Rasululah (sav) Efendimiz’in Sahabeleri ve Evliyaullah’ta sema etmişlerdir. Bu konuda en güzel örnek Hazreti Ebubekir’in sema edişidir. Şöyle ki:
Peygamber (sav) Efendimiz Mekke’de ki zalimlerin zulmünden Medine’ye hicret ederken yol arkadaşı Hazreti Ebubekir (ra) ile Serv mağrasına girdiler. Ebubekir Sıdık (ra) kendilerini arayan müşriklerin Peygamber Efendimiz’e zarar vereceğinden korkmaya başladı. Resulullah (sav) Hazretleri: “Ya Ebubekir, korkma Allah (cc) Muin’imizdir. Allah Habir’dir (Haberdardır) , Allah Semi’dir (İşiticidir) , Basir’dir (Görücüdür) , O bizimle beraberdir. Dilini damağına yapıştır, Tevhid’e devam et.” diye zikr-i telkin etmişlerdir. Böylece Ebubekir Sıdık (ra) Hazretleri Allah’a giden yolda Seyr-i Süluküne bu mağrada başladı.
Hazreti Ebubekir’in Müslüman olduğu zaman kırk bin dirhemi vardı. Müşriklerin, işkence altında kıvrandıkları Müslüman köleleri, onlardan satın alıp azad etmek ve Müslümanları güçlendirmek için, bu servetini harcamaktan gayri durmadı. Medine’ye hicret edeceği zaman, ancak beş bin veya altı bin dirhemi kalmıştı. Oğlu Abdullah’ı gönderip onları da alıp Serv mağarasına getirdi ve yanında Medine’ye götürdü. Orada da Mekke’de yaptığı gibi yaptı. Develeri, cariyeleri, köleleri teneke ile altın ve gümüşü Allah yolunda tasadduk etti. Ashab-ı Suffe için, Beytü’l-Mal için mallarını tasadduk etti.
Nefs-i Mutmaine makamına gelmişti ki, Cenab-ı Allah: - Ey Cibril! Habibim’e selam söyle, kulum Ebubekir’den razı oldum. O benden razı oldu mu? - Ya Rabbi Ebubekir rıza makamına nasıl erişti? diye sordu. Allah-u Zülcelal Havretleri: - Ey Cibril git de imtihan et, dedi. Cibril-i Emin insan suretine girip, Ebubekir Sıdık (ra) ’a geldi ve: - Allah rızası için giyecek cübbem yok. Ne olur bana yardım et, dedi. Ebubekir Sıdık (ra) , hemen cübbesini çıkarıp Cibril-i Emin’e verdi. Oradan ayrıldı evine gitti. Bir müddet sonra kapı çalındı. Kapıyı açtı yine insan suretinde Cibril-i Emin geldi ve şöyle dedi: - Giyecek gömleğim yok. Allah’ın Resulü Muhammed Mustafa (sav) hakkı için bana gömlek ver, deyince Ebubekir Sıdık (ra) Efendimiz üzerindeki kalan tek gömleği de verdi ve sadece göbeği ve diz kapağını örtecek iç çamaşırı kalmıştı. Allah’ın Resulü’ne aşık, her anı onunla beraber olan Hazreti Ebubekir (ra) , çıplak olduğu için edep ve haya etti de, Resullullah (sav) Efendimiz’in yanına varamadı. Hatta mescide dahi gidemedi.
Hazreti Peygamber’in gülü Hazreti Fatıma (ra) annemiz, Ebubekir Sıdık (ra) Efendimiz’in evinin önünden geçerken omuzlarının çıplak olduğunu gördü. Resullullah (sav) Efendimiz’in haneyi saadetlerine gitti: O’na: - Ya Resulullah! Ebubekir Sıdık (ra) Hazretleri geldi mi? diye sordu. Resulullah Efendimiz (sav) : - Hayır kızım, mescide de iki vakittir gelmiyor, dedi. Hazreti Fatıma (ra) validemiz: - Ya Resulullah! Ben biraz önce Ebubekir’in omuzlarının çıplak olduğunu gördüm. Herhalde giyecek bir şeyi yok. Müsaade ederseniz evdeki kilimden bir parça götürüp kendisine vereyim, dedi. Evdeki kilimin yarısını keserek kendisine götürerek, Hazreti Ebubekir’in evinin penceresinden içeri bıraktı. Hazreti Ebubekir (ra) kilimi iki parça yapıp ortasını deldi, boğazından geçirdi.Sağından ve solundan hurma lifleri ile ördü. Aşık olduğu Hazreti Muhammed Mustafa (sav) ’e üzerine geçirmiş olduğu kilim parçası ile gitti. Edep ediyor, kapıyı çalamıyor, ağlamaya başlıyor. İşte bu sırada Cebrail Aleyhisselam: - Ya Muhammed (sav) ! Allah’ın selamı var. Senin ümmetinden bir kişi Allah’ın rıza makamına yükseldi. Allah (cc) ondan razı oldu. Bu hali ile o kul da Allah’tan razı mı? O kul şu anda kapıya geldi. Hayasından edebinden içeri giremiyor, deyince. Resulullah (sav) kapıyı açtıklarında Ebubekir Sıdık (ra) ’ı karşısında görür. Ve der ki: - Hoş geldin Ya Ebubekir, buyurdu. Cibril-i Emin: - Ya Resulullah! Ebubekir’e: “Sen küfür halinde iken malın, servetin vardı. İman ettin ve şimdi bir kilim parçasına büründün. Bu halde iken Allah’tan razı, hoşnut musun? Yoksa değil misin? diye sor, buyurdu. Resulullah Efendimiz (sav) Ebubekir Sıdık Hazretleri’ne sordu. Bunun üzerine Ebubekir Sıdık (ra) Efendimiz ağlayarak: - Ben Rabb’imden de, Muhammed-ül Mustafa’dan da razıyım. Onlar benden razı mı? Vücudum lime lime, parça parça olsa da ben onlardan yine razıyım, dedi. Resullullah (sav) : - Allah’da senden razı Ya Ebubekir, deyince, Hazreti Ebubekir (ra) “Allah” dedi ve başladı sema etmeye. Peygamberimiz’in etrafında yedi defa döndü ve Peygamber Efendimiz Kelime-i Şehadet getirerek onu durdurdu.
Bakara suresi 178. ayet tefsiri:İNİŞ SEBEBİ: Hz. MUHAMMED MUSTAFA(S.A.V) peygamberliğinden önce adam öldürmeye karşı hıristiyanlar, yalnız affın vacib olduğunu söylüyorlardı. Yahudilerin hükümlerinde de af yok, yalnız öldürme vardı. Bununla birlikte Buharî ve Nesaî'nin rivayetlerine göre İsrailoğulları diyeti, öldürmeden önde tutuyorlardı.
Araplar ve onlarla beraber yahudilerin bir kısmı bazan öldürmenin vacib olduğuna, bazan da diyetin vacib olduğuna hükmediyorlardı. Fakat bu iki hükümden her birinde haksızlık yapıyorlardı. Şöyle ki: Öldürmede: Biri, diğerinden daha şerefli olan iki kabile arasında bir öldürme olayı meydana gelince, daha şerefli olanlar; herhalde bizden bir köle karşılığında onlardan bir hür, bir kadın karşılığında bir erkek ve bir erkek karşılığında iki erkek öldüreceğiz derlerdi. Kendi yaralarını hasımlarının yarasının iki katı sayarlar ve bazan daha da ileri giderlerdi.
Rivayet ediliyor ki; bir kere birisi, ileri gelenlerden bir insan öldürmüştü. Katilin yakınları, öldürülenin babasının yanında toplandılar ve 'ne istersin? ' dediler.
O da: 'Üçten biri! ' dedi. 'Nedir onlar? ' diye sordular. Cevaben: 'Ya oğlumu diriltirsiniz veya evimi semanın yıldızlarıyla doldurursunuz yahut da bütün kavminizi bana teslim edersiniz, hepsini öldürürüm. Sonra da oğluma bir karşılık aldığım görüşünde bulunmam.' demişti.
Diyete gelince; onda da zulmedenler, çoğunlukla ileri gelenlerin diyetini, diğerlerinin birkaç katı yaparlardı. İşte böyle Arap kabilelerinden Ensar'ın iki kabilesi arasında cahiliye devrinden kalma kan davaları vardı. Bir taraf, şeref ve kuvvetine güvenerek diğerine karşı ileri gidip bizden bir köle karşılığında sizden bir hür, bir kadın karşılığında bir erkek öldüreceğiz diye yemin etmişlerdi. Müslüman olduktan sonra Resulullah (s.a.v.) 'a gelip muhakeme olmak istediler. Bu sebeple, bu âyet indi.
Kısasın vacib oluşunu, bu vacibliğin ancak öldürülenin ehlinden birinin affı ile düşebileceğini, bu affın daha iyi ve daha uygun olacağını, bununla beraber af sırasında mal üzerine anlaşmanın da caizliğini tesbit etti. Yahudilerin, affın meşru olmadığına ve diyetin kısastan önde bulunduğuna dair olan hükümlerini ve kısas yoluyla öldürmenin asla meşru olmadığını söyleyen hıristiyan hükümlerini ve insanlık eşitliğine riayet etmeyip, şeref davasıyla haksızlığa ve tecavüze giden Arab âdet ve hükümlerini ortadan kaldırdı. Yaşama hakkındaki eşitliği kurup ilan etti. Gelelim mânâsına:
KISAS: Sözlükte ayniyle karşılık vermek, herhangi bir hakkı dengiyle takas etmek demektir. 'katlâ' kelimesi 'katîl'in çoğuludur. 'Katîl' de maktûl, öldürülmüş kimse demektir. 'öldürülenler hakkında' ifadesindeki 'fî' harfi, sebebiyet içindir. Ey iman edenler! zulmedilerek öldürülenler hakkında, yani bunların öldürülmesinden dolayı karşılık olarak katillerine kısas uygulanması üzerinize yazıldı, yazılmış bir kanun oldu, farz kılındı.
Bundan dolayı kasden bir insan öldürmenin asıl gereği kısastır. 'el-katlâ' kelimesi çoğul ve başında lâm-ı tarif bulunduğundan, kasden ve haksız yere öldürülenlerin hür, köle, erkek, dişi, müslüman ve müslümanların himayesinde bulunan diğer din mensuplarının hepsini kapsamaktadır. Her birinin katili kim olursa olsun, karşılığında kısas yapılır. Açıklanacağı üzere, kısası düşürme sebebi olan af veya anlaşma olmadıkça bu kısasın uygulanması, bütün iman edenlere farzdır.
Özellikle hür hüre, köle köleye, dişi dişiye, yani bir hür bir hürü, bir köle bir köleyi, bir dişi bir dişiyi öldürdüğü zaman, öldürülen hür karşılığında o katil hür, öldürülen köle karşılığında o katil köle, öldürülen dişi karşılığında o katil dişi, kısaca her öldürülen kimsenin karşılığında kendi katili aynı şekilde öldürülür. Bu öldürme yeterli bir kısas olur. Cahiliye devri âdeti gibi şeref ve kıymet davasıyla katilden başkasının öldürülmesine kalkışılmaz.
Bu kayıtlar, âyetin nüzul sebebi olan olayda olduğu gibi, katilden başkasının öldürülmesinden kaçınılması içindir. Bundan başka bir mefhûm-i muhalifi kastedilmiş olmadığında ittifak vardır.
Biz Hanefilerce zaten mefhûm-i muhalif delil yerinde geçerli değildir. Ancak siyak gibi açık bir karine bulunursa o başka. O zaman da mefhûm-i muhalif, kelime-i tevhidde olduğu gibi, mânâ sayısına dahil olur. Burada da bu türden olmak üzere nüzul sebebi karinesi ile katilden başkasının öldürülmemesi hakkında mefhûm-i muhalifi geçerli olabilirse de başkası hakkında söz söylenmemiş olur. Geçmiş usule göre amel edilir. Bundan dolayı âyetin başındaki genel ifadeyi özelleştirmez. Hürün köleye, erkeğin dişiye karşılık ve bunun aksi olarak kısas edilebilmelerini yasaklamaz. Bunun için dişinin erkek, erkeğin dişi karşılığında kısas yoluyla öldürüleceği imamlar arasında üzerinde ittifak edilmiş bir husustur. Bunu teyid ve açıklamak üzere Mâide sûresindeki kısas âyetinde 'Cana can ' (Mâide, 5/45) buyurulmuş ve bununla kısasta aranan benzerlik ve eşitliğin nefis ve can benzerliği olduğu gösterilmiştir. Yaşama hakkı herkes için eşittir. Kısas bu eşitliğe dayanmaktadır.
Öldürülen kim olursa olsun, onun katili veya katilleri, o öldürülenden daha fazla bir yaşama hakkına sahip değildir. İşte bu şekilde âyetin başı genel, 'hüre hür, köleye köle, dişiye dişi' ifadesi de 'cana can' benzemesiyle can eşitliğini beyan ile tecavüzden kaçınmak içindir. Bununla beraber İmam Malik ve İmam Şafiî hazretleri, erkek ve dişi arasında fark olduğu görüşünde bulunmadıkları ve öldürülen bir hür karşılığında katil köleyi kısas yoluyla öldürmeyi yeterli gördükleri halde, öldürülen bir köle karşılığında bir hürün ve öldürülen bir gayri müslim karşılığında müslümanın öldürülmesini caiz görmemişlerdir. Fakat bunu, bu âyetin mefhûm-i muhalifinden de çıkarmamışlardır.
Çünkü 'dişiye dişi'nin mefhûm-ı muhalifine mutlak olarak, 'köleye köle'nin mefhûm-i muhalifine bir yönden itibar etmediklerinde söz yoktur.
Buna karşılık 'Hüre hür'ün mefhûm-i muhalifinin geçerli olması da çelişki olur. Ancak her iki İmam da bu hususta Hz. Ali'den rivayet edilen şu hadislere dayanmışlardır.
Buyurmuştur ki:
1- 'Bir adam kölesini öldürmüştü. Resûlullah(S.A.V) ona celde vurarak bir yıl sürgüne gönderdi. Kaved yani kısas yapmadı.'
2- 'Müslümanların himayesinde olan bir gayri müslim karşılığında müslümanın, bir köle karşılığında hür kimsenin öldürülmemesi sünnettendir.'
Bir de, 'Hz. Ebu Bekir ve Ömer EFENDİMİZ , köle karşılığında hürü öldürmezlerdi, ashabdan buna itiraz eden de olmamıştır.' diye delil ileri sürmüşler ve bunu organ kısasına kıyas etmişlerdir. Fakat biz Hanefilerce köle karşılığında, onun sahibi olmayan hür katil, aynı şekilde müslümanların himayesinde bulunan kâfir karşılığında müslüman katil de kısas yoluyla öldürülür. Çünkü 'cana can' buyurulmuştur.
Birinci hadis, kölenin sahibi hakkında özeldir. Diğerleri de bu nassı neshedecek derecede kuvvetli değildir. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'in bir zimmî karşılığında bir müslümanı kısas etmiş ve 'Taahhüdünü yerine getirmeye en layık olan benim.' buyurmuş olduğunu da Evzâî, senediyle Ebu Hüreyre'den rivayet etmiştir. Bu hususta başka haberler de vardır.
Kısas, yaşama hakkında, masumlukta, eşitliğe dayanır. Bu masumluk da din ve yurtta sabit olur. Onlar ise bu konularda eşittirler. Burada şu da anlaşılır ki, vasıf gibi sayıda farklılık da masumlukta eşitliği bozmaz. Bunun için bir şahsı, birçok kimseler birlikte öldürürlerse, hepsi de ittifakla kısas yoluyla öldürülürler. Kısaca kısas, aslî bir hak ve ilk borçtur. Af ise bunun üzerine gerekebilecek bir fazilettir. Bu fazilet, ya tam olarak kayıtsız ve bedelsiz veyahut eksik olarak diyet ya da başka bir bedel karşılığında yapılır.
Şeriat, Cenab-ı Zülcelal Hazretleri’nin emir ve yasaklarının cümlesidir. Cenab-ı Allah şeriatı yani, Allah’ın emrettiği ve nehyettiği amelleri Peygamberleri vasıtasıyla, ona kitap göndererek, hikmetler vererek, üstün vasıflar ile bezendirerek, insanlara bildirmiştir.
Allah-u Teala Hazretleri “Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslam’ı beğendim.” (Maide/3) ve yine “Kim İslam’dan başka bir din ararsa bilsin ki kendisinden (böyle bir din) asla kabul edilmeyecek ve o ahirette ziyan edileceklerden olacamtır.” (Ali İmran/85) buyuruyor.
Allah-u Teala Hazretleri’nin katında geçerli olan İslam’dır. Gönderdiği bu dinin emirlerini yerine getirmeye de ŞERİAT denir.
Meşayıhın büyüklerinden Bayezid-i Bistami Hazretleri: “Bir kimsenin havada uçtuğunu, denizde yürüdüğünü, Tayy-i Mekan yaptığını görseniz, O’nun şeriatına bakınız. Eğer şeriatı düzgün değil ise o atıldır, batıldır. Zira havada kargalar da uçar, suyun üzerinde kurbağa da yürür. Tayy-i Mekan’ı şeytan da yapar. Önemli olan kişinin, Allah-u Teala Hazretleri’nin emirlerine ve nehiylerine uyup uymadığıdır.” buyururdular.
Şeriattan zerre kadar ayrılmak, diğer güzelliklere ulaşmaya engeldir. Şeriatı olmayan insan, tarikattan koku alamaz.
Sema bir ibadet değil; aşk ile vecd halinin bir tezahürüdür. Nasıl ki değirmen oluğundan gelen su, değirmen taşını ihtiyarsız döndürür ise. Varidat-ı İlahiye de aşıkların ve taliplerin gönlüne dökülünce, ihtiyarsız bu kalıbı döndürür.
Bir canlı hücresinin içinde, tüm yaşamımız boyunca gördüğümüz teknolojik ürünlerin hepsinden çok daha üstün bir 'teknoloji' vardır. Gökleri ve yeri (bir örnek edinmeksizin) yaratandır. O, bir işin olmasına karar verirse, ona yalnızca 'OL' der, o da hemen oluverir. (Bakara Suresi, 117)
Maymundan geldiklerine inanan ateistler; ALLAH A VE RESULUNE(S.A.V.) inanmadıkları gibi inananlarada (haşa) '1400 yıl öncesi yaşamış adamamı inanıyorsunuz geri kalmış 'derler halbuki 1400 yıl önce PEYGAMBER EFENDİMİZ(S.A.V) E GÖNDERİLEN KURAN I KERİMDE yaratılışımızdan,yaşantımızdan,nasıl yaşamamız gerektiği kısacası:geçmişten geleceğe herşey açıklanmış ayrıca dünyanın en zeki insanı ve hiçbir zaman onun gibi bir insan gelmdi gelmeyecek bu dahi ayetlerle açıklanmıştır siz kim oluyorsunuz ki inkar ediyorsunuz ey maymundan geldiğine inanan cahiller bari susun....
Andolsun, biz sana apaçık âyetler indirdik. Bunları ancak fasıklar inkâr eder. (BAKARA suresi 99. ayet)
Âyetlerimiz kendilerine apaçık birer delil olarak okunduğunda, (öldükten sonra) bize kavuşmayı ummayanlar, “Ya (bize) bundan başka bir Kur’an getir veya onu değiştir” dediler. De ki: “Onu kendiliğimden değiştirmem benim için olacak şey değildir. Ben ancak bana vahyolunana uyarım. Eğer Rabbime isyan edecek olursam, elbette büyük bir günün azabından korkarım.” (YÛNUS suresi 15. ayet)
Andolsun, biz sana apaçık âyetler indirdik. Bunları ancak fasıklar inkâr eder. (BAKARA suresi 99. ayet)
Allah’ın âyetlerini inkâr edenler, Peygamberleri haksız yere öldürenler, insanlardan adaleti emredenleri öldürenler var ya, onları elem dolu bir azap ile müjdele. Onlar, amelleri, dünyada da, ahirette de boşa gitmiş kimselerdir. Onların hiç yardımcıları da yoktur. (ÂLİ IMRÂN suresi 21-22. ayetler)
Allah size Kitap’ta (Kur’an’da) “Allah’ın âyetlerinin inkâr edildiğini ve onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, başka bir söze geçmedikleri müddetçe, onlarla oturmayın, aksi hâlde siz de onlar gibi olursunuz” diye hüküm indirmiştir. Şüphesiz Allah, münafıkların ve kâfirlerin hepsini cehennemde toplayacaktır. (NİSA suresi 140. ayet)
İnkâr edip âyetlerimizi yalanlayanlar var ya; işte onlar cehennemliklerdir. (MÂİDE suresi 10. ayet)
....Andolsun ki sana Rabbinden indirilen bu Kur’an, onlardan çoğunun taşkınlık ve küfrünü artıracaktır. Öyle ise o kâfirler toplumu için üzülme. (MÂİDE suresi 68. ayet)
Âyetlerimizi yalanlayanlar, karanlıklar içerisindeki birtakım sağırlar ve dilsizlerdir. Allah, kimi dilerse onu şaşırtır. Kimi de dilerse onu dosdoğru yol üzere kılar. (EN'ÂM suresi 39. ayet)
Âyetlerimizi yalanlayanlar ve onlara uymayı kibirlerine yediremeyenler, işte onlar cehennemliklerdir. Onlar orada ebedî kalacaklardır. (A'RAF suresi 36. ayet)
Ayetlerimizi yalanlayanları, hiç bilemeyecekleri bir yerden ağır ağır çöküşe götüreceğiz. (A'RAF suresi 182. ayet)
Âyetlerimiz kendilerine apaçık birer delil olarak okunduğunda, (öldükten sonra) bize kavuşmayı ummayanlar, “Ya (bize) bundan başka bir Kur’an getir veya onu değiştir” dediler. De ki: “Onu kendiliğimden değiştirmem benim için olacak şey değildir. Ben ancak bana vahyolunana uyarım. Eğer Rabbime isyan edecek olursam, elbette büyük bir günün azabından korkarım.” (YÛNUS suresi 15. ayet)
Tasavvuf ehli ve halk şâiri. Hayâtı ve kimliği hakkında kesin mâlûmat yoktur. Şiirleri, asırlar boyunca zevkle ve hayranlıkla okunmuş, yalnız bizde değil, birçok ülkelerde de alâka uyandırmış bulunan müstesnâ bir şahsiyettir. 80 sene kadar yaşadığı, Eskişehir’in Mihalıçcık kazâsına bağlı Yûnus Emre köyünde, 1320 (H.720) senesinde vefât ettiği ve buraya defnedildiği kaynakların tetkikinden anlaşılmaktadır. Vefâtı için başka târihler ve başka yerler de bildirilmektedir.
Çocukluğu hakkında bilgi olmayan Yûnus Emre, bir işâret üzerine genç yaşta Tapduk Emre’nin yanına gitti. Otuz seneden fazla onun hizmetinde bulundu ve ondan feyz aldı. Hattâ bâzı kaynaklar, Tapduk Emre’nin kızını Yûnus Emre’ye verdiğini, hem talebesi, hem de dâmâdı olduğunu kaydetmektedir.
Yûnus Emre, Tapduk Emre'nin hizmetinde bulunurken, mânevî âleminde bir ilerleme olmadığını zannederek, üzüntüsünden dağlara, kırlara düştü. Yolculuğunda bir gün iki kimseye rastladı. Onlarla arkadaş oldu. Her öğün bunlardan biri duâ eder, duâlarının bereketi ile bir sofra yemek gelirdi. Duâ sırası Yûnus Emre’ye geldi. O da duâ etti. Duâda, “Yâ Rabbî benim yüzümü kara çıkarma! Arkadaşlarım kimin hürmetine duâ ettiyse, onun hürmetine duâmı kabûl et! ” dedi. Duâ bitince, iki sofra yemek geldi. Arkadaşları; “Kimin yüzü suyu hürmetine duâ ettin? ” diye sordular. Yûnus Emre; “Önce siz söyleyin.” dedi. Arkadaşları da; “Biz, Tapduk Emre’nin kapısında hizmet eden Yûnus’un hürmetine diye duâ ettik.” dediler. Bunun üzerine Yûnus Emre durumunu anlayıp, tekrar Tapduk Emre’nin yanına döndü ve kapısının önüne yattı. Tapduk Emre’nin gözleri görmüyordu. Kapının önüne varıp, ayağı bir şeye takılınca; “Bu bizim Yûnus değil mi? ” diye sordu ve onu kabûl etti. O andan îtibâren Yûnus Emre, halkın dillerinden düşüremediği ilâhileri söylemeye başladı.
Senelerce hocasına dağdan odun taşıdı. Getirdiği odunlar ip gibi düzgün idi. Hocası; “Ey Yûnus, bu ne iştir? Hiç eğri odun getirmiyormuşsun.” buyurunca; “Efendim, bu kapıya eğri odun yakışmaz.” cevâbını verdi.
Anadolu ve diğer Türk illerinde çok sevilen Yûnus Emre’den başka bu sevgi, saygı ve hayranlık için başka bir örnek yok gibidir. Her bakımdan milletimizi birbirine bağlayan mânevî bir toplayıcılığı vardır. Onda, toplumumuzun iç yapısındaki aynı hisler, duygular ve değer yargıları bulunmaktadır. Onu unutturmayan sebep budur. Anadolu’da Yûnus Emre’nin Dîvân’ının bulunmadığı, ilâhîlerinin okunmadığı ev yok gibidir.
Yûnus Emre, şiirlerini arûzla ve daha çok hece vezniyle yazmıştır. Şiirleri açık, derin mânâlı, samîmî ve heyecanlıdır. İlâhî aşk, varlık, yokluk, hayat, ölüm meseleleri ve bunlara bağlı olarak, dünyânın fânîliği gibi meseleleri en iyi şekilde şiirle anlatmıştır.
Yûnus Emre’yi aynı yolda tâkib eden birkaç şâir daha görülmüştür. Bunlardan bilinenlerden ikisi; “Âşık Yûnus” ve “Derviş Yûnus”tur. Yunus Emre’nin en önemli tâkipçisi olan Âşık Yûnus Bursa’lı olup, 1430 (H.843) yılında vefât etmiştir. Her iki şâirin şiirlerini birbirlerinden ayırmak zordur. Yûnus Emre, Celâleddîn-i Rûmî'nin sohbetlerinde bulunmuştur. Bu sohbetlerin, yetişmesinde büyük rolü olmuştur.
Yûnus Emre’de günü birlik konulara rastlanmaz; geçim endişesi, âile sıkıntısı, evlât acısı, yakınlarının şahsî ve âilevî meselelerine hemen hemen hiç yer vermez. O, insanlığın umûmî kader çizgisi üzerinde durmuştur. Bunlar; kabir, ömrün geçişi, ölüm, Allahü teâlâya îmân ve yalvarma, dînî esaslar, insanın yalnızlığı, aşk, nasîhatler ve hayâtın gâyesi gibi insanlığa has meselelerdir.
Her yerde, her seste, her renkte, her zaman Allahın varlığını idrâk eden Yûnus Emre, bu dilsiz varlıkların büyük tanıtışındaki gizli dilin hayrânıdır.
Yûnus Emre, Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm ile bütün yakınlarının, dört halîfenin, hazret-i Peygamberin soyundan gelenlerin, bütün İslâm âlimlerinin ezelî âşığıdır. Hiçbir bâtıl cereyana kapılmadığı gibi, onlar karşısında ahlâkî nizâmı, din sevgisini ve gerçek tasavvufu koruyan kültür ve sanat seddi olmuştur. İhlâs ile, her şeyi Allah rızâsı için yapmayı her zaman söylemiştir. Yûnus Emre için 'Dervişlik', herkese faydalı olmak ülküsüdür. Şiirlerinde tembelliği, tufeyli ve faydasız olmayı kınamıştır.
1408 yılında Osmanlı Türklerine esir düşen ve Anadolu’da 20 yıl kadar kalmış olan Mülbacher isimli bir yabancı, Yûnus Emre’ye âit şiirleri, ilâhileri duymuş, öğrenmiştir. Memleketine döndüğünde, Yûnus Emre’nin şahsiyetinde İslâmı anlatmış, kitaplar yayınlamış, yazılar yazmıştır. Büyük ün sâhibi Avusturyalı târihçi Hammer de, Yûnus Emre’ye âit şiirler ve ilâhilere yer vermiş, bundan sonra da Batı ülkelerinde Yûnus ismi çok yaygınlaşmıştır.
Eserleri: Yûnus Emre’nin bilinen iki eseri vardır: 1) Risâlet-ün-Nushiyye: Mesnevî şeklinde arûz (Fâilâtün Fâilâtün Fâilün) vezniyle yazılmış, tasavvufî, ahlâkî, dînî bir eserdir. Anadolu’da başlayan Türk Edebiyâtında görülen ilk nasihatnâmedir.
2) Dîvân: Yûnus Emre Dîvânı’nın birçok yazma nüshaları vardır. Fakat bu dîvândaki bütün şiirlerin Yûnus Emre’nin olduğu söylenemez. Yûnus tarzında, daha sonraki şâirlerin yazdığı şiirler de karışmıştır. Taş basması nüshaları da vardır. Yûnus Dîvânı yine Anadolu’da başlayan Türk edebiyâtının ilk dîvânı durumundadır.
Peygamber Efendimiz (sav) zamanında sema
Rasululah (sav) Efendimiz’in Sahabeleri ve Evliyaullah’ta sema etmişlerdir. Bu konuda en güzel örnek Hazreti Ebubekir’in sema edişidir. Şöyle ki:
Peygamber (sav) Efendimiz Mekke’de ki zalimlerin zulmünden Medine’ye hicret ederken yol arkadaşı Hazreti Ebubekir (ra) ile Serv mağrasına girdiler. Ebubekir Sıdık (ra) kendilerini arayan müşriklerin Peygamber Efendimiz’e zarar vereceğinden korkmaya başladı. Resulullah (sav) Hazretleri: “Ya Ebubekir, korkma Allah (cc) Muin’imizdir. Allah Habir’dir (Haberdardır) , Allah Semi’dir (İşiticidir) , Basir’dir (Görücüdür) , O bizimle beraberdir. Dilini damağına yapıştır, Tevhid’e devam et.” diye zikr-i telkin etmişlerdir. Böylece Ebubekir Sıdık (ra) Hazretleri Allah’a giden yolda Seyr-i Süluküne bu mağrada başladı.
Hazreti Ebubekir’in Müslüman olduğu zaman kırk bin dirhemi vardı. Müşriklerin, işkence altında kıvrandıkları Müslüman köleleri, onlardan satın alıp azad etmek ve Müslümanları güçlendirmek için, bu servetini harcamaktan gayri durmadı. Medine’ye hicret edeceği zaman, ancak beş bin veya altı bin dirhemi kalmıştı. Oğlu Abdullah’ı gönderip onları da alıp Serv mağarasına getirdi ve yanında Medine’ye götürdü. Orada da Mekke’de yaptığı gibi yaptı. Develeri, cariyeleri, köleleri teneke ile altın ve gümüşü Allah yolunda tasadduk etti. Ashab-ı Suffe için, Beytü’l-Mal için mallarını tasadduk etti.
Nefs-i Mutmaine makamına gelmişti ki, Cenab-ı Allah:
- Ey Cibril! Habibim’e selam söyle, kulum Ebubekir’den razı oldum. O benden razı oldu mu?
- Ya Rabbi Ebubekir rıza makamına nasıl erişti? diye sordu. Allah-u Zülcelal Havretleri:
- Ey Cibril git de imtihan et, dedi. Cibril-i Emin insan suretine girip, Ebubekir Sıdık (ra) ’a geldi ve:
- Allah rızası için giyecek cübbem yok. Ne olur bana yardım et, dedi.
Ebubekir Sıdık (ra) , hemen cübbesini çıkarıp Cibril-i Emin’e verdi. Oradan ayrıldı evine gitti. Bir müddet sonra kapı çalındı. Kapıyı açtı yine insan suretinde Cibril-i Emin geldi ve şöyle dedi:
- Giyecek gömleğim yok. Allah’ın Resulü Muhammed Mustafa (sav) hakkı için bana gömlek ver, deyince Ebubekir Sıdık (ra) Efendimiz üzerindeki kalan tek gömleği de verdi ve sadece göbeği ve diz kapağını örtecek iç çamaşırı kalmıştı. Allah’ın Resulü’ne aşık, her anı onunla beraber olan Hazreti Ebubekir (ra) , çıplak olduğu için edep ve haya etti de, Resullullah (sav) Efendimiz’in yanına varamadı. Hatta mescide dahi gidemedi.
Hazreti Peygamber’in gülü Hazreti Fatıma (ra) annemiz, Ebubekir Sıdık (ra) Efendimiz’in evinin önünden geçerken omuzlarının çıplak olduğunu gördü. Resullullah (sav) Efendimiz’in haneyi saadetlerine gitti: O’na:
- Ya Resulullah! Ebubekir Sıdık (ra) Hazretleri geldi mi? diye sordu.
Resulullah Efendimiz (sav) :
- Hayır kızım, mescide de iki vakittir gelmiyor, dedi.
Hazreti Fatıma (ra) validemiz:
- Ya Resulullah! Ben biraz önce Ebubekir’in omuzlarının çıplak olduğunu gördüm. Herhalde giyecek bir şeyi yok. Müsaade ederseniz evdeki kilimden bir parça götürüp kendisine vereyim, dedi. Evdeki kilimin yarısını keserek kendisine götürerek, Hazreti Ebubekir’in evinin penceresinden içeri bıraktı. Hazreti Ebubekir (ra) kilimi iki parça yapıp ortasını deldi, boğazından geçirdi.Sağından ve solundan hurma lifleri ile ördü. Aşık olduğu Hazreti Muhammed Mustafa (sav) ’e üzerine geçirmiş olduğu kilim parçası ile gitti. Edep ediyor, kapıyı çalamıyor, ağlamaya başlıyor. İşte bu sırada Cebrail Aleyhisselam:
- Ya Muhammed (sav) ! Allah’ın selamı var. Senin ümmetinden bir kişi Allah’ın rıza makamına yükseldi. Allah (cc) ondan razı oldu. Bu hali ile o kul da Allah’tan razı mı? O kul şu anda kapıya geldi. Hayasından edebinden içeri giremiyor, deyince. Resulullah (sav) kapıyı açtıklarında Ebubekir Sıdık (ra) ’ı karşısında görür. Ve der ki:
- Hoş geldin Ya Ebubekir, buyurdu.
Cibril-i Emin:
- Ya Resulullah! Ebubekir’e: “Sen küfür halinde iken malın, servetin vardı. İman ettin ve şimdi bir kilim parçasına büründün. Bu halde iken Allah’tan razı, hoşnut musun? Yoksa değil misin? diye sor, buyurdu. Resulullah Efendimiz (sav) Ebubekir Sıdık Hazretleri’ne sordu. Bunun üzerine Ebubekir Sıdık (ra) Efendimiz ağlayarak:
- Ben Rabb’imden de, Muhammed-ül Mustafa’dan da razıyım. Onlar benden razı mı? Vücudum lime lime, parça parça olsa da ben onlardan yine razıyım, dedi.
Resullullah (sav) :
- Allah’da senden razı Ya Ebubekir, deyince, Hazreti Ebubekir (ra) “Allah” dedi ve başladı sema etmeye. Peygamberimiz’in etrafında yedi defa döndü ve Peygamber Efendimiz Kelime-i Şehadet getirerek onu durdurdu.
Bakara suresi 178. ayet tefsiri:İNİŞ SEBEBİ: Hz. MUHAMMED MUSTAFA(S.A.V) peygamberliğinden önce adam öldürmeye karşı hıristiyanlar, yalnız affın vacib olduğunu söylüyorlardı. Yahudilerin hükümlerinde de af yok, yalnız öldürme vardı. Bununla birlikte Buharî ve Nesaî'nin rivayetlerine göre İsrailoğulları diyeti, öldürmeden önde tutuyorlardı.
Araplar ve onlarla beraber yahudilerin bir kısmı bazan öldürmenin vacib olduğuna, bazan da diyetin vacib olduğuna hükmediyorlardı. Fakat bu iki hükümden her birinde haksızlık yapıyorlardı. Şöyle ki: Öldürmede: Biri, diğerinden daha şerefli olan iki kabile arasında bir öldürme olayı meydana gelince, daha şerefli olanlar; herhalde bizden bir köle karşılığında onlardan bir hür, bir kadın karşılığında bir erkek ve bir erkek karşılığında iki erkek öldüreceğiz derlerdi. Kendi yaralarını hasımlarının yarasının iki katı sayarlar ve bazan daha da ileri giderlerdi.
Rivayet ediliyor ki; bir kere birisi, ileri gelenlerden bir insan öldürmüştü. Katilin yakınları, öldürülenin babasının yanında toplandılar ve 'ne istersin? ' dediler.
O da: 'Üçten biri! ' dedi. 'Nedir onlar? ' diye sordular. Cevaben: 'Ya oğlumu diriltirsiniz veya evimi semanın yıldızlarıyla doldurursunuz yahut da bütün kavminizi bana teslim edersiniz, hepsini öldürürüm. Sonra da oğluma bir karşılık aldığım görüşünde bulunmam.' demişti.
Diyete gelince; onda da zulmedenler, çoğunlukla ileri gelenlerin diyetini, diğerlerinin birkaç katı yaparlardı. İşte böyle Arap kabilelerinden Ensar'ın iki kabilesi arasında cahiliye devrinden kalma kan davaları vardı. Bir taraf, şeref ve kuvvetine güvenerek diğerine karşı ileri gidip bizden bir köle karşılığında sizden bir hür, bir kadın karşılığında bir erkek öldüreceğiz diye yemin etmişlerdi. Müslüman olduktan sonra Resulullah (s.a.v.) 'a gelip muhakeme olmak istediler. Bu sebeple, bu âyet indi.
Kısasın vacib oluşunu, bu vacibliğin ancak öldürülenin ehlinden birinin affı ile düşebileceğini, bu affın daha iyi ve daha uygun olacağını, bununla beraber af sırasında mal üzerine anlaşmanın da caizliğini tesbit etti. Yahudilerin, affın meşru olmadığına ve diyetin kısastan önde bulunduğuna dair olan hükümlerini ve kısas yoluyla öldürmenin asla meşru olmadığını söyleyen hıristiyan hükümlerini ve insanlık eşitliğine riayet etmeyip, şeref davasıyla haksızlığa ve tecavüze giden Arab âdet ve hükümlerini ortadan kaldırdı. Yaşama hakkındaki eşitliği kurup ilan etti. Gelelim mânâsına:
KISAS: Sözlükte ayniyle karşılık vermek, herhangi bir hakkı dengiyle takas etmek demektir. 'katlâ' kelimesi 'katîl'in çoğuludur. 'Katîl' de maktûl, öldürülmüş kimse demektir. 'öldürülenler hakkında' ifadesindeki 'fî' harfi, sebebiyet içindir. Ey iman edenler! zulmedilerek öldürülenler hakkında, yani bunların öldürülmesinden dolayı karşılık olarak katillerine kısas uygulanması üzerinize yazıldı, yazılmış bir kanun oldu, farz kılındı.
Bundan dolayı kasden bir insan öldürmenin asıl gereği kısastır. 'el-katlâ' kelimesi çoğul ve başında lâm-ı tarif bulunduğundan, kasden ve haksız yere öldürülenlerin hür, köle, erkek, dişi, müslüman ve müslümanların himayesinde bulunan diğer din mensuplarının hepsini kapsamaktadır. Her birinin katili kim olursa olsun, karşılığında kısas yapılır. Açıklanacağı üzere, kısası düşürme sebebi olan af veya anlaşma olmadıkça bu kısasın uygulanması, bütün iman edenlere farzdır.
Özellikle hür hüre, köle köleye, dişi dişiye, yani bir hür bir hürü, bir köle bir köleyi, bir dişi bir dişiyi öldürdüğü zaman, öldürülen hür karşılığında o katil hür, öldürülen köle karşılığında o katil köle, öldürülen dişi karşılığında o katil dişi, kısaca her öldürülen kimsenin karşılığında kendi katili aynı şekilde öldürülür. Bu öldürme yeterli bir kısas olur. Cahiliye devri âdeti gibi şeref ve kıymet davasıyla katilden başkasının öldürülmesine kalkışılmaz.
Bu kayıtlar, âyetin nüzul sebebi olan olayda olduğu gibi, katilden başkasının öldürülmesinden kaçınılması içindir. Bundan başka bir mefhûm-i muhalifi kastedilmiş olmadığında ittifak vardır.
Biz Hanefilerce zaten mefhûm-i muhalif delil yerinde geçerli değildir. Ancak siyak gibi açık bir karine bulunursa o başka. O zaman da mefhûm-i muhalif, kelime-i tevhidde olduğu gibi, mânâ sayısına dahil olur. Burada da bu türden olmak üzere nüzul sebebi karinesi ile katilden başkasının öldürülmemesi hakkında mefhûm-i muhalifi geçerli olabilirse de başkası hakkında söz söylenmemiş olur. Geçmiş usule göre amel edilir. Bundan dolayı âyetin başındaki genel ifadeyi özelleştirmez. Hürün köleye, erkeğin dişiye karşılık ve bunun aksi olarak kısas edilebilmelerini yasaklamaz. Bunun için dişinin erkek, erkeğin dişi karşılığında kısas yoluyla öldürüleceği imamlar arasında üzerinde ittifak edilmiş bir husustur. Bunu teyid ve açıklamak üzere Mâide sûresindeki kısas âyetinde 'Cana can ' (Mâide, 5/45) buyurulmuş ve bununla kısasta aranan benzerlik ve eşitliğin nefis ve can benzerliği olduğu gösterilmiştir. Yaşama hakkı herkes için eşittir. Kısas bu eşitliğe dayanmaktadır.
Öldürülen kim olursa olsun, onun katili veya katilleri, o öldürülenden daha fazla bir yaşama hakkına sahip değildir. İşte bu şekilde âyetin başı genel, 'hüre hür, köleye köle, dişiye dişi' ifadesi de 'cana can' benzemesiyle can eşitliğini beyan ile tecavüzden kaçınmak içindir. Bununla beraber İmam Malik ve İmam Şafiî hazretleri, erkek ve dişi arasında fark olduğu görüşünde bulunmadıkları ve öldürülen bir hür karşılığında katil köleyi kısas yoluyla öldürmeyi yeterli gördükleri halde, öldürülen bir köle karşılığında bir hürün ve öldürülen bir gayri müslim karşılığında müslümanın öldürülmesini caiz görmemişlerdir. Fakat bunu, bu âyetin mefhûm-i muhalifinden de çıkarmamışlardır.
Çünkü 'dişiye dişi'nin mefhûm-ı muhalifine mutlak olarak, 'köleye köle'nin mefhûm-i muhalifine bir yönden itibar etmediklerinde söz yoktur.
Buna karşılık 'Hüre hür'ün mefhûm-i muhalifinin geçerli olması da çelişki olur. Ancak her iki İmam da bu hususta Hz. Ali'den rivayet edilen şu hadislere dayanmışlardır.
Buyurmuştur ki:
1- 'Bir adam kölesini öldürmüştü. Resûlullah(S.A.V) ona celde vurarak bir yıl sürgüne gönderdi. Kaved yani kısas yapmadı.'
2- 'Müslümanların himayesinde olan bir gayri müslim karşılığında müslümanın, bir köle karşılığında hür kimsenin öldürülmemesi sünnettendir.'
Bir de, 'Hz. Ebu Bekir ve Ömer EFENDİMİZ
, köle karşılığında hürü öldürmezlerdi, ashabdan buna itiraz eden de olmamıştır.' diye delil ileri sürmüşler ve bunu organ kısasına kıyas etmişlerdir. Fakat biz Hanefilerce köle karşılığında, onun sahibi olmayan hür katil, aynı şekilde müslümanların himayesinde bulunan kâfir karşılığında müslüman katil de kısas yoluyla öldürülür. Çünkü 'cana can' buyurulmuştur.
Birinci hadis, kölenin sahibi hakkında özeldir. Diğerleri de bu nassı neshedecek derecede kuvvetli değildir. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'in bir zimmî karşılığında bir müslümanı kısas etmiş ve 'Taahhüdünü yerine getirmeye en layık olan benim.' buyurmuş olduğunu da Evzâî, senediyle Ebu Hüreyre'den rivayet etmiştir. Bu hususta başka haberler de vardır.
Kısas, yaşama hakkında, masumlukta, eşitliğe dayanır. Bu masumluk da din ve yurtta sabit olur. Onlar ise bu konularda eşittirler. Burada şu da anlaşılır ki, vasıf gibi sayıda farklılık da masumlukta eşitliği bozmaz. Bunun için bir şahsı, birçok kimseler birlikte öldürürlerse, hepsi de ittifakla kısas yoluyla öldürülürler.
Kısaca kısas, aslî bir hak ve ilk borçtur. Af ise bunun üzerine gerekebilecek bir fazilettir. Bu fazilet, ya tam olarak kayıtsız ve bedelsiz veyahut eksik olarak diyet ya da başka bir bedel karşılığında yapılır.
ELMALILI MUHAMMED HAMDİ YAZIR TEFSİRİ
Şeriat, Cenab-ı Zülcelal Hazretleri’nin emir ve yasaklarının cümlesidir. Cenab-ı Allah şeriatı yani, Allah’ın emrettiği ve nehyettiği amelleri Peygamberleri vasıtasıyla, ona kitap göndererek, hikmetler vererek, üstün vasıflar ile bezendirerek, insanlara bildirmiştir.
Allah-u Teala Hazretleri “Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslam’ı beğendim.” (Maide/3) ve yine “Kim İslam’dan başka bir din ararsa bilsin ki kendisinden (böyle bir din) asla kabul edilmeyecek ve o ahirette ziyan edileceklerden olacamtır.” (Ali İmran/85) buyuruyor.
Allah-u Teala Hazretleri’nin katında geçerli olan İslam’dır. Gönderdiği bu dinin emirlerini yerine getirmeye de ŞERİAT denir.
Meşayıhın büyüklerinden Bayezid-i Bistami Hazretleri:
“Bir kimsenin havada uçtuğunu, denizde yürüdüğünü, Tayy-i Mekan yaptığını görseniz, O’nun şeriatına bakınız. Eğer şeriatı düzgün değil ise o atıldır, batıldır. Zira havada kargalar da uçar, suyun üzerinde kurbağa da yürür. Tayy-i Mekan’ı şeytan da yapar. Önemli olan kişinin, Allah-u Teala Hazretleri’nin emirlerine ve nehiylerine uyup uymadığıdır.” buyururdular.
Şeriattan zerre kadar ayrılmak, diğer güzelliklere ulaşmaya engeldir. Şeriatı olmayan insan, tarikattan koku alamaz.
Sema bir ibadet değil; aşk ile vecd halinin bir tezahürüdür. Nasıl ki değirmen oluğundan gelen su, değirmen taşını ihtiyarsız döndürür ise. Varidat-ı İlahiye de aşıkların ve taliplerin gönlüne dökülünce, ihtiyarsız bu kalıbı döndürür.
Ateist billime inanıp,billimi yaratanı inkar eden asi kimselere denir.
Bir canlı hücresinin içinde, tüm yaşamımız boyunca gördüğümüz teknolojik ürünlerin hepsinden çok daha üstün bir 'teknoloji' vardır. Gökleri ve yeri (bir örnek edinmeksizin) yaratandır. O, bir işin olmasına karar verirse, ona yalnızca 'OL' der, o da hemen oluverir. (Bakara Suresi, 117)
Maymundan geldiklerine inanan ateistler; ALLAH A VE RESULUNE(S.A.V.) inanmadıkları gibi inananlarada (haşa) '1400 yıl öncesi yaşamış adamamı inanıyorsunuz geri kalmış 'derler halbuki 1400 yıl önce PEYGAMBER EFENDİMİZ(S.A.V) E GÖNDERİLEN KURAN I KERİMDE yaratılışımızdan,yaşantımızdan,nasıl yaşamamız gerektiği kısacası:geçmişten geleceğe herşey açıklanmış ayrıca dünyanın en zeki insanı ve hiçbir zaman onun gibi bir insan gelmdi gelmeyecek bu dahi ayetlerle açıklanmıştır siz kim oluyorsunuz ki inkar ediyorsunuz ey maymundan geldiğine inanan cahiller bari susun....
Andolsun, biz sana apaçık âyetler indirdik. Bunları ancak fasıklar inkâr eder.
(BAKARA suresi 99. ayet)
Âyetlerimiz kendilerine apaçık birer delil olarak okunduğunda, (öldükten sonra) bize kavuşmayı ummayanlar, “Ya (bize) bundan başka bir Kur’an getir veya onu değiştir” dediler. De ki: “Onu kendiliğimden değiştirmem benim için olacak şey değildir. Ben ancak bana vahyolunana uyarım. Eğer Rabbime isyan edecek olursam, elbette büyük bir günün azabından korkarım.”
(YÛNUS suresi 15. ayet)
Andolsun, biz sana apaçık âyetler indirdik. Bunları ancak fasıklar inkâr eder.
(BAKARA suresi 99. ayet)
Allah’ın âyetlerini inkâr edenler, Peygamberleri haksız yere öldürenler, insanlardan adaleti emredenleri öldürenler var ya, onları elem dolu bir azap ile müjdele.
Onlar, amelleri, dünyada da, ahirette de boşa gitmiş kimselerdir. Onların hiç yardımcıları da yoktur.
(ÂLİ IMRÂN suresi 21-22. ayetler)
Allah size Kitap’ta (Kur’an’da) “Allah’ın âyetlerinin inkâr edildiğini ve onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, başka bir söze geçmedikleri müddetçe, onlarla oturmayın, aksi hâlde siz de onlar gibi olursunuz” diye hüküm indirmiştir. Şüphesiz Allah, münafıkların ve kâfirlerin hepsini cehennemde toplayacaktır.
(NİSA suresi 140. ayet)
İnkâr edip âyetlerimizi yalanlayanlar var ya; işte onlar cehennemliklerdir.
(MÂİDE suresi 10. ayet)
....Andolsun ki sana Rabbinden indirilen bu Kur’an, onlardan çoğunun taşkınlık ve küfrünü artıracaktır. Öyle ise o kâfirler toplumu için üzülme.
(MÂİDE suresi 68. ayet)
Âyetlerimizi yalanlayanlar, karanlıklar içerisindeki birtakım sağırlar ve dilsizlerdir. Allah, kimi dilerse onu şaşırtır. Kimi de dilerse onu dosdoğru yol üzere kılar.
(EN'ÂM suresi 39. ayet)
Âyetlerimizi yalanlayanlar ve onlara uymayı kibirlerine yediremeyenler, işte onlar cehennemliklerdir. Onlar orada ebedî kalacaklardır.
(A'RAF suresi 36. ayet)
Ayetlerimizi yalanlayanları, hiç bilemeyecekleri bir yerden ağır ağır çöküşe götüreceğiz.
(A'RAF suresi 182. ayet)
Âyetlerimiz kendilerine apaçık birer delil olarak okunduğunda, (öldükten sonra) bize kavuşmayı ummayanlar, “Ya (bize) bundan başka bir Kur’an getir veya onu değiştir” dediler. De ki: “Onu kendiliğimden değiştirmem benim için olacak şey değildir. Ben ancak bana vahyolunana uyarım. Eğer Rabbime isyan edecek olursam, elbette büyük bir günün azabından korkarım.”
(YÛNUS suresi 15. ayet)
İŞ HİZMETTE
Yûnus Emre, mânevî, bir işâret alarak,
Vardı Tapduk Emre'nin hizmetine koşarak.
Otuz yıl hizmet edip, zannetti ki, kendinde,
İlerleme olmadı, mânevî âleminde.
Üzüntüden kendini, atıverdi dağlara,
Baş açık, yalın ayak, dolaşırken bir ara,
Bir gün iki kişiye, rastladı birden bire,
Onları çok severek, dost oldu onlar ile.
Yemek vakti gelince, duâ etti birisi,
O anda indi gökten, yemek dolu bir tepsi.
Üçü de yiyip içip, şükrettiler Allah'a,
Akşam vakti öbürü, duâ etti bir daha.
Yine aynı şekilde, bir tepsi indi gökten,
Öyle ki bu yemekler, nefisti ötekinden.
Üçüncüde Yûnus'a dönerek o müminler;
'Sıra sende, şimdi de, sen duâ et.' dediler.
O zaman Yûnus Emre, kaldırdı ellerini,
Dedi ki: 'Yâ İlâhî, mahcup eyleme beni.
Onlar kimin ismiyle, duâ ettiler ise,
O zâtın hürmetine, bir sofra gönder bize.'
Duâsı biter bitmez, baktılar biraz sonra,
İndi gökten bu sefer, daha büyük bir sofra.
Dediler: 'Ey arkadaş, nasıl oldu bu öyle,
Sen kimin hürmetine, duâ ettin ki böyle? '
Dedi ki: 'Siz söyleyin, siz nasıl ederdiniz?
Siz kimin yüzü suyu, hürmetine derdiniz? '
Dediler: 'Taptuk Emre, yanında hizmet yapan,
Yûnus'un hürmetine, istiyorduk her zaman.'
Yûnus bunu duyunca, dergâha döndü yine,
Yattı Taptuk Emre'nin, kapısının önüne.
O zaman hocasının, görmüyordu gözleri,
Evde, el yordamıyla, yürüyordu ekseri.
Çıkıyorken, ayağı, takılınca bir şeye,
Dedi: 'Bizim Yûnus mu, gelip yatmış eşiğe.'
Ve elinden tutarak, kaldırdı onu yerden,
Yûnus, Yûnusluğunu, kazanmıştı o günden.
Dağdan odun taşırdı, yıllarca o dergâha,
O mânevî kapıdan, ayrılmadı bir daha.
Yûnus unutulmadı, yüzyıllar geçse bile,
Zîrâ hizmet etmişti, üstâdına zevk ile.
Yunus Emre
Tasavvuf ehli ve halk şâiri. Hayâtı ve kimliği hakkında kesin mâlûmat yoktur. Şiirleri, asırlar boyunca zevkle ve hayranlıkla okunmuş, yalnız bizde değil, birçok ülkelerde de alâka uyandırmış bulunan müstesnâ bir şahsiyettir. 80 sene kadar yaşadığı, Eskişehir’in Mihalıçcık kazâsına bağlı Yûnus Emre köyünde, 1320 (H.720) senesinde vefât ettiği ve buraya defnedildiği kaynakların tetkikinden anlaşılmaktadır. Vefâtı için başka târihler ve başka yerler de bildirilmektedir.
Çocukluğu hakkında bilgi olmayan Yûnus Emre, bir işâret üzerine genç yaşta Tapduk Emre’nin yanına gitti. Otuz seneden fazla onun hizmetinde bulundu ve ondan feyz aldı. Hattâ bâzı kaynaklar, Tapduk Emre’nin kızını Yûnus Emre’ye verdiğini, hem talebesi, hem de dâmâdı olduğunu kaydetmektedir.
Yûnus Emre, Tapduk Emre'nin hizmetinde bulunurken, mânevî âleminde bir ilerleme olmadığını zannederek, üzüntüsünden dağlara, kırlara düştü. Yolculuğunda bir gün iki kimseye rastladı. Onlarla arkadaş oldu. Her öğün bunlardan biri duâ eder, duâlarının bereketi ile bir sofra yemek gelirdi. Duâ sırası Yûnus Emre’ye geldi. O da duâ etti. Duâda, “Yâ Rabbî benim yüzümü kara çıkarma! Arkadaşlarım kimin hürmetine duâ ettiyse, onun hürmetine duâmı kabûl et! ” dedi. Duâ bitince, iki sofra yemek geldi. Arkadaşları; “Kimin yüzü suyu hürmetine duâ ettin? ” diye sordular. Yûnus Emre; “Önce siz söyleyin.” dedi. Arkadaşları da; “Biz, Tapduk Emre’nin kapısında hizmet eden Yûnus’un hürmetine diye duâ ettik.” dediler. Bunun üzerine Yûnus Emre durumunu anlayıp, tekrar Tapduk Emre’nin yanına döndü ve kapısının önüne yattı. Tapduk Emre’nin gözleri görmüyordu. Kapının önüne varıp, ayağı bir şeye takılınca; “Bu bizim Yûnus değil mi? ” diye sordu ve onu kabûl etti. O andan îtibâren Yûnus Emre, halkın dillerinden düşüremediği ilâhileri söylemeye başladı.
Senelerce hocasına dağdan odun taşıdı. Getirdiği odunlar ip gibi düzgün idi. Hocası; “Ey Yûnus, bu ne iştir? Hiç eğri odun getirmiyormuşsun.” buyurunca; “Efendim, bu kapıya eğri odun yakışmaz.” cevâbını verdi.
Anadolu ve diğer Türk illerinde çok sevilen Yûnus Emre’den başka bu sevgi, saygı ve hayranlık için başka bir örnek yok gibidir. Her bakımdan milletimizi birbirine bağlayan mânevî bir toplayıcılığı vardır. Onda, toplumumuzun iç yapısındaki aynı hisler, duygular ve değer yargıları bulunmaktadır. Onu unutturmayan sebep budur. Anadolu’da Yûnus Emre’nin Dîvân’ının bulunmadığı, ilâhîlerinin okunmadığı ev yok gibidir.
Yûnus Emre, şiirlerini arûzla ve daha çok hece vezniyle yazmıştır. Şiirleri açık, derin mânâlı, samîmî ve heyecanlıdır. İlâhî aşk, varlık, yokluk, hayat, ölüm meseleleri ve bunlara bağlı olarak, dünyânın fânîliği gibi meseleleri en iyi şekilde şiirle anlatmıştır.
Yûnus Emre’yi aynı yolda tâkib eden birkaç şâir daha görülmüştür. Bunlardan bilinenlerden ikisi; “Âşık Yûnus” ve “Derviş Yûnus”tur. Yunus Emre’nin en önemli tâkipçisi olan Âşık Yûnus Bursa’lı olup, 1430 (H.843) yılında vefât etmiştir. Her iki şâirin şiirlerini birbirlerinden ayırmak zordur. Yûnus Emre, Celâleddîn-i Rûmî'nin sohbetlerinde bulunmuştur. Bu sohbetlerin, yetişmesinde büyük rolü olmuştur.
Yûnus Emre’de günü birlik konulara rastlanmaz; geçim endişesi, âile sıkıntısı, evlât acısı, yakınlarının şahsî ve âilevî meselelerine hemen hemen hiç yer vermez. O, insanlığın umûmî kader çizgisi üzerinde durmuştur. Bunlar; kabir, ömrün geçişi, ölüm, Allahü teâlâya îmân ve yalvarma, dînî esaslar, insanın yalnızlığı, aşk, nasîhatler ve hayâtın gâyesi gibi insanlığa has meselelerdir.
Her yerde, her seste, her renkte, her zaman Allahın varlığını idrâk eden Yûnus Emre, bu dilsiz varlıkların büyük tanıtışındaki gizli dilin hayrânıdır.
Yûnus Emre, Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm ile bütün yakınlarının, dört halîfenin, hazret-i Peygamberin soyundan gelenlerin, bütün İslâm âlimlerinin ezelî âşığıdır. Hiçbir bâtıl cereyana kapılmadığı gibi, onlar karşısında ahlâkî nizâmı, din sevgisini ve gerçek tasavvufu koruyan kültür ve sanat seddi olmuştur. İhlâs ile, her şeyi Allah rızâsı için yapmayı her zaman söylemiştir. Yûnus Emre için 'Dervişlik', herkese faydalı olmak ülküsüdür. Şiirlerinde tembelliği, tufeyli ve faydasız olmayı kınamıştır.
Şerîat, tarîkat yoldur varana,
Hakîkat, mârifet andan içerü.
diye, hakîkî tasavvufu da o târif etmişitir.
1408 yılında Osmanlı Türklerine esir düşen ve Anadolu’da 20 yıl kadar kalmış olan Mülbacher isimli bir yabancı, Yûnus Emre’ye âit şiirleri, ilâhileri duymuş, öğrenmiştir. Memleketine döndüğünde, Yûnus Emre’nin şahsiyetinde İslâmı anlatmış, kitaplar yayınlamış, yazılar yazmıştır. Büyük ün sâhibi Avusturyalı târihçi Hammer de, Yûnus Emre’ye âit şiirler ve ilâhilere yer vermiş, bundan sonra da Batı ülkelerinde Yûnus ismi çok yaygınlaşmıştır.
Eserleri: Yûnus Emre’nin bilinen iki eseri vardır: 1) Risâlet-ün-Nushiyye: Mesnevî şeklinde arûz (Fâilâtün Fâilâtün Fâilün) vezniyle yazılmış, tasavvufî, ahlâkî, dînî bir eserdir. Anadolu’da başlayan Türk Edebiyâtında görülen ilk nasihatnâmedir.
2) Dîvân: Yûnus Emre Dîvânı’nın birçok yazma nüshaları vardır. Fakat bu dîvândaki bütün şiirlerin Yûnus Emre’nin olduğu söylenemez. Yûnus tarzında, daha sonraki şâirlerin yazdığı şiirler de karışmıştır. Taş basması nüshaları da vardır. Yûnus Dîvânı yine Anadolu’da başlayan Türk edebiyâtının ilk dîvânı durumundadır.