Kültür Sanat Edebiyat Şiir

materyalist felsefe sizce ne demek, materyalist felsefe size neyi çağrıştırıyor?

materyalist felsefe terimi Sermet Sait tarafından tarihinde eklendi

  • Fatih Abacı
    Fatih Abacı

    materyalizm tamammiyle maddeye tapıcılıktır. herşeyin maddeden oluştuğuna ve madde olmadan ruhun olamıycağına inanır. öyleki neredeyse paradox bir kavram olan yumurtamı tavuk tan yoksa tavukmu yumurtadan çıkar gibi bir hikayedir. nerdeyse materyalizmin fikir halbuki ruh maddeye can varmez ise maddenin devamlılığı olmaz madde madde çürümekten başka bir hal alamaz ki örn: fotosentez dir ki bir maddenin fotosentez yapabilmesi için canlı olması lazım ki can ruhtan gelir eğer canlı olmaz sa ki kendinizde bilirsinizki fosilleşme olur yani devamlılık olmaz bu da demektir ki ruh vardı madde yaratıldı ve ruh içine işlendi...
    teşekkürler...

  • İbrahim Türker
    İbrahim Türker

    kapasıteden yoksun ınsanların kabul ettıklerı sadece beyınlerının dusunmek degıl okumak uzerıne yogunlastırdıkları acız kişilerden baska hıcbısı degıllerdır.Bunlar nasıl kı maddenın herseyın temelı olduguna ınanırlar,ama ınandıkları maddenın bıle nasıl varoldugunu acıklayamayacak kadar beyınden yoksun ıslerı sadece oksıjen sarfıyatı olan kısı veya topluluklardır.Materyalıst felsefe sadece bılımle ugrasan ınsaları vakıt kaybına suruklemıstır.CUNKU BİLİMİN VE DİNİN AYRI AYRI DUSUNULMESI IMKANSIZDAN DA OTEDIR.

  • Birgül Meral
    Birgül Meral

    evet sadece felsefe! .
    bakış açılarına, yorumlara açığız..
    ve fakat gerçekleri yorumlara bağlamayız!
    çünkü gerçekliğin doğruluk boyutlarında arandığınız sokaklar sonunda benden geçecek..

    sorun değil küçüğüm ben beklerim! .

  • Can Can
    Can Can

    `herşeyi maddede arayanların akılları gözlerine inmiştir.göz ise maneviyatta kördür...`

  • Selahattin Aykurt
    Selahattin Aykurt

    Tarihsel Materyalizm
    Mick Brooks

    Kasım 1983

    Tarihsel Materyalizm Nedir?
    Tarihsel materyalizm Marksist bilimin tarihsel gelişmeye uygulanmasıdır. Tarihsel materyalizmin temel savı bir cümleyle özetlenebilir: “İnsanların varlığını belirleyen şey bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır.” (Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Önsöz)

    Peki bu ne anlama gelir?

    Daily Mirror (günlük bir İngiliz gazetesi) okuyucuları “Perishers” adlı bant karikatürü hatırlayacaklardır. Bir olayda, yaşlı köpek Wellington, yengeçlerle dolu bir havuza yukarıdan bakar. Yengeçler kendilerine görünen “gökyüzündeki gözlerin” esrarengiz tanrısallığı hakkında tahminler yürütürler.

    Mesele, evreniniz bir havuzsa şeylere gerçekten nasıl bakacağınızdır. Bilinciniz varlığınız tarafından belirlenir. Düşünce, türlerin deneyim alanıyla sınırlıdır.

    İlkel insanların nasıl düşündüğü hakkında çok az şey biliyoruz, ama ne hakkında düşünemeyeceklerini biliyoruz. Etrafta futbol maçlarının sonuçlarını merak ederek dolaşmayacaklardır örneğin. Futbol ligi, profesyonel futbolcuların ve diğer klüp çalışanlarının maaşlarını ödeyebilecek kadar geniş kalabalıkları alabilecek büyük kentleri ön varsayar. Sanayi kentleri ancak, emek üretkenliği, toplumun bir kısmının geri kalan kısmı tarafından beslenebildiği noktaya kadar geliştiği ve bu sonuncular kendilerini yiyecekten başka gereksinmelerin üretilmesine vakfettikleri zaman ortaya çıkabilir.

    Başka bir deyişle, geniş bir işbölümü varolmalıdır. Bunun diğer bir yönü, insanların para için çalışmaya ve istedikleri şeyleri –futbol maçına bilet almak da dahil– başkalarından satın almaya alışmış olmaları gereğidir; kuşkusuz bu ilkel toplumda olmayan bir durumdur.

    Bu basit örnek, profesyonel futbol gibi şeylerin bile, toplumun günlük ekmeğini yapma tarzına, insanların “toplumsal varlığına” bağlı olduğunu gösterir.

    Peki insanlık nedir? Büyük idealist filozof Hegel “insan düşünen bir varlıktır” der. Aslında Hegel’in görüşü, insanın, yaratıcısı tarafından, yine bu yaratıcının çalışmasına hayranlık duyması için bir beyinle donatıldığı yolundaki alışıldık dinsel görüşün biraz daha incelikli bir biçimidir.

    Düşünmenin bizi gübre böceklerinden, dikenli balıklardan ve kertenkelelerden farklı kılan yönlerden biri olduğu doğrudur. Peki ama insanlar neden bir düşünme yetisi geliştirdiler?

    Yüz yıldan uzun bir süre önce Engels, tamamen materyalist bir açıklamayla, dik durmanın insansı maymundan insana geçişe işaret ettiğine dikkat çekti. Bu görüş, Leakey gibi antropologların en son araştırmaları tarafından da doğrulanmıştır.

    Dik duruş sayesinde eller, nesneleri, diğer parmaklarla karşı karşıya konumlanan bir başparmak aracılığıyla kavramak üzere serbest kaldı. Bu, aletlerin kullanılmasını ve geliştirilmesini mümkün kıldı.

    Dik duruş, ilk insanların etraflarındaki dünyayı algılayabilmek için gözlerine diğer duyularından daha fazla güvenmelerine de olanak verdi. Ellerin kullanılması, gözler aracılığıyla beyin yetilerini geliştirdi.

    Engels bir diyalektik materyalistti. Hiçbir şekilde düşüncenin önemini küçümsemedi, tersine onun nasıl ortaya çıktığını açıkladı. On sekizinci yüzyıl ABD politikacısı ve mucidi Benjamin Franklin’in, insanı alet yapan hayvan olarak tanımlarken Hegel’den daha materyalist bir yaklaşıma sahip olduğunu da görebiliriz.

    Yüz yıl önce Darwin bir varoluş mücadelesinin söz konusu olduğunu ve türlerin doğal seleksiyon yoluyla hayatta kaldığını gösterdi. İlk bakışta eski insanların çitanın hızıyla, aslanın gücüyle ya da bir filin korkutucu cüssesiyle karşılaştırıldığında yapacak çok fazla şeyleri yoktu. Bugün insanlar gezegene egemen olma durumuna geldi ve bu korkutucu hayvanların çoğunu yok olma noktasına sürükledi.

    Aslan gibi hayvanlar ne kadar özgüvenli görünürlerse görünsünler, insanları daha aşağı hayvanlardan ayıran şey, hayvanlar kendi dışlarındaki dünyayı olduğu gibi kabul ederken, insanoğlunun giderek doğanın efendisi olmasıdır.

    İnsanoğlunu doğaya hükmettiren süreç emektir. Marx’ın mezarında Engels, dostunun büyük keşfinin şu olduğunu ifade ediyordu: “İnsanoğlu ilkin yemeli, içmeli, barınağa ve giyeceğe sahip olmalı ve bu nedenle politika, bilim, sanat, din vb. ile meşgul olmadan önce çalışmalıdır.”

    Diğer bir diyalektik formülasyonda Engels şöyle diyordu: “El yalnızca emeğin organı olmayıp, aynı zamanda emeğin ürünüdür.”

    İlkel insanların beynini okuyamayız, ama onların çoğu zaman ne düşündüklerine –yiyecek– ilişkin oldukça iyi bir tahmin yapabiliriz. İhtiyaçlar karşısındaki mücadele o zamandan beri tarihe hep egemen olmuştur.

    Marksistler sık sık “ekonomik determinist” olmakla suçlanırlar. Aslında Marksistler fikirlerin önemini ya da tarihte bireylerin etkin rolünü inkâr etmekten çok uzaktırlar. Ancak tam da etkin olduğumuz için, bireysel etkinliğin sınırlarını ve fikirlerimizin ve etkinliğimizin tesirli olabilmesinden önce uygun toplumsal koşulların varolması gerektiğini biliriz.

    Akademik muhaliflerimiz, bireysel etkinliği genellikle rahat koltuklarında oturup ellerinde çerez Porto şarabını yudumlayarak yücelten pasif siniklerdir.[1] Marx’la birlikte anladık ki, insanlar “kendi tarihlerini kendileri yaparlar... ama doğrudan karşı karşıya kalınan, verili ve geçmişten gelen koşullar altında.” Sürece müdahale etmek için toplumun nasıl gelişmekte olduğunu anlamamız gerekir. Marksizmin bir perspektifler bilimi olduğunu söylerken kastettiğimiz şey budur.

    Düşüncenin iletimi olan dil, bizzat emeğin yarattığı bir şeydir. Bunu, çakallar ve avını öldürmek için kaba kuvvet ya da hızdan çok takım çalışmasına güvenen diğer avcı hayvanlar arasında bile görebiliriz. Bunların bir dizi havlama komutları ve uyarıları –dilin başlangıcı– vardır.

    Dil, ortaklaşa emeklerinin bir sonucu olarak, insanlar arasında böyle gelişmiştir. Daha yüksek insansı maymunlar arasında rasyonel düşünmenin tohumları ve bazı hayvanların sınırlı alet kullanımı başlangıç aşamasında kalırken, meyvelerini sadece insanoğlunda vermiştir.

    Emeğin insanı diğer hayvanlardan ayırdığını ve insanın emek sayesinde doğayı ve böyle yaparak da kendini tedricen değiştirdiğini gördük. Demek ki, insanlık tarihinin tüm acıları ve güçlükleri içinden geçen gerçek bir ilerleme ölçütü söz konusudur; insanların doğaya hükmetme ve doğayı kendi ihtiyaçlarına boyun eğdirme kabiliyetindeki artış; başka bir deyişle artan emek verimliliği.

    Üretici güçlerin gelişimindeki her aşama, belirli bir üretim ilişkileri setine tekabül eder. Üretim ilişkisi, insanların günlük ekmeklerini kazanmak için kendilerini örgütleme tarzı demektir. Üretim ilişkileri bu nedenle her toplum biçiminin iskeletidir ve insan bilincini belirleyen toplumsal varlık koşullarını sağlar.

    Marx üretici güçlerin gelişiminin nasıl farklı üretim ilişkilerini ve farklı sınıfsal toplum biçimlerini ortaya çıkardığını açıklamıştı.

    “Sınıf” ile, toplumdaki üretim araçlarına aynı ilişkiyle bağlı olan insan grubunu kastederiz. Üretim araçlarının sahibi olan ve onları kontrol eden sınıf, toplumu yönetir. Bu aynı zamanda, onun, ezilen veya emekçi sınıfı egemenlerin çıkarları için çalışmaya zorlamasını mümkün kılar. Emekçi sınıf, egemen sınıfın geçindiği bir artı üretmeye zorlanır.

    Marx şöyle der:

    “Ödenmemiş artı-emeğin doğrudan üreticilerden çekilip alındığı özel iktisadi biçim, doğrudan üretimin kendisinden doğan ve kendisi de belirleyici bir öğe olarak onu etkileyen, yönetenler ile yönetilenlerin ilişkisini belirler. Ama, bunun üzerine de, bizzat üretim ilişkilerinden doğan iktisadi topluluğun tüm oluşumu, böylece de aynı zamanda onun özel siyasal biçimi yerleşmiştir. Tüm toplumsal yapının ve onunla birlikte egemenlik ve bağımlılık ilişkisinin siyasal biçiminin, kısacası, buna uygun düşen özel devlet biçiminin, en içteki sırrını, gizli temelini açığa vuran şey, her zaman, üretim koşullarına sahip olanlar ile doğrudan üreticiler arasındaki ilişkidir –bu, her zaman, doğal olarak, emek yöntemlerinin gelişmesinde belli bir aşamaya ve böylece de onun toplumsal üretkenliğine uygun düşen bir ilişkidir.”[2]

    İlkel Komünizm
    Toplumun en erken aşamalarında insanlar fabrikalara girmiyor, normalde bizzat kendilerinin tüketmeyecekleri şeyleri üretmek için çalışmıyor ve hafta sonunda, ihtiyaç duydukları yiyecek, giyecek, vb. karşılığında diğer insanların kabul etmeye hazır olacakları bir takım renkli kağıtlar ve süslü disklerle “ödül”lendirilmiyorlardı. Bu davranış, uzak atalarımıza oldukça inanılmaz gelirdi. Eskiden beri varmış kabul ettiğimiz modern toplumun birçok özelliği de öyle. Hangi sosyalist şu iddiayı işitmemiştir: “İnsanlar açgözlü olmaya ve gasp etmeye mahkûmdur. Sosyalizme ulaşılamaz, çünkü insan doğasını değiştiremezsiniz.”

    Aslında, sınıflı toplum şunun şurasında 10.000 yıldan daha kısa bir süredir mevcuttur; insanoğlunun bu gezegende varolduğu sürenin yüzde biri kadar bir süre. Sürenin geri kalan yüzde 99’unda sınıflı bir toplum, yani zorla kabul ettirilen eşitsizlikler, devlet ve modern anlamda bir aile yoktu.

    Bunun sebebi, ilkel insanın esrarlı bir şekilde bizden yüce olması değil, üretim ilişkilerinin farklı bir toplum türü ve bu nedenle de farklı bir “insan doğası” yaratmasıdır. Varlık bilinci belirler ve eğer insanların toplumsal varlığı değişirse –içinde yaşadıkları toplum değişirse– bilinçleri de değişir.

    İlkel toplumun temeli toplayıcılık ve avcılıktı. Tek işbölümü, tamamen doğal biyolojik bir nedenden, kadınların zamanın büyük bölümünde küçük çocukların sorumluluğunu yüklenmelerinden kaynaklanan, kadın ve erkek arasındaki işbölümüydü. Erkekler avlanırken kadınlar sebze ve meyve topluyordu.

    Böylece her bir cinsiyet üretimde önemli bir rol oynadı. Kalahari çölündeki! Kung kabilesi gibi hâlâ ilkel komünist koşullar altında yaşayan kabileler üzerinde yapılan çalışmalar temelinde, yiyecek temininde kadının katkısının erkeklerden daha önemli olabileceği tahmin edilmektedir.

    Tüm bu kabile toplulukları ortak özelliklere sahipti. Avlanma alanları kabilenin ortak malı olarak görülüyordu. Avlanmanın kendisi ortak bir eylemken başka türlü nasıl olabilirdi? Varlığın emniyette olmaması paylaşmaya yol açar. Ölü bir su aygırını arkadaşlarınızdan saklamak iyi bir şey değildir; çürümeye başlamadan önce onu yiyemezsiniz ve siz yoksulluk içindeyken diğer kabile üyelerinin fazladan şeylere sahip olduğu bir zaman da gelebilir. Paylaşmak ve eşit bir şekilde paylaşmak sağduyudur.

    Kişisel aletlerde özel mülkiyet yoktu, ama çok farklı kabile topluluklarında bile, eşitsizliğin birikmesini engellemek için bu aletleri sahibinin vücuduyla birlikte gömmek veya yakmak gibi benzer kurallar vardı. Bu kabileler tarımı geliştirmeye başladıktan sonra bile toprağı yeniden bölmeye devam ettiler, ilkel komünizmin normları böylesine güçlüydü. Romalı tarihçi Tacitus, Cermen kabileleri arasında bu tür kurallar olduğundan söz eder.

    Bu topluluklarda kadınların daha büyük bir saygınlığı vardı. Kabilenin servetine en azından eşit bir şekilde katkıda bulunuyorlardı. Ayrı beceriler geliştirmişlerdi; çömlekçiliği kadınlar keşfetmiş ve hatta tarımda son atılımı da kadınlar yapmış görünüyor.

    Devlet gibi kurumlar da gerekli değildi, çünkü toplumu bölen temel uzlaşmaz sınıfsal çıkarlar yoktu. Bireysel anlaşmazlıklar kabile içinde halledilebiliyordu.

    Kabilenin karar almasında deneyimli yaşlılar kesinlikle önemli bir rol oynuyordu. Onlar şefti, ama kral değildi; otoriteleri ya hak edilmiş bir otoriteydi ya da yoktu. M.S. üçüncü yüzyılda (bunun geçerliliğinin sona erdiği bir sırada) , Cermen kabilesi olan Vizigotların lideri Athanaric şöyle diyordu: “Ben otoriteye sahibim, iktidara değil.”

    Toplum gelişti, çünkü gelişmek zorundaydı. Tropikal Afrika’dan başlayarak, nüfus yerkürenin en barınılmaz kesimlerini kaplayacak ölçüde büyüdükçe, insanlar gelişmek için –aksi takdirde ölürlerdi– düşünce ve emek güçlerini kullanmak zorunda kaldılar. Toprağı ekip biçmek, aslında, bitkisel yiyeceklerin el altında olmasını sağlamak, meyve, fındık, vb. toplamanın bir adım ilerisiydi. Çiftçilik ve hayvanları evcilleştirmek, avlanmanın bir adım ilerisiydi. Kabile topluluğu norm olarak varlığını korudu.

    İnsanlık tarihindeki ilk büyük devrim tarım devrimi ya da neolitik devrimdi. Tahıllar seçildi ve ekildi, toprak çekiş hayvanlarıyla sürüldü. İlk kez, çalışanların geçinmeleri için gerekli olanın kat be kat üstünde büyük bir artı ortaya çıktı.

    İlkel komünizmde aylak bir sınıf için hiçbir temel yoktu. Ancak kendi ihtiyaçlarını temin edebildikleri için, başkalarını köleleştirmek anlamsızdı. Şimdi ise bazıları için aylaklık olanağı doğmuştu, ama insanlık henüz herkese böyle bir yaşam sürdürtme olanağını yeteri kadar sağlayamıyordu.

    Bu temelde sınıflı toplumlar ortaya çıktı; toplumlar mülk sahipleriyle emekçi sınıflar arasında bölündü.

    Asırlar boyunca sınıf mücadelesindeki temel sorun, çalışanların ürettiği artı üzerindeki mücadele olmuştur. Bu artının bölüşülme –gasp edilme– şekli, resmen tarımla başlayan farklı üretim tarzlarına bağlıydı. Bu değişim, toplumsal hayatın tümüyle dönüşmesinin temelini hazırladı.

    Kabile normları kolayca ölmedi. Önce toprak yeniden bölüşüldü. Hatta Feodal Avrupa’da, bazı bölgelerdeki köy toplulukları, orijinal köy topraklarının yeniden bölüşülmesiyle biçimi değişen ilkel komünizmin geleneklerini sürdürüyorlardı.

    Ancak tarım, avcılığın aksine daha bireysel bir faaliyet olabiliyordu. Daha çok çalışarak daha çok kazanabilirdiniz ve herkesin hayatta kalma sınırında yaşadığı koşularda bu önemliydi.

    Bunun da ötesinde tarım devrimi –çekiş hayvanlarının saban sürmede vb. kullanılması da dahil olmak üzere genellikle erkeklerin meşgul oldukları– kadını, erkekler tarafından sağlanan malzemeleri işlemek üzere eve gönderdi. Kadın cinsinin dünya-tarihsel yenilgisine yol açan şey, üretimde doğrudan bir rol sahibi olmayışıydı.

    Erkekler eşit olmayan mallarını erkek bir mirasçıya geçirmek istediler. İlkel komünist toplumda soy kadın üzerinden yürürdü (miras önemli değildi) . Artık miras erkek üzerinden yürümeye başlamıştı.

    Sınıflı toplumun nasıl ortaya çıktığını tam olarak bilmiyoruz, fakat elimizdeki kanıtlardan yola çıkarak parçaları birleştirebiliriz. Bu sürece devrim diyoruz ve bu, kelimenin en derin anlamıyla bir devrimdi.

    Ama yeni tip toplum eskisinin yerine tam olarak geçmeden önce, farklı toplum tipleri arasındaki geçiş biçimlerinin yüzlerce, hatta binlerce yıl varolduğunu unutmamalıyız. İnsanlığın ilerleyişi düz bir şekilde değil, eşitsiz ve bileşik gelişme yasasına uygun olarak sürdü.

    Tarımı geliştirmeye ilk mecbur kalanlar, ekvator Afrika’sının iyi durumdaki insanları değil, daha ılıman iklimlerdeki (muhtemelen yakın Doğudaki) insanlardı.

    İlk tarım kuşkusuz çok basitti, muhtemelen “orman açma ve yakma”dan ibaretti. Bu, kabilenin hareket halinde olmaya devam etmesi demekti, çünkü açılmış toprak, yalnızca birkaç yıl iyi ürün veriyordu.

    Bu yüzden kabile topluluğu varlığını muhafaza etti, ancak değişikliğe uğradı. Tacitus, kendi zamanındaki Cermen kabilelerinin askeri demokrasisini, bir savaş şefinden, yaşlılar konseyinden ve savaşçılar meclisinden oluşan bir yapı olarak tanımlar (kadınların oy verme hakkı artık ellerinden alınmıştı) . Bu, gelişimin bu aşamasındaki kabileler için tipiktir.

    Her ne kadar meclis tüm kararları (mızraklarını kalkanlarına şiddetle vurarak) ret ya da kabul edebiliyorsa da, savaş şefinde bir kralın embriyosunu ve yaşlılar konseyinde de bir egemen aristokrasinin ana hatlarını görürüz.

    Romalı toprak sahibi egemenler senato (“yaşlılar”) içinde örgütlenmişlerdi ve Anglo-Sakson krallar bir Witan’a (“bilgeler”) danışıyorlardı, bunların her ikisi de kendi zıddına dönüşmüş demokratik bir kabile oluşumunun kalıntısıydı. Cermen kabileleri artık savaş için örgütleniyorlardı, çünkü korunmadığı takdirde elden alınma tehlikesi olan bir artı mevcuttu.

    Desmond Morris (Çıplak Maymun) ve Robert Andrey (Avcılık Hipotezi) gibi yazarların görüşlerinin tersine, Leakey gibi antropologlar, insanın doğuştan saldırgan olmadığını gösterdiler. Her ne kadar ilkel komünist toplumlar, sözgelimi kıt avlanma alanları için savaşa tutuşmuşlarsa da, savaşlar ancak savaşmaya değer bir şeylerin olduğu aşamada tarihin yerleşik ve düzenli bir özelliği haline gelmeye başladı.

    Tarımdan, artının üretilebildiği bir topluma doğru yapılan bir atılım olarak söz etmekteyiz. Aslında, tarımla gelen emek üretkenliğindeki artış, daha geniş bir işbölümüne olanak verdi; böylece insanlar başka şeyler üretebilecek hale geldiler. Bu nedenle tarım devrimi, teknikte (çömlekçilik ve metal işleme gibi) ve tüm toplumsal yapıda bununla bağlantılı devrimleri beraberinde getirdi.

    Farklı kabileler arasında olduğu gibi kabile içinde de eşitsizlikler gelişti. Coğrafi ve diğer nedenlerden dolayı, bazı kabileler hayvan yetiştirmeye, balık avlamaya vb. yoğunlaşmaya başladılar. Tarımla uğraşanlar, artılarını (ya da daha doğrusu içlerinden bazılarının edindiği artıyı) korumak için tahkim edilmiş köyler etrafında yerleşmeye başlarken, bu balıkçılık yapan ve hayvan yetiştirenler malları mübadele etme görevini üstlendiler. Önceden, mübadele, seyahatleri esnasında birbiriyle karşılaşan kabileler arasındaki tesadüfi bir eylemdi. Bundan böyle düzenli bir durum haline gelmişti.

    Metal, şüphesiz ticaretin en önemli kalemlerinden biriydi. Yahudiler, Mısır’la Akdeniz uygarlıkları arasındaki ticareti geliştiren, en ünlü hayvan yetiştirici halklardan biriydi (İncil’de İbrahim’in serveti daima sürülerle ölçülür) .

    Ticaret, kabileler arasındaki dinsel törenlerde sunulan armağanlardan gelişti. Bir armağanın değerinin ölçütü neydi? İnsanlar aldıkları armağanları üretmenin ne kadar zaman aldığı hakkında birtakım fikirler oluşturur oluşturmaz, karşılığında daha fazla emek içeren ürünler vererek, armağan verenleri cömertlikte geçmeye çalışacaktılar.

    Ticaret daha düzenli hale geldikçe, doğal olarak evrensel bir eşdeğer –ticarette kolayca mübadele edilebilen ve genel olarak bir değer ölçütü olarak kabul edilecek bir şey– ihtiyacı ortaya çıktı. Başlangıçta bu ihtiyaç sığırla karşılandı (Latincede “para” anlamına gelen pecunia sözcüğü, sığır anlamına gelen pecus sözcüğünden türer) . Daha sonra ticaret hızla geliştiğinde, bu ihtiyaç, ağırlığın garantisi olarak hükümdarlar tarafından basılan metal külçelerle daha uygun bir şekilde giderildi.

    Dini törenlerdeki armağanlar genellikle kabilenin temsilcisi olarak şefe verilirdi. Toplumun serveti arttıkça, şef olmak zahmete değer bir şey haline geldi. Şefin evi, köydeki pazar yerinin başlangıcı haline geldi.

    Metal işleme, erkeklerin eline iyi ya da kötü muazzam bir yeni güç verdi. Metal, özellikle de bakır ve bronz, nadir bulunuyordu. Bu yeni toplumların birinci ihtiyaçları, arttırdıkları yaşam standardının korunmasıydı. Elbette, önder savaşçı olarak kabile şefi, yeni stratejik malzemeden ilk yararlanan kişi olmalıydı.

    Bunun sonuçları Antik Yunan şairi Homer’in efsanelerinde görülür. Homer, bronz silahlı Yunan askeri aristokratlarının ordusu tarafından kuşatılan Truva şehrinden bahseder. Savaşan ve ölenlerin çoğunluğunu oluşturan ve genelde çakmaktaşı uçlu mızraklarla silahlanan sıradan erler ordusundan çok bahsedilmez. Açıkçası onlar bir edebiyat konusu olarak görülmezler.

    Homer’in antik efsaneleri, kabile şeflerinin savaş ve yağma yoluyla aristokratlara ve krallara doğru evrilmeleriyle ilkel komünizmin bir kenara itildiği bir toplumu resmeder. Bundan böyle, etkin silahlı güç tekeline, egemen bir sınıf sahipti. Böylece kabile topluluğunun gelişimi, sınıfsız eşitliğe son vererek, kendi “mezar kazıcıları”nı yaratmıştı.

    Laf arasında, Cermen destanları, Cermen kabile topluluğunun çözüldüğü benzer bir aşamada ortaya çıktı. Onların kahramanlık çağları da, tıpkı antik Yunan’daki gibi, üretimin gelişimindeki benzer bir aşamaya tekabül ederek, benzer sanat biçimleri (epik şiir gibi) ve hatta benzer bir tanrılar sistemi ortaya çıkardı.

    Homer’in anlattığı Bronz Çağı uygarlığı, Batı Avrupa Karanlık Çağlarına benzer biçimde, Dor akınları tarafından yok edildi. Yüzyıllarca süren bu döneme ait tarihsel kayıt bulunmamaktadır. Ama istilâcılar yeni bir şey getirmişlerdi: demir.

    Demir potansiyel olarak bronzdan daha boldu. Homer’ın egemen sınıfı, onu sıradan insanı silahlandırmak için kullanamazdı, çünkü bu onları toplumsal iktidarlarının temelinden, askeri tekellerinden yoksun bırakırdı. Bunlar, hâlâ kabile hayatı yaşayan istilâcıların karşısında yıkılıp gittiler.

    İstilâcıların toplumu sınıflara ayrılmamıştı. Bu nedenle hepsi demir silahlar kullanıyorlardı ve zamanlarında yenilmezdiler. Bazen insanlık ilerlemek için geri adım atmak zorundadır.

    Asyatik Üretim Tarzı
    Uygarlık farklı yerlerde farklı şekillerde gelişti. Son zamanlardaki keşifler, birbirinden bağımsız olarak yaklaşık aynı zamanda Hindistan ve Güneydoğu Asya’da ortaya çıktığını ileri sürse de, bildiğimiz kadarıyla uygarlık ilk olarak Mısır’ın Nil deltasında ve Mezopotamya’da (bugünkü Irak) ortaya çıktı.

    Hem Mısır’da hem de Mezopotamya’da egemen sınıf, şeflerden daha çok, toplumun geri kalanı üzerinde yükselen bir rahipler katmanının tepesinden doğmuş görünmektedir. Bunun sebebi, rahiplerin, Nil sellerinin gelişini önceden haber vermeyi mümkün kılan bir takvim geliştirecek müsait zamana ve ilk defa muazzam bir artı üreten merkezi olarak planlanmış bir sulama işini geliştirecek aritmetiğe sahip olmalarıdır.

    Mısırlı rahiplerin matematiğe ve astronomiye olan ilgileri tesadüfi olmayıp, üretimin gereklerinde yatmaktadır.

    Marx’ın açıkladığı gibi, planlı sulama ihtiyacı yüzünden: “Sulama sistemleri (Asya toplumlarında çok önemli) , ulaşım araçları vb. gibi emek yoluyla fiilen mülk edinme sürecinin komünal koşulları, bundan dolayı üst birliğin –küçük toplulukların üzerinde asılı duran despotik hükümetin– eserleri olarak belirir.”[3]

    Hiçbir şekilde köy topluluklarına karşı sorumlu olmayan Asyatik devlet, kendisini, artı-ürünü bir haraç olarak mülk edinme hakkına sahip hisseder. Bu haraç, toprak üzerindeki devlet mülkiyeti aracılığıyla zorla alınır: “... bütün bu küçük toplulukların üzerinde duran bütünleştirici birlik, üst düzeydeki mülk sahibi ya da tek mülk sahibi olarak, gerçek topluluklar ise salt babadan oğula toprağı kullanan zilyedler olarak görünebilir.”[4]

    “Üretimin genel koşullarının” (sulama vb.) muhafaza edilmesi karşılığında Asyatik despotizme haraç veren köyler bütünüyle kendine yeterliydiler. Her bir köyde zanaat ve tarım birleşmişti. Dağınık köyler sömürüye karşı etkili bir şekilde örgütlenemiyorlardı, bu yüzden tüm sistem değişime karşı çok dayanıklıydı.

    Bu gibi toplumların “tarih dışı” olduğunu söylerken Marx ve Engels’in anlatmak istediği şey budur. Örneğin Hindistan birbiri ardına fetihçiler tarafından istilâ edildi, ancak bu politik değişimlerin hepsi yüzeyde kaldı.

    Toplumsal sistemlerinin kökenini toprakta özel mülkiyetin teşkil ettiği bir toplumdan gelen Büyük İskender’in Yunanlı varisleri Ptolemaioslar, Mısır’ı istilâ ettikleri zaman buldukları sistemi olduğu gibi muhafaza ettiler. Ne de olsa bu sistemin sağladığı gelirlerden pek memnundular.

    Ancak binlerce yıl sonra İngiliz kapitalizmi Hindistan’ı istilâ edip, yerli tarımın ve zanaatların birliğini yok etmek için toprağa özel mülkiyeti sokmaya çalıştığı ve kapitalizmin önkoşullarını geliştirdiği zaman, Asyatik üretim tarzı nihayet yıkıldı. Sonuç, sulama sisteminin zayıflaması ve 19. yüzyıl boyunca yaşanan bir dizi korkunç kıtlıktı.

    Asyatik üretim tarzı, ilkel komünizmin toprağın kolektif olarak işlenmesi gibi bazı özelliklerini muhafaza etmesine rağmen, sınıflı toplumun ilk gelişimine tanık oldu. Üretimi daha önce hiç olmadığı kadar yüksek bir düzeye çıkardı ve daha sonra durağanlaştı.

    Böylece yerkürenin çok geniş alanlarında Batı Avrupa’da görülenden tamamen farklı bir toplum biçimi ortaya çıktı. Kölelik biliniyordu, ancak baskın üretim tarzı değildi. Batı feodalizminin tersine, artı-ürün toprak beylerinden ziyade merkezi devlet tarafından gasp ediliyordu.

    Uygarlık bir kez kurulup korunduktan sonra, ister savaş isterse de ticaret yoluyla, etkilerini etrafına yaymak zorunda kaldı. Mısır ticarette her zaman dışarıya bağımlı oldu, böylece Girit uygarlığının ilerlemesini teşvik etti ve bu münasebetle Yunan sahilindeki ticaret topluluklarının gelişimine muazzam bir hız verdi. Burada uygarlık insanlığı tekrar ileriye götürebilecek üretim ilişkilerini –bireysel zenginliğe sınırsız bir teşvik sağlayan özel toprak mülkiyetini– buldu.

    Antik Yunan: Kölecilik ve Demokrasi
    Bu nedenle, Yunanistan tekrar tarihsel kayıtlara girdiği zaman, sınıfsal yapısı Homer zamanınkinden çok farklıdır. Kıyının dört bir yanında ticaret kentleri türemiştir. Tüm bu kentlere, başlangıçta, politik hakları tekellerine alan toprak beylerinden oluşan küçük bir egemen sınıf hükmediyormuş gibi görünür. Bu toprak beylerinin kent merkezindeki bölgelerin ilk işgalcileri olduğunu düşünebiliriz. Ticaret geliştikçe, bunların topraklarının fiyatı hızla yükselecek ve konumlarını ürün piyasasını kontrol etmek için kullanabileceklerdi. Elbette hakim konumlarını, kenar mahallelerde oturan yoksul yurttaşlara borç olarak tohum vermek ve çoğu üzerinde bir borç esaretini zorla kabul ettirmek için kullandılar. (Kırdaki insanların, topraklarını mı yoksa kendilerini mi ipotek ettiği hâlâ akademik bir tartışma konusudur, fakat sömürü şekli burada bizim için önemli değildir.)

    Ticaret geliştikçe, tüccar ve zanaatçı sınıfın önemi arttı ve politik haklar için yoksul köylüyle birlikte mücadele etti. Sınıflı toplum bir kez kurulduktan sonra, savaş ve artı-üründen bir parça elde etme şansı sayesinde ana yerleşim merkezlerine yayıldı.

    Yunanistan ve Roma’daki tüm kent devletleri aynı prensipler etrafında örgütlendi. Kent devleti (Yunanca’da “polis”) bir bütün olarak diğer kent devletlerine karşı birleşirken, kendi içinde bölündü.

    Bu bölünme, sınıf temelinde –ve yurttaşlar ile köleler arasında– bir bölünmeydi.

    Başlangıçta yoksul yurttaşlar (Roma’daki adıyla plebler) tüm politik haklardan yoksun bırakıldılar. Mücadeleleri politikti: devlet kararlarında söz sahibi olmak.

    Askeri beka da bir zorunluluktu, zira devlet ordu içindeki köylülüğün desteğine bağlıydı. Zengin toprak beyi sınıfın, onlar için dövüşecek yoksul yurttaşlara ihtiyacı vardı. Yüksek sınıfın temsilcisi olan Atina’daki Solon’un (çok iyi bildiğimiz bir olay) M.Ö. 594’te toprağı pleblere tekrar dağıtmasının asıl nedeni işte budur.

    Büyük ölçüde bir ticaret merkezi olan ve yoğun bir biçimde tüccar ve zanaatkâr barındıran Atina’da, sıradan insanlar en sonunda demokratik haklarının tamamını kazanabildiler. Yoksul insanlar kamu görevine alındı ve yaklaşık 5000 yurttaş, politikaları tartışmak için düzenli olarak mecliste toplandı.

    Demokrasi mücadelesi birkaç aşamadan geçti. Birbiri ardına kentlerde, toprak oligarşisi önce tiranlar tarafından devrildi. Bunlar, daha sonraki tarihlerde feodal aristokrasi ile yükselen tüccar kapitalistler sınıfı arasında denge sağlayan mutlak monarklarla dikkat çekici bir benzerlik taşıyorlardı.

    Mutlakıyet yanlıları gibi, onlar da politik iktidarı ele geçirmek için sınıf mücadelesinin girdiği kilitlenme durumunu kullandılar. İngiltere’deki Tudor monarkları gibi, tiranların da teminat altına aldıkları politik istikrar, sınırsız politik iktidara istek duydukça en güçlü destekçiden en azılı düşman haline gelen zengin sınıfların daha da yükselmesini mümkün kıldı. Böylece tiranlar dönemi Yunanistan’ın tüm ticaret kentlerinde “demokratik” devrimle son buldu.

    Ancak Atina demokrasisi –yurttaşlar için demokrasi– yurttaş olmayan sınıfın, yani politik hakları olmayan kölelerin sömürüsünü temel alıyordu. Atina demokrasisi aslında, sömürülen köle sınıfa, zorla egemen sınıfın çıkarlarını dayatma –ve savaşta egemen sınıfın çıkarlarını savunma– mekanizmasıydı.

    Polis sürekli savaş için donatılan bir kurumdu. Kent devletinin gücü, silahlanma yeteneğinde olan bağımsız köylülere (“hoplites”) dayanıyordu. Yoksul yurttaşların kenti savunmak için Perslere karşı yaptıkları Salamis deniz savaşını kazanmalarının ardından, demokrasinin zaferi Atina’da kaçınılmaz oldu. Silahlanmak için çok yoksul olmalarına rağmen, Atina donanması için kürekçilik yaptılar. Dışa doğru yayılma ve kölelerin fethedilmesi sayesinde, zengin ve yoksul yurttaşlar arasında tehlikeli bir çıkar birliği kuruldu.

    Daha sonraki köleci Roma toplumuna kıyasla Yunan köleci üretim tarzı, yurttaşlar söz konusu olduğunda görece “demokratikti”. Yoksul yurttaşlar bile, çiftlikte veya işlikte kendilerine yardımcı olmak üzere ya da köle ekiplerinde çalışması için kiraya vermek üzere bir köleye sahip olabiliyorlardı.

    Bu yüzden yoksul yurttaşlar üzerinde bir baskı yoktu, çünkü zenginin alternatif bir emek kaynağı vardı. Demokrasinin gelişmediği Yunan kentlerinin çoğu, toprak servetinin doğal olarak ticari zenginliklerden daha önemli olduğu ülkenin iç kısımlarındaydı.

    Kölelik, emek bir artı-ürün verdiği için ancak şimdi mümkündü. Bu artı-ürüne, üretim araçlarına –bu durumda bizzat kölelere– sahip olan bir egemen sınıf tarafından el koyuluyordu. Devlet egemen sınıfın devletiydi. Tüm toplum yapısı köle emeğine dayanıyordu; sanat, kültür ve felsefenin tüm mucizeleri, sömürülen bir sınıf, köle sahiplerinin boş vakti olabilsin diye çalıştığı için mümkündü ancak.

    Köleci toplumun kendi dinamikleri vardı. Başarısı, sürekli daha fazla köleye, daha fazla ödenmemiş emeğe el koyulmasına bağlıydı.

    “Kölelik, başlıca üretim biçimi olduğu her yerde, emeği kölece bir etkinliğe dönüştürür, dolayısıyla onu özgür insanlar için onur kırıcı hale getirir. Bu yüzden, bir yandan kölelik üretimin daha fazla gelişmesi önünde acilen kaldırılması gereken bir engelken, öte yandan böyle bir üretim tarzından çıkış yolu kapalıdır. Bu çelişki, köleliğe dayanan bütün üretimin ve bütün toplulukların yıkımına neden olur. Çözüm, çoğu durumda, yıkılmaya yüz tutan topluluklara daha güçlü olanlar tarafından (Makedonya ve daha sonra da Roma tarafından Yunanistan’a yapıldığı gibi) zorla boyun eğdirilmesidir. Bizzat bunlar da köleliğe dayandıkları sürece, merkez sadece yer değiştirir ve süreç, sonunda köleliğin yerine başka bir üretim biçimi geçiren bir halkın fethetmesine kadar (Roma) , daha yüksek bir düzeyde yinelenir.”[5]

    Bu açıklamayı örneklerle izah etmek için, köleliğin tüm potansiyelini tükettiği Roma’ya ve kendisini içinde bulduğu çıkmaz sokaktan nihayet düşe kalka çıkan Batı Avrupa toplumuna dönelim.

    Roma Köleliği
    Roma toplumu, eski krallarını kovduktan sonra, toprak sahiplerinin (bunlar Roma’da “patrisyenler” diye adlandırılıyorlardı ve Senatoda örgütlenmişlerdi) egemen olduğu dönemdeki Yunan kent devletleriyle başlangıçta aynı görünümü sergiler.

    Toprak sahipleri başlangıçta tüm politik hakları tekellerine almışlardı. Plebler, “kabilelerin birlikten çekilmesi” biçiminde gerçekleştirilen genel tarım grevi de dahil olmak üzere, iktidarda pay sahibi olmak için muhteşem bir mücadele verdiler.

    Fakat plebler sadece yoksul yurttaşlardan ibaret değildi. İçlerinde, devlet iktidarını kontrolleri altında bulunduran soylulara katılmak isteyen zengin tüccarlar da vardı. Bunlar pleb hareketinin başını çektiler ve istediklerini elde ettiklerinde onları terk ettiler.

    Bu mücadelenin belirli kazanımlarından biri de borç köleliğinin yürürlükten kaldırılmasıydı. Boşluk, Roma cumhuriyetinin muazzam yayılmasıyla ve fetihler sayesinde köle yığınları edinilmesiyle dolduruldu.

    Yunanistan’la fark, Romalı patrisyenlerin, onlardan zorla alınan tavizlere rağmen iktidara sıkıca sarılması ve bu köle akınının nimetlerini tekeline almalarıydı. Köle emeğiyle büyük çiftliklerin (latifundia) sömürüsünü birleştirdiler. Böyle yaparak, lejyonlar içinde örgütlenen ve Roma’nın askeri ihtişamının temelini oluşturan plebleri kaçınılmaz olarak zayıflattılar.

    Malları ellerinden alınan lejyonerler yirmi yıllık askeri hizmetten sonra geri döndüklerinde, çiftliklerini ota bürünmüş olarak buldular. Kaçınılmaz olarak yıkıldılar ve köksüz ve mülksüz bir proletaryayı oluşturmak üzere kentlere sürüklendiler. Ama 19. yüzyılın anti-kapitalist toplum eleştirmeni Sismondi’nin söylediği gibi, “Romalı proletarya toplumun sırtından geçinirken, modern toplum proletaryanın sırtından geçiniyordu.”

    Roma’da Gracchus kardeşler, bağımsız plebleri korumak için son bir umutsuz mücadele başlattılar. İkisi de patrisyenlerin satılık ayaktakımı tarafından kesildi.

    M.Ö. birinci yüzyılda, yani cumhuriyetin son yüzyılında, Roma toplumunun krizi aslında iki yönlüydü.

    Bir taraftan sınıf mücadelesi kilitlenmişti. Çelişkiler orduya sıçrıyordu. Generaller birbiri ardına, pleblerin kendi mücadeleleri yoluyla alamayacakları toprağı onlara bağışlama sözü vererek, askeri birliklerinin desteğini kendi politik hırslarının çimentosu yaptılar.

    Diğer taraftan Romalı küçücük bir oligarşi, artık rüşvetçi bölge valileri ve vergi toplayıcıları vasıtasıyla bir dünya imparatorluğuna hükmediyordu. Bu egemenlik biçimi oldukça yetersiz kalıyordu ve bu yetersizlik, Roma’nın İtalyan müttefiklerinin yurttaşlık hakları için ayaklandığı Toplumsal Savaşlar döneminde gündeme geldi. Romalıların “kazanabilmesinin” tek yolu, İtalyan müttefiklerini –yurttaşlık haklarını vererek! – kendi yanlarına çekmekti.

    Böylece askerler birbiri ardına iktidar boşluğuna adım attılar ve kendi iktidarlarını yavaş yavaş genişlettiler. Sonunda, Sezar Augustus, özellikle de devletin yönetilmesinde söz hakkı verdiği İtalyan toprak sahiplerine güvenerek cumhuriyeti lağvetti.

    Yavaş yavaş herkes yurttaş oldu ve ayrıcalıklar anlamsız hale geldi, çünkü herkes Roma İmparatorluğunun sade tebaasıydı. Fransız imparator Napoleon Bonaparte’ın politikalarının, eleştirmenleri tarafından “Sezarizm” olarak adlandırılması boşuna değildir. Her ikisini de karakterize eden şey, tam da, kişisel iktidarlarını kurarken, sınıflarla gruplar arasındaki aynı dengeydi. Augustus’un imparatorluğu uzun bir barış dönemini başlattı. Ancak köleci bir imparatorluk için, barış savaştan daha büyük bir tehdittir. Köle kaynakları iyice kurudu ve köle fiyatları feci şekilde arttı. Roma kendi doğal sınırlarına ulaşmıştı. Etrafı “barbarlar” olarak bilinen kabileler tarafından kuşatılmıştı ve Roma onları yenememişti.

    Roma İmparatorluğunun Çöküşü
    Bu durumda, köleci üretimin sınırları kendini gösteriyordu. Kölenin üretimi geliştirmek için hiçbir nedeni yoktur. O sadece kırbaç tehdidiyle çalışır. Özgür insanlara gelince, onlar da, Romalı hukukçuların köleleri adlandırdıkları gibi, bir “instrumentum vocale”, “sesli bir mal varlığı türü” olmakla özdeşleştirdikleri emeği küçümserler.

    Roma toplumunun trajedisi, sınıf mücadelesinin üç köşeli olmasıydı. Yoksul özgür insanlar büyük köle sahiplerinden şikayetçiydiler, ama sıkıca sarılmaları gereken tek dokunaklı itibar kırıntısı özgür olmalarıydı ve bu nedenle köleler için toprakları fethederken ve köle ayaklanmalarını bastırırken, devşirilen orduda ezenlerle birlikte daima ortak dava güdüyorlardı.

    Kölelere gelince, onlar da köleliğin evrensel olduğu bir dünyada, kölesiz bir dünya yaratmak için değil, “köle sahiplerini köleleştirmek” rüyasıyla yaşıyorlardı.

    Bu muazzam imparatorluğu bir arada tutma yükü, artı-ürünün büyük bir kısmını vergiler halinde iç eden aşırı şişkin bir devlet iktidarı yaratıyordu. Emperyal despotizm tarafından yaratılan atomize insanlar arasında merkezi bir tarzda hareket etme yeteneğine sahip tek kendine güvenen güç orduydu. Yüz yıl boyunca muhafız alayı istediği kadar imparator yarattı ve devirdi.

    İmparatorların bundan kurtulmak için tek çıkış yolu vardı: lejyonları sınırdan geri çekmek ve Roma’daki muhafız alayının üzerine yürümek. Tüm bunlar çelişkileri daha büyük ölçekte yeniden üretti.

    İmparator Septimus Severus öldüğü zaman, oğullarına şu özlü politik aklı verdi: “Askerlerin parasını ödeyin. Gerisi sorun değil.” Devletin, özünde, “silahlı insanlardan oluşan bir teşkilat” olduğu gerçeği, Roma İmparatorluğundaki hiç kimse için bir sır değildi.

    Üretim azaldıkça doğal olarak ticaret de azaldı ve toprak sahiplerinin villaları, onların yerini alacak olan Orta Çağ manorları (malikaneleri) yönünde gelişerek, gittikçe daha çok kendine yeterli hale geldi. Paradan kaçış, üçüncü yüzyılın sonundaki enflasyonla daha da arttı. İmparatorlar, ayni vergiler talep ederek, zarardan kaçınmayı güvenceye aldılar.

    Bunlar aynı zamanda, artık politik güçten yoksun kalmış olan patrisyen (toprak sahibi) sınıfı, binalara ve arenalara büyük miktarlarda para harcamaya zorlayarak sıkıştırıyorlardı. Toprak sahipleri buna, kıra kaçarak ve kendine yeterli kır malikanelerini kurarak yanıt veriyorlardı.

    Kölelik ölmeye başlamıştı, ancak Hıristiyanlık tarafından ileri sürülen güya insani fikirler yüzünden değil, sadece artık kârlı olmadığı için. Köleci üretimin toplumu ileri götürebilmesinin tek yolu, birkaç yıl ölümüne çalıştırılabilen ve sonra değiştirilebilen çok sayıda kölenin ele geçirilebilmesiydi.

    Bu fetihler, silahlı pleblerden oluşan Roma lejyonları tarafından mümkün kılınmıştı. Ama plebler, köle çalıştıran büyük çiftliklerin başarısıyla yok edilmişlerdi.

    Artık Romalılar, ordularını güçlendirmek için sadece barbar paralı askerleri bulabiliyordu. Böylece Roma’yı barbarlardan barbarlar koruyordu! Açıkçası imparatorluk fazladan yaşıyordu.

    Kölelik, özellikle zenginlerin ev içi hizmetlerinde hâlâ önemli olmakla beraber yavaş yavaş hakim üretim tarzı olmaktan çıktı. Üretim ve ticaret daraldıkça, tarım işinin doğal ritminden dolayı yılın yarısında işsiz olan insanları tarlalarda çalıştırmak için bütün yıl boyunca beslemenin anlamsız olduğu, toprak sahipleri için açık hale geldi. Durgun dönemlerde onları kendi başlarının çaresine bakmaya mahkûm etmek çok daha iyiydi!

    Daha önce köle olanlara, ürettiklerinin düzenli bir kısmını toprak sahibine vermek zorunda oldukları ve ailelerinin geçimini de güçlükle sağladıkları bir toprak parçası kiralanıyordu. Devlet de gelirinin çoğunu, köylülere zorla dayatılan toprak vergisinden çıkarıyordu.

    Bir süre sonra, kötü hasat zamanlarında borca girme doğal eğilimleri yüzünden, köylüler serfleri andırır bir halde toprağa bağlandılar. Bu “kolonluk” dönemi olarak adlandırılır.

    Neticede Batı İmparatorluğu, barbarların daha saldırgan ve tehdit edici olmaları yüzünden değil, imparatorluğun iç çürümesi yüzünden yıkıldı. Üretici güçlerin zaten gerileme içinde olduğunu görmüştük; ve kolonlukta, feodalizm altında meyve veren bazı eğilimler doğuş sürecine girdi.

    Feodalizme Geçiş
    Batı Avrupa’daki Cermen (barbar) istilâlarından sonra ortaya çıkan yeni toplum, gerileyen Roma uygarlığı ile sınıflı topluma evrilme sürecindeki Cermen kabile topluluğunun bir senteziydi.

    Eski Yunan uygarlığına yönelik Dor istilâsı gibi, bu da geriye bir adım gibi görünüyordu. Üretimdeki düşüş toplumsal hayatın tüm alanlarını etkiledi. Günümüze kadar gelen bazı Karanlık Çağ kayıtları (Tours’lu Gregory’nin yazdığı Frankların Tarihi gibi) , her türden gülünç mucizeye –Romalı patrisyen bir tarihçinin katıla katıla güleceği bir durum– çocukça inanıldığını göstermektedir.

    Sanatın ve kültürün tüm kazanımları, sadece kilise kurumlarında ölü vaziyette varlığını sürdürdü. Ancak barbarlar yeni fikirler ve bir kez daha ilerleme olanağını da getirdi. Tek bir örneği ele almak gerekirse, Cermenler toprak yüzeyini kazımaktan çok altüst eden ve böylece tahıl miktarını arttıran ağır bir pulluk geliştirmişlerdi.

    Bu süre zarfında Cermen kabileleri arasında neler olmuştu? Romalılar “böl ve yönet” taktiğiyle şaşırtıcı bir zaman dilimi boyunca kendilerini korumuşlardı. Sadece kabilelerin aralarını açmakla kalmamış, aynı zamanda kabile içinde rüşvetle satın alınan ayrıcalıklı bir elit yetiştirmek için lüks maddelerin ticaretini bilinçli olarak geliştirmiş ve böylece kabileyi kendi içinde bölmüşlerdi.

    M.S. birinci yüzyılın başlarında Tacitus, pek çok kabilenin demokratik yapısını betimledikten sonra, deniz ticaretiyle uğraşan bir halk olan Suionlar ile devam eder:

    “Servete de büyük saygı gösterilir; ve bu nedenle tek bir hükümdar, sınırsız bir iktidarla ve sorgusuz sualsiz bir itaat talebiyle yönetir. Silahlar, Almanya’nın geri kalanında olduğu gibi, herkese verilmeyip, gerçekte köle olan muhafızın gözetimi altında tutulur... aylak silahlı insan kalabalığı kolayca sorun çıkarır.”

    Kabile topluluğunun devleti olmadığı için, gençleri akınlara gitmekten alıkoyma olanağı yoktu. Hepimiz kovboy filmlerinden, yaşlı Apaçi şefinin Yedinci Süvari Birliğinin albayına bu prensibi açıklarken yaşadığı problemleri biliriz. Ama kapitalist fethe karşı Kızılderili direnişi mahkûm edilirken, çöken Roma İmparatorluğu üzerine düzenlenen akınlar pek güzel işlerine geliyordu.

    En cesur gençlerin etrafında maiyetler toplandı. Bu silahlı maiyetler böylece, kabilenin iradesine değil bir bireyin iradesine bağlandılar. Ganimet hediyeleriyle liderlerine bağlandılar. Onlar kabile topluluğunun sonunun başlangıcıydılar, yavaş yavaş daimi silahlı bir aristokrasi haline geldiler ve liderlerini krallığa yükselttiler.

    Bu askeri aristokrasi Romalı toprak sahiplerini mülksüzleştirdi ya da Roma İmparatorluğunun topraklarına girdikçe onlarla birleşti.

    Bu broşürün amacı Batı toplumunun sonraki birkaç yüzyıl içinde geçirdiği tüm değişimleri detaylı bir şekilde incelemek değildir. Ancak merkezileşen Roma İmparatorluğunun kaybolan ihtişamının yerini almak için yapılan en ciddi girişime, Şarlman’ın Frank İmparatorluğuna ve ona ne olduğuna göz atmak öğretici olacaktır.

    Şarlman Avrupa’da geniş topraklar fethetti ve kontlar tarafından yönetilen eyaletler kurdu. Fetihlerini gerçekleştiren ordulara yiyecek sağlamak için, eskiden özgür olan Frank köylülüğü (“Frank” özgür anlamına gelir) giderek serf statüsüne düşürüldü.

    Bu girişimler toplumun üretici kaynaklarının taşıyabileceğinden daha büyüktü. Üretkenlik düşük olduğu için, ulaşım araçları ilkeldi. Şarlman’ın halefleri döneminde, imparatorluk içe doğru patladı, Normanlar, Vikingler ve Sarazenler tarafından istilâ edildi ve çökme noktasına geldi.

    Yerel kodamanlar, toprağın korunması karşılığında, her yere kaleler inşa etme ve yerel köylerin tartışmasız lordları haline gelme fırsatını elde ettiler.

    Şarlman’ın halefleri, silahlı adamlarına hediye ve yatacak yer yerine toprak vererek ve karşılığında askeri hizmet ve hükümranlığın tanınmasını talep ederek, durumu kabul etmek zorunda kaldılar. Bu ölçü, toprağın zenginliğin esas biçimi olduğu bir toplumsal aşamayı gösteriyordu. Toprak üzerindeki hakimiyet onlara artı-ürün ayrıcalıklarının kapısını açmıştı.

    Feodal Toplum
    Feodal toplum, böylece, yukarıdakilerin toprağın hakimiyeti karşılığında aşağıdakilere dayattığı bir askeri yükümlülükler piramidi biçiminde ortaya çıktı.

    Tüm yapı, lordların topraklarında çalışan köylülerin ödenmemiş emeğine dayanıyordu. Kölelerin tersine, onlar lordun malı değildi. Feodalizm düzensiz gelişti. Köydeki bazı insanların toprakları çok küçüktü ve hâlâ lordun toprağında çalışan köleler ya da hizmetkârlar olarak yaşamlarını sürdürüyorlardı. Daha özgür köylülerin işleyecek toprakları vardı ve ayni rant ödemek zorundaydılar. Diğerlerinin bir ara statüleri vardı, bunlar kendi geçimlerini sağlamak için küçük toprak parçalarını işliyor ve zamanın geri kalanında lordun toprağında emek hizmeti vermek zorunda kalıyorlardı.

    Feodalizm altında sömürü açık ve örtüsüzdür. Köylüler lordlara hizmetlerini para, emek ya da ürün olarak öderler. Ne olup bittiğini herkes görebilir. Eğer lord köylüyü toprağında üç gün yerine dört gün çalışmaya zorluyorsa, sömürü oranının arttığı her iki taraf için de açıktır.

    Kölelik altında, tersine, kölenin kendi geçimini sağlamak için çalışmak zorunda olduğu çalışma haftası bile ödenmemiş görünür. Bu yüzden köle karşılıksız çalışmış görünür. Kapitalizm altında, ücretli işçiye emeğinin değeri olarak gösterilen bir miktar para ödenir. Tüm emeğin karşılığı ödenmiş görünür.

    Bu üç sistemde de üretici sömürülür: ancak sömürünün kendine özgü biçimi en sonunda toplumun tüm yapısını tayin eder.

    Feodalizm altında devleti oluşturan “silahlı adamlar topluluğu”, çoğunlukla silahlı güç tekeline sahip olan egemen sınıftan çıkıyordu. Böylece ekonomik ve politik iktidar aynı ellerdeydi.

    Köydeki adalet genellikle lordun malikâne mahkemesinin elindeydi. Feodal lord ve onun silahlı adamları, hepsi birbiri içine geçmiş olan polis, hakim ve cellâtlardı.

    Geriye bakınca, feodalizmi durağan bir sistem olarak görme eğilimindeyiz. Kapitalizmle karşılaştırıldığında şüphesiz öyledir. Ancak feodalizmin sağladığı istikrar altında ciddi ilerlemeler yapıldı.

    Örneğin, İngiltere’nin nüfusu 1066 ile 14. yüzyıl arasında muhtemelen ikiye katlandı; bu üretimdeki ilerlemenin bir belirtisidir. Geniş orman alanları ve işlenmemiş toprak ilk kez sabanla işlendi. Doğu Avrupa’nın uçsuz bucaksız bölgeleri feodalizm tarafından sömürgeleştirildi.

    Feodalizm üreticiye üretimi kendi yararına genişletmesi için sınırlı bir teşvik sağladı. Tarımı ve sömürgeleştirmeyi geliştirmeye bazen lord önayak oldu, bazen de köylü. Bu sınıf mücadelesine bağlıydı. Lordun eğilimi, köylülerin toprak parçalarını asgariye indirmeye, ortak toprakları işgal etmeye ve serf statüsünü dayatmaya çalışmaktı. Öte yandan köylüler, feodal aidatların asgari bir kiraya indirilmesiyle ilgileniyorlardı.

    Su ve rüzgâr değirmeni gibi yenilikler, bu yeni sistem altında başladı. Lord, değirmeninin belli bir süre kullanımı için fahiş fiyatlar isteyerek, bu ilerlemenin tüm faydalarının üstüne oturmaya teşebbüs edecekti.

    Avrupa kıtasında, Orta Çağın sonlarında, bu “banaliteler”[6] feodal gelirin ana biçimiydi. Daha çok üretme güdüsü, ister lordun lüks harcamalar için daha çok gelir tutkusundan ileri gelsin, isterse köylülerin bağımsız çiftçiler olarak işe başlama hırsından ileri gelsin, üretim tedrici olarak ilerliyordu.

    Ama feodalizm de, kendinden önceki kölelik gibi, üretkenliğin gelişmesini sınırlandırıyordu. Kuşaklar boyunca tarımsal üretkenlik büyük oranda durgun kaldı. Feodal lordların daha çok servet kazanmalarının en kolay yolu daha çok insanı sömürmekti. Bu nedenle, nihai etkisi üretici güçleri israf etmek ve yok etmek olan savaş için daimi bir itici güç vardı.

    Orta Çağ Kentleri
    Sınıflı toplumun önceki biçimleri gibi feodalizm de, gelişimi sırasında kentlerde yeni bir toplumun tohumlarını üretti.

    Roma kentleri feodal Orta Çağ kentlerinden daha büyük ve daha etkileyiciydi, ancak aynı gelişme olanaklarına sahip değildi. Roma kentleri, lüks malların ticaretini yapan toprak sahiplerinin toplanma yerleri olarak ve çevresindeki kırı soyan idari merkezler olarak yola çıkmıştı. Orta Çağ kentleri ise zanaat ve ticaret merkezleriydi.

    Üretkenlik geliştikçe, ticaret zorunlu olarak büyüdü. Karanlık çağlarda aristokratların evlerine ve manastırlara bağlı olan zanaatkârlar, kırsal bölgelerle daha hızlı ve bu nedenle de daha ucuz üretilebilecek ya da sadece yetenekli uzmanlar tarafından üretilebilecek malların ticaretini yapmak için bir araya geldiler.

    Bu kentler başlangıçta ister yeni bir ticari sınıfın embriyosu tarafından isterse de yeni gereksinimleri sömürmek için ilerici feodal lordlar tarafından kurulmuş olsun, yeni bir eğilimi temsil ediyorlardı. Evrensel egemenlik ilişkilerinin ve feodalizmin uşaklık ruhunun tersine, bunlar feodal lordların temsilcilerinden birinin “yeni ve iğrenç bir isim” olarak adlandırdığı komünü ortaya çıkaran tüccarların özgür birliğiydi.

    Bu kentlerde üretim ve ticaret, zanaat dallarına ayrılan loncalar halinde örgütlendi. Bunlar üretimi, fiyatları ve kaliteyi düzenlemeye çalışıyorlardı.

    Kara Ölüm (on dördüncü yüzyılda Avrupa’ya yayılan korkunç veba) Polonya’ya uğramadan geçtikten sonra, loncalar daha fazla kutsal gün kutlayarak tanrıya şükretmeye karar verdiler. Aslında yaptıkları şey, şüphesiz, siparişlerin azalması nedeniyle işi paylaştırmaktı.

    Loncalar eşitler arasındaki birlikler olarak işe başladı, ama kentler daha iyi bir yaşam uman mülteci serflerin sürekli akını yüzünden hacimce büyüdükçe, lonca ustaları, ustaların kendi saflarına katılmasını daha zor hale getirebiliyorlardı.

    Aynı zamanda, tüccar loncalar da, bir kent eliti haline gelmek için zanaat loncaları üzerindeki konumlarını kötüye kullanabiliyorlardı. Orta Çağın sonunda gerçekleşen, yoksul zanaatkârların meclisin yönetiminde söz hakkı elde etmek için çıkarttıkları bir dizi ayaklanmaya kadar, birçok kente küçücük bir oligarşi hakimdi.

    Bu doğal farklılaşma meta üretimiyle yeniden üretildiği için, oligarşi zamanla ilk statüsünü tekrar kazandı. Aynı zamanda tüm kentler toprak sahibi sınıftan hürriyet ayrıcalığını almak için savaşa girişti.

    Emeğin üretkenliği arttıkça, ticaret de artıyordu, pazar için üretim, meta üretimi ve para ekonomisi de öyle. Giderek daha çok tahıl ürünü, kentleri beslemek amacıyla satış için üretildi. Bir köylüler katmanı, akranları pahasına zengin oldu ve pazara üretim yapan toprak sahibi çiftçiler olma tutkusuna kapıldılar.

    Bununla birlikte, İngiltere’de, üretimin pazara yönlendirilmesine asıl önayak olanlar feodal lordlardı. Yün üretimi önem kazandığı için, lordlar ortak toprakları gasp etmeye ve köylüleri mülksüzleştirmeye uğraşacaklardı.

    İngiltere’de serflik genel olarak on dördüncü yüzyılın sonlarında ortadan kalktı, ama toprak köleliğinin yerini kısa vadeli kiralamalar aldı, giderek artan bir yoksul köylü ordusu dışarıya atıldı ve serseriliğe (geçimini sağlamak için aylak aylak toprakları dolaşmaya) zorlandı.

    On yedinci yüzyılda, nüfusun dörtte birinden fazlasının dilenmekten başka geçim aracının olmadığı hesap ediliyordu. İlerleme, her zaman olduğu gibi, sıradan insanların sırtından başarıldı.

    Feodalizm Altında Sınıf Mücadelesi
    Soylularla plebler arasındaki sınıf mücadelesi politikken, devlet iktidarına erişmekle ilgiliyken, feodal sınıf mücadelesi esas olarak ekonomik düzlemde yürüdü.

    Toprak sahipleriyle köylüler arasında sürekli ve dur durak bilmeyen bir mücadele gerçekleşti. Bazen bu, devrimci kavgaya döküldü. İngiltere’deki 1381 Köylü Ayaklanması, bu olayların en dikkate değer olanıdır.

    Kara Ölümden sonra, köylüler emek kıtlığından dolayı güçlü bir konumdaydı. Toprak sahipleri geleneksel yükümlülükleri daha büyük bir şiddetle dayatarak kayıplarını telâfi etmeye kalkıştılar. Bu toplumsal bir patlamaya neden oldu.

    Öncü devrimci köylülüğün güneydoğunun ticari ürün bölgelerinde olması çok anlamlıdır. Ticaretin gelişmesi ulaşımı da geliştirdi ve geniş alanlardaki insanların birbirine bağlanmasını sağladı. Ayaklanma, yakın hedeflerinde başarısız olsa da, feodal lordların yağma tutkularının gerilemesine neden oldu.

    Köylülük birbiriyle kavgalı dağınık bir sınıf olduğundan, ayaklanma temelde başarısızlığa uğradı. Kral II. Richard onları “kendi otlaklarına geri dönmeleri” için sıkıştırdı ve en zayıf noktalarından vurdu. Köylülüğün sürekli bir seferberlik durumunda tutulması mümkün değildi. Üretimin gelişkinliği, nüfusun çoğunluğu toprağı işlemek zorundayken, sadece küçük bir azınlığın savaşçı olarak tutulabildiği bir noktadaydı

    Aynı dönemde Fra Dolcino önderliğinde gerçekleşen İtalyan köylü ayaklanması bunu gösterir. Dini fikirlerle süslenmiş olsa da, köylülüğün ileri kesimleri ilkel komünist özlemler geliştirmişlerdi.

    Fra Dolcino ve taraftarları İtalyan Alplerine çekildiler. Beslenmek ve kendilerini korumak zorundaydılar. Saflarında, korkaklar ve hainler arasında bölünmenin başlaması, moral bozukluğuna ve yenilgiye yol açtı.

    Bu örnekte, feodalizmin kurumlarının üretici güçlerin o sırada varolan durumuna nasıl da karşılık geldiğini görebiliriz. Geçmişin acıları insanoğlu için zorunlu bir doğum sancısı olmuştur.

    Feodalizmden Kapitalizme
    Marx, feodalizmin çözülme ve kapitalizmin ortaya çıkma sürecini “ilkel birikim” olarak adlandırır. Bu süreç, bir taraftan toprak yerine para halinde servet biriktirme süreciyken, diğer taraftan mülksüz bir proletaryanın yaratılması sürecidir. Bu, üreticilerin kendi geçimlerini sağlayabildikleri araçlardan ayrılmasıdır.

    Feodal köylülüğün toprağa bağlı olduğunu görmüştük. Bu onlara kıtlık zamanları dışında mütevazı bir hayat garantisi veriyordu.

    Yol açtığı tüm güvensizlik nedeniyle, zorunda olmadıkça hiç kimse para için çalışmaz. Emperyalistlerin Afrika’da kelle vergisi almaya başlamalarının ve Güney Afrika’da olduğu gibi, Afrikalıları bir ücretli emek kaynağı olmaya zorlamak için çorak rezervasyon bölgelerine sürüklemelerinin sebebi budur. Bu nedenle, özel mülk sahiplerinin elindeki toprak tekeli, kapitalizmin gelişiminin bir koşuludur.

    İngiltere’de köylülerin mülksüzleştirildiği süreç Marx tarafından Kapital’de anlatılır. Toprağın üçte birinin Kilisede olduğu bir dönemde manastırların dağılması muazzam bir yoksul eski keşişler kitlesi yarattı. Bundan önce de, Güller Savaşından sonra feodal maiyetin dağılması gaddar bir serseri sınıf yarattı.

    Ancak mülksüzleştirmenin ana kaldıracı, arazi sahiplerinden oluşan bir parlamento tarafından Çitleme Kanunları olarak adlandırılan özel Parlamento Yasalarının kabul edilmesiydi. Bu düpedüz yasal bir hırsızlıktı. Yün ticaretinin arttığı bir zamana denk gelmişti ve toprak sahipleri koyun sürülerini otlatmak için daha fazla toprak istiyordu. Eskiden muhtemelen beş yüz kişinin oturduğu toprağın, toprak beyinin toprağı olmasına karar verildi ve köylülerin yerini birkaç çoban aldı.

    Bu süreç vahşice olsa da, eski verimsiz şerit sistemini[7] ortadan kaldırarak ve rasyonel tarımın temelini döşeyerek topraktaki üretimi ilerletti. Sonra, sanayi devriminin avantajları, modern makineler, bu büyük çiftliklere uygulanabildi.

    İlkel birikim sürecinin bir diğer kutbu da para birikimiydi. Sermayenin ilk biçimleri, sanayi sermayesinin üretimi dönüştürmesinden önce, tüccar sermayesi ve tefeci sermayesiydi.

    Amerika’nın İspanyol yağmacılar tarafından “keşfedilmesi” dünya ticaretinin eksenini kaydırdı. “Yeni Dünya”da büyük servetler kazanıldı.

    İspanyolların altın aramasına korkunç bir vahşet eşlik etti. Onların egemenliği altında, 1492’de bir milyon olan San Domingo Kızılderililerinin nüfusu 1530’da on bine düştü. Küba’da yerli nüfus 1492’de 600.000 iken 1570’te sadece 270 haneye düştü.

    Tüccar kapitalist güçler gaddarlıkta birbirleriyle yarışıyorlardı. Uzun zaman önce öldüğü düşünülen kölelik, dünya pazarına hizmet eden madenlere ve plantasyonlara emek gücü sağlamak için bir rönesansa uğradı.

    Aynı zamanda, Orta Çağ sonlarında, güçlülerin artan para ihtiyaçlarını karşılayan, Fuggerlar gibi büyük banker ailelerinin yükselişine tanık olundu. Şövalyeler, prensler ve feodal maiyet, onlara sunulan yeni lükslerden geri kalamazlardı. Toprağa dayalı üretim ilişkilerinin, üretici güçlerin gelişimi önünde bir engel olduğunun çok açık bir kanıtıydı bu.

    Monarşi de daha fazla paraya ihtiyaç duymaya başlıyordu ve borç almaya başladı. O nedenle bu dönem her ulusun ulusal borcunu arttırmaya başladığı dönemdi. Bugün hâlâ yaşadığımız ve İngiltere’de şu anda yaklaşık 100 milyar sterlin olan (1983) bir sorun.

    Orta Çağın sonlarında, Batı Avrupa ülkelerinin çoğunda, İngiltere’deki Tudorlar gibi mutlak monarşiler türedi. Bu monarşiler eskinin toprak sahibi egemen sınıfı ile umut vaat eden kapitalistler arasında denge sağlıyorlardı.

    Başlangıçta, ticaretin ve bu nedenle kapitalizmin gelişebileceği güçlü, istikrarlı ulus-devletler kurarak toplumu ileri götürdüler. Yurtdışında sömürgelerin fethedildiği savaşlarda tüccarların çıkarlarını savundular.

    Aslında monarşiler kendi çıkarlarının peşindeydiler ve ancak kapitalistlerle toprak sahipleri arasındaki sınıf mücadelesinin kilitlenmesi sayesinde palazlanabilmişlerdi. Kapitalizm daha da geliştikçe, yükselen kapitalist sınıfın içinde, büyüyen ekonomik gücüne uygun bir politik güç tutkusu uyandı. Kapitalizmin egemenliğini sağlamlaştırmak için, saltanat süren mutlak monarşileri hedef alan burjuva devrimler gerekliydi.

    Tarımdaki gelişmelere paralel gelişmeler, zanaatsal üretimde de gerçekleşti. Loncaların başlangıçta üretimdeki ilerlemeyi kurumsallaştıran üretim ilişkilerini nasıl yansıttığını daha önce görmüştük. Loncaların dışındaki kapitalistler devamlı genişleyen pazarlara üretim yapmak için ücretli emeği harekete geçirmeye başladıkça, bunlar bir engel haline geldiler.

    Loncalar fiyatları yüksek tutmak için üretimi sınırlandırma ilkesini işletiyorlardı ve saldırılara direnmek için geleneksel ayrıcalıklarını kullanıyorlardı. Tüccar kapitalistler, ufak toprak parçalarında yarı işsiz durumda olan köylülerin artı-emeklerini yutmak için köylü evlerine daldılar. Bu evlere dokumacılığı “yerleştirmeye” başladılar.

    Köylülük, dokumacılık gelirlerine giderek daha çok bağımlı hale geldi. Tüccarlar sadece hammadde ve pazar sağlamaya çalışıyorlardı ve köylülere, tezgâhlara ve hatta kulübelere bile sahip olabiliyorlardı. Pazarlar üzerindeki kontrolleri sayesinde üstünlüğü ellerinde tutuyorlardı.

    Bu, feodal köylülüğün proleter konuma düşürüldüğü bir diğer önemli süreçti.

    16. ve 17. yüzyıl boyunca, zanaat atölyeleri kuruldu. İşin basit süreçlere bölünebileceği görüldü. Adam Smith, “Ulusların Zenginliği” adlı kitabına, eski yöntemlerle karşılaştırıldığında daha ucuza ve daha büyük miktarlarda üretilebilen toplu iğne yapımındaki işbölümünü açıklayarak başlar.

    Daha da ötesi, işin yinelenen basit görevlere bölünmesi, el emeğinin yerini makinelerin almasını mümkün kıldı. Üretimi bulduğu gibi alarak işe başlayan kapitalizm, üretim aletlerini devrimcileştirmeye başlıyordu.

    Kapitalizm dünya ekonomisi üzerindeki hakimiyetini hiçbir engelle karşılaşmaksızın kolayca kurmadı. Yeni uyanan üretici güçler, eski üretim ilişkilerine başkaldırmıştı. Bunların aşılması ve üretici güçlerin gelişim aşamasına karşılık gelen yeni üretim ilişkilerinin kurulması gerekiyordu.

    Bu burjuva devriminin göreviydi. 1640’lardaki İngiliz Devrimi, 1776 Amerikan Devrimi ve 1789-94 Fransız Devrimi, kapitalizmin dünya ölçeğindeki egemenliğinin temellerini kuran belirleyici mücadelelerdi.

    Peki bu burjuva devrimlerin görevi tam olarak neydi?

    Feodalizm artık egemen olmamasına rağmen, toprak sahiplerinin çıkarları meta üretiminin önünde bir engel olarak duruyordu.

    İngiltere’de toprak sahibi kibar tabaka pazar için üretime geçmesine rağmen, Fransa’da 1789’a kadar aristokrasi artının büyük bir bölümünü rant olarak yedi ve malların serbest dolaşımı üzerinde her çeşit geçiş ücretini zorla kabul ettirmek için ayrıcalıklı konumundan yararlandı.

    Bu herkes için fiyatları yükseltti ve burjuvazinin aristokrasiye karşı koyarak bir bütün olarak ulusun çıkarlarını temsil etme iddiasında bulunmasını mümkün kıldı. 1789’da Parisli kitlelerin Bastille’i zaptetmesine kadar, örneğin Paris’e yiyecek girişi feodal bir ayrıcalık olarak bir geçiş ücretine tâbi idi.

    Fransa, eski aristokrasinin tamamen kenara süpürüldüğü burjuva devriminin klasik ülkesiydi. Giderek pazar için daha çok üretim yapan köylülük, 1789 burjuva devriminden sonra, tutkulu bir kapitalist sınıfa ve mülksüz bir kırsal ücretli emekçi sınıfına bölünme eğilimindeydi.

    Kapitalizmin, yeni üretim tarzının gelişebileceği bir çerçeve olarak merkezi ulusal ekonomileri kurma görevi de vardı.

    Almanya 19. yüzyıl gibi geç bir dönemde, kapitalist üretim için istikrarlı bir ulus-devlete sahip olunması gerektiğini gösterdi. Almanya, 1848 devrimi arifesinde hâlâ her biri kendi para birimi, kendi geçiş ücreti ve gümrük tarifeleri, kendi ölçü birimleri, toprak yasaları ve yerel ulaşımı olan otuz üç küçük devlete bölünmüştü.

    Açıkça, küçük devletlerin yarattığı bu karışıklık, Alman sanayi ve ticaretindeki büyük ölçekli gelişimin önünde içinden çıkılmaz bir engel oluşturuyordu. Arkasındaki yeni işçi sınıfından duyduğu korku yüzünden, Alman burjuvazisinin “kendi” devrimini yapamaması, bu görevlerin –modern bir kapitalist ulus inşa etme gerekliliğini gören– Bismarck etrafında toplanan Prusyalı junkerlerin (toprak sahipleri) hegemonyası altında gerçekleştirilmesine neden oldu.

    Öte yandan, Britanya ve Fransa’da, kapitalist gelişimin çerçevesini geliştirme ilerici görevlerinden biri olarak, ulusal birlik zaten esasen mutlak monarşiler tarafından gerçekleştirilmişti.

    İlerlemeye karşı direnen tek kesim eski aristokrasi değildi. Toplumu aslında ileri götürmüş olan kapitalistlerin bir kısmı da, giderek daha gerici hale geliyordu. Zengin tüccarlar krallar üzerindeki nüfuzlarını ticarette tekel sağlamak için kullanıyorlardı. Metaların fiyatını yükseltmek için ayrıcalıklarını kullanıyorlardı.

    Serbest ticaret için mücadele etmek zorunda kalan daha küçük tüccarlar ve kentli kitleler, bu gerici kapitalistlere karşı koydular. Aynı şekilde büyük tefeciler, servetlerini, kraliyete borç vererek yaptılar ve böylece monarşiye bağımlı hale geldiler.

    Bir bütün olarak kapitalist sınıf, devrimini tamamlamak üzere ihtiyaç duyduğu politik gücü elde etmeye çalışmak için artık yeterince güçlüydü. Mutlak monarşiler, ticaretin yayılmasını savunan bir kalkan olmaktan çıkıp, bir engel haline gelmişlerdi. Ortadan kaldırılmaları gerekiyordu; ve zanaatçı ve küçük çiftçi kitleler, bu işi kapitalist sınıf için yapmak üzere seferber edildiler.

    Kapitalizm
    Kapitalistler, servetlerini toprakla ya da kölelerle değil parayla ölçerler. Para servetin üretime yönelmesi, insanlık için binlerce yıl önceki tarım devrimi kadar önemli bir dönem olan sanayi devriminde gerçekleşti.

    Kapitalizm de, feodalizm veya kölelik gibi bir sömürü sistemidir. Onun ayırt edici özelliği, sistemlerinin doğası gereği, kapitalistlerin, artı-değeri tüketmekten ziyade büyük bölümünü tekrar üretime geri yatırmak zorunda olmalarıdır.

    Kapitalizm bu yüzden ilk dönemlerde görülmemiş bir dinamik kazanır. Feodal lordların hiç bitmeyen savaşlar yoluyla yapmaya çalıştığı gibi, yalnızca daha çok insanı sömürmek yerine, kapitalizm insanları daha çok sömürür, emek üretkenliğini geliştirir.

    Böyle yaparak bir bolluk toplumuna ve böylece de sömürenle sömürülen arasındaki bölünmeyi tamamen ortadan kaldırmaya olanak sunar. Başka bir deyişle, bizzat kapitalizmden daha yüksek aşamadaki bir topluma olanak sunar.

    Kapitalizm kendisini egemen kapitalist sınıfın elindeki üretim araçlarının tekeline dayandırır. İnsanların büyük çoğunluğu, kapitalist sınıf tarafından dayatılan koşullarda çalışmadıkça, yaşam araçlarından yoksun kalırlar.

    Biçimsel olarak, ücretli işçiler yaptıkları işin karşılığını alıyormuş gibi görünür. Gerçekte ise feodal serf ya da köleler kadar çok sömürülürler.

    Kapitalizmde emek-gücü (işçinin çalışma kapasitesi) başka herhangi bir şey gibi bir metadır, çünkü pazarda alınır ve satılır. Kendi sahibi, yani işçi tarafından satılır ve paranın sahibi, yani kapitalist tarafından alınır.

    Ancak emek-gücü bu bakımdan diğer metalardan farklıdır: değer yaratma eşsiz özelliğine sahiptir. Kapitalistin işine yarayan da budur, bu nedenle emek-gücünü satın alır (işçi çalıştırır) .

    Emek-gücü üretim içinde tüketildikçe (işçiler işe koşuldukça) , kapitalistin emek-gücü için ücret olarak ödediğinden daha fazla değer yaratılır. Kapitalist kârın kaynağı budur.

    Eğer emek-gücü kapitalistin satın alabilmesi için pazarda hazır ve nazır bulunmak zorundaysa, onun üretilmesi gerekir. “Birey göz önünde bulundurulduğunda” diye yazar Marx, “emek-gücünün üretimi, onun kendisini yeniden üretmesinden ya da varlığını devam ettirmesinden ibarettir.” Marx hemen arkasından bu devamlılığın “tarihsel ve manevi bir öğe de” içerdiğini ekler; yani bir işçi ailesinin kendi varlığını devam ettirmesi ve çocuklarını yeni bir ücretli işçi kuşağı olarak yetiştirmesi için gerekenler, bu toplumdaki işçi sınıfı için kabul edilebilir olan ve mücadele yoluyla tesis edilmiş yaşam standartlarına bağlı olacaktır.

    Kapitalist sömürünün özü şudur: İşçilere emeklerinin karşılığı değil emek-güçlerinin karşılığı –yani yaşamaları için gerekli olan miktar– ödenir. Fark kapitalist tarafından alınır.

    Böylece işçinin günlük çalışması “gerekli emek” ve “artı-emek” olarak ikiye bölünür. İşçi “gerekli emeği”, günün, satıldığında ücret maliyetini karşılayacak olan değerin üretildiği kısmında harcar. “Artı-emeği” ise işgününün geri kalan kısmında, satıldığında kapitalist sınıfa giden kira, faiz ve kârı karşılayacak olan değeri üretirken harcar.

    Kapitalizm başlangıçta, işgününün sürekli uzatılmasını (işçilere genellikle günlük ücret ödeniyordu, ancak çalışma saatleri çok uzundu) dayatarak sömürü oranını arttırmaya uğraştı. Kapitalistler, şehirdeki ve kırdaki küçük üretimin yok olmasıyla ve açlık çeken yoksul yığınların kentlere sürüklenmesiyle yaratılan neredeyse bitmez tükenmez bir yedek emek ordusu sayesinde bunu başarabildiler.

    Bu, işçilerin patronlar tarafından dayatılan her türlü koşul altında çalışmak zorunda kalması anlamına geliyordu. Ancak kapitalist sistem altın yumurtlayan tavuğu öldürme tehlikesiyle karşı karşıyaydı. 1850’lerde Britanya’da yapılan teftişler, cılız, güçten düşmüş bir işçi kuşağının askeri hizmet için uygun olmadığını gösteriyordu.

    19. yüzyılda İngiliz işçiler işgününün yasal olarak sınırlandırılması için mücadele etmeye başladılar. Marx bunu “işçi sınıfının politik ekonomisi için ilk zafer” olarak adlandırıyordu. Böyle olsa da, belirtmeliyiz ki, daha sonra yapılan Ulusal Sağlık Hizmeti, 10 saat yasası gibi reformlar, uzun vadede egemen sınıfın çıkarınaydı, çünkü emek kaynağının sağlıklı durumda tutulmasını sağlıyorlardı.

    Buna rağmen, kapitalistlerin dar görüşlü açgözlülüğü yüzünden, bu reformlar sadece egemen sınıf muhalefetine karşı dişe diş mücadele sayesinde zorla kabul edildi.

    Böylece, Marx’ın mutlak artı-değerin arttırılması (örneğin işgününü uzatarak) dediği şey sayesinde artı-değer oranını sınırsız bir şekilde arttırmaları engellenen kapitalistler, nispi artı-değerin arttırılması yoluyla sömürü oranını yükseltmek zorunda kaldılar.

    Bu, kapitalistlerin, işçilerden daha fazla emek saati almak yerine, işçilerin emek üretkenliğini –aynı iş saatinde daha fazla ürün elde etmek– arttırmak zorunda olmaları anlamına gelir.

    Emek ne kadar üretken olursa, işçilerin yaşam gereksinimlerinin değerini (ücretlerini) üretmeye ayırmaları gereken işgünü parçası o kadar kısalır ve kapitalist için artı-değer üretmeye o kadar fazla zaman ayrılabilir.

    Kapitalizmin motoru rekabettir. Her kapitalist hayatta kalmak için rakiplerini alt etmek zorundadır. Daha ucuz satmanın en iyi yolu daha ucuz üretmektir. Emek zamanı değerin ölçüsü olduğu için, bu daha az emek zamanıyla üretmek anlamına gelir.

    Makineleşme emek üretkenliğini sürekli olarak arttırmanın temel aracıdır. Belki de sürecin en iyi örneği, Marx’ın el tezgâhı dokumacılarının durumuna ilişkin verdiği örnektir.

    İplik eğirme makinesinin icadı ve ucuz dokuma ipliğinin kitlesel üretimi, elbise yapımının makineleşmesine yol açtı. Dokumacılık o zamana kadar hâlâ bir el zanaatıydı. Sanayi devriminin ilk yıllarında dokumacılara talep arttıkça, el tezgâhı dokumacıları ücretlerini arttırabildiler ve düzenli bir “işçi aristokrasisi” haline geldiler. Bunlar kapitalizm için ucuz üretimin önünde bir engel teşkil ediyorlardı. Kaçınılmaz bir sonuç olarak, dokuma makinesi icat edildi, zira kapitalist ihtiyaç icadın ebesidir.

    Dokuma makinesinin, eşit miktarda yün kumaş üretmek için daha az emek zamanı aldığı, herhangi bir gözlemci için dahi apaçıktır.

    El tezgâhı dokumacıları, ürünlerinin fiyatını boşuna düşürüyorlardı. Dokuma makinesiyle hiçbir şekilde rekabet edemezlerdi.

    En gelişkin oldukları dönemde el tezgâhı dokumacılarının sayısı çeyrek milyondu. Bir kuşak boyunca binlercesi gerçekten açlıktan ölerek yok oldu. Çok azı dokuma makinelerinin başında düşük ücretlerle iş bulabildiler.

    Kapitalist gelişmenin yolu daima bu olmuştur. Fakat bu şekilde kapitalizm modern sanayinin inanılmaz üretici güçlerini geliştirmiştir.

    Kapitalizm aynı zamanda kendi hakimiyetine uygun bir devlet biçimi de geliştirir. Kapitalizm altında, her biri sınıf mücadelesinin gelişimindeki farklı bir aşamaya tekabül eden farklı devlet biçimleri –parlamenter demokrasiden faşizme ve en çeşitli biçimlerde Bonapartist askeri-polis diktatörlüklerine kadar– varolabilir.

    Tüm bu devlet biçimlerinin tek bir ortak noktası vardır: son tahlilde üretim araçlarının özel mülkiyetini ve bu nedenle de sermayenin egemenliğini savunurlar.

    Marx ve Engels, demokrasinin, kapitalist sınıf egemenliğinin ideal biçimi olduğunu sık sık vurguladılar; birincisi bu, kapitalistlere kendi anlaşmazlıklarını çözme olanağı verir; ve ikincisi de toplumun yönetilmesinde işçi sınıfı partilerine görüntüde bir söz hakkı tanır. Sistemin sürekli varolması için gerekli olan değişiklikler böylece daha kolayca yapılabilir. Aynı zamanda burjuva demokrasisi işçilere, sömürücülerini devirmek üzere örgütlenmeleri için en uygun zemini sunar.

    Kapitalizm, varlığının bir önkoşulu olarak, yeni bir mülksüz çalışanlar sınıfını gerekli kılmıştır. Gelişimi boyunca kapitalizm giderek büyüyen bir ücretli işçi havuzu yaratmıştır.

    İkinci Dünya Savaşından bu yana bile, Fransa, İtalya ve Japonya gibi ülkelerde milyonlarca küçük çiftçi topraktan sürülmüştür. Bu, insanları yalıtılmışlıktan ve kırsal hayatın geriliğinden kopardığı ve emek üretkenliğinin yükselişini temsil ettiği ölçüde ileriye doğru bir adım olmuştur, böylece daha az insanın tarımla uğraşması gerekir ve daha fazla insan ellerini başka şeyler üretmeye yöneltebilir.

    Ancak, aynı zamanda, kapitalizm insanların çıkarlarına aldırış etmez ve kitlelere neye mal olursa olsun acımasızca artı-değer peşinde koşar.

    Kapitalist Dünya Pazarı
    Daha önce gördüğümüz gibi, kitleler için büyük acılar yaratmış olmasına rağmen, kapitalizm dinamik bir sistem olmuştur. Amacı ve itici gücü daha çok ve daha çok artı-değerdir.

    Bu yüzden sanayi kapitalizmi dünyayı fethetmek için uğraşır. Ticari sermaye diğer ülkelerde varolan üretim tarzlarından zorla haraç almakla yetinmişti; sanayi sermayesi ise sanayi devriminden sonra yarattığı imparatorluklarda, bu ülkelere ucuz manifaktür malları yağdırdı.

    Bu mallar, köylerdeki tarımla birleşen mevcut el zanaatları sistemini zorunlu olarak yok etti.

    Varolan toplumlar zorla dağıtıldı. Üstelik tarım giderek daha çok dünya pazarının gereksinimlerine yöneldi. Kapitalizm kendi suretinde bir dünya yaratmaya başlıyordu.

    Bu süreç, kapitalist gelişmenin emperyalist evresinde en yüksek aşamasına ulaştı.

    Kapitalist ülkelerin kapitalizm öncesi uluslarla ilişkiye geçmesinin, onları sömürmesinin ve onları kapitalizmin yörüngesine çekmesinin farklı evreleri Hindistan örneğinde açıkça görülebilir.

    Hindistan önce İngiliz hükümeti tarafından değil bir tüccarlar birliği olan Doğu Hindistan Şirketi tarafından sömürgeleştirilmişti. Bunlar İngiliz-Hindistan ticaretini tekellerine alarak, ucuz alıp pahalı satarak çok para kazandılar. Hindistan’ın iç ticaretini de kapmaya çalıştılar ve doymak bilmez kontrolleri altındaki tahıl fiyatları, kıtlıklar sırasında, yoksulların ulaşabileceğinin çok üzerinde bir seviyeye fırladı.

    Doğu Hindistan Şirketinin egemenlik dönemi İngiltere’deki ilkel birimin gereksinimlerine tekabül ediyordu. Tüccar maceracılar eşitsiz değişim yoluyla servetler kazandılar. İngiltere’nin Hindistan alt-kıtasının bütününe egemen olmasını sağlayan Plassey Savaşının ardından, İngiltere Bankası ilk kez 10 ve 15 sterlinlik banknotlar bastı. Muhafazakâr tarihçi Burke, Hindistan’da 1757 ile 1780 arasında gerçekleştirilen yağmanın, o zaman için çok büyük bir rakam olan 40 milyon sterline vardığını hesap etmişti.

    İngiliz kapitalizmi her zaman uluslararası serbest ticaretin savunucusu olmadı. Bu ancak daha sonra, İngiltere büyük ölçekli bir kapitalist üretim tekeline sahip olduğunda söz konusu oldu. Aslında İngiltere’ye ithal edilen Hindistan tekstiline 1830 yılına kadar %70 ilâ %80’lik gümrük vergisi uygulanmıştı.

    Kısıtlamalar ancak Lancashire makine tekstil sanayii tartışmasız bir konum elde ettiği zaman kaldırıldı, çünkü bunlara artık gerek kalmamıştı. Hindistan pazarına o zaman ucuz pamuklu mallar yağdı ve Hintli tekstil üreticileri battı.

    Hindistan toplumunun kaderi artık rekabetçi kapitalizmin gelişimine bağlıydı. Bu arada İngiliz kapitalizmi kendi ihraç mallarını Hintlilere zorla kabul ettirmek için en barbar yöntemleri kullanmakta tereddüt etmedi. Örneğin, Dakka’da dokumacıların elleri kesildi! Bölge korkunç bir kıtlık tehdidi altına girdi ve tüm yöre kısmen bir cangıl haline geldi.

    Hindistan 1850’de Lancashire tekstilinin dörtte birini emiyordu.

    1857’de başlayan Hint İsyanından sonra İngiliz egemenler, halkı olduğu yerde çakılı tutmak maksadıyla, birliklerinin hızlı hareketine olanak vermek için, bir demiryolu ağı kurma ihtiyacı duydular. Bu Hindistan sömürüsünün üçüncü evresine işaret ediyordu. Mallardan daha çok, sermaye ihracı ağır basan özellik haline gelmişti.

    Emperyalizm
    Bu gelişme, mali sermayenin ve sanayi sermayesinin birleşmesiyle alâkalı biçimde metropol ülkelerde tekelci kapitalizmin büyümesinin –Lenin tarafından tahlil edilen emperyalizm çağı– sonucuydu. Daha zayıf rakiplerini yutan, üretimi yeni zirvelere taşıyan ve yeni ve kârlı yatırım alanları arayan dev tekeller yanında, ulusal pazarlar çok küçüldü.

    Hindistan örneğinde bu süreç, esasen İngiliz mülkiyetinde olan Hindistan temelli modern bir tekstil sanayisi kurmak için İngiltere’den sermaye ihraç edildiği 19. yüzyıl sonlarında başladı.

    Marx’ın söylediği gibi “bir kapitalist daima birçoklarının başını yer”. Kapitalizm sadece küçük üretimi yok etmekle kalmaz, sürekli olarak en güçsüz kardeşlerini iflâs ettirir ve gemiyi kurtarmak için onları mülksüzlerin saflarına atar.

    Bu iki yanlı bir süreçtir; insanlığın potansiyel çıkarı için muazzam bir üretici kaynak biriktirmesi açısından nesnel ekonomik içeriğiyle ilericidir, ama öte yandan kapitalizm altında, bir avuç zenginin elinde muazzam bir güç yoğunlaşmaktadır.

    19. yüzyılın sonunda tekelin bizzat rekabetten çıkıp geliştiğini gördük.

    Bankacılık sistemi, der Marx, “toplumun henüz faal olarak kullanılmayan bütün mevcut ve hatta potansiyel sermayesini, sanayici ve tüccar kapitalistlerin emrine verir; dolayısıyla bu sermayeyi borç veren de borç alan da, onun gerçek sahibi ya da üreticisi değildir. Böylece, o, sermayenin özel niteliğini yok eder ve dolayısıyla, kendi içinde, ama yalnızca kendi içinde, sermayenin bizzat ortadan kaldırılmasını içerir.... Son olarak, kredi sisteminin, kapitalist üretim tarzından, birleşmiş emeğe dayanan üretim tarzına geçiş esnasında güçlü bir kaldıraç olarak hizmet edeceğine, ama üretim tarzının kendisindeki diğer büyük organik devrimlerle bağıntılı unsurlardan yalnızca biri olarak bunu yapacağına, kuşku yoktur.”[8]

    Kapitalizm, kesintisiz bir şekilde kâr etmeye devam etmek için, sürekli olarak para sermaye girişine gerek duyar. Bir meta stoğu bir kez üretildiği zaman, tekil kapitalist ya üretimi yeniden başlatacak para tekrar cebine girene kadar bunları satmayı beklemek zorunda kalacaktır; ya da gerektiğinde kullanılacak bir yatırım rezervi olarak çoğu zaman kullanılmadan kalan bir para sermaye stoğu tutmak zorunda olacaktır; on ya da yirmi yıl kullanılmayabilecek olan sabit sermaye stoklarını yenilemek için bir fona sürekli olarak para yatırmak zorunda kalacaktır.

    Gerçekte, doğrudan üretime yatırım yapmaya hazır olmayan, ama artı-değer pastasının bir dilimini kendileri kesmek için paralarını ödünç vermeye hazır olan bir kapitalist asalak tabaka gelişir. Bu yüzden, kullanılmayan para sermaye rezervleri meydana getirmek için bir rekabet eğilimi vardır. Bu rezervler birkaç zengin elde toplanır: mali sermayenin yoğunlaşması.

    Mali sermaye ilkin para sermayeyi toplayarak ve üretime akıtarak kapitalist sisteme bir itilim verdi. Böyle yapmasının tek nedeni, kuşkusuz, giderek artan bir artı-değer oranını kendisine ayırmaktı.

    Marx’ın vurguladığı gibi, mali sermaye aynı zamanda muazzam ekonomik gücü kendi ellerinde yoğunlaştırır ve kredi vermek ve almak yoluyla bireysel üretici kapitalistleri bir bütün olarak kapitalist üretimin gerekleriyle etkili bir şekilde bütünleştirir.

    Emperyalizm, mali sermayenin üretimle meşgul olan tekelci sermayeyle kaynaştığı çağdır.

    Emperyalizm altında, ulus-devlet sınırları içindeki kapitalistler arasındaki rekabet tamamen ortadan kalkmazken, çatışma uluslararası arenaya sıçramıştır.

    Büyük tekeller ve bankalar, sırf meta ihraç etmekten ziyade sermaye ihraç etmekteydiler. Her kıtada ve ülkede muazzam bir demiryolu inşa programına girişildi. En ücra yerlere borç paralar akıtıldı. Her türlü hammadde ve maden kaynağına yönelik sistemli bir araştırmaya girişildi.

    Şimdi çatışmalar ulusal sermaye blokları arasında başlıyordu. Mücadele, dünyaya egemen olma mücadelesinden başka bir şey değildi. Sömürgeler için ve emperyal ganimetlerin yeniden bölüşümü için, insanlık tarihinde benzeri görülmemiş vahşette savaşlar patlak verdi.

    Birinci Dünya Savaşı, daha önceki sınıflı toplum biçimleri gibi, kapitalizmin de ilerici olmaktan çıktığını gösterdi. Üretimi daha ileriye götürmek yerine, kitlesel yıkım ve kitlesel cinayet söz konusuydu.

    Ancak aynı zamanda, eskinin içinde yeni bir toplum gelişiyordu. Rus devrimi işçi sınıfının egemenliğinin yakın olduğunu haber verdi.

    İşçi Sınıfının Devrimci Rolü
    İşçi sınıfı tarihteki diğer sömürülen sınıflara benzemez. Köleci toplum içindeki üç yanlı sınıf mücadelesinin nasıl zorunlu olarak “savaşan sınıfların ortak yıkımına” yol açtığını görmüştük. Feodal köylülüğün kendilerini sömüren sisteme karşı yüzyıllar boyunca nasıl tutarlı bir devrimci alternatif geliştiremediğini de görmüştük.

    Bu başarısızlık tesadüfi değildi. Köylülük kırsal alana yayılmış ve birleşmesi çok zor olan yalıtık bir sınıftır. Ancak sorunları sadece coğrafi değil, aslında toplumsaldır. Zira Marx’ın koyduğu gibi, köylülük sadece bir anlamda bir sınıftır:

    “milyonlarca aile, yaşam tarzlarını, çıkarlarını ve kültürlerini diğer sınıflarınkinden ayıran ekonomik varoluş koşulları altında yaşadığı ölçüde ve bu koşullar onları bu sınıfların karşısına düşman olarak çıkardığı ölçüde, bunlar bir sınıf teşkil ederler. Çıkarlarının birliği aralarında bir topluluğa, ulusal bağa ve politik bir örgüte yol açmadığı sürece... bir sınıf teşkil etmezler.”

    Çünkü köylülük küçük mülk sahibidir; kendi içinde bölünmüş bir sınıftır. Bunlar bir çuval içindeki patateslere –kapitalist ilerleme altında doğrama makinesine gidecek olan– benzerler.

    Öte yandan işçi sınıfı, fabrika üretiminin doğası gereği büyük kitleler halinde yoğunlaşır. Köylülükten farklı olarak, onların tek gücü ortak eylemde yatar. Kolektif olarak sömürülmesi sayesinde, işçi sınıfı, bizzat kapitalizm tarafından sistemin mezar kazıcıları olarak hareket etmek üzere yetiştirilir ve eğitilir.

    Kapitalist Kriz
    Modern işçi sınıfının mütevazı ama kalıcı bir yaşam standardında ot gibi yaşamasına da izin verilmez. Güvencesizlik onun varlığının koşuludur.

    Kapitalizm şimdiye kadar akla hayale gelmez pek çok harikalar yaratmıştır. Önceki toplum biçimleri için inanılmaz olan toplumsal felâketler de –aşırı üretim biçimini alan krizler– üretmiştir.

    Kapitalizm öncesi toplumlarda çalışanların geçimi yalnızca kıtlıklarla –temel ihtiyaç maddelerinin fiziki olarak kıt olması– kesintiye uğrardı. İlkel insanların aklı tıka basa batıl inançlarla doluydu, ama ihtiyaçları olan şeyleri üretmek için gerekli olan araçlar önlerinde dururken boş boş oturup açlıktan ölen insanların manzarası, bizim toplumumuzun eşsiz bir ürünüdür.

    Kapitalizm toplumsal üretimdir. İki şekilde toplumsaldır. Birincisi, dünya pazarı ve uluslararası işbölümü sayesinde tüm dünyayı tek bir ekonomik birime bağlar. Herkes ihtiyacı olan şeyler için başka birilerine bağımlıdır. İkincisi, sadece kolektif emek yoluyla işleyebilen büyük ölçekli üretimi devreye sokar.

    Ama aynı zamanda sistem, özel mülk edinme ve özel kâr temelinde işler. Anarşiktir, herhangi bir zamanda ne kadar metaya gereksinim olduğunu kimse bilmez. Kapitalist kendi fabrikasındaki üretimi planlar, ancak bir bütün olarak toplumsal üretim plansızdır.

    Marx şöyle yazar: “Kapitalist üretim sürekli olarak kendi doğasından gelen bu engellerin üstesinden gelmeye çalışır, ama bunu ancak, bu engelleri tekrar kendi yoluna ve hem de daha heybetli ölçekte koyarak becerir. Kapitalist üretimin gerçek engeli, sermayenin kendisidir.”[9]

    “İşçiyi, yaşamı boyunca tek bir parça işleme bağlayan ve onu tümüyle sermayenin boyunduruğu altına sokan işyerindeki işbölümünü, emeğin üretkenliğini arttıran bir örgütlenme olarak göklere çıkaran o aynı burjuva kafası, üretim sürecinin toplumsal bir denetim ve düzen altına alınması yolundaki bilinçli her girişimi, mülkiyet hakkı, özgürlük ve bireysel kapitalistin sınırsız gücü gibi kutsal şeylerin çiğnenmesi olarak yerin dibine batırmaktadır. Fabrika sisteminin tutkulu savunucularının, toplumsal emeğin genel bir örgütlenmesine karşı, böyle bir şeyin bütün toplumu muazzam bir fabrikaya dönüştüreceğini öne sürmekten öteye bir şey bulup söylememeleri, çok ilginç bir durumdur.”[10]

    “Aşırı üretim” nasıl mümkün olur? İnsanların fabrikalara girip istedikleri şeyleri üretmeye başlayamamalarının nedeni, onların bu fabrikalara sahip olmamalarıdır: ve devlet egemen sınıfın mülkiyet çıkarlarını savunur.

    Egemen sınıfa gelince, onlar sadece kâr etmek için üretir. Kâr yoksa iş de yoktur.

    Bir kapitalist tarafından işten çıkarılan her işçi, diğer bir kapitalistin malları için eksilmiş bir tüketici anlamına gelir. Böylece ekonominin büyük sektörlerinden herhangi birinde başlayan krizin sistemin tümüne yayılma olasılığı vardır.

    Kitlesel işsizlik krizleri de, tıpkı Coca Cola gibi kapitalizmin bir ürünüdür.

    Kapitalizmin yasaları “anarşiye rağmen ve anarşi sayesinde” işler. Tek tek kapitalistler, toplumun demir külçesine ya da lastikli dona duyduğu gerçek ihtiyaçtan bihaberdirler. İster demir külçesi isterse lastikli don olsun, onlar maksimum kârı getireceğini umdukları şeyleri üretirler. Üretimi kendi fabrikaları içinde örgütlerler; ancak bir bütün olarak üretime anarşi hakimdir.

    Kriz olasılığı böyle bir sistemin ayrılmaz parçasıdır. Sosyalistlerin tüm yapmak istedikleri şey, kapitalistlerin her bir fabrikada ayrı ayrı yaptığı gibi, toplumun genelinde aynı titizlikle üretimi planlamaktır.

    İşçi, kapitalizm öncesi toplumlardaki sömürülen sınıflardan farklı olarak, özgür bir kişidir; “kişisel bağlılık ilişkilerine” tâbi değildir, istediği patronla çalışmakta özgürdür ve geçim araçlarına herhangi bir bağı yoktur. Ancak işçilerin beklentileri ve güvenlik duyguları, sürekli olarak kitlesel işsizlik belâsı tarafından paramparça edilir.

    Kriz, işçi sınıfı toplumu değiştirme gereksinimi duyuncaya kadar tekrar tekrar ortaya çıkar. Kapitalizm asla kendiliğinden yıkılmaz. Birileri tarafından yıkılması gerekir.

    Devrimin, sistemin işleyişi tarafından yoksul duruma düşürülen işçiler tarafından otomatik olarak yapılacağını söylemek, Marksizmin bir karikatürüdür. Kapitalizm, sadece çaresiz bir sınıf tarafından değil, bilinçli ve kararlı bir sınıf tarafından yıkılacaktır.

    Doğru olan şey, kapitalizm altında daimi bir hayat güvencesizliğinin işçilerin kafasında bir soru işareti yaratacağıdır. Tıpkı doğaya hakim olabilmemiz için onu anlamamız gerektiği gibi, işçiler de düşmanlarını yıkmadan önce onun doğasını anlamak zorundadırlar.

    Bu broşürü yazmamızın nedeni budur.

    İnsanlığın ilkel komünizmden kapitalizme doğru ilerleyişini ana hatlarıyla çizdik. Tarihe nesnel olarak bakmak, kaybettiğimiz dünyayı da gösterir. Amerikan Yerli kabile toplumunun en önde gelen savunucularından biri olan Şef Oturan Boğa, sonunda Buffalo Bill’in Vahşi Batı Şovunda zavallı bir hilkat garibesi haline geldi. Şef, Batı başkentlerini dolaşırken zenginlik –aynı zamanda da yoksulluk– karşısında hayretler içinde kaldı. Şöyle dedi: “Beyaz adam (kapitalist sistemi kastederek) zenginliği nasıl üreteceğini biliyor, nasıl dağıtacağını değil.”

    Herkesin ihtiyacına göre almasına yetecek üretimin yapılabileceği bir toplum artık mümkün. Bilim ve yeni teknolojilerin insanlığın önüne koyduğu olanaklar, Marx tarafından 120 yıl önce öngörülmüştü. Elyazmalarından birinde şöyle yazıyordu:

    “İşçi artık nesne ile kendisi arasına aracı bir uzuv olarak işlenip değiştirilmiş bir doğa nesnesi koymaz; tersine kendisiyle egemenliği altına aldığı inorganik doğa arasındaki bir araç olarak, sınai bir sürece dönüşen doğal süreci koyar.... Bu dönüşümde... üretimin ve zenginliğin büyük temel taşı, toplumsal bireyin gelişimidir. Günümüzde zenginliğin temelinde yatan yabancı emek zamanı hırsızlığı, bizzat büyük sanayi tarafından yaratılan bu yeni temel karşısında pek zavallı bir dayanak görünümündedir....

    “Yığınların artı-emeği genel zenginliğin gelişiminin önkoşulu olmaktan çıkar, tıpkı azınlığın emeksizliğinin insan kafasının evrensel güçlerinin gelişmesinin koşulu olmaktan çıkması gibi.... Bireylerin özgür gelişimi ve bu nedenle... genelde toplumun gerekli emeğinin asgariye indirgenerek, herkes için serbest bırakılmış olan zamanın ve yaratılmış olan araçların bireylerin sanatsal, bilimsel vb. eğitim ve gelişimine tekabül etmesi.”[11]

    Kalahari’deki! Kung halkı bizim standartlarımıza göre maddi yoksunluk ve entelektüel gerilik içinde yaşamaktadır, ama başkaları için çalışmayı toplumlarının itici gücü yapmanın ne demek olduğunun farkındadırlar. Bu nedenle haftada 12 ilâ 19 saat çalışırlar.

    Artık insanlık, bir bolluk toplumuna ulaşacak kaynaklara ve teknik araçlara sahiptir. Örgütlü ve bilinçli işçi sınıfı, kapitalizmi devirip böyle bir toplum –insanların ihtiyaçlarını ve isteklerini planlayabildikleri, bunları üretebildikleri ve geri kalan vakitlerini de zevk alarak geçirebilecekleri bir toplum– yaratabilir. Bu bu kadar basittir.



    Tarihsel Materyalizm adlı bu makale Mick Brooks tarafından, ANC “Inqaba ya basebenzi”nin (Marksist İşçi Eğilimi Gazetesi) Kasım 1983 sayısına ek olarak yazılm

    PATİKAYOLU@MSN.COM
    HARAMİLER@MSN.COM

  • Sultan Sylg
    Sultan Sylg

    MATERYALİZM MADDECİLİK YANİ HERSEYİN VARLIĞINI MADDEYE DAYANDIRAN Bİ GÖRÜŞTÜR.KURUCULARI KARL MARX VİLADEMİR İLYİÇ LENİN GİBİ BÜYÜK DÜŞÜNÜRLERDİR HER ZAMAN İÇİMİZDE YAŞAYACAKLARDIR

  • Talha Karaca
    Talha Karaca

    masonluğun son kalesidir. yıkılması yakındır. inancı ve Allahın var olduğunu reddeder.