Ilık bir süzülüşle Geri dön hayat, Bırakma yeryüzü salına tünemiş pek kara kuşlar Örtsün bakışımı, Görmek acısı sürsün pencere tutsağının Düşsün hayatı suya...
''turgut uyar'ın olmayan şiirdir. oğlu uyar'ın şiiri olmadığını açıklamıştır. bir yerde okuduğuma göre adının bilinmesini istemeyen birisi şiiri turgut uyar'a hediye etmiştir.''
palyaço
i.
kaç kişiyi öldürdüm düşlerimde kaç kilo çekerdi yalnızlık kaç kere ezildim altında yaz yağmurlarının
belki de palyaçolar ağlardı pazartesi sabahları her sirk geldiğinde ağlamaklı olurduk hep ağlamaklı olurduk gülünecek halimize
kim sevmezdi çiçekleri filan ?ben sevmezdim? dedim, ?yalan? dedi
bunu palyaço söyledi, palyaço söyledi ben yazdım yazdım, yazmasam ağlayacaktım
herkes ağlarmış biraz, ben de ağladım sırf bu yüzden mi ağladım alçaklık gibi bir şey oldu bu biraz
biraz birazdım her şeyden dün biraz sinirlenmiştim mesela yarın bir kadını seveceğim biraz biraz biraz kör oldum bügünlerde
ama rakı kadehlerini boşaltmayın eksilmesin hiçbir şey hiçbir şeyden dahi olsa kalsın biraz
ii.
umursamıyorum yılgınlığımı filan çünkü sessizce yaşanmalı her şey bir devrim sesszce olmalı mesela ve her sözcüğüne inanmalı bir palyaçonun
bir palyaço neden yalan söylesin ki ben palyaço olsaydım söylemezdim marangoz olsaydım da söylemezdim ben insan olsaydım yalan söylemezdim!
hem nereden çıkardınız palyaçonun yalnızlığını kaç kilo çeker ki bir palyaço hem neden yüzüme vuruyorsunuz bir çirkin ördek yavrusu olduğumu
gocunmam ki ben, ben gocunmam bir palyaço ne kara gocunmazsa o kadar, o kadar gocunmam işte
rakı doldurun! eksilmesin
iii.
bitmedi, yazacağım daha yazmazsam ağlayacağım çünkü alçakça olacak biraz
hem biz o zaman kimdik ki, nerelere giderdik her sokakta biraz daha eksilirdik bilirdim, geceleri puslu puslu olurdu bazen bazen birisi fısıldarmış gibi olurdu ?duyamadım?, derdim, ?tekrar et!? sessizliğe bürünürdü o vakit her şey sokaklar daha bir puslu palyaçolar daha bir ağlamaklı olurdu ve ben daha bir alçak olurdum ağlardım biraz
hem sen kimsin, çekiştirme diyorum hatta kuyruğuma basma diyorum acıyor, tırmalarım,- diyorum
kahrol, kahrol! diyorum
iv.
geçen gün yüzüme rastladım bir ilan panosunda korktum birden, kusacak gibi oldum ?olur öyle? dedi palyaço, ?herkes alçaktır biraz? ?otur ulan!? dedim, bağırdım ona ben bazen bağırırım biraz
?rakı doldur!? dedim, ?eksilmesin!? ben bazen eksilirim biraz aslında hepimiz eksilirmişiz biraz bunu sonradan öğrendim
ben aslında her şeyi sonradan öğrendim herkes herkesi sonradan öğrenirmiş bunu da sonradan öğrendim
örneğin;
geçen gün bir kadınla seviştim biraz değil çok seviştim
ya işte öyle palyaço diyorum ki, bunu da yeni öğrendim sevişmek de eksilmekmiş biraz
v.
kim sevmezdi ki kuş ötüşlerini filan ?ben sevmezdim? dedim, ?yalan? dedi bunu palyaço söyledi palyaço söyledi, ben yazdım yazmasam, alçak olacaktım hem ben roman da yazdım biraz
bazen diyorum ki, palyaço, sen olmasan ben ne yaparım alçakça eksilirim belki biraz her yağmur yağışında yerindi dibine girerim hiçbir kadının kasıklarını öpemem belki ya da unuturum sonradan öğrendiklerimi
biraz biraz anlıyorum ki, yüzler eller, o terli vücutlar filan her şey plastikmiş biraz
vi.
haydi sirtaki yapalım palyaço rakı doldur, yine eksildik biraz.
1. Gözlerimi açtığımda kopkoyu bir karanlık karşıladı beni. ‘’Neredeyim?’’ diye boşluğa seslendim. ‘’Kimse yok mu?’’ dedim yüksek sesle. Sanki kendi sesim beni kendi sorularımla karşılıyordu. Yankı gibi değil de kendini tekrar eden bir zaman sıkışmasında takılıp kalmak gibi tuhaf bir his veriyordu.
Gözlerimi kapatıp bir süre daha bekledim. Ellerimle oturduğum yeri taradım. Beton bir zemin üzerinde buz gibi soğuk bir duvara yaslanmış oturuyordum. Öyle bir soğuk ki hem yanmış bir yere pansuman yapmak gibi iyi geliyordu hem de öyle kalmaya devam ettikçe hislerimden arındırıyordu. İyi geldiğini sanmama rağmen bu soğukluk içime dek işleyip beni üşütüyordu.
‘’Duvar!’’ dedim aklıma gelenin heyecanıyla. Sırtımı duvara vererek hareket edebilirdim bu karanlığın içinde. Belki de buradan çıkmanın bir yolunu bu sayede bulabilirdim. Hevesle ayağa kalkıp gözlerimi araladım. Gözlerimi hep açık tutarsam bir süre sonra karanlığa alışıp bazı şeyleri görebilirim belki diye düşündüm. O kopkoyu karanlık gözlerime yeniden dolunca rahatsız oldum. Buna rağmen gözlerimi açık tutmaya devam ettim. İlk adımlarımı atmaya başladığım anda içimde bir umut yeşerdi. İçinde kaybolduğum öyle zifiri bir karanlıktı ki sanki onlarca el boğazımı sıkıyor ve beni nefessiz bırakıyordu. Bu derece ışıksız kalmak tarifsiz derece de kötüydü. Belki sadece birkaç dakikadır bu karanlıkta yol alıyordum ama bana sanki saatlerdir yürüyormuşum gibi yorucu gelmişti. Kendi nefesimden, adım seslerimden başka hiç ses yoktu. Sanki koskoca evren de tek başıma kalmış gibiydim.
Adımlarım birbirini duvar boyunca takip ederken,ellerimle duvarı yokluyordum. Elimin altında ahşap bir dokunun varlığını hissettim. ‘’Kapı!’’ dedim sevinçle. Bu kapı ise mutlaka bir kolu olmalıydı. Ellerim yerinde duramayan afacan bir çocuk gibi hareketlenip ahşap dokuyu taramaya başladı. Sonunda o metal kapı koluna dokunduğum anda çıkış biletime kavuşmuş olduğumu anlayıp sevinçle bir çığlık attım. Kapının kolunu yavaşça aşağıya doğru çevirdim. Açılmadı… Yeniden, yeniden, yeniden denedim. ‘’Bu kapı kilitli lanet olası!’’ dedim bağırarak.
O karanlık rutubet kokan odada hapistim ve ben bunun sebebini bile bilmiyordum. Saatlerce sürdüğünü düşündüğüm bir süre boyunca ağladım, bağırdım, yalvardım ve sonunda bitkin düşüp uyuyakaldım.
2.
Uyandığımda gözlerimi hafifçe araladım. Odanın içi gözlerimi yakacak derecede aydınlıktı. Gözlerimi ovuşturarak yeniden açmayı denedim. Gözlerime dolan ışıkla birlikte binlerce iğne batıyormuş gibi canım yandı. Işık öyle yoğun ve sıcaktı ki bir süre önce yakındığım karanlığı özlemeye başladım. Kıvrıldığım köşede iyice küçülüp yok olmaya çalıştım. Işığın değdiği her noktam alev alev yanıyordu. Gözlerimi açamıyor olmama rağmen ışık sanki bir jilet gibi göz kapaklarımı kesiyor ve beynime kadar yakıyordu. Yüzümü duvara dönüp ışıktan kaçmaya çalışsam da duvarın sıcaklığı yüzümü yakmaya devam ediyordu. Tüm bunlara rağmen ışığın verdiği acı bir süre sonra alışmak zorunda olduğum bir mecburiyet gibi gelmeye başlamıştı. Beni yakıp kavuran bu aydınlık hayatta kalmam için katlanmak zorunda olduğum bir güçtü. Onun kurallarına uymak ve beni dilediği gibi yakmasına izin vermek zorundaydım. Böyle yaparsam tenim bir süre sonra bu teslimiyete alışacak ve eskisi gibi acımayacaktı. Öylece kaldım…
Sonunda acının dayanılmaz olduğunun farkına yeniden vardım.Biraz daha böyle kalırsam tenim ileri derece de yanacağından acının daha da artacağını anladım. Aklımdaki saçma sapan fikirlerden kendimi kurtarıp yeniden adım atmaya karar verdim. Bu kez yüzümü duvara dönüp canımın acımasına aldırmadan yürümeye başladım. Aydınlıktan kaçmaya çalışırken öyle hızlı hareket etmiştim ki çok daha çabuk vardım kapıya. Elimi kapı koluna attığımda metal çok fazla ısındığından elim şiddetle yanmaya başladı. Ben buna da aldırmadan kolu aşağıya doğru indirdim. Büyük bir üzüntüyle, ‘’kapı hala kilitli’’ dedikten sonra acıya daha fazla dayanamayıp bayıldığımı düşünüyorum. Sonrasını hatırlamıyorum.
3.
Dokuzuncu senfoni çalıyordu.Hem de öyle bir çalıyordu ki yeri göğü inletecek kadar yüksek bir volümde kulaklarımdan tüm bedenime bir karınca sürüsü gibi hücum ediyordu. Aç kalmış yüzlerce karınca beynimi kemiriyordu sanki. ‘’Oysa ben klasik müziği çok severim’’ dedim fısıltıyla, onca gürültüde sanki beni biri duyabilirmiş gibi utanarak. Gözlerimi açmaya korkuyordum. Beni neyin beklediğinden duyduğum endişe yüzünden gözlerimi açmaya hiç heveslenmedim. Ama müzik bitmek bilmiyordu. ‘’Kulaklarımdan kanlar fışkırsa ve sağır olsam keşke’’ dedim daha yüksek sesle.
Gözlerimi aralamaya karar verdiğimde bir odanın ortasında uzandığımı gördüm. Işık fazla değildi, karanlıkta yoktu. Yattığım yerden doğrulup gözlerimle etrafımı taramaya başladım. Çevremde bir sürü camdan odacık vardı. İçlerinde insanlar vardı. ‘’insanlar!’’ diye bağırdım. Çok sevinmiştim. Dünyada tek başına kalmışlığın duygusu öyle ağır gelmişti ki bir camekânın arkasında bile olsalar etrafımda insanların olması beni mutlu etmişti. Onlara seslendim. Beni duyup görmeleri için el hareketlerimle de kendimi göstermeye çalışıyordum. Oysa hiç biri beni görmüyor ve duymuyordu. Orada ben hiç yokmuşum gibi davranıyorlardı.
Bir camekâna yaklaşıp ne yaptıklarını anlamaya çalıştım. İlk bulunduğum yerden onları net olarak göremiyordum. Ben daha aydınlık bir noktada sanki sahnede gibiydim. Onlarsa daha loş bir ışıkta fazla seçilemiyorlardı. Bir adamın bir kadını sürekli bıçakladığını görünce midem ağzıma geldi. Kussam belki de rahatlayacaktım. İlk şoku atlatınca ayrıntılara biraz daha dikkat ettim ve… Bu nasıl bir yerdi böyle? Adamın sürekli bıçakladığı kadın bendim. Ya da bana çok benzeyen bir kadındı. Kadının attığı çığlıkları müzik yüzünden duyamıyordum ama çektiği acıyla haykırışını yüzünden ve tüm bedeninden oldukça net anlayabiliyordum.Adam ise sıradan bir iş yapıyormuş gibi oldukça rahat ve hatta daha da kötüsü keyifliydi.
Onları daha fazla izleyemeden bir diğer camekâna geçtim. Bir başka adamın yine tıpkı bana benzeyen bir kadına tecavüz ettiğini izlemek zorunda kaldım. Midem bulanıyor ve başım dönüyordu. Sonra sırayla diğer bölmelerde bir köpeğe işkence edildiğini, bir çocuğa anlatılamayacak şeyler yapıldığını, bir bebeğin öldürüldüğünü, bir askerin kendi kafasına defalarca dirilip yeniden sıktığını, beyninin arkasındaki duvara dağıldığını gördüm. İmam kıyafeti giymiş bir adamın üzerinde ayetlerin yazılı olduğu kâğıtlardan önce ok yaptığını sonra bir kadının gözlerini bu okla defalarca oyduğunu izledim.
Tüm bunları izlerken sürekli kendimi daha da hasta hissediyordum. ‘’Otomatik portakal’’ dedim şaşkınlıkla. Ben bir kitabı yaşıyordum. Bu nasıl olabilirdi? Tıpkı kitaptaki gibi önce tırnaklarımla duvarları saatlerce tırmalayıp tırnaklarımı yerinden sökene kadar buna devam ettim. Bir sağa bir sola koşup atlayıp kurtulabileceğim bir pencere aradım. Yoktu! Buradan hiç çıkış yoktu… Yüklendiğim onca acı, üzüntü, bulantılar, öfke gibi ağır duygudan sonra bitkin düştüm. Sanırım yeniden uykuya daldım.
5. Uyandığımda kendi odamdaki kanepe de olduğumu gördüm. Ben bir sin koleksiyoneriyim. Kaza geçirmiş bir gemiden kurtulan tek denizci bendim ve onca ölüyü gömmek bana düşmüştü. Kıyıya vuran onlarca cesedin hem sahibi hem de bekçisiydim. Açlık ve susuzlukla yeniden defalarca baş edebilirdim ama bu mezarlığın ağırlığını taşımak sadece bilenin anlayacağı bir zorluktur. Hem sin hem em olmayı bildi benim sinem. Belki de hiç birini asla yeterince olamadı. Orada ki ‘’4’’ kendime bile itiraf edemeyeceğim korkaklıkların mezarlığıdır.
Yerimden kalkıp balkona çıktım. Bir sigara yakıp balkonun korkuluklarına iyice yaslandım. Başımı gökyüzüne kaldırdığım da yıldızlardan bir tanesinin ‘’S’’ şeklinde olduğunu fark ettim. Gülümsedim. Hep görebileceğim bir yerde, asla ulaşamayacağım kadar uzakta olan o yıldıza uçmak gibi delice bir fikre kapıldım. O ‘’S’’ benim yakmayan ışığım, boğmayan karanlığımdı. Elimi göğsüme götürüp içime seslendim.’’ Artık gitme vakti gelmiştir ha ne dersiniz?’’ dedim oldukça kararlı bir ses tonuyla.
Balkonun korkuluklarına tutunup diğer tarafa geçtim. İçimdeki savaş dinmiş yerini huzura bırakmıştı. Şimdi göğsüm daralmıyor ve oldukça rahat nefes alabiliyordum. Gözümü ‘’S’’ den ayırmadan, yüzümde beliren tebessümü de koynuma alarak uçmaya başladım.
Büyük çizgileriyle tanıyorum umutsuzluğu. Kanadı yok umutsuzluğun, akşam vakti deniz kıyısında bir taraçada, toplanmış bir sofrada kalayım demiyor. Umutsuzluk bu, o bir sürü olayların dönüşü değil bu, tıpkı akşam karanlığında bir karıktan öbürüne giden tohumlar gibi. Bir taşın üstündeki yosun ya da su bardağı değil o. Kardan elenmiş bir gemi o, ya da düşen kuşlara benzetebilirsiniz, ama kanlarının en küçük bir kalınlığı yok. Büyük çizgileriyle tanıyorum umutsuzluğu. Başa takılan süslerle çevrilmiş küçük bir şey o. Umutsuzluk o. Kopçası bulunamayan inci gerdanlık, bir ipe gelmez, böyle bir şey işte umutsuzluk. Gerisinden, ondan hiç söz etmeyelim. Başlamışsak bitiremeyiz umutsuzluğu. Saat dört sularında avizeden umutsuzlanırım ben, gece yarısına doğru da yelpazeden umudumu keserim, tutukluların cigaralarından umutsuzlanırım. Büyük çizgileriyle tanıyorum umutsuzluğu. Yüreği yoktur umutsuzluğun, el umutsuzlukta hep soluk soluğa kalır, umutsuzlukta kalır öyle aynalar, bize asla ölüp ölmediklerini söyleyemezler. Beni büyüleyen umutsuzluğu gördüm ben. Yıldızların türkü söyledikleri vakit gökyüzünde uçan bu mavi sineği seviyorum. Şaşılacak, o uzun dolu tanelerine benzeyen umutsuzluğu, o kendini beğenmiş o öfke küpü umutsuzluğu büyük çizgileriyle tanıyorum. Her gün herkesler gibi kalkıyorum, kollarımı çiçekli bir kâğıda uzatıyorum, hiçbir şeycikler hatırlamıyorum, ama hep umutsuzluğun yardımıyla o geceden koparılmış güzelim ağaçları görüyorum. Odanın havası davul tokmakları gibi güzel. Zaman içinde zaman bu. Büyük çizgileriyle tanıyorum umutsuzluğu. Bana bir sırık uzatan perdenin rüzgârı gibi o. Böylesi bir umutsuzluk akla gelir mi! Yangın var! Ah yine geliyorlar… İmdat! İşte merdivenlere düştüler… Ve o gazete ilanları, o kanal boyunca ışıklı reklamlar. Kum yığını, git, pis kum yığını! Büyük çizgileriyle önemli değil umutsuzluk. Bir orman yapmaya giden angarya ağaçlar, bir gün daha yapmaya giden bir yıldız angaryası, ömrümü uzatan bir angarya günleri daha.
Biliyor musun? Etrafımda dolanan mavi bir kedi var.Mırıltılarıyla zihnime asılıyor,kuş oluyor bazen bazen de piyano çalıyor.İnanmayacaksın ama senin gibi kargaları ve siyahı seviyor ..
Mavi bir kedi diyorum .Mavi bir kedi.. ............ .......
CAM KELEPÇEYE EVET
Ilık bir süzülüşle
Geri dön hayat,
Bırakma yeryüzü salına
tünemiş pek kara kuşlar
Örtsün bakışımı,
Görmek acısı sürsün
pencere tutsağının
Düşsün hayatı suya...
Nilgün Marmara
Deli kadınlar iyidir...
Onları çok severim.
Çünkü ne kahkahaları tutsak,
Ne gözyaşları sınırlı,
Ne arzuları mahpus,
Ne öfkeleri prangalıdır.
Eywallah...
:))) teşekkür etmeyelim mi yani
Bu duvarda paylaşılanları üzerinize alınmayın lütfen çünkü anonimdir efenim!!!
üniversite de ilk okuduğumuz kitapti
Çok güzeldi teşekkür ederim efenim :)))))))))
İnsanı kurtaracak olan yine kendi içindeki "İnsan"ın inşası; adalet duygusu ve vicdanıdır. Çünkü vicdan, "İnsanın içindeki tanrıdır."
Yılmaz Odabaşı
''turgut uyar'ın olmayan şiirdir.
oğlu uyar'ın şiiri olmadığını açıklamıştır.
bir yerde okuduğuma göre adının bilinmesini
istemeyen birisi şiiri turgut uyar'a hediye
etmiştir.''
palyaço
i.
kaç kişiyi öldürdüm düşlerimde
kaç kilo çekerdi yalnızlık
kaç kere ezildim altında
yaz yağmurlarının
belki de palyaçolar ağlardı pazartesi sabahları
her sirk geldiğinde ağlamaklı olurduk
hep ağlamaklı olurduk gülünecek halimize
kim sevmezdi çiçekleri filan
?ben sevmezdim? dedim, ?yalan? dedi
bunu palyaço söyledi,
palyaço söyledi ben yazdım
yazdım, yazmasam ağlayacaktım
herkes ağlarmış biraz, ben de ağladım
sırf bu yüzden mi ağladım
alçaklık gibi bir şey oldu bu biraz
biraz birazdım her şeyden
dün biraz sinirlenmiştim mesela
yarın bir kadını seveceğim biraz
biraz biraz kör oldum bügünlerde
ama rakı kadehlerini boşaltmayın
eksilmesin hiçbir şey
hiçbir şeyden dahi olsa
kalsın biraz
ii.
umursamıyorum yılgınlığımı filan
çünkü sessizce yaşanmalı her şey
bir devrim sesszce olmalı mesela
ve her sözcüğüne inanmalı bir palyaçonun
bir palyaço neden yalan söylesin ki
ben palyaço olsaydım söylemezdim
marangoz olsaydım da söylemezdim
ben insan olsaydım yalan söylemezdim!
hem nereden çıkardınız palyaçonun yalnızlığını
kaç kilo çeker ki bir palyaço
hem neden yüzüme vuruyorsunuz
bir çirkin ördek yavrusu olduğumu
gocunmam ki ben, ben gocunmam
bir palyaço ne kara gocunmazsa
o kadar, o kadar gocunmam işte
rakı doldurun! eksilmesin
iii.
bitmedi, yazacağım daha
yazmazsam ağlayacağım çünkü
alçakça olacak biraz
hem biz o zaman kimdik ki, nerelere giderdik
her sokakta biraz daha eksilirdik
bilirdim, geceleri puslu puslu olurdu bazen
bazen birisi fısıldarmış gibi olurdu
?duyamadım?, derdim, ?tekrar et!?
sessizliğe bürünürdü o vakit her şey
sokaklar daha bir puslu
palyaçolar daha bir ağlamaklı olurdu
ve ben daha bir alçak olurdum
ağlardım biraz
hem sen kimsin, çekiştirme diyorum
hatta kuyruğuma basma diyorum
acıyor, tırmalarım,-
diyorum
kahrol, kahrol!
diyorum
iv.
geçen gün yüzüme rastladım bir ilan panosunda
korktum birden, kusacak gibi oldum
?olur öyle? dedi palyaço,
?herkes alçaktır biraz?
?otur ulan!? dedim, bağırdım ona
ben bazen bağırırım biraz
?rakı doldur!? dedim, ?eksilmesin!?
ben bazen eksilirim biraz
aslında hepimiz eksilirmişiz biraz
bunu sonradan öğrendim
ben aslında her şeyi sonradan öğrendim
herkes herkesi sonradan öğrenirmiş
bunu da sonradan öğrendim
örneğin;
geçen gün bir kadınla seviştim
biraz değil çok seviştim
ya işte öyle palyaço
diyorum ki,
bunu da yeni öğrendim
sevişmek de eksilmekmiş biraz
v.
kim sevmezdi ki kuş ötüşlerini filan
?ben sevmezdim? dedim, ?yalan?
dedi
bunu palyaço söyledi
palyaço söyledi, ben yazdım
yazmasam, alçak olacaktım
hem ben roman da yazdım biraz
bazen diyorum ki, palyaço,
sen olmasan ben ne yaparım
alçakça eksilirim belki biraz
her yağmur yağışında yerindi dibine girerim
hiçbir kadının kasıklarını öpemem belki
ya da unuturum sonradan öğrendiklerimi
biraz biraz anlıyorum ki,
yüzler eller, o terli vücutlar filan
her şey plastikmiş biraz
vi.
haydi sirtaki yapalım palyaço
rakı doldur, yine eksildik biraz.
Sinem
1.
Gözlerimi açtığımda kopkoyu bir karanlık karşıladı beni. ‘’Neredeyim?’’ diye boşluğa seslendim. ‘’Kimse yok mu?’’ dedim yüksek sesle. Sanki kendi sesim beni kendi sorularımla karşılıyordu. Yankı gibi değil de kendini tekrar eden bir zaman sıkışmasında takılıp kalmak gibi tuhaf bir his veriyordu.
Gözlerimi kapatıp bir süre daha bekledim. Ellerimle oturduğum yeri taradım. Beton bir zemin üzerinde buz gibi soğuk bir duvara yaslanmış oturuyordum. Öyle bir soğuk ki hem yanmış bir yere pansuman yapmak gibi iyi geliyordu hem de öyle kalmaya devam ettikçe hislerimden arındırıyordu. İyi geldiğini sanmama rağmen bu soğukluk içime dek işleyip beni üşütüyordu.
‘’Duvar!’’ dedim aklıma gelenin heyecanıyla. Sırtımı duvara vererek hareket edebilirdim bu karanlığın içinde. Belki de buradan çıkmanın bir yolunu bu sayede bulabilirdim. Hevesle ayağa kalkıp gözlerimi araladım. Gözlerimi hep açık tutarsam bir süre sonra karanlığa alışıp bazı şeyleri görebilirim belki diye düşündüm. O kopkoyu karanlık gözlerime yeniden dolunca rahatsız oldum. Buna rağmen gözlerimi açık tutmaya devam ettim.
İlk adımlarımı atmaya başladığım anda içimde bir umut yeşerdi. İçinde kaybolduğum öyle zifiri bir karanlıktı ki sanki onlarca el boğazımı sıkıyor ve beni nefessiz bırakıyordu. Bu derece ışıksız kalmak tarifsiz derece de kötüydü. Belki sadece birkaç dakikadır bu karanlıkta yol alıyordum ama bana sanki saatlerdir yürüyormuşum gibi yorucu gelmişti. Kendi nefesimden, adım seslerimden başka hiç ses yoktu. Sanki koskoca evren de tek başıma kalmış gibiydim.
Adımlarım birbirini duvar boyunca takip ederken,ellerimle duvarı yokluyordum. Elimin altında ahşap bir dokunun varlığını hissettim. ‘’Kapı!’’ dedim sevinçle. Bu kapı ise mutlaka bir kolu olmalıydı. Ellerim yerinde duramayan afacan bir çocuk gibi hareketlenip ahşap dokuyu taramaya başladı. Sonunda o metal kapı koluna dokunduğum anda çıkış biletime kavuşmuş olduğumu anlayıp sevinçle bir çığlık attım. Kapının kolunu yavaşça aşağıya doğru çevirdim. Açılmadı… Yeniden, yeniden, yeniden denedim. ‘’Bu kapı kilitli lanet olası!’’ dedim bağırarak.
O karanlık rutubet kokan odada hapistim ve ben bunun sebebini bile bilmiyordum. Saatlerce sürdüğünü düşündüğüm bir süre boyunca ağladım, bağırdım, yalvardım ve sonunda bitkin düşüp uyuyakaldım.
2.
Uyandığımda gözlerimi hafifçe araladım. Odanın içi gözlerimi yakacak derecede aydınlıktı. Gözlerimi ovuşturarak yeniden açmayı denedim. Gözlerime dolan ışıkla birlikte binlerce iğne batıyormuş gibi canım yandı. Işık öyle yoğun ve sıcaktı ki bir süre önce yakındığım karanlığı özlemeye başladım. Kıvrıldığım köşede iyice küçülüp yok olmaya çalıştım. Işığın değdiği her noktam alev alev yanıyordu. Gözlerimi açamıyor olmama rağmen ışık sanki bir jilet gibi göz kapaklarımı kesiyor ve beynime kadar yakıyordu. Yüzümü duvara dönüp ışıktan kaçmaya çalışsam da duvarın sıcaklığı yüzümü yakmaya devam ediyordu. Tüm bunlara rağmen ışığın verdiği acı bir süre sonra alışmak zorunda olduğum bir mecburiyet gibi gelmeye başlamıştı. Beni yakıp kavuran bu aydınlık hayatta kalmam için katlanmak zorunda olduğum bir güçtü. Onun kurallarına uymak ve beni dilediği gibi yakmasına izin vermek zorundaydım. Böyle yaparsam tenim bir süre sonra bu teslimiyete alışacak ve eskisi gibi acımayacaktı. Öylece kaldım…
Sonunda acının dayanılmaz olduğunun farkına yeniden vardım.Biraz daha böyle kalırsam tenim ileri derece de yanacağından acının daha da artacağını anladım. Aklımdaki saçma sapan fikirlerden kendimi kurtarıp yeniden adım atmaya karar verdim. Bu kez yüzümü duvara dönüp canımın acımasına aldırmadan yürümeye başladım. Aydınlıktan kaçmaya çalışırken öyle hızlı hareket etmiştim ki çok daha çabuk vardım kapıya. Elimi kapı koluna attığımda metal çok fazla ısındığından elim şiddetle yanmaya başladı. Ben buna da aldırmadan kolu aşağıya doğru indirdim. Büyük bir üzüntüyle, ‘’kapı hala kilitli’’ dedikten sonra acıya daha fazla dayanamayıp bayıldığımı düşünüyorum. Sonrasını hatırlamıyorum.
3.
Dokuzuncu senfoni çalıyordu.Hem de öyle bir çalıyordu ki yeri göğü inletecek kadar yüksek bir volümde kulaklarımdan tüm bedenime bir karınca sürüsü gibi hücum ediyordu. Aç kalmış yüzlerce karınca beynimi kemiriyordu sanki. ‘’Oysa ben klasik müziği çok severim’’ dedim fısıltıyla, onca gürültüde sanki beni biri duyabilirmiş gibi utanarak. Gözlerimi açmaya korkuyordum. Beni neyin beklediğinden duyduğum endişe yüzünden gözlerimi açmaya hiç heveslenmedim. Ama müzik bitmek bilmiyordu. ‘’Kulaklarımdan kanlar fışkırsa ve sağır olsam keşke’’ dedim daha yüksek sesle.
Gözlerimi aralamaya karar verdiğimde bir odanın ortasında uzandığımı gördüm. Işık fazla değildi, karanlıkta yoktu. Yattığım yerden doğrulup gözlerimle etrafımı taramaya başladım. Çevremde bir sürü camdan odacık vardı. İçlerinde insanlar vardı. ‘’insanlar!’’ diye bağırdım. Çok sevinmiştim. Dünyada tek başına kalmışlığın duygusu öyle ağır gelmişti ki bir camekânın arkasında bile olsalar etrafımda insanların olması beni mutlu etmişti. Onlara seslendim. Beni duyup görmeleri için el hareketlerimle de kendimi göstermeye çalışıyordum. Oysa hiç biri beni görmüyor ve duymuyordu. Orada ben hiç yokmuşum gibi davranıyorlardı.
Bir camekâna yaklaşıp ne yaptıklarını anlamaya çalıştım. İlk bulunduğum yerden onları net olarak göremiyordum. Ben daha aydınlık bir noktada sanki sahnede gibiydim. Onlarsa daha loş bir ışıkta fazla seçilemiyorlardı. Bir adamın bir kadını sürekli bıçakladığını görünce midem ağzıma geldi. Kussam belki de rahatlayacaktım. İlk şoku atlatınca ayrıntılara biraz daha dikkat ettim ve… Bu nasıl bir yerdi böyle? Adamın sürekli bıçakladığı kadın bendim. Ya da bana çok benzeyen bir kadındı. Kadının attığı çığlıkları müzik yüzünden duyamıyordum ama çektiği acıyla haykırışını yüzünden ve tüm bedeninden oldukça net anlayabiliyordum.Adam ise sıradan bir iş yapıyormuş gibi oldukça rahat ve hatta daha da kötüsü keyifliydi.
Onları daha fazla izleyemeden bir diğer camekâna geçtim. Bir başka adamın yine tıpkı bana benzeyen bir kadına tecavüz ettiğini izlemek zorunda kaldım. Midem bulanıyor ve başım dönüyordu. Sonra sırayla diğer bölmelerde bir köpeğe işkence edildiğini, bir çocuğa anlatılamayacak şeyler yapıldığını, bir bebeğin öldürüldüğünü, bir askerin kendi kafasına defalarca dirilip yeniden sıktığını, beyninin arkasındaki duvara dağıldığını gördüm. İmam kıyafeti giymiş bir adamın üzerinde ayetlerin yazılı olduğu kâğıtlardan önce ok yaptığını sonra bir kadının gözlerini bu okla defalarca oyduğunu izledim.
Tüm bunları izlerken sürekli kendimi daha da hasta hissediyordum. ‘’Otomatik portakal’’ dedim şaşkınlıkla. Ben bir kitabı yaşıyordum. Bu nasıl olabilirdi? Tıpkı kitaptaki gibi önce tırnaklarımla duvarları saatlerce tırmalayıp tırnaklarımı yerinden sökene kadar buna devam ettim. Bir sağa bir sola koşup atlayıp kurtulabileceğim bir pencere aradım. Yoktu! Buradan hiç çıkış yoktu… Yüklendiğim onca acı, üzüntü, bulantılar, öfke gibi ağır duygudan sonra bitkin düştüm. Sanırım yeniden uykuya daldım.
5.
Uyandığımda kendi odamdaki kanepe de olduğumu gördüm. Ben bir sin koleksiyoneriyim. Kaza geçirmiş bir gemiden kurtulan tek denizci bendim ve onca ölüyü gömmek bana düşmüştü. Kıyıya vuran onlarca cesedin hem sahibi hem de bekçisiydim. Açlık ve susuzlukla yeniden defalarca baş edebilirdim ama bu mezarlığın ağırlığını taşımak sadece bilenin anlayacağı bir zorluktur. Hem sin hem em olmayı bildi benim sinem. Belki de hiç birini asla yeterince olamadı. Orada ki ‘’4’’ kendime bile itiraf edemeyeceğim korkaklıkların mezarlığıdır.
Yerimden kalkıp balkona çıktım. Bir sigara yakıp balkonun korkuluklarına iyice yaslandım. Başımı gökyüzüne kaldırdığım da yıldızlardan bir tanesinin ‘’S’’ şeklinde olduğunu fark ettim. Gülümsedim. Hep görebileceğim bir yerde, asla ulaşamayacağım kadar uzakta olan o yıldıza uçmak gibi delice bir fikre kapıldım. O ‘’S’’ benim yakmayan ışığım, boğmayan karanlığımdı. Elimi göğsüme götürüp içime seslendim.’’ Artık gitme vakti gelmiştir ha ne dersiniz?’’ dedim oldukça kararlı bir ses tonuyla.
Balkonun korkuluklarına tutunup diğer tarafa geçtim. İçimdeki savaş dinmiş yerini huzura bırakmıştı. Şimdi göğsüm daralmıyor ve oldukça rahat nefes alabiliyordum. Gözümü ‘’S’’ den ayırmadan, yüzümde beliren tebessümü de koynuma alarak uçmaya başladım.
D...
Olmak
Büyük çizgileriyle tanıyorum umutsuzluğu. Kanadı yok
umutsuzluğun, akşam vakti deniz kıyısında bir taraçada,
toplanmış bir sofrada kalayım demiyor. Umutsuzluk bu, o bir
sürü olayların dönüşü değil bu, tıpkı akşam karanlığında bir
karıktan öbürüne giden tohumlar gibi. Bir taşın üstündeki
yosun ya da su bardağı değil o. Kardan elenmiş bir gemi o, ya
da düşen kuşlara benzetebilirsiniz, ama kanlarının en küçük
bir kalınlığı yok. Büyük çizgileriyle tanıyorum umutsuzluğu.
Başa takılan süslerle çevrilmiş küçük bir şey o. Umutsuzluk o.
Kopçası bulunamayan inci gerdanlık, bir ipe gelmez, böyle bir
şey işte umutsuzluk. Gerisinden, ondan hiç söz etmeyelim.
Başlamışsak bitiremeyiz umutsuzluğu. Saat dört sularında
avizeden umutsuzlanırım ben, gece yarısına doğru da
yelpazeden umudumu keserim, tutukluların cigaralarından
umutsuzlanırım. Büyük çizgileriyle tanıyorum umutsuzluğu.
Yüreği yoktur umutsuzluğun, el umutsuzlukta hep soluk
soluğa kalır, umutsuzlukta kalır öyle aynalar, bize asla ölüp
ölmediklerini söyleyemezler. Beni büyüleyen umutsuzluğu
gördüm ben. Yıldızların türkü söyledikleri vakit gökyüzünde
uçan bu mavi sineği seviyorum. Şaşılacak, o uzun dolu
tanelerine benzeyen umutsuzluğu, o kendini beğenmiş o öfke
küpü umutsuzluğu büyük çizgileriyle tanıyorum. Her gün
herkesler gibi kalkıyorum, kollarımı çiçekli bir kâğıda
uzatıyorum, hiçbir şeycikler hatırlamıyorum, ama hep
umutsuzluğun yardımıyla o geceden koparılmış güzelim
ağaçları görüyorum. Odanın havası davul tokmakları gibi
güzel. Zaman içinde zaman bu. Büyük çizgileriyle tanıyorum
umutsuzluğu. Bana bir sırık uzatan perdenin rüzgârı gibi o.
Böylesi bir umutsuzluk akla gelir mi! Yangın var! Ah yine
geliyorlar… İmdat! İşte merdivenlere düştüler… Ve o gazete
ilanları, o kanal boyunca ışıklı reklamlar. Kum yığını, git, pis
kum yığını! Büyük çizgileriyle önemli değil umutsuzluk. Bir
orman yapmaya giden angarya ağaçlar, bir gün daha yapmaya
giden bir yıldız angaryası, ömrümü uzatan bir angarya günleri
daha.
André BRETON
Çeviri: İlhan BERK
Baharım valsim :))))))))))
dereler çağlar oldu
gözlerim ağlar oldu.........
devamını sen getir hadi duvar........
Nerede ki acaba :)))
hunimin içinde değil ki.....
alla alla ! nereye saklanmış :))))
burda müslüm denen bir hıyar varmış !!!!!!!!!!!!¡
âlâ:))
Bak hele İzmir vurgusuna A hatta Aaaa :)
Eyvallah. Sen de ''D'' diyebilirsin o vakit . Derindir dikkat et :)
Maria, İrem hanfendi sana söylüyor. :)
Antonin Artaud ama sen* kısaca A diyebilirsin..:))
*sadece sen..
Mavi kedi mi?
İrem hanfendi ikindi rüyasında sanırım. Dokunmayın! :)))
Mavi kediler tekin değildir. Kaçççççççççççç... Karga tespiti ilginç ama :))
Bilelim bakalım sen kimsin? :))))))))
Biliyor musun?
Etrafımda dolanan mavi bir kedi var.Mırıltılarıyla zihnime asılıyor,kuş oluyor bazen
bazen de piyano çalıyor.İnanmayacaksın ama senin gibi kargaları ve siyahı seviyor ..
Mavi bir kedi diyorum .Mavi bir kedi..
............
.......
............
.....