Kültür Sanat Edebiyat Şiir

  • sızıntı20.04.2005 - 16:52

    90'lı yıllardı. İzmir'de bir prof. şöyle bir itirafta bulunmuştu: Sızıntı dergisi okuyan bir öğrenci ile tartışmak istemem. Çünkü o konumdaki (öğrenci) birinden beklenmeyecek bir bilgi birikimi oluyor.

    Görenedir görene...
    Köre nedir, köre ne? ...

  • hz.muhammed20.04.2005 - 09:50

    O (S.A.V.) , Ayrı Buudların İnsanıdır

    Günümüzün zavallı insanı, nice değer ölçülerini kaybettiği gibi, peygamberlere ve özellikle de peygamberler sultanı Hz. Muhammed Aleyhisselâma karşı, bakışı, tavrı, düşüncesi de tamamen alt-üst olmuş durumda. Oysaki O’nu, herhangi bir insan gibi beşerî kriterlerle değerlendirmemiz kat’iyen doğru değildir. Hattâ mümkün de değildir. Zirâ O, yeryüzünü yeniden dizayn etmek ve insanlığa yeni ufuklar açmak üzere müstesna bir ruh ve müstesna kabiliyetlerle donatılarak gönderilmiş bir insandır.. ve O’nu takdir bizim kriterlerimizi aşar. Bu itibarla, kim ne anlatırsa anlatsın O’nu tam anlatmış olamaz. O’nu en iyi anlayanlardan biri olan Hassan b. Sabit’in:
    Ben sözlerimle Muhammed (sav) ’i övmedim. Fakat O’nunla sözlerimi methettim.” dediği gibi, bütün güzel sözlere güzellik kazandıran o sözler içindeki O’nun yâd-ı cemîlidir. Yoksa bizim ifadelerimizin O’na kazandıracağı hiçbir şey yoktur. Küçük tasarruflarla aynı sözü Farazdak da kullanır.. asrın büyük mütefekkiri de Kur’ân için aynı sözleri söyler.
    Bütün bunlar bir ölçüde aynı duygu ve aynı düşünceyi paylaşmanın neticesidir. Hepsi de ilhamlarını aynı kaynaktan almış ve aynı şeyleri, ayrı ibarelerle söylemiş kimselerdir; bazısının mücmel bıraktığını diğeri tafsil edip açıklamış; bazısı daha şairâne gitmiş ama hep aynı mihver etrafında dönüp durmuşlardır. Aynı şekilde bizler de, her yönüyle tahdis-i nimet olan, O’na ümmet olmanın ayrıcalığını yaşıyor ve coşkunluğumuzu haykırıyoruz: Rabb’imize ne kadar hamd ve şükretsek azdır ki, bizleri en büyük bir nimetle serfiraz kılmış ve Hz. Muhammed Mustafa (sav) ’ya ümmet eylemiştir. Bu bir Fazl-ı İlâhîdir. O fazlını istediğine ve istediği ölçüde verir. Ancak bize verdiği hiçbir ölçü ve tartıya gelmeyecek kadar engindir. Evet başkalarına göre bize bahşedilen sahili olmayan bir ihsan denizidir...
    Ancak, meselenin bir de diğer yönü var ki, sormadan edemeyeceğim. Acaba O Sultan’a lâyık bir gönül tahtına sahip miyiz? Sultan tahtında âram etmekte midir? Gönüllerimiz her an O’na açık mıdır? Otururken, kalkarken, yerken, içerken ve bütün hareketlerimizde Hz. Muhammed Aleyhisselâmın mülâhazası kalb ve aklımıza hakim midir? . Ve hayatımız bütünüyle O’nun çizgisinde midir? .. Eğer cevabımız müsbet ise, işte o zaman, turnayı gözünden vurduk demektir. Artık rüya ve hülyâlarımızı, hep O’nun güzel yüzlü nur cemâli süslüyor ve dolayısıyla da bizler Muhammedî bir cemaat haline gelmişiz demektir. Ahlâken O’nun ahlâkıyla ahlâklanan, hayatının her safhasını Muhammedî edep ile süsleyen bir cemaat ise, yeryüzünün denge unsurudur. Kanaatım odur ki, henüz bu dengeyi bulamayışımızın bir tek sebebi vardır; o da Muhammedî ruhta istenen seviyeye ulaşamayışımızdır.

    O, Allah’ın hususî olarak yarattığı ısmarlama bir insandır. Bir insan olarak aramıza katılışı bizler için en büyük bahtiyarlıktır. Çünkü cennetler bile O’nun teşrifiyle şeref kazanmıştır ve şeref kazanacaktır. Bu itibarla, insanımıza O’nu, hem de kendi kâmetine uygun anlatabilmek bizim için en büyük vazifedir. Zira insanlık O Sultanı anladığında ve O’na tabi olduğunda hakiki insanlığa erecektir. Ben de buna niyetlendim. Ancak bu meydanın eri, bu hutbenin hatibi olmadığımı tâ baştan itiraf ettim. Şu kadar var ki, O’nun anlaşılmasına çalışmam tek arzum.. ve işte, bütün hünerim de bu mevzudaki samimiyetimdir...

    Uzun süre kendimi kapısında bir “kıtmîr” olarak düşünmüş, öyle teselli bulmuştum. Fakat gün geçtikçe ümidimi de kısmen kaybettim. Sonra kendime şöyle dedim: Keşke bir insan olarak yaratılacağıma, O’nun mübarek vücudunun bir yerinde bir kıl olarak yaratılsaydım. Evet, Cenâb-ı Hakk’ın böyle husûsî lütuflarına mazhar bir insana bu kadar yakın olabilseydim.. hep böyle düşündüm durdum. Ancak, böyle bir mazhariyete de liyakatım olmadığını O’nu tanıdıkça daha iyi anladım. Şimdi bütün arzum ve isteğim sadece O’nun ümmeti içinde bulunabilmekten ibarettir. Zira ümidim odur ki, Cenâb-ı Hak, böyle bir cemaat arasında bulunanı O’nun şefaatından mahrum etmeyecek ve
    “Onlar öyle bir topluluk ki, onlarla beraber olan asla mahrum kalmaz” diyecek ve beni de o topluma dahil edecektir.
    Evet, buna rağmen O muallâ zâtı anlatmaya niyetlendim. Neslimin gönlüne O’na ait sevgi ateşini tutuşturacak bir kıvılcım atabilmek bütün gayretim. Ne diyeyim? . Ben de hacca niyetlenen karınca gibi derim! . Zaten o yolda ölmek bütün emelim... O apayrı buudların insanıdır. Bizlere düşen kendimizi O’nun çizgisine ve frekansına göre ayar etme gayretidir. Bu temin edildiğinde, arada açık ve şifreli konuşmalar başlar. Komutu bizzat Resûlullah verir. İdareyi O ele alır. O’nun idare edeceği bir cemaat ve cemiyetin keyfiyeti ise, melekleri gıptaya sevk edecek derecede ulvî, derin ve her türlü izah ve tasvirden varestedir.
    Belki bazılarına bu dediklerimiz objektif gelmeyebilir. Ne gâm; her gün üç-beş dırahşân çehreli genç mânen Resûlullahtan bir kısım beşaretler aldıktan sonra! . Ve yine bazıları perdesiz, hicapsız, doğrudan doğruya hem de şahâdet âleminde O’nunla münasebete geçtiğini söyledikten sonra! .
    O ruhâniyatıyla ve bazılarına göre de nûranîleşen cismaniyetiyle daima aramızdadır. İmam Suyûtî yetmişten fazla bizzat Allah Resûlü’yle açıktan görüştüğünü söyler. Evet, O, bizim anladığımız mânâda ölmemiş; sadece buud değiştirmiştir. O’nun ölümünü herhangi bir insanın ölmesi gibi anlamak yanlış olur. Zira Kur’ân, peygamberlik makamının iki derece daha aşağısında bulunan şehidlik mertebesine erenlere dahi ölü denilmemesini söylemektedir. Öyleyse, bizim anladığımız mânâda O’na “öldü” demek nasıl mümkün olabilir! ? Evet, O’nun, sadece ayrı bir buuda geçtiğini söyleyebiliriz. Onun içindir ki, bakışı o buudlara ulaşabilen insanlar, O’nu orada bizzat görüp müşâhede edebilmektedirler...
    Beden ve cismaniyetin zindanından kurtulup, kalb ve ruhun hayat derecesine erenler, mazi ve istikbâli aynı anda yaşayabilirler. İşte o buudun insanları, şu anda hem sizinle yan yana oturur, hem de asr-ı saadette Allah Resûlü’yle diz dize bulunurlar. Ehlûllahdan “ebdâl” denilen kimseler, aynı anda birçok yerde bulunabilmektedirler. Ya, O Sultanü’r-Rusûl, niçin hem ahirette, hem dünyada, hem bizim önümüzde hem de meleklerin ve nebîlerin önünde bulunmasın? Bulunuyor ve bulunacaktır da..!
    Bütün bu söylenenleri, bundan böyle anlatacaklarıma bir temel yapmak niyetindeyim. Peygamberlere ve Peygamberimize bakarken, bakış zaviyesi ve niyet çok önemlidir. Enbiyâ-i izâm bir yana, evliyâ, asfiyâ, ebrâr ve mukarrebînin sezilip anlaşılması dahi hususî bir ruh safveti ve gönül berraklığı isterse peygamberler nasıl cismaniyetin sisli-dumanlı ikliminde idrak edilip anlaşılabilir ki? .. Öyle ise, onları anlamaya çalışırken, bütün letâifimizle teveccüh edip dikkat kesilmemiz icap edecektir. Hele bakılıp anlaşılmak istenen Hz. Muhammed Aleyhisselâmın şahsiyeti ise, bu dikkat birkaç kere daha arttırılmalıdır. Ne var ki, yine de herkes kendi kalb gözünün bakış gücüne göre, bir şeyler görüp sezecek.. ve O’nu bütünüyle hiç kimse tam mânâsıyla kavrayamayacaktır. Evet:

    “Ömürlerini rüyalarla, teselli olmakla geçiren uykudaki insanlar
    O’nun hakikatını nasıl idrak edebilirler ki.” (Busayrî)

  • hz.muhammed20.04.2005 - 09:43

    İnsanlığın iftihar Tablosu'nun doğumu, topyekûn insanlığın da yeniden doğumu sayılır. O'nun dünyayı şereflendireceği güne kadar akın karadan, gecenin gündüzden, gülün de dikenden farkı yoktu; dünya âdetâ umumî bir mâtemhâne, varlık da tıpkı bir kaostu.. O'nun eşyanın yüzüne çaldığı nur sayesinde, zulmet ziyâdan ayrıldı, geceler gündüze kalboldu; kâinat kelime kelime; cümle cümle, fasıl fasıl okunur bir kitap haline geldi.. ve her şey âdetâ yeniden dirildi ve gerçek değerini buldu.

    Evet, O'nun yeryüzünü şereflendirmesi; kâinat çapında bir vak'a ve yer-gök adına en büyük bir hâdise olduğu gibi, aynı zamanda insanlığın da yeniden dirilişi sayılır. O, elindeki, cihanları aydınlatan, o nûrefşân mesajıyla, dünyayı yeniden göklere göre tanzim edeceği, varlığın perde arkası hakikatlarına tercüman olacağı, eşya ve hâdiselere yeni tefsir ve yeni yorumlar getireceği güne kadar varlık bütünüyle manâsız, ruhsuz, birbirinden kopuk ve birbirine yabancı gibiydi; cansızlar âdetâ, abesler resm-i geçidinde birer figür, canlılar 'natürel seleksiyon'un dişleri arasında ve her gün başka bir ölüm ağında.. bu kara yalnızlıkta insanlar ise, her an başka bir ayrılıkla inleyen birer yetim, birer mazlum, birer mağdur vaziyetindeydi. O'nun neşrettiği nûr sayesinde birden bire karanlıkların büyüsü bozuldu, şeytanlar bozguna uğradı ve dalâletler gidip gayyâyı boyladı.. eşyanın mahiyeti değişti; tahripler tamire dönüştü, inkırâzlar da onarım hazırlığı şekline girdi.. dünya üzerindeki konup-göçmeler, gelip-gitmeler birer resm-i geçit halini aldı; doğumlar birer toy-düğün, ölümler de birer 'şeb-i arûs' oldu.

    O'nun ışığı başlarımızı okşamaya başladığı günden itibaren, ruhlarımızda 'ebedî yok olma'nın te'siri kırıldı; hicranla çarpan sînelere dost ikliminden vuslat muştuları geldi-ulaştı. Bütün bir insanlık olarak biz hepimiz, O'nun gönüllerimize üflediği hayat sayesinde kendimizi idrak edip eşya ile münâsebete geçebildik.. özümüzdeki cevherleri değerlendirip, benliğimizdeki sonsuzluk buudunu sezebildik. O olmasaydı, ne ruhumuzdaki bu derinlikleri kavrayabilir ne de kabirden geçip sonsuzluğa uzayan bu yolu ve bu yolculuğu bu kadar şirin görebilirdik. Gönüllerimize aşk u heyecan salan O, gözlerimize ışıklar çalan O ve bizleri ebedler ülkesine seyahata hazırlayan da yine O'dur.

    O, bu uzun ve sırlı yolculukta bulunduğumuz sâhil itibariyle, bizim için bir kaptan ve rehnümâ, varacağımız âlem itibariyle de bir mihmandâr ve şefaatçı ise, bizim de O'na karşı bir kısım sorumluluklarımız vardır ve bu mevzûda lâkayd kalmamız da mümkün değildir. Ama, ne gariptir ki, bizler asırlardan beri bu ışık insan ve O'nun nurlu mesajına karşı hep lâkayd kalmışızdır.. lâkayd kalmak bir yana çok defa saygısız davranmışızdır...

    Vâkıâ, dar bir dairede ve belli ölçüler içinde, merasim türünden bir mevlit, birkaç paket şeker ve birkaç şişe güllâpla.. bazen de birkaç ses sanatkârı ve birkaç ilâhîci ile velâdeti tes'îd etmeye, O'nunla irtibatımızı ortaya koymaya çalışmışızdır; ama, bunlar kat'iyyen O'nun büyüklüğüyle orantılı olmamıştır; orantılı olmak şöyle dursun, O'nun kapıkullarına gösterilen saygı ve ihtiram seviyesine bile ulaşılamamıştır. Hele Hz. Mesih'in doğum günü veya şöyle-böyle O'nunla alâkalı gösterilen noel, paskalya ve daha başka yortu ve karnavallar seviyesinde bir neş'e ve cûşişin yaşanması kat'iyyen söz konusu olmamıştır...

    Bu mevzûda yapılması teklif edilen şeylerin 'ef'âl-i mükellefîn' arasında yeri olmadığı muhakkak; kimse de böyle bir iddiada bulunamaz. Ancak, acaba bu Kutlu Doğum'u O'nun nûrefşan mesajı adına daha derince, daha içten ve daha ciddî olarak değerlendiremez miyiz?

    Hz. İsa ile alâkalı günler, halkı hıristiyan olsun-olmasın, hemen her ülkede âdetâ neş'e, sevinç kıyametleriyle kutlanır; haftalarca, hatta aylarca her mahfilde sözler, muhâvereler hep o istikâmette cereyan eder.. her tarafa O'nun adına tebrikler, hediyeler yağar.. hediye ve tebrik teâtisi, o günlerde postanelerin biricik işi hâline gelir. Telefonlar, sürekli O'nun namına zil çalar, âhizeler O'nun nâmına konar-kalkar.. dörtbir yan kandillerle süslenir; çarşı-pazar renklerle-ışıklarla kahkaha atar.. evler bir arı kovanı gibi, O'na ait duygularla uğuldar, mabetler O'na ait neşîdelerle inler.. ve her gece, âdetâ şehrâyinler gibi büyüleyici ve başdöndürücü olarak geçer.

    Gerçi, bu karmakarışık karnavallarda çoğu kimse ne yaptığını bilemez ve neden, çoğu maskaralık olan bu işlerin içine girdiğini fark edemez. Ama, yine de o günleri her saat ve her dakikası ile dinî bir vecd içinde ve ne yaptığının şuurunda olan bir sürü insan vardır.

    Ne olursa olsun Hz. Mesîh'e ait gün ve geceler o kadar insanlığa mâl olmuştur ki, bilerek-bilmeyerek herkes kendini o acayip törenler içinde bulur; ibadet, eğlence veya maskaralık, hıristiyanlarla aynı duyguları paylaşır, aynı hislerle yatar-kalkar.. hatta çam, çınar devirir, hindi parçalar, şampanya patlatır ve kör-kütük sarhoş olup sokaklara dökülür...

    Mübeccel velâdetin böyle eğlenceli, cümbüşlü kutlanmasını ve mübârek İslâm Dini'nin de bir karnavala çevrilmesini ne biz ne de başkası arzu etmez.. zaten bunu yapmaya da kimsenin gücü yetmez. Ancak, yalancı ve riyakâr bir dünyanın, koskocaman insanlık âlemini nasıl bir iğfal ağına aldığını gördükçe, 'neden acaba İslâm Dünyası, aynı zamanda kendi velâdeti de sayılan Rebî'ul-evveli, Rebî'ul-evvelle gelen 'Nevrûz-ı Sultanîyi' ve o günle gelen insanlığın kurtuluşunu aynı heyecan, aynı cûşiş içinde tes'îd etmez' diye hayıflanıyor ve kendi kendimizi sorguluyoruz.

    Yukarıda serd edilen mülâhazalardan, Seyyidina Hz. Mesîh ve arkasındakileri tezyîf manâsı da çıkarılmamalıdır. Biz Müslümanların Hz. İsa'ya karşı saygımız sonsuz olduğu gibi, O'nun getirdiği mesajın, bugünkü batı medeniyetinin önemli bir rüknü olduğunda da şüphemiz yoktur. Evet, tarihçilerin ve medeniyet felsefecilerinin de ifade ettikleri gibi, eğer Hz. İsa ve O'nun getirdiği ruh ve manâ olmasaydı, batı medeniyeti hiçbir zaman vücud bulamazdı; zira onun bir esası Grek düşüncesi (Matematik düşünce) diğer bir esası Roma hukuku olduğu gibi, önemli bir rüknü de gerçek manâsıyla hristiyan dinidir. Şu hususu da önemle kaydetmek icab eder ki, eğer insanlığın medâr-ı fahri Hz. Muhammed (sav) ve O'nun nurlu mesajı olmasaydı, İslâm Medeniyeti olmazdı.. İslâm medeniyeti olmayınca da batı 'uygarlığı' doğmazdı.

    Evet, eğer İslâm, o yumuşak, o müsamahakâr, o sımsıcak, o ilme açık ve tefekkürü ödüllendiren semâvî renkleri ile batı yamaçlarında tüllenmeseydi.. ve eğer onuncu asırdan itibaren İslâm âlimleri ve bu arada Türk düşünürleri, greko-latin kültürünü Avrupa'ya taşıyıp, Avrupalıya tanıtmasalardı, batı hâlâ orta çağları yaşıyor olacaktı. Zaten, matematik, fizik, kimya, astronomi, hendese ve tababet gibi ilim dallarının doğulu ve İslâm alaşımlı olduğunda kimsenin şüphesi yok. Bizim dünyamızda medeniyet adına her şeyi batılı görmeye kendini şartlandırmış bir kısım müstağripler kabul etmeseler de, batı medeniyeti, hali hazırdaki yerini alabilmesi ve modern şekliyle var olabilmesi için, Hz. Mesih'ten sonra tam altı asır daha bekleme mecburiyetindeydi.. bekledi, İslâm'la karşılaştı.. bu karşılaşmayı tam değerlendirdi veya değerlendiremedi, o ayrı mes'ele; ama ondan mutlaka müteessir oldu, çok yararlandı ve geleceğini onun ışığında dizayn etti.

    Evet, batı, İslâm medeniyetine esas teşkil edecek olan prensipleri benimsemese bile ondan aldığı, alıp değerlendirdiği ve bu arada İslâm'ın ona tedayi ettirdiği pek çok şey vardır.. ve bunlar yeni batı kafası ve yeni batı düşüncesinin teşekkülünde, tahminler üstü te'sir icra etmişlerdi...

    Bu itibarla diyebiliriz ki:

    'Dünya neye mâlikse O'nun vergisidir hep,
    Medyûn O'na cemiyeti, medyûn O'na ferdi;
    Medyûndur O masuma bütün bir beşeriyet,
    Yâ Rab, mahşerde bizi bu ikrar ile haşret! '
    M. Akif

  • olmak ve görünmek hevesi20.04.2005 - 09:01

    Şah Veli... H.B. :)

  • hz.ali18.04.2005 - 12:59

    İnsanlığın İftihar Tablosu (S.A.V.) şöyle buyurmuş:

    'Herkesin nesli oğlundan devam eder; benim neslim ise Ali'den devam edecek.'

    Şah-ı Velâyettir. Haydar-ı Kerrâr'dır. Hazret-i Ali (Kerramallâh-u Veche)

    (Allah'ım; Yüce Peygamberimiz'e, O'nun Ehl-i Beytine ve Ashâbına hasenât-ı Resûlullah adedince salât-u selâm eyle)

  • necip hablemitoğlu18.04.2005 - 12:22

    Necmi Sebitoğlu...

    Bakınız: Şubat Soğuğu

  • abdülhamit16.04.2005 - 16:59

    Ulu Hakan
    Sultan Abdülhamid Han
    (Aleyhi rahmeti ve-l gufran)

  • abdülkadir aksu16.04.2005 - 16:52

    Eskiden severdim ama Zat-ı Şahânelerinin kendisi hakkında 'Hiç bir gönül bağım kalmadı' dediğini duyduğumdan beridir soğudum...

  • abdülkadir geylani16.04.2005 - 16:50

    Gavs-ul Âzâm...

  • Abdulhakim Arvasi16.04.2005 - 16:48

    Bağlum'daki kabrini ziyaret ettiğimde çok duygulanmıştım.
    Ayrıca Abdülhakim Arvasi ismi bana Necip Fazıl'ı hatırlatıyor...