askerlik.... 2005 ağustosundan beri hayatımı altüst eden ve bitmiş olmasına ramen hala da altüst etmeye devam eden, muhtemelen verdiği zararı telafi etmek için 2,3 yldaha harcamam gereken şey... çağırırken aman vermeyenler şimdi adımı bile bilmiyorlar, onlar için sadece sayısal olarak 1 değerindeyim..
bir köşe yazısından alınan aşağıdaki yazı aşkın nasıl olması gerektiğini tanımlı yor kanaatimce... 'Aşkın tarifi mümkün mü?
Mâşukun gölgesi üzerine düşen âşık, kavuşacağı günün özlemiyle, cömertçe tüketmiş ona verilen her anı. Bağışlamış binlercesini her bir saatin, mâşukun gözlerine gözlerinin değeceği dakika gelinceye dek. Dönüyor gibi görünse de kendi ekseninde; daha büyük bir helezonun çekiminde olduğunu ancak kendi bilmiş. Bir sır gibi saklamış içinde dolup taşan sevginin ‘özne’sini. Ve o gün gelmiş... Sevgilinin kapısında kendisini bulduğu gün! Her kavşakta karmaşıklaşan yollar, bir inayetin desteğiyle düze çıkmış; dipsiz kuyu kesafetinde, bir heyula gibi tarifi imkansız sorular dize gelmiş... Ve sevgilinin kapısını tıklatmış, mecalinin tükendiği, bedeninin ağırlaşan yüküyle dizlerinin isyanda olduğu bir anda... Kısa bir tereddüt ve suskunluğun peşi sıra, ince bir mahcubiyetin perdelediği tiz bir ses duyulmuş içerden: “Kim o? ”
Genç âşık, duyduğu sesin şaşkınlığından belki; belki de yıllardır düşünü kurduğu ‘aşk’ın, bir ses cesametinde karşısında durmasının helecanından, duraklamış önce. Onlarca ‘kim(?) ’lik içerisinden, hangisini seçmeli ve sorunun en uygun cevabı olarak sunmalı telaşındayken, dudaklarının aralığından bir zamir fırlayıvermiş: “Ben”... Kısa bir süre de olsa ufunetli bir sessizlik, kapının ardından âşığın yüzüne doğru yayılmış. Bu susuş, bir tersliğin habercisi; uzun bir hicretin işaretçisi; bir sınavın, hepsinden çetin bir sınavın adresi gibi girmiş âşıkla maşukun arasına... İçeriden, rüzgâra karışmış bir ses duyulmuş nice sonra: “Git biraz dolaş... Gez, düşün! ..”
Yine yol görünmüş âşığa... Yine kozmik bir seferin yolcusu olmak düşmüş bahtına. Bir delinin kaotik güzergahında ilerliyor gibi görünse de, kaderi bir yörüngede, maşukun bulunduğu yeri kutsal belleyip, yolu uzatmış ama mesafeyi asla açmamış... Kendini çöllere vurmuş. Ateşin çöllerde, kızgın güneş altında pişirmiş aşkını. Nice âşıklardan yol, yordam öğrenmiş. Kâh kervanların peşinde kâh çoban yıldızının izinde, günleri gecelere ulayıp, çilesini doldurmuş. Günü bıraktığı yerde bulduğunda, sevgilinin kapısında bulmuş kendisini. Tekrar kapısını tıklatmadan, durmuş, düşünmüş önce. İçeriden gelebilecek sorunun her türlü ihtimalini geçirmiş zihninden. Çilekeşliğinden cesaret alıp, bir kez daha tıklatmış kapıyı. Mütereddit bir sessizliğin peşi sıra, istediği cevabı alma ısrarının nezaketinde, kapının ardından fısıltıyla karışık bildik bir soru yinelenmiş: “Kimsin? ”
Şaşırmış genç âşık... Yeni bir hatanın peşinden gelecek uzun yolculuğu, ateşi, soğuğu, hasreti, gurbeti, aşkı düşünmüş. Düşündükçe, gözündeki perdeler kalkmış bir bir. Ve susuzluktan kurumuş, birbirine tutuşmuş dudaklarını güçlükle aralayarak vermiş cevabını: “Sen! ..” Katran karası gecelerden, bir ay aydınlığının dinginliğine geçivermiş bir an için âşık. Mâşukun gülen çehresi, aydınlatmış yeri göğü. Bu seferki susuş, sevincin boğazda düğümlenmesindenmiş daha çok. Ve nice sonra, aralanan dudaklar baharı müjdelemiş: “Gel, yerim dar. İki kişi sığamaz ki.”
Hayatı ve aşkı yabancıdan temrin etme sürecimiz devam ediyor bir bakıma... Ölümü, ‘sevgili’ye kavuşma günü olarak gören Mevlana’nın ne kadar uzağındayız bugün... Beigbeder’in reklamcı opurtünizminin sözce kalıbı “Aşkın Ömrü Üç Yıldır”a azımız tutulmadı o günlerde... Oysa, bu tutukluluğumuz, çakılı kaldığımız çıkmaz sokakta, hali(mizi) tespitin aynasıydı bir bakıma. Hallac–ı Mansur, ‘üç gündür’ diyordu aşk için, başına geleceklerden haberdar olmanın bilgeliğinde. İlk gün öldürdüler; ikinci gün yaktılar; üçüncü gün de küllerini savurdular Hallac’ın. Peki bizce kaç gündür aşk? Her vadide aşk deyu sarındığımız her gölge, kaç gün serinliğinde dinlendiriyor bizleri? Yahut, kaç zaman, aşkın gölgesinde kalmaya yetiyor yüreğimiz? ..
Aşka bir ömür biçenler kadar, her viraja bulma umuduyla girenler de aldanıyor aslında. Hele ki, beş duyunun yordamıyla bulduklarını tarife kalkışanlar... Her durakta, bir yanılgının gayyasına düşmekten kurtaramıyorlar kendilerini... Gölgeler, gölgelerin gölgesinde dinlenirken; gölgeleri tarife kalkışanlar, elinden oyuncağı alınmış çocuk kırılganlığı ve hırçınlığında, yok saymaya yelteniyorlar, var olanı. Tanımlardaki eksiklik, çokça döndürürken başımızı, tariflerimize hezeyanlarımız hükmediyor. Kimi zaman, “geride tiksinti bırakan geçici bir bunalım” oluyor aşk; kimi zaman, çöl ortasında bir vaha... Ama, her ikisi de geçici oysa...
Peki, kalıcı olan ne? .. ' ne düşünüyorsunuz...... böyle yaşanması gerekmez mi aşkın... ve bence aşk 'acının sanatıdır.......'
askerlik.... 2005 ağustosundan beri hayatımı altüst eden ve bitmiş olmasına ramen hala da altüst etmeye devam eden, muhtemelen verdiği zararı telafi etmek için 2,3 yldaha harcamam gereken şey...
çağırırken aman vermeyenler şimdi adımı bile bilmiyorlar, onlar için sadece sayısal olarak 1 değerindeyim..
Evet... yaklaşık üç yıl önce bu foruma aşk lailgili oldukça uzun ve manidar şeyler göndermiştim...
şimdi söyle yebileceğim....
Mecnun, Ferhatın dolaştığı o kutsal sokaklarda artık ikinci el aşklar yaşanıyor...
:-))
bir köşe yazısından alınan aşağıdaki yazı aşkın nasıl olması gerektiğini tanımlı yor kanaatimce...
'Aşkın tarifi mümkün mü?
Mâşukun gölgesi üzerine düşen âşık, kavuşacağı günün özlemiyle, cömertçe tüketmiş ona verilen her anı. Bağışlamış binlercesini her bir saatin, mâşukun gözlerine gözlerinin değeceği dakika gelinceye dek. Dönüyor gibi görünse de kendi ekseninde; daha büyük bir helezonun çekiminde olduğunu ancak kendi bilmiş. Bir sır gibi saklamış içinde dolup taşan sevginin ‘özne’sini. Ve o gün gelmiş... Sevgilinin kapısında kendisini bulduğu gün! Her kavşakta karmaşıklaşan yollar, bir inayetin desteğiyle düze çıkmış; dipsiz kuyu kesafetinde, bir heyula gibi tarifi imkansız sorular dize gelmiş... Ve sevgilinin kapısını tıklatmış, mecalinin tükendiği, bedeninin ağırlaşan yüküyle dizlerinin isyanda olduğu bir anda... Kısa bir tereddüt ve suskunluğun peşi sıra, ince bir mahcubiyetin perdelediği tiz bir ses duyulmuş içerden: “Kim o? ”
Genç âşık, duyduğu sesin şaşkınlığından belki; belki de yıllardır düşünü kurduğu ‘aşk’ın, bir ses cesametinde karşısında durmasının helecanından, duraklamış önce. Onlarca ‘kim(?) ’lik içerisinden, hangisini seçmeli ve sorunun en uygun cevabı olarak sunmalı telaşındayken, dudaklarının aralığından bir zamir fırlayıvermiş: “Ben”... Kısa bir süre de olsa ufunetli bir sessizlik, kapının ardından âşığın yüzüne doğru yayılmış. Bu susuş, bir tersliğin habercisi; uzun bir hicretin işaretçisi; bir sınavın, hepsinden çetin bir sınavın adresi gibi girmiş âşıkla maşukun arasına... İçeriden, rüzgâra karışmış bir ses duyulmuş nice sonra: “Git biraz dolaş... Gez, düşün! ..”
Yine yol görünmüş âşığa... Yine kozmik bir seferin yolcusu olmak düşmüş bahtına. Bir delinin kaotik güzergahında ilerliyor gibi görünse de, kaderi bir yörüngede, maşukun bulunduğu yeri kutsal belleyip, yolu uzatmış ama mesafeyi asla açmamış... Kendini çöllere vurmuş. Ateşin çöllerde, kızgın güneş altında pişirmiş aşkını. Nice âşıklardan yol, yordam öğrenmiş. Kâh kervanların peşinde kâh çoban yıldızının izinde, günleri gecelere ulayıp, çilesini doldurmuş. Günü bıraktığı yerde bulduğunda, sevgilinin kapısında bulmuş kendisini. Tekrar kapısını tıklatmadan, durmuş, düşünmüş önce. İçeriden gelebilecek sorunun her türlü ihtimalini geçirmiş zihninden. Çilekeşliğinden cesaret alıp, bir kez daha tıklatmış kapıyı. Mütereddit bir sessizliğin peşi sıra, istediği cevabı alma ısrarının nezaketinde, kapının ardından fısıltıyla karışık bildik bir soru yinelenmiş: “Kimsin? ”
Şaşırmış genç âşık... Yeni bir hatanın peşinden gelecek uzun yolculuğu, ateşi, soğuğu, hasreti, gurbeti, aşkı düşünmüş. Düşündükçe, gözündeki perdeler kalkmış bir bir. Ve susuzluktan kurumuş, birbirine tutuşmuş dudaklarını güçlükle aralayarak vermiş cevabını: “Sen! ..” Katran karası gecelerden, bir ay aydınlığının dinginliğine geçivermiş bir an için âşık. Mâşukun gülen çehresi, aydınlatmış yeri göğü. Bu seferki susuş, sevincin boğazda düğümlenmesindenmiş daha çok. Ve nice sonra, aralanan dudaklar baharı müjdelemiş: “Gel, yerim dar. İki kişi sığamaz ki.”
Hayatı ve aşkı yabancıdan temrin etme sürecimiz devam ediyor bir bakıma... Ölümü, ‘sevgili’ye kavuşma günü olarak gören Mevlana’nın ne kadar uzağındayız bugün... Beigbeder’in reklamcı opurtünizminin sözce kalıbı “Aşkın Ömrü Üç Yıldır”a azımız tutulmadı o günlerde... Oysa, bu tutukluluğumuz, çakılı kaldığımız çıkmaz sokakta, hali(mizi) tespitin aynasıydı bir bakıma. Hallac–ı Mansur, ‘üç gündür’ diyordu aşk için, başına geleceklerden haberdar olmanın bilgeliğinde. İlk gün öldürdüler; ikinci gün yaktılar; üçüncü gün de küllerini savurdular Hallac’ın. Peki bizce kaç gündür aşk? Her vadide aşk deyu sarındığımız her gölge, kaç gün serinliğinde dinlendiriyor bizleri? Yahut, kaç zaman, aşkın gölgesinde kalmaya yetiyor yüreğimiz? ..
Aşka bir ömür biçenler kadar, her viraja bulma umuduyla girenler de aldanıyor aslında. Hele ki, beş duyunun yordamıyla bulduklarını tarife kalkışanlar... Her durakta, bir yanılgının gayyasına düşmekten kurtaramıyorlar kendilerini... Gölgeler, gölgelerin gölgesinde dinlenirken; gölgeleri tarife kalkışanlar, elinden oyuncağı alınmış çocuk kırılganlığı ve hırçınlığında, yok saymaya yelteniyorlar, var olanı. Tanımlardaki eksiklik, çokça döndürürken başımızı, tariflerimize hezeyanlarımız hükmediyor. Kimi zaman, “geride tiksinti bırakan geçici bir bunalım” oluyor aşk; kimi zaman, çöl ortasında bir vaha... Ama, her ikisi de geçici oysa...
Peki, kalıcı olan ne? .. ' ne düşünüyorsunuz...... böyle yaşanması gerekmez mi aşkın... ve bence aşk 'acının sanatıdır.......'