Tütün tarımının Milattan Önce (M.Ö) 6000 yılında Amerika kıtasında başladığı ve bu tarihten 4,500 yıl sonra Orta Amerika’da yaşayan, Mayalar’ın tütün kullanıldığı tarih kitaplarına geçmiştir. Yerliler önceleri kuru tütün yapraklarını sararak veya ufalayarak ilkel pipolarda kullanmaktaydı. Bazıları ise tütünden yapılmış sakızları çiğnedikleri, tütün tozlarını derilerine sürdükleri veya lavman gibi kullandıkları anlaşılmaktadır. Sonraları tütün üretimi ve kullanımı Kuzeyde Kızıl deriler, güneyde de İnkalar tarafından benimsenmiştir. Avrupalılar tütünü 1492 yılında Küba’ya ayak basan Christopher Columbus sayesinde öğrenmişlerdir. Aslında Columbos’un amacı yeri kıtada altın bulmaktı. Küba adasındaki yerlilerin dini törenlerde ve şölenlerde keyifle tütün içmekteydi. Avrupa’dan gelen denizcilere de ikram ettikleri bu nesneyi Tobacos olarak tanıtmışlardır. Bugün Karayip denizindeki tütün yetiştiren adalardan birisi de Tobaco adası olarak isimlendirilmiştir. Tütün kullanmanın ilk zararını Columbos’un Avrupa’ya dönüşünde Rodrigo de Jerez isimli denizci görmüştür. Jerez içtiği sigaranın dumanlarını burnundan çıkardığında, onu seyredenler, “Bu adamın içinde şeytan var” diyerek kiliseyi şikayet ederek cezalandırmasını sebep olmuşlardır
İnsanoğlu ilk olarak milattan önce keşfetti tütünü... İbadet amacıyla yaktıkları tütün yapraklarının verdiği keyfi fark eden insanlar, o günden beri onu hayatlarında vazgeçilmez kıldı. Tütün, tarih boyunca çeşitli medeniyetler tarafından şekillendirildi. Pipo oldu, puro oldu, sigara oldu, ağızlarda çiğnendi. Ancak hiçbir şekil, tütün ile nargile kadar bütünleşmedi.
Hindistancevizi'nin dışındaki tütün benzeri tabakayı yakan ve cevizin içine soktukları kamışla keyif yapan Hintliler, asırlar sürecek olan nargile geleneğini de başlatmış oldular. Nargile, aradan geçen yüzyıllar sonunda bir kültür haline dönüştü. Dede torununa miras bırakacak kadar değer verdi nargilesine... Kimi zaman sultanların başucunda yerini aldı, kimi zaman ise hak ettiği ilgiden mahrum bırakıldı. Nargile ve nargile çevresinde oluşan göz kamaştırıcı kültür, bugün yine o ihtişamlı günlerine yeniden dönmenin hazırlığını yapıyor. Tütüne sihir katan kültür, gün geçtikçe daha fazla ilgi, sevgi görmeye devam ediyor.
Doğu kültürünün önemli bir parçası olan nargilenin ismi Farsça'da 'Hindistancevizi' anlamına gelen 'nargil' kelimesinden geliyor. Araplarca 'şişa', İranlilarca ise 'kalyan' olarak adlandırılan nargilenin ilk örnekleri Hindistan'da ortaya çıktı. Hindistancevizinin içi boşaltıldıktan sonra kabuğuna bir kamış sokularak yapılan ilk nargile, hintkeneviri tüketimine yeni bir boyut katarken, hindistancevizi ise zamanla yerini kabağa bıraktı. Gün geçtikçe yaygınlaşmasının ardından da porselen ve bronz gövdeli nargileler ortaya çıktı ve bunları çini, gümüş ve cam gövdeli nargileler izledi.
Önce İranlilar, sonra Araplar arasında yaygınlaştı.
Araştırmacıların 'sohbet medeniyeti' diye tanımladığı Osmanlı ise tütünü tanıdığı 16. y.y dan bu yana nargileyi içine çekip, dumanını göğe savuruyor. Muhabbet erbablarının vazgeçilmez dostu nargile, bu misyonunu günümüzde de hiçbir şey yitirmeden sürdürüyor. Çünkü tiryakilere göre tek başına nargile içmenin hiçbir anlamı yok! Bu nedenle nargile kahveleri hâlâ en koyu sohbetlerin başlıca mekanı olma özelliğini koruyor.
Misralarimda israr hakimm! ! Hitabelerimin öZune bir GöZ At! kaFani buNla patLat! Inandigim RauFTur! aFFi boL hakikaT! Ben Aldim Yüce bir TalimaT! FiiLe döktüm Uyudum kaLktim Rapte 24 Saat! sagonun Nun GökdeLen iki kat! yetiSemez diLime KamBur keLimat! !
kitLe Canima Can kaat! Ve ranzalari GüLLe Donat! Hilee 1 hakikat eZz ve Gec ben Polaat! Bir makSattt Arama Fitrat! Önünee koyulann En buuyukk CeVAn! Nediir Buu KannRevanN? Bu meNNfatle yikima YaklaSsann! ve anN! Fanlerim Hatlar kajmeran dot com DOlaanN! YalanNN! ! Sago inSann Laaan! Buu BoooSh odaa! ! Bu Loosh Ishikk! ! Bu Hossh KoKuu! ! SarhoSh bAshim! ! NahoSh Sedaa! VaroSh bi FiL ve HiZli koSh! GücÜm SefiL haFif LatiF! Verin MotiF! ZariF DiLim! Fari eLiF! Vee Rapte Son KeSiF! DeSifre EdiLiiiR! Sagopa RaaP BiLim! hUzruma Ser KiLim! BiLki ben tum Gunahlarima keFilimm! !
Benim günahım aşktır, senin erdemin nefret: Sevgi günahtır diye günahımdan nefret bu. Gel, kendi durumunu benimkine kıyas et, Görürsün siteminin ne haksız olduğunu. Haklıysa da, o sözler kızıl süsünü bozan Ve benimkiler kadar bol sahte aşk senedi Düzüp başkalarının yataklarını talan Eden dudaklarından işitilmemeliydi. Seni sevmem yasaldır; bak, seviyorsun sen de: Gözüm sırf sana düşkün, senin gözün onlara; Merhamet yüreğinde kök salıp boy versin de Acımanla hak kazan sana acınanlara. Aramağa kalkarsan kendi gizlediğini Senin kendi örneğin yoksun bırakır seni
Bir, iki ve üç boyuttan sonra tıkanıyor, yani dört boyutlu bir cisme örnek veremiyoruz. Bizim bildiğimiz ve kafamızda canlandırabildiğimiz dünya üç boyuta kadar çıkıyor. Daha yüksek boyutlu uzayları matematik diliyle ifade edip hususiyetleri üzerinde kafa yorsak da, bunu zihnimizde canlandırmamız oldukça zor.
Bu sınırlılığı 1880'lerde hikâyeleştiren Edwin A. Abbott, Düz Ülke (Flatland) romanında iki boyutlu bir dünya anlatır. Bu dünya, bir kâğıt sayfası gibi yassı ve düz, yani iki boyutludur. Kare ve Daire Beyler bu dünyanın sakinlerindendir. Bu yassı fertlerin hareketleri, görmeleri, tasavvurları hep bu iki boyutlu dünyayla sınırlıdır. Meselâ Kare Bey, Daire'nin içini hiç görmemiştir; çünkü görebilmesi için Daire'yi çevreleyen çemberin bir yerinde açılma olması gerekir. Bir gün bu yassı, yani iki boyutlu dünyanın dışından üç boyutlu bir Küre, Kare Beyle sohbete başlar. Küre, Kare'ye üç boyutlu uzayı anlatmaya çalışır; fakat bir türlü anlatamaz. Sonra Kare'ye bir fikir vermesi için, Küre, yavaşça Kare'nin iki boyutlu dünyasının bir tarafından girip öbür tarafına geçer. Suya batan bir top gibi, Küre iki boyutlu dünyada önce bir nokta şeklinde görülür (düzleme temas noktası) . Sonra gittikçe büyüyen bir daire olur. Sonra tekrar küçülmeye başlar ve bir noktaya indikten sonra kaybolur. Kare, hayretler içinde kalsa da, üç boyutun nasıl bir şey olduğunu kafasında canlandıramaz, tâ ki bir şekilde hapsolduğu iki boyutlu dünyanın yukarısına çıkıp o dünyanın bütün sakinlerini (yani daire vs gibi şekilleri) yukarıdan görünceye kadar.
'Dört boyutlu bir uzay nasıl olurdu? ' diye düşünmenin belki en kolay yolu, hikâyedeki gibi iki ve üç boyutu karşılaştırıp, üçten dört boyuta geçiş hakkında mantık yürütmektir. Meselâ dört boyutlu bir uzayda yaşayan varlıklar olsaydı neler olurdu? Öncelikle dört boyutlu âlemde yaşayan bir varlığın, bizim gibi üç boyutlu insanların arasında, bir anda kayboluvermesi onun için çok kolay olurdu. İki boyutlu uzayda, meselâ bir kâğıt sayfasında olan bir cismin birden olduğu yerde yükselerek kâğıdın dışına çıkmasını düşünün. Bu cisim bir milimetre oynamayla (yükseklik yönünde) gözden kaybolup, bir milimetre oynamayla geri gelebilir.
Başka bir enteresan özellik de, dört boyutlu âlemde yaşayan bir varlık için, üç boyutlu cisimlerin içi ve dışının beraber görülebilmesi ve bunlara ulaşılabilmesidir. Yine iki boyut-üç boyut örneğimize dönersek; aynı kâğıt sayfasındaki iki şekil birbirinin içini, şekil kesilip açılmadıkça göremez ve birbirine ulaşamaz. Ama üçüncü boyutu kullanan bir varlık, iki boyutlu şekillerin içlerini de aynı anda görür ve onların içlerine doğrudan ulaşabilir. Bu noktada ilginç örnekler şunlar olabilir: bir kasayı açmadan içindekileri alabilmek veya bir hastanın başka hiçbir yerine dokunmadan uzanıp apandisitini kesip almak…
Daha karmaşık bir şeklin iki boyutla kesişimini düşünürsek, çok daha farklı görünümlerin tek bir varlıktan kaynaklanmasını hayal edebiliriz. Meselâ bir küpün iki boyutlu bir uzayda iz düşümü kare olabileceği gibi, duruşuna göre, üçgen de olabilir. Daha da ilginci, dört boyutlu tek bir varlık, üç boyutlu bir dünyada aynı anda birden fazla yerde farklı varlıklar olarak görülebilir. Meselâ bir cankurtaran simidini yarısına kadar dik olarak suya batırdığımızı düşünelim. Üç boyutlu olan bu cisim, su yüzeyinin iki boyuta sıkışmış dünyasından bakıldığında, iki ayrı yerde iki ayrı dairecik olarak görülür.
Günümüzde fizik çevrelerinde tartışılan 'süper sicim' teorisi, dört değil 10 (zamanla beraber 11) boyutlu bir kâinat kabul etmektedir. Teoriye göre bildiğimiz üç boyutun dışındaki boyutlar kendi içlerine kapandıkları için, algıladığımız mikro-âlemden makro-âleme kadar kendini göstermemektedir. Bu fazla boyutlar ancak atomun temel parçacıklarının da çok daha altındaki ölçeklerde var olmaktadır. Boyutların içine kapanıp görünmez oluşunu şöyle bir örnekle anlamak mümkün olabilir. Bir torba kuru fasulyeyi düz bir yere sıkça dizerek bütün bir yüzeyi kapladığımızı düşünelim. Çok uzaktan bakan birisi için bu, iki boyutlu bir yapı, yani düz bir yüzeydir. Ancak yakından bakarsanız bu yapıyı oluşturan temel parçacıkların aslında üç boyutlu fasulye taneleri olduklarını görürsünüz. Ama üçüncü boyut, yani kalınlık, çok küçük olduğu ve parçacıkların içine hapsolduğu için makro dünyada fark edilmemektedir. Şimdi, önceki anlattıklarımızla bir paralellik oluşturmak için, şöyle bir örnek daha düşünelim: Fasulyelerden oluşan bu yüzeye bir resim yapalım. Her fasulyenin bir yüzü boyanmış olarak bu tablonun bir noktasını oluştursun. Sonra bu fasulyeleri birer birer ters çevirelim. Yaptığımız resim kaybolur. Fasulyeleri çevirirsek resim tekrar ortaya çıkar. İşte bu misâl, atomaltı parçacıkların derinliklerine hapsolmuş fazla boyutların bazı olağanüstülüklere vesile olması düşünülebilir
Fizikçilerin üçten fazla boyutlu bir dünya tasvirleri, yukarıdaki 'kendi içine kapanmış boyutlar' yaklaşımıyla sınırlı değildir.Alternatif bir düşünce de, içinde yaşadığımız kâinatın, daha yüksek boyutlu bir kâinatta üç boyutlu bir 'zar' şeklinde olmasıdır. Bizim durumumuz 'Düz Ülke' hikâyesindeki üç boyutlu bir uzayda iki boyutlu bir sayfaya hapsolmuş Kare Beyin durumuna benziyor. Bu bakış açısına göre bilinen dört temel kuvvetten üçü, yani zayıf ve kuvvetli nükleer tesirler ve elektromanyetik dalgalar (en önemlisi ışık) bu üç boyutun dışına çıkamıyor; böylece biz de bu üç boyutlu mekânımızın ötesini göremiyoruz (belki de bu kuvvetler bu boyutlara nüfuz ediyor, fakat biz fark edemiyoruz) . Fakat yerçekimi kuvvetinin bu üç boyutun içinden geçerek ötesine sızdığı iddia ediliyor.
Alıştığımız üç boyutlu mekân ve zaman boyutunun dışına çıkabildiğimiz anda mümkün hâle gelen şeyleri sayıp bitirmemiz zor. Meselâ zaman ve mekânın düz değil içe veya dışa bükük olması ihtimali daha başka olağanüstülüklere kapı açabilir. Meselâ, dünya yüzeyi iki boyutlu kabul edebileceğimiz bir yüzeydir. Bu küre yüzeyi aslında üç boyutlu bir uzayda, dışbükey iki boyutlu bir yüzeydir. Küre olmanın bir sonucu olarak, bir yönde dümdüz gittiğimizde yine dönüp aynı noktaya geliriz. Aynı şeyi üç boyutlu kâinat için de düşünmek mümkündür. Yani eğer kâinat dört boyutta bir 'küre' yapısına sahip ise, uzayda dümdüz ilerlediğinizde bir süre sonra aynı yere gelmeniz gerekir. Yani bitişi olmayan, ama sonsuz da olmayan bir uzay. Başka bir sonuç da, kürenin bir noktasından diğerine, kürenin içinden kestirme bir yol olabildiği gibi, yaşadığımız kâinatta da böyle gizli geçitlerin olabileceğidir. Kara deliklerin bazı bilim kurgu-romanlarında böyle tünel görevi görmesi yaygın bir konudur.
Yukarıda anlatılanlar, içinde yaşadığımız ve kafamızda kurguladığımız dünyanın, daha geniş mânâda da bütün bir fizikî âlemin çok sınırlı olduğunu göstermektedir. Üç boyutlu âlem çerçevesine hapsolmuş materyalist yaklaşımlar ruhanî ve melekûtî âlemlere, en azından (yukarıda verilen çarpıcı örnekler muvacehesinde görüldüğü gibi) bunları anlamaya açık ve aslında çok zengin fakültelerle donatılmış olan insan zihnini ve kalbini tatmin edememektedir. Dolayısıyla, hem farklı boyutlarda bulunan, zaman zaman bizim boyutlarımıza girip çıkan ruhanî varlıkları, hem de kalb ve ruhun hayat derecelerini akıl çerçevesinde izah etmek, çok boyutlu âlem yaklaşımını esas aldığımızda mümkün hâle gelmektedir.
Tütün tarımının Milattan Önce (M.Ö) 6000 yılında Amerika kıtasında
başladığı ve bu tarihten 4,500 yıl sonra Orta Amerika’da yaşayan, Mayalar’ın tütün
kullanıldığı tarih kitaplarına geçmiştir. Yerliler önceleri kuru tütün yapraklarını
sararak veya ufalayarak ilkel pipolarda kullanmaktaydı. Bazıları ise tütünden yapılmış
sakızları çiğnedikleri, tütün tozlarını derilerine sürdükleri veya lavman gibi
kullandıkları anlaşılmaktadır. Sonraları tütün üretimi ve kullanımı Kuzeyde Kızıl
deriler, güneyde de İnkalar tarafından benimsenmiştir.
Avrupalılar tütünü 1492 yılında Küba’ya ayak basan Christopher Columbus
sayesinde öğrenmişlerdir. Aslında Columbos’un amacı yeri kıtada altın bulmaktı.
Küba adasındaki yerlilerin dini törenlerde ve şölenlerde keyifle tütün içmekteydi.
Avrupa’dan gelen denizcilere de ikram ettikleri bu nesneyi Tobacos olarak
tanıtmışlardır. Bugün Karayip denizindeki tütün yetiştiren adalardan birisi de Tobaco
adası olarak isimlendirilmiştir. Tütün kullanmanın ilk zararını Columbos’un
Avrupa’ya dönüşünde Rodrigo de Jerez isimli denizci görmüştür. Jerez içtiği sigaranın
dumanlarını burnundan çıkardığında, onu seyredenler, “Bu adamın içinde şeytan
var” diyerek kiliseyi şikayet ederek cezalandırmasını sebep olmuşlardır
İnsanoğlu ilk olarak milattan önce keşfetti tütünü... İbadet amacıyla yaktıkları tütün yapraklarının verdiği keyfi fark eden insanlar, o günden beri onu hayatlarında vazgeçilmez kıldı. Tütün, tarih boyunca çeşitli medeniyetler tarafından şekillendirildi. Pipo oldu, puro oldu, sigara oldu, ağızlarda çiğnendi. Ancak hiçbir şekil, tütün ile nargile kadar bütünleşmedi.
Hindistancevizi'nin dışındaki tütün benzeri tabakayı yakan ve cevizin içine soktukları kamışla keyif yapan Hintliler, asırlar sürecek olan nargile geleneğini de başlatmış oldular. Nargile, aradan geçen yüzyıllar sonunda bir kültür haline dönüştü. Dede torununa miras bırakacak kadar değer verdi nargilesine... Kimi zaman sultanların başucunda yerini aldı, kimi zaman ise hak ettiği ilgiden mahrum bırakıldı. Nargile ve nargile çevresinde oluşan göz kamaştırıcı kültür, bugün yine o ihtişamlı günlerine yeniden dönmenin hazırlığını yapıyor. Tütüne sihir katan kültür, gün geçtikçe daha fazla ilgi, sevgi görmeye devam ediyor.
Doğu kültürünün önemli bir parçası olan nargilenin ismi Farsça'da 'Hindistancevizi' anlamına gelen 'nargil' kelimesinden geliyor. Araplarca 'şişa', İranlilarca ise 'kalyan' olarak adlandırılan nargilenin ilk örnekleri Hindistan'da ortaya çıktı. Hindistancevizinin içi boşaltıldıktan sonra kabuğuna bir kamış sokularak yapılan ilk nargile, hintkeneviri tüketimine yeni bir boyut katarken, hindistancevizi ise zamanla yerini kabağa bıraktı. Gün geçtikçe yaygınlaşmasının ardından da porselen ve bronz gövdeli nargileler ortaya çıktı ve bunları çini, gümüş ve cam gövdeli nargileler izledi.
Önce İranlilar, sonra Araplar arasında yaygınlaştı.
Araştırmacıların 'sohbet medeniyeti' diye tanımladığı Osmanlı ise tütünü tanıdığı 16. y.y dan bu yana nargileyi içine çekip, dumanını göğe savuruyor. Muhabbet erbablarının vazgeçilmez dostu nargile, bu misyonunu günümüzde de hiçbir şey yitirmeden sürdürüyor. Çünkü tiryakilere göre tek başına nargile içmenin hiçbir anlamı yok! Bu nedenle nargile kahveleri hâlâ en koyu sohbetlerin başlıca mekanı olma özelliğini koruyor.
Eda: l.:
Eda: yukardaki isaretlerle anlatmak istedim ne? ?
Fri: nemis?
Eda: offSayt! ((: bak bide kadinlar oFFsayti aNlatamaz dioolar ((:
Fri: ahaha
LÜTFENNNN
Görmeyeyim seni Bir yerlerde
karsıma çıkma
Konuşmayalım,
bakışmayalım
Ne olursun
Daha fazla tükenmeye takatim yok
Misralarimda israr hakimm! !
Hitabelerimin öZune bir GöZ At!
kaFani buNla patLat! Inandigim RauFTur!
aFFi boL hakikaT!
Ben Aldim Yüce bir TalimaT!
FiiLe döktüm Uyudum kaLktim Rapte 24 Saat!
sagonun Nun GökdeLen iki kat!
yetiSemez diLime KamBur keLimat! !
kitLe Canima Can kaat!
Ve ranzalari GüLLe Donat!
Hilee 1 hakikat eZz ve Gec ben Polaat!
Bir makSattt Arama Fitrat!
Önünee koyulann En buuyukk CeVAn! Nediir Buu KannRevanN?
Bu meNNfatle yikima YaklaSsann! ve anN!
Fanlerim Hatlar kajmeran dot com
DOlaanN! YalanNN! ! Sago inSann Laaan!
Buu BoooSh odaa! !
Bu Loosh Ishikk! !
Bu Hossh KoKuu! !
SarhoSh bAshim! !
NahoSh Sedaa!
VaroSh bi FiL ve HiZli koSh! GücÜm SefiL haFif LatiF!
Verin MotiF!
ZariF DiLim! Fari eLiF!
Vee Rapte Son KeSiF!
DeSifre EdiLiiiR! Sagopa RaaP BiLim! hUzruma Ser KiLim!
BiLki ben tum Gunahlarima keFilimm! !
Benim Günahım Aşktır
Benim günahım aşktır, senin erdemin nefret:
Sevgi günahtır diye günahımdan nefret bu.
Gel, kendi durumunu benimkine kıyas et,
Görürsün siteminin ne haksız olduğunu.
Haklıysa da, o sözler kızıl süsünü bozan
Ve benimkiler kadar bol sahte aşk senedi
Düzüp başkalarının yataklarını talan
Eden dudaklarından işitilmemeliydi.
Seni sevmem yasaldır; bak, seviyorsun sen de:
Gözüm sırf sana düşkün, senin gözün onlara;
Merhamet yüreğinde kök salıp boy versin de
Acımanla hak kazan sana acınanlara.
Aramağa kalkarsan kendi gizlediğini
Senin kendi örneğin yoksun bırakır seni
deli ben olurum, akili o gidip alsin. kosuyorum bana ne ki o geri kalsin...
RazieL: kucukken yapiodum
RazieL: iki Sene önce..
Eda: kücükken iki Sene önCe? ? ((: sen kucukken 22 yasindamiydin?
Bir, iki ve üç boyuttan sonra tıkanıyor, yani dört boyutlu bir cisme örnek veremiyoruz. Bizim bildiğimiz ve kafamızda canlandırabildiğimiz dünya üç boyuta kadar çıkıyor. Daha yüksek boyutlu uzayları matematik diliyle ifade edip hususiyetleri üzerinde kafa yorsak da, bunu zihnimizde canlandırmamız oldukça zor.
Bu sınırlılığı 1880'lerde hikâyeleştiren Edwin A. Abbott, Düz Ülke (Flatland) romanında iki boyutlu bir dünya anlatır. Bu dünya, bir kâğıt sayfası gibi yassı ve düz, yani iki boyutludur. Kare ve Daire Beyler bu dünyanın sakinlerindendir. Bu yassı fertlerin hareketleri, görmeleri, tasavvurları hep bu iki boyutlu dünyayla sınırlıdır. Meselâ Kare Bey, Daire'nin içini hiç görmemiştir; çünkü görebilmesi için Daire'yi çevreleyen çemberin bir yerinde açılma olması gerekir. Bir gün bu yassı, yani iki boyutlu dünyanın dışından üç boyutlu bir Küre, Kare Beyle sohbete başlar. Küre, Kare'ye üç boyutlu uzayı anlatmaya çalışır; fakat bir türlü anlatamaz. Sonra Kare'ye bir fikir vermesi için, Küre, yavaşça Kare'nin iki boyutlu dünyasının bir tarafından girip öbür tarafına geçer. Suya batan bir top gibi, Küre iki boyutlu dünyada önce bir nokta şeklinde görülür (düzleme temas noktası) . Sonra gittikçe büyüyen bir daire olur. Sonra tekrar küçülmeye başlar ve bir noktaya indikten sonra kaybolur. Kare, hayretler içinde kalsa da, üç boyutun nasıl bir şey olduğunu kafasında canlandıramaz, tâ ki bir şekilde hapsolduğu iki boyutlu dünyanın yukarısına çıkıp o dünyanın bütün sakinlerini (yani daire vs gibi şekilleri) yukarıdan görünceye kadar.
'Dört boyutlu bir uzay nasıl olurdu? ' diye düşünmenin belki en kolay yolu, hikâyedeki gibi iki ve üç boyutu karşılaştırıp, üçten dört boyuta geçiş hakkında mantık yürütmektir. Meselâ dört boyutlu bir uzayda yaşayan varlıklar olsaydı neler olurdu? Öncelikle dört boyutlu âlemde yaşayan bir varlığın, bizim gibi üç boyutlu insanların arasında, bir anda kayboluvermesi onun için çok kolay olurdu. İki boyutlu uzayda, meselâ bir kâğıt sayfasında olan bir cismin birden olduğu yerde yükselerek kâğıdın dışına çıkmasını düşünün. Bu cisim bir milimetre oynamayla (yükseklik yönünde) gözden kaybolup, bir milimetre oynamayla geri gelebilir.
Başka bir enteresan özellik de, dört boyutlu âlemde yaşayan bir varlık için, üç boyutlu cisimlerin içi ve dışının beraber görülebilmesi ve bunlara ulaşılabilmesidir. Yine iki boyut-üç boyut örneğimize dönersek; aynı kâğıt sayfasındaki iki şekil birbirinin içini, şekil kesilip açılmadıkça göremez ve birbirine ulaşamaz. Ama üçüncü boyutu kullanan bir varlık, iki boyutlu şekillerin içlerini de aynı anda görür ve onların içlerine doğrudan ulaşabilir. Bu noktada ilginç örnekler şunlar olabilir: bir kasayı açmadan içindekileri alabilmek veya bir hastanın başka hiçbir yerine dokunmadan uzanıp apandisitini kesip almak…
Daha karmaşık bir şeklin iki boyutla kesişimini düşünürsek, çok daha farklı görünümlerin tek bir varlıktan kaynaklanmasını hayal edebiliriz. Meselâ bir küpün iki boyutlu bir uzayda iz düşümü kare olabileceği gibi, duruşuna göre, üçgen de olabilir. Daha da ilginci, dört boyutlu tek bir varlık, üç boyutlu bir dünyada aynı anda birden fazla yerde farklı varlıklar olarak görülebilir. Meselâ bir cankurtaran simidini yarısına kadar dik olarak suya batırdığımızı düşünelim. Üç boyutlu olan bu cisim, su yüzeyinin iki boyuta sıkışmış dünyasından bakıldığında, iki ayrı yerde iki ayrı dairecik olarak görülür.
Günümüzde fizik çevrelerinde tartışılan 'süper sicim' teorisi, dört değil 10 (zamanla beraber 11) boyutlu bir kâinat kabul etmektedir. Teoriye göre bildiğimiz üç boyutun dışındaki boyutlar kendi içlerine kapandıkları için, algıladığımız mikro-âlemden makro-âleme kadar kendini göstermemektedir. Bu fazla boyutlar ancak atomun temel parçacıklarının da çok daha altındaki ölçeklerde var olmaktadır. Boyutların içine kapanıp görünmez oluşunu şöyle bir örnekle anlamak mümkün olabilir. Bir torba kuru fasulyeyi düz bir yere sıkça dizerek bütün bir yüzeyi kapladığımızı düşünelim. Çok uzaktan bakan birisi için bu, iki boyutlu bir yapı, yani düz bir yüzeydir. Ancak yakından bakarsanız bu yapıyı oluşturan temel parçacıkların aslında üç boyutlu fasulye taneleri olduklarını görürsünüz. Ama üçüncü boyut, yani kalınlık, çok küçük olduğu ve parçacıkların içine hapsolduğu için makro dünyada fark edilmemektedir. Şimdi, önceki anlattıklarımızla bir paralellik oluşturmak için, şöyle bir örnek daha düşünelim: Fasulyelerden oluşan bu yüzeye bir resim yapalım. Her fasulyenin bir yüzü boyanmış olarak bu tablonun bir noktasını oluştursun. Sonra bu fasulyeleri birer birer ters çevirelim. Yaptığımız resim kaybolur. Fasulyeleri çevirirsek resim tekrar ortaya çıkar. İşte bu misâl, atomaltı parçacıkların derinliklerine hapsolmuş fazla boyutların bazı olağanüstülüklere vesile olması düşünülebilir
Fizikçilerin üçten fazla boyutlu bir dünya tasvirleri, yukarıdaki 'kendi içine kapanmış boyutlar' yaklaşımıyla sınırlı değildir.Alternatif bir düşünce de, içinde yaşadığımız kâinatın, daha yüksek boyutlu bir kâinatta üç boyutlu bir 'zar' şeklinde olmasıdır. Bizim durumumuz 'Düz Ülke' hikâyesindeki üç boyutlu bir uzayda iki boyutlu bir sayfaya hapsolmuş Kare Beyin durumuna benziyor. Bu bakış açısına göre bilinen dört temel kuvvetten üçü, yani zayıf ve kuvvetli nükleer tesirler ve elektromanyetik dalgalar (en önemlisi ışık) bu üç boyutun dışına çıkamıyor; böylece biz de bu üç boyutlu mekânımızın ötesini göremiyoruz (belki de bu kuvvetler bu boyutlara nüfuz ediyor, fakat biz fark edemiyoruz) . Fakat yerçekimi kuvvetinin bu üç boyutun içinden geçerek ötesine sızdığı iddia ediliyor.
Alıştığımız üç boyutlu mekân ve zaman boyutunun dışına çıkabildiğimiz anda mümkün hâle gelen şeyleri sayıp bitirmemiz zor. Meselâ zaman ve mekânın düz değil içe veya dışa bükük olması ihtimali daha başka olağanüstülüklere kapı açabilir. Meselâ, dünya yüzeyi iki boyutlu kabul edebileceğimiz bir yüzeydir. Bu küre yüzeyi aslında üç boyutlu bir uzayda, dışbükey iki boyutlu bir yüzeydir. Küre olmanın bir sonucu olarak, bir yönde dümdüz gittiğimizde yine dönüp aynı noktaya geliriz. Aynı şeyi üç boyutlu kâinat için de düşünmek mümkündür. Yani eğer kâinat dört boyutta bir 'küre' yapısına sahip ise, uzayda dümdüz ilerlediğinizde bir süre sonra aynı yere gelmeniz gerekir. Yani bitişi olmayan, ama sonsuz da olmayan bir uzay. Başka bir sonuç da, kürenin bir noktasından diğerine, kürenin içinden kestirme bir yol olabildiği gibi, yaşadığımız kâinatta da böyle gizli geçitlerin olabileceğidir. Kara deliklerin bazı bilim kurgu-romanlarında böyle tünel görevi görmesi yaygın bir konudur.
Yukarıda anlatılanlar, içinde yaşadığımız ve kafamızda kurguladığımız dünyanın, daha geniş mânâda da bütün bir fizikî âlemin çok sınırlı olduğunu göstermektedir. Üç boyutlu âlem çerçevesine hapsolmuş materyalist yaklaşımlar ruhanî ve melekûtî âlemlere, en azından (yukarıda verilen çarpıcı örnekler muvacehesinde görüldüğü gibi) bunları anlamaya açık ve aslında çok zengin fakültelerle donatılmış olan insan zihnini ve kalbini tatmin edememektedir. Dolayısıyla, hem farklı boyutlarda bulunan, zaman zaman bizim boyutlarımıza girip çıkan ruhanî varlıkları, hem de kalb ve ruhun hayat derecelerini akıl çerçevesinde izah etmek, çok boyutlu âlem yaklaşımını esas aldığımızda mümkün hâle gelmektedir.
Rock bara gitsek tam super olacak.. ((: