, toplumun demir külçesine ya da lastikli dona duyduğu gerçek ihtiyaçtan bihaberdirler. İster demir külçesi isterse lastikli don olsun, onlar maksimum kârı getireceğini umdukları şeyleri üretirler. Üretimi kendi fabrikaları içinde örgütlerler; ancak bir bütün olarak üretime anarşi hakimdir.
Kriz olasılığı böyle bir sistemin ayrılmaz parçasıdır. Sosyalistlerin tüm yapmak istedikleri şey, kapitalistlerin her bir fabrikada ayrı ayrı yaptığı gibi, toplumun genelinde aynı titizlikle üretimi planlamaktır.
İşçi, kapitalizm öncesi toplumlardaki sömürülen sınıflardan farklı olarak, özgür bir kişidir; “kişisel bağlılık ilişkilerine” tâbi değildir, istediği patronla çalışmakta özgürdür ve geçim araçlarına herhangi bir bağı yoktur. Ancak işçilerin beklentileri ve güvenlik duyguları, sürekli olarak kitlesel işsizlik belâsı tarafından paramparça edilir.
Kriz, işçi sınıfı toplumu değiştirme gereksinimi duyuncaya kadar tekrar tekrar ortaya çıkar. Kapitalizm asla kendiliğinden yıkılmaz. Birileri tarafından yıkılması gerekir.
Devrimin, sistemin işleyişi tarafından yoksul duruma düşürülen işçiler tarafından otomatik olarak yapılacağını söylemek, Marksizmin bir karikatürüdür. Kapitalizm, sadece çaresiz bir sınıf tarafından değil, bilinçli ve kararlı bir sınıf tarafından yıkılacaktır.
Doğru olan şey, kapitalizm altında daimi bir hayat güvencesizliğinin işçilerin kafasında bir soru işareti yaratacağıdır. Tıpkı doğaya hakim olabilmemiz için onu anlamamız gerektiği gibi, işçiler de düşmanlarını yıkmadan önce onun doğasını anlamak zorundadırlar.
Bu broşürü yazmamızın nedeni budur.
İnsanlığın ilkel komünizmden kapitalizme doğru ilerleyişini ana hatlarıyla çizdik. Tarihe nesnel olarak bakmak, kaybettiğimiz dünyayı da gösterir. Amerikan Yerli kabile toplumunun en önde gelen savunucularından biri olan Şef Oturan Boğa, sonunda Buffalo Bill’in Vahşi Batı Şovunda zavallı bir hilkat garibesi haline geldi. Şef, Batı başkentlerini dolaşırken zenginlik –aynı zamanda da yoksulluk– karşısında hayretler içinde kaldı. Şöyle dedi: “Beyaz adam (kapitalist sistemi kastederek) zenginliği nasıl üreteceğini biliyor, nasıl dağıtacağını değil.”
Herkesin ihtiyacına göre almasına yetecek üretimin yapılabileceği bir toplum artık mümkün. Bilim ve yeni teknolojilerin insanlığın önüne koyduğu olanaklar, Marx tarafından 120 yıl önce öngörülmüştü. Elyazmalarından birinde şöyle yazıyordu:
“İşçi artık nesne ile kendisi arasına aracı bir uzuv olarak işlenip değiştirilmiş bir doğa nesnesi koymaz; tersine kendisiyle egemenliği altına aldığı inorganik doğa arasındaki bir araç olarak, sınai bir sürece dönüşen doğal süreci koyar.... Bu dönüşümde... üretimin ve zenginliğin büyük temel taşı, toplumsal bireyin gelişimidir. Günümüzde zenginliğin temelinde yatan yabancı emek zamanı hırsızlığı, bizzat büyük sanayi tarafından yaratılan bu yeni temel karşısında pek zavallı bir dayanak görünümündedir....
“Yığınların artı-emeği genel zenginliğin gelişiminin önkoşulu olmaktan çıkar, tıpkı azınlığın emeksizliğinin insan kafasının evrensel güçlerinin gelişmesinin koşulu olmaktan çıkması gibi.... Bireylerin özgür gelişimi ve bu nedenle... genelde toplumun gerekli emeğinin asgariye indirgenerek, herkes için serbest bırakılmış olan zamanın ve yaratılmış olan araçların bireylerin sanatsal, bilimsel vb. eğitim ve gelişimine tekabül etmesi.”[11]
Kalahari’deki! Kung halkı bizim standartlarımıza göre maddi yoksunluk ve entelektüel gerilik içinde yaşamaktadır, ama başkaları için çalışmayı toplumlarının itici gücü yapmanın ne demek olduğunun farkındadırlar. Bu nedenle haftada 12 ilâ 19 saat çalışırlar.
Artık insanlık, bir bolluk toplumuna ulaşacak kaynaklara ve teknik araçlara sahiptir. Örgütlü ve bilinçli işçi sınıfı, kapitalizmi devirip böyle bir toplum –insanların ihtiyaçlarını ve isteklerini planlayabildikleri, bunları üretebildikleri ve geri kalan vakitlerini de zevk alarak geçirebilecekleri bir toplum– yaratabilir. Bu bu kadar basittir.
Tarihsel Materyalizm adlı bu makale Mick Brooks tarafından, ANC “Inqaba ya basebenzi”nin (Marksist İşçi Eğilimi Gazetesi) Kasım 1983 sayısına ek olarak yazılm
PATİ[email protected]
HARAMİ[email protected]
Diyalektik Materyalizm Üzerine
1.bölüm
Elif Çağlı
Ocak 2007
Antikçağ Yunan filozoflarından Herakleitos (İÖ. 540-480) günümüzden çağlarca önce, her şeyin aktığını ve aynı nehirde iki kez yıkanılamayacağını söylemişti. Herakleitos’un veciz sözleri, nesneleri ve olguları durağanlığı içinde değil değişim ve dönüşüm süreçleri halinde kavrayan diyalektik düşüncenin bir ifadesidir. Akıp giden nehir örneğinde olduğu gibi, doğada her şey gözle görünsün ya da görünmesin sürekli bir hareket halindedir. Örneğin yerküremiz her gün kendi etrafında dönerken, bir yıl boyunca da güneşin etrafında dönmektedir. Güneş 26 günde kendi etrafındaki dönüşünü tamamlamakta, galaksimizde yer alan diğer yıldızlarla birlikte 230 milyon yılda galaksiyi dolaşmaktadır. Biz farkında bile değilken, atomlar ve atomaltı parçacıklar her an hareket etmekte ve sürekli olarak yer değiştirmektedirler. Tüm evren gibi, onun bir parçası olan insanın biyolojik etkinliği de neticede atomların hareket yasalarına dayanmaktadır.
Diyalektik kavramının kökeni Yunanca dialektikos (tartışma) sözcüğüne uzanır. Diyalektik eski Yunanda tartışma sanatı anlamına geliyordu. Antikçağ Yunan düşünürleri, kendi aralarında yürüttükleri münazara tipi tartışmalarda bu diyalektik sanatını kullanmaya çok meraklıydılar. Fakat zamanla diyalektik kavramının kapsamı genişledi, karşıtlık ilişkisinden hareket ederek doğruya ulaşmaya çalışan düşünme ve araştırma yöntemi anlamında kullanılır hale geldi. Doğada var olan hareketi de kapsayacak genişlikteki içeriğiyle diyalektik, değişim ve hareket demektir. Değişim ve hareketin özü ise çelişkidir ve diyalektik yöntem de zaten çelişkinin mantığıdır.
İnsanlar diyalektiğin modern yasalarına vakıf olmadan çağlar önce diyalektik olarak düşündüler, çünkü doğanın ve yaşamın kendisi diyalektik hareketin varlığını gözler önüne sermekteydi. Eski Yunan filozoflarının büyük bölümü doğal diyalektikçilerdi. Bunun dışında, biçimsel mantığın yasalarını ortaya koyan ünlü bilgin Aristoteles (İÖ. 384-322) bile diyalektik düşüncenin sorunlarıyla ilgilenmişti. Ne var ki, doğa bilimlerinin ve deneysel araçların henüz yeterli düzeyde gelişmediği Yunan antikçağı, materyalist düşünce ve diyalektik yöntem açısından bir çocukluk dönemi oldu.
İlerleyen tarih kesitlerinde 15. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Avrupa’da yükselmeye başlayan burjuva dönüşümler sürecine, doğa bilimleri, düşün ve sanat alanında muazzam atılımlar eşlik edecekti. Daha önce Avrupa Karanlık Çağın içindeyken, Arap bilim dünyası felsefede ve tıp, matematik, astronomi gibi alanlarda pek çok parlak başarılar elde etmişti. Bu kaynak sayesinde doğa bilimleriyle donanma ve eski Yunan’a uzanan köklerini yeniden keşfedebilme olanağına kavuşan Avrupa’da, özgür düşünce serpilmeye başladı. Söz konusu değişim 18. yüzyıl materyalizminin de yolunu açmıştı. Bu materyalizm, kendini henüz diyalektiğin gücüyle sağlamlaştırmamış olan mekanik bir materyalizmdi. Ama şurası açık ki, aradan geçen uzun tarihsel dönem boyunca saltanatını sürdürmüş bulunan idealist felsefe, bilimsel alanda sağlanan muazzam gelişmelerin insan düşüncesinde yarattığı değişim düzeyiyle büyük bir çatışkı içine girecekti. 19. yüzyıla, düşünce sürecinin idealist felsefenin ve metafizik yöntemin egemenliğinden kurtarılması sancıları damgasını basıyordu.
Alman felsefesinde büyük bir atılım sağlayan Hegel, 19. yüzyılda düşünce sürecine diyalektik yöntemi taşıdı ama kendisi idealist felsefenin sınırlarını aşamadı. Bu yüzden onun diyalektiği, varlığı düşünceden türetiyordu, yani ters durmaktaydı ve mistik bir kılıfa bürünmüştü. Marx ve Engels diyalektiği idealizmin mistik kılıfından çekip çıkardılar ve ayakları üzerine diktiler. Marksizmin kurucuları sayesinde diyalektik, doğanın ve insan tarihinin materyalist anlayışı ile bütünleştirilerek zenginleştirilmiş oldu. Bu bilinçli diyalektik, doğanın deviniminde kendilerini eninde sonunda kabul ettiren yasaların varlığını açıklığa kavuşturdu. Aynı şekilde, insan topluluklarının evrim tarihinde de böyle belirli hareket yasaları mevcuttu.
Diyalektik, doğada ve toplumda varolan karmaşık süreçlerin kavranmasına çalışan düşünce biçiminin bilimidir. Marksist önderlerin her vesileyle dikkat çektikleri üzere, bilimsel diyalektik doğaya ya da topluma birtakım kurgusal yasalar dayatmaz. Tam tersine, zaten varolan yasaları doğanın ve toplumun evrim sürecinin hareketliliği içinden bulup çıkartmaya çalışır. Tasavvur edilebileceği gibi, bu çaba derin bir bilimsel bilgi üzerinde yükselen ve kuşaktan kuşağa ilerleyen diyalektik ve tarihsel düşünce sürecinin ürünüdür. Bilimsel diyalektiğin bizzat kendisi de, olduğu yerde durmayan, kendi kendini sorgulayan, eleştiren ve eskiyen yönlerini yeni bilgilerin ışığında aşmaya çalışan hareketli bir niteliğe sahiptir.
Kuşkusuz düşünce sürecine bu itilimi veren nesnel nedenler vardır. Feodal Avrupa toplumlarının kapitalist dönüşümü, ekonomiden siyasete, bilimsel araştırmalardan hukuk kurallarına dek hemen her alanda burjuva devrimlerini dayatmıştır. 19. yüzyılda gerçekleşen bilimsel buluşlarla zenginleşen doğa bilimleri, diyalektik yöntemin açıklığa kavuşturmaya çalıştığı hareket yasalarının yeni gizlerini ele vermiştir. Bu durum, bu sıçramalı tarih kesitinde dünyaya gözlerini açan Marksist düşüncenin niteliğini de belirlemiştir. Marksizm daha başlangıcından itibaren, doğayı ve toplumu karmaşıklığı içinde kavramaya yatkın bir bilimsel yoğunluğa sahiptir.
Burjuva eşitlik anlayışından bilimsel sosyalizme
Tarihte düşünsel planda önemli atılımların yaşandığı dönemler incelenecek olursa, bunların insan topluluğunun fiili yaşam koşullarında devrimci sıçramaların kaydedildiği dönemler olduğu görülür. Kuşkusuz bu tür denklikler basit aritmetik eşitlikler düzeyinde değil, yoğun çelişkilerin, sıkışma ve patlamaların eşlik ettiği karmaşık süreçler halinde gerçekleşmektedir. Ama bir nokta çok önemlidir. Diyalektik harekette niceliğin niteliğe dönüşümü sürecinin başlangıçta çok belirgin hissedilemeyen mayalanma özelliği nedeniyle, düşüncenin siyasal eylemin önüne geçer gibi göründüğü tarihsel kesitler olmuştur. Görüngüde böyle bir gözlem kaydedilmiş olsa bile, hareketin iç yasaları daha yakından incelendiğinde, aslında somut yaşam alanında biriken çelişkilerin düşünsel düzeydeki fırtınaları ve devrimleri tetiklediği anlaşılacaktır.
Avrupa’da eski siyasal düzenleri sona erdiren burjuva demokratik devrimler çağını, düşünce ve kültür alanında bir canlanma ve atılım dönemi önceler. Rönesans (14. yüzyılın sonuyla 15 ve 16. yüzyılları kapsayan düşünsel ve kültürel yeniden doğuş) , dinde reform (16. yüzyılda Batı kilisesinde gerçekleşen dinsel devrim) ve 18. yüzyılda gelişen Aydınlanma hareketi (insan aklını bilginin ölçüsü kabul eden felsefi gelişim) bunu somutlar.
1789 Fransız devrimi öncesinde, yaklaşan devrimle ilgili olarak toplumu aydınlatan büyük devrimciler tarih sahnesine fırladılar. Din, doğa anlayışı, toplum ve devlet örgütü, kısacası her şey amansız bir eleştiriye tâbi tutuldu. Toplum ve devletin bütün eski biçimleri, bütün eski geleneksel fikirler akıldışı ilan edildi ve bir yana atıldı. O çağın burjuva devrimcilerine göre, nihayet insanlık açısından gün doğuyordu. Artık insanlığı cehalete sürükleyen önyargılar, tüm haksızlık, ayrıcalık ve baskılar yeryüzünden sökülüp atılacaktı. Dünyaya sonsuz doğruluk ve sonsuz adalet egemen olacaktı.
Engels, aklın bu egemenliğinin burjuvazinin idealleştirilmiş egemenliğinden başka bir şey olmadığını söyler. Nitekim burjuva devrimin sözde ölümsüz adalet savunusu, gerçekleşmesini burjuva adaletinde bulmuş, eşitlik arzusu yasa önünde burjuva eşitliğine varmıştır. Burjuva mülkiyet egemenliğini ilan etmiş ve büyük Fransız düşünürü Rousseau’nun toplum sözleşmesi ancak bir burjuva demokratik cumhuriyet biçimi altında dünyaya gözlerini açmıştır. Fakat Fransız devriminin eşitlik, özgürlük, kardeşlik çağrıları altında neticede burjuva egemenliğine varılması, burjuva devrimcilerin zaaflarına ya da kötü niyetlerine bağlanamaz. Tarihsel akışı doğru biçimde kavrayabilmek için, bu noktada da materyalist dünya görüşüne ve diyalektik yaklaşıma ihtiyaç vardır. Engels’in dediği gibi, 18. yüzyılın büyük düşünürleri de, kendi çağlarının kendileri için saptadığı engelleri öncellerinin hiçbirinden çok aşamazlardı.
19. yüzyılda Avrupa’da bilimsel alanda ve toplumsal üretim sürecinde kaydedilen ilerlemeler, düşünsel bakımdan da muazzam bir sıçrama yapılabilmesini mümkün kıldı. Böylece sosyalizm anlayışı da ütopik kılıfından kurtarılabildi ve modern işçi sınıfının devrimci gücüne dayanan gerçek bir temele oturtuldu. 19. yüzyılda Avrupa’da sürüp giden devrimci hareketlilik, sosyalizmi bilimsel dayanaklarına kavuşturan eşsiz bir faktördür. 1831’de Lyon’da patlak veren ilk işçi ayaklanması, yeni çağda artık devrimlerin sınıfsal niteliğinin değişeceğinin de habercisiydi. 19. yüzyılın ilerleyişi içinde çeşitli Avrupa ülkelerinde, dünyaya gerçek eşitliği, kardeşliği ve özgürlüğü getirecek olan işçi devrimleri yavaş yavaş o soylu başını göstermeye başlayacaktı. İngiliz Çartist hareketi, işçi sınıfının bağımsız bir örgütlü güç oluşturma yetisini dosta düşmana kanıtlamıştı.
Böylece ileri Avrupa ülkelerinde büyük sanayideki atılıma ve burjuva siyasal egemenliğin pekişmesine koşut olarak, proletarya ile burjuvazi arasındaki sınıf savaşımı da tarih sahnesinin ön planına fırlıyordu. Karşıt iki sınıf arasında giderek olgunlaşmakta olan iç mücadele, burjuva iktisadın ölümsüz doğrular diye piyasaya sürdüğü malların taponluğunu teşhir edecekti. Sermaye ile emeğin çıkarlarının özdeş olduğu, serbest rekabetin herkese refah getireceği yolundaki öğretiler, somut gelişmeler tarafından birer birer çürütüldü. Gerçekler dünyasında cereyan eden bu gelişmeler olumlu yansımalarını, Fransız ve İngiliz sosyalizminin geçmişe oranla olgunlaşmasında buldu. Ne var ki tarihin idealist anlayışından yakasını kurtaramadığı ve kapitalizmin ekonomik ilişkilerini bilimsel anlamda çözümleyemediği için, bu sosyalizm yine de ütopik ayak bağlarından tamamen kurtulabilmiş değildi. Sosyalist düşüncenin sağlam bilimsel dayanaklar üzerinde ayağa dikilmesi, Marx ve Engels gibi çığır açıcı devrimci önderler sayesinde gerçekleşti.
Marx, geçmiş tarihin bir sınıflar savaşımı tarihi olduğunu açıklığa kavuşturdu. Verili toplumsal yaşam koşulları, birbirine karşıt sınıflar arasındaki ekonomik ilişkilerin bir ürünüydü. Hukuk ve siyaset sistemlerinde ifadesini bulan toplumsal üstyapıyı son tahlilde toplumun ekonomik altyapısı belirlemekteydi. Bu altyapı, aynı zamanda dinsel, felsefi ve diğer fikirlerin kaynağını açıklamayı da mümkün kılıyordu. Böylece tarihin bu doğru yorumlanışı, yani tarihsel materyalizm insanlık tarihini pırıl pırıl aydınlatmaya başladı. Marksizmin bilimsel ürünü olan tarihsel materyalizm, insanların varlığını bilinçlerinin belirlemediğini, tersine insanların bilincini onların varoluş koşullarının belirlediğini kanıtladı. Bu sayede sosyalist düşünce, birtakım dâhi kişilerin kurgusal ve ütopik yaklaşımlarının ürünü olmaktan kurtuldu. Ve komünist hareket de, tarih tarafından oluşturulan iki karşıt sınıfın, burjuvazi ile işçi sınıfının mücadelelerinin zorunlu bir sonucu olma düzeyine yükselebildi.
Engels’in belirttiği gibi, artık gerekli olan tek şey bu iki sınıf arasındaki ekonomik çatışmanın bilimsel çözümüydü ve bu sorun da yine Marx’ın katkısı sayesinde çözümlenebildi. Marx’ın geliştirdiği artı-değer teorisi, işçinin sömürülmesinin temelinde yatan nedeni ve sermaye birikiminin sırlarını parlak biçimde ifşa ediyordu. Kısaca değinmeye çalıştığımız bu gelişim sürecinden de anlaşılacağı üzere, Marksist düşüncenin doğumu devrimci eylemin ve devrimci düşüncenin devinimi içinde gerçekleşen diyalektik bir süreçtir. Marksist dünya görüşü, gerek doğa gerek toplum bilimleri alanında idealizme esaslı ve devrimci bir darbe indirmiş bulunmaktadır. Marksizmin temel hareket noktaları diyalektik ve materyalizmdir.
Marksizm, bilincin maddeyi değil, maddenin bilinci belirlediğini bilimsel açıdan karşı konulamaz bir doğrulukla kanıtlamıştır. Doğa bilimleri alanında olduğu gibi toplumsal bilim alanında da düşünce üretimi, fikirlerin, tezlerin, analizlerin konusunu oluşturan varlıktan ya da gerçek süreçten ve onun hareketinden bağımsız olamaz, olmamalıdır. İdealist felsefe pek çok vesileyle bunun tersini iddia etmiş olsa da işin doğrusu böyledir. Bilinç diye adlandırdığımız düşünce süreci de, aslında maddenin yani beynin ürünüdür. Ve düşünen beyin, canlı maddenin evriminin sonucudur. Düşünce dünyasına dair her şeyin –bilimden hukuka, sanattan politikaya ve ahlâk anlayışına dek– kaynağı gerçek hareket ve maddi dünyadır.
Marksist düşüncenin temellerinin atıldığı dönem, işçi sınıfının ve onun devrimci eyleminin gelişimi bakımından günümüze oranla erken bir dönemdi. Buna rağmen Marksizm daha doğuşundan itibaren, çağının tüm bilimsel ilerlemelerini devrimci düşünce potasında eriten üstün bir sentez gücüne sahip oldu. Bu sayede işçi sınıfının bu düşünsel eylem kılavuzu, toplumsal gelişim yasalarını kavrama ve gelişimin ana eğilimlerini kestirme kudretini içerdi. Sınıfın nesnel ve öznel açıdan yeterince olgunlaşmadığı bir tarihsel kesit boyunca, Marksizm düşünsel bakımdan hep nesnel durumun ve devrimci eylemin önünde koşuyormuş gibi göründü. Fakat kapitalizm olgunlaşıp işçi sınıfının devrimci hareketi de eylem alanında zenginleştikçe ve deney açısından çeşitlendikçe, son tahlilde düşüncenin ebesinin maddi dünya ve bu dünyadan kaynaklanan eylem olduğu gerçeği daha kolay kavranır duruma gelmiştir. Günümüzün gerçeği budur.
Marksizm dogmatizmin düşmanıdır
Eski Yunanlı düşünürlerin tartışmalarında birer diyalektik ustası olduklarına değinmiştik. Onların bu temelden yükselen diyalektik kavrayışları, tez, antitez ve sentez üçlemiyle sembolize olmaktaydı. Tartışmalar bir konuda ortaya bir tez atılmasıyla başlatılıyordu. Daha sonra bu fikir bir antitez ile yadsınmaya, çürütülmeye çalışılıyordu. Nihayetinde tartışılan konu çeşitli açılardan irdelenen bir tartışma sürecinden geçmiş oluyor ve böylece ortaya bir sentez çıkartılıyordu. Bu münazaralar, mutlaka bir fikir birliğine varılmasını hedeflemeyen ve asıl olarak tartışma sayesinde bilgi ve kavrayışı derinleştirmeye çalışan bir çeşit beyin jimnastiği gibiydi. Ancak tarihsel akış içinde felsefi düşünce ve mantık yasaları pek çok değişime uğradı.
Avrupa’nın Karanlık Çağı boyunca Kilisenin toplum üzerindeki hâkimiyeti yansısını idealist felsefenin ve skolastik anlayışın (dinsel açıdan kabul gören felsefi görüşlere dayanılması) egemenliğinde bulmuştu. Avrupa Ortaçağı, eski Yunanla, diyalektik ve materyalist düşünceyle tarihsel bağları kopartan bir dönemdi. Bilimin ilerleyişi Kilisenin zorba diktatörlüğü tarafından durdurulmuştu. Avrupa’da bilim ancak burjuva gelişimin yol açtığı Rönesans ve Aydınlanma hareketinin uyandırıcı gücüyle ve Kilisenin skolastik din anlayışına karşı reformcu başkaldırışla ilerleme yoluna konulabildi. Nihayet 19. yüzyıla gelindiğinde, diyalektik düşünceyi yeni biçimde canlandıran Hegel’le birlikte eski diyalektik aşıldı. Hegel, antik Yunan diyalektiğinin hatalı yönlerini eleştirdi ve diyalektik mantığı daha üst düzeye taşıyacak yeni yasaları formüle etti.
Hegel büyük bir diyalektik ustasıydı. Ama onun için insan beyninin yaşam süreci, yani düşünme süreci gerçek dünyanın yaratıcısı ve mimarıydı. Gerçek dünya yalnızca “fikir”in dışsal ve görüngüsel biçimiydi. Kısacası, idealizmin gölgesinden kurtulamamış olan Hegel diyalektiği gerçek dünyayı “fikir”in yansıması olarak ele alıyordu. Diyalektiği bilimsel, yani materyalist yapıya kavuşturanlar Marx ve Engels oldu. Marksizmin ayakları üzerine oturttuğu materyalist diyalektik, “fikir”in maddi dünyanın insan aklındaki yansımasından ve böylece düşünce biçimlerine dönüşmesinden başka bir şey olmadığını kanıtladı. Marx, kendi diyalektik yönteminin Hegelci diyalektik yöntemden yalnızca farklı olmakla kalmadığını, onun tam karşıtı olduğunu belirtmişti. Marksizm diyalektik düşünceyi idealist ayak bağlarından kurtardığı gibi, onu metafizik yöntemin uzantısı olan mutlaklıklardan ve durağanlıklardan da azat etti. Böylece diyalektiğin gelişimi de yine diyalektik bir sürecin ürünü oldu.
Diyalektik materyalizmin ortaya koyduğu üzere, uzay ve zaman içinde hareket maddenin varoluş biçimidir. Madde hiçbir zaman ve hiçbir yerde hareketsiz var olmamıştır ve olamaz da. Ancak burada maddenin hareketi ile kastedilen yalnızca mekanik hareket, yani basit bir yer değiştirme hareketi değildir. Hareket, ısı ve ışık, elektrik ve manyetik gerilim, kimyasal bileşim ve ayrışım, yaşam ve nihayet bilinç demektir. Fizik, biyoloji, kimya gibi doğa bilimleri alanında kaydedilen ilerlemeler, gerçek yaşamdaki hareketin mutlak ve sert karşıtlıklar, açık ve aşılmaz ayrım çizgileri temelinde gerçekleşmediğini kanıtlamıştır. Bu bilimsel gelişme, gerçekliğin görelilik temelinde kavranmasını sağlamıştır.
Doğada ve toplumda belirli koşullar altında gerçekleşen evrim neticesinde ulaşılan düzey, ondan evvelki koşullara kıyasla bir ilerlemeyi temsil edebilir. Ama bu mutlak değil göreli bir ilerlemedir. Zira yalnızca geçmişe oranla mukayese yapılması yeterli olmaz. Her varlık ve olgunun bir geçmişi bir de geleceği vardır. Geçmişe oranla ilerici sayılabilecek bir tarihsel adım, geleceğe oranla gericileşebilir. Çarpıcı bir örnek olarak, tarih içinde burjuva demokrasisinin tuttuğu yer hatırlanabilir. Burjuva demokrasisi geçmişin mutlakıyetçi yönetim biçimlerine göre ileri bir adım niteliği taşırken, işçi devriminin ürünü olacak işçi demokrasisine kıyasla gericidir. O halde toplumsal olguları verili tarihsel koşullardan kopartarak tek yönlü biçimde değerlendirmek tamamen yanlış olur. Örneğimizdeki burjuva demokrasisi bir yönüyle ilerici, diğer bir yönüyle gerici nitelik taşımaktadır. Gerçeklik işte bu şekilde geçmişe ve geleceğe kıyasla, değişen somut koşullara göre değişir. Gerçekliğin bu değişken karakterinden rahatsızlık duyup, sözde daha tatmin edici görünen köşeli doğrular arayanlar iyi bir diyalektikçi olamaz ve metafiziğin tuzağında çırpınırlar.
Bilimin kendisi ve ilerlemesi de diyalektik bir nitelik taşır. Örneğin kimyasal elementlerin atom ağırlıkları tablosunun bulunması, türlerin dönüşümüne ve evrimine ilişkin yasaların keşfedilmesi, bilimde geçmişe oranla gerçekleşen büyük atılımlardır. Darwin’in evrim teorisi, organik maddeler (yapısında karbon bileşimleri içeren maddeler) alanında niceliksel birikimlerin niteliksel farklılıklara dönüştüğünü kanıtlayarak diyalektiğe büyük katkı sağlamıştır. Keza Engels’in vurguladığı bir başka husus da çok önemlidir. Doğa bilimlerinde hareketin temel yasası olarak önce enerjinin sakınımı yasası bulunmuştur. Bu yasaya göre, hareketi (veya enerjiyi) yok etmek ve yaratmak olanaksızdır. Ne var ki daha sonraki buluşlar sayesinde, bunun hareketin ya da enerjinin yalnızca nicel yönden kavranması anlamına geldiği anlaşılmıştır. Enerjinin dönüşümü yasasının bulunmasıyla birlikte bu eski bilgi aşılmıştır. Bu gelinen noktada, evrendeki toplam enerjinin yaratılamayacağı ya da yok edilemeyeceğini ifade etmek yetmez. Daha da önemli olan, enerjinin bir durumdan bir başka duruma dönüşebileceğini bilmektir.
Bilimdeki ilerleme sayesinde diyalektik kavrayış da bir üst düzeye sıçratılabilmiş ve harekete veya enerjiye dair sürecin nitel yönü bilince çıkartılabilmiştir. Aslında tüm evren, madde ya da enerjinin sonsuz hareketidir. Bir hareketin sonlanması diğerini başlatır, enerji maddeye madde enerjiye dönüşür, madde bir halden diğer bir hale geçebilir, kimyasal enerji elektrik enerjisine dönüşebilir ve bu böyle devam eder gider. Bu bitmez tükenmez devinimin başı ya da sonu yoktur, o her şeydir, uzay ve zaman da kendisidir.
Teorik doğa bilimleri bu gibi önemli buluşlardan önce sınırlı ve metafizik bir nitelik taşıyordu. Zira hareket noktasını, uzlaşmaz ve çözülmez olarak tasavvur edilen karşıtlıklar, mutlak ayrım çizgileri ve deneysel olarak kanıtlanmamış önsel birtakım kategoriler oluşturuyordu. Toplumsal yaşamda olduğu gibi doğada da kuşkusuz karşıtlık ve ayrımlar mevcuttur, ama bunlar ancak görece bir geçerlilikle varolurlar. Doğadaki ayrım çizgilerine ve karşıtlıklara yüklenen mutlak değişmezlik aslında doğada mevcut değildir, doğayı kavramaya çalışan insan düşüncesinin yanlış bir ürünüdür.
Tüm yaşam (evren, varlık) zaman ve uzay içinde sonsuz yinelenen bir çevrimdir. Engels’in dediği gibi, ister güneş ya da bulutsu buhar olsun, ister bir bitki ya da hayvan cinsi olsun, ister kimyasal birleşme ya da ayrışma olsun, özünde geçici olan ve içinde hiçbir şeyin sonsuz olmadığı bir çevrimin unsurlarıdır. Bu çevrim, sonsuz olarak hareket eden, hareketini ve değişimini birtakım iç yasalara göre yapan maddenin sonlu biçimdeki varlığını içerir. Bu gerçeği kabul etmek doğanın diyalektik anlayışının özünü oluşturur. Evrim zinciri içinde bazı bitki ve hayvan türleri başkalaşım geçirir veya yok olur, yeni türler ortaya çıkar. Güneş de dahil tüm yıldızlar ve gezegenler doğar ve ölürler.
Doğa bilimleri alanında gerçekleşen gelişmeler, doğayı diyalektik düşünce yöntemi dışında kavrayabilmenin mümkün olamayacağını kanıtlar. Bilimsel düzeyde ilerleyen deneylerle ulaşılan sonuçlar bilimsel kavramlarda ifadesini bulur. Kavramlar doğayı yaratmaz, doğanın hareketi kavramlara can verir. Bu gerçekliğin kavranabilmesi, gözlem ve deneylerden elde edilen sınırlı bilgi ve kavramlara mutlak değerler atfedilmesinin yanlışlığını da gözler önüne sermektedir. Ulaşılan bilgi ve buradan türetilen kavramlar gerçekliğe yaklaşmaya çalışan göreli sonuçlardır. Bilimsel kavrayışın göreli doğruluğunun kabulü, düşünce alanında kaydedilen önemli bir devrimdir. Bilimsel düşünce üretimini idealizmin ve metafiziğin tutsaklığından kurtaran bu devrimin yarattığı olanaklar, Marksizmin kurucuları tarafından toplumsal hareket yasalarının ve insanın kavranması sürecine de başarıyla taşınmıştır.
İnsanın varlığı, düşüncesi, yaşam tarzı, bunların tümü de diyalektik bir dönüşüm sürecinin ürünüdür. Bu gerçeklik hem biyolojik hem de toplumsal bakımdan geçerlidir. İnsan tek hücreli canlılardan memelilere doğru ilerleyen organik evrim sürecinde doğanın meydana getirdiği en karmaşık organizmadır. Diğer yandan insanın gelişimi tarihsel-toplumsal bir süreçtir. Doğayla binlerce yıllık mücadele içinde insanın atası maymundan farklılaşmış, dik yürümeyi becermiş, heceli sesler çıkartarak dil oluşturmuş, beyni gelişmiş, elini önce uzmanlaşmış bir alet gibi kullanırken daha sonra elleriyle yeni aletler üretmiş ve böylece bildiğimiz insan ortaya çıkmıştır. İnsan, bitkilerin ve hayvanların yerini değiştirmekle kalmayıp, aynı zamanda oturduğu yerin görünüşünü, iklimini değiştirerek doğaya damgasını vurmayı da başarmıştır. Elin üretici faaliyetine ve dilin oluşumuna bağlı olarak gelişen insan beyni, tarihin ilerleyişi içinde buhar makinesi gibi nice önemli icatlara imzasını atmıştır. Bu gelişim süreci içinde insan, aynı zamanda doğayı ve çevresini tüm karmaşık ilişkileri içinde kavrama çabasını da ilerletmiştir.
İnsan bilgisi sürekli bir değişim ve hareket halindedir. Basit gerçekleri veya gözle görülür anlık durumları bir yana bırakacak olursak, genelde bilimler alanında karmaşık gerçekliği mutlak anlamda doğru yansıtabilen bilgi yoktur. Gerçekliğe olabildiğince yaklaşmaya çalışan doğru bilgi vardır. Bilimsel bilginin üstünlüğü, somut koşullardaki değişimi kavramaya çalışmasıdır. Marksizm bize, bütün tanımların ve kavramların, tezlerin, açıklama ve değerlendirmelerin, kısacası bilginin mutlak olmadığını göreli bir değer taşıdığını öğretmiştir. Ama mutlak ile göreli arasındaki farklılık da diyalektik tarzda kavranmalıdır. Skolastik ve metafizik düşünce mutlaklığı savunmakla nasıl yanlış bir uca savruluyorsa, göreliliği mutlaklaştıran bilinemezci felsefe akımı da bir başka yanlış ucu temsil etmektedir. Bilinemezci felsefe, yüzeyde görünenler dışında öze değin hiçbir şeyi bilemeyeceğimizi iddia eder. Oysa göreli bilgimiz, bildiğimiz, bilebileceğimiz hususları içerir. Ve bu bilgi, hem bilinenleri sorgulamakta hem de bilinmeyenleri keşfetmekte bilimsel bir dayanak noktası oluşturur.
Yaşamın kendisini tüm zenginliği içinde kavrayabilme çabası, diyalektik düşünmeyi ve dogmatizmden uzak durmayı gerektirmektedir. İnceleme ve düşünme sürecinde ilerlememizi sağlayan bilimsel dayanak noktaları gerçekliğin ta kendisi değil, zihindeki yaklaşık ifadeleridirler. Bunların her zaman birtakım eksiklikler ve kusurlar içerebilecekleri unutulmamalıdır. Bilimin her dalında, tıpkı doğanın diyalektik hareketinde olduğu gibi, yeni bulgular eşliğinde eskiyi yadsıyan ve bu sayede bir üst basamağa sıçrayan sarmal bir hareketlilik vardır. Doğa bilimleri, var olan bilgiyle yetinmeme, gözlem ve deneyi geliştirme ve bunu başarabilmek için gerekli araçları zenginleştirme çabası sayesinde ilerleyebilmiştir.
Bilimsel kuşkuculuk, mevcut bilgiyi sorgulama ve yeni bilgilere ulaşma tutkusu toplum bilimi alanında da kesinlikle gereklidir. Üstelik organik doğada gözlemlenen süreçler nispeten benzer biçimde tekrarlanabilirken, toplum tarihinde incelenen olgular somut koşullardaki farklılıklara bağlı olarak sürekli değişen yönler içerirler. Bilim ve teknikteki her yeni keşif, ya da toplumsal yaşama dair her yeni bilgi kavrayışımızı ilerletir. Fakat diğer yandan da, üzerinde düşünülmesi ve yanıt bulunması gereken yeni soruları önümüze koyar. Marksizm dogmatizmin, yani değişen gerçeklik karşısında değişmez olduğu varsayılan açıklama ve formüllere saplanıp kalmanın düşmanıdır. Dogmatizme düşmemek için diyalektik düşünme yetisi kazanılmalıdır.
İdealizm ve materyalizm
Marx ve Engels, bilimin esasında doğanın ve toplumun tarihinden ibaret olduğunu vurguladılar. İnsanlar doğanın ve toplumun tarihi konusundaki bilgi yetersizlikleri nedeniyle, kendileri hakkında, ne oldukları ya da ne olmaları gerektiği hakkında her zaman yanlış fikirlere sahip oldular. Toplumsal ilişkilerini, beyinlerinde insana ve tanrıya dair oluşmuş baş aşağı duran düşüncelere bağımlı olarak düzenlediler. Kendi beyinlerinin bu ürünleri, onları yaratan beyinlerini esir aldı. Düşünceyi ve tanrı fikrini yaratanlar, kendi yarattıkları şeyler önünde secdeye vardılar.
Düşünce ile varlık arasındaki ilişki ve bu ilişkide hangisinin önde geldiği çağlar boyu felsefenin temel konusu oldu. İdealist felsefe düşünceyi varlığın önüne geçirdi. Bu felsefeye ya da bu dünya görüşüne göre evren ve dış dünya, düşünce bunları beyinde yarattığı için var oldular. Ünlü felsefeci Descartes’in “düşünüyorum, o halde varım” özdeyişi bu ters kavrayışı çarpıcı biçimde dile getirir. Oysa gerçeklik böyle değildir. Var olduğumuz için düşünürüz. Materyalist felsefe, evreni, dış dünyayı ve kendi varlığımızı bu doğru yaklaşım temelinde kavrar ve açıklar. Marksizm, doğanın ve toplumun, biz düşünsek de düşünmesek de var olduğunu ve düşüncemizin zaten bu varoluştan türediğini kanıtlayan bilimsel ve materyalist dünya görüşüdür.
Aslında düşünce denen şey, yaşamın insan beyninde doğru ya da yanlış yansımasıdır. Yaşam alanına gerekli bilgi donanımıyla ve geniş bir ufuktan bakan kişi, doğru düşünce yöntemi sayesinde gerçekliğin baş aşağı edilmemiş düşünsel yansımasını zihninde üretebilir. Bu sayede elde edilen bilgi gerçek yaşamdan türetilmiş sağlıklı bilgi olacaktır ve bu durum düşüncenin kaynağının gerçek yaşam süreci olduğunu ispat eder. En soyut görünen matematik alanında bile bilimsel olarak kanıtlanmış formüller, simgeler, sayısal ifadeler birtakım dâhilerin kafalarından öylesine fırlayıp çıkmış ürünler değildir. Bunlar gerçek yaşamdaki karmaşık bağıntıların matematik dilindeki karşılıklarıdır. Pek çok kişi bunun bilincinde olmasa da, sayılar ve geometrik biçimler, gerçek dünyada varolan nesnelerin, hareketin ve bunlar arasındaki çeşitli türden ilişkilerin ifadesidirler.
Ne var ki idealist felsefe gerçekleri ters yüz eder. Tarihin ve toplumsal yaşamın ve düşünce üretiminin idealist açıklamasında düşünce gerçek yaşamdan önde gelir. Buna göre en basitinden en karmaşığına kadar her tür düşünce, salt düşünen beynin ürünüdür. Ve düşünce yaşamın değil, yaşam düşüncenin yansımasıdır. Yaşamdaki nesneler, mutlak akıl bunları düşündüğü için varolmuşlardır. Bu yanlış kavrayışa göre, örneğin soyut düşünce tamamen kerameti kendinden menkul biçimde sayıları ya da geometrik şekilleri icat etmiştir. Gerçekliğin bu ters yüz edilmiş felsefesine göre, yaşamsal gereksinmelerin çeşitlenmesi bizzat insanın üretici faaliyetinden kaynaklanmamış da birtakım büyük düşünürler düşündüğü için böyle olmuştur.
İdealist anlayış gerçekliği böylece çarpıtıp düşünceye mutlak güç atfettiğinden, kendini doğa bilimlerinin belirleyiciliğinden de bağımsız kılmıştır. Bu nedenle, aslında kendi yaratısı olan bir düşünce dünyası içinde debelenip durmuştur. Çeşitli idealist düşünce okulları arasındaki tartışmalar dış dünyadan neredeyse tamamen kopuk bir içsel tartışma niteliği taşır. Dünyada önemli altüstlükler yaşanırken kiliselere kapanmış din bilginlerinin meleklerin cinsiyetini tartışmakta oldukları, idealist felsefenin gülünçlüğünü çarpıcı biçimde dile getiren bir örnektir. İdealizm, felsefenin ayaklarını yeryüzünden kopartarak adeta gölgelerden oluşan bir “gerçekler” âleminde saltanat sürmüştür.
Oysa materyalist anlayışın kanıtladığı gibi, düşünce, türettiği ilkeleri, kategorileri ve kavramları, kendi dışında varolan evrenden, dış dünyadan alır. Örneğin sermaye ve emek gibi iktisadi kategoriler, toplumsal üretim ilişkilerinin teorik ifadeleri ve varolan gerçekliğin düşünsel soyutlamalarıdırlar. Fikirler ve kategoriler, ifade ettikleri ilişkilerden bağımsız ebedi varoluşa sahip değillerdir. Bunlar tarihsel ve geçici ürünlerdir. Sermaye ve emek karşıtlığına dayanan üretim ilişkileri ortadan kalktığında, bu kategoriler de mevcut toplumsal yaşamı ifade etmek bakımından geçerliliklerini yitireceklerdir.
Materyalist düşüncenin gelişimi de başlı başına önemli bir konudur. Marx ve Engels, önemli Alman felsefecisi Feuerbach’ın da savunduğu eski materyalizmin eksikliklerini tespit etmişlerdi. Bu materyalizm kimya ve biyoloji gibi alanlarda sağlanan son gelişmeleri hesaba katmamıştı, dolayısıyla mekanik yanı ağır basıyordu. Hareketi basitçe mekanik yer değiştirme düzeyinde algılıyor ve evrendeki dönüşümü makinelerde olduğu gibi zorunlu bir nedensellik sürecine bağlıyordu. Özetle diyalektik değildi, metafizik görüşlerden kendini kurtaramamış ve tarihsel materyalizm düzeyine yükselememişti. Devrimci pratik eylemin rolünü kavrayamamıştı, dünyayı yalnızca yorumluyordu. Marx, Feurbach’ın felsefesini eleştirirken bu aksaklığı özellikle dile getirdi. Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumlamışlardı, oysa sorun onu değiştirmekti.
Marx yalnızca dini düşüncelerin yansıttığı idealizmi değil, idealist felsefenin bilimsel kisvelere bürünen çeşitlemelerini de eleştirdi. Üniversite kürsülerine egemen olan ve akademik çevrelerde büyük otoriteler olarak kabul edilen kimi Avrupalı düşünürlerin savunduğu bilinemezciliği (agnostisizm) ve olguculuğu (pozitivizm) teşhir etti. Herkes için geçerli nesnel bilgi olabileceğini reddeden bilinemezcilik ve bilimciliği savunduğu halde aslında nesnel gerçekliği yadsıyan olguculuk, her zaman metafizikle uzlaşmaya, egemen düzene karşı çıkmamaya kapı açtı. Marx, bu tarz düşünce sistemlerinin idealizme verilmiş gerici ödünler olduğunu son derece parlak biçimde kanıtladı.
Modern materyalizm içsel özellikleriyle tamamen diyalektiktir ve diğer bilimlerin üstüne taht kurmuş bir felsefeye hiç de ihtiyacı yoktur. Kendi ekseninde dönüp duran ve dış dünyadan kopuk bir felsefenin, modern çağda insan düşüncesini ilerletmeye hiçbir faydası dokunmamıştır ve dokunamaz da. İnsanın yaşam koşullarını bilinçli biçimde düzenlemesi için, dünyada olup bitenleri kavramayı mümkün kılacak bilgilere, deneylere, doğa bilimlerine ihtiyacı vardır.
Burjuva bilimciler doğa bilimleri alanında materyalizmi ve diyalektiği benimsedikleri oranda yol alabildiler. Ne var ki sıra toplum bilimleri alanına geldiğinde, bu bilimcilerin tipik bir idealist gibi düşünüp tutum aldığını ortaya koyan sayısız örnek vardır. Fizik, kimya, astronomi ya da biyoloji alanında bilimi ilerletici büyük bilimsel buluşlara imza atıp, toplumsal yaşamda gerici fikirleri destekleyen kişileri bulup çıkarmak zor olmayacaktır. Hatta bizzat kendi bilim alanları dahilinde eklektik bir düşünsel yapıya sahip olan bilimcilerin sayısı da az değildir. Örneğin mekaniğin ve gök cisimlerinin hareket yasalarına bilimsel açıklamalar getiren büyük bilgin Isaac Newton, evrendeki hareketin tanrı tarafından verilen ilk itkiye bağlı olduğuna inanabilmişti. Geçmişte olduğu gibi günümüzde de, bir taraftan bilimsel görüşleriyle tanrıyı evrenden kovarken, diğer yandan bir yaratıcının olması gerektiği fikrine dört elle sarılan nice bilim insanı var. Böylesi örnekler kimi durumlarda kişilerin iç dünyasındaki yanılgılara bağlanıyor olsa da, genelde ve son tahlilde burjuva toplumda sınıfsal tutum alışla yakından ilintili bulunuyor.
Egemen sınıflar çağlar boyu emekçi kitlelerin uyanışını engellemek için gerçekleri çarpıttılar. Bu yüzden insanlar, kendileri, çevreleri ve ilişkileri hakkında hep yanlış fikirlere sahip oldular. Yine aynı nedenle, kendi yaratıcı ve dönüştürücü güçlerinin bilincine varamadılar. İdealist felsefe ve din, yaşamın gerçek anlamda devamını sağlayan üretici-yaratıcı kitlelerin, insan düşüncesinin ürünü olan hayali şeyler önünde secdeye varmasını sağladı. İdealist felsefe günümüzde de sömürülen kitlelerin bilincini çarpıtmak amacıyla, insanı yaratanın bizzat insanın üretici faaliyeti olduğunu yadsıyor. Bilimsel ve teknolojik devrimlerle övünen kapitalizm, beri yanda tüm yaşamın bir mutlak yaratıcı tarafından yaratılmış olduğu fikrini hâlâ topluma empoze ediyor. Bilimsel düşüncenin ve bilimsel buluşların ilerlemesi sonucunda yaratıcı fikri toplumsal yaşamdan kovulduğu oranda, idealizm bu kez de çarpıtmalarını bilimsel ambalajlarla piyasaya sürüyor.
Sınıflı toplumların tarihinde hep görüldüğü üzere, toplumsal yozlaşma ve çürüme koşulları, doğaüstü güçlerden medet umma ve mistik fikirlere sarılma şeklinde seyreden kör inançları beslemektedir. Bilimsel ilerleme bakımından kat edilen mesafelere rağmen kapitalist düzen de bu kuralın dışında kalamamıştır. 20. yüzyılı bir yana bıraktık, yeni milenyuma giriş diye onca reklâmı yapılan 21. yüzyıl da beraberinde kapitalizmin derinleşen çürümesini ve toplumu uyutmak için baş vurulan eski hurafeleri getirdi. Canlı türlerin kökenini ve çeşitlenmesini açıklayan evrim teorisinin yıllar içinde bilim alanında elde edilen yeni verilerle büsbütün güçlenmesi karşısında, din çevrelerinin –Hıristiyan ya da Müslüman vb. fark etmez– “akıllı tasarım” gibi zırva teorilerden medet umması bu durumun çarpıcı bir örneğini sunuyor.
Diyalektik Materyalizm Üzerine /2
Elif Çağlı
Metafizik ve diyalektik
Metafizik kavramı eski Yunanda Aristoteles’in fizik bilimiyle ilgili kitaplarının dışında kalan felsefe incelemelerini tanımlamak üzere, “meta ta physika” (fizik ötesi) anlamında kullanılırdı. Ancak bu kavramın kapsamı zamanla genişledi ve kanıtlanmamış önsel kabullerden hareket eden düşünce tarzını anlatır hale geldi. Ortaçağın skolastik felsefecileri, algılanabilen fiziki dünyanın ötesinde tanrısal bir dünyanın var olduğunu düşünür ve metafizik sayesinde bu fizik ötesi dünyanın kavranılabileceğine inanırlardı. Uzun yıllar boyunca metafizikçiler, insani ya da tanrısal, her şeyi açıklayabilecek kesin ve değişmez tanımlamalar peşinde koştular.
Marksist terminolojide metafizik, gelişimin kaynağı olan iç çelişkilerin varlığını reddeden felsefi yaklaşımı ve buradan türeyen inceleme ve düşünce yöntemini anlatır. Metafizik, doğadaki varlıkların veya toplumsal olguların hareket ve değişim içinde oluşlarını ihmal eder. Onları durağan, birbirinden bağımsız, yalıtık şeyler olarak ele alıp inceler. Buna göre, diyelim olumlu ile olumsuz birbirlerini mutlak olarak dışlarlar, neden ve sonuç kesin biçimde birbirlerine karşı gelirler. Böylece farklı kategoriler düşüncede mutlaklaştırılmakta, gerçeklik yalnızca siyah ve beyaz gibi sert karşıtlıklara indirgenmektedir. Ara renkler ve geçişsel süreçler göz ardı edilmektedir. Metafizik yöntem gerçekliği çok yönlülüğü ve zenginliği içinde kavrayabilmekten uzaktır. Oysa yaşamın kendisi, karşıtların birbirinden yalıtık olmadığı, bir arada var olduğu, iç içe geçtiği, birbiriyle çatıştığı, bir şeyin bir diğerine dönüştüğü çok renkli ve çok yönlü hareketli bir süreçtir.
Çarpıcı bir örnek olması bakımından yaşam ve ölüm karşıtlığı ele alınabilir. Keskin tanımlamalarıyla metafizik yöntem, yaşayan ve ölmüş olan varlıkların birbirinden ayırt edilmesini sağlayabilir. Ama doğanın canlı akışı içinde gerçeklik hiç de bundan ibaret değildir. Yaşam ve ölüm adlı zıt kutuplar evrende her düzeyde bir arada var olur ve aralarında kıyasıya çekişirler. Yaşam ölüme meydan okuyan bir süreçken, ölüm de anlık bir olay olmayıp yaşamı yenilgiye uğratmaya çalışan bir süreçtir. Aslında her canlı, yaşam-ölüm diyalektiğini içinde taşır. İnsan dahil her organik varlık gözle görünmeyen bir yaşam-ölüm mücadelesi içinde yol alır. Somutlamak üzere belirtmek gerekirse, her an bedenimizde bazı hücreler eskir ve ölürler, fakat yanı sıra yeni hücreler doğar ve yaşarlar. Böylece yaşadığımız sürece bedenimizin maddesi yenilenir ve değişir.
Yaşam ve ölüm örneğinde görüldüğü üzere, zıt kutupların varlığı ve bu zıt kutuplar arasındaki gerilim madde ve hareketin içeriğidir. Tüm evren ve toplumsal yaşam, zıt kutupların birliği ve mücadelesi temelinde biçimlenir ve dönüşüme uğrar. Her türlü hareket ve değişim, zıtların karşılıklı etkileşimi ve mücadelesinden kaynaklanır. Evrenin kendisi tam anlamıyla diyalektik bir devinim sürecidir. Kısacası, her türlü varoluşun özü diyalektiktir ve bu özün şifresini çözebilmek de ancak diyalektik düşünce sayesinde olanaklı hale gelebilmiştir. Doğa bilimlerindeki büyük buluşlar metafizikçilerin boş iddialarını yerle bir etmiş, diyalektiğin zafer çanlarını çalmıştır. Bilim, bütün organik doğanın, bitkilerin, hayvanların ve insanın milyonlarca yıl süren bir evrim sürecinin ürünü olduğunu kanıtlamıştır. Ve diyalektiğin önemi işte bu noktada belirginleşir. Zira diyalektik, doğanın, insan toplumunun ve düşüncenin genel hareket ve gelişme yasalarını inceleyen ve kavrayan bilimdir.
Eskiden metafiziğe saplanmış yerbilimciler, gezegenimizin kıtasal sistemini tanrı tarafından o şekilde yaratılmış durağan bir sistem olarak kavrayıp, o şekilde kavratmaya çalışıyorlardı. Oysa modern jeoloji bilimi, kıtaların doğduklarını ve öldüklerini, kaydıklarını, yer değiştirdiklerini ispatladı. Benzer biçimde, aslında dünyanın manyetik kutupları da uzun bir süreç içinde yer değiştirmektedir. Bilimsel araştırmalar, dünyamızın manyetik kuzey kutbunun yaklaşık yedi yüz bin yıl önce şu anki coğrafi güney kutbunun civarında bir yerlerde bulunduğunu ortaya koymaktadır. Yine bu araştırmalara göre, bu tür değişimler son 65 milyon yıl içinde iki yüz kereden fazla gerçekleşmiş bulunmaktadır.
Engels, doğanın diyalektiğin deneme tezgâhı olduğuna değinir. Modern doğa bilimleri doğanın deneme tezgâhına her gün artan malzeme sunmaktadır. Bilimsel buluşlar, doğada her şeyin metafizik değil ama diyalektik yasalara göre yürüdüğünü kanıtlamaktadır. Doğa kesintisiz bir var oluş ve yok oluş sarmalında, spiral basamaklarda ilerleyen sonsuz bir akış halindedir. Ve zaten diyalektik düşüncenin kendisi de, sonsuz hareketin doğru tarzda düşünen beyindeki yansımasından ibarettir. Hareketin sonsuzluk özelliğini kavramaya çalışan diyalektik açısından, o halde hiçbir şey kesin, mutlak ve değişmez değildir. Diyalektik yaklaşımın üstünlüğü, her şeydeki ve her şeyin içindeki geçici niteliği açıklayabilmesidir.
Karmaşık gerçekliği kabaca basite indirgemesi nedeniyle indirgemeci düşünce diye de adlandırılan metafiziğin temel kusuru, sonsuz hareketten oluşan varlığın hareketsiz izlenimleriyle yetinmesidir. Oysa diyalektik düşünce, Troçki’nin ifadesiyle, daha derin yaklaşımlar, düzeltmeler, somutlamalar aracılığıyla kavramlara bir içerik zenginliği ve esneklik kazandırır. Onları, yaşayan olgulara bir ölçüde daha yakın kılan bir lezzete kavuşturur. Diyalektik düşüncenin indirgemeci düşünceyle ilişkisi, hareketi canlandıran bir filmin hareketsiz bir fotoğrafla ilişkisine benzemektedir.
Metafizik ve diyalektik düşünce biçimi arasındaki ayrımın önemi, doğanın ve toplumsal yaşamın canlı akış içinde kavranmaya çalışılması noktasında belirgin hale gelir. Zira nesneleri durağan halde, cansız ve diğerlerinden yalıtık biçimde düşündüğümüzde, mevcut çelişkilerin ve hareketliliğin farkına varamayız. Örneğin bir toplu iğne ile bir mıknatısı kabaca dıştan incelediğimizde birbirine benzer ya da benzemez pek çok özellik keşfedebiliriz. Ama bu düşünce basamağında nihayetinde bir mıknatıs şu ya da bu özelliklere sahip bir mıknatıstır, toplu iğne alt tarafı bir toplu iğneden ibarettir. Bilim alanı dışında, insanların gündelik yaşamında söz konusu iki nesneyi bu şekilde kabaca algılamak ve bunların belirli işlere yarayan iki ayrı nesne olduğunu bilmek yeterli görünür. Bu açıdan bu kadarı da gerekli ve yararlı bir bilgidir. Ama bu gözlem sınırları içinde henüz olayların derinine inmiş değilizdir, incelememizi alışıldık metafizik düşünce biçimi ile yürütmekteyizdir.
Fakat mıknatıs ve toplu iğneyi karşılıklı hareketleri (örneğin mıknatıs toplu iğneyi kendine çeker) , ilişkinin neden olduğu içsel değişim (toplu iğnenin mıknatısın etki alanına girmesiyle atomlarının dizilişinde değişim olur) vb. noktasına kadar ilerleterek düşündüğümüzde diyalektiğin alanı içine gireriz. Bu alanda çelişkilerle yüz yüze gelmek ve “çelişkiye düşmek” kaçınılmazdır. Örneğin mıknatıs tarafından çekilen toplu iğnelerin, ona dokundukları anda birbirlerini itmeye başladıklarına tanık oluruz. Çünkü mıknatısa dokunan toplu iğnelerin her biri artık sıradan bir iğne değil, birer mıknatıstırlar! Daha önce her biri mıknatıs tarafından çekilen toplu iğneler, bu değişim nedeniyle artık birbirlerini itmeye başlamışlardır.
Diyalektik düşünce hareketin esasında bir çelişki olduğunu, fakat aynı zamanda da çelişkinin çözümünü kendinde içerdiğini kanıtlar. En basitinden mekanik yer değiştirme hareketinde bile, hareketin başlangıcı ile sonuçlanması arasındaki süreç bir çelişkinin ortaya çıkışını ve çözümünü içerir. Örneğin bir masayı odanın bir köşesinden diğer köşesine taşıdığımızda sürecin bütününü ifade etmek istersek, aynı cisim bir uzay ve zaman içinde belirli bir noktada hem var olmuş hem de olmamıştır. Ama mekanik hareketin kendisi çelişkiyi “şimdilik” çözmüş ve masaya odanın diğer köşesinde yeni bir konum kazandırmıştır.
Basit bir mekanik yer değiştirme hareketi bile özünde bir çelişki içeriyorsa, maddenin daha yüksek hareket biçimleri, organik yaşam ve gelişim haydi haydi ve daha üst düzeyde çelişkiler içerecektir. Yaşam ve ölüm karşıtlığı hatırlanacak olursa, organik yaşam zaten her an bazı hücrelerin ölmesi ve yenilerinin doğması (yani canlının her an hem kendisi olması hem de olmaması) şeklinde ilerleyen bir süreçtir. Bu nedenle canlılığın kendisi sürekli ortaya çıkan ve ancak çatışmalarla çözülen bir çelişkidir. Zaten herhangi bir canlı varlık açısından bu çelişkinin bitmesi, canlılığı var eden yaşam-ölüm çatışmasının ölüm lehine sonuçlanması anlamına gelmektedir. Ancak unutmamalı ki, bu ölüm başka canlılar açısından yaşamın başlangıcı ya da devamı olacak, yani çelişki ve hareket mutlak anlamda asla sona ermeyecektir.
Diyalektik çelişkinin bilimsel ifadelerini içeren alanlardan biri de matematiktir ve bu alandan da bir örnek verilebilir. Matematikle haşır neşir olmaya başladığımızda, doğal sayılar alanında işler nispeten kolay görünür. En temel aritmetik işlemlerinden toplama işlemini düşünelim. 1+1 “2” eder ve düz mantıkla bu sayı dizisini gücümüz yettiğince uzatmak mümkündür. Ne var ki, bir başka temel işleme, çıkarma işlemine başvurduğumuzda durum değişir. İlkokul çağındaki çocuklara “akılları karışmasın” diye küçük sayıdan büyük sayı çıkmaz denir. Ama aynı çocuklar birkaç yıl sonra, küçük sayıdan büyük sayının da çıkartılabileceği gerçeğini hazmetmek zorunda kalırlar. Bu çelişki, onlara yeni bir sayılar kümesi (negatif sayılar) tanıtılarak aşılır. Negatif sayıların varlığı bu tür bir çelişkiyi algılamamızı sağlar ama yepyeni çelişkilere de yol açar. Negatiflik kavramı şaşkın çocukların son şaşkınlığı olmayacaktır!
Neticede evren tüm parça ve parçacıklarıyla birlikte bir bütün olarak kendini sonsuz bir çelişkiler süreci halinde yeniden ve yeniden yaratır. O halde idealist felsefenin ve metafiziğin konusunu oluşturan şu meşhur “yaşamı başlatan ilâhi dış kuvvet” ya da hareketi oluşturan “ilk itiş” gibi kavrayışlar tamamen dayanaksızdır. Maddenin (veya enerjinin) kendi iç çelişkilerinden kaynaklanan hareket ve bu hareketin sürekliliği ve dönüşümü dışında bir başlangıç ya da son yoktur.
Formel (biçimsel) mantık
Düşüncenin gelişim süreci içinde biçimsel mantık insanların gündelik yaşamlarını sürdürebilmeleri için gereken kimi bilgileri ve kıyaslama olanaklarını sağlamıştır. Biçimsel mantığın zaman içinde geliştirilmiş bazı yasaları vardır. Bu mantık yasalarının geliştirilmesinde Aristoteles’in rolü büyüktür. Fakat bu büyük bilgin yalnızca formel mantığın yasalarını ileri sürmemiş, aynı zamanda diyalektik konusuyla da ilgilenmiştir. Kıyas (mukayese) yöntemi, Aristoteles tarafından yasaları belirlenmiş olan ilk mantıksal tümdengelim sistemidir ve bir sonuç çıkarma yöntemidir. Bu mantık sistemine göre her kıyas iki öncül önerme ve bir sonuç önermesi olmak üzere üç önermeden oluşur. Bilinen bir örneği hatırlatalım. Diyelim iki öncül önerme sırasıyla şöyle olsun: 1) Bütün insanlar ölümlüdür. 2) Ali bir insandır. 3) Sonuç önermesi: “O halde Ali de ölümlüdür” şeklinde olacaktır.
Biçimsel mantığın en önemli yasası olan özdeşlik yasasına göre bir şey kendisine eşittir ve başka bir şey olamaz. İşte bu yaklaşım, biçimsel mantıkla diyalektik mantık arasındaki büyük farkın kavranabileceği hassas noktayı oluşturur. Biçimsel mantık açısından “A” “A”ya eşitken, diyalektik mantık eşit olduğu varsayılan bu iki “A”nın farklı olabileceği üzerinde odaklaşır. Örneğin aynı ağırlıkta olduğunu sandığımız bir kilo pirinç, kuru bir ortamda tarttığımızda başka, rutubetli ortamda tarttığımızda başka bir ağırlığı ifade edecektir.
Yaşam, biçimsel mantığın durağan kategorilerini ezip geçen karmaşık bir etkileşimler sistemidir. Bir bütünü oluşturan parçalar olarak, diyelim “A” ve “B”yi ayrı ayrı tanıma ihtiyacımız ne kadar gerçekse, bu parçaların aslında birbirleriyle sürekli ve karşılıklı ilişki içinde oldukları da o kadar gerçektir. Örneğin tıp bilimi vücudumuzdaki tüm organların tek tek yapısını, işlevini ve önemini bilmekle yetinemez. Zira bu organlar birbirleriyle etkileşim halindedirler. Hastalıkları teşhis edebilmek ve tedavi çaresi bulabilmek için bunların bütünsel bir sistem olarak nasıl çalıştıklarını, birinin bozukluğunun diğeri üzerinde nasıl bir etkide bulunduğunu bilmek gerekir. İnsan vücudu böylece parça ve bütün ilişkisinin önemini gözler önüne serer. Vücudumuzun işleyişi birbirinden yalıtık tek tek fonksiyonların basit bir toplamı değildir, diyalektik bir bütündür. Örneğin sinir sistemimizin işleyişi en gelişkin bir bilgisayarın işleyişinden çok daha karmaşıktır.
Biçimsel mantık kurallarının yetersizliğini vurguluyorsak da bunları tamamen bir kenara fırlatıp atamayız. Marksizm biçimsel mantığın yetersizliğini gözler önüne serer, ancak onu toptan reddetmez. Çünkü somut yaşamda bu kurallara da belirli bir düzeyde ihtiyaç duyarız. Matematik biçimsel mantık kurallarına dayanır. Toplama, çıkarma, çarpma, bölme gibi temel işlemleri öğrenebilmek bu sayede mümkün olur. Ayrıca biçimsel mantık, kimya, biyoloji, mekanik bilgisinin gelişimine de temel oluşturmuş, ama bilim bu noktada durmamış ve diyalektik düşünce sayesinde inanılmaz mesafeler kat etmiştir.
Bilimsel ilerlemenin hem biçimsel mantığın hem de diyalektiğin yasalarından yararlandığı açıktır. Biçimsel mantık, farklı kategorileri kaydetmesi ve çeşitli düzeyde sınıflandırmalar yapması bakımından yarar sağlamıştır. 18. yüzyılda biyoloji alanında bitki ve hayvan türleri için gerçekleştirilen sınıflandırma, bitki ve hayvanların sistematik incelemesini ve farklı türlerin birbirleriyle karşılaştırılmasını mümkün kılmıştır. Fakat biçimsel mantık aynı zamanda da durağan ve değişmez biçimde algılanan bir sistem yaratmıştır. Buna göre bir kuş bir kuştur, bir memeli bir memelidir. Oysa doğada bu türler arasında nice geçiş halkaları bulunur. Varlıkları ve olguları dinamik biçimde, yüzeysel değil de derinlemesine kavramaya çalıştığımızda biçimsel mantık kurallarının yetersizliği ortaya çıkacaktır. Ve bu noktada imdada yetişecek olan diyalektik mantıktan başkası olamaz. Biçimsel mantık çelişkinin varlığından rahatsız olur ve dışlamaya çalışırken, diyalektik düşünce çelişkinin tüm varlığın özünü oluşturduğu gerçeğinin bilincindedir. Hareket ve değişim, yaşam ve gelişme kaynağını çelişkide bulur.
Düşünce üretiminde kullanılacak yöntem sorunu her zaman felsefenin önemli konusu olmuştur. Biçimsel mantık soyut düşünceyi hareket noktası olarak almış ve genelde tümdengelim yöntemine dayanmıştır. Biçimsel mantıkta soyuttan türetilen düşünce somutu açıklamak için kullanılır. Bu da bir şeyin ya da olgunun bilimsel deney ve gözlemin zenginliği içinde değil de, yalnızca soyut genellemelerden (öncüllerden) hareket ederek açıklanması demektir.
Doğru bir sonuca varabilmek için öncüllerin doğru olması gerektiğini, kuşkusuz biçimsel mantık da genelde kabul eder. Ama adından da anlaşılacağı gibi, bu mantık sisteminde biçim yani düşünce sürecine dayatılan kurallar önemlidir. Böylece katı biçim, zengin özü ezer. Biçimsel mantığın kategorileri, gerçekliğin durağan fotoğrafından türetilen soyutlamalarla, aslında son derece zengin ve hareketli bir niteliğe sahip somut gerçekliği açıklamaya çalışmaktadır. Bu çabanın bu içeriği nedeniyle, belli bir düzeyden sonra ne denli yetersiz kalacağı aşikârdır. Doğru görünen öncüllerden hareket edilmesi ve katı kurallara uyulması sayesinde ortaya çıkacak sonuç, biçimsel mantık açısından kesinlikle geçerli görünebilir. Ancak gerçekliğin değişken yönlerini hesaba katmayan genellemelere dayanılması halinde yanlış sonuçlara çıkmak işten bile değildir. Gündelik yaşam içinde insanların çoğu yanlış genellemelerle birtakım doğru sonuçlara vardıklarını sanırlar. Örneğin işçi sınıfının örgütsüz kesiminin sürüklendiği içler acısı duruma bakıp, “bu işçilerle hiçbir şey olmaz” genellemesiyle sınıftan tamamen umut kesilmesi sıkça karşılaşılan bir durumdur.
Kıyasçı muhakeme tarzı Ortaçağ Avrupa’sında egemen olduğu gibi, 17. yüzyıl Fransız felsefe geleneğinde de (örneğin Descartes) yaygın kabul görmüştür. Fakat biçimsel mantığın kurallarına dayanan bu tümdengelimci düşünce ekolünün yetersizlikleri, İngiltere’deki hummalı kapitalist gelişmenin gereklerine yanıt veremez hale gelmiştir. Böylece Anglo-Sakson dünyasında ampirizme (deneycilik) ve tümevarımcı muhakemeye önem verilmeye başlanmıştır. Ampirizm dine ve ortaçağ dogmatizmine karşı mücadelede olumlu bir rol oynamış, ama zamanla onun da tek yanlılığı ortaya çıkmıştır. Ampirizm, geniş kapsamlı teorik bütünlemeleri dışlayan aşırı parçacı yapısıyla materyalizmi yoksullaştıran bir özelliğe sahiptir. Materyalizm, ancak Marksizmin diyalektik yöntemiyle zenginleşmiş ve bilimsel derinliğe ulaşabilmiştir.
Diyalektik mantık
Evrendeki ve insanlığın evrimindeki hareket yasalarının gerçekliğe olabildiğince yaklaşan tarzda kavranabilmesi için, dinamik biçimde düşünmeye ihtiyaç olduğu son derece açıktır. Bu da ancak diyalektik mantık sayesinde mümkün olabilmektedir. Diyalektik mantık biçimsel mantığın kıyas gibi geçerli bazı kurallarını toptan yadsımasa bile, ondaki yetersiz yönleri eleştirmekte ve tamamen aşmaktadır. Böylece diyalektik, muhakeme ve inceleme sürecine arzulanan dinamizmi kazandıran etkin yöntem olarak yükseklere tırmanmaktadır.
İnsan zihni, sonsuzluk, enerji ve maddenin dönüşümü gibi soyut kavramları kolay hazmetmez ve gündelik yaşamın yansımaları olan somut ifadelerle düşünmenin rahatlığını arar. Ne var ki, soyut görünen karmaşık formüller ve kavramlar vasıtasıyla bilinmeyene ulaşmaya çalışmak, bilimin vazgeçilmez özelliğidir. Matematik, yaşamdaki ilişkilerin düşünce dünyasında kompleks ifade ve bağıntılarını üretmek bakımından soyutlamanın en çarpıcı biçimde uygulandığı bilim dalıdır. Burada soyutlama kavramı, metafiziğin yetersizliğini sergilerken değindiğimiz anlamda somut yaşamdan kopuk “soyut” kurallar türetmeyi değil, somutun zenginliğini kavramaya çalışan bilimsel yöntemin bir unsurunu ifade eder. Latince kökeni itibarıyla soyutlama sözcüğü, bir şey-“den almak” anlamına gelir. Geometrik biçimlerle ilgili kavramların ya da sayısal ifade ve formüllerin türetimi için, somutun çeşitliliği içinden soyutlanan (çıkartılıp alınan) bir özelliğin belirtilmesi, diğer yönlerin ise ihmal edilmesi gerekir.
Örneğin “2” sayısı iki ekmeğin sayısal ifadesi olabileceği gibi, pekâlâ iki işçiden ibaret bir çokluğa da denk düşebilir. Sayısal olarak “2” kavramı ile izah edilen niceliğin, iki ekmek mi ya da iki işçi mi olduğunun hiçbir önemi yoktur. Keza diyelim “silindir” diye adlandırılan bir geometrik biçimin bir ilaç tüpü mü yoksa bir su tankı mı olduğu da, silindir soyutlamasını yapmak ve bu şekle dair formülleri türetmek bakımından bir önem arz etmez. İşte bu örnekler birer düşünsel soyutlamadır. Ve yaşamdaki somut olgulardan elde edilen bu soyutlamalar, daha sonra yaşamın somutuna geri dönecek ve orada çok iş göreceklerdir. Nitekim toplumsal yaşamın ilerleyişi içinde insanın doğayla savaşımını ve yaşamını kolaylaştıran pek çok buluş ve icat bu sayede mümkün olabilmiş ve üretilebilmiştir.
Çeşitli düzeylerde soyutlamalar yapmak bilimsel araştırma yönteminin zorunlu bir unsurudur. Bilim, varlıkları ve olguları karmaşık hareket ve ilişkileri içinde kavrayabilmek için onlardan parçalar almaya, onları kesitlere bölerek incelemeye, kısacası soyutlama yapmaya ihtiyaç duyar. Örneğin bir kurbağanın bütünsel anatomisi hakkında fikir sahibi olabilmek için, önce kurbağanın çeşitli parçalarını incelemeye tâbi tutmak (bu parçaları tek tek bütünden çekip çıkartarak, yani soyutlayarak mikroskop altına yatırmak gibi) gereklidir.
İlk bakışta belki bir çelişki gibi görünebilir, ama bu soyutlamalar olmaksızın somutu zenginliği içinde kavramak olanaksızdır. Öte yandan, bütünden soyutlanmış bilgi kuşkusuz bütünün yalnızca belirli yönleri üzerinde odaklaşmış bilgidir, tek yanlıdır ve sınırlıdır. Somutun bütünlüğünün parçalanmasıyla elde edilen bu soyutlamalar sayesinde geliştirilen bilginin, daha sonra yine somuta ulaşarak bütünleştirilmesi gerekir. İşte ancak bu sayede, varlık ve olguların karmaşık iç bağıntılarıyla yaşamın ve hareketin zengin somut kavranışını elde edebiliriz. Ayrıca unutmamak gerekir ki, hakikat her zaman somuttur. Zengin, bütünsel, karmaşık olan ve daha yüksek basamaklarda yer alan soyut genellemeler değil, somut gerçekliktir.
Diyalektik yöntem, tümdengelim (bütünden parçaya, genelden özele, somuttan soyuta) ve tümevarım (parçadan bütüne, özelden genele, soyuttan somuta) süreçlerini bütünsel bir inceleme, muhakeme ve sonuçlandırma sürecinin bileşenleri olarak kullanır. Tümdengelim sürecinde bütünden parçalar ayrıştırılır, bir başka deyişle somutun genelinden bazı özel yönler çekilip çıkartılır. Böylece incelenen varlık ya da olgu analiz edilir, parçalar hakkında ayrıntılı bilgi toplanır. Bu sayede bütünün parçaları hakkında, önceki evreye oranla çok daha fazla bilgi elde edilir. Fakat şimdi de parçalara ilişkin bu bilgileri bir araya getirmemiz, yani bütünleştirmemiz gerekir. Bu tümevarım sürecidir ve düşüncemiz bu kez soyuttan somuta ilerler. Bilimsel inceleme ve bilimsel sonuçlara varma sürecindeki bütün bu faaliyetlerin anlamı, analizin sentezle, tümdengelim yönteminin tümevarım yöntemiyle birleştirilmesidir ve zaten diyalektik yöntemin özü de budur. Lenin’in sözleriyle, canlı algıdan soyut düşünceye ve buradan pratiğe: hakikati bilmeye, nesnel gerçekliği bilmeye giden diyalektik yol işte budur. Marx kendi inceleme ve sunuş yöntemini açıklarken bu önemli husus üzerinde durmuştur.
Devranın salt rastlantılarla mı, yoksa birtakım iç yasalarla mı dönüp durduğu hususu da felsefenin önemli bir tartışma konusu olmuştur. Aslında rastlantı ve yasa arasında da diyalektik bir ilişki vardır. Doğada ve tarihte rastlantılar kuşkusuz belirli bir rol oynarlar. Bilinen bir örnektir ama önemlidir. Ekim Devriminin başında Lenin gibi bir önder olmasaydı devrimci hareketin akışı değişebilirdi. Tarih, mutlaka Lenin gibi bir önderi çıkarmak üzere önceden kurgulanmış değildir.
Gelişim süreçlerini, her şeyin dış etkenlere kapalı ve değişmez bir iç yasa tarafından belirlendiği kısır bir döngü şeklinde algılamak, aslında tüm sonuçların önceden kesin biçimde kurgulanmış olduğunu iddia etmek anlamına gelir. Bu, doğanın ve tarihin kaderci bir açıklama tarzı olurdu ve çeşitli faktörlerin etkisiyle değişikliğe uğrayan gerçek hareketin niteliği ile bağdaşmazdı. Diyalektik kavrayış, rastlantının rolünü yadsımaz. Onun hareketi yolundan saptırabileceğini, yani yasayı belirli derece ve düzeyde değişikliğe uğratabileceğini kabul eder. Ama diğer yandan, ilk bakışta rastlantı gibi görünen olaylar zaman içinde tekrarlayan bir nitelik kazanabilirler. Bu gibi durumlarda, hareketin daha önceki yörüngesinden saptığı ve şimdi de kendini bu şekilde ortaya koymaya başladığı anlaşılır. Böylece tekrarlayan “rastlantılar” yeni yasaları geçerli kılarlar, ama yeni rastlantılar da tekrar bu yasaların işleyişini değişikliğe uğratabilirler.
Diyalektik gelişme, alt basamaklardan yukarı basamaklara doğru kıvrılarak ilerleyen sarmal bir nitelik taşır. Ancak hareketin biteviye aynı tempoda ve kesintisiz yukarı çıkan biçimde algılanması tamamen yanlış olacaktır. Zira diyalektik süreç, niceliğin niteliğe dönüştüğü sıçramalarla, süreklilik içinde kopuşlarla, çeşitli altüst oluşlarla, devrimlerle ilerler. Doğada ya da toplumda çeşitli eğilim ve kuvvetler çelişki ve çatışma içindedirler. Karşıt kutuplar mücadele içinde birlikte var olurlar. Diyalektik gelişme, geçmiş evreleri yadsıyarak farklı niteliğe ulaşan bir özelliğe sahiptir. Bu değindiğimiz hususlar, yani niceliğin niteliğe (ya da tersi) dönüşümü, karşıtların birliği ve mücadelesi ve yadsımanın yadsınması diyalektiğin üç temel yasasıdır. Diyalektik düşüncenin bu temel yasaları, ayrıca parça ve bütün, biçim ve içerik, sonlu ve sonsuz, çekme ve itme gibi önemli karşıtlıklar konusunu da aydınlatmakta ve bu zıt çiftlerin aralarındaki ilişkileri kavramayı mümkün kılmaktadır. Şurasını da belirtmek gerekir ki, diyalektiğin bu yasaları icat edilmemiş, doğanın ve insan toplumunun tarihinden çıkartılmışlardır.
Niceliğin niteliğe dönüşümü yasası
Diyalektik konusunda üzerinde durulması gereken birinci husus, hareketin ya da enerjinin dönüşümündeki yasaya ilişkindir. Enerjinin veya maddenin varoluş süreci, maddenin bir halden diğer bir hale dönüşümünü (örneğin katı halden sıvı hale veya sıvı halden gaz haline ya da bunların tersi) , yahut kimyasal enerjiden elektrik enerjisine, mekanik hareketten ısıya geçişi vb. içerir. Geçişsel süreçler nicel birikimlerin ürünü olan nitel sıçrama anlarına sahiptirler. Bir başka deyişle, evrendeki hareket her zaman tedrici (derece derece, yavaş yavaş) ve düzenli bir karakter arz etmez.
Diyalektik açıdan evrim süreci, yalnızca tedrici bir gelişim ve barışçıl bir ilerleme süreci anlamına gelmemektedir. Doğada ve tarihte uzun süren tedrici değişim süreçleri, ani patlamalarla ve beklenmeyen olaylarla (doğadaki depremler veya toplumdaki devrimler gibi) kesintiye uğrarlar. Nicelik birikimi bir noktadan sonra niteliksel dönüşümü tetikler. Değişen nitelik ise zamanla kendi niceliğini biriktirmeye koyulur. Diyalektikte bu durum niceliğin niteliğe (ya da tersi) dönüşümü yasası olarak adlandırılır. Böylece şu ya da bu gelişim süreci, nicel olarak değerlendirilebilen tedrici değişimlerin yanı sıra nitel olarak ayırt edilebilen sıçrama anlarını da kapsamaktadır.
Doğa bilimlerinden bir örnek vermek gerekirse, çok bilinen bir örneği hatırlayabiliriz. Suya ısı vermeye başladığımızda sıcaklığı artmaya ve buhara dönüşmekte olan miktar da artmaya başlar. Ancak bu buharlaşma henüz suya su demekten vazgeçmemizi gerektirecek bir düzeyde değildir. Kaptaki su hâlâ su olarak durmaktadır, onda belirgin bir değişiklik göremeyiz. Ancak suyun sıcaklığı 100 dereceye yaklaşmaya başladığında sudaki içsel hareket gözle görülür hale gelir, buharlaşmanın artık fark edilmemesi mümkün değildir. Ama 99 derecede henüz görmediğimiz bir şeyi 100 derecede görmeye başlarız. Su kaynamaya başlamıştır. Sıcaklıktaki bu niceliksel artış suyun niteliğinde de çok hızlı ve sıçramalı bir dönüşüme yol açmıştır. Su büyük bir hızla ve kütlesel biçimde buharlaşır. Nicel birikim sıçramalı bir şekilde niteliksel bir dönüşüme yol açmıştır, artık sıvı sudan değil gaz halindeki sudan yani buhardan bahsetmemiz gerekmektedir.
Doğada niceliğin niteliğe dönüşümü yasasını türlerin gelişimi bağlamında da izlemek mümkündür. İnsan ile maymunların ortak bir atadan evrilerek geldiği biliniyor. Maymunlar içerisinde insana en yakın tür olarak bilimciler şempanzeleri gösteriyorlar. Canlıların içerisinde insanın evrimi hiç kuşku yok ki muazzam bir sıçramayı ve köklü bir kopuşu temsil etmektedir. Ancak en yakın akrabası olan şempanze ile arasındaki niteliksel uçuruma rağmen, genetik yapılarının yüzde 96’sı aynıdır. Bir başka deyişle, bu denli büyük bir niteliksel farklılık, yüzde 4 gibi son derece küçük bir niceliksel farklılıktan kaynaklanmaktadır. Benzer bir durumu esasında tüm canlı türleri arasında da görmekteyiz. Demek ki, son derece küçük niceliksel farklar ya da niceliksel dönüşümler, büyük niteliksel farklılıklara yol açabilmektedir.
Doğadaki gelişim süreçlerinde niceliksel birikimler nihayetinde niteliksel değişiklikler yaratırlar. Marksizm insan toplumunun yaşamında da diyalektik sürecin yasalarının işlemekte olduğunu açıklamıştır. İnsanların yaşam koşullarını üretme tarzı da, tedrici değişim süreçlerinin yanı sıra kopuşları ve ani sıçrama dönemeçlerini içermektedir. Örneğin feodal toplumun içinde önce tedrici gelişimlerle ilerleyen burjuva üretim ilişkileri, neticede eski feodal kabukla bağdaşmamış ve köklü niteliksel değişimler burjuva devrimlerle gelmiştir.
Toplumsal alandan diğer bir örnek Marx’ın Kapital’de değindiği elbirliği olgusunun öneminden hareketle verilebilir. Marx kapitalist üretim sürecinin özelliğini pek çok açıdan analiz ettiği gibi, söz konusu olgunun anlamını da açıklığa kavuşturmuştur. Birçok bireyin elbirliği, yani birçok gücün birleşmiş bir güç durumunda kaynaşması, kendini oluşturan güçler toplamından niteliksel olarak farklı ve üstün yeni bir güç demektir.
Aslında insan toplumunun binlerce yıllık yaşam deneyinden süzülmüş kimi atasözleri, insanlar bunun bilincinde olmasalar bile diyalektiğin bazı yasalarını ifşa etmektedir. Hepimiz şu atasözünü biliriz: Bir elin nesi var, iki elin sesi var! İşçi sınıfı örgütlenmeye koyulduğunda, güçlerini birleştiren iki işçinin artık o tek tek işçilerden niteliksel olarak farklı yeni bir güç oluşturacağı açıktır. İşin gerçeğinde diyalektik hayatın o denli içindedir ki, ufak ufak birikimlerin büyük değişimleri doğuracağı hemen herkes tarafından doğal şekilde bilinir. Örneğin, “damlaya damlaya göl olur” atasözünün (kapitalistler bu gibi atasözlerini her zaman yalnızca paraya tahvil etmeye meraklı olsalar da) illâ geçmiş zamanların küçük kumbaralarını hatırlatması gerekmez. Doğada o su damlaları nice gölleri oluşturabileceği gibi devasa kayaların altını oymakta, yeryüzü şekillerini değiştirmektedir.
Toplumsal yaşamın diyalektik materyalist analizi yalnızca geçmiş tarihi anlamamızı değil, gelecekte olabilecekler konusunda da bilinçli kestirimlerde bulunabilmemizi olanaklı kılmaktadır. Bilindiği üzere, işçi hareketinde duraklama ve gerileme dönemlerinin yaşanması doğaldır. Böylesi dönemlerde işçi kitleleri, bozuk düzenin aynen akıp gideceği ve hiçbir şeyin değişmeyeceği düşüncesiyle umutsuzluğa kapılırlar. Devrim fikrine pek itibar edilmez, örgütlü devrimci mücadeleden kaçış eğilimi ağır basar. Oysa yüzeydeki durgun görünümün altında bu döneme son verecek bir birikim ve mayalanma içten içe oluşur. Kapitalist düzenin yarattığı ağır sömürü, baskı, yoksulluk ve işsizlik koşulları kitleleri bir anda devrimci kılmasa da, işçilerin bilincinde izler bırakır.
Başlangıçta küçük görünen izler büyür ve derinleşir. Zamanla devrimci propaganda ve örgütlenme çağrılarına kulak kabartan işçilerin sayısı artar. Bu adeta kimyasal bir yapı içinde enerjinin birikimi süreci gibidir ve Troçki tarafından da “devrimin moleküler süreci” olarak adlandırılmıştır. Süreç içinde oluşan birikimler kendilerini ani sıçrama ve patlamalarla ortaya koyarlar. Her şey eninde sonunda karşıtına dönüşür. Aynı şekilde, uzun bir süre boyunca kendilerinden umut kesilen işçi-emekçi kitleler de devrimci sıçramalarla durgunluk dönemlerine son verirler. Değindiğimiz süreçler kuşkusuz yalnızca nesnel faktörlerin etkisi altında biçimlenmemektedir. Her alanda nesnel ve öznel faktörler arasında karşılıklı etkileşim olması da diyalektiğin yasasıdır. Öznel faktör yani işçi sınıfının devrimci bilinç ve örgütlülük düzeyi, sürecin nesnelliğini etkileyen ve süreci hızlandıran ya da yavaşlatan bir etkendir.
Karşıtların birliği ve mücadelesi
Doğadaki varlıkların ya da toplumsal olguların dış görünüşlerindeki durağanlıkla yetinmeyip, onları dikkatli bir incelemeden geçirdiğimizde ve içsel hareket yasalarını kavramaya çalıştığımızda, hareketi var edenin karşıtlıklar olduğunu görürüz. Bir bütünün çelişkili parçalarının kavranması diyalektiğin özünü oluşturur. Yaşamı ve hareketi yaratan, karşıtlar arasındaki gerilimdir. Doğada olduğu kadar insan yaşamını ilgilendiren hemen her alanda da her şey karşıt çiftler halinde bulunur. Yoksul olmazsa zengin olmaz. Güzel, çirkin kavramıyla ifade edilene göre bir anlam taşır, iyi varsa kötü de vardır. İnsanın iç dünyası da diyalektiğin yasalarına göre biçimlenir. Benimsenen toplumsal değer yargılarına göre iyi kabul edilen yönlerle, kötü kabul edilen yönler birlikte ve mücadele halindedirler.
Hareketin sürekliliği içinde doğada zıt kutuplar yer değiştirebilirler. Örneğin yumurtanın tavuktan ve tavuğun yumurtadan çıkması misali, neden sonuç ve sonuç neden olabilir. Doğanın diyalektik sonsuzluğu içinde, mutlak bir başlangıç ve son aramak beyhudedir. Zira aslolan, neden ve sonuçların sürekli yer değiştirmesidir; başlangıç addedilen şeylerin bir başka açıdan son, son zannedilen şeylerin ise diğer bir bakımdan başlangıç olmasıdır. Yumurta açısından tavuk başlangıçtır, tavuk olmadan yumurta olmaz. Oysa tavuk açısından yumurta başlangıçtır ve bu böyle akar gider.
Bir molekülü oluşturan atomların yapısı da maddenin özünde çelişkinin yattığını gözler önüne serer. Atomlar kendi içlerinde artı ve eksi elektrikle yüklü parçacıkları içermekte ve bu çelişkili birliktelik gözle görülmeyen sürekli bir hareketin kaynağı olmaktadır. Doğa, karşıt eğilimlerin bir arada varolma dinamiğini sergiler. Pozitif negatifle, kuzey kutbu güney kutbuyla, itme kuvveti çekme kuvvetiyle, dişi erkekle birlikte vardır. Zaten atomun varlığı da karşıt özelliklere ve elektrik yüklerine sahip parçacıkların birliği demektir. Hatta insan bile, birbirleriyle muazzam derecede etkileşen ve böylece bütünsel bir sistem oluşturan küçük tanecikli artı ve eksi parçaların birliğidir.
Manyetik güç ancak kuzey ve güney kutbu gibi zıt kuvvetlerin aynı sistem içinde bütünleşmesi sayesinde oluşur. Gündelik yaşamda hepimizin kullandığı basit bir pil ancak artı ve eksi kutupların varlığı ve bu karşıtlığın yarattığı gerilim sayesinde işlev görür. O halde bir çelişkinin olumlu ve olumsuz iki kutbu birbirlerine karşıt oldukları kadar ayrılmazdırlar. Toplumsal yaşamdan örnek vermek gerekirse, kapitalizmde proletaryasız burjuvazi ve burjuvazisiz proletarya olamaz. Doğadaki ve toplumsal yaşamdaki gelişme, temelde karşıtların mücadelesine dayanır. Nasıl ki vaktiyle Avrupa’da ekonomik yaşamı ilerleten temel faktör burjuvazinin feodaliteye karşı mücadelesi olmuşsa, kapitalizme karşı işçi sınıfının yürüttüğü devrimci mücadele de günümüzde toplumsal gelişmenin ilerletici gücüdür.
Kapitalist toplum işçi sınıfı ve burjuvazi arasındaki karşıtlığa dayanmakta ve bu temelde yol almaktadır. Kapitalist üretim tarzı bu iki karşıt sınıfın birlikte varoluşuna dayanmaktadır. Ama bu birlikte varoluş, aslında mücadele içindeki bir birlikteliktir. Açıktır ki, kapitalist üretim tarzının yarattığı toplumsal sorunlar işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki sınıf mücadelesini kaçınılmaz kılmaktadır. Sermaye birikimi ve ücretli emeğin sömürüsü arasındaki ilişki nedeniyle, işçi sınıfı ve burjuvazi arasındaki çelişki kesinlikle uzlaşmaz (antagonistik) bir çelişkidir. Çünkü sermaye birikimi, ancak işçi sınıfının ürettiğinden çalınan artı-değer sayesinde gerçekleşmektedir. Kapitalistin daha fazla refaha ermesi, işçinin daha fazla sömürülmesi ve yoksullaşması anlamına gelmektedir. İşçi sınıfı kapitalizm altında hem maddi yaşam koşulları bakımından ve hem de kendi emeğine yabancılaşarak manen yoksullaşmaktadır.
Marx bir başka yabancılaşma konusundan, dinden örnek vererek bu konuya değinmiştir. İnsan Tanrı’ya kendisinden ne kadar çok şey hasrederse, kendisine o kadar az şey kalmaktadır. Tıpkı bunun gibi, işçi kendisini iş sürecinde ne kadar çok harcarsa, kendisinin yarattığı nesneler dünyası karşısına o denli güçlü şekilde dikilmektedir. Böylece işçi kendi üretici faaliyetine ve bu faaliyetinin ürününe o denli yabancılaşmakta ve dolayısıyla iç yaşamında o denli yoksullaşmaktadır. İşçiyi bu durumdan kurtaracak olan, kapitalist düzene karşı yürüteceği örgütlü devrimci mücadele olabilir Diyalektik Materyalizm Üzerine /3
Elif Çağlı
25 Mart 2007
Yadsımanın yadsınması yasası
Diyalektiğin diğer bir yasası ise yadsımanın yadsınması yasası olarak adlandırılır. Ancak en başta belirtelim ki, bir şeyi diyalektik manada yadsımak o şeyi ondan birtakım miraslar almaksızın tamamen yok etmek anlamına gelmez. Yadsıma kavramı diyalektikte, bir varlık ya da toplumsal olgunun eski koşullara göre oluşmuş durumunu, değişen koşullar çerçevesinde olumsuzlayarak aşmak demektir. Zira doğada ve toplumda hareket ve gelişmenin yasası böyledir. Daha önce var olan öncüller olmadan, hiçbir şey birdenbire ortaya çıkmaz. Diğer yandan, gelişmenin seyri içinde doğada herhangi bir varlığın herhangi bir hali veya herhangi bir toplumsal ilişki düzeyi yadsınır, aşılır. Ancak daha sonra, eskiyi yadsımış olan bu hal veya düzey de aşılacak ve böylece yadsıyan da yadsınacaktır.
Örneğin toprağa düşen bir buğday tohumu elverişli koşullara sahip olduğunda filizlenerek yeni bir buğday başağına dönüşür. Tohum, olgunlaşarak yaşlanan bitkinin yadsınmasıdır. Fakat genç bitkinin yeşermesiyle bu tohum da yadsınmış olur. Ne var ki yaşamın dönüşümü bu noktada da durmayacaktır. Bir gün bu genç bitki de yaşlanacak ve vereceği tohumların filizlenmesiyle o da aşılıp geçilecektir. Bu yasayı kavramayan ya da kabul etmeye yanaşmayan biri, bu buğday tohumunu ayağının altında ezerek onu mutlak anlamda ortadan kaldıracağını iddia edebilir. Ama doğada ve toplumda işler bu kadar basit yürümez ve diyalektiğin söz konusu yasasıyla anlatılmak istenen de zaten bu değildir. Yadsımanın yadsınması yasası, böyle ayak altında ezilip giden tohum taneleriyle ilgilenmez. Yeşermeye devam eden milyarlarca tohum tanesinin ve bunlarla devam edecek yaşamın gelişme sürecinin özelliğini anlatmaya çalışır.
Metafizikçiler diyalektiğe saldırmak için yadsımanın anlamını, yadsınan şeyi öldürmek, onu yok etmek şeklinde saptırmak isterler. Zira çelişkiyi kabul etmeyen metafizikçi için yadsımak demek, yadsınan şeyin son bulması demektir. Oysa doğa ve yaşam bu tür bir mutlaklık temelinde ilerlememektedir. Canlı yaşamın sürekliliğinde herhangi bir yadsıma ile süreç son bulmamakta, yadsıyan da günün birinde yadsınmakta ve böylece hareket, dönüşüm ve gelişim devam etmektedir. Ayrıca, doğada ve toplumsal yaşamda süreçler kısır bir döngü içindeymiş gibi kendilerini aynen tekrarlamazlar. Gelişim süreçleri, birbiri ardı sıra gelen çelişkilerle yol alan açık uçlu spirallere benzerler. Diyalektiğin üçüncü yasası, işte gelişim süreçlerinin bu özelliğini ifade eder. Diyalektik harekette, basitten karmaşığa ve hareketin alt biçimlerinden daha üst biçimlerine yükseliş söz konusudur.
Yukarda verdiğimiz buğday tohumu örneğinde olduğu gibi, toplumsal yaşamın ve düşüncenin gelişim süreci de yadsımanın yadsınması kuralı temelinde yol alır. Hatırlanacak olursa, geçmişin sınıfsız toplumu, onun içinden çıkan sınıflı toplumlar tarafından yadsınmıştır. Ama kapitalizme son verecek olan işçi devrimi sayesinde toplum komünizme ilerlediğinde, bu kez de sınıflı toplumlar gerçeği yadsınmış olacaktır. Böylece yadsımanın yadsınması ile, ilkel sınıfsız toplumdan gelişkin sınıfsız topluma ilerleyiş söz konusudur.
Mülkiyetin tarih içindeki değişimi diyalektiğin bu yasasının işleyişini somutlar. Örneğin ilkel komünal toplumun çözülüşü, çeşitli Avrupa ülkelerinde kendi üretim araçlarının sahibi olan küçük üreticileri de yaratmıştı. Bu bireysel özel mülkiyet, ilkel komünal toplumdaki ortak mülkiyetin yadsınmasıydı. Fakat tarihin ilerleyişi içinde ortaya çıkan kapitalist mülk edinme biçimiyle, bu kez de, kişisel emeğe dayanan bu bireysel özel mülkiyet biçimi yadsınacaktı. Kapitalist gelişme küçük üreticileri yıkıma sürükler ve onların küçük özel mülkleri büyük kapitalist özel mülkiyet tarafından yutulur. Büyük ölçekli üretime dayanan ve sermayenin merkezileşmesinin ifadesi olan kapitalist özel mülkiyet, küçük mülk sahibinin emeğine dayanan kişisel özel mülkiyeti ortadan kaldırır. Ama tarihsel devinim bu noktada da durmaz, çünkü bu kez de kapitalist özel mülkiyet kendini yadsıyacak maddi koşulları geliştirmeye koyulur.
Kapitalist üretim biçimi üretim araçlarını merkezileştirir, emeği toplumsallaştırır. Bunun neticesinde, üretici güçlerin gelişme düzeyi üretim araçlarının özel mülk edinilmesiyle çelişir. Kapitalist özel mülkiyet üretici güçlerin gelişimini engelleyen bir ayak bağına dönüşür. Marx’ın deyişiyle, şimdi mülksüzleştirilecek olan artık kendi hesabına çalışan küçük üretici değil, birçok işçiyi sömüren kapitalisttir. Vaktiyle küçük üreticileri mülksüzleştirerek büyük kapitalist olanların mülksüzleştirilmesinin zamanı gelmiştir. Kapitalist özel mülkiyetin ölüm çanları çalmaya başlar ve mülksüzleştirenler mülksüzleştirilirler. İşçi sınıfının tarihsel eylemi sayesinde üretim araçları toplum tarafından ortaklaşa mülk edinilir. Yadsımanın yadsınması ile ilerleyen bu süreç sonucunda insan toplumu yeniden ortaklaşa mülkiyet koşullarına kavuşmuş olur. Ama bu ortaklaşmacılık, ilkel komünal toplumdaki düzeyi fersah fersah aşan üstün bir tarihsel basamaktır. Kısacası incelenen örnek her ne olursa olsun, daha öncekini yadsımış olanın yadsınması başlangıç noktasına geri dönüş anlamına gelmemektedir. Gelişme süreçlerini spiral bir merdivene benzetecek olursak, bu sayede bir üst basamağa erişilmektedir.
Yadsımanın yadsınması konusunda bir başka örnek, bizzat düşüncenin gelişimi alanından verilebilir. Engels’in Anti-Dühring’de belirttiği üzere, antik Yunan felsefesi ilkel bir materyalizme dayanmış ve düşünce ile madde arasındaki ilişkiyi açığa çıkartmakta yetersiz kalmıştır. İlerleyen zaman içinde varlıkları ve olguları daha derinden kavrama çabası, bu kez maddeden ayrı bir ruhun olduğu yolundaki idealist öğretiye can vermiştir. İdealist düşünce tarzı, ruhun ölümsüzlüğünün savunusuna ve nihayetinde de tektanrılı din anlayışının ortaya çıkmasına götürmüştür. Böylece ilkçağ materyalizmi, idealist felsefe tarafından yadsınmış, aşılmış olmaktadır. Fakat daha sonraki bilimsel buluşların sonucu olarak, bu kez de idealizm artık savunulamaz bir duruma gelmiş ve o da modern materyalizm tarafından yadsınmıştır. Örneğimizde somutlanan yadsımanın yadsınması ile biçimlenen modern materyalizm, basitçe eski materyalizme dönüş değildir. Felsefe ve doğa bilimlerinin iki bin yıllık evriminin ürünü olan birikimin kavranması ve içselleştirilmesidir. Engels’in deyişiyle, zaten bu artık bir felsefe değil ama gerçek bilimler içinde yararlılığını gösterecek ve kullanılacak yalın bir dünya görüşüdür.
Tarihin diyalektik materyalist kavranışı
İdealist tarih anlayışı, sınıflara bölünmüş toplumlarda tarihi biçimlendiren temel faktörün sınıf mücadeleleri olduğunu görmezden geliyordu. Bu “tarih” yazımında, savaşların nedenleri olarak farklı sınıf çıkarları arasındaki çatışmaların incelenmesini bulmak mümkün değildi. İnsan topluluklarının maddi yaşamlarını üretme tarzı ve buradan kaynaklanan ekonomik ilişkiler, idealist tarihçi ve ideologlara hep “uygarlık tarihi”nin ikincil unsurları, ihmal edilebilir faktörler olarak görünüyordu ya da onlar böyle göstermeye çalıştılar.
Örneğin eskiden Hintliler ve Mısırlılarda üretici güçler düzeyinin belirlediği işbölümünün ilkel biçimi, devlet ve din düzeyinde bir kastlar rejiminin doğmasına neden olmuştu. Ne var ki idealist tarih anlayışı, kastlar rejiminin bu ilkel toplumsal biçimi doğuran güç olduğunu iddia etti. Gerçeklik işte böyle ters yüz edilmişti. Fakat bilimsel düşüncenin ilerleyişine paralel olarak, Marksizm tarafından geliştirilen materyalist tarih anlayışı sayesinde gerçeklik ayakları üzerine dikildi. Ve böylece idealizm son sığınağından da, tarih anlayışından da kovulmuş oldu.
Tarihsel materyalizm, toplumsal bilinci belirleyenin toplumsal varlık koşulları olduğunu gözler önüne serer. Doğa bilimleri doğanın tarihi ile ilgilenirken, tarihsel materyalizmin konusunu insanların tarihi oluşturur. Marx’ın geliştirdiği materyalist tarih anlayışı tarihe dayatılan bir model değildir. Bu bilimsel dünya görüşü, toplumun ve toplumsal gelişmenin yasalarının dikkatli ve derinlemesine incelenmesinin eşsiz bir meyvesidir.
Tarihsel materyalizm, idealist tarih anlayışında olduğu gibi birtakım keyfi önermeler ve dogmalardan hareket etmez. Onun hareket noktası gerçek bireyler ve onların maddi yaşam koşullarıdır. Tüm insan tarihinin ilk ve nesnel öncülü, canlı insan bireylerinin varlığıdır. Bu bireylerin kendi geçim araçlarını üretmeye başlamaları onların ilk tarihsel eylemidir. Bu tarihsel eylem, ilkel insan topluluklarının kendilerini hayvanlardan ayırt etmesini mümkün kılmıştır. İnsanlar kendi geçim araçlarını üretirlerken, bunun uzantısı olarak kendi maddi yaşam tarzlarını da üretmeye başlamışlardır.
Bununla kastedilen, bireylerin kendi fiziki varlıklarını yeniden üretmeleri değildir; bireylerin birbirleriyle karşılıklı ilişki içinde toplumsal bir yaşam tarzı üretmeleridir. Tarihte insan toplulukları yaşamlarını sürdürmek için, değişen ihtiyaç ve koşullara bağlı olarak değişik yaşam tarzları üretmişlerdir. İlkel komünal, asyatik, köleci, feodal ve kapitalist üretim tarzları şeklinde çeşitlenen bu farklı yaşam tarzları, insanların neler ürettiklerine bağlı olduğu kadar bunları nasıl ürettiklerine de bağlıdır. O halde tarih içinde insan topluluklarının varlık koşulları, üretimin maddi koşullarına bağlıdır. İnsanlık tarihi, insan nüfusunun çoğalmasına da koşut olarak bireylerin arasında gelişen ilişki ve işbölümünün tarihidir. Bu tarih veya toplumsal ilişkilerin biçimi, esasen üretim sürecinin niteliği tarafından belirlenir.
Bir ulusun üretiminin gelişim düzeyi, diğer bazı iç ve dış faktörlerin yanı sıra, o ulusun diğer uluslarla ilişkilerini ve bizzat o ulusun kendi iç yapısını belirleyen esas etkendir. Üretimin gelişme düzeyi ise, üretici güçlerin ulaştığı gelişme düzeyinden, en açık şekilde de işbölümünün ulaştığı gelişme düzeyinden anlaşılır. Örneğin kır ile kentin ayrışma derecesi, o toplumun bir tarım toplumu mu yoksa bir kent toplumu mu ya da bir sanayi toplumu mu olduğunu gözler önüne serer. İşbölümünün gelişmesinin farklı aşamaları, farklı mülkiyet biçimlerine denk düşer. Örneğin asyatik tarım komünlerinin tarımsal üretimine dayanan despotik Doğu toplumlarında toprakta özel mülkiyet yokken, kent medeniyetine ve zengin ticari ilişkilere dayanan köleci Roma İmparatorluğu’nda özel mülkiyet gelişmiştir. Ayrıca işbölümünün her yeni evresi, üretici faaliyetin konusu, üretim araçları ve üretilen ürünlerin niteliği ile birlikte bireylerin kendi aralarındaki toplumsal ilişkileri de koşullandırır.
Marx Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’ya yazdığı Önsöz’de, tarihin materyalist anlayışına dair vardığı sonucu özetler. Buna göre, insanlar varlıklarının toplumsal üretiminde kendi aralarında kendi iradelerine bağlı olmayan bazı zorunlu ilişkiler kurmaktadırlar. Üretim ilişkileri olarak adlandırılan bu ilişkiler, o insan topluluğunun maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişme derecesine tekabül etmektedir. Söz konusu üretim ilişkileri, toplumun iktisadi yapısının niteliğini de belirler. Üretici güçler ve üretim ilişkilerinin bütünlüğünden oluşan üretim tarzı yani iktisadi altyapı, belirli toplumsal bilinç şekillerine tekabül eden bir hukuki ve siyasal üstyapıyı biçimlendirir. Başka bir ifadeyle, bireyler arasında varolan üretim ilişkileri kendilerini zorunlu olarak siyasal ve hukuki ilişkiler olarak da ifade etmek durumundadırlar.
Maddi hayatın üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasal ve entelektüel hayat sürecini de koşullandırır. İnsanların toplumsal varlık koşullarını belirleyen faktör bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen toplumsal varlık koşullarıdır. Basite indirgeyerek ifade edecek olursak, hangi toplumsal koşullar içinde yaşar ve kendini öyle var edersen öyle de düşünürsün. Ancak asla unutmamak gerekir ki, Marksizm mekanik bir ekonomik determinizme indirgenemez. Altyapı ve üstyapı veya toplumsal varlık koşulları ve toplumsal bilinç unsurları arasında karşılıklı diyalektik bir ilişki vardır. Yine de son tahlilde esas belirleyici olan ekonomik temel ve nesnel toplumsal koşullardır.
Nasıl ki doğa sürekli bir hareket halindeyse, toplumsal yaşam koşulları da durağan değildir, zamanla değişmektedir. Gelişmelerinin belirli bir aşamasında toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine, ya da bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Vaktiyle üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, şimdi onların engelleri haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar. İktisadi temelde yeni bir üretim tarzına geçişi zorlayan mayalanma ve gelişim, siyasi ve hukuki üstyapıyı da az ya da çok hızla sarsmaya ve altüst etmeye koyulur.
Marksist tarih anlayışının açıkladığı üzere, fikirlerin, siyasi anlayışların ve bilincin üretimi, esasen insanların maddi faaliyetine ve karşılıklı maddi ilişkilerine, yani gerçek yaşamın diline bağlıdır. Bilinç hiçbir zaman bilinçli varlıktan başka bir şey olamaz. Ve insanların varlığı, onların gerçek yaşam süreçleridir. Buna rağmen insan düşüncesiyle insanın varoluş koşulları arasındaki ilişki, fotoğrafçılıktaki karanlık kutudaki gibi baş aşağı görünebilir. Aslında bu durumun da yine maddi bir nedeni vardır. Örneğin göz merceğinin yapısı ve ışığın kırılması nedeniyle nesneler gözün ağ tabakasında ters görüntü oluştururlar. Bu durum nasıl ki fiziksel yaşam sürecinden kaynaklanıyorsa, insanların kendi tarihsel yaşam süreçlerini algılamalarında da böylesi kırılmalar gerçekleşmektedir. Buna bağlı olarak, toplumsal yaşamda gerçekliğin ters yüz edilmiş ideolojileri biçimlenir. İnsan beyninin yarattığı ahlâk, din ve metafizik gibi olağanüstü düşünceler, nihayetinde insanların yaşam süreçlerinin ürünü olan birtakım yüceltmelerdir. Ve bunlar neticede, şu ya da bu tarihsel dönemde yaşamış olan insanların verili maddi ve toplumsal koşullarına bağımlı olmuştur. Bu nedenle bilinç de, gerçek tarihsel gelişme çerçevesi içinde yol alır.
İşte değinmeye çalıştığımız tüm bu hususlar tarihsel materyalizmin temel yapıtaşlarıdır. Bu tarih anlayışı, idealist tarih anlayışında olduğu gibi her bir tarihsel dönemi açıklamak için kurgusal bir kategori yaratmak zorunda değildir. Tarihin materyalist kavranışı, daima, insan topluluklarının eseri olan gerçek tarihin zeminine basar. Tarihsel materyalizm insan topluluklarının pratiğini, nereden geldiği bilinmeyen birtakım soyut fikirlere göre açıklamaz. Tersine, mevcut fikirlerin oluşumunu, insanların maddi pratiğinin düzeyine ve sınıfsal çıkarların farklılığına göre açıklar. Yine aynı şekilde tarihsel materyalizm, tarihin, dinin, felsefenin ve bütün öteki teorilerin devindirici gücünün, saf düşünceden kaynaklanan bir eleştiri olmadığını kanıtlar. Yaşam koşullarını değiştirecek ve dönüştürecek olan, örgütlü insanların mevcut düzene yönelik pratik eleştirisi yani devrimdir.
Tarihte kişinin rolü önem taşıyor olsa da son tahlilde tarihi yapanlar “büyük adamlar” değildir, kitlelerdir. Asırlardır insanlar kendi tarihlerini kendileri yapmaktadırlar. Ortam ve koşullar insanları biçimlendirdiği kadar, insanlar da içinde yaşadıkları ortam ve koşulları biçimlendirmektedirler. Ne var ki her dönemin verili koşulları, insan topluluklarının kendi tarihlerini yapış tarzını da belirler. Her kuşağın içine doğduğu üretici güçler ve üretim ilişkileri düzeyi, kısacası üretim tarzı tarihin somut temelini oluşturur. İnsanlık tarihinde tüm büyük çatışmaların temelinde üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çelişki yatar.
Dünya üzerindeki insan topluluklarının kaderini birbirine bağlayan kapitalist üretim tarzı bu çelişkinin niteliğini de küreselleştirmiştir. Artık söz konusu çelişkinin bir ülkede sınıf çatışmalarına neden olması için, o ülkede aşırı ölçüde yoğunlaşmış olması gerekli değildir. Sanayileri daha çok gelişmiş ülkelerle rekabet, sanayileri daha az gelişmiş ülkelerde de bu çelişkiyi alabildiğine yoğunlaştırıp keskinleştirmektedir. Eşitsiz ve bileşik gelişme yasasının uzantısı olarak, devrimci durumlara yol açan krizler az ve orta düzeyde gelişmiş kapitalist ülkelerde çok daha sık ve derin biçimlerde patlak vermektedir. Kapitalizmin tarihi bu durumu kanıtlayan pek çok örnekle doludur.
Sınıflı toplumların tarihi incelendiğinde, toplumsal yaşamın çelişkilerle dolu olduğu görülecektir. Çeşitli uluslar arasında çatışma ve savaşlar olduğu gibi, aynı ulus içinde de çıkar çatışmaları ve sınıfsal karşıtlıklar temelinde bazen sinsi bazen açık bir iç savaş yürümektedir. Yüzeysel algılamada tam bir kaos gibi yansıyan bu karmaşık tablonun netliğe kavuşturulabilmesi için bilimsel analiz yöntemine ihtiyaç vardır. İşte diyalektik ve tarihsel materyalizm üzerinde yükselen Marksizm, bu ihtiyacı giderebilen yegâne dünya görüşünü bize sunmaktadır.
Marx ve Engels Komünist Manifesto’da sınıflı toplumların tarihinin anlaşılmasını sağlayacak anahtarı dünya işçilerine verdiler. Sınıflı toplumların tarihi, özünde sınıf savaşımlarının tarihidir. Manifesto’da belirtildiği gibi, özgür insan ve köle, patrisyen ve pleb, efendi ve serf, lonca ustası ve kalfa, kısacası ezen ve ezilen arasında uzlaşmaz karşıtlıklar olagelmiştir. Bu nedenle bunlar arasında kimi zaman gizli, kimi zaman açık bir kavga yürümüştür. Ve bu kavga her defasında, ya bir devrim sayesinde toplumun geniş ölçüde yeniden kurulmasıyla ya da katılan sınıfların ortak yok oluşuyla sonuçlanmıştır. Feodal toplumun yıkıntılarından yeşeren modern burjuva toplum da sınıf düşmanlıklarını giderememiştir. Yalnızca eskilerin yerine yeni sınıflar, yeni baskı koşulları, yeni savaşım biçimleri koyabilmiştir. Burjuvazinin çağı sınıf düşmanlıklarını yalınlaştırmıştır. Toplum bir bütün olarak giderek daha fazla karşı karşıya gelen iki büyük düşman kampa, burjuvazi ve proletarya olarak iki büyük sınıfa bölünmüştür.
Görüldüğü üzere, karşıtlık ve karşıtların mücadelesi yalnızca doğada yer alan süreçlerle sınırlı bulunmuyor. Diyalektiğin bu yasası, insanlığın toplumsal yaşam sürecini de biçimlendiriyor. Bu durum, içinde yer aldığımız kapitalist çağ için haydi haydi geçerlidir. Kapitalist toplum var olduğundan bu yana, burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki karşıtlık ve bu karşıtların mücadelesi temelinde yol aldı. Onun sonunu getirecek olan da, diyalektiğin yasaları gereği yine bu mücadele olacaktır.
Toplumsal yaşamın tarihsel materyalist açıklaması, idealist düşünürlerin tepetaklak ettiği neden-sonuç ilişkilerinin yerli yerine oturtulmasını ve kavranabilmesini imkân dahiline soktu. İdealist yaklaşım ya da Marksist yöntemden uzak duran küçük-burjuva ahlâkçılığı ise, toplumsal formasyonları biçimlendiren ve sırası geldiğinde değişikliğe uğratan çelişkilerin nesnelliğini yadsıyor. Onlar doğada olduğu gibi tarihte de zorunluluklar yasasının işleyişini bilince çıkarmaktan uzaklar. Küçük-burjuva ahlâkçılığın dar prizmasından dünyaya bakanlar, tarihsel olguları “iyi” ya da “kötü” gibi idealist kategorilere ayırt ederek kavramaya (yani kavramamaya) yeminliler. Oysa bu gibi yaklaşımlarla toplumsal tarihin bilimsel yorumuna ulaşabilmek asla mümkün olmadı ve de olmayacak.
Tarihin ilerletici gücü
Tarihsel materyalizm, insan topluluklarının yaşam koşullarının ilerleyiş ve değişiminde insan iradesinden bağımsız olarak hükmünü icra eden yasayı keşfetti. İnsanın yaşamını sürdürebilmesi için karşısına bir zorunluluk olarak dikilen ihtiyaçların karşılanması ve karşılanan ihtiyaçlarla birlikte yeni ihtiyaçların doğması tarihte ilerletici bir rol oynar. Zorunlulukların baskısı, eski dönemlerin sınıfsız toplumunu çözmüş ve sınıflı toplumları ortaya çıkartmıştır. Yani toplumun sınıflara bölünmesi birtakım hain insanların şeytanca fikirlerinin sonucu olmamıştır. Sınıflı toplumlar, insanlığın ilkel dönemindeki ortaklaşmacı yaşam koşullarına oranla, insanlar arasında eşitsiz ilişkileri, sayısız haksızlığı, baskıyı ve kötülükleri yaratmıştır. Ama beğensek de beğenmesek de tarihin tekerleği bu yolda ilerlemiştir.
Tarihte zorunlulukların yarattığı değişimde yalnızca birtakım kötülükleri gören biri, olguları bilimsel tarzda kavrama çabasından tamamen uzak demektir. Zira insanlığın üretici güçlerinin gelişmesi yaşanan bu tarihin bir ürünüdür. Diyelim sınıflı toplumlar gerçeği olmasaydı, bugün ilkel komünal toplum koşulları içinde yaşıyor olurduk. Oysa tüm kötücül sonuçlarıyla birlikte o sınıflı toplumlar tarihidir ki, bugün işçi sınıfını geleceğin üstün sınıfsız toplumunu kurabilecek potansiyellere sahip bir toplumsal güç katına yükseltebilmiştir.
Engels bu konuyu açıklığa kavuşturmak için eski dönemlerden bir örnek verir. Antik Yunan’da toplumun ileriye gidişi, o günün maddi koşulları nedeniyle ancak kölelik biçimi sayesinde gerçekleşmiştir. Hatta geçmiş koşullarla kıyaslandığında, bu durum köleler açısından bile bir ilerleme olmuştur. Zira köle, köle sahibi açısından korunması gereken kıymetli bir maldır ve üretici güçlerin gelişmesi kölelerin efendileri tarafından doyurulmasını, giydirilip bakılmasını sağlamıştır. Oysa daha eski dönemlerin kıtlık koşullarında, çeşitli ilkel insan toplulukları ele geçirdikleri savaş tutsaklarını masrafa neden olmasın diye rahatlıkla öldürebilmekteydiler. Avrupa’nın ekonomik, siyasal ve entelektüel evriminin kökeninde yatan da eski Yunan ve köleci Roma İmparatorluğu sayesinde bu alanlarda sağlanan ilerlemedir. Kısacası, tarihsel gerçekleri kavrayabilmek için duygusal değil bilimsel yaklaşıma ihtiyaç olduğu açıktır.
Eskiyi yadsıyacak olan yeni ve daha yüksek düzeydeki üretim ilişkileri, bu ilişkileri var edecek maddi koşullar eski toplumun bağrında çiçek açmadan tepeden iradi kararlarla indirilemezler. İçerdiği üretici güçleri geliştirme potansiyelini tüketmeden, bir toplumsal oluşum tarih sahnesinden çekip gitmez. Fakat insanlık tarihi durduğu yerde durmaz ve er geç diyalektik dönüşüm noktalarına doğru ilerlenir. Sınıf karşıtlıkları üzerine kurulu her toplumsal formasyon, üretici güçler ve üretim ilişkileri arasında var olan ve zamanla daha da olgunlaşan çelişkiler nedeniyle ölmeye yazgılıdır. Kapitalist üretim tarzı da bu yasanın işleyişinden muaf değildir. Kapitalizm altında üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çelişki, biz onun farkında olsak da olmasak da var olan ve varlığını sürdüren nesnel bir çelişkidir. Bilimsel komünizm işte bu gerçek çelişkinin kavranması ve devrimci çözümü üzerinde odaklaşır.
Marksizmin anahtarı tarihte bundan önce neler olduğunu anlamamızı sağladığı gibi, tarihin güncel gelişme eğilimlerini kavrayabilmemizin kapısını da açıyor. Marksizmin kurucularının geliştirdikleri diyalektik ve materyalist tarih anlayışı, genel olarak toplumsal devrimlerin ve özelde proleter devrimin yasalarını ortaya koyuyor. Bunlara burada çok kısaca değinmek yararlı olacak.
Tarihin incelenmesi, verili bir üretim tarzı çerçevesinde üretici güçlerin gelişmesinin mevcut üretim ilişkileriyle artık bağdaşmadığı bir aşamaya gelip dayandığını göstermektedir. Bu aşamada üretici güçler mevcut üretim ilişkileri çerçevesinde artık zararlı ve yıkıcı güçlere dönüşürler. Kapitalizmde bu durum, işçi sınıfı içinde düzene karşı devrimci bir isyan duygusunun gelişmesiyle de yansımasını bulur. Proletarya içinde komünist bir bilinç gelişir. Bilinçlenip örgütlenen işçiler, devrimci savaşımın egemen sınıfa ve onun devletine yönelmek zorunda olduğunu kavramaya başlarlar.
Tarihte kapitalizme öngelen tüm sınıflı toplumlarda cereyan eden devrimlerde toplumsal eşitsizlik ve sınıflara bölünme koşulları devam etmiş, yalnızca bu eşitsizliğin ve sınıfların varoluşunun koşulları değişikliğe uğramıştır. Oysa işçi sınıfının tarihsel eylemi, toplumsal eşitsizlik ve sınıf ayrımı üreten koşulları temelden ortadan kaldıracaktır. Diğer yandan, sınıfsız, devletsiz ve sömürüsüz toplum özlemini yaşama geçirip koruyabilmek, ancak bilinçli kitlelerin aktif eyleminin eseri olabilir. Kitleleri bu komünist bilinç doğrultusunda dönüşüme uğratmak ise, pratik tarihsel hareket yani devrim sayesinde mümkün olacaktır. Bu nedenle Marksizm proleter devrimin sürekliliğini, yalnızca mevcut egemen sınıfı devirmenin tek yolu bu olduğu için değil, onu deviren sınıfa eski sistemin bulaştırdığı pislikler ancak bu sayede süpürülebileceği için de savunur.
Toplumsal üretim ile kapitalist sahiplenme arasındaki çelişki, modern çağın sınıflar mücadelesini ateşleyen temel çelişkidir. Bu çelişki kendini somutta proletarya-burjuvazi karşıtlığı olarak ortaya koyuyor. Kapitalizm her düzeyde çelişkiler ve çatışkılar yaratmadan yol alamaz. Marx ve Engels’in eşsiz açıklamalarından hareketle buna çeşitli örnekler vermek mümkündür. Kapitalizm altında gerçekleşen makineli üretimin insan toplumunu üretici güçlerin gelişimi bakımından ileriye taşıdığı doğrudur. Ama makineler pek çok işçinin işini elinden çekip alır. Böylece kapitalizmde çalışma araçlarının gelişmesi, işçilerin elinden onların yaşama araçlarının çekilip alınması pahasına gerçekleşir. İşçinin öz ürünü olan makine, işçiyi köleleştiren bir alete dönüşür.
Makineli üretimin yoğunlaşmasıyla çalışma araçlarında sağlanan tasarrufa, işgücünün en hoyrat biçimde çalıştırılması ve sömürülmesi eşlik etmektedir. İşçilerin bir bölümünün yoğun tempolarla, fazla mesailerle çalıştırılması, diğer bir bölüm işçilerin işsiz ve aç kalması anlamına gelir. Daha fazla kâr peşinde koşarken aşırı üretim bunalımlarıyla yüz yüze gelen kapitalizm çelişkilerini aşamaz. Kapitalist üretim biçiminin kalıbına sığamayan toplumsallaşmış üretici güçler, özel mülkiyete dayanan üretim ilişkilerine her büyük bunalımda başkaldırırlar. Metaların sürümünü, satışını, kısacası tüketimi artırmak için global ölçekte delicesine yeni dış pazarlar peşinde koşan kapitalist ülkeler, öte yandan yarattıkları işsiz ve aç yığınlar nedeniyle kendi iç pazarlarını felâkete sürüklerler. Sermaye birikimi kaçınılmaz olarak sefalet birikimiyle atbaşı gider. Fourier’in ünlü deyişiyle, bolluk kıtlık ve sefaletin kaynağı durumuna gelir.
Ama kapitalizmle ilgili olarak bir de madalyonun diğer yüzüne kazılı gerçekler var. Kapitalizm üretim araçlarını bireysel küçük mülkiyetin konusu olmaktan çıkardığı gibi, üretim sürecini de bir dizi bireysel eylem durumundan bir dizi toplumsal eylem durumuna dönüştürmüştür. Böylece ortaya çıkan ürünler artık geçmiş dönemlerde olduğu gibi bireysel ürünler durumunda değildir, bunlar toplumsal ürünler niteliği kazanmıştır. Bir ceket ya da bir buzdolabı, en başlangıcından nihai ürüne dek bu metaların üretilebilmesi için üretim sürecinde yer alan pek çok işçinin ortaklaşa ürünüdür.
Geçmiş dönemlerin bağımsız çalışan küçük üreticisini, zanaatkârını, lonca örgütlerini yok ederek ilerleyen kapitalizm, niceliğin niteliğe dönüşümü yasası gereğince ürüne toplumsal bir karakter kazandırmıştır. Eski çağlarda bireysel küçük üreticiler şu ya da bu ürünü ben ürettim diyebiliyorlardı. Oysa modern işçiler arasından birilerinin çıkıp da işte bunu başlı başına ben ürettim diyebilmesi olanaklı değildir. Kapitalizm bir yandan açlık, yoksulluk, işsizlik getirirken, öte yandan geçmiş dönemlerin küçük mülk sahiplerinin “ben”cilliğinin zeminini yok etmiştir. “Biz” diyerek kendisine karşı harekete geçebilecek mezar kazıcısını yaratmıştır kapitalizm. Burjuva toplumun gelişimi, toplumsallaşan üretici güçlerle özel mülkiyet ilişkileri arasında giderek keskinleşen çelişkiyi çözecek maddi koşulları da hazırlamıştır.
Marksizm, işçi sınıfının devrimci eyleminin toplumu nasıl muazzam bir dönüşüme uğratabileceğine işaret ediyor. İşçi devriminin açtığı yoldan ilerlenmesi sayesinde üretim araçlarına toplum tarafından el konabilecek. Meta üretimi tamamen ortadan kalkacak ve ürünün üretici üzerindeki egemenliği son bulacak. İşçinin özemeğinin ürünü artık onun hizmetine girecek. Yeryüzünden meta ekonomisi düzeninin temizlenmesiyle birlikte, paraya ve mallara tapınma dönemi, kapitalizmin yarattığı tüketim çılgınlığı, insanın kendine ve doğaya yabancılaşması son bulacak. İşçi sınıfının tarihsel süpürgesi sınıflı ve sömürülü toplumlar olgusunu dünyamızdan ebediyen süpürüp atacak. Savaşlar son bulacak, insan insanın dostu olacak. Toplumsal üretim süreci, planlı, programlı ve insanlığın ihtiyaçlarını karşılamaya hizmet eden bir nitelik kazanacak. Bugüne dek tüm çağlara damgasını basmış olan bireysel yaşama savaşının son bulmasıyla, insanlar kendi tarihlerini artık tam bir bilinçle yapabilecekler, kendi kendilerinin efendisi olabilecekler. Diyalektik tarzda düşünecek olursak bu tarihsel eylemin anlamı, insanlığın çağlar boyunca esaretinde olduğu zorunluluk dünyasından engin bir özgürlük dünyasına sıçrayışıdır.
İşçi sınıfının Marksizme ihtiyacı var
İdealist felsefe yalnızca birtakım softaların kendi aralarında meleklerin cinsiyetini tartışmalarıyla sınırlı kalmış olsaydı, gündelik yaşamın hayhuyu içinde nefes almaya bile vakit bulamayan işçi sınıfını hiç de ilgilendirmezdi. Ne var ki, idealist felsefe egemen sınıfların elinde bir bilinç bulandırma aracı olarak aslında tam da o gündelik yaşamın en küçük hücresine nüfuz ediyor. Din veya “bir ilâhi yaratıcının varlığı” fikri, ezilenlerin kendilerini ezenlere başkaldırmaması ve mevcut durumlarını bir takdiri ilâhi olarak kölece kabullenmeleri için egemen sınıfın çıkarına kullanılıyor. İnsanı yaratanın bizzat üretici insanın kutsal emeği olduğu gerçeğinin kavranması, her zaman egemen sınıfların korkulu rüyasını oluşturuyor.
Gerçeklerin içyüzünü kavramaya başlayan işçinin, kendisini var edenin patronu olmadığını, aksine patronları kendisinin var ettiğini bilince çıkartması hiç de zor olmayacaktır. O yüzden daha önceki egemen sınıflar gibi burjuvazi de, dini, gelenekleri, örf ve adetleri, işçi-emekçi kitleleri uyutacak bir silah olarak elde tutmaktadır. Bu silahı parçalayacak dünya görüşünün yani Marksizmin işçi sınıfına nüfuz etmemesi için, işçi-emekçi kitlelerin çevresini gerçek ya da düşünsel hapishane duvarlarıyla kuşatmaktadır.
Bu koşullar nedeniyle, işçi sınıfının günümüzde Marksizmle donanmaya ve böylece harekete geçmeye, ekmeğe, suya, havaya duyduğu ihtiyaçtan bile daha fazla ihtiyacı olduğunu söylemek abartma olmayacak. Marksizmin işçi sınıfının devrimci silahına dönüştürdüğü diyalektik düşünce, örgütlü proleter gücün içerdiği nicelikten çok öte bir bileşik nitelik yarattığını kanıtlıyor. Bu gerçeklik, en basitinden daha karmaşığına doğru her düzeyde geçerlidir. Örneğin bir araya gelmiş iki işçi, bir fabrikada birbirinden yalıtılmış olarak çalışıp duran iki yalnız işçiye oranla bambaşka bir güç oluşturur. Niceliği büyütelim, yüz kişilik bir fabrikada elliyi aşkın işçinin ekonomik haklarını savunmak üzere bir araya gelip kenetlenmesi niteliksel bir sıçrama gerçekleştirir. Bu sıçrama, sendikasız bir işyerinin işçilerini sendikal düzeyde örgütlü militan işçilere dönüştürebilir.
Ama bu kadarı da yetmez. İşçi sınıfı kapitalist sömürü düzenine son verme azmiyle devrimci siyasal örgütlenme yoluna koyulduğunda, işyerlerinin, fabrikaların, ülkelerin sınırlarını aşan ve dünyayı değiştirme kudretine sahip olan bir niteliğe yükselir. Bolşevik önder Lenin devrimci örgütün önemini vurgulayabilmek için, büyük bilim adamı Arşimet’in formüle ettiği kaldıraç yasasını toplumsal mücadele alanına uyarlamıştı. Bir düzine profesyonel devrimcinin dünyayı yerinden oynatabileceğine değinmişti. Gerçekten de proletaryanın örgütlü devrimci gücünün dünyayı yerinden oynattığı Büyük Ekim Devrimiyle kanıtlandı. Rusya’da toplumsal koşulların değişmesi ve sömürülen ezilen kitlelerin kendi kaderlerini ellerine almaları, iktisadi gelişmenin kendiliğinden sonucu olarak gerçekleşmedi. Çarlık Rusya’sını yerle bir eden muazzam değişim, iktisadi gelişmenin yoğunlaştırdığı katlanılmaz çelişkilerin örgütlü işçi sınıfının devrimci kılıç darbesiyle çözülmesi sayesinde oldu.
Hiçbir ülkede burjuva resmi tarih gerçekleri bu şekilde yazmıyor. Kapitalist toplumda egemen sınıfın egemen ideolojisi bilimsel düşünceyi tarih alanından kesinlikle dışlamış bulunuyor. Oysa burjuvazi işine geldiği ölçüde pekâlâ bilime inanıyor. Bilimsel buluşları ve teknolojiyi üretim sürecini daha kârlı kılmak üzere kendi hizmetine koşmasını biliyor. Ne var ki burjuva ideologları toplumsal yaşam alanında kitlelere sürekli olarak idealist felsefeyi, metafiziği ve boyun eğmeyi empoze ediyorlar. Kapitalizmi aklayabilmek için, toplumun zengin ve yoksul ekseninde kutuplaşmasının suçunu “tanrı”nın üzerine atıyorlar. “Dünya böyle yaratıldı, her zaman zenginler ve yoksullar olacaktır” vaazlarıyla sömürülen kitleleri kaderlerine boyun eğmeye veya zenginleşme sevdasıyla birbirlerini ezmeye davet ediyorlar.
Gerçekte paradan başka tanrı tanımayan burjuvazi, işçi sınıfının kurtuluşuna adanmış devrimci düşünceyi kötü bir maddiyatçılık olarak lanse etmek için yırtınıyor. Elinin altındaki her araçla Marksizme lanetler yağdırıyor. Ama burjuvazinin bu çırpınışı tarihin akışını değiştiremeyecek. Egemen güçlerin zulmü ve hileleri, devrimci işçilerin Marksizmin aydınlattığı yolu tutmasına engel olamayacak. Somut deneylerin ve tarihsel pratiğin eşliğinde kendisini sorgulayan ve geliştiren Marksist düşünce, içine girdiğimiz bu son tarihsel kesitte işçi sınıfının devrimci eylemine daha önce görülmemiş düzeyde yol gösterecek. İşçi sınıfı kendi varlığının ve devrimci potansiyelinin bilincine varıp örgütlendiği ve mücadeleye atıldığı takdirde, sömürü düzenini ve sınıfları toptan tarihin çöplüğüne süpürmek işten bile olmayacak.
PATİ[email protected]
HARAMİ[email protected]
zazalar toplumda az bilinen bir ulus olarak belleklerde yer almaktadır.bunun için mücadele sağlarında kaçamamalı ve her zaman ezene karşı olmalıyız. ezilen toplumlar daima harekete geçerek kurtuluş muafikiyetine ermeleyiz bunu için amacı saptırmadan milliyetçi unsurlara kanmadan sürmelidir
akımlar halka zarar verecek hareketler olmamalıdır bunun için içerden gelecek her türlü hata zaaflarımıza kanmamızı sağlar bu nedenle hiç bir şekilde mücadeleden kaçmamlı bu mücadeleyi haklı olarak kulllanmalıyız hakkımız meşrudur bu haktan mahrum olmak sapkınlık olur.