ülkemizde belki de şehir planının telaffuz edilmediği yıllarda bir şehir planına sahip fakat sonraları sahip olduğu bu planının, hem şehir halkı hem de mahallî idareciler tarafından itina ile katledildiği, ağırlıklı olarak dört ağızın (veya şivenin) konuşulduğu ve bu dört ağızın (şovenistler farkında olmasa da) , ayrı bir zenginlik ve atmosfer ortaya koyduğu şehir, memleketim.
ahmet turan alkan, sosyal, siyasî, edebî konuları bilimsel bir yaklaşımla ele alan ama kuru bir dilden uzak, insana okuma zevki veren ve insanda bir nevi bağımlılık yapan üsluba sahip, köşe yazarından öte bir şahsiyet. çok severek, bir çok kez okuduğum iki yazısının linkini aşağı yazıyorum: http://www.zaman.com.tr/? hn=8556&bl=turkuaz ve http://www.aksiyon.com.tr/detay.php? id=2828
Ahmet Turan Alkan bir ara Aktüel Dergisi'nde yazmış, şimdilerde Zaman Gazetesi'nde, Aksiyon, Eğitim Bilim Derdilerinde yazan kendi branşının yanında edebiyata ve tarihe derin vukufiyeti olan bir edebi şahsiyettir. Sözkonusu zat sosyal, siyasi, aktüel konuları mizahi bir üslupla ele alan, o meselelere edebi bir kimlik ve tat kazandıran, okuru sıkmaktan uzak yazılar kaleme alan (Hele Recai Güllapdan müstear ismiyle yazdığı yazılarında bunu daha üst bir boyutta müşahede edebilirsiniz.) usta bir kalemşördür. 13 Temmuz 2003' Zaman Gazetesi Turkuaz Eki'ndeki yazısını okuyunca bana hak vereceğize dair derin bir ümidim var: Mangal!
“Ölüler zanneder ki diriler hep helva yiyor” vecizesini severim; doğrulanmasına imkân bulunmayan bir lâftır ama suizann dediğimiz birtakım önyargıların asılsızlığını anlatmak için her zaman işe yarayan, kullanışlı bir atalar sözü. “E, şimdi nereden icab etti” diyeceksiniz; efendim, havalar ısınalı beri pazar günlerini bir nevi tatlı aile mahkumiyeti cenderesinde geçirmekte olduğumdan hanginizin haberi olabilir ki? Vakit öğle sularını geçince bizim evde, “çay kaşıklarını unutmayalım, geçen hafta perişan olmuştuk... bidona su koydunuz mu, limon da alalım belki canımız limonata ister” lâfları havada uçuşmaya başlıyor. Mızıkçılık edip, “ben biraz televizyon karşısında uyusam vaktimi daha iyi değerlendirmiş olurum” mütalâalarına dalsam salvo başlıyor; “biraz temiz hava alsak kötü mü olur, elâlem kırlara bayırlara çıkarken biz bütün hafta evde...”
Lâfın kısası, tam beş haftadan beri mâ–aile –üstelik aynı mevkie– mesireye çıkıyoruz efendim; eskiden mesire denirdi, şimdi İngilizcesi câridir: “Picnic”. Sözlüğe baktım, harika bir karşılık bulmuşlar: Piknik yapmak! Türkçeleşmiş Türkçe budur işte!
Herkesin büyük zevk aldığı bu kolektif pazar âyininde oyunbozanlık etmek için kendimce bütün “entel ve gıcık” tedbirleri alıyorum: Yük taşımayı reddediyor, çeşmeden su getirmiyor, salata işlerine karışmıyor, tâbir caizse bir gölgeliğe mevzilenip yanıma aldığım en okunmaz kitapların içine gömülerek nefsime eziyet ediyorum. Aslında karizmayı biraz çizdirmek pahasına, bulabildikleri en küçük boşluklarda bile yaşına başına bakmadan bacak kadar çocuklarla futbol, voleybol, top sektirmece, yakantop gibi sportif eylemlere katılan, iki dakika sonra dalaklanıp bir köşede yarım saat nefeslenerek sızlayan mafsallarını yatıştırmaya çalışan aile reisleri arasına katılmayı canım çekmiyor değil ama ben inadına kitabı okuyor gibi yapıp, şu ezâ ortamından zevk aldığını zanneden insanımızın pazar davranışlarını kategorize etmeye çalışıyorum.
Tespit ettiğim ilk olguyu sizlerle paylaşmak isterim.
Mangal!
Erkeklerin topu iki cins bana göre; mangalperestler ve semaverperestler. Ben semaverciyim şahsen. Semaverciler, şekil A’da görüldüğü gibi halim–selim, kibar, ince fikirli, derûnî ahenk düşkünü, beslenmede karbonhidrat ağırlıklı şeylere iltifat eden kimselerdir. Mangalcılar ise tam tersi. Tipik Türk erkeğinin anadan doğma “Mangalperest” bir tabiat taşıdığını keşfetmek o kadar zor değil. Bütün mangalcılar iptizal derecesinde kırmızı et düşkünü, bir yerde bulunduklarını ancak kesif ve yağlı meşe kömürü dumanı tüttürerek idrak edebilen tipik Türk erkekleridir. Neredeyse bir ay süren uzun gözlemler neticesinde, mangal başında mukavva parçasıyla duman yelleyen bir Türk’ün varoluşunun en yüksek felsefî noktasına çıktığını hayretle fark etmiş bulunuyorum; hani Uzakdoğu mistiklerinin “Nirvana”sı cinsinden bir vecd ve kemâl hâli bu. Ruhunun bütün fakülteleriyle önündeki mangalın ateşine yoğunlaşarak ızgarada tavuk kanadı çevirip duran bir Türk erkeğinin vaziyeti onun tarih ve toplum içindeki misyonunu timsâlleştiriyor gibidir sanki. Havada, meşe kömürü isiyle karışık ağır bir yağlı et kokusu vardır. Portatif mangal taburesinde Rodin’in “Düşünen Adam” heykelini andıran bir vakarla oturan adam, sol eliyle ateşi yelpazeleyip sağ elindeki maşayla köfteleri, tavuk kanatlarını ve cızbız pirzolalarını şeremet bir ustalıkla çevirip, uygun gördüğü zamanlarda “mangalcı hakkı”ndan bilistifade en nefis parçaları atıştırırken bana hep, bir torba dolusu yetim çocukla bir başına kalmış fedâkar ve genç bir dul annenin, evlâtlarının üzerine kanat germiş esirgeyici halini hatırlatmaktadır.
Ne alâkası varsa? ..
Bitmedi, onu asıl mangal sefâsının sonunda izlemek gerekmektedir; bütün etler pişirilip de herkesin doyduğuna emin olduktan sonra mangalcı Türk erkeği, bir eşini ancak nice yıpratıcı taksitlerle sahip olduğu elden düşme arabasını yıkayıp cilalarken gösterdiği ihtimâma benzer bir dikkatle mangalını “demonte” etmeye başlayacaktır. Âyin kutusunun, pardon mangalın bütün parçalarını, sadece o işe yarasın niyetiyle yayınlanmışa benzeyen gazetelerin pazar ilavelerinden kopardığı parçalarla silip temizleyecek, mukavva kutusuna yerleştirirken bir Filatelist pimpirikliği ile ihtimam gösterecek, artakalmış közleri, pet şişenin dibinde kalmış ve şekerli suya dönüşmüş kola artığı ile söndürüp bagajdaki değişmez yerine yerleştirdikten sonra terli şakaklarını fanilasının eteği ile silip elini keyifle göbeğinde şaklatuben şöyle bir etrafa göz gezdirecektir,
–Ee, biraz yakantop oynayalım mı çocuklar?
Zannetmeyiniz ki aleyhlerindeyim; hayatı yaşanır, toplulukları çekilir kılan mangalperestlerdir aslında; biz semaverciler, mangalcıların ürettiği pozitif enerjinin sâyesinde ukalâlık etme fırsatı bulabilen ağustos böcekleriyiz sadece.
Semaver iyidir hoştur ama tek başına karın doyurmaz; hazretin mangaldan sonra tutuşturulanı makbuldür!
Zannedilmesin ki yazıları her zaman bu üslupda daha çok dinlencelik pazar yazıları türünde. Okuyanları iyi bilirler ki tarihe, edebiyata, siyasete, aktüaliteye olan derin hakimiyetini konuşturduğu yazıları da çok fazlasıyla mevcuttur.
ülkemizde belki de şehir planının telaffuz edilmediği yıllarda bir şehir planına sahip fakat sonraları sahip olduğu bu planının, hem şehir halkı hem de mahallî idareciler tarafından itina ile katledildiği, ağırlıklı olarak dört ağızın (veya şivenin) konuşulduğu ve bu dört ağızın (şovenistler farkında olmasa da) , ayrı bir zenginlik ve atmosfer ortaya koyduğu şehir, memleketim.
ahmet turan alkan, sosyal, siyasî, edebî konuları bilimsel bir yaklaşımla ele alan ama kuru bir dilden uzak, insana okuma zevki veren ve insanda bir nevi bağımlılık yapan üsluba sahip, köşe yazarından öte bir şahsiyet.
çok severek, bir çok kez okuduğum iki yazısının linkini aşağı yazıyorum:
http://www.zaman.com.tr/? hn=8556&bl=turkuaz
ve
http://www.aksiyon.com.tr/detay.php? id=2828
Yazar. Akademisyen. Köşe yazarı.
Ahmet Turan Alkan bir ara Aktüel Dergisi'nde yazmış, şimdilerde Zaman Gazetesi'nde, Aksiyon, Eğitim Bilim Derdilerinde yazan kendi branşının yanında edebiyata ve tarihe derin vukufiyeti olan bir edebi şahsiyettir.
Sözkonusu zat sosyal, siyasi, aktüel konuları mizahi bir üslupla ele alan, o meselelere edebi bir kimlik ve tat kazandıran, okuru sıkmaktan uzak yazılar kaleme alan (Hele Recai Güllapdan müstear ismiyle yazdığı yazılarında bunu daha üst bir boyutta müşahede edebilirsiniz.) usta bir kalemşördür.
13 Temmuz 2003' Zaman Gazetesi Turkuaz Eki'ndeki yazısını okuyunca bana hak vereceğize dair derin bir ümidim var:
Mangal!
“Ölüler zanneder ki diriler hep helva yiyor” vecizesini severim; doğrulanmasına imkân bulunmayan bir lâftır ama suizann dediğimiz birtakım önyargıların asılsızlığını anlatmak için her zaman işe yarayan, kullanışlı bir atalar sözü. “E, şimdi nereden icab etti” diyeceksiniz; efendim, havalar ısınalı beri pazar günlerini bir nevi tatlı aile mahkumiyeti cenderesinde geçirmekte olduğumdan hanginizin haberi olabilir ki? Vakit öğle sularını geçince bizim evde, “çay kaşıklarını unutmayalım, geçen hafta perişan olmuştuk... bidona su koydunuz mu, limon da alalım belki canımız limonata ister” lâfları havada uçuşmaya başlıyor. Mızıkçılık edip, “ben biraz televizyon karşısında uyusam vaktimi daha iyi değerlendirmiş olurum” mütalâalarına dalsam salvo başlıyor; “biraz temiz hava alsak kötü mü olur, elâlem kırlara bayırlara çıkarken biz bütün hafta evde...”
Lâfın kısası, tam beş haftadan beri mâ–aile –üstelik aynı mevkie– mesireye çıkıyoruz efendim; eskiden mesire denirdi, şimdi İngilizcesi câridir: “Picnic”. Sözlüğe baktım, harika bir karşılık bulmuşlar: Piknik yapmak! Türkçeleşmiş Türkçe budur işte!
Herkesin büyük zevk aldığı bu kolektif pazar âyininde oyunbozanlık etmek için kendimce bütün “entel ve gıcık” tedbirleri alıyorum: Yük taşımayı reddediyor, çeşmeden su getirmiyor, salata işlerine karışmıyor, tâbir caizse bir gölgeliğe mevzilenip yanıma aldığım en okunmaz kitapların içine gömülerek nefsime eziyet ediyorum. Aslında karizmayı biraz çizdirmek pahasına, bulabildikleri en küçük boşluklarda bile yaşına başına bakmadan bacak kadar çocuklarla futbol, voleybol, top sektirmece, yakantop gibi sportif eylemlere katılan, iki dakika sonra dalaklanıp bir köşede yarım saat nefeslenerek sızlayan mafsallarını yatıştırmaya çalışan aile reisleri arasına katılmayı canım çekmiyor değil ama ben inadına kitabı okuyor gibi yapıp, şu ezâ ortamından zevk aldığını zanneden insanımızın pazar davranışlarını kategorize etmeye çalışıyorum.
Tespit ettiğim ilk olguyu sizlerle paylaşmak isterim.
Mangal!
Erkeklerin topu iki cins bana göre; mangalperestler ve semaverperestler. Ben semaverciyim şahsen. Semaverciler, şekil A’da görüldüğü gibi halim–selim, kibar, ince fikirli, derûnî ahenk düşkünü, beslenmede karbonhidrat ağırlıklı şeylere iltifat eden kimselerdir. Mangalcılar ise tam tersi. Tipik Türk erkeğinin anadan doğma “Mangalperest” bir tabiat taşıdığını keşfetmek o kadar zor değil. Bütün mangalcılar iptizal derecesinde kırmızı et düşkünü, bir yerde bulunduklarını ancak kesif ve yağlı meşe kömürü dumanı tüttürerek idrak edebilen tipik Türk erkekleridir. Neredeyse bir ay süren uzun gözlemler neticesinde, mangal başında mukavva parçasıyla duman yelleyen bir Türk’ün varoluşunun en yüksek felsefî noktasına çıktığını hayretle fark etmiş bulunuyorum; hani Uzakdoğu mistiklerinin “Nirvana”sı cinsinden bir vecd ve kemâl hâli bu. Ruhunun bütün fakülteleriyle önündeki mangalın ateşine yoğunlaşarak ızgarada tavuk kanadı çevirip duran bir Türk erkeğinin vaziyeti onun tarih ve toplum içindeki misyonunu timsâlleştiriyor gibidir sanki. Havada, meşe kömürü isiyle karışık ağır bir yağlı et kokusu vardır. Portatif mangal taburesinde Rodin’in “Düşünen Adam” heykelini andıran bir vakarla oturan adam, sol eliyle ateşi yelpazeleyip sağ elindeki maşayla köfteleri, tavuk kanatlarını ve cızbız pirzolalarını şeremet bir ustalıkla çevirip, uygun gördüğü zamanlarda “mangalcı hakkı”ndan bilistifade en nefis parçaları atıştırırken bana hep, bir torba dolusu yetim çocukla bir başına kalmış fedâkar ve genç bir dul annenin, evlâtlarının üzerine kanat germiş esirgeyici halini hatırlatmaktadır.
Ne alâkası varsa? ..
Bitmedi, onu asıl mangal sefâsının sonunda izlemek gerekmektedir; bütün etler pişirilip de herkesin doyduğuna emin olduktan sonra mangalcı Türk erkeği, bir eşini ancak nice yıpratıcı taksitlerle sahip olduğu elden düşme arabasını yıkayıp cilalarken gösterdiği ihtimâma benzer bir dikkatle mangalını “demonte” etmeye başlayacaktır. Âyin kutusunun, pardon mangalın bütün parçalarını, sadece o işe yarasın niyetiyle yayınlanmışa benzeyen gazetelerin pazar ilavelerinden kopardığı parçalarla silip temizleyecek, mukavva kutusuna yerleştirirken bir Filatelist pimpirikliği ile ihtimam gösterecek, artakalmış közleri, pet şişenin dibinde kalmış ve şekerli suya dönüşmüş kola artığı ile söndürüp bagajdaki değişmez yerine yerleştirdikten sonra terli şakaklarını fanilasının eteği ile silip elini keyifle göbeğinde şaklatuben şöyle bir etrafa göz gezdirecektir,
–Ee, biraz yakantop oynayalım mı çocuklar?
Zannetmeyiniz ki aleyhlerindeyim; hayatı yaşanır, toplulukları çekilir kılan mangalperestlerdir aslında; biz semaverciler, mangalcıların ürettiği pozitif enerjinin sâyesinde ukalâlık etme fırsatı bulabilen ağustos böcekleriyiz sadece.
Semaver iyidir hoştur ama tek başına karın doyurmaz; hazretin mangaldan sonra tutuşturulanı makbuldür!
Zannedilmesin ki yazıları her zaman bu üslupda daha çok dinlencelik pazar yazıları türünde. Okuyanları iyi bilirler ki tarihe, edebiyata, siyasete, aktüaliteye olan derin hakimiyetini konuşturduğu yazıları da çok fazlasıyla mevcuttur.
Yazar.