vezir hakkında herkes azçok bi bilgiye sahip olabilir. ama esas önemli olan haset veziri bilip algılamak gerekli.çünkü türkün bekası tehlikede.türklük için çalışıyor gözüküp türklüğün altını oyan haset vezirlerden allah ülkemizi korusun.
yahudiler arasında zalim isa düşmanı ve hıristiyan öldüren bi hükümdar vardı. Peygamberlik zamanı ve nöbeti isa’nındı. Musa devri geçmişti. Öyle olmakla beraber o, Musa’nın; Musa da o’nun ruhu mesâbesindeydi. O şaşı hükümdar Allah yolunda iki demsâz ve hemdem olan Musa ve isa’yı birbirinden ayrı gördü. Yahudi hükümdar çıfıtlık kini ile o kadar şaşı oldu ki, aman Yâ Rabbî sana sığındık! Ben Musa dininin hâmî ve yardımcısıyım diye yüz binlerce mazlum mümîni öldürdü. Yahudi hükümdarın sapık ve hileci bir veziri vardı ki hile ile suyun üstüne düğüm vururdu. Bu vezir dedi ki, Hıristiyanlar canlarını kurtarmak için dinlerini hükümdardan gizlerler. Onları öldürme ki, öldürmenin faydası yoktur. Din, misk ve öd ağacı değildir ki kokusu olsunda ondan anlaşılsın. Hükümdar vezire sordu ki o halde ne tedbir alalım? Bu hilenin, bu yalanın –Yani iseviliğin- yayılmasına mâni olmanın çaresi nedir? Tâ ki dünyada Nasrâniliğini ilan eden, yahut gizli din kullanan bir Hıristiyan kalmasın. Vezir dedi ki: Şahım, kulağımı ve elimi kestir ve acı bir hüküm ile burnumu ve dudağımı yardır. Ondan sonra beni darağacının altına getir. O sırada bir şefaatçi çıksın ve senden affımı istesin. Bu işi tellal çağrılan ve kalabalık olan dört yol ağzı bir meydanda yaptır. Ondan sonra beni yanından uzaklaştır ve uzak bir şehre sür ki, Hıristiyanlar arasında şer ve fitne çıkarayım. Gizli olarak diyeyim ki: Ben sırren Hıristiyan’ım. Ey sırların âlimi olan Rabbim sen bilirsin. Şah benim imânıma vâkıf oldu. Yahudilik taassubu dolayısıyla canıma kastetti. Dinimi gizlemek, şahın dinini izhâr etmek istiyordum. Şah esrarımdan koku aldı. Sözlerim onun nezdinde töhmetli tutuldu. Şah bana dedi ki: Senin sözün, içinde iğne bulunan ekmek gibidir. Senin kalbinden benim kalbime pencere vardır. Ben o kalp penceresinden senin halini gördüm. Halini görüp anladığım dedikoduna kulak asmam. Eğer isa dini yardımcım olmasaydı şah beni çıfıtçasına parçalatacaktı. isa için canımı feda eder, başımı veririm. Hatta bundan dolayı kendimi yüz bin kere minnettar sayarım. isa’dan canımı esirgemem, lakin onun dinine dair iyiden iyiye malumatım vardır. O pak dinin birtakım cahiller arasında kalıp ziyana uğrayacağına hayıflanıyorum. nnarını belimize bağlamışız. Ey insanlar; zaman isa devridir. O’nun dinine ait esrarı candan gönülden dinleyiniz. Vezir bu hileyi sayıp dökünce, hükümdarın kalbindeki endişeyi tamamıyla izâle etti. Hükümdar vezirin dediği siyaseti onun hakkında yaptırdı. Ahali ise vezirin cürümü ve cezası karşısında hayran kaldı. Hükümdar veziri, Hıristiyanların bulunduğu memlekete sürdü. O da gittiği yerlerde onları davete başladı. Yavaş yavaş mezhebine girmek suretiyle yüz binlerce Hıristiyan vezirin başına toplandı. Vezir o cemaate Đ ncil’in, zünnarın, namazın esrarını gizlice anlatıyordu. Vezir zâhirde din hükümlerinin vâizi idi. Lâkin batında ve hakîkatte kuşbazların ıslığı ve tuzağı gibiydi. Bundan dolayı ashaptan bazıları, Resûl-i Ekrem (s.a.v.) ’den insanı azdıran nefsin hilesine dair malumat isterlerdi... Hıristiyanlar tamamıyla o vezire tabi oldular. Zaten avam insanların taklit kuvveti nedir ki? Vezirin muhabbetini kalplerine ektiler. Kendisini Đ sa’nın vekili farz ettiler. O vezir hakikatte tek gözlü ve melun bir deccal idi. Ey ni’me’l-mûîn olan Allah; imdâda yetiş! ... O alçak vezirin aslı ve mayası haset idi. Onun kulağını ve burnunu batıl yere ve bedava olarak verdi... Vezir gibi halkı sapıtmayı kendine sermaye yapma ve herkesi namazdan, niyazdan ve ibadetten alıkoyma. O kafir vezir ki din nasihatçisi kılığına girmiş, hile ile bâdem helvasına sarımsak karıştırmıştı. Kuvve-i zaikası olanlar –yani ağzının manevi tadı yerinde bulunanlar- vezirin sözlerindeki lezzet arasında bir de acılık duyuyorlardı. Vezir nükteli sözler söylüyordu. Lakin o sözler, içine zehir karıştırılmış şeker şerbeti gibi idi. Vezirin zahiri kelamı: Hak yolunda gayretli ol diyordu. Zımnen ve fiilen ise rûha atâlet ve miskinlik tavsiye ediyordu... Veziri dinleyenlerden her kim anlayışlı ve zevk sahibi değilse, vezirin sözleri onun boynuna halka gibi geçiyordu. Hükümdardan ayrı olarak vezir altı sene müddetle isevi’lerin penâhı ve muktedâsı oldu. Halk –yani Hıristiyanlar- dini de, kalbi de ona teslim ettiler, onun emrine ve hükmüne karşı can fedâ edecek dereceye geldiler. Vezir ile hükümdar arasında gizli muhabere oluyordu. Vezirin vaatlerinden hükümdarın kalbi rahatlaşıyordu. Hükümdar ona: Ey benim makbulüm, zamanı geldi. Kalbimdeki endişeyi çabucak gider, diye bir mektup yazdı. Vezir ise “Şahım isa dinine fitne düşürmek işiyle meşgulüm”, diye cevap gönderdi. isa kavminin rabt u zabt hususunda on iki hakimi vardı. Her fırka, ayrı bir beyin tabii idi ve tamahkarlık sevkiyle onun kulu ve kölesi olmuştu. Bu on iki bey ile onların kavmi, o nişanı kötü vezirin itaatine girmiş ve bendesi olmuştu. Hıristiyan beyleriyle tâbîlerin hepsi de vezirin sözlerine kanmışlar, ahvâl ve harekâtına bağlılık göstermişlerdi. Vezir öleceksin demiş olaydı, o beylerden her biri, her an ve saat huzurunda can verirdi. Vezir o beylerden her birinin namına bir tomar tanzim etti ki tomarların hepsi de meslek ve mezhep itibarıyla bambaşka idi. O tomarlardan her birinin hükümleri başka türlü ve biri, başından sonuna diğerine aykırı idi. Tomarın birinde, riyâzet ve açlık yolunu, tövbenin ve günahlardan dönüşün rüknü kılmış. Tomarın birinde demişti ki: Riyâzetin faydası yoktur. Bu yolda cömertlikten başka kurtulacak cihet bulunmaz. Tomarın birinde de demiştiki; senin açlığın da cömertliğin de mağbuduna karşı şirk koşman olur. Gamda olsun, rahatta olsun, tevekkül ve teslimden başka amellerin hepsi hile ve tuzaktan ibarettir. Tomarın birinde demişti ki: Vacip olan hizmettir. Yoksa tevekkül düşüncesi bâis-i töhmettir. Tâ ki o emir ve nehiylerle kendi aczimizi ve Hakk’ın kemâl-i kudretini görüp anlayalım. Tomarın birinde demişti ki: Kendi aczini görme, aklını başına al. Kendinde acz görmek, Allah’ın nimetine küfran göstermektir. Kendi kudretini gör ki bu kudret ondandır. Kendindeki kudreti Allah’ın bir nimeti bil. Tomarın birinde demişti ki: Bu ikisinden –yani kendinde acz ve kudret görmekten- geç. Nazara sığan, görülebilen her ne varsa tevhid yolunda manevi put sayılır. Tomarın birinde demişti ki: Bu mumu söndürme. Çünkü nazar ve istidlâl bu meclisin mumu gibidir. Nazar ve istidlâlden geçersen, vuslat gecesinin yarısında mumu söndürmüş, karanlıkta kalmış olursun. Tomarın birinde demişti ki: Korkma, nazar ve istidlâl mumunu söndür. Yani müessiri bulmak için esere bakmaktan vazgeç ki ona mukabil yüzlerce nur görmüş olasın... Tomarın birinde demişti ki: Allah sana ne vermişse, onu icâd ederken sana şirin kılmıştır. Tomarın birinde demişti ki: Kendi isteğini bırak. Çünkü senin tabiatınca makbûl olan, kötü ve merdûd bir harekettir. Tomarın birinde demişti ki: Allah’ın müyesser kıldığı şeyler –yani icrasını kolaylaştırdığı hareketler- kalbin hayâtı ve rûhun gıdasıdır... Tomarın birinde demişti ki: Kendine bir üstat bul. Haseb ve neseb dolayısıyla âkıbet-i umûra vâkıf olamazsın. Tomarın birinde demişti ki: Üstadı tanıdığın için üstat sensin. Tomarın birinde demişti ki: Bunların hepsi birdir. Đ ki gören şaşı bir zavallıdır. Tomarın birinde demişti ki: Yüz nasıl bir olur? Böyle düşünen delidir. Her biri diğerine zıt bir sözdür. Nasıl olabilir ki biri zehir, öbürü şekerdir? Đ sa dininin düşmanı olan o Yahudi vezir bu tarzda ve nevide on iki tomar yazdı... O Yahudi vezir hükümdarı gibi cahil ve gâfil idi. Bunun için kadim ve kabulü zaruri olan bir emr-i ilâhî ile pençeleşmeye kalkıştı. Öyle bir Kâdir-i mutlak uğraşmak istedi ki, bunun gibi yüzlerce âlemi bir dem içinde, yahut bir kün emriyle yokluktan vücûda getirir... O vezir de, onun gibi yüz, hatta yüz bin vezirin de hîlesini Allah, bir kıvılcımla mahveder. Cenab-ı Hak, o Yahudi vezir ve emsâlinin düşündükleri hileleri, mazlumlar hakkında hikmet hâline getirir. Yine zehirli su gibi olan tezvirlerini mağdurları için şerbet derecesine çıkarır... O vezir, kendiliğinden başka bir hile yaptı. Vaazı bıraktı, halvete oturdu. Kırk elli gün kadar halvette oturup müritlerini ayrılık ateşine yaktı. Halk o vezirin hâl u kâli ve zevk u iştiyâkından deli divâne oldu. Müritler ağlayıp vezirin dışarı çıkması için yalvarıyorlardı. O ise halvet hanesinde riyâzat yüzünden iki kat olmuştu. Müritler diyorlardı ki: Sensiz bizim için hidayet nuru yoktur. Yedici bulunmazsa körün hali nasıl olur? ikram ve ihsan etmiş olmak için ve Allah aşkına artık bundan fazla bizi kendinden ayırma. Biz çocuk gibiyiz ki sen de dadımız mesâbesindesin. Terbiye ve irşâd gölgeni başımızdan eksik etme. Vezir dedi ki: Rûhum dostlarımdan uzak değildir. Lakin dışarıya çıkmam için müsaade yoktur. Hıristiyan vezirleri şefaat için, diğerleri de nefislerini kötülemek üzere vezirin yanına geldiler. Dediler ki: Ey kerim olan vezir, biz sensiz, gönlümüzden, dinimizden yetim kalmış olduk. Bizim için bu ne bedbahtlıktır. Sen halvetten çıkmamak için bahane buluyorsun. Bizim ise yüreğimiz yandığı için yüreğimizi çekiyoruz. Biz senin güzel sözlerine alışmış, süt gibi olan hikmetlerini bol bol içmiştik. Allah aşkına olsun bize bu cefayı etme, lutfeyle de halvetten çıkmak için bugünü yarına bırakma. Bu aşıklar sana gönül vermişlerdir. Sen olmayınca delâlete düşeceklerdir. Hepsi de senin firakında karada kalmış balık gibi çırpınıyorlar. Derenin bendini aç da suyu salıver. Ey şu asırda misli bulunmayan, Allah aşkına olsun, halkın feryâdına koş ve imdâda yetiş. Vezir dedi ki: Ey dedikoduya angarye olarak tutulmuş gevezeler, ey vaaz, söz, dil ve kulak arayanlar. Adi bir hissin mevzii bulunan kulağınıza pamuk tıkayınız, bilakis gözünüzdeki his bağını çözüp atınız. Guş-ı sırrın, yâni bâtın kulağının pamuğu bu zahirdeki kulaktır. Bu kulak tıkalı bulunmadıkça manevi kulak sağır demektir. Hissiz, kulaksız ve fikirsiz olun ki irciğ hitabını işitesiniz... Müritlerin hepsi dediler ki: Ey sıvışmak için fırsat arayan hakîm, bu hileyi, bu cefayı bize yapma. Yük taşıyacak hayvana kudretine göre yük vur. Zayıf insanlara da tâkâtleri miktarı iş buyur...Vezir müritlere dedi ki: Delil ve hüccetlerinizi kısa kesiniz. Verdiğim nasihatlere kalbinizde ve ruhunuzda yol veriniz. Ben bu halvethaneden dışarı çıkamam. Çünkü kalp ahvâli ile meşgûlüm. Müritlerin hepsi dediler ki: Ey vezir, sana söylediğimiz sözler, itiraz ve inkar kabilinden değildir. Bizim temennilerimiz, yabancıların sözüne benzemez... O vezir halvethane dilinden seslendi ki: Ey müritler, malumunuz olsun. Đ sa bana bütün dost ve akrabadan münferit ol diye haber gönderdi. Yüzünü duvara çevir ve yalnız otur. Hatta kendi varlığından halvet ve inziva et. Bundan sonra konuşma yoktur. Artık benim sözle işim gücüm kalmamıştır. Dostlar, Allahaısmarladık. Ben ölmüşüm ve dördüncü kat feleğe intikal etmişim. Bu intikalim felek-i nârî altında meşakkat çekmemek ve odun gibi yanıp mahvolmamak içindir. Artık dördüncü kat semada isâ’nın yanında oturacağım. Sonra Hıristiyan beylerini çağırdı. Tenhaca her biriyle görüşüp konuştu. Her birine dedi ki: isa dininde Hakk’ın vekili ve benim halefim sensin Öbür beyler senin tebğan olacaktır. isa hepsini senin tabilerin kılmıştır. Serkeşlik edecek beyi yakala, ya öldür, yahut esir et. Lakin ben sağ oldukça şu vasiyeti kimseye söyleme. Ben ölmedikçe de riyâset ve niyâbet talebine kalkışma. işte bu tomarı ve dîn-i Đ sa hükümlerini ümmete karşı birer birer ve fesâhatle oku. Beylerden her birine ayrı ayrı olarak Hak dininde senden başka vekil yoktur dedi. Her birini birer birer tazîz ve takdîs etti, ona söylediğini aynen buna da söyledi. Her birine birer tomar verdi ki murâd ve mazmûnları birbirine zıt idi. Eliften ye’ye kadar olan harflerin şekli nasıl muhtelif ise, o tomarların metni de öylece birbirine aykırı idi. Bu tomarın hükmü, diğerinin zıddı idi. Nitekim bu tezadı evvelce beyân etmiştik. Ondan sonra kırk gün kapısını kapadı, kendisini öldürüp varlığından kurtuldu. Halk vezirin öldüğünü haber alınca mezarının başı mahşere döndü. Halk, saçını sakalını yolarak ve elbisesini yırtarak onun matemine o kadar toplandı ki, Arap’tan, Türk’ten, Rum’dan ve Kürt’ten mürekkep o kalabalığın sayısını ancak Allah biliyordu. Onun mezarının toprağını başlarına saçtılar. Onun derdinikendileri için derman saydılar. O kimseler, vezirin kabri başında bir ay oturup matem ettiler ve gözlerinden kanlı yaşlar akıttılar. Bir ay sonra halk dedi ki: Ey büyükler, beylerden vezirin yerine geçecek kimdir? Ki o vezirin makamında imam ve muktedâ tanıyalım; ve elimizi, eteğimizi onun eline teslim edelim... O muktedanın yani vezirin ölümünden sonra kalktılar ve yerine vekil istediler. O beylerden biri ilerledi. O vefakar kavmin yanına gitti. Dedi ki, işte o zatın vekili, hatta Đ sa’nın bu zamanda nâibi bendim. Đ şte bu tomar benim vesikamdır ki ondan sonra niyâbet ve riyâset benim hakkımdır. Diğer bir bey de pusudan çıktı ve ortaya atıldı; o da hilâfet davâsında idi. O da koltuğunun altında bir tomar gösterdi. Bunun üzerine ikisinde de çıfıt gazabı peyda oldu. Diğer beyler de birer birer ve birbirinin arkasından keskin kılıçlar çekerek geldiler. Her birinin elinde kılıç ve tomar vardı. Neticede azgın filler gibi birbirlerine girdiler. Yüz binlerce Hıristiyan maktul düştü. Kesilmiş başlardan tepeler peydâ oldu. Sağdan, soldan kan selleri aktı, havaya dağlar gibi tozlar kalktı. Vezirin ektiği fitne tohumları, o ölülerin başlarına afet olmuştu. Cevizler kırıldı. Đ çi olanların ölümden sonra temiz ruhu kaldı...”3
satranç oyunda santaranç tahtasının en teklikeli en güçlü taşı.kale ve filin hareket kabiliyeti tek bi taşta yani vezirde toplanmıştır.vezirini kayebetmiş bi şah yüzde doksan oyunuda kaybeder.
Vezir santrancın en onemli ikinci taşı...Çünkü şah koruma altındadır. Zaten satrançta amaç şahı almaktır. O yüzden bütün taşlar onu korumakla görevlidir. Vezir ise başkumandan gibi şaha yardım eder. İleri geri, çapraz her yöne gidebilir. Batıda vezire Kraliçe adı verilmiş... Bununla Kraliçe'nin Kralın en büyük desteği olduğunu işaret etmektir. Satranç 6. yüzyılda Hindular tarafından oynanmaya başlanmış, oradan dünyaya yayılmış...
vezir hakkında herkes azçok bi bilgiye sahip olabilir. ama esas önemli olan haset veziri bilip algılamak gerekli.çünkü türkün bekası tehlikede.türklük için çalışıyor gözüküp türklüğün altını oyan haset vezirlerden allah ülkemizi korusun.
yahudiler arasında zalim isa düşmanı ve hıristiyan öldüren bi hükümdar vardı. Peygamberlik zamanı ve nöbeti isa’nındı. Musa devri geçmişti. Öyle
olmakla beraber o, Musa’nın; Musa da o’nun ruhu mesâbesindeydi. O şaşı
hükümdar Allah yolunda iki demsâz ve hemdem olan Musa ve isa’yı birbirinden
ayrı gördü. Yahudi hükümdar çıfıtlık kini ile o kadar şaşı oldu ki, aman Yâ Rabbî
sana sığındık! Ben Musa dininin hâmî ve yardımcısıyım diye yüz binlerce mazlum
mümîni öldürdü. Yahudi hükümdarın sapık ve hileci bir veziri vardı ki hile ile
suyun üstüne düğüm vururdu. Bu vezir dedi ki, Hıristiyanlar canlarını kurtarmak
için dinlerini hükümdardan gizlerler. Onları öldürme ki, öldürmenin faydası
yoktur. Din, misk ve öd ağacı değildir ki kokusu olsunda ondan anlaşılsın.
Hükümdar vezire sordu ki o halde ne tedbir alalım? Bu hilenin, bu yalanın –Yani
iseviliğin- yayılmasına mâni olmanın çaresi nedir? Tâ ki dünyada Nasrâniliğini
ilan eden, yahut gizli din kullanan bir Hıristiyan kalmasın. Vezir dedi ki: Şahım,
kulağımı ve elimi kestir ve acı bir hüküm ile burnumu ve dudağımı yardır. Ondan
sonra beni darağacının altına getir. O sırada bir şefaatçi çıksın ve senden affımı
istesin. Bu işi tellal çağrılan ve kalabalık olan dört yol ağzı bir meydanda yaptır.
Ondan sonra beni yanından uzaklaştır ve uzak bir şehre sür ki, Hıristiyanlar
arasında şer ve fitne çıkarayım. Gizli olarak diyeyim ki: Ben sırren Hıristiyan’ım.
Ey sırların âlimi olan Rabbim sen bilirsin. Şah benim imânıma vâkıf oldu.
Yahudilik taassubu dolayısıyla canıma kastetti. Dinimi gizlemek, şahın dinini
izhâr etmek istiyordum. Şah esrarımdan koku aldı. Sözlerim onun nezdinde
töhmetli tutuldu. Şah bana dedi ki: Senin sözün, içinde iğne bulunan ekmek
gibidir. Senin kalbinden benim kalbime pencere vardır. Ben o kalp penceresinden
senin halini gördüm. Halini görüp anladığım dedikoduna kulak asmam. Eğer isa
dini yardımcım olmasaydı şah beni çıfıtçasına parçalatacaktı. isa için canımı
feda eder, başımı veririm. Hatta bundan dolayı kendimi yüz bin kere minnettar
sayarım. isa’dan canımı esirgemem, lakin onun dinine dair iyiden iyiye
malumatım vardır. O pak dinin birtakım cahiller arasında kalıp ziyana uğrayacağına hayıflanıyorum. nnarını belimize bağlamışız. Ey insanlar; zaman isa devridir. O’nun dinine ait
esrarı candan gönülden dinleyiniz.
Vezir bu hileyi sayıp dökünce, hükümdarın kalbindeki endişeyi tamamıyla izâle
etti. Hükümdar vezirin dediği siyaseti onun hakkında yaptırdı. Ahali ise vezirin
cürümü ve cezası karşısında hayran kaldı. Hükümdar veziri, Hıristiyanların
bulunduğu memlekete sürdü. O da gittiği yerlerde onları davete başladı. Yavaş
yavaş mezhebine girmek suretiyle yüz binlerce Hıristiyan vezirin başına toplandı.
Vezir o cemaate Đ ncil’in, zünnarın, namazın esrarını gizlice anlatıyordu. Vezir
zâhirde din hükümlerinin vâizi idi. Lâkin batında ve hakîkatte kuşbazların ıslığı
ve tuzağı gibiydi. Bundan dolayı ashaptan bazıları, Resûl-i Ekrem (s.a.v.) ’den
insanı azdıran nefsin hilesine dair malumat isterlerdi... Hıristiyanlar tamamıyla o
vezire tabi oldular. Zaten avam insanların taklit kuvveti nedir ki? Vezirin
muhabbetini kalplerine ektiler. Kendisini Đ sa’nın vekili farz ettiler. O vezir
hakikatte tek gözlü ve melun bir deccal idi. Ey ni’me’l-mûîn olan Allah; imdâda
yetiş! ... O alçak vezirin aslı ve mayası haset idi. Onun kulağını ve burnunu batıl
yere ve bedava olarak verdi... Vezir gibi halkı sapıtmayı kendine sermaye yapma
ve herkesi namazdan, niyazdan ve ibadetten alıkoyma.
O kafir vezir ki din nasihatçisi kılığına girmiş, hile ile bâdem helvasına sarımsak
karıştırmıştı. Kuvve-i zaikası olanlar –yani ağzının manevi tadı yerinde
bulunanlar- vezirin sözlerindeki lezzet arasında bir de acılık duyuyorlardı. Vezir
nükteli sözler söylüyordu. Lakin o sözler, içine zehir karıştırılmış şeker şerbeti
gibi idi. Vezirin zahiri kelamı: Hak yolunda gayretli ol diyordu. Zımnen ve fiilen
ise rûha atâlet ve miskinlik tavsiye ediyordu... Veziri dinleyenlerden her kim
anlayışlı ve zevk sahibi değilse, vezirin sözleri onun boynuna halka gibi
geçiyordu. Hükümdardan ayrı olarak vezir altı sene müddetle isevi’lerin penâhı
ve muktedâsı oldu. Halk –yani Hıristiyanlar- dini de, kalbi de ona teslim ettiler,
onun emrine ve hükmüne karşı can fedâ edecek dereceye geldiler. Vezir ile
hükümdar arasında gizli muhabere oluyordu. Vezirin vaatlerinden hükümdarın
kalbi rahatlaşıyordu. Hükümdar ona: Ey benim makbulüm, zamanı geldi.
Kalbimdeki endişeyi çabucak gider, diye bir mektup yazdı. Vezir ise “Şahım isa
dinine fitne düşürmek işiyle meşgulüm”, diye cevap gönderdi.
isa kavminin rabt u zabt hususunda on iki hakimi vardı. Her fırka, ayrı bir beyin
tabii idi ve tamahkarlık sevkiyle onun kulu ve kölesi olmuştu. Bu on iki bey ile
onların kavmi, o nişanı kötü vezirin itaatine girmiş ve bendesi olmuştu. Hıristiyan
beyleriyle tâbîlerin hepsi de vezirin sözlerine kanmışlar, ahvâl ve harekâtına
bağlılık göstermişlerdi. Vezir öleceksin demiş olaydı, o beylerden her biri, her an
ve saat huzurunda can verirdi. Vezir o beylerden her birinin namına bir tomar
tanzim etti ki tomarların hepsi de meslek ve mezhep itibarıyla bambaşka idi. O
tomarlardan her birinin hükümleri başka türlü ve biri, başından sonuna diğerine
aykırı idi. Tomarın birinde, riyâzet ve açlık yolunu, tövbenin ve günahlardan
dönüşün rüknü kılmış. Tomarın birinde demişti ki: Riyâzetin faydası yoktur. Bu
yolda cömertlikten başka kurtulacak cihet bulunmaz. Tomarın birinde de demiştiki; senin açlığın da cömertliğin de mağbuduna karşı şirk koşman olur. Gamda
olsun, rahatta olsun, tevekkül ve teslimden başka amellerin hepsi hile ve tuzaktan
ibarettir. Tomarın birinde demişti ki: Vacip olan hizmettir. Yoksa tevekkül
düşüncesi bâis-i töhmettir. Tâ ki o emir ve nehiylerle kendi aczimizi ve Hakk’ın
kemâl-i kudretini görüp anlayalım. Tomarın birinde demişti ki: Kendi aczini
görme, aklını başına al. Kendinde acz görmek, Allah’ın nimetine küfran göstermektir. Kendi kudretini gör ki bu kudret ondandır. Kendindeki kudreti Allah’ın
bir nimeti bil. Tomarın birinde demişti ki: Bu ikisinden –yani kendinde acz ve
kudret görmekten- geç. Nazara sığan, görülebilen her ne varsa tevhid yolunda
manevi put sayılır. Tomarın birinde demişti ki: Bu mumu söndürme. Çünkü nazar
ve istidlâl bu meclisin mumu gibidir. Nazar ve istidlâlden geçersen, vuslat
gecesinin yarısında mumu söndürmüş, karanlıkta kalmış olursun. Tomarın
birinde demişti ki: Korkma, nazar ve istidlâl mumunu söndür. Yani müessiri
bulmak için esere bakmaktan vazgeç ki ona mukabil yüzlerce nur görmüş olasın...
Tomarın birinde demişti ki: Allah sana ne vermişse, onu icâd ederken sana şirin
kılmıştır. Tomarın birinde demişti ki: Kendi isteğini bırak. Çünkü senin tabiatınca
makbûl olan, kötü ve merdûd bir harekettir. Tomarın birinde demişti ki: Allah’ın
müyesser kıldığı şeyler –yani icrasını kolaylaştırdığı hareketler- kalbin hayâtı ve
rûhun gıdasıdır... Tomarın birinde demişti ki: Kendine bir üstat bul. Haseb ve
neseb dolayısıyla âkıbet-i umûra vâkıf olamazsın. Tomarın birinde demişti ki:
Üstadı tanıdığın için üstat sensin. Tomarın birinde demişti ki: Bunların hepsi
birdir. Đ ki gören şaşı bir zavallıdır. Tomarın birinde demişti ki: Yüz nasıl bir
olur? Böyle düşünen delidir. Her biri diğerine zıt bir sözdür. Nasıl olabilir ki biri
zehir, öbürü şekerdir?
Đ sa dininin düşmanı olan o Yahudi vezir bu tarzda ve nevide on iki tomar yazdı...
O Yahudi vezir hükümdarı gibi cahil ve gâfil idi. Bunun için kadim ve kabulü
zaruri olan bir emr-i ilâhî ile pençeleşmeye kalkıştı. Öyle bir Kâdir-i mutlak
uğraşmak istedi ki, bunun gibi yüzlerce âlemi bir dem içinde, yahut bir kün
emriyle yokluktan vücûda getirir... O vezir de, onun gibi yüz, hatta yüz bin vezirin
de hîlesini Allah, bir kıvılcımla mahveder. Cenab-ı Hak, o Yahudi vezir ve
emsâlinin düşündükleri hileleri, mazlumlar hakkında hikmet hâline getirir. Yine
zehirli su gibi olan tezvirlerini mağdurları için şerbet derecesine çıkarır... O
vezir, kendiliğinden başka bir hile yaptı. Vaazı bıraktı, halvete oturdu. Kırk elli
gün kadar halvette oturup müritlerini ayrılık ateşine yaktı. Halk o vezirin hâl u
kâli ve zevk u iştiyâkından deli divâne oldu. Müritler ağlayıp vezirin dışarı
çıkması için yalvarıyorlardı. O ise halvet hanesinde riyâzat yüzünden iki kat
olmuştu. Müritler diyorlardı ki: Sensiz bizim için hidayet nuru yoktur. Yedici
bulunmazsa körün hali nasıl olur? ikram ve ihsan etmiş olmak için ve Allah
aşkına artık bundan fazla bizi kendinden ayırma. Biz çocuk gibiyiz ki sen de
dadımız mesâbesindesin. Terbiye ve irşâd gölgeni başımızdan eksik etme. Vezir
dedi ki: Rûhum dostlarımdan uzak değildir. Lakin dışarıya çıkmam için müsaade
yoktur. Hıristiyan vezirleri şefaat için, diğerleri de nefislerini kötülemek üzere
vezirin yanına geldiler. Dediler ki: Ey kerim olan vezir, biz sensiz, gönlümüzden, dinimizden yetim kalmış olduk. Bizim için bu ne bedbahtlıktır. Sen halvetten
çıkmamak için bahane buluyorsun. Bizim ise yüreğimiz yandığı için yüreğimizi
çekiyoruz. Biz senin güzel sözlerine alışmış, süt gibi olan hikmetlerini bol bol
içmiştik. Allah aşkına olsun bize bu cefayı etme, lutfeyle de halvetten çıkmak için
bugünü yarına bırakma. Bu aşıklar sana gönül vermişlerdir. Sen olmayınca
delâlete düşeceklerdir. Hepsi de senin firakında karada kalmış balık gibi
çırpınıyorlar. Derenin bendini aç da suyu salıver. Ey şu asırda misli bulunmayan,
Allah aşkına olsun, halkın feryâdına koş ve imdâda yetiş. Vezir dedi ki: Ey
dedikoduya angarye olarak tutulmuş gevezeler, ey vaaz, söz, dil ve kulak
arayanlar. Adi bir hissin mevzii bulunan kulağınıza pamuk tıkayınız, bilakis
gözünüzdeki his bağını çözüp atınız. Guş-ı sırrın, yâni bâtın kulağının pamuğu bu
zahirdeki kulaktır. Bu kulak tıkalı bulunmadıkça manevi kulak sağır demektir.
Hissiz, kulaksız ve fikirsiz olun ki irciğ hitabını işitesiniz... Müritlerin hepsi
dediler ki: Ey sıvışmak için fırsat arayan hakîm, bu hileyi, bu cefayı bize yapma.
Yük taşıyacak hayvana kudretine göre yük vur. Zayıf insanlara da tâkâtleri
miktarı iş buyur...Vezir müritlere dedi ki: Delil ve hüccetlerinizi kısa kesiniz.
Verdiğim nasihatlere kalbinizde ve ruhunuzda yol veriniz. Ben bu halvethaneden
dışarı çıkamam. Çünkü kalp ahvâli ile meşgûlüm. Müritlerin hepsi dediler ki: Ey
vezir, sana söylediğimiz sözler, itiraz ve inkar kabilinden değildir. Bizim
temennilerimiz, yabancıların sözüne benzemez...
O vezir halvethane dilinden seslendi ki: Ey müritler, malumunuz olsun. Đ sa bana
bütün dost ve akrabadan münferit ol diye haber gönderdi. Yüzünü duvara çevir ve
yalnız otur. Hatta kendi varlığından halvet ve inziva et. Bundan sonra konuşma
yoktur. Artık benim sözle işim gücüm kalmamıştır. Dostlar, Allahaısmarladık. Ben
ölmüşüm ve dördüncü kat feleğe intikal etmişim. Bu intikalim felek-i nârî altında
meşakkat çekmemek ve odun gibi yanıp mahvolmamak içindir. Artık dördüncü kat
semada isâ’nın yanında oturacağım. Sonra Hıristiyan beylerini çağırdı. Tenhaca
her biriyle görüşüp konuştu. Her birine dedi ki: isa dininde Hakk’ın vekili ve
benim halefim sensin Öbür beyler senin tebğan olacaktır. isa hepsini senin
tabilerin kılmıştır. Serkeşlik edecek beyi yakala, ya öldür, yahut esir et. Lakin ben
sağ oldukça şu vasiyeti kimseye söyleme. Ben ölmedikçe de riyâset ve niyâbet
talebine kalkışma. işte bu tomarı ve dîn-i Đ sa hükümlerini ümmete karşı birer
birer ve fesâhatle oku. Beylerden her birine ayrı ayrı olarak Hak dininde senden
başka vekil yoktur dedi. Her birini birer birer tazîz ve takdîs etti, ona söylediğini
aynen buna da söyledi. Her birine birer tomar verdi ki murâd ve mazmûnları
birbirine zıt idi. Eliften ye’ye kadar olan harflerin şekli nasıl muhtelif ise, o
tomarların metni de öylece birbirine aykırı idi. Bu tomarın hükmü, diğerinin zıddı
idi. Nitekim bu tezadı evvelce beyân etmiştik. Ondan sonra kırk gün kapısını
kapadı, kendisini öldürüp varlığından kurtuldu.
Halk vezirin öldüğünü haber alınca mezarının başı mahşere döndü. Halk, saçını
sakalını yolarak ve elbisesini yırtarak onun matemine o kadar toplandı ki,
Arap’tan, Türk’ten, Rum’dan ve Kürt’ten mürekkep o kalabalığın sayısını ancak
Allah biliyordu. Onun mezarının toprağını başlarına saçtılar. Onun derdinikendileri için derman saydılar. O kimseler, vezirin kabri başında bir ay oturup
matem ettiler ve gözlerinden kanlı yaşlar akıttılar. Bir ay sonra halk dedi ki: Ey
büyükler, beylerden vezirin yerine geçecek kimdir? Ki o vezirin makamında imam
ve muktedâ tanıyalım; ve elimizi, eteğimizi onun eline teslim edelim... O muktedanın yani vezirin ölümünden sonra kalktılar ve yerine vekil istediler. O
beylerden biri ilerledi. O vefakar kavmin yanına gitti. Dedi ki, işte o zatın vekili,
hatta Đ sa’nın bu zamanda nâibi bendim. Đ şte bu tomar benim vesikamdır ki ondan
sonra niyâbet ve riyâset benim hakkımdır. Diğer bir bey de pusudan çıktı ve
ortaya atıldı; o da hilâfet davâsında idi. O da koltuğunun altında bir tomar
gösterdi. Bunun üzerine ikisinde de çıfıt gazabı peyda oldu. Diğer beyler de birer
birer ve birbirinin arkasından keskin kılıçlar çekerek geldiler. Her birinin elinde
kılıç ve tomar vardı. Neticede azgın filler gibi birbirlerine girdiler. Yüz binlerce
Hıristiyan maktul düştü. Kesilmiş başlardan tepeler peydâ oldu. Sağdan, soldan
kan selleri aktı, havaya dağlar gibi tozlar kalktı. Vezirin ektiği fitne tohumları, o
ölülerin başlarına afet olmuştu. Cevizler kırıldı. Đ çi olanların ölümden sonra
temiz ruhu kaldı...”3
satranç oyunda santaranç tahtasının en teklikeli en güçlü taşı.kale ve filin hareket kabiliyeti tek bi taşta yani vezirde toplanmıştır.vezirini kayebetmiş bi şah yüzde doksan oyunuda kaybeder.
hanedanlıklarda padişahtan sonra gelen ikinci en güçlü adam.
osmanlı devletinde askerlerden büyük rütbeli kimse veya padişatan izin alarak yapılan işin başındaki kişi veya asker.
Vezir santrancın en onemli ikinci taşı...Çünkü şah koruma altındadır. Zaten satrançta amaç şahı almaktır. O yüzden bütün taşlar onu korumakla görevlidir. Vezir ise başkumandan gibi şaha yardım eder. İleri geri, çapraz her yöne gidebilir. Batıda vezire Kraliçe adı verilmiş... Bununla Kraliçe'nin Kralın en büyük desteği olduğunu işaret etmektir. Satranç 6. yüzyılda Hindular tarafından oynanmaya başlanmış, oradan dünyaya yayılmış...
Bir çeşit padişahın yalakası