meditasyon şeytanın,iblisin bir yalanıdır.meditasyonun bir zikir sahtekarlığıdır.meditasyon OKKÜLTİZM içine girer.okkültizm ise ZÜLMANİ İLİMLER olarak bilinir.nagatif yönlüdür.hedefi insanları mutsuzluğa mahkum etmektir.işte o şeytanın yaanlarından birisi de meditasyondur.meditasyonun satanizmle,dinle,mutlulukla ilişkisini böylece meditasyon hikayesini öğrenmek isteyenler! ...
GERÇEK OLAN,MUTLULUK VAAD EDEN MEDİTASYONUN ASLINDA HİÇTE ÖYLE OLMADIĞI SONUCUDUR.
reenkarnasyon şeyatının yalanlarından bir tanesidir.bu OKKÜLTİZM ilmi içine girer.okkültizm ise ZÜLMANİ İLİMLER diye tarif edilir.zülmani ilimlerin sahibi,merkezi ise şaytandır,iblistir.
kur'an-ı kerim'de reenkarnasyonun olmadığını bilmek ve reenkarnasyonun bir safsata olduğunu kur'an ayetleri ışığı altında öğrenmek ve reenkarnasyonla ilgili aşağıdaki yazının tamamını okumak için güzel bir site...
*******************************************************
Sizce reenkarnasyon var mıdır?
Reenkarnasyon var mıdır diye düşünürken, bizim aklımıza takılanlar oluyor:
İnsanların nüfusu, zaman içinde artıyor. İşte bir milyondan bir milyara çıktı, bin kat arttı. Nüfusa yeni insanlar eklendi. Yeni bir insanın enkarne olabilmesi için, bir bedende yaşamış olması lâzım; halbuki bu yeni insan, mevcut nüfusa ilave olarak doğuyor. Bütün eski ruhlar, başka bedenlerin içerisinde ve bedenlerin sayısı belli. Hiçbirinin bu kişinin vücudunda olması mümkün değil; çünkü onların zaten bedenleri var. Mevcut sayıya ilave edilen her yeni kişi, yeni bir ruhun, içine girmesiyle hayatını devam ettireceğine göre, acaba reenkarnasyon gerçek olabilir mi?
Şimdi bize diyeceksiniz ki; reenkarnasyonu yaşadıklarını söyleyen insanlar var...
Bütün bu hikayelerin iç yüzünü ve reenkarnasyonun asıl hedefini öğrenmek isterseniz, TIKLAYINIZ...
************************************************
a'dan z'ye reenkarnasyon
1- İlmel yakiyn: Kalp gözü ve kalp kulağı açılmadan sahip olunan ilmî yakiyn.
'Kellâ lev ta'lemûne ilmel-yakıyn' Tekasür-5 Dikkat edin, eğer yakiyn hasıl ederek (kesin bir ilimle) bilmiş olsaydınız...
2- Ayn'el yakiyn: Kalp gözü açıldıktan sonra, varlıklar âleminin kalp gözüyle görülmesi, (Sidretül münteha'ya kadar gök katlarının görülmesi) .
'Sümme leteravünneha aynel-yakıyn' Tekasür-7 Sonra onu ayn'el yakîn olarak (kalp gözünüzle) göreceksiniz.
3- Hak'kul yakiyn: Kalp gözü açıldıktan sonra rüyetin (görüşün) hak'ka ait sırları da kapsıyacak bir yakiyn hasıl etmesi, cennet ve cehennemin görülmesi ve nihayet Allah'ın görülmesi.
'İnne haza lehüve hakkul-yakıyn' El vakıa-95 Muhakkak ki bu, işte o hakkul yakiyndir.
'Ve innehûlehakkul-yakıyn'
Hakka-51 Ve muhakkak ki o hakkul-yakiyndir.
mutsuzluk şeytanın ve nefsin ülkesinde olmak demektir.şeytan kendi ülkesine nefsimizdeki 19 afeti kullanarak bize günah işletmesi sonucu davet eder.eğer nefsimizin isteklerine 'evet' dersek o zaman şeytanı memnun etmiş oluruz.biz mutsuz olurken şeytan zevkinden çıldırır.nedir şeytanın ülkesi? apsis ve ordinat sistemini düşünelim.MUTLULUK sıfırın üstünde olmak iken,MUTSUZLUKTA sıfırın altına düşmektir.yani negatife düşmek.allah'ın ülkesi varken neden şeytanın ülkesi?
YILIN SONUNDA,
Mutlu ettin mi karsina çikan insanlari?
Iyi bir etki biraktin mi üzerlerinde?
Hiç taktir edildin mi günün ardindan?
Elinden tuttun mu bir yol arkadasinin?
Bir kalbi memnun ettin mi tatli sözünle?
Cesaret verebildin mi umudu sönen birine?
YILINI BOSA MI HARCADIN YOKSA?
MUTLULUK MU biraktin ardinda, hosnutsuzluk mu?
Gece olupta gözlerini kapattiginda,
Sunu söyleyebilecek mi Allah sana;
“YAPTIKLARININ KARSILIGINDA BIR YIL DAHA VERIYORUM SANA.”
ümitsizler köyüne gitme; ümitler var,
karanlığa doğru yürüme; güneşler var,
gönül seni,gönül ehlinin bahçesine çeker,
hadi! durma bir gönüldaştan gıda ver gönlüne.
YÜRÜ! DEVLETİ,DEVLET SAHİBİNDEN ARA.
Siyonistlerin Hitler sömürüsü bugün hala sürmektedir. Aslında bu işin arkasında duran gerçek nispeten gün yüzüne çıkmıştır. Ama ne yazık ki, gizli eller bu gerçeklerin yazılmasına ve konuşulmasına pek fırsat vermek istemiyorlar. Biz Hitler ve Nazizm gerçeğini de biraz tahlil etmek istiyoruz.
Her şeyden önce Hitler'in yükselişi ve Almanya'da yönetimi ele geçirmesi bir tesadüfün eseri değildir. 1919'da Paris yakınlarında gerçekleştirilen Versailles Barış Konferansı'nda Almanya, ödemesi mümkün olmayan tazminatlara mahkum edildi. Bu tazminat kararlarını alanların başında gelenler ise Illuminati şebekesinin organı durumundaki Yuvarlak Masa üyeleriydi. Bu karar Almanya'yı ciddi bir ekonomik çöküşe sürükledi. Zaten amaçlanan da buydu. İşte bu ekonomik çöküş, Hitler'in bir kurtarıcı gibi yükselmesi için şartları hazırladı.
Nazizmin siyasi mekanizması durumundaki Nasyonal (Ulusal) Sosyalist Parti, Almanya'da ilk ortaya çıktığında pek tanınmıyordu. Fakat ülkenin tanınmış sanayicilerinin bu partiye girmesiyle birlikte biri birden tanınmaya ve yıldızı parlamaya başladı. Krupp, I. G. Farben ve diğer bazı yahudi şirketlerinin sahipleri 1929'da bu partiye girdi. Bunların partiye girmeleri ani bir kararla ve hızla gerçekleşmişti. Bu kişiler Hitler'in parti içinde yükselmesinde önemli rol oynadılar. Bunun için her türlü maddi yardımı yaptılar.
Sadece sanayiciler değil yahudi bankerler de Hitler'e istediği yardımı yapıyorlardı. Uluslararası alanda faaliyet gösteren yahudi banker Warburg, Amerika'nın ünlü yahudi ailesi Rockefeller adına Hitler'le irtibat kurarak yardım teklifinde bulundu. Henry Coston, La Haute Finance et Les Revolutions adlı eserinde Warburg'un Hitler'le bağlantı kurması ve desteği hakkında şu bilgileri veriyor: 'Warburg, Almanya'ya geldiğinde Hitler'in danışmanlarıyla görüşmeler yaptı. Temsil ettiği Amerikalı finansörler adına Führer'e başa geçmesi için 10 milyon dolar vaat etti. Hitler, Wall Street'teki koruyucularıyla devamlı mektuplaşıyordu: 'Hareketimiz Almanya'da büyük bir hızla gelişiyor. Bana gönderdiğiniz para bitti. Bir dahaki sefere ne kadar alabileceğimi bana bildirmenizi önemle rica ederim.' Hitler. Hitler'in bu ricası yahudi bankerler tarafından karşılıksız bırakılmadı. Yapılan kısa bir toplantıdan sonra Nazilere 15 milyon dolarlık yeni bir yardımın yine Warburg aracılığıyla ulaştırılması kararlaştırıldı.'
Hitler'e maddi yardım yapanlardan biri de yine yahudi banker ailelerden ve Royal Dutch Shell şirketinin sahibi Samuel ailesiydi.
Hitler'in yahudi para babalarıyla ilişkisine dair bilgileri çok fazla uzatmaya gerek görmüyoruz. Ancak bu konuda özel bir araştırmaya yetecek kadar bilgi olduğunu hatırlatmakta yarar görüyoruz.
Yukarıda üzerinde durduğumuz ve Gizli Dünya Devleti'nin en önemli organlarından biri durumundaki Bilderberg'in kuruluşunda birinci derecede rol oynayan Hollanda prensi Bernhard'ın aynı zamanda Nazi SS örgütünün üyelerinden olduğunu daha önce belirtmiştik. SS, Koruyucu Kademe anlamına gelen Schutz Staffel isimlendirmesinin kısaltmasıdır. Hitler, bu özel birliği 1925'te kendisinin korunması için kurdurmuştu. Başlangıçta küçük bir örgüt olan bu birliğin, Nazilerin iktidara geldiği 1933'te 50 bin kişilik mensubu oldu. Böylece büyük bir ordu haline geldi. Daha çok ordu disiplininde çalışıyordu. Başına geçirilen Heinrich Himmler ise fanatik bir ırkçı olarak tanınıyordu. İlginçtir ki Himmler'in baş yardımcılığına da yahudi kökenli Reinhard Heydrich getirilmişti. Nazilerin hüküm sürdüğü bölgelerdeki Yahudileri göçe zorlama veya ikna etme görevini de SS'ler üstlenmişti. 'Yahudi Sorunu' olarak isimlendirilen, gerçekte ise yahudileri göçe zorlamayı amaçlayan programı uygulama işiyle ise adı geçen Reinhard Heydrich ile Adolf Eichman adlı ikinci bir yahudi ilgileniyordu.
Hitler'in hüküm sürdüğü bölgelerde estirdiği anti-semitist (yani yahudi karşıtı) terör Filistin topraklarına yahudi göçünü son derece hızlandırmıştır. Öyle ki 1917'de İngilizlerin Filistin topraklarını işgal etmelerinden itibaren yapılan onca teşvike rağmen 1933'e kadar gerçekleşen göçlerle birlikte Filistin topraklarındaki yahudi nüfusun sayısı 150 bini geçmemiştir. Ama Hitler'in 1933'te iktidarı ele geçirmesinden sonra anti-semitist terör estirmesiyle birlikte yahudiler çekirge sürüleri gibi Filistin'e akın etmeye başlamışlardır. Çünkü Hitler'in adamları birkaç yahudiyi öldürüp kamyonetlerin arkasına atarak yahudilerin yoğun olduğu mahallelerde dolaşarak: 'Buraları terk etmezseniz sizin sonunuz da böyle olacak' diye ilanlar yayınlıyorlardı. Hitler'in adamları yahudileri sadece tehdit yoluyla değil ikna yoluyla da göçe yöneltiyorlardı. Fırınlama, binlerce insanın kitleler halinde katledildiği iddiaları ise siyonistlerin yıllardan beridir sömürü aracı olarak kullandıkları efsanelerden ibarettir. Hitler terörü sebebiyle yahudilerin Filistin topraklarına akın etmesi neticesinde II. Dünya Savaşı'nın sona erdiği 1945'e gelindiğinde Filistin topraklarındaki yahudi nüfusun sayısı 800 bine ulaşmıştı. Böylece Filistin'de bir 'İsrail' devletinin kurulması için yeterli insan potansiyeli oluşmuş oluyordu. Zaten Hitler'in görevi de işte bunu sağlamaktı. Hitler'in görevini tamamlamasından sonra defteri de dürüldü. II. Dünya Savaşı'ndan büyük bir yenilgiyle çıkan Hitler kurtuluşu intiharda buldu.
bir insan düşünün ki kendisi ve fikirleri hiçbir zaman bilimle barışmıyor.bilimin ortaya çıkardığı gerçeklerden hep kaçmak zorunda kalan insan veya insanlar...işte o insana örnek darwin ve peşinden sürüklenen insanlar...
ilahi kitaplarla darwinin eserleri arasındaki fark,birisinin insanın öldükten sonra anlayacağı gerçekleri haykırması diğerinin ise o gerçeklerin inkarına kalkışan köhne fikirleri barındıran eserler(!) olması
Moğollar'ın Türkistan'ı istilası sırasında, batıya doğru kaçan yüzlerce gruptan biri de; Kayı Boyu'ndan Ertuğrul Gazi'nin aşiretidir. İstiladan, Moğollar'ın henüz ulaşamadıkları Anadolu'ya gelen bu Türkmenler, Selçuklular tarafından kabul edilip batıya yerleştiriliyorlar ve başlarındaki reislerine Uç Beyi deniliyordu.
Adlarına 'Horasan Erenleri' denilen tarikat ehli kişiler, uç beylikleri arasında dolaşarak sohbet edip, insanları Allah'a çağırıyorlardı. Göçebe kitlelerin çoğu, bu erenlere samimiyetle bağlanıyorlardı.
Şeyh Edebâli, Ahmet Yesevî Hazretleri'nin Uzakşark'ta yetiştirip, mürşid, muallim, mübelliğ olarak Batı Türklüğüne gönderdiği Horasan erenleri zincirindendir.
Anadolu, bu şöhretsiz evliyaların ve Hak erenlerinin eliyle şekillendi. Devlet, onların yüzü suyu hürmetine şahlandı.
Osman Bey, Şeyh Edebâli Hazretleri'ni sık sık ziyaret eder, onun tatlı sohbetlerini dinlemekten çok zevk alırdı.
Edebâli Hazretleri, Allah'ın kendisine bildirmesiyle biliyordu ki; Osman Bey'in kuracağı devlet, teslim dînini tüm dünyaya yaymak için yaşayacak, âleme nizam verecek, Allah için savaşacaktı. Bu devletin temelini atma vakti geldiği zaman, Edebâli Hazretleri mübarek eliyle bizzat Osman Bey'e kılıç kuşattı ve Osman Bey adına okunan ilk hutbenin besmelesini de kendisi çekti.
Bununla da kalmadı Edebali Hazretleri, dervişlerine emir verdi:
'Demirci, kalaycı, örscü, marangoz ve sanat erbabı herkes köy köy dolaşacak, Türk boyları arasına dağılıp, boyları kendi içlerinden fethedecektir. Böylece yıllardır Türk boyları arasında süren kavgalar boyların Osman Bey'in buyruğu altına girmesiyle son bulacaktır.'
Şeyhlerinden bu emri alan dervişler Anadolu'ya dağıldılar. Sevgi dolu, kardeşlik dolu sohbetleriyle insanları Allah'a çağırdılar, bir olmaya çağırdılar. 'Devlet-i Ebed-Müddet'in temelini îmânla sağlamlaştırdılar.
İşte Osmanlı, temelini Allah'ın evliyasının attığı bir devlet, böyle kurulmuştu. Sultan Osman'dan başlayarak her biri mürşidlerine yüzde yüz bağlıydı. Allah'ın padişahlarının yönetimindeki Osmanlı, bir süre sonra Nizam-ı Âlem adını aldı.400 yıl içinde, bir cihan hakimiyetini Allah'ın yardımı, erenlerin himmetiyle bu küçük beylik oluşturdu.
Onlar, ortaçağdan bu çağlara doğru bütün dünyaya Allah'ı tanıttılar. Allah'ın adaletini temsil ettiler. Allah yolunda fedakarlığı öğrettiler. Osmanlı, fedakarlıkların üzerine bina edildi. Devleti Âliye, Nizam-ı Âlem devlet, o Osmanlıydı. Ve hepsi Allah'a hizmet yolunda; kadın olsun, erkek olsun el ele, gönül gönüle.... Başkalarını imrendirecek bir davranış biçimleri dizisinin sahibi oldular. Kur'ân erleriydiler, sahabe gibiydiler.
Osmanlı, Peygamber Efendimiz (S.A.V) ve sahabeden sonra İslâm'ı gerçek anlamda yaşayan ikinci topluluktu. Osmanlı, Kur'ân'daki İslâm'ı yaşadı. Osmanlı, 'tasavvuf'u' yaşadı.
Yükselme devri boyunca padişahtan aşağıya doğru herkes, Allah'ın dostuydu. Sultan Osman'dan başlayarak hepsinin mürşidleri oldu. Görüyoruz ki; mürşide yüzde yüz bağlı olan padişah, aslında Allah'ın padişahı oluyordu. Bu dizaynın yukarıdan aşağı inen çatısına baktığımız zaman; önce Allah' ı görüyoruz, sonra Allah' a bağlı mürşid, mürşide bağlı padişah, sonra onun emrinde kim varsa hepsi Allah' a dostlar.
Bu dizayn devleti nereye ulaştırdı?
Osmanlı bir süre sonra Nizam-ı Âlem adını aldı.
Kim Osmanlı'dan yardım istemişse, Osmanlı yardıma koşmuştur. Fransa Kralı yaptığı savaşta zor duruma düşünce, Osmanlı'ya müracaat etti. Osmanlı onu himayesine aldı. Hangi şartlarda olursa olsun, nerede İslâm'a karşı saldırı olursa, Osmanlı ordusu orada olurdu. Onlar Allah için yaşadı ve devleti idare etti
Osmanlı'nın başında hep Allah'ı görüyoruz.
Yeniçeri ocağına hiç bir acemi oğlan, bir mürşide bağlı olmadıkça adım atamazdı. İlk eğitimin verildiği yerde böyle bir hedefe ulaşmak için mutlaka bir mürşide tâbî olmak gerekiyordu. Allah'ın velayet mertebesine ulaşamayan, subay olamazdı. Paşalar, daimî zikir sahibiydi. Kara orduları böyle olan Osmanlı'da, deryada da aynı durum söz konusuydu. Bütün reisler Allah için savaş verirdi.
14 asır sonra İslâm'ı yaşayan topluluk Osmanlı'ydı. Esnaf da aynı standarttaydı, asırlarca evvel lonca sisteminde Allah'ın esnafı olmuşlardı. Hiç bir genç, mürşidin elini öpmedikçe çırak olamazdı, hiç kimse evliya olmadan kalfa olamazdı, daimî zikre ulaşmadan usta olunmazdı.
600-700 yıl evvelki kök boyalarının sırrı hâlâ çözülemedi. O tarihten bugüne kadar, o kumaşların boyası dün boyanmış gibi tazeliğini koruyor. Gidin müzelere dikkatle bakın. Bugün en kalite boyayı kullansanız da kumaşlarınızın boyası çıkıyor. Onların sırrı çözülemedi.
1500'lü yıllarda Piri Reis bir harita yapıyor, Grönland' ın üç adadan olduğu kesinlikle anlaşılıyor; aynı harita Kahire' den 30 km yükseklikten çekilen fotoğrafla aynı. Piri Reis nasıl yaptı bu haritayı?
Nasıl oldu da Hasan Celal bundan beş yüz yıl evvel barutu macun haline getirerek füze yaptı ve onunla uçmayı başardı?
Nasıl oldu da Hazerfen Ahmet Çelebi, Galata kulesinden Üsküdar'a kadar uçmayı başardı? Bunların hepsi Allah'ın yardımıyla gerçekleşen şeyler. Öyleyse, Allah'ın indinde Osmanlı Devleti'ne dikkatle bakın.
Hâlâ derler ki; Osmanlı kaçırdığı çocukları sarayda eğitime tâbi tutuyordu. Hayır, öyle değil! Osmanlı'nın gittiği her yere adalet götürmesine hayran olan Batı, 'Bu çocukları enderunda okutun, sizin gibi adaleti öğrensinler.' diye çocuklarını getirip Osmanlı'ya teslim ediyordu.
O zaman Avrupa'da asillerle halk arasında korkunç bir uçurum vardı. Bir asil, halktan birisini öldürse kimse ona hesap soramazdı. Osmanlı ise padişahını yargılıyor ve kadı, padişahı mahkum edebiliyordu.
Osmanlı adaleti dünyaya örnek oldu. Sahabeden sonra İslâm'ı yaşayan en üstün topluluktu Osmanlı. Kitle halinde, ordu, donanma, esnaf ve halkın çok büyük çoğunluğu tasavvuftaydı. Bu, Osmanlı' nın dünyaya nizam veren temelini teşkil ediyordu. Adalet bütün boyutlarıyla her zaman geçerliydi. Bunun için kadıların adalet dağıtmasına gerek yoktu.
Kapalıçarşı'da bir dükkan sahibi, namazdan sonra bir ihtiyacını almak üzere gelen müşterisine istediğini vermiyor ve 'Şu karşıdaki dükkanda istediğin şeyden var, ondan al' diyor, adam sebebini sorduğunda ise ' Ben, sabah siftahımı yaptım ama o kardeşim yapmadı' diyor ve adam gidip istediğini oradan alıyor. Yabancı olan bu kişi Osmanlı'nın bu adaletine şaşırıp kalıyordu.
Köprünün altından ne kadar sular akmış. İşte Osmanlı' nın en büyük standardı kul hakkına riayet etmekti.
Kanuni Sultan Süleyman zamanında Osmanlı harp kadırgaları, Avrupa'daki bütün kadırgalardan fazlaydı. Fatih Sultan Mehmet, İstanbul' u aldığında ordusu o dönemin en mütekamil ordusuydu. Son icatların hepsi ordunun içindeydi, en büyük toplar Fatih Sultan Mehmet tarafından döktürülmüştü. Osmanlı sadece Allah'ın yardımına değil, zamanın getirdiği bütün teknikleri kullanabilme stratejisine sahipti.
Osmanlı, Allah'ın indinde başka ülkeleri hiçbir zaman küçük görmemiştir. Bu yüzden Avrupa tebaası Osmanlı'ya hayrandı. Yüzbinlerce akıncının herbiri en az üç lisan bilirdi. O devrin en usta kılıç kullananları onlardı. Avrupa, akıncılar denildiğinde olduğu yerde dururdu.
Allah' ın düşmanları saraya girdikten sonra adım adım gerçek evliyaların yerini cinci hocalar aldı. İlk cinci hoca saraya Kösem Sultan zamanında girdi. Osmanlı'nın şaşası bir süre daha devam etti; ancak cinci hocalar evliyaların yerini alınca Allah'ın dostları devreden çıktı ve şeytanın dostları devreye girdi. Böylece Osmanlı duraklama ve gerileme devrine girdi.
Dünyaya askerlik stratejisini, askerliği öğreten Osmanlı'nın yerini, yabancı ülkelerdeki harp okulları aldı ve Osmanlı da subaylarını onların okullarına göndermeye başladı.
Böylece Nizam-ı Âlem olan Osmanlı'nın yerini Nizam- ı Cedit olan Osmanlı aldı. Nizam-ı Cedit; yeni nizam demek, Nizam-ı Âlem ise Âlem'e Nizam veren. Osmanlı yükselme devri boyunca Âlem'e Nizam veren muhteşem bir hüviyetteydi.
Osmanlı'yı Osmanlı yapan her devirde Allah'ın sevgisiydi, Allah' a duyulan hürmetti. Osmanlı Allah'ı sevdi, O'na aşık oldu, üst boyuta ulaştıklarında ise Allah'a hayran oldular. İnsan-ı Kâmil Osmanlı' nın içinde binlerceydi. Ordu sefere çıktığında her tarafta şenlikler yapılırdı. Sefere çıkmak, şehitlik için hazır bir sistem olarak kabul edilirdi. Herkes şehit olmak için savaş verirdi. Andrea Doria Osmanlı'dan korkmakta haklıydı.' Siz hayatta kalmaya ne kadar önem veriyorsanız, onlar da savaşta ölmeye o kadar önem veriyorlar' demiştir.
Osmanlı'da Allah'ın dizaynını görüyoruz, her devirde Allah'ın dostlarına yardım ettiğini görüyoruz.
Öyleyse, Osmanlı'yı Osmanlı yapan, Osmanlı'yı tarihe unutulmaz insanlar olarak tanıtan kimdir? Allah.
Osmanlı tüm dünyaya meydan okuyan bir Allah dostları cennetiydi. Allah dostlarının nelere kaadir olduğunu tüm dünyaya gösterdiler. Onlar Nizam-ı Âlemdi. Öyleyse Osmanlı; evde, sokakta, çarşıda, askerde tüm dünyaya hep örnek oldular.
Dört yüz sene içinde küçük bir beylikten cihana hükmeden koca bir imparatorluğa dönüştü Osmanlı. Fatih Sultan Mehmed İstanbul'un fethi için aylarca uyumadı. Yavuz Sultan Selim insanı iliklerine kadar kavuran çölü ordusuyla 13 günde geçti. Yeniçeriler, Akıncılar 'Allah, Allah' diye koşardı savaşa, huşu içinde, korkusuzca. Ulubatlı Hasan vücuduna isabet eden oklara rağmen kalenin burcuna bayrağı dikti. Hiçbir fetih kuru bir cihangirlik davası uğruna değildi. Sadece ilây-ı kelimetullah için savaş verilirdi. Onların herşeyleri; ama herşeyleri Allah içindi.
Başta Allah'ın bir Mürşidi, ona bağlı padişahı ve bu şekilde uzanan bir zincir içerisinde Âdem-i Merkeziyet sistemi her alanda Allah'a itaati temsil etti. Yıldırım Bayezid'in ordusunun savaşlarda yıldırım gibi hareket etmesinin sırrı, ordunun yüzde yüz itaatinden başka bir şey değildi. Osmanlı ordusu her zaman seri hareket ederdi.
Osmanlı bir zaman dünyayı titretti. Yüzde yüz Allah'ın emrinde bir devletten başka ne beklenebilirdi. İtaat, gayret, himmet, nusret Osmanlı'yı Nizam-ül Alem haline getirdi.
Nizam-ül âlem, Osmanlı'nın tanıtıcı vasfıdır. Osmanlı, nizam-ül âlemdi; yani âleme yön verendi. Âlemin, bütün dünyanın nizamını temin etmekle, Osmanlı kendisini vazifeli görüyordu. Nerede, hangi millet bir diğerine haksızlık etmişse, bu Osmanlı tarafından duyulduğu anda; Osmanlı derhal müdahale ederdi oraya. Haklının hakkını verdirene kadar savaş devam ederdi. Nizam-ül âlem olmak bu demektir. Âlemin nizamı, Osmanlı'dan sorulurdu. Yükselme devresi boyunca Osmanlı buydu.
Her geçen gün Allah'a biraz daha bağlanan, Kur'ân'ı bütün boyutlarıyla yaşayan, ruhlarını, vechlerini, nefslerini, iradelerini Allah'a teslim etmiş; akıncılar, yeniçeriler, Allah'ın askerleri, Allah'ın göklerdeki ordularıyla beraber savaş verirlerdi.
Öyleyse böyle bir dizaynda bu insanlar; nizama, âleme örnek olmuşlardır. Osmanlı, her gittiği yere adalet götürmüştür. Osmanlı, muhteşem bir Âdem-i Merkeziyet Sistemi'ni devreye sokmayı başarmıştır. Uç beylikleri, beylikler, beylerbeyliği bu Âdem-i Merkeziyet Sistemi'nin anahtarıdırlar. Haslar ve tımarlar, fethedilen ülkelerin bir nevi sahibi olmayı ifade ederdi.
O sahip olunan, Osmanlı ordusunun akıncılarıyla elde edilen yerler, onların müdafaası, akıncılara aitti. Ve oranın beyi, akıncıların başındaki kişiydi. Devlete vergisini verirdi; ama o yerin sahipliği ona aitti. Osmanlı adına o yeri işgal eden kumandan, o arazinin sahibi olarak fermanla sahipliğe ulaştırılırdı. Belli bir sayıda akıncı beslemekle görevliydi ve sefere çıktıkça yeni yerlerin tımarlara, haslara, zeametlere katılmasıyla Osmanlı memaliki devamlı büyüyor, adalet bütün dünyaya yayılıyordu.
Sevgili okuyucular, akıncı deyip de geçmeyin. En az üç lisan bilen muhteşem cengâverlerdi bu insanlar. Sadece Allah için yaşarlardı. Hayatlarını Allah'a vakfetmişlerdi. Öyleyse, padişahın bu insanlara ne kadar değer verdiği, bizi alâkadar ettiği için tarihimizin arasından çıkarttık ikinci Murat'ın Evrenos Bey'e gönderdiği mektubu. Orada bir beylerbeyine padişahın bir fermanı var. O fermanda Osmanlı'nın bütün ruhu anlatılmaktadır.
Sevgili okuyucular, Osmanlı yalnız i'lây-ı kelimetullah için (Allah kelimesinin ilelebet devam etmesi için) fetih yapardı. Yani fethin arkası, mutlaka adaletti. Adaletsiz ülkelere adaleti getirebilmek. Ve başarı her zaman geçerli idi. Osmanlı, bu vasfını devam ettirdiği sürece, tarihinin en parlak çağlarını yaşamış, nizam-ül âlem olmakta devam etmiştir.
Ne zaman ki saraya Allah'ın mürşidlerinin yerine cinci hocalar girdi ve ilm-i nücumla, artık şeytanla ilişkiler kurulmaya başlandı. Osmanlı o noktadan itibaren duraklama devrine, daha sonra da gerileme devrine girdi.
Sevgili okuyucular, Osmanlı için bir korkunç dizayn söz konusu oluyor. Bu devirde Osmanlı, tarihî kişiliğini yitirmiştir ve 'Nizam-ül Âlem' olmaktan, 'Nizam-ül Cedide', yeni nizama geçmiştir Osmanlı. Ve İbrahim Paşa (bir devşirme Paşa'dır) hâlâ tarihçilerin bilinmeyen sebeplerle diye kapalı tuttuğu bir dizayn içersinde, bütün akıncıları birbirine katar düşmana kırdırmayı başarmıştır. Sevgili okuyucular her zaman bütün orduların içinde hainler bulunur.
Kısacası Allah'a ve onun mürşidlerine itaatleri sayesinde aleme nizam verir hale gelen Osmanlı, mürşidlerin yerini cinci hocaların almasıyla şeytanın adamlarının elinde günden güne eridi gitti.
Yeniçeri, Hristiyan tebandan devşirilmiş askerdir.1. Murat'ın veziri âzam Çandarlı Hayrettin Paşa'nın yardımıyla kurduğu bu sistem de, devlet kendi Hrıstiyan tebasından ve bazen eline düşen harp esirlerinden bazı çocuklara el koyuyordu. Acemi Oğlanı denilen bu çocuklar, önce bir tür köylü ailesinin yanına veriliyordu. Orada Türkçe öğreniyor, Müslüman dininin, Türk terbiyesinin icablarına göre yetiştiriliyordu. Devşirilir devşirilmez sünnet edilip, kendilerine bir müslüman adı veriliyordu. Sonra acemi oğlanların kışlalarında, askeri terbiyeleri başlıyordu. Emekli oluncaya kadar evlenmeleri, şehirde oturmaları yasaktı. Kışlalarda yaşarlardı. İstidat ve kabiliyet gösterenler subay ve general olurlardı.
Hristiyan çocuklarını, Müslüman ve Türk yapıp Hristiyanlara karşı dövüştürülmesi, Avrupalı muhayyilesini çok meşkul etmiştir.
'Çeri' Türkçe'de asker demektir. Asker kelimesi Arapçadan gelir.1. Murat, yeni bir sınıf ihdas ettiği, kendisine babadan kalan yaya (piyade) ve atlı (süvari) yanında yeni bir asker sınfı ortaya çıkardığı için, bu zümreye 'Yeniçeri' denilmiştir.
Yeniocağı Teşkilatının ana çizgileri:
Ocağın büyük bir kısmı İstanbul'daki kışlalarda yaşarlardı. Büyük merkezlerde yeniçeriler vardı. Kumandan ' Yeniçeri Ağası' idi. ' Orta' denilen taburlara ayrılmışlardı. Bütün ortalar birleşip ocağı meydana getirilerdi. Büyük taşra şehirlerde yeniçeri birlikleri, İstanbul'da ki belirli ortalardan alınmış er ve subaylardan müteşekkildir. Yani bunların asıl bağlı oldukları yer, İstanbul'daki ortalardır. Yeniçeri ağası, Divan-ı Hümayum üyesi, yani bakandır. Daima askerdir. Amiri sadrazamdır. Sadrazamla Yeniçeri Ağası arasında başka bir kumandan kademesi yoktur. Ocağın herşeyinden sorumlu ve bu sorumluluğun tabii neticesi olarak ocak üzerinde her türlü yetkiyi sahipti. Padişah bir numaralı yeniçeri sayılırdı.
Yeniçeri sancakları:
Her ortanın kendi sembolünü taşıyan flamalar vardı. Her ortaya bir sancak verilirdi. Seferde bu sancak, o ortada kumandanın çadırının önüne torağa saplanırdı.
'Azam Bayrağı' denilen sancak ise, beyaz atlastan muazzam bir şeydi.
Seferde Yeniçeri Ağası'nın önüne dikilirdi. O İstanbul'da ise, Sekbanbaşının ortağının önüne dikilirdi. Üzerine altın sırma ile Fetih âyet-i kerimesi işlenmiştir:
'inna fetehnâ leke mübina ve yansureke'ıllahu nasren azizâ'
Büyük sancağın beyaz olması, ocağın sünni ve sünni'liğin şampiyonu olduğunu gösteriyordu.
Yeniçeri unvanları ve sanatları
Yeniçeri generallerine, albaylarına ve daha bazı subaylara 'Ağa' denilirdi. Büyük ünvandı ve mutlak 'Ağalar' şeklinde kullanılırdı. Yeniçeri Generalleri ile diğer Kapıkulu Ocakları Generalleri anlaşılırdı. Hatta 'Ağavat hazarâttı' denilirdi.
Yeniçerilerin bektaşi tarikani girmesi çok yaygın bir gelenekti. Ocağa 'Hacı Bektaş Ocağı' denilirdi. Ocağın Hacı Bektaş Veli tarafından kurulduğu sanılır. Ancak mevlevi, havleti, nakşi melâmi olan yeniçeriler de vardır.
OSMANLI ASKERİ SİSTEMİNE HAYRAN OLAN DİĞER MİLLETLERİN İBRET DOLU SÖZLERİ
Yılmaz Öztuna'nın Büyük Türkiye Tarihi kitabının 9. cildinden alınmıştır.
ORDU-ASKER
Sayfa 324
· Mareşel Montecuccoli, bir çok Batı diline çevrilerek klasik olmuş tâbiye kitabında Türk ordusunu şöyle anlatıyor:
'...Osmanlı Devleti o derecede kudretli ve kuvvetli bir imparatorluktur ki, hesapsız sayıda, mükemmel eğitim görmüş askerlerden müteşekkil ordusu, her an harbe hazırdır. İstenildiği anda yürüyüşe geçebilen bu ordu, her zaman emre âmâdedir. Ordunun yürüyüşe başladığını daha düşman öğrenmeden Türk ordusu, muharebe sahasına girmiştir.1660 yılında gemilere manda ve öküzleri koşup Tuna yoluyla Belgrat'a, Osiyek'e, Budapeşte'ye Türkler'in çektirdikleri gemiler ve taşıdıkları yiyecek ve ağırlıklar tarif edilemez, akıl almaz. Gerek ordu yürüyüşünü, gerekse ağırlık naklini Osmanlılar, bütün hileleri kullanarak saklarlar. Düşman casuslarına daima ters hedef verirler. Her seferindeki hileleri de bir öncekinden farklıdır. Nitekim herkesi Venedik seferi yapacaklarına inandırıp birden Transilvanya'da görünen Türk ordusu, şaşkınlık yaratmıştır. Malta'ya gideceklerini yayıp Girit'e sefer etmeleri de böyledir. Savaştan çok önce vaktiyle tedarik görmek, Romalılar'da usul ve kaide idi. Osmanlılar, zuhurlarından bu ana kadar Romalı'ların bu usul ve kaidesini aynen tatbik etmişlerdir. Osmanlılar ordusundaki her çeşit san'at erbâbı işçinin sayısı, şaşılacak kadar çoktur. Kılavuzları ve casusları da çoktur. Ordunun büyük ağırlıkları ve topları bulunduğu için nakliyeye ehemmiyet verilir. Diğer milletlerin tahammül edemedikleri, tâkat getiremedikleri meşakkatlere Türk ordusu alışıktır. Çok iyi siper ve tabya yaparlar. Ordunun yürüyüşü fevkalâde sür'atlidir. Bizde 'Türk'e ayak kurşundan ve el demirdendir.' atasözü meşhurdur. Türk askeri cesurdur. (krş. Cevdet, I,92-3)
Sayfa 325
· Grenard Grenard, şevket devri Türk ordusunu şöyle anlatır:
'Muharebe meydanında Türk askeri ölür teslim olmazdı. İlk çağırma emrine daima hazırdı. Her nefer yüzbaşısını tanırdı. Her nefer kumandanının kendisinden önce yığınak yerinde bulunacağından emindi ve ona göre davranırdı. Bu sûretle en kısa zaman içinde Sultan'ın emrinde çok tecrübeli, iyi silahlandırılmış, iyi atlandırılmış, iyi kumanda edilen, sayı bakımından olduğu kadar kalite bakımından da üstün bir ordu âmâde olurdu. Topçuya çok hususî bir ihtimam gösterilirdi. Top sayesindedir ki II. Mehmet İstanbul'u almıştı. Top sayesindedir ki Osmanlılar başlıca zaferlerini kazanmışlardı. Top boldu, çeşitliydi, iyi imal edilmişti ve kullanılmasını fevkalâde iyi bilen ellerdeydi. Bilhassa ağır Türk topları, dehşet vericilikleriyle meşhurdu. XVII. asırda bile dünyanın en iyi topu ve topçusu Türk ordusundaydı.
Yardımcı sınıflar iyi yetiştirilmişti: Cebeciler, demirciler, nakliyeciler ve her türlü yardımcı sınıf. Türk levazım teşkilatı yer yüzünün en iyisiydi. Asker, ülkenin sırtından geçinmezdi; levazımın kendisine verdiğinden başka ne yemek, ne almak isterse hepsini öderdi.
Sayfa 326
· XVI. asırda Türk ordugahını gören Postel 'dünyanın en ilâhî düzeni= le plus divin ordre du monde' ibaresini yazmaktan kendisini alamamıştır.
· XV. asırda Bertrandon de la Brocquiere: 'Bizim 10 askerimizin yaptığı gürültüyü,1.000 Türk askeri bir araya geldiği zaman duymadım.' diye yazar.
· Rodos'u teslim almak üzere kaleye giren 30.000 askerden bir tek gürültü, bir tek kelime, adım seslerinden sonra hiçbir şey duyulmadığını gözleriyle gören Hristiyan müşahidler hadiseyi yazmışlardır.
· Paule Jove, Türk askerinin Hristiyan askerinden 3 üstünlüğü olduğunu kaydeder: Kumandanlarına körü körüne itaat, muharebe meydanında canlarını sakınmamak, yiyip içmeksizin çok uzun yol yürüyebilmek.
· Thevenot: 'Bir şeyleri eksik olduğu zaman sadece sabrederler. Giyimleri ve teçhizatları hafif, yorgunluğa mütehammildirler, sür'atleri hayret vericidir. Cengiz Han'ın askerlerine benzerler.' diye kaydediyor.
· Postel: 'Hristiyan askerinin 3 gün 3 gecede aldığı yolu, Türk askeri bir gecede alır.' diye yazmaktadır.
· Busbeçg: 'Teşkilatının kudreti ne olursa olsun, Türk ordusu nâmağlub bir ordu değildi. Pekala mağlubiyetlere de uğradığı oldu. Ona mukavemet edilemez kudretini veren başlıca iki hususiyet vardı: Daima seferberlik halinde, daima emre âmâde idi ve sefer yolu ne kadar uzun olursa olsun yürümeye hazırdı. Halbuki Avrupalılar her yeni sefer için büyük masraflarla yeniden asker toplamaya mecburdular ve üstelik bu askerlerin iradesi kısa zamanda gevşiyordu. Diğer taraftan Türkler bir başarısızlıkla karşılaşınca aynı teşebbüsü tekrarlamak, gene tekrarlamak karakterinde idiler. Bu sebat, inatçılık ve tâkıyb fikri Osmanlı prensibi idi. Cengiz'in, Timur'un, Babur'un prensibi de bu idi. Bu tâkıyb fikri ve muvaffak oluncaya teşebbüse devam azmi, şüphesiz devletin malî gücü sayesinde olabiliyordu. Ordu ile devlet iyice kaynaşmıştı ve maliye bu gücün emrindeydi. Halbuki Batı'da ordular, sosyal yapının üzerinde ve dışında, sonradan eklenmiş müesseselerdi. Bunun neticesi olarak Avrupa orduları için normal kaynaklar bulmakta müşkilat içindeydi. Avrupa hükümdarları üst üste yığılan istikrazların yükü altındaydı. Charles Quint bile bu durumdaydı. Türkiye'de ise aksine ordu hükümetin normal imkânları içinde hayatını devam ettiriyordu.
Sayfa 265
· II. Murad ve Fatih Mehmed zamanında 22 yıl Türkler arasında esir olarak yaşıyan ve sonradan Almanya'ya dönerek hatıralarını yazıp bastıran Georg von Mühlenbach (s.432) : '100.000 atın bulunduğu Türk ordugâhında bir tek atın kişnemesinin bile duyulamayacağını' yazmaktadır. Sessizliğin savaş sırasında ne derecede işe yarayacağı âşikârdır.
· Babinger: 'Türk ordusundan hâkim olan mâneviyât, muhakkak ki herhangi bir düşman ordusununkinden çok üstündü.' der.
· Gene II. Murad devrinde Türkiye'ye gelip Türk ordusunu gören De la Brocqiere şunları yazar:
'Ordudaki büyük emirler ve kumandanlar; öyle basit bir kıyafette idiler ki, onları, alayların içinde alelâde neferlerden ayırmak imkânsızdır. Padişahı (II. Murad'ı) camide namazını kılarken görmeye muvaffak olabildim. Ne tahta benzer ki bir koltukta ne bir iskemlede değil, fakat yere serilmiş bir seccadede ibadet ediyordu. Çevresinde, arkasında veya başı üzerinde, mevkiini işaret eden hiçbir şey yoktu.'
· XVII. asrın son yarısında, bu haşyet verici sessizlik hâlâ devam ediyordu. Türk ordusu pek büyük bir sessizlik ve Majeste'nin (XIV. Louis) askerleri arasında tasavvuru müşkül bir tevazu içindeydi.
Sayfa 266
· Yabancıları her şeyden fazla şaşırtan bu sessizlik bahsine Busbecq tekrar döner ve Kânûnî'nin Amasya ordugâhını şöyle tasvir eder:
'Bu muazzam kalabalık içinde medhe değer görünen nokta, sessizlik ve disiplindir. Hiç bir bağrışma ve uğultu yoktur. Halbuki alelâde kalabalıklarda böyle şeyler eksik olmaz. Herkes kendisine tayin edilen noktada rahatça duruyordu. Paşalar, sancak ve alay beyleri, yüzbaşılar ve daha küçük Türk subayları yerlerine oturmuşlardı. Alelâde neferler ayakta idi. En çok göze çarpan topluluk, sayıları bir kaç bine erişen yeniçerilerdi. Bunlar, diğer birliklerden ayrı bir yerde uzun bir saf halinde duruyorlardı. O kadar sessizdiler ki, benden çok uzakta bulunmadıkları halde, acaba canlı insanlar mıdır, yoksa birer heykel midirler diye tereddüt ediyordum. Bu mevki'den ayrıldığım zaman; hoş bir manzara göründü. Sultan'ın hasa alayı atlar üzerinde, yerlerine dönüyorlardı. Atlar gayet güzel ve yüksek olduktan başka, gayet bakımlı ve süslü idi.
· İstanbul'a gelen Fransız rahiplerinden Canillac, Türk askerinin harp adamları değil keşiş sanılacak derecede sessiz ve mütevazı olduğunu, Dîvân-ı Hümâyûn'da vezirlerin bile yüksek sesle konuşmadıklarını kaydediyor.
Sayfa 268
· Gene Iorga (I,198-9) şöyle der: 'Bir Avrupa ordusunun bir ülkeden geçmesi ülkenin halkı için bir felaket, bir Türk ordusunun geçişi bir saadetti. Halk, Türk ordusunun kendi memleketlerinden geçmesini dört gözle beklerdi; zira zengin Türk ordusu ile geniş ölçüde alış veriş yapardı. Balkanlar'da genç hristiyan kızları, tek başlarına mal satmak için endişesizce Türk ordugâhına girerlerdi. Böyle bir durum Avrupa orduları için tamamen imkânsızdı.
· Çağdaş büyük Fransız yazarı Montaine'in kaydettiği gibi Yavuz'un ordusu memlûklerin Şam şehrine girerken, şehri çepeçevre kuşatan hârikulâde meyve bahçelerine el bile değdirmemişti. Türk ordusunda disiplin o derece idi.
Sayfa 268,269 ve 270. yarısına kadar
· Meşhur İngiliz diplomatı Ricault, Orduy-u Hümâyûn ile köprülü-zade Fâzıl Ahmed Paşa'nın Uyvar seferine katılmıştır. Müşahadeleri arasında şunları anlatır:
'Gerek vezîr-i âzamın, gerek diğer büyük kumandanların otağlarına çadırdan fazla saray demek doğru olur. Fevkalâde büyük olmaları, muhteşem ve hârikulâde süsleri, çeşitli dairelere ayrılmaları, otağlara saray manzarası verir. En konforlu şehirlerde bile bu otağlardaki huzur yoktur. Aslında bu otağlara mermer, yahut başka değerli taşlardan yapılmış saraylardan fazla masraf edilmektedir. Zira otağın ömrü azdır, bir kaç yılda yenilenir. Saraylarsa, asırlarca ayakta kalır. Bu otağlar ve onları taşıyan kazıklar çok ağır çektikleri için nakilleri kolay değildir. Fakat bütün eşyalarıyla beraber bu seyyar saraylar, menzilden menzile taşınır.
Türk ordusu günde 5 veya 6 saat yürür, daha fazlası cebri yürüyüştür ve fevkalâde hallerde olur. Bütün ordu ağırlıkları at, katır ve develerle taşınır. Otağ kurucular, bir menzil önden giderek otağı hazırlarlar. Otağı sahipleri menzile gelince, otağlarını kurulmuş ve hazır bulurlar. otağ kurucu ekip, ordudan daima bir gün ileridedir. Aslında her otağ çifttir, birinde otağ sahibi yatıp dinlenirken, diğer otağ bir menzil ileride kuruluş halindedir. Türkler her menzili 'konak' tabir ederler. Bu durum Türk ordusunda çok büyük sayıda deve, katır ve diğer yük hayvanlarının bulunmasını icap ettirir. Bu hayvan kervanlarına memur askerler de çok büyük sayıdadır. Bu da büyük masrafı mûcip olmaktadır. Fakat benim fikrime göre, bu halden daha fazla bir ihtişam gösterişi mümkün değildir ve Osmanlı İmparatorluğu bunu gerçekleştirmiştir.
Ordu da düzen tek kelimeyle fevkalâdedir. Fikrimce bu düzen, içki yasağı ile sağlanmaktadır. İçki yasağı, Türk askerini itaatkâr, uyanık ve kanaatkâr yapmıştır. Ordugâhta en küçük bir gürültü ve münakaşa duymak mümkün değildir. Halk ordularının geçişi sırasında en ufak bir endişe hissetmez. Ordu geçtiği yerde her şeyi peşin para ile satın alır; hanlarda geceleyin asker parasını öder. Türk ordugâhına, kızlarına tecâvüz edildiği için şikayete gelen anneler görmek mümkün değildir. Malının asker tarafından yağma edildiğini, hoş olmayan herhangi bir muameleye muhatap olduğunu söyleyerek şikayete gelen de yoktur. Zîrâ böyle şeyler olmaz. Bu düzen, Türk ordusunu muzaffer kılmış ve imparatorluklarını muntazam şekilde büyütmüştür. Biz Hristiyanlar'ın ordularına ise şarap, Türk ordusunda görülenlerin tamamen aksine husule getirir. Türkler bunu çok iyi bilmekte ve değerlendirmektedir. Ordugâhlarına şarap girmemesi için her türlü tedbiri alırlar. İki üç gün önce bir konağa vâsıl olduk, bu konakta meyhaneler vardı, ordu orada bulunduğu müddetçe meyhaneler kapatıldığı gibi, her türlü şarap alış verişi ve satışı da yasak edildi.
Türk ordugâhı her zaman için son derece temizdir, en küçük bir çöp görülmez. Her çadırın yanına, tabiî ihtiyaçlar için geçici çukurlar kazılır ve bu çukurlar ordu hareket ederken toprakla doldurulur. Bu suretle Türk ordugâhı, en temiz şehirlerden daha temizdir.
Büyük yaz sıcaklarında yürüyüş olduğu zaman, nakliye katarları, gecenin 7. saatinde harekete geçirilir. Vezîr-i âzam ve maiyeti ise gece yarısından az sonra yürüyüşe başlar. Bu sûretle gündüzün zahmetli yürüyüşler yerine, gece yürüyüşleri tercih edilir. Her birliğin önünde öylesine bol miktarda meşale yakılır ki; gökyüzü, gündüz gibi aydınlanır. Bu işi 'Meşaleci' denilen ve Şam yahut Halep ayetlerinden gelen Arap Birlikleri yaparlar. Bu birlikleri 'Meşalecibaşı' denilen subayları düzenler.
Belgrad'dan geçerken genç Sırp kızları ordugâha geldiler. En iyi elbiselerini giymişlerdi. Getirdikleri malları birliklerin içine girip sattıktan sonra çekilip gittiler. Hangi yerden geçtiysek köylüler, orduyu sevinçle karşılıyorlardı. Türk askerine bol bol mal satıp çok para kazanıyorlardı.'
Sayfa 300,301 ve 302
· Üstün nişancı olan Türk askeri, üstün süvari idi de, doğuştan atlıydı. Bin yıl önce bir Hristiyan müellif, Türkler için: 'Atlarıyla beraber doğmuş sanılırlar.' demişti. Türk ordusu da esas bakımdan atlı bir ordu idi. Süvarilik meziyetleri XIX. asırda bile üstün kalmıştı.
· 1827'de Sir Adolphus Slade şöyle yazar:
'Türk süvarileri atlarına çok hakimler. Günlerinin çoğu at üzerinde geçer. Eğitimleri sert ve çok disiplinlidir. Atlarını daima muharebe sahasının icaplarına göre terbiye ederler. Eğitinde Türk süvarisi atını alevlere bürünmüş fıçılara, silah ateşlerine, domuz ayaklarına doğru sürer ve düz duvarlardan aşırır. Onun için Türk atı, muharebe meydanına girince ürkmez. Türk süvarisi atını sürmekteki mahareti kadar, dört nalla giderken nişan alması ve vurması ile de meşhurdur, çok keskin nişancıdır. Cirit atmada Türk süvarisinin üzerine yoktur. Hiç bir süvari, Türk süvarisi ile teke tek döğüşemez, mağlup olur.
Türk atlıları 100 yarda gibi kısa bir mesafede baskın tarzında taarruz eden nâdir dünya süvarilerinden biridir. Bu kabiliyetin ârızalı arazide ne derecede ehemmiyet taşıdığı âşikârdır. Nitekim Kelefçe muhaberesinden sonra Rus süvari subaylarıyla konuştum. Niye Türk süvarileri karşısında âciz kaldıklarını sordum. Arazinin Rusya'da bile alışmadıkları derecede ârızalı olduğunu, atlarının böyle arazide hareket edemediklerini, meşhur kazak süvarilerinin bile Türk atlarına yetişemediğini söylediler.
Kelefçe muharebesinde Türk süvarisinin hareket kabiliyeti inanılmaz bir şeydi. 'Deli' denilen Türk süvarisinin cesaretine, benimle beraber muharebe meydanında bulunan arkadaşım İngiliz süvari yüzbaşısı Chesney'de hayretler içinde kaldı. Rus subayları bile Türk süvarilerinden 'muhteşem cengâverlermiş' diye bahsetmeye başladılar.
Bir Rus subayından dinledim.
'Şumnu kalesinden bize taarruz için çıkan Türk süvarilerinin atlarını şaha kaldırarak gelmeleri, bana şövalye romanlarını hatırlattı, heyecanlandım.' diyordu. 'Türk süvarileri, ellerindeki mızrakları havaya atıp tekrar tutarak atlarını dört nala sürüyorlar ve yürük atları üzerinde, uçan kuş sürüleri gibi, ovaya akıyorlardı. Doludizgin at süren bu gözü pek insanların bazen kalpakları başlarından uçuyor, cepkenlerinin geniş yenleri yaprak gibi açılıyor, yağız atlarının kuyrukları rüzgârda dalgalanıyor ve ölüme göz kırpmadan ilerliyorlardı. Derken Rus süvarileri ile mızraklaşmaya başlıyor, ölüyor veya öldürülüyorlardı. Bu akım birden bir hengâme halini alıyor, dalgalanıyor, karışıyor, naralar yeri göğü inletiyordu. Kanlı muharebeden arta kalan süvariler, yıldırım gibi çark ederek aynı sür'atle dönüyorlardı. Fakat ric'at taktikleri şaşırtıcıydı. Öylesine dağılıyorlardı ki, iki atlıyı bir arada görmenin imkânı yoktu. Bu sûretle kendilerini tevcih edilmiş Rus toplarını hayal kırıklığına uğratıyorlardı. Rus topçuları teker teker her Türk süvarisine bir mermi göndermeyi göze alamıyorlardı. Bu sûretle geri çekilen Türk süvarilerinin çok azı şarapnel isabeti aldı.
Açıkta Türk süvarisini karşılayamayacağını anlayan Ruslar, bu defa müstahkem tabyaların arkasına sinerek Türk süvarilerini beklemeye ve onları mustahkem siperlerin önünde kırmaya karar verdiler. Türk süvarisi bu defa da taarruza geçmekten çekinmedi. Ölümden zerrece korkuları olmadığı âşikârdır. Rus siperlerine doğru yaklaştılar. Siperlere az kala atlarını dizginleyip bir an siperlerin ardındaki Rus kazak süvarilerine küfrediyor, onları kızdırıp siperlerden çıkarmak istiyorlardı. Siperlerin önünde bir an kalıp derhal çekildikleri için isabet almıyorlardı. Âdetâ şehir meydanında cirit oynuyorlardı. Bu yaptıkları artık süvariliğe bile sığar şey değildi. Tam manasıyla at canbazlığı idi. Rus topçusunun ateşi altında, ateşten mümkün olduğu kadar kaçınıp isabet almamaya çalışarak siperlere yaklaşıp piştovlarını Ruslar'ın üzerlerine boşaltıyorlardı. Fakat bir an geldi ki Rus toplarının ateşi şiddetlendi. O zaman Türk süvarisi ric'ate başladı. Ama atlarının üzerlerinde görünmüyorlardı, kafalarını atlarının karnına sokup çekiliyorlardı.
Fakat başları atlarının karnında çekilmeleri çok kötü netice verdi. Zira çevrelerini görmüyor, yanlız istikamet tayin edebiliyorlardı. Kumandanları Reşit Paşa'nın yalnız başına Rusların önünde kalakaldığını göremediler. Bir kazak yüzbaşısı, Rus siperleri önünde şaşkın şaşkın bakan bir Türk süvarisini fark etti. Süvarinin üzerindeki parlak üniformadan, bunun büyük bir Türk subayı olduğunu anlamıştı. Reşit Paşa Serdar başkumandandı. Kazak yüzbaşısı atını sürdü, paşanın kolundan tuttu. Paşa şaşırmıştı. Tarihte ilk defa olarak bir Türk Serdarı'nın düşmana esir düşmesine bir saniye kalmıştı. Fakat o sırada ric'at eden bir Türk süvarisi durumu görmüş, atını gerisin geriye Serdar'a doğru sürmeye başlamıştı. Yıldırım gibi yetişip piştovuyla kazak yüzbaşısını alnından vurdu. Reşit Paşa'nın atının dizginlerini kavrayıp çekti. Ve paşasıyla beraber Şumnu istikametinde gözden kayboldu. Hadise yalnız bir an sürmüştü. Ruslar siperlerinin arkasında sadece şaşkın şaşkın seyrediyorlardı. Böyle bir vak'a olmamış gibiydi, sanki hayal görmüşlerdi.
XIX. asırda böyle olan bir süvarinin, XVI. asırda ne olduğu kıyas yoluyla kolayca tahayyül edilebilir. İngiliz amiralinin tasvir ettiği Türk süvarisinin, akıncılar soyunun son fertlerinden biri olduğu aşikardır.
· 1789 tarihli bir Almanya İmparatorluk askeri jurnelinde: 'Avrupa'nın en âlâ süvarisi olan Osmanlı süvarisi' denmektedir. Bu sûretle son zamanlara kadar Türk süvarisinin kesin şekilde Avrupa süvarisinden üstün olduğu anlaşılır. Fakat XVII. asırdan sonra muharebelerin mukadderâtı artık süvarinin elinde değildi, piyadenin eline geçmişti.
Sayfa 263 ve 264
· Charles-Quint'in Kânûnî nezdindeki büyükelçisi Baron ve Busbecq:
'Türk sistemini kendi sistemimizle mukayese ettiğim zaman, istikbalin başımıza getireceği şeyleri düşünerek titriyorum. Bir ordu galip gelecek ve Pâyidâr olacak, diğeri de mahv olacaktır. Çünkü şüphesiz, ikisi de sağlam sûrette devam edemezler. Türkler'in tarafında, kuvvetli bir imparatorluğun bütün kaynakları mevcut; hiç sarsılmamış bir kuvvet var; sefer görmüş askerler, zafer îtiyadları, meşakkatleri tahammül kabiliyeti, birlik, düzen, disiplin, kanaatkârlık ve uyanıklık var. Bizim tarafta ise, umûmi fakirlik, hususî israf, sarsılmış kuvvet, bozulmuş mâneviyât, tahammülsüzlük ve idmansızlık var. Askerlerimiz serkeştir, subaylarımız tamâkârdır. Disiplini istihkar ediyoruz. Sebatsizlik, serkeşlik, sarhoşluk, sefâhat, bizde bol bol mevcuttur. Bütün bunların en kötüsü düşmanın (Türkler'in) zafere, bizim de hezimete alışkın bulunmamamızdır. Neticenin ne olacağını tahminde tereddüt, artık caiz midir? Yalnız İran, bizim lehimize işe müdahale ediyor. Çünkü düşman, hücûma teşebbüs ettiği zaman arkalarını tehtid eden tehlikeyi (İran-ı) hesaba katmak mecburiyetindedir. Fakat İran bizim mukadderâtımızı geciktirmekten başka bir iş görmüyor. İran bizi kurtaramaz. Türkler, İranlılar ile işlerini neticelendirdikleri zaman, bütün Doğu'nun kuvvetlerinden yardım görerek, bizim boğazımıza atılacaklardır. Bu tehlikeye karşı ne kadar hazırlıksız bulunduğumuzu düşünmekten korkuyorum. (1 Haziran 1560'da Almanya'ya gönderdiği mektup) (Türk mektupları, H.C. Yalcın tercümesi.141-2) .
'İlk dikkat ettiğim husus, muhtelif teşkilatı mensup Türk askerlerinin, kendi karargâhları içinden hârice çıkmamaları idi. Bizim karargâhlarda cereyân eden işleri bilenler, buna inanmakta zorluk çekerler. Fakat gerçek şu ki, her tarafta tam bir sükûnet ve sessizlik hüküm sürüyordu. Kat'iyen kavga ve münakaşaya tesadüf edilmiyordu. Hiç bir türlü zorlama ve şiddet harekâtı görülmüyordu. Sarhoşluktan yahut kafa kızgınlığından ileri gelmiş yüksek sesler bile yoktu. Bundan başka, her taraf tertemizdi. Gübre yığınları, süprüntüler görülmüyordu. Göze, yahut buruna fena gelecek hiç bir şeye tesadüf etmedim. Bu gibi şeyleri Türkler yakıyorlar, yahut uzağa götürüyorlar. Neferler de büyük bir çukur açarak, pislikleri oraya gömüyorlar ve karargâhı tertemiz tutuyorlar. Bizim askerimiz arasında olduğu gibi hiç bir tarafta bir sarhoşluk, cünbüş yahut kumar gibi şeylere tesadüf edemezsiniz. Türkler kâğıt ve zar oyununu bilmezler. (s 201)
Bundan başka, düşman memleketinde bulundukları ve muharebe yakın olduğu zaman, Türk askeri, ordularını başka bir zaman için geri bırakabilirler. Açlık yüzünden zayıf düşmüş oldukları bir sırada muharebeye girmemeleri için böyle yapılır. Bu emre itaat hususunda tereddüt gösterirlerse padişah, bizzat öğle üzeri, ordunun göreceği bir yerde yemek yer. Bu sûretle herkes, aynı vechile hareket etmeye cesaretlendirilmiş olur. (s204-5)
Türk ordugâhında (Amasya yakınlarında) bir bayram namazı seyrettim. Sarıklı başlardan mürekkep büyük bir topluluğun toplanmış olduğunu gördüm. Derin bir sessizlik içinde namazı idare eden dîn adamının sözlerini dinliyorlardı. Her saffın belirli bir durumu vardı. Ayrı saflar, dizildikleri açık sahrâda, tıpkı bir duvar gibi uzanıyordu.
ÇANAKKALE ZAFERİ İLE İLGİLİ ÇEŞİTLİ KAYNAKLARDAN ALINTILAR
İngiliz Genarel Maude:
'Başka millet askerinin, artık muharebeyi kaybettik, yenildik diye silahını bırakıp savaştan vazgeçtiği hallerde, Türk askeri için muharebe yeniden başlar.'
İngiliz Genareli Oglander:
'Türk Askerlerinin savaş ve muharebe için haiz olduğu yüksek niteliklerin önceden lâyıkiyle bilinmemesi İngilizler için felâket olmuştur. Türk askerlerinin ne yaman muharip olduğunu İngilizler kendileriyle dövüştükten sonra denemeyle anlamışlardır.'
Çanakkale'deki Müttefik Ordular Başkomutanı olan İngiliz Generali Hamilton
'Çok cesur harbeden, iyi sevk ve idare edilen asil Türk Ordusunun karşısında bulunuyorsunuz.'
AVUSTURYA GENEL VALİSİ LORD CASEY
'Biz Çanakkele yarımadasında Türkler'le savaşarak ve binlerce insanımızı kaybederek, kahraman Türk milletine ve onun eşsiz vatan sevgisine duyduğumuz büyük takdir ve hayranlıkla ayrıldık.'
Bütün Avustralya'lılar mehmetçiği kendi evlâtları gibi sever. Onun mertliği, vatan ve insan sevgisi, siperlerdeki dayanılmaz heybeti ve cesareti, bütün Anzakları hayran bırakan yurt sevgisi, insanlığın örnek alacağı büyük hasletlerdir. Mehmetçiğe minnet ve saygılarımla.
GENERAL HAMİLTIN- Çanakkale'de Müttefik kuvvetleri başkomutanı
'Kılıcı insafsız bir maharetle kullanan Türk eli, mağlup ettiği insanların yarasını sarmakta da ustadır.'
İngiliz Mareşal Frenç:
'Türk askerleri korku bilmez, dünyada yenilgi adında bir kavram tanımaz. Türkler Asya'nın centilmenleridir.'
BEŞİNCİ OSMANLI ORDUSU KUMANDANI MAREŞAL LİMAN VON SANDERS
'Bir asker için mutluluk denen bir şey varsa, Türk'lerle omuz omuza savaşmaktır diyebilirim. Fakir insanlardı; buğday kırığından yapılmış çorba, en önemli yemekleriydi. Sağlıksız su içerlerdi; çamur barınaklarında yatarlardı; fakat en modern silah ve araçlarla donanmış düşmanlarına karşı aslanlar gibi savaşırlardı. Bu insanların kalplerinde sadece ve sadece ulvî bir vatan sevgisi vardır. Ölüme onlar kadar gülümseyerek giden bir millet ferdi daha görmedim.'
Lord Byron
'Şehitleri şehit yapan ölümleri değil, ölümlerinin sebebidir.'
Müttefik Orduları Başkomutanı General Jean Hamilton
'...Evet, insan ruhunu yenmek oluyor. Dünyada hiçbir ordu bu kadar sürekli ayakta kalamaz. Sadece bugün 1800 şarapnel attı. Aylardan beri gece gündüz savaş gemilerimiz mevzilerini bombalıyor. Son derece hırpalanmış Türkleri koruyan Cenab-ı ALLAH'larından ayırmak için başka ne yapabilir! ...'
Üsteğmen Casey
'25 Nisan 1915 günü Conk Bayırı'nda Türkler ve birleşik kuvvetleri arasında korkunç siper savaşları oluyor. Siperler arasında 8-10 metre mesafe var. Süngü hücumundan sonra savaşa ara verildi. Askerler siperlerine çekildi. Yaralılar ve ölüler toplanıyor. İki siper arasında açıkta ağır yaralı ve bir bacağı kopmak üzere olan İngiliz yüzbaşısı avazı çıktığı kadar bağırıyor, ağlıyor, kurtarın diye yalvarıyordu. Ancak hiçbir siperden, kimse çıkıp yardım edemiyordu. Çünkü en küçük bir kıpırdanışta yüzlerce kurşun yağıyordu. Bu sırada akıl almaz bir olay oldu. Türk siperlerinden beyaz bir bayrak sallandı. Arkasından aslan yapılı bir Türk askeri, silahsız siperden çıktı. Hepimiz donup kaldık. Kimse nefes alamıyor, ona bakıyorduk. Asker yavaş adımlarla yürüyor, siperdekiler nişan almış bekliyordu. Asker yaralı İngiliz subayını okşar gibi yerden kucakladı, kolunu omzuna attı. Ve bizim siperlere doğru yürümeye başladı. Yaralıyı usulca yere bırakıp geldiği gibi kendi siperlerini döndü. Teşekkür bile edemedik. Savaş alanlarında günlerce bu kahraman Türk askerinin cesareti, güzelliği ve insan sevgisi konuşuldu.
Dünyanın en yürekli ve kahraman askeri Mehmetçiğe derin sevgi ve saygılar...
Osmanlı Devleti, İslâm'ın askeri olmaktan, İslâm adaletini dünyaya yaymaktan daha büyük şeref düşünmemiştir.
Hangi şartlar olursa olsun, Osmanlı ordusu, İslâm'a karşı nerede saldırı varsa orada mutlaka yerini alırdı ve Osmanlı Allah için yaşadı, Allah için devlet idare etti.
Yeniçerilikte bir acemi oğlan bir mürşide bağlanmadan askere alınmazdı. Yeniçerilik, acemi oğlan denilen başlangıç devresinden başlar. Zamanımızda buna, askerde eğitim deniyor. İlk eğitimin verildiği yer acemiliğin yetiştirildiği yer. İşte böyle bir hedefe ulaşabilmek için mutlaka bir mürşide tâbî olmak gerekiyordu, tâbî olmayan asker olamazdı. Allahû Tealâ'nın velayet mertebesine ulaşamamış olan, evliya olmamış olan bir subayın olması söz konusu değildi. Paşalara gelince, onlar daimi zikrin sahipleriydi. Kara ordusunda böyle olan bu durum deryada da aynı standartlardaydı, bütün reisler mutlaka mürşitlerine bağlı, Allah'ın yolunda olan, Allah için savaşan insanlardı.
Osmanlı ordusu nereye gitse, eğer oradan bir şey alırsa mutlaka parasını oraya bırakırdı. II. Murat devrinde, ordu sefere çıkmadan evvel II. Murat ilanlar çıkartıyor, diyor ki: 'Benim ordum kul borcuyla sefere çıkmaz. Kimin borcu varsa mutlaka götürsün parayı saraydan alsın, hazineden alsın. Borcunu versin. Ondan sonra katılsın orduma.' Böyle bir ordu yola çıkıyor.
Osmanlı'nın bozulma devresinde, Osmanlı askerinin gittiği yerde ağaçlardan, asmalardan yenen üzümlerin bir kısmının yerine paraların konulmadığına şahit oluyoruz. Osmanlıda bozulma oluyor yüzyıllar sonra ve Osmanlı bu sebeple cihan hakimiyetini kaybediyor. Ve Osmanlı o güne kadar, tarihi boyunca kendisine Nizam-ı Alem diyordu. Osmanlı, dünya üzerinde daha büyük bir devlet tanımıyordu. Kanuni Sultan Süleyman zamanında Osmanlı harp kadırgalarının toplamı, Avrupa'daki bütün kadırgalarından fazlaydı. Dikkatle bakın Osmanlı harp kadırgalarının toplamı, Avrupa'daki bütün harp kadırgalarının toplamından fazla. İşte Osmanlı buydu! Fatih Sultan Mehmet İstanbul'u aldığı zaman, ordusu o devrin en mütekâmil ordusuydu. Bütün son icatlar ordunun içindeydi. En büyük topları Fatih Sultan Mehmet döktürmüştü. Öyleyse sadece Allahû Tealâ'nın yardımı değildi Osmanlıyı Osmanlı yapan; bir başka şey, bir başka husus, zamanın getirdiği bütün tekamül sistemlerini kullanabilme stratejisi.
OSMANLI ORDUSU
Osmanlı ordusu, kuruluşundan 20. yüzyılın başına kadar kara ve deniz kuvvetleri olmak üzere teşkilâtlanmıştı.
Kara kuvvetleri:
Osmanlıların kuruluşunda ordu, aşiret kuvvetlerinden meydana geliyordu. Fetihlerin genişlemesiyle, gönüllülerin fethedilen yerlere iskânıyla, Türkmen bey ve kuvvetlerinin katılmasıyla asker miktarı artıp, teşkilâtlanmaya gidildi. Beylik, akıncı ve gönüllü kuvvetlerine ilâveten 1361 yılında yaya (piyade) ve müsellem (süvari) olmak üzere muntazam ve daimî ordu teşkilâtı kuruldu.
Osmanlı kara kuvvetleri: piyade, süvari eyâlet askerleri, teknik ve yardımcı sınıflardan meydana gelirdi. Piyadeler; acemi, yeniçeri, cebeci, topçu, top arabacıları, lağımcı, humbaracı ocakları olmak üzere yedi ocağa ayrılırdı. Süvariler de; sipahi, silâhtar, sağ ulûfeciler, sol ulûfeciler, sağ garipler, sol garipler bölükleri olmak üzere altı bölüğe ayrılırdı. Eyâlet askerleri; tımarlı sipahiler ve yerli kulu teşkilâtı olmak üzere ikiye ayrılırdı.
Timarlı sipahiler, Osmanlı ordusunun en önemli kısmı olup, tımar sahipleriyle, bunların beslemek ve yetiştirmekle yükümlü oldukları askerlerden meydana gelirdi.
Yerli kulu teşkilâtı, yurtiçi, geri hizmet, kale kuvvetleri teşkilâtı olmak üzere üç bölümdü. Yurtiçi teşkilâtı; belderanlar, cerahorlar, derbendciler, martalozlar, menzilciler, voynuklar gruplarından oluşurdu. Geri hizmet teşkilâtında; yaya ve müsellemler ile yürükler vardı. Kale kuvvetleri teşkilâtı; azaplar, gönüllü ve beşlilerden meydana gelirdi.
Akıncılar, Osmanlı ordusunun öncü kuvvetleri olup, kuruluşuna, gelişmesine ve genişlemesine çok hizmetleri geçti.
Deniz kuvvetleri (Donanma) :
Osmanlı Deniz Kuvvetleri, Karesi, Menteşe, Aydın gibi denizci beyliklerin hâkimiyet altına alınmasıyla sahip olunan gemi ve personeliyle kuruldu. İlk zamanlarda Karamürsel, Edincik ve İzmit'teki gemi inşâ tezgâhları, Sultan Birinci Bâyezîd Han (1386-1402) zamanında Gelibolu, Sultan Birinci Selim Han (1512-1520) zamanında Haliç, Sultan Birinci Süleyman Han (1520-1566) zamanında Süveyş ve zamanla Rusçuk, Birecik tersaneleri kuruldu. Bu tersanelerde kürekli ve yelkenli gemiler îmâl ediliyordu. Buharlı gemilerin keşfiyle 1827'de donanma, Buğu denilen bu gemilerle de donatıldı. Kürekli gemi çeşitleri olarak; uçurma, karamürsel, aktarma, üstü açık, çete kayığı, brolik, celiyye, çamlıca, şayka, firkate, mavna, kalite, gırab, santur, çekelve, kırlangıç, baştarde ve kadırga kullanıldı. Yelkenli gemi çeşitlerinden de; ateş, ağrıpar, barca, brik, uşkuna, korvet, kalyon, firkateyn, kapak ve üç ambarlı kullanıldı.
Donanma-i Hümâyûnun başı 1867 yılına kadar kaptanı derya, bu târihten sonra da bahriye nazırı unvanını taşıdı. Osmanlı donanması, muazzam teşkilâtı, kuvvetli harp filosu, cesur, üstün kabiliyetli kaptan ve leventleriyle Karadeniz, Ege Denizi, Akdeniz ve Kızıldeniz'e hâkim olup, Hind ve Atlas Okyanuslarında Osmanlı sancağı ile armasını dalgalandırıp temsil ediyorlardı. Osmanlı donanmasının 27 Eylül 1538 târihinde müttefik Avrupa devlet ve kavimlerinden meydana gelen Haçlı donanmasına karşı kazandığı Preveze Deniz Zaferi, bugün de Deniz Kuvvetleri günü olarak kabul edilmektedir.
1839 Tanzimat ilânına kadar, orduyu hümâyûnda mülkî vazifeleri de olan askerî rütbeler şunlardır: Sadâret, vezir, beylerbeyi, ülâ, sancak beyi, alaybeyi, kaymakam, binbaşı, sağ kol ağası, yüzbaşı, mülâzımı evvel, mülâzımı sânî, zabit vekili, başçavuş, onbaşı, nefer.
Son devir askerî rütbeler ve İkinci Abdülhamîd Han (1876-1909) zamanında,1900'de subay maaşları:
Müşîr (mareşal) iki yüz elli altın, ferik (korgeneneral) yüz altın, mirliva (tümgeneral) altmış altın, miralay (albay) yirmi beş altın, kaymakam (yarbay) on sekiz altın, binbaşı on iki altın, kolağası (kıdemli yüzbaşı) on altın, yüzbaşı beş altın, mülâzımı evvel (üsteğmen) iki buçuk altın, mülâzımı sâni (teğmen) iki altın, nefer (er) bir mecidiye (bir altının beşte biri) . Bu maaşlar net ve kesintisiz verilirdi. Her ay da ihsânı şahane (pâdişâh hediyesi) alan pek çok subay vardı.
Türkiye'de işsizler ordusuna her gün yüzlerce kişi katılıyor. Devlet İstatistik Enstitüsü (DİE) 'nin açıkladığı verilere göre 2 milyon işsiz bulunuyor. Ancak yapılan araştırmalar, gerçek işsizlik oranının yüzde 18 olduğunu ve her 5 kişiden 1'inin işsiz kaldığını gösteriyor. Çalışabilir nüfus içindeki işsiz sayısı 3.5 milyonu buluyor. Eksik istihdam dikkate alınmadan belirlenen açık işsizlik oranı 2002 başında yüzde 12'ye yaklaşırken 2002'nin ikinci çeyreğindeki canlanmayla yüzde 10'lara düştü.
İktisatçı Mustafa Sönmez'in eksik istihdam da dikkate alınarak yaptığı hesaplamaya göre, işsizlerin yüzde 22'sini işten çıkarılanlar, yüzde 21'ini de hiç işi olmamış gençler oluşturuyor. Kadınların işgücüne katılma oranı yüzde 23 ve işi olanların yüzde 76'sı erkek, yüzde 24'ü kadın. Krizde yüzde 12'ye yaklaşan işsizlik oranı kadınlar arasında yüzde 18'i aştı. Üretimin yapılmadığı koşullarda işsizliğin azalmasının söz konusu olmayacağını biliyoruz. Yüzde 12'yi bulmuş işsizlik oranını her yıl yarım puan azaltmak, en az yüzde 6'lık büyüme gerektiriyor. Bu, Türkiye ekonomisinin sürekli ve istikrarlı büyüme sürecine geçmesi gerektiği anlamına gelir. IMF programlarıyla dışa bağımlılığı derinleştiren hakim sınıflar, halkın sırtına 210 milyar doları aşan iç ve dış borç kamburu yüklemişlerdir. Bu koşullarda bu ölçüde bir büyüme ölçeği yakalanamayacağı gibi, işzilik ve sefalet artacaktır. İşçi ve emekçiler açısından ağır geçecek bu süreçte çözüm ezilen halk kitlelerinin örgütlenmesinde, kendi iktidarlarını oluşturma mücadelesinden geçmektedir.
Uluslararası Para Fonu IMF, Dünya Bankası ile birlikte,1944 yılında toplanan Bretton Woods konferansında kurulmuştur. Başlıca amacı uluslararası para sisteminin düzenli bir biçimde işlemesini sağlamak ve üye ülkelerin dış ödeme güçlüklerinin çözümüne katkıda bulunmaktır. IMF'ye üye ülkeler aynı zamanda Dünya Bankası'na da üyedirler. Her iki kuruluşun merkezi de Washington D.C.'dedir. (Seyidoğlu 1996)
IMF'nin görevinin ödeme güçlüğü çeken ülkelere yardımcı olmak olarak belirlenmesine karşılık borç sorunu yaşayan ülkelerin nasıl bu duruma geldiklerini sorgulamadığı görülüyor. Krugman borçlanma sorununun kaynağını açıkça gösteriyor.1973'ten sonra gelişmekte olan ülkelere uygun faizle verilen borçlar, gelişmiş ülkelerdeki kazanç kar hadlerinin düşmesi ve OPEC'in cari hesap fazlasının ekonomide yeniden kullanılma ihtiyacı ile hız kazandı.1970'ler boyunca gelişmekte olan ülkeler yurtdışından borç alarak üretimlerini ve harcamalarını yüksek büyüme hızlarında sağlayabildiler. Ağır borçlanma ikinci petrol krizinden sonra sorunlara yol açtı. Ağustos 1982'de Meksika'nın artık kredi aldığı ülkelere planlı takside bağlanmış geri ödemelerini yapamayacağını açıklaması gelişmekte olan ülkelere borç vermeyi yavaşlatışına neden oldu (Krugman) . Bundan kısa bir süre sonra Brezilya ve Arjantin de aynı duruma düştüler,1983'ün ilkbaharına kadar 25 dolayında azgelişmiş ülke uluslararası bankalara olan borçlarının üçte ikiye yakın kısmını ödeyemediler (Seyidoğlu,2001) .
Aynı dönemde temel madde fiyatlarının düşmesi, dış ticaret hadlerinin aleyhe dönüşü ve gelişmiş ülkelerde korumacılık duvarlarının giderek yükseltilmesi, yeni sanayileşen ekonomilerin ciddi bir finansman sorunuyla karşılaşmalarına yol açmıştır (Sönmez) . Yine aynı dönemde doların değerinin ülke paralarına göre artması, gelişmekte olan ülkelerin genelde dolarla ifade edilen borçlarının gerçek yükünü artırdı (Hatiboğlu) . IMF'nin bir rolü de ülkelerin dış borçlarını daha iyi yönetebilmelerine katkıda bulunmak, dış borçların çeşitlendirilmesi için teknik yardım sağlamak, borç alan ve kredi veren ülke ve finans kuruluşları arasında işbirliğini geliştirmektir (Apak 1993) .
IMF ve DB'nin işlevini anlayabilmek için 1970'lerdeki ekonomik bunalımla ilişkilendirmek faydalı olacaktır. Kapitalizm 15. yüzyıldan beri doğası gereği emperyalist - sömürgeci bir karaktere sahip. Dolayısıyla düştüğü her ekonomik bunalımdan, bunalımın faturasını azgelişmiş ülkelere çıkararak kurtulmayı bilmiştir. ABD başta olmak üzere gelişmiş dünya kendi yaşadığı krizi kolayca dışlayabiliyor. Kendini krize girer hissettiği zaman dünyayı kendisine göre biçimlendiriyor.1970'lerden günümüze gelen süreçte mal ve sermaye hareketlerinin serbestleşmesi ve tüm gelişmekte olan ülkelerin bu sürecin içine sokulması bunun örneği. Çünkü eğer Batı'da fon biçiminde oluşan büyük çaplı sermaye, sistem içinde kalsa getirisi düşecek, batacak; oysa böyle bir açılım sermayeye bütün dünyayı kapsayan açık pazarlar sunuyor. (Kazgan) Batı'nın 1970'lerdeki bunalımdan kurtulmak için bir seçeneği kalıyordu. Yeni - sömürge ülkelerden kaynak transferini hızlandırmak. Bu amaçla söz konusu ülkeler için de teoriler geliştirildi. Bu teoriler, ithal ikameci büyüme modelinin, dolayısıyla, korumacılığın kötülüklerini diline dolamıştı. Bu olumsuzluğun alternatifi de dışa dönük model olabilirdi. Böyle bir strateji önermenin çok açık iki gerekçesi vardı. Birincisi, kriz koşullarında korumacılık ve tarife dışı uygulamaların da etkisiyle iyice daralan Batı pazarından pay almak isteyen bu ülkeler arasındaki rekabeti daha da kızıştırmaktı. Bu ihraç ürünlerinin fiyatlarını iyice düşürecekti. İkinci önemli nedeni, borç ödemelerini güvence altına almaktı. (Başkaya 1995
) Mısırlı iktisatçı Samir Amin'in IMF hakkındaki yorumu şöyle; 'IMF tıpkı öteki Bretton Woods, kurumu Dünya Bankası gibi gerçekleştirdiği müdahalelerde ABD'ye tam bir denetim sağlayacak biçimde tasarımlanmıştır. Keynes tarafından savunulan Dünya Merkez Bankası seçeneğinin reddiyle ABD kendine bağımlı, üzerinde daha etkili olabileceği daha güçsüz bir kurumu yeğlemiştir. IMF'nin hedefleri tanımlamakta gerçek bir yetkisi yoktur. Fon daha çok G7 tarafından tanımlanan stratejilerin yürütücüsüdür'. (Amin,1999)
Gelişmekte olan ülkeleri etkileyen başlıca ekonomik kararların çekim merkezi olan IMF ve DB demokratik olmayan karakterleri, saydam olmayışlarının, dogmatik ilkelerinin, fikir tartışmasında çoğulculuktan yoksun oluşları eleştiriliyor. Ve GATT anlaşmalarıyla kurulmuş olan WTO'nun IMF ve DB ile birlikte gelişmekte olan ülkeleri yönlendirirken gelişmiş ülkelerin gerektiğinde kendi aralarındaki anlaşmaları G7'de alabilecekleri söyleniyor (Chomsky,2000) .1980'lerin başından bu yana IMF ve Dünya Bankası tarafından gelişmekte olan ülkelere (dış borçlarının yeniden görüşülmesinin bir koşulu olarak) dayatılan 'makro-ekonomik istikrar' ve 'yapısal uyum' programları yüz milyonlarca insanın yoksullaşmasına yol açtı. Yapısal uyum programları büyük oranda ulusal paraların istikrarsızlaşmasına ve gelişmekte olan ülke ekonomilerinin batışına katkıda bulundu. Yurtiçindeki alım gücü çöktü, kıtlıklar patlak verdi, sağlık klinikleri ve okullar kapandı, ilköğretim hakkı yüz milyonlarca çocuktan esirgendi. Reformlar, gelişmekte olan dünyanın çeşitli bölgelerinde verem, sıtma ve kolera gibi bulaşıcı hastalıkların yeniden ortaya çıkmasına yardım etti. (Chossudovsky,1999) IMF'nin Yapısal Uyum Programı'nın içeriği hemen her yerde aynıydı: Kamu harcamalarının, özellikle sosyal harcamaların kısılması; ücret artışlarının sınırlandırılması, hatta ücretlerin düşürülmesi; tarım ve sanayide desteklerin kaldırılarak iç fiyatların dünya düzeyine getirilmesi, iç pazarın dış rekabete açılması; yabancı yatırımcıları ve sermaye hareketlerini teşvik edecek yasal ve kurumsal reformların uygulanması; ihracatçının rekabet gücünü arttırmak için paranın sürekli devalüe edilmesi ve ihracatın vergi iadesi, teşvik vb. desteklenmesi. Kısaca tüm ekonomik kaynakların borç ödemek için döviz kazanmaya yönlendirilmesi, bu arada Batı ülkelerine yeni ticaret ve yatırım olanakları sunulması. (Yıldızoğlu,1996)
IMF'nin ihracat teşvikleri yerel üreticiyi, iç pazarın değil dış dünyanın gereksinimine uygun tarım malları üretmeye zorladı, bu ise yerleşik ekonomiyi ve beslenme dengelerini altüst etti. Bu sırada ithalat serbestleştirildiği için gelişmiş ülkelerde çok yüksek verimlilikle üretilen hayvancılık ve tarım ürünlerinin ithal edilerek iç pazarda çok ucuza satılmasının yerel üreticiyi ve ekonomiyi tarumar etti. Bir sonuç, yerel tarımın yok olması, kendine yeterli ekonomilerin kısa zamanda besin ithalatçısı durumuna gelmesi ve böylece de dış kaynak/borç gereksiniminin artmasıydı. Bir diğer sonuç da, sınırlı sayıda ihracata yönelik ürünün üretiminin yaygınlaşması, ülke gelirlerinin dünya piyasasındaki döviz dalgalanmalarına endeksleşmesi ve bu arada örneğin ormanların Gana'da olduğu gibi birkaç sene içinde kesilerek satılması ile doğal dengenin tümü ile bozulması ve birbiri ardına gelen kuraklıklar, çölleşme ve açlık. IMF Yapısal Uyum Programlarının uygulandığı 1980'ler boyunca gelişmekte olan ülke halklarının geliri ortalama % 60 geriledi.1980'lerin başında bu programlar Doğu Avrupa ülkelerinde uygulanmaya kalkıldığında sanayi tarumar oldu, işsizlik muazzam boyutlara ulaştı, yoksulluk önceki devlet kapitalisti dönem ile karşılaştırılamayacak düzeylere indi. Açlık, yoksulluk ve doğal felaketlerin, savaşların yanı sıra özellikle tüberküloz, kolera, bağırsak enfeksiyonları, AIDS, trahom gibi salgın hastalıkların yaygınlaştığı, ortadan kalktığı düşünülenlerin de tekrar hortlamaya başladığı görüldü. Küresel kuruluşlar ulusal ekonomilerin yeniden yapılanma sürecinde önemli bir rol oynuyor. GATT anlaşmasının imzalanması ve 1995 yılında Dünya Ticaret Örgütü'nün (WTO) kurulması küresel ekonomik sistemin gelişiminde önemli bir dönüm noktasıdır.
WTO kuruluş tüzüğü, ulusal ticaret politikalarının 'denetlenmesi' gibi dünya ticaretinin uluslararası bankalar ve ulusötesi şirketler yararına düzenlenmesini de içeriyor. GATT anlaşması, özellikle yabancı yatırımlar, biyolojik çeşitlilik ve fikri mülkiyet hakları alanlarında, temel insan haklarını ihlal ediyor. Bir başka biçimde ifade edilirse, IMF, Dünya Bankası ve WTO'nun gelişmekte olan ülkelerin ekonomik politikalarının 'gözetim'ine dönük yakın işbirliğine dayanan yeni bir 'üçlü yetki paylaşımı' çıktı ortaya. IMF-Dünya Bankası reçeteleri yalnızca ülkeler düzeyindeki 'hukuken bağlayıcı' belgeler olmayan geçici kredi anlaşmaları aracılığıyla dayatılmıyor. Yapısal uyum programının pek çok maddesi (örneğin ticaret liberalizasyonu ve yabancı yatırım düzenine ilişkin olanlar) WTO anlaşmasının maddeleri sayesinde yerleşiklik kazandı. Söz konusu maddeler ülkelerin uluslararası hukuk çerçevesinde 'denetlenmesinin' ve ülkelere 'kredi alma koşulları' dayatılmasının temellerini oluşturdu.Aynı bütçe disiplini, devalüasyon, ticaret liberalizasyonu ve özelleştirme 'menü'sü, eşzamanlı olarak 100'den fazla borçlu ülkede uygulanıyor. Borçlu ülkeler ekonomik bağımsızlıktan, maliye ve para politikalar üzerindeki denetim haklarından vazgeçiyor.
Ekonomik reformların doğası gerçek bir demokratikleşmenin önüne geçiyor. Uygulanmaları her zaman ordunun ve otoriter devletin desteklenmesini gerektiriyor. Caracas'taki IMF karşıtı isyanlar ekmek fiyatındaki % 200'lük artış sonucunda patlak vermişti. Erkek, kadın ve çocuklara ayrım gözetilmeksizin ateş edildi: Tunus, Ocak 1984: Ekmek isyanının başını çekenler yiyecek fiyatlarının artışını protesto eden genç işsizlerdi; Nijerya,1989: Öğrencilerin, Yapısal Uyum Programı karşıtı isyanı ülkedeki üniversitelerden altısının Silahlı Kuvvetler Komuta Konseyi tarafından kapatılmasına yol açtı; Tunus,1990: Hükümetin IMF destekli reformlarına karşı genel grev ve halk ayaklanması; Meksika,1993: Zapatista Kurtuluş Ordusu'nun Güney Meksika'daki Chiapas bölgesindeki ayaklanması; Rusya Federasyonu'ndaki protesto hareketleri ve 1993'te Rusya Parlamentosu'na saldırı.Yapısal uyum programları dört milyardan fazla insanın geçimini doğrudan etkiliyor. Yapısal uyum programının hayata geçirilmesi, tekil borçlu ülkelerin büyük bir bölümünde, makro-ekonomik politikanın, güçlü mali ve siyasal çıkar grupları adına hareket eden IMF ve Dünya Bankası'nın doğrudan denetimi altında 'uluslararasılaştırılmasını' sağlıyor. Söz konusu yeni ekonomik ve siyasal egemenlik biçimi (bir tür 'piyasa sömürgeciliği') piyasa güçlerinin görünüşte 'tarafsız' etkileşimi aracılığıyla insanları ve hükümetleri ikinci plana itiyor.
Uluslararası kredi kuruluşları ve çokuluslu şirketler dünya nüfusunun % 80'den fazlasının geçimini etkileyen bir küresel ekonomik tasarımın hayata geçirilmesi işini Washington merkezli uluslararası bürokrasiye emanet etmiş durumda. Yüzyılın bitiminde dünya nüfusunun yaklaşık % 15'ine sahip olan zengin ülkeler toplam dünya gelirinin % 80'ine yakınını kontrol ederken, üç milyarı aşan nüfuslarıyla dünya nüfusunun 'düşük-gelirli ülkeler' grubunu (Hindistan ve Çin dahil) temsil eden % 56'sı 1993 yılında toplam dünya gelirinin yaklaşık % 5'ini aldı. Dünya nüfusunun yaklaşık % 85'ini temsil eden düşük ve orta-gelirli ülkeler (eski 'sosyalist' ülkeler ve eski Sovyetler Birliği dahil) bir arada toplam dünya gelirinin yaklaşık % 20'sini alıyor. Üçüncü Dünya ülkelerinin çoğunda modern sektörlerdeki gerçek ücret gelirleri 1980'lerin başından bu yana % 60'dan daha büyük bir oranda geriledi. Gelişmekte olan ülkelerdeki geçim masraflar ile gelişmiş ülkelerdeki geçim masrafları arasında kayda değer farklılıklar bulunmasına karşın, (yapısal uyum programı altında) ticaret liberalizasyonu ve yurtiçi mal piyasalarının kuralsızlaştırılması ile bütünleşen devalüasyon, yurtiçindeki fiyatların 'dolarizasyon'una yol açtı. Temel gıda ürünlerinin yurtiçi fiyatları giderek dünya piyasalarındaki düzeylerine çıkarıldı. Bu yeni dünya ekonomik düzeni, mal fiyatlarının uluslararasılaşmasına ve tam olarak bütünleşmiş bir dünya mal piyasasına dayanmasına karşın, iki farklı 'emek piyasası' arasında giderek tam bir su geçirmezlik durumu yaratıyor. Bir başka deyişle, söz konusu küresel ekonomik sistemin ayırt edici özelliği, zengin ve yoksul ülkelerin ücret ve emek maliyeti yapılarındaki ikilik. Fiyatlar tekleştirilir ve dünya düzeyine yükseltilirken, Üçüncü Dünya ve Doğu Avrupa'daki ücretler (ve emek maliyetleri) OECD ülkelerindekinden 70 kat düşük durumda. Uluslar arasındaki gelir eşitsizlikleri, ulusların içindeki toplumsal gelir grupları arasındaki aşırı büyük gelir eşitsizliklerinin üzerine biniyor. Çoğu Üçüncü Dünya ülkesinde ulusal gelirin en az % 60'ı nüfusun üst % 20'lik diliminde yoğunlaşıyor.
Eşitsizlikler,80'ler ve 90'lar boyunca, ulusal ekonomilerin yapısal uyum programı ile 'yeniden biçimlendirilmesi'nin ürünü olarak arttı.1970'lerde üçüncü dünya ülkelerinin çoğu, şimdi kendisinin de kabul ettiği gibi Dünya Bankası'nın tavsiyeleri ile ağır borç yükü altına girdiler. Bu ülkeler borç döngüsünden kurtulamıyorlar, çünkü ihraç ettikleri mallarına verilen fiyatlar gerçek değerde gerilemektedir. Ancak uluslararası örgütler bu ülkelere sürekli olarak (değerleri düşse de) ihracatı önermektedirler. Bu öğüt bir defa da sadece bir kaç ülkeye verilse geçerli olabilir. Düzinelerle borçlu halen ellerinde ne varsa ihraç ederek, daha fazla kazanmanın yolunu arıyorlar. Özellikle madenler, tropikal bitkiler, kereste, et ve balık olmak üzere doğal kaynaklar, IMF ve DB'nin üzerinde ısrar ettikleri dışsatım güdümlü gelişme modeli kaynakların yönetiminden çok (korunmaları hemen hiç gözetilmeden) madencilik gibi doğal kaynakların ihracına dayanıyor (Lang, Hines) . Mal bedellerinin uluslararasılaştırılmasıyla fiyatlar evrensel fiyatlara göre ayarlanırken, Üçüncü Dünya ve Doğu Avrupa'daki ücretler OECD ülkelerindeki ücretlerden ortalama on ila 20 kat daha düşükler. İstikrar ve yapısal uyum politikalarının en büyük tahribatı eğitim ve sağlıkla birlikte sosyal planda ortaya çıkmıştır. AGÜ'lerde ciddi boyutlara ulaşan gelir bölüşümündeki eşitsizlik daha da artmıştır. 'Serbest' piyasa ekonomisine geçişi sağlayacağı iddia edilen politikalar ücretin ulusal gelir içindeki payını daraltırken, kâr ve rantın payı hızla genişlemiştir.
Sübvansiyonlann azaltılması hatta tamamen ortadan kaldırılması, faiz oranlarının yukarı çekilmesi, fiyat denetimine son verilmesi sabit gelirli emekçi kesimler üzerinde olumsuz etkiler yaratırken, tasarruf eğilimi yüksek olan varsıl grupların ulusal gelirden aldıkları pay yükselmiş ve sonuçta bir rant ekonomisi yaratılmıştır. Altyapı alanında (içme suyu, kanalizasyon) kamu harcamalarının azaltılmasının dayatılması sağlık alanına ayrılan fonların azalmasıyla birleşince yıllarca önce kökü kazınmış kimi hastalıkların yeniden ortaya çıktığı görülüyor. Sağlık hizmetlerinin paralı olması dayatılıyor. Mali'de 1960 ve 1980 yılları arasında %23'lük bir düşüş gösteren bebek ölüm oranı 1980'den 1985 yılına kadar %26,5 oranında arttı. Bununla birlikte IMF ve Dünya Bankası'nın ideolojisine göre yapısal düzenleme programının toplumsal bedeli, istenmeyen yan etkilerdir ve ekonomik modele isnat edilemezler. Toplumsal bedeller kısa vadelidir. Oysa ekonomik kazançlar uzun vadelidir (Toussaint) .
Önümüzdeki sayıda uluslararası ekonomik sistemin iki önemli boyutunu, Asya Krizi deneyimlerinin ışığı altında uluslararası finans hareketlerinin azgelişmiş ülkelere etkileriyle, IMF'nin bu süreçteki rolünü ve WTO'nun azgelişmiş ülkelere serbest ticareti dayatırken gelişmiş merkez ülkelerin nasıl korumacılık yaptığını, WTO'nun IMF ve Dünya Bankası ile birlikte küresel sistemde oynadığı rolü tartışacağız.
İçinde yaşadığımız sistem büyük bir zenginliği küçük bir azınlığa sunarken büyük çoğunluğu ise açlık ve sefalete itiyor. Birleşmiş Milletler'in hazırladığı 1998 yılı İnsani Kalkınma Raporu, dünyadaki gelir dağılımı eşitsizliğinin korkunç boyutlara eriştiğini gözler önüne seriyor. Rapora göre, dünyanın en zengin üç işadamının (Bill Gates, Paul Allen, Werren Buffet) servetlerinin toplamı 48 ülkenin milli gelirine eşit hale geldi. Zenginlerin dünya gelirinden aldıkları pay yüzde 70'den yüzde 85'e çıkarken yoksulların payı Yüzde 2.3'ten yüzde 1.4'e geriledi. Zenginle yoksul arasındaki 30 katlık fark 60 katına çıktı.
Gelir dağılımında yaşanan bu bozulmanın temel nedeni şimdi Türkiye'de de dayatılan IMF, Dünya Bankası kaynaklı ekonomik politikalardır. Emperyalist sistemin önemli kuruluşlarından olan IMF ve Dünya Bankası özellikle yoksul ülkelerin sınırlı kaynakların batılı sermayedarlara aktarılması ve böylece bu ülkelerde yoksulların daha kötü koşullara düşmesine neden olmaktadır.
Kapitalizmin barbarlığını gözler önüne seren IMF Dünya Bankası uygulamalarının en çarpıcı güncel örneklerden biri Mozambik. Geçen ay bir sel felaketi ile karşılaşan Mozambik'te en az 1000 kişi öldü,1 milyondan fazla insan evsiz kaldı. Buna karşın Mozambik IMF ile imzaladığı yapısal uyum programı çerçevesinde her hafta 1.4 milyon dolarlık dış borç geri ödemesi yapıyor. Sel nedeniyle oluşan yaraların sarılması için kullanılabilecek bu para, 'yoksul ülkelere yardım etmek' söylevi ile ortaya çıkan IMF, Dünya Bankası ve batılı bankerlerin cebine akıtılıyor. Mozambik'in her yıl ödediği dış borç eğitime yatırdığı paranın 8, sağlığa ayırdığı paranın ise 16 katı. IMF ve Dünya Bankası'yla yapılan anlaşmalar gereği Mozambik hükümeti kamu harcamalarını kıstı, gıda maddelerinin fiyatlarına uyguladığı desteği kaldırdı ve 900'ün üzerinde kamu kuruluşunu özelleştirdi. Sonuç ortada, Mozambik'te doğan her dokuz çocuktan biri 5 yaşına gelmeden ölüyor. IMF ve Dünya Bankası ise acımasız harcama kesintileri ve özelleştirme taleplerine devam ediyor. Bu kurumlar, fakir ülkeleri kalkındırmayı bırakın daha da fakirleştiriyor. IMF ve Dünya Bankası'nın asıl amacı mümkün olan en fazla zenginliği yağmalamak ve kendi konrolleri altına almak.
Bu kuruluşların Türkiye ekonomisine etkisi de yoksulluğu artırıcı yönde. Türkiye tarihinde başarıyla uygulanabilen tek IMF programı olan 24 Ocak 1980 istikrar paketi bunun en çarpıcı kanıtı.
IMF paketi öncesi 1979'da Türkiye'de gerçek işçi ücretleri 100 iken 1989'a gelindiğinde bu rakamın 68.8'e düştüğünü görüyoruz. Memur maaşları ise aynı 100'den yıllarda 53.3'e düşüyor.24 Ocak kararları öncesi Türkiye'nin dış borç geri ödemesi 1.1 milyar dolarken bu rakam 1983'te 3.3 milyar dolara çıktı. Yine 24 Ocak öncesi dış borç faiz ödemesi 600 milyor dolarken üç yıl içinde 1983'te bu rakam 1.1 milyar dolara çıktı. Şu anda Türkiye'nin dış borçları 100 milyar doları aşmış durumda.
Bu istatistiklere baktığımızda memur-işçi ücretleri düşerken dış borç ödemelerinin arttığını rahatça görebiliyoruz. IMF ve Dünya Bankası gibi kurumların önerdiği politikalar yoksulların yaşam standartlarını düşürüp, sosyal devlet anlayışını yok ederken zengini daha zengin yapıyor.
Bu nedenle Türkiye yönetici sınıfı IMF politikalarını uygulamaya çok hevesli. Ama bu politikalar bizler için daha fazla açlık, daha fazla sefalet anlamına geliyor.
Bu gidişe dur demek isteyen muhaliflerin IMF'ye karşı mücadelesi sürüyor. Bir çok ülkede 16 Nisan'da Washington'da IMF ve Dünya Bankası'nın yapacağı toplantıyı protesto gösterileri inşa ediliyor. Biz de Türkiye'de bu protestoların bir parçası olmalı IMF ve onun yaratıcısı kapitalizme karşı mücadele etmeliyiz.
Enerji Yapı Yol Sendikası Yayın Kurulu tarafından hazırlanmıştır.
IMF Yapısal Uyum Programlarını uygulayan ülkeler arasında yapılan araştırmalar, hiç bir ülkenin bu programı uygulayarak bir ekonomik büyüme kaydetmediğini, aksine ekonomik krizler yaşadığını gösteriyor. Bu ülkelerde, ekonomide tam bir istikrarsızlık hakim olmuş, kamu harcamaları kısılmış, ücretler dondurulmuş, ulusal paraları değer kaybetmiş, kişi başına düşen milli gelir gerilemiş, sefalet ve yoksulluk hakim olmuştur.
IMF talimatlarını uygulayan ülkeler büyük ekonomik krizler yaşarken, neden hala bu talimatlara uymakta ve ekonomik gelişimlerini bu yönde planlamaktadırlar? Bunun nedeni dünyada artık ödenemeyecek hale gelmiş bir borç zincirinin oluşmasıdır. Kısacası artık ülkeler IMF'ye bağımlı hale gelmişlerdir.1947'den 1989'a kadarki dönemde altı ülke IMF'den 30 yıldan fazla,24 ülke 20-29 yıl arası ve 47 ülke 10-19 yıl arası bir süre yardım talebinde bulunmuşlardır. Borçlar, bir ülkenin kalkınması ve ödemeler dengesini düzeltmek için değil, o ülkenin kaynaklarını yağmalamak amacıyla verilmektedir.
Bryan Johnson ve Brett Schaefer tarafından yapılan bir araştırmada IMF politikalarını uygulayan 89 az gelişmiş ülkenin 1965'den 1995'e kadarki ekonomik büyümesi incelenmiştir. Araştırma sonuçları ilginçtir: Bu ülkelerden 48'i borç aldığı yıla göre kişi başına düşen zenginlik açısından bir ilerleme kaydetmemiş, bu 48 ülkeden 32'si daha da fakirleşmiş, bu ülkelerden 14'ünün ekonomisi borç aldığı yıla oranla en az %15 küçülmüştür.
Büyük ölçüde ABD emperyalizminin denetiminde olan IMF ve DB, 'yapısal uyum programları' ve bu programları dayatmanın yolu olan 'krediler' aracılığıyla azgelişmiş ülke halklarını sefalete ve emperyalistlere giderek artan bir bağımlılığa sürükledi. Uygulanan ekonomik programlar bu ülkelerde dış borç sarmalına ve mali krizlere neden oldu. IMF, bir ahtapot gibi her ülkeye yayılmış durumda. İşte bu ülkelerden bazı örnekler:
Afrika kıtası felaketin eşiğinde
DB tarafından yayınlanan bir rapor, Afrika ülkelerinin çoğunun,40 yıl öncesine göre çok daha geride olduklarını gösteriyor. Emperyalistlerce kışkırtılan savaşların pençesindeki kara kıtadaki 48 ülkenin toplam yıllık geliri, Belçika'nın yıllık gelirini ancak geçiyor.
Mozambik
Dünya Bankası ve IMF tarafından 'önerilen' politikalarla, maun cevizi işleme sektörü tamamen yok edildi. Ham cevize uygulanan ihracat tarifelerinin kaldırılmasının ardından, çoğu kadın 10 bin işçi, işini yitirdi.
Zaire (Demokratik Kongo Cumhuriyeti)
ABD ve Fransa emperyalizmi tarafından desteklenen diktatör Mobutu Sese Seko,35 yıllık iktidarının son dönemlerine kadar IMF kredileriyle beslendi. Ülkeye verilen yüzmilyonlarca dolar kredi Mobutu'nun kişisel servetine aktı ve IMF,1982 yılında bu durumu 'resmen' öğrenmesine rağmen yardıma devam etti. Zaire halkı Mobutu'yu devirdi. IMF ise diktatöre akıttığı 'borçları' şimdi halktan istiyor.
Çad/Kamerun
İnsan hakları ihlallerinin en yoğun yaşandığı iki Afrika ülkesi olan Çad ve Kamerun hükümetleri, bugünlerde Dünya Bankası'ndan akan yüzmilyonlarca doların keyfini çıkarıyor. Banka, iki ülke arasında yapılması planlanan petrol boru hattı için 3.5 milyar dolar destek sağlamış durumda.1000 kilometrelik hattı inşa edecek şirketler ise, ABD'li Exxon-Mobil ve ortakları Chevron ile Petronass. Boru hattı, çok önemli orman, su kaynakları ve kıyı bölgelerini tahrip edecek.
Benin
1993'te uygulanmaya başlanan yapısal uyum programları nedeniyle, ülkenin odun ihracatı 6 yıl içinde 4 kat arttı ve bu yükü kaldıramayan topraklar çoraklaşmaya başladı.
Doğu Avrupa ve SSCB'de Batan Deney
IMF,1989-91'de Doğu Avrupa rejimlerinin yıkılmasıyla dünyanın bu parçasına da kendi iradesini dayatma fırsatı buldu. Bu ülkeler, IMF ve DB temsilcileriyle yeni-liberal ekonomistleri kurtarıcı mesihler olarak gördüler ve IMF stili 'şok terapi' bütün Doğu Avrupa'ya, Rusya'ya ve eski Sovyetler Birliği cumhuriyetlerinin çoğuna uygulandı. Batı medyası 'ekonomik mucizeler' olacağını haber veriyordu. Ancak bunun tam tersi gerçekleşti. Her yerde üretim azaldı. Neo-liberal deneyi uygulayan en büyük ülke olan Rusya'da üretim yarı yarıya düştü. Aynı şey Ukrayna, Bulgaristan, Romanya, Arnavutluk, Gürcistan, Ermenistan ve Azerbaycan'ın başına geldi.
Rusya
Rus halkı, IMF programlarıyla ilk kez 1992'de tanıştı, ancak yoksullukta diğer halklara 'yetişmekte' gecikmediler.1996 yılında, ülkenin ulusal geliri yarı yarıya düşmüştü. Yoksulluk sınırının altında yaşayan insan sayısı, aynı sürede 2 milyondan 60 milyona fırladı. Erkeklerde ortalama ömür 65.5'ten 57'ye düştü. Uzmanlar, böylesi bir felakete, dünya tarihinde savaş veya büyük bir doğal felaket dışında rastlanmadığını belirtiyorlar. Büyük bir hızla gerçekleştirilen özelleştirmeler ile bir 'özelleştirme mafyası' doğdu. Çeteler ve mafya örgütlenmeleri mantar gibi çoğalarak, iktidar ve medyayı tamamen kontrolleri altına aldılar.
Bolivya
IMF'nin bir diğer kurbanı olan Bolivya'da, tarım ürünleri ihracatı 1980'lerde rekor düzeyde arttı. Bu 'mucize artış'ın istatistiki sonuçları ise 1990 yılında alındı: Yoksulluk sınırının altında yaşayan köylülerin oranı yüzde 95'e fırladı. IMF, DB ve DTÖ politikaları sayesinde;
- Yabancı şirketlerin verimli toprakları ele geçirmesine olanak tanındı. Toprakları ellerinden alınan çiftçiler, ölümcül heyelanlara açık bayırlarda tarım yapmaya veya ormanları yakıp kendilerine alan açmaya zorlandılar. Çoğu köylü, şehirlere göçtü.
- Küçük çiftçilere verilen devlet desteği kesilirken, tarımda tekelleşme hızlandı. Tarım alanında sendikalaşma, devlet baskısıyla önlendi.
- Yabancı tekeller, yerli halklar tarafından yüzlerce yılda geliştirilen tarım tekniklerinin patentini aldılar.
- Tamamen ihracata dayalı tarım politikaları, kimyasala bağımlı tarım tekniklerini geliştirdi. Toprak zehirlendi.
KOLOMBİYA
IMF ve DB politikaları nedeniyle Kolombiya tarihinin en büyük krizini yaşıyor. İşsizlik oranı %19'a çıktı. Geçen yıl IMF ile imzalanan 2,7 milyon dolarlık kredi anlaşması ise özelleştirmenin hızlandırılmasını, maaşların dondurulmasını ve zaten yetersiz olan sosyal güvenlik sisteminin tasfiyesini gerektiriyor.
GUYANA
DB ve IMF'nin dayatmaları sonucu, bugün ülkenin kesilebilir ormanlarının yarısı yabancı tekellere ait.
GUATEMALA
Dünya Bankası,1982 yılında, ABD destekli Guatemala diktatörlüğüyle işbirliği yaparak Chixoy Barajı'nın yapımını destekleyeceğini ilan etti. Barajın önündeki tek engel, Rio Negro köyüydü. Köylüler topraklarından çıkmayı reddedince, ordu birlikleri çoğu kadın ve çocuk 400 köylüyü katletti. DB, katliamla ilgili sessizliğini uzun süre korudu. Kamuoyu baskısı sonucunda 1996'da açılan iç soruşturma ise, banka yönetiminin aklanmasıyla sonuçlandı.
El Salvador
El Salvador'un telefon şirketinin özelleştirilmesi; gizli anlaşmalar, yüzde 400'lük konuşma zamları, ölüm tehditleri ve işçi haklarının ihlal edilmesiyle, tam bir 'Dünya Bankası uygulaması örneği' oldu.
4000 işçisi bulunan telefon şirketi ANTEL, çok kârlı bir kamu işletmesiydi. Ancak kasıtlı olarak kurumun başına getirilen rüşvetçi yöneticiler, kısa zamanda zengin olurken şirketi de batma noktasına getirdiler. İşçi sendikası, verimliliği artırmak için özelleştirme yerine, ANTEL yönetiminin görevden alınması gerektiğine ilişkin bir kampanya başlattı. Ancak Dünya Bankası'nın tercihi özelleştirme idi. Büyük bir medya propagandasına rağmen, sendikanın yaptığı referandumda, halkın yarısından çoğu özelleştirmeye karşı çıktı. ANTEL yönetimi ise, güçlü bir sendikanın 'potansiyel müşteri'leri kaçıracağını söyleyerek,1998'de 72 sendika liderini işten attı. Hemen ardından, Toplu İş Sözleşmesini tanımadığını ilan etti. Şirket, DB'nin destğiyle, El Salvadorlu bir holding ile Fransa Telekom tarafından oluşturulan konsorsiyuma devredildi. 'Halka ucuz hizmet götüreceği' iddia edilen özelleştirmeden bir süre sonra telefon ücretlerine yüzde 400 zam yapıldı. DB, şimdi de sağlık sisteminin tamamen özelleştirilmesi için bastırıyor.
Meksika
1994-1995 yıllarında yüksek enflasyon ve rezervlerin erimesi nedeniyle IMF'den kredi aldı.IMF programına karşın ülkede pek çok işyeri kapandı, yoğun işten çıkarmalar yaşandı. Meksika'da bugün gelir adaletsizliği ve yoksulluk sürüyor ve gün geçtikçe artıyor.ü
HAİTİ
DB ve IMF, hükümetin asgari ücreti artırmasını önlediler. Ardından, kârlı kamu kuruluşlarının derhal özelleştirilmesini istediler. IMF baskısıyla, özellikle eğitim ve sağlık alanındaki kamu harcamaları yüzde 50 oranında azaltıldı. Böylece, rekor düzeyde öğretmen ve sağlık görevlisi açığı bulunan, ortalama ömrün erkeklerde 49, kadınlarda 53, okuma yazma oranının yüzde 45, bebek ölümlerinin neredeyse yüzde 10 olduğu Haiti, 'piyasanın insafına' terk edildi.
Güney Kore
50 yıl boyunca işçi ve emekçilerin kan ve teri üzerinden dev bir sanayi kuran Güney Kore sermayesi,1997'de patlak veren Asya ekonomik krizi ile, o güne dek kaydettiği bütün sınai-teknolojik ilerlemeleri kaybetti. Japonya'nın ardından, bir de iyice gelişen Güney Kore sanayisi ile rekabet etmek istemeyen ABD, fırsatı iyi değerlendirdi. Krizi bitirmek bahanesiyle ülkeye akıtılan 30 milyar dolarlık dev IMF kredisinin karşılığı, ülke tarihinde görülen en ağır 'yapısal uyum paketi' oldu. Bu kuralları harfiyen uygulayan Güney Kore hükümeti, iki yıl içinde ülkeyi adeta bir harabeye çevirdi. Ekonomi küçülür, halkın alım gücü büyük ölçüde düşerken, yüzbinlerce işçi işten atıldı. Neredeyse ABD ile rekabet edecek duruma gelmiş Koreli şirketler, başta otomotiv sektörü olmak üzere, emperyalist tekellerin eline geçti. Benzer 'yapısal uyum' programları Asya krizinin etkilediği tüm bağımlı ülkelerde uygulandı.
Endonezya
1980'lerin sonunda Tayvan ve Güney Kore'de gelişen işçi hareketi, uluslararası tekelleri kısmen de olsa 'başka arayışlara' yöneltti. ABD'li spor malzemesi şirketi Nike de, 'maraton ayakkabılarını' giyerek Endonezya'ya koştu. ABD tarafından desteklenen Suharto diktatörlüğü, ülkeyi tam bir 'işçi cehennemi'ne çevirmişti. DB ve IMF de, yabancı tekellere ucuz işgücü sağlama garantisi karşılığında, devlete bol bol kredi sağlıyorlardı. Bu elverişli koşullar altında faaliyete geçen Nike patronlarının, işçilerin hak alma mücadelesini bastırmak için diktatörlükle el ele vererek çok sayıda işçi önderini öldürtüp cezaevine attırdığı belirtiliyor.1997 krizi vurduğunda ise durum daha da kötüleşti ve Nike'ı ülkede tutmak için, işçi ücretleri günde 2.46 dolardan 1 dolara düşürüldü. IMF'nin 'yapısal uyum programı'nın devreye girmesiyle, Güney Kore benzeri gelişmeler yaşandı. Ancak program, halk direnişiyle karşılandı ve çıkan ayaklanma sonucu, diktatör Suharto devrildi. Nike ise, uygulamalarına karşı başlatılan ve giderek güçlenen uluslararası kampanya karşısında zor anlar yaşıyor.
ABD
Yapısal uyum programları, gelişmiş ülkelerde de emekçilerin aleyhine oldu. 'Kemer sıkma uygulamaları' nedeniyle,1998-99 yıllarında sadece çelik sektöründe 10 bin işçi sokağa atıldı. Bunun en büyük nedenlerinden biri, azgelişmiş ülkelerden gelen ucuz çelikti.
2001 Ocak ayında ise 33 milyon nüfusuyla ülkenin en kalabalık eyaleti olan Kaliforniya eyaletinde elektrik üretim ve dağıtım şebekelerinde serbest rekabet ortamı yaratılmasına yönelik özelleştirmenin acı yüzü büyük bir fiyaskoyla ortaya çıktı. Kaliforniya eyaletinde enerji tekelleri arasında aylardır süren serbest rekabet kavgası, tüm çabalara karşın sona erdirilemeyince enerji krizi patlak verdi. Eyalette halk, II. Dünya Savaşından bu yana ilk kez mumlara saldırdı. Hayat durma noktasına geldi ve birçok bölgeye saatlerce elektrik verilemedi. Bankaların para çekme makineleri çalışmadı, fabrikalar üretime ara verdi. Trafik ışıklarının çalışmaması yüzünden onlarca trafik kazası oldu. Eyalette olağanüstü hal ilan edilirken, sistemin tümden çökmesi Kanada'dan elektrik alınarak önlenebildi.
TÜRKİYE: IMF'nin yeni örneği
Yıllardır IMF ve Dünya Bankası'nın örnek olarak gösterdiği Güney Kore, Tayvan gibi 'mucize ekonomiler' 1990'ların sonunda büyük krizlere girdiler. Eski doğu bloku ve Latin Amerika ülkelerindeki uygulamaları da tam bir fiyaskoya dönüşen IMF şimdi yeni bir 'mucize örnek' yaratmak istiyor. Bunun için de Türkiye'yi bir laboratuvar gibi kullanıyor.
Ülkemizde yıllardır uygulanan IMF politikaları sonucunda 1999 yılında iç borçlar 18 katrilyon liraya ulaşmış, dış borçlar 110 milyar doları bulmuştur. Faizlerin bütçe içindeki payı 1992 yılında 18,2 iken,1999 yılında %43'e çıkmıştır.1999 yılında sayıları 4600'ü bulan yabancı sermayeli şirketlerin Türkiye'de sayılarının hızla artması rastlantı değildir. Ülkede IMF politikaları ile gittikçe geriletilen ücretler ve baskı altına alınan işçi hak ve özgürlükleri onlara uygun ortam sağlamıştır.
IMF ne istiyor?
2000 yılında uygulanmaya başlayan istikrar programı uyarınca emeklilik yaşı yükseltildi, özelleştirmelere hız verildi, ücret artışları enflasyonun altında tutuldu, en adaletsiz vergiler artırıldı, ek vergiler koyuldu. Önümüzdeki yıllarda da kıdem tazminatlarının kaldırılması, en kârlı KİT'lerin satılması, büyük kamu bankalarının özelleştirilmesi, çiftçilere devlet desteğinin kaldırılması, sosyal güvenliğin özel sektöre açılması, SSK hastanelerinin ticari işletmelere dönüştürülmesi planlanıyor.
IMF'nin ısrarla istediği özelleştirmeler bizleri daha da yoksullaştırıyor, güçsüzleştiriyor. Bugüne değin özelleştirilen 128 kuruluşta çalışan sendikalı her 10 işçiden 8'i işten atıldı, bu işyerlerinde sendikasızlaştırma oranı yüzde 72 oldu. Özelleştirmeler nedeniyle toplam 400 bin işçi işinden oldu.
Gelir dağılımı
Türkiye'nin en zengin 650 bin kişisinin gelirleri 30 milyon kişinin gelirleri toplamından daha fazla. İki grup arasındaki 236 katlık bir gelir uçurumu var.1994'de DİE'nin yaptığı araştırmaya göre nüfusun en alttaki yüzde 20'lik bölümünün toplam gelirden aldığı pay yüzde 4.9 iken en üstteki yüzde 20'lik bölümün payı yüzde 54.9. Uzmanların hepsi bu eşitsizliğin son 7 yılda daha da arttığı görüşünde.
Faiz bütçesi
Bizlerden 2001 yılında toplanacak vergiler yine faiz ödemeleri olarak kullanılarak bankacılara aktarılacak. Devlet bütçesinden harcanan her üç liranın bir lirasından fazlası faiz ödemeleri için kullanılacak. Bu para sağlık için harcanacak paranın 13, eğitim için harcanacak paranın 4.25 katı.
IMF'nin dostları kim?
IMF politikalarının uygulandığı bütün ülkelerde olduğu gibi ülkemizde de küçük bir azınlık çok mutlu. Borçların, yoksulluğun, işsizliğin artması onları etkilemiyor, tam tersine uygulanan bu politikalar nedeniyle hızla devasa bir zenginliğe ulaşıyorlar. Bundan 20 sene önce sıradan bir zengin olan Mehmet Emin Karamehmet (Çukurova Holding, Yapı Kredi, Türkcell'in sahibi) bugün dünyanın en zengin 29'uncu kişisi olarak Bill Gates'le yarışıyor. Sakıp Sabancı (52'inci) , Rahmi Koç (82'inci) ve Ayhan Şahenk (132'inci) dolar milyarderleri listesinin ön sıralarına doğru tırmanıyorlar. IMF politikaları büyük bir çoğunluğu yoksullaştırırken bir avuç yönetici ve patronun ceplerini dolduruyor.
Türkiye bugüne kadar toplam 18 Standby anlaşması yaptı. Son Stand-by anlaşmasından sonra IMF'ye döret kez niyet mektubu verildi. Bu mektuplarda neyin ne zaman yapılacağı taahhüt edildi. Örneğin 18.12.2000 tarihli niyet mektubunda hükümet;
· Telekomun %33,5'nun özelleştirme ihalesinin duyurusunun 14 Aralık 2000 tarihinde yapılacağı ve Mayıs 2001 tarihinde kazanan şirketin açıklanacağı,
· THY'nin hissesinin %51'inin satışının Mart 2001 tarihine kadar tamamlanacağı,
· Elektrik sektörünün yabancı sermayeye tümden açacak olan 'Elektrik Piyasası Kanunu'nun,14 Aralık 2000 tarihine kadar meclise sunulup, Ocak ayında bu yasanın çıkarılacağı,
· Tekelin özelleştirilmesini sağlayacak yasanın Şubat ayında çıkarılacağı,
· Kamu Bankalarının özelleştirme stratejilerinin Kasım 2000 ayına kadar oluşturulacağı
sözünü verdi.
Aralık 1999'da imzalanan son Stand-by anlaşmasının üzerinden daha bir yıl geçmişken, mali durumu düzelteceği ilan edilen bu politikalar ülkeyi çok ağır bir kriz içine soktu.19 Şubat 2001'de meydana gelen bu kriz sonucunda, emeği ile yaşayanların yaşama hakkından %50 çalındı, hükümet, işverenler ve medya tarafından yere-göğe sığdırılamayan ekonomik program yerle bir oldu.
Hükümet şimdi, Dünya Bankası'ndan atadığı bir uzmanın hazırladığı 'ulusal program'la herşeyi düzelteceğini iddia ediyor ve toplumdan destek istemeye devam ediyor.
IMF ile hazırlanan ve 'ulusal' olduğu öne sürülen 'yeni' ekonomik program daha önceden saptanan tüm hedefleri yeniden düzenliyor. Yeni programın hedeflediği enflasyan rakamı % 45 / 49,7. Ulusal gelirin %2 küçülmesini öngören program, kamuda küçülmeyi de beraberinde getiriyor. Bu programa göre;
- Ek Bütçe çıkarılacak
- Memurlara enflasyon farkı oluştukça zam verilecek
- Kamu işçisi enflasyon hedefinin altında zamlara razı edilecek
- Kamu bankaları tek bir çatı altında toplanıp, kısa sürede özelleştirmeye çalışılacak
- Kamuda resen emeklilik ve erken emeklilikler yapılacak
- KİT'lerde personel sayısı azaltılacak
- Telekom'un %51'inin blok, kalanının halka arz ve çalışanlara satılması yoluyla, tamamının satılması için yasal değişiklik yapılacak
- THY, Tekel, Şeker Fabrikaları gibi, Özelleştirme İdaresi Başkanlığı'nın sorumluluğunda bulunan kamu kuruluşlarının özeleştirilmesi hızla tamamlanacak
Görüldüğü gibi program ne 'yeni', ne de 'ulusal'.
KAYNAK: Enerji Yapı Yol Sendikasının Web Sitesi. http://www.eyysen.org.tr
65.122.110.233/webs/ekonomi/referanslar.asp
Bilindiği gibi IMF,1944 yılında Amerika'nın New Hampshire eyaletinin Bretton Woods kasabasında toplanan, kasaba ile aynı adı taşıyan uluslararası konferansın sonucunda kurulmuş iki kurumdan (diğeri Dünya Bankası) birisidir. Kuruluşunu takip eden yıllardan itibaren de uluslararası parasal işbirliği, döviz kurlarının istikrarı, dünya ekonomileri üzerindeki gözetim, denetim, teknik ve parasal yardım işlevlerini sürdürmektedir.
IMF'nin gelişmekte olan ekonomilere yönelik politika önerileri ve stand-by anlaşmasına ön şart koyduğu ekonomik tedbirler ise uzun zamandan beri tartışılmaktadır. Bu tartışmalar özellikle 1997 yılında gerçekleşen Güneydoğu Asya krizinden sonra daha yüksek sesle ifade edilmeye başlanmıştır. Çünkü reel ekonomilerinde hiçbir sorunları olmayan ve IMF'nin de övgülerine muhatap olan bu ekonomiler, hiçbir öngörü ve ikaz olmadığı halde krize yakalanmışlardır. IMF yönünden işin daha vahimi ise, gözetleme ve uyarma görevini zamanında yapmayan IMF'nin, kriz olduktan sonraki bütün politikalarının krizdeki ülkeleri değil, bu ülkelere para yatıran yabancı yatırımcıları korumaya yönelik olmasıdır.
Güneydoğu Asya krizini takip eden Rusya krizi, Brezilya krizi ile yakın zamanlarda ortaya çıkan Arjantin krizi de IMF öneri ve politikalarının daha şiddetle eleştirilmesine yol açmıştır. Özellikle Dünya Bankası eski başdanışmanlarından Nobel ödüllü Joseph Stiglitz'in IMF'yi hastalarını tek tek öldüren doktora benzetmesi ilginçtir. Aynı iktisatçı IMF telkinlerinin ülkedeki baş aşağıya gidişi hızlandırmaktan öteye bir anlam taşımadığını da belirtmektedir. ABD'li ünlü ekonomi dergisi Forbes'ın uluslararası finans yazarı ve Türkiye'deki krizi üç ay önceden bilen iktisatçı olarak tanınan Prof. Steve Hanke de, Türkiye'nin IMF politikaları ile değil, kendi politikaları ile kurtulacağını ifade etmektedir.
Benzer bir yaklaşım da yine Harvard Üniversitesi Öğretim Üyesi ve Merkez Bankası eski danışmanı olan Prof. Dani Rodrik'ten gelmektedir. Rodrik, 'Gelişmekte olan ülkelerdeki IMF reçeteli liberal ekonomi modellerinin verimli olmadığını gördük. Büyümeyi sağlamak kolay değil. Yapısal reformlar gerekiyor. Ekonomik canlanma olmadan makro ekonomik dengeler yerine oturmaz. Türkiye sadece IMF reçetelerini uygulamak değil, kendi çözümlerini bulmalı.' demektedir. Aynı düşünceler 1997 yılında büyük bir kriz geçiren ve şu anda toparlanma sürecinde olan Güney Kore, Endonezya, Malezya yetkililerince de ifade edilmektedir. IMF politikalarını harfiyen uygulayan Türkiye'deki 22 Kasım ve 21 Şubat krizleri, bu krizler sonrasında uygulamaya sokulan ve önceki ile tamamen ters politikalar, yani sabit kurdan dalgalı kura geçiş, şu andaki kırılgan yapı, geçmişteki 17 stand-by düzenlemesi, IMF politikalarının ülkemizdeki başarısı konusunda da yeterli güveni vermemektedir. Bu eleştiriler arasında IMF'nin ABD politikalarının uygulayıcısı konumuna geldiğini ve uluslararası finansal sistemin gözetleyicisi ve düzenleyicisi konumundan uzaklaştığını söyleyen görüşler de bulunmaktadır. Özellikle IMF'nin kuruluş aşamasında tartışılan 'Keynes Planı'nın önericisi meşhur J.M. Keynes'in IMF ve Dünya Bankası'nın Washington'da kurulmasına karşı çıkarak bunların New York'ta kurulmasını istediğine işaret edilmektedir. Keynes'e göre eğer bu kurumlar Washington'da kurulacak olursa uluslararası kuruluş olma fonksiyonlarını zaman içinde yitirecekler ve Amerikan yönetiminin bağlı kuruluşları haline geleceklerdir. Amerikan Hazine Bakanı Vinson da 'Hayır, ABD'nin öngörüsü de, bu kuruluşlar esas New York'ta kurulurlarsa uluslararası finans çevrelerinin etkisinde kalırlar ve beklenen fonksiyonlarını icra edemezler.' noktasındadır. Ancak geçen zaman nerede ise Keynes'i haklı çıkarma durumuna gelmiştir.
Peki IMF neden çok tenkit edilen politika ve uygulamalarını bütün dünyada aynı kararlılıkla sürdürmektedir? Pek çok ülkede başarısız olmasına rağmen kendi politikalarını gözden geçirme gereği duymamaktadır? Bunun en önemli sebebi IMF'nin konumu ile ilgilidir. IMF, ülkelerin kalkınmasından sorumlu bir kuruluş değildir. Onun amacı ülkeye verdiği kredilerin ödenmelerini sağlamak ve garantörlük yaptığı uluslararası fonların geri dönüşlerinde problemlerle karşılaşılmasını önlemektir. Bu da bir ülkenin büyümesi ile değil, küçülmesi ile gerçekleşmektedir. Yani büyüyen ekonomi kaynak tüketir, açıkçası para yer; küçülen ekonomi ise tasarruf yapar ve borç öder. Bu nedenle de IMF ülkelerin kemer sıkmasını, talebi bastırmasını, küçülmesini ister. Ancak bu geçici bir durumdur. Çünkü, üretimi artmayan, reel geliri yükselmeyen bir ekonominin uzun dönemde borçlarını da ödemesi mümkün değildir.
Görüldüğü gibi ülkelerin kalkınma talebi ile IMF'nin borçların geriye dönüşünü sağlama düşüncesi birbiri ile örtüşmemektedir. Bu nedenle 18. stand-by ile ilgili teftişlerin yapıldığı şu günlerde ülke tercihleri ile IMF tercihlerinin optimalinin yakalanmasına çalışılması gerekmektedir. Büyümenin eksi % 9'lara indiği, kayıtlı işsizliğin % 8,5'lere çıktığı, ihracatın can çekiştiği, bütçe açığının büyüdüğü ve ekonominin gaz sıkışmasına uğradığı bir dönemde enflasyonla mücadele ve yapısal düzenlemelerle ilgili tüm kazanımları geri döndürecek bir süreç ne kadar yanlış olacaksa, IMF taleplerine kesin ve tartışmasız bağlılık da o derece yanlış olacaktır. IMF'nin katı politikalarında yumuşama gerçekleştirememek ileride hazin sonuçlar da doğurabilecektir.
KÂNÛNİ SULTAN SÜLEYMÂN HAN
ve YAHYÂ EFENDİ MENKIBESİ
Kânûnî Sultan Süleymân Han, Yahyâ Efendi'nin bir evliya mürşid olduğunu, Hızır Aleyhisselâm ile görüştüğünü bilir, kendisini de görüştürmesini istermiş.
Bir gün Yahyâ Efendi ve Kânûnî, kayıkla Boğaz'da gezmeye çıkmışlar. Yahyâ Efendi yanında bir ahbâbı ile gelip kayığa binmiş. Birlikte giderlerken, Yahyâ Efendi'nin ahbâbı, devamlı Kânûnî'nin parmağındaki çok kıymetli bir yüzüğe bakıyormuş. Kânûnî bu hâli fark edince, parmağındaki yüzüğü çıkarıp; 'Buyurun, daha yakından iyice bakıp inceleyebilirsiniz' diye uzatmış. O zât yüzüğü alıp, evirip çevirdikten sonra, denize atıvermiş. Yahyâ Efendi hâriç, kayıkta bulunanlar çok hayret etmişler. Bir müddet gittikten sonra, o zât inmek istediğini bildirince, kayık kıyıya yanaşmış. O zât ineceği sırada denizden bir avuç su alıp Sultân'a uzatmış. Avucundaki suda, biraz önce denize attığı yüzük varmış. Yahyâ Efendi hâriç, kayıkta bulunan herkes yine çok hayrete düşmüşler. Kânûnî elini uzatıp yüzüğü alınca, adam birdenbire gözden kayboluvermiş. Kânûnî, Yahyâ Efendi'ye dönerek; 'Ağabey, neler oluyor? ' diye sormuş; 'O gördüğünüz Hızır Aleyhisselâm idi' cevâbını vermiş Yahyâ Efendi. Kânûnî bunun üzerine; 'Bizi niye tanıştırmadınız? ' diye sorunca, Yahyâ Efendi şöyle cevap vermiş; 'O kendini tanıttı; ama siz tanımakta geç kaldınız'.
meditasyon
06.01.2004 - 22:01meditasyon şeytanın,iblisin bir yalanıdır.meditasyonun bir zikir sahtekarlığıdır.meditasyon OKKÜLTİZM içine girer.okkültizm ise ZÜLMANİ İLİMLER olarak bilinir.nagatif yönlüdür.hedefi insanları mutsuzluğa mahkum etmektir.işte o şeytanın yaanlarından birisi de meditasyondur.meditasyonun satanizmle,dinle,mutlulukla ilişkisini böylece meditasyon hikayesini öğrenmek isteyenler! ...
GERÇEK OLAN,MUTLULUK VAAD EDEN MEDİTASYONUN ASLINDA HİÇTE ÖYLE OLMADIĞI SONUCUDUR.
bakınız:65.122.110.233/webs/mutlulugunsirri/meditasyon.htm
reenkarnasyon
06.01.2004 - 21:03reenkarnasyon şeyatının yalanlarından bir tanesidir.bu OKKÜLTİZM ilmi içine girer.okkültizm ise ZÜLMANİ İLİMLER diye tarif edilir.zülmani ilimlerin sahibi,merkezi ise şaytandır,iblistir.
kur'an-ı kerim'de reenkarnasyonun olmadığını bilmek ve reenkarnasyonun bir safsata olduğunu kur'an ayetleri ışığı altında öğrenmek ve reenkarnasyonla ilgili aşağıdaki yazının tamamını okumak için güzel bir site...
*******************************************************
Sizce reenkarnasyon var mıdır?
Reenkarnasyon var mıdır diye düşünürken, bizim aklımıza takılanlar oluyor:
İnsanların nüfusu, zaman içinde artıyor. İşte bir milyondan bir milyara çıktı, bin kat arttı. Nüfusa yeni insanlar eklendi. Yeni bir insanın enkarne olabilmesi için, bir bedende yaşamış olması lâzım; halbuki bu yeni insan, mevcut nüfusa ilave olarak doğuyor. Bütün eski ruhlar, başka bedenlerin içerisinde ve bedenlerin sayısı belli. Hiçbirinin bu kişinin vücudunda olması mümkün değil; çünkü onların zaten bedenleri var. Mevcut sayıya ilave edilen her yeni kişi, yeni bir ruhun, içine girmesiyle hayatını devam ettireceğine göre, acaba reenkarnasyon gerçek olabilir mi?
Şimdi bize diyeceksiniz ki; reenkarnasyonu yaşadıklarını söyleyen insanlar var...
Bütün bu hikayelerin iç yüzünü ve reenkarnasyonun asıl hedefini öğrenmek isterseniz, TIKLAYINIZ...
************************************************
a'dan z'ye reenkarnasyon
65.122.110.233/webs/mutlulugunsirri/reenkarnasyon.htm
alim
03.01.2004 - 22:421- İlmel yakiyn: Kalp gözü ve kalp kulağı açılmadan sahip olunan ilmî yakiyn.
'Kellâ lev ta'lemûne ilmel-yakıyn' Tekasür-5 Dikkat edin, eğer yakiyn hasıl ederek (kesin bir ilimle) bilmiş olsaydınız...
2- Ayn'el yakiyn: Kalp gözü açıldıktan sonra, varlıklar âleminin kalp gözüyle görülmesi, (Sidretül münteha'ya kadar gök katlarının görülmesi) .
'Sümme leteravünneha aynel-yakıyn' Tekasür-7 Sonra onu ayn'el yakîn olarak (kalp gözünüzle) göreceksiniz.
3- Hak'kul yakiyn: Kalp gözü açıldıktan sonra rüyetin (görüşün) hak'ka ait sırları da kapsıyacak bir yakiyn hasıl etmesi, cennet ve cehennemin görülmesi ve nihayet Allah'ın görülmesi.
'İnne haza lehüve hakkul-yakıyn' El vakıa-95 Muhakkak ki bu, işte o hakkul yakiyndir.
'Ve innehûlehakkul-yakıyn'
Hakka-51 Ve muhakkak ki o hakkul-yakiyndir.
mutsuzluk
03.01.2004 - 21:53mutsuzluk şeytanın ve nefsin ülkesinde olmak demektir.şeytan kendi ülkesine nefsimizdeki 19 afeti kullanarak bize günah işletmesi sonucu davet eder.eğer nefsimizin isteklerine 'evet' dersek o zaman şeytanı memnun etmiş oluruz.biz mutsuz olurken şeytan zevkinden çıldırır.nedir şeytanın ülkesi? apsis ve ordinat sistemini düşünelim.MUTLULUK sıfırın üstünde olmak iken,MUTSUZLUKTA sıfırın altına düşmektir.yani negatife düşmek.allah'ın ülkesi varken neden şeytanın ülkesi?
yeni yıl
31.12.2003 - 16:24YILIN SONUNDA,
Mutlu ettin mi karsina çikan insanlari?
Iyi bir etki biraktin mi üzerlerinde?
Hiç taktir edildin mi günün ardindan?
Elinden tuttun mu bir yol arkadasinin?
Bir kalbi memnun ettin mi tatli sözünle?
Cesaret verebildin mi umudu sönen birine?
YILINI BOSA MI HARCADIN YOKSA?
MUTLULUK MU biraktin ardinda, hosnutsuzluk mu?
Gece olupta gözlerini kapattiginda,
Sunu söyleyebilecek mi Allah sana;
“YAPTIKLARININ KARSILIGINDA BIR YIL DAHA VERIYORUM SANA.”
mevlana
24.12.2003 - 14:54ümitsizler köyüne gitme; ümitler var,
karanlığa doğru yürüme; güneşler var,
gönül seni,gönül ehlinin bahçesine çeker,
hadi! durma bir gönüldaştan gıda ver gönlüne.
YÜRÜ! DEVLETİ,DEVLET SAHİBİNDEN ARA.
MEVLANA CELALEDDİN RUMİ
sevgi
23.12.2003 - 19:21yaşamakla ölmek arasındaki fark..
insanın hayatla kurduğu köprü...
insanı hayata bağlayan bağ...
insanlara olan sevgimizi sunmaktan çekinmemeliyiz.çünkü
sevgi tükenmez.sevgi sonsuzdur.
adolf hitler
22.12.2003 - 16:19Hitler'in Yükselişinde Gizli Ellerin Rolü
Siyonistlerin Hitler sömürüsü bugün hala sürmektedir. Aslında bu işin arkasında duran gerçek nispeten gün yüzüne çıkmıştır. Ama ne yazık ki, gizli eller bu gerçeklerin yazılmasına ve konuşulmasına pek fırsat vermek istemiyorlar. Biz Hitler ve Nazizm gerçeğini de biraz tahlil etmek istiyoruz.
Her şeyden önce Hitler'in yükselişi ve Almanya'da yönetimi ele geçirmesi bir tesadüfün eseri değildir. 1919'da Paris yakınlarında gerçekleştirilen Versailles Barış Konferansı'nda Almanya, ödemesi mümkün olmayan tazminatlara mahkum edildi. Bu tazminat kararlarını alanların başında gelenler ise Illuminati şebekesinin organı durumundaki Yuvarlak Masa üyeleriydi. Bu karar Almanya'yı ciddi bir ekonomik çöküşe sürükledi. Zaten amaçlanan da buydu. İşte bu ekonomik çöküş, Hitler'in bir kurtarıcı gibi yükselmesi için şartları hazırladı.
Nazizmin siyasi mekanizması durumundaki Nasyonal (Ulusal) Sosyalist Parti, Almanya'da ilk ortaya çıktığında pek tanınmıyordu. Fakat ülkenin tanınmış sanayicilerinin bu partiye girmesiyle birlikte biri birden tanınmaya ve yıldızı parlamaya başladı. Krupp, I. G. Farben ve diğer bazı yahudi şirketlerinin sahipleri 1929'da bu partiye girdi. Bunların partiye girmeleri ani bir kararla ve hızla gerçekleşmişti. Bu kişiler Hitler'in parti içinde yükselmesinde önemli rol oynadılar. Bunun için her türlü maddi yardımı yaptılar.
Sadece sanayiciler değil yahudi bankerler de Hitler'e istediği yardımı yapıyorlardı. Uluslararası alanda faaliyet gösteren yahudi banker Warburg, Amerika'nın ünlü yahudi ailesi Rockefeller adına Hitler'le irtibat kurarak yardım teklifinde bulundu. Henry Coston, La Haute Finance et Les Revolutions adlı eserinde Warburg'un Hitler'le bağlantı kurması ve desteği hakkında şu bilgileri veriyor: 'Warburg, Almanya'ya geldiğinde Hitler'in danışmanlarıyla görüşmeler yaptı. Temsil ettiği Amerikalı finansörler adına Führer'e başa geçmesi için 10 milyon dolar vaat etti. Hitler, Wall Street'teki koruyucularıyla devamlı mektuplaşıyordu: 'Hareketimiz Almanya'da büyük bir hızla gelişiyor. Bana gönderdiğiniz para bitti. Bir dahaki sefere ne kadar alabileceğimi bana bildirmenizi önemle rica ederim.' Hitler. Hitler'in bu ricası yahudi bankerler tarafından karşılıksız bırakılmadı. Yapılan kısa bir toplantıdan sonra Nazilere 15 milyon dolarlık yeni bir yardımın yine Warburg aracılığıyla ulaştırılması kararlaştırıldı.'
Hitler'e maddi yardım yapanlardan biri de yine yahudi banker ailelerden ve Royal Dutch Shell şirketinin sahibi Samuel ailesiydi.
Hitler'in yahudi para babalarıyla ilişkisine dair bilgileri çok fazla uzatmaya gerek görmüyoruz. Ancak bu konuda özel bir araştırmaya yetecek kadar bilgi olduğunu hatırlatmakta yarar görüyoruz.
Yukarıda üzerinde durduğumuz ve Gizli Dünya Devleti'nin en önemli organlarından biri durumundaki Bilderberg'in kuruluşunda birinci derecede rol oynayan Hollanda prensi Bernhard'ın aynı zamanda Nazi SS örgütünün üyelerinden olduğunu daha önce belirtmiştik. SS, Koruyucu Kademe anlamına gelen Schutz Staffel isimlendirmesinin kısaltmasıdır. Hitler, bu özel birliği 1925'te kendisinin korunması için kurdurmuştu. Başlangıçta küçük bir örgüt olan bu birliğin, Nazilerin iktidara geldiği 1933'te 50 bin kişilik mensubu oldu. Böylece büyük bir ordu haline geldi. Daha çok ordu disiplininde çalışıyordu. Başına geçirilen Heinrich Himmler ise fanatik bir ırkçı olarak tanınıyordu. İlginçtir ki Himmler'in baş yardımcılığına da yahudi kökenli Reinhard Heydrich getirilmişti. Nazilerin hüküm sürdüğü bölgelerdeki Yahudileri göçe zorlama veya ikna etme görevini de SS'ler üstlenmişti. 'Yahudi Sorunu' olarak isimlendirilen, gerçekte ise yahudileri göçe zorlamayı amaçlayan programı uygulama işiyle ise adı geçen Reinhard Heydrich ile Adolf Eichman adlı ikinci bir yahudi ilgileniyordu.
Hitler'in hüküm sürdüğü bölgelerde estirdiği anti-semitist (yani yahudi karşıtı) terör Filistin topraklarına yahudi göçünü son derece hızlandırmıştır. Öyle ki 1917'de İngilizlerin Filistin topraklarını işgal etmelerinden itibaren yapılan onca teşvike rağmen 1933'e kadar gerçekleşen göçlerle birlikte Filistin topraklarındaki yahudi nüfusun sayısı 150 bini geçmemiştir. Ama Hitler'in 1933'te iktidarı ele geçirmesinden sonra anti-semitist terör estirmesiyle birlikte yahudiler çekirge sürüleri gibi Filistin'e akın etmeye başlamışlardır. Çünkü Hitler'in adamları birkaç yahudiyi öldürüp kamyonetlerin arkasına atarak yahudilerin yoğun olduğu mahallelerde dolaşarak: 'Buraları terk etmezseniz sizin sonunuz da böyle olacak' diye ilanlar yayınlıyorlardı. Hitler'in adamları yahudileri sadece tehdit yoluyla değil ikna yoluyla da göçe yöneltiyorlardı. Fırınlama, binlerce insanın kitleler halinde katledildiği iddiaları ise siyonistlerin yıllardan beridir sömürü aracı olarak kullandıkları efsanelerden ibarettir. Hitler terörü sebebiyle yahudilerin Filistin topraklarına akın etmesi neticesinde II. Dünya Savaşı'nın sona erdiği 1945'e gelindiğinde Filistin topraklarındaki yahudi nüfusun sayısı 800 bine ulaşmıştı. Böylece Filistin'de bir 'İsrail' devletinin kurulması için yeterli insan potansiyeli oluşmuş oluyordu. Zaten Hitler'in görevi de işte bunu sağlamaktı. Hitler'in görevini tamamlamasından sonra defteri de dürüldü. II. Dünya Savaşı'ndan büyük bir yenilgiyle çıkan Hitler kurtuluşu intiharda buldu.
kaynak:64.185.226.168/webs/ekonomi/referans_detail.asp? id=18
adolf hitler
18.12.2003 - 18:11o zamanki ydd'cilerin sahneye sürdükleri bir kukla...bir hizmetçi...
darwin ve evrim
17.12.2003 - 11:33bir insan düşünün ki kendisi ve fikirleri hiçbir zaman bilimle barışmıyor.bilimin ortaya çıkardığı gerçeklerden hep kaçmak zorunda kalan insan veya insanlar...işte o insana örnek darwin ve peşinden sürüklenen insanlar...
ilahi kitaplarla darwinin eserleri arasındaki fark,birisinin insanın öldükten sonra anlayacağı gerçekleri haykırması diğerinin ise o gerçeklerin inkarına kalkışan köhne fikirleri barındıran eserler(!) olması
gerçekten yazık oluyor birilerine...
üç şey
16.12.2003 - 19:54fizik vücud +ruh+nefs=İNSAN
aşk
16.12.2003 - 19:25aşkı anlatan bir güzel söz:
KIYIYI KAYBETMEYİ GÖZE ALAMAYAN OKYANUSU KEŞFEDEMEZ
osmanlı
02.09.2003 - 15:28OSMANLI'NIN KURULUŞU
Moğollar'ın Türkistan'ı istilası sırasında, batıya doğru kaçan yüzlerce gruptan biri de; Kayı Boyu'ndan Ertuğrul Gazi'nin aşiretidir. İstiladan, Moğollar'ın henüz ulaşamadıkları Anadolu'ya gelen bu Türkmenler, Selçuklular tarafından kabul edilip batıya yerleştiriliyorlar ve başlarındaki reislerine Uç Beyi deniliyordu.
Adlarına 'Horasan Erenleri' denilen tarikat ehli kişiler, uç beylikleri arasında dolaşarak sohbet edip, insanları Allah'a çağırıyorlardı. Göçebe kitlelerin çoğu, bu erenlere samimiyetle bağlanıyorlardı.
Şeyh Edebâli, Ahmet Yesevî Hazretleri'nin Uzakşark'ta yetiştirip, mürşid, muallim, mübelliğ olarak Batı Türklüğüne gönderdiği Horasan erenleri zincirindendir.
Anadolu, bu şöhretsiz evliyaların ve Hak erenlerinin eliyle şekillendi. Devlet, onların yüzü suyu hürmetine şahlandı.
Osman Bey, Şeyh Edebâli Hazretleri'ni sık sık ziyaret eder, onun tatlı sohbetlerini dinlemekten çok zevk alırdı.
Edebâli Hazretleri, Allah'ın kendisine bildirmesiyle biliyordu ki; Osman Bey'in kuracağı devlet, teslim dînini tüm dünyaya yaymak için yaşayacak, âleme nizam verecek, Allah için savaşacaktı. Bu devletin temelini atma vakti geldiği zaman, Edebâli Hazretleri mübarek eliyle bizzat Osman Bey'e kılıç kuşattı ve Osman Bey adına okunan ilk hutbenin besmelesini de kendisi çekti.
Bununla da kalmadı Edebali Hazretleri, dervişlerine emir verdi:
'Demirci, kalaycı, örscü, marangoz ve sanat erbabı herkes köy köy dolaşacak, Türk boyları arasına dağılıp, boyları kendi içlerinden fethedecektir. Böylece yıllardır Türk boyları arasında süren kavgalar boyların Osman Bey'in buyruğu altına girmesiyle son bulacaktır.'
Şeyhlerinden bu emri alan dervişler Anadolu'ya dağıldılar. Sevgi dolu, kardeşlik dolu sohbetleriyle insanları Allah'a çağırdılar, bir olmaya çağırdılar. 'Devlet-i Ebed-Müddet'in temelini îmânla sağlamlaştırdılar.
İşte Osmanlı, temelini Allah'ın evliyasının attığı bir devlet, böyle kurulmuştu. Sultan Osman'dan başlayarak her biri mürşidlerine yüzde yüz bağlıydı. Allah'ın padişahlarının yönetimindeki Osmanlı, bir süre sonra Nizam-ı Âlem adını aldı.400 yıl içinde, bir cihan hakimiyetini Allah'ın yardımı, erenlerin himmetiyle bu küçük beylik oluşturdu.
KAYNAK:65.122.110.233/webs/osm/index.html
osmanlı
02.09.2003 - 15:23OSMANLI KİMDİR?
Onlar, ortaçağdan bu çağlara doğru bütün dünyaya Allah'ı tanıttılar. Allah'ın adaletini temsil ettiler. Allah yolunda fedakarlığı öğrettiler. Osmanlı, fedakarlıkların üzerine bina edildi. Devleti Âliye, Nizam-ı Âlem devlet, o Osmanlıydı. Ve hepsi Allah'a hizmet yolunda; kadın olsun, erkek olsun el ele, gönül gönüle.... Başkalarını imrendirecek bir davranış biçimleri dizisinin sahibi oldular. Kur'ân erleriydiler, sahabe gibiydiler.
Osmanlı, Peygamber Efendimiz (S.A.V) ve sahabeden sonra İslâm'ı gerçek anlamda yaşayan ikinci topluluktu. Osmanlı, Kur'ân'daki İslâm'ı yaşadı. Osmanlı, 'tasavvuf'u' yaşadı.
Yükselme devri boyunca padişahtan aşağıya doğru herkes, Allah'ın dostuydu. Sultan Osman'dan başlayarak hepsinin mürşidleri oldu. Görüyoruz ki; mürşide yüzde yüz bağlı olan padişah, aslında Allah'ın padişahı oluyordu. Bu dizaynın yukarıdan aşağı inen çatısına baktığımız zaman; önce Allah' ı görüyoruz, sonra Allah' a bağlı mürşid, mürşide bağlı padişah, sonra onun emrinde kim varsa hepsi Allah' a dostlar.
Bu dizayn devleti nereye ulaştırdı?
Osmanlı bir süre sonra Nizam-ı Âlem adını aldı.
Kim Osmanlı'dan yardım istemişse, Osmanlı yardıma koşmuştur. Fransa Kralı yaptığı savaşta zor duruma düşünce, Osmanlı'ya müracaat etti. Osmanlı onu himayesine aldı. Hangi şartlarda olursa olsun, nerede İslâm'a karşı saldırı olursa, Osmanlı ordusu orada olurdu. Onlar Allah için yaşadı ve devleti idare etti
Osmanlı'nın başında hep Allah'ı görüyoruz.
Yeniçeri ocağına hiç bir acemi oğlan, bir mürşide bağlı olmadıkça adım atamazdı. İlk eğitimin verildiği yerde böyle bir hedefe ulaşmak için mutlaka bir mürşide tâbî olmak gerekiyordu. Allah'ın velayet mertebesine ulaşamayan, subay olamazdı. Paşalar, daimî zikir sahibiydi. Kara orduları böyle olan Osmanlı'da, deryada da aynı durum söz konusuydu. Bütün reisler Allah için savaş verirdi.
14 asır sonra İslâm'ı yaşayan topluluk Osmanlı'ydı. Esnaf da aynı standarttaydı, asırlarca evvel lonca sisteminde Allah'ın esnafı olmuşlardı. Hiç bir genç, mürşidin elini öpmedikçe çırak olamazdı, hiç kimse evliya olmadan kalfa olamazdı, daimî zikre ulaşmadan usta olunmazdı.
600-700 yıl evvelki kök boyalarının sırrı hâlâ çözülemedi. O tarihten bugüne kadar, o kumaşların boyası dün boyanmış gibi tazeliğini koruyor. Gidin müzelere dikkatle bakın. Bugün en kalite boyayı kullansanız da kumaşlarınızın boyası çıkıyor. Onların sırrı çözülemedi.
1500'lü yıllarda Piri Reis bir harita yapıyor, Grönland' ın üç adadan olduğu kesinlikle anlaşılıyor; aynı harita Kahire' den 30 km yükseklikten çekilen fotoğrafla aynı. Piri Reis nasıl yaptı bu haritayı?
Nasıl oldu da Hasan Celal bundan beş yüz yıl evvel barutu macun haline getirerek füze yaptı ve onunla uçmayı başardı?
Nasıl oldu da Hazerfen Ahmet Çelebi, Galata kulesinden Üsküdar'a kadar uçmayı başardı? Bunların hepsi Allah'ın yardımıyla gerçekleşen şeyler. Öyleyse, Allah'ın indinde Osmanlı Devleti'ne dikkatle bakın.
Hâlâ derler ki; Osmanlı kaçırdığı çocukları sarayda eğitime tâbi tutuyordu. Hayır, öyle değil! Osmanlı'nın gittiği her yere adalet götürmesine hayran olan Batı, 'Bu çocukları enderunda okutun, sizin gibi adaleti öğrensinler.' diye çocuklarını getirip Osmanlı'ya teslim ediyordu.
O zaman Avrupa'da asillerle halk arasında korkunç bir uçurum vardı. Bir asil, halktan birisini öldürse kimse ona hesap soramazdı. Osmanlı ise padişahını yargılıyor ve kadı, padişahı mahkum edebiliyordu.
Osmanlı adaleti dünyaya örnek oldu. Sahabeden sonra İslâm'ı yaşayan en üstün topluluktu Osmanlı. Kitle halinde, ordu, donanma, esnaf ve halkın çok büyük çoğunluğu tasavvuftaydı. Bu, Osmanlı' nın dünyaya nizam veren temelini teşkil ediyordu. Adalet bütün boyutlarıyla her zaman geçerliydi. Bunun için kadıların adalet dağıtmasına gerek yoktu.
Kapalıçarşı'da bir dükkan sahibi, namazdan sonra bir ihtiyacını almak üzere gelen müşterisine istediğini vermiyor ve 'Şu karşıdaki dükkanda istediğin şeyden var, ondan al' diyor, adam sebebini sorduğunda ise ' Ben, sabah siftahımı yaptım ama o kardeşim yapmadı' diyor ve adam gidip istediğini oradan alıyor. Yabancı olan bu kişi Osmanlı'nın bu adaletine şaşırıp kalıyordu.
Köprünün altından ne kadar sular akmış. İşte Osmanlı' nın en büyük standardı kul hakkına riayet etmekti.
Kanuni Sultan Süleyman zamanında Osmanlı harp kadırgaları, Avrupa'daki bütün kadırgalardan fazlaydı. Fatih Sultan Mehmet, İstanbul' u aldığında ordusu o dönemin en mütekamil ordusuydu. Son icatların hepsi ordunun içindeydi, en büyük toplar Fatih Sultan Mehmet tarafından döktürülmüştü. Osmanlı sadece Allah'ın yardımına değil, zamanın getirdiği bütün teknikleri kullanabilme stratejisine sahipti.
Osmanlı, Allah'ın indinde başka ülkeleri hiçbir zaman küçük görmemiştir. Bu yüzden Avrupa tebaası Osmanlı'ya hayrandı. Yüzbinlerce akıncının herbiri en az üç lisan bilirdi. O devrin en usta kılıç kullananları onlardı. Avrupa, akıncılar denildiğinde olduğu yerde dururdu.
Allah' ın düşmanları saraya girdikten sonra adım adım gerçek evliyaların yerini cinci hocalar aldı. İlk cinci hoca saraya Kösem Sultan zamanında girdi. Osmanlı'nın şaşası bir süre daha devam etti; ancak cinci hocalar evliyaların yerini alınca Allah'ın dostları devreden çıktı ve şeytanın dostları devreye girdi. Böylece Osmanlı duraklama ve gerileme devrine girdi.
Dünyaya askerlik stratejisini, askerliği öğreten Osmanlı'nın yerini, yabancı ülkelerdeki harp okulları aldı ve Osmanlı da subaylarını onların okullarına göndermeye başladı.
Böylece Nizam-ı Âlem olan Osmanlı'nın yerini Nizam- ı Cedit olan Osmanlı aldı. Nizam-ı Cedit; yeni nizam demek, Nizam-ı Âlem ise Âlem'e Nizam veren. Osmanlı yükselme devri boyunca Âlem'e Nizam veren muhteşem bir hüviyetteydi.
Osmanlı'yı Osmanlı yapan her devirde Allah'ın sevgisiydi, Allah' a duyulan hürmetti. Osmanlı Allah'ı sevdi, O'na aşık oldu, üst boyuta ulaştıklarında ise Allah'a hayran oldular. İnsan-ı Kâmil Osmanlı' nın içinde binlerceydi. Ordu sefere çıktığında her tarafta şenlikler yapılırdı. Sefere çıkmak, şehitlik için hazır bir sistem olarak kabul edilirdi. Herkes şehit olmak için savaş verirdi. Andrea Doria Osmanlı'dan korkmakta haklıydı.' Siz hayatta kalmaya ne kadar önem veriyorsanız, onlar da savaşta ölmeye o kadar önem veriyorlar' demiştir.
Osmanlı'da Allah'ın dizaynını görüyoruz, her devirde Allah'ın dostlarına yardım ettiğini görüyoruz.
Öyleyse, Osmanlı'yı Osmanlı yapan, Osmanlı'yı tarihe unutulmaz insanlar olarak tanıtan kimdir? Allah.
Osmanlı tüm dünyaya meydan okuyan bir Allah dostları cennetiydi. Allah dostlarının nelere kaadir olduğunu tüm dünyaya gösterdiler. Onlar Nizam-ı Âlemdi. Öyleyse Osmanlı; evde, sokakta, çarşıda, askerde tüm dünyaya hep örnek oldular.
Osmanlı demek Allah'ın evliyaları demekti..
kaynak:65.122.110.233/webs/osm/index.html
osmanlı
02.09.2003 - 15:19CİHAN HAKİMİYETİ
Dört yüz sene içinde küçük bir beylikten cihana hükmeden koca bir imparatorluğa dönüştü Osmanlı. Fatih Sultan Mehmed İstanbul'un fethi için aylarca uyumadı. Yavuz Sultan Selim insanı iliklerine kadar kavuran çölü ordusuyla 13 günde geçti. Yeniçeriler, Akıncılar 'Allah, Allah' diye koşardı savaşa, huşu içinde, korkusuzca. Ulubatlı Hasan vücuduna isabet eden oklara rağmen kalenin burcuna bayrağı dikti. Hiçbir fetih kuru bir cihangirlik davası uğruna değildi. Sadece ilây-ı kelimetullah için savaş verilirdi. Onların herşeyleri; ama herşeyleri Allah içindi.
Başta Allah'ın bir Mürşidi, ona bağlı padişahı ve bu şekilde uzanan bir zincir içerisinde Âdem-i Merkeziyet sistemi her alanda Allah'a itaati temsil etti. Yıldırım Bayezid'in ordusunun savaşlarda yıldırım gibi hareket etmesinin sırrı, ordunun yüzde yüz itaatinden başka bir şey değildi. Osmanlı ordusu her zaman seri hareket ederdi.
Osmanlı bir zaman dünyayı titretti. Yüzde yüz Allah'ın emrinde bir devletten başka ne beklenebilirdi. İtaat, gayret, himmet, nusret Osmanlı'yı Nizam-ül Alem haline getirdi.
Nizam-ül âlem, Osmanlı'nın tanıtıcı vasfıdır. Osmanlı, nizam-ül âlemdi; yani âleme yön verendi. Âlemin, bütün dünyanın nizamını temin etmekle, Osmanlı kendisini vazifeli görüyordu. Nerede, hangi millet bir diğerine haksızlık etmişse, bu Osmanlı tarafından duyulduğu anda; Osmanlı derhal müdahale ederdi oraya. Haklının hakkını verdirene kadar savaş devam ederdi. Nizam-ül âlem olmak bu demektir. Âlemin nizamı, Osmanlı'dan sorulurdu. Yükselme devresi boyunca Osmanlı buydu.
Her geçen gün Allah'a biraz daha bağlanan, Kur'ân'ı bütün boyutlarıyla yaşayan, ruhlarını, vechlerini, nefslerini, iradelerini Allah'a teslim etmiş; akıncılar, yeniçeriler, Allah'ın askerleri, Allah'ın göklerdeki ordularıyla beraber savaş verirlerdi.
Öyleyse böyle bir dizaynda bu insanlar; nizama, âleme örnek olmuşlardır. Osmanlı, her gittiği yere adalet götürmüştür. Osmanlı, muhteşem bir Âdem-i Merkeziyet Sistemi'ni devreye sokmayı başarmıştır. Uç beylikleri, beylikler, beylerbeyliği bu Âdem-i Merkeziyet Sistemi'nin anahtarıdırlar. Haslar ve tımarlar, fethedilen ülkelerin bir nevi sahibi olmayı ifade ederdi.
O sahip olunan, Osmanlı ordusunun akıncılarıyla elde edilen yerler, onların müdafaası, akıncılara aitti. Ve oranın beyi, akıncıların başındaki kişiydi. Devlete vergisini verirdi; ama o yerin sahipliği ona aitti. Osmanlı adına o yeri işgal eden kumandan, o arazinin sahibi olarak fermanla sahipliğe ulaştırılırdı. Belli bir sayıda akıncı beslemekle görevliydi ve sefere çıktıkça yeni yerlerin tımarlara, haslara, zeametlere katılmasıyla Osmanlı memaliki devamlı büyüyor, adalet bütün dünyaya yayılıyordu.
Sevgili okuyucular, akıncı deyip de geçmeyin. En az üç lisan bilen muhteşem cengâverlerdi bu insanlar. Sadece Allah için yaşarlardı. Hayatlarını Allah'a vakfetmişlerdi. Öyleyse, padişahın bu insanlara ne kadar değer verdiği, bizi alâkadar ettiği için tarihimizin arasından çıkarttık ikinci Murat'ın Evrenos Bey'e gönderdiği mektubu. Orada bir beylerbeyine padişahın bir fermanı var. O fermanda Osmanlı'nın bütün ruhu anlatılmaktadır.
Sevgili okuyucular, Osmanlı yalnız i'lây-ı kelimetullah için (Allah kelimesinin ilelebet devam etmesi için) fetih yapardı. Yani fethin arkası, mutlaka adaletti. Adaletsiz ülkelere adaleti getirebilmek. Ve başarı her zaman geçerli idi. Osmanlı, bu vasfını devam ettirdiği sürece, tarihinin en parlak çağlarını yaşamış, nizam-ül âlem olmakta devam etmiştir.
Ne zaman ki saraya Allah'ın mürşidlerinin yerine cinci hocalar girdi ve ilm-i nücumla, artık şeytanla ilişkiler kurulmaya başlandı. Osmanlı o noktadan itibaren duraklama devrine, daha sonra da gerileme devrine girdi.
Sevgili okuyucular, Osmanlı için bir korkunç dizayn söz konusu oluyor. Bu devirde Osmanlı, tarihî kişiliğini yitirmiştir ve 'Nizam-ül Âlem' olmaktan, 'Nizam-ül Cedide', yeni nizama geçmiştir Osmanlı. Ve İbrahim Paşa (bir devşirme Paşa'dır) hâlâ tarihçilerin bilinmeyen sebeplerle diye kapalı tuttuğu bir dizayn içersinde, bütün akıncıları birbirine katar düşmana kırdırmayı başarmıştır. Sevgili okuyucular her zaman bütün orduların içinde hainler bulunur.
Kısacası Allah'a ve onun mürşidlerine itaatleri sayesinde aleme nizam verir hale gelen Osmanlı, mürşidlerin yerini cinci hocaların almasıyla şeytanın adamlarının elinde günden güne eridi gitti.
KAYNAK:65.122.110.233/webs/osm/index.html
osmanlı imparatorluğu
02.09.2003 - 15:13YENİÇERİ OCAĞI
Yeniçeri Ocağı nedir?
Yeniçeri, Hristiyan tebandan devşirilmiş askerdir.1. Murat'ın veziri âzam Çandarlı Hayrettin Paşa'nın yardımıyla kurduğu bu sistem de, devlet kendi Hrıstiyan tebasından ve bazen eline düşen harp esirlerinden bazı çocuklara el koyuyordu. Acemi Oğlanı denilen bu çocuklar, önce bir tür köylü ailesinin yanına veriliyordu. Orada Türkçe öğreniyor, Müslüman dininin, Türk terbiyesinin icablarına göre yetiştiriliyordu. Devşirilir devşirilmez sünnet edilip, kendilerine bir müslüman adı veriliyordu. Sonra acemi oğlanların kışlalarında, askeri terbiyeleri başlıyordu. Emekli oluncaya kadar evlenmeleri, şehirde oturmaları yasaktı. Kışlalarda yaşarlardı. İstidat ve kabiliyet gösterenler subay ve general olurlardı.
Hristiyan çocuklarını, Müslüman ve Türk yapıp Hristiyanlara karşı dövüştürülmesi, Avrupalı muhayyilesini çok meşkul etmiştir.
'Çeri' Türkçe'de asker demektir. Asker kelimesi Arapçadan gelir.1. Murat, yeni bir sınıf ihdas ettiği, kendisine babadan kalan yaya (piyade) ve atlı (süvari) yanında yeni bir asker sınfı ortaya çıkardığı için, bu zümreye 'Yeniçeri' denilmiştir.
Yeniocağı Teşkilatının ana çizgileri:
Ocağın büyük bir kısmı İstanbul'daki kışlalarda yaşarlardı. Büyük merkezlerde yeniçeriler vardı. Kumandan ' Yeniçeri Ağası' idi. ' Orta' denilen taburlara ayrılmışlardı. Bütün ortalar birleşip ocağı meydana getirilerdi. Büyük taşra şehirlerde yeniçeri birlikleri, İstanbul'da ki belirli ortalardan alınmış er ve subaylardan müteşekkildir. Yani bunların asıl bağlı oldukları yer, İstanbul'daki ortalardır. Yeniçeri ağası, Divan-ı Hümayum üyesi, yani bakandır. Daima askerdir. Amiri sadrazamdır. Sadrazamla Yeniçeri Ağası arasında başka bir kumandan kademesi yoktur. Ocağın herşeyinden sorumlu ve bu sorumluluğun tabii neticesi olarak ocak üzerinde her türlü yetkiyi sahipti. Padişah bir numaralı yeniçeri sayılırdı.
Yeniçeri sancakları:
Her ortanın kendi sembolünü taşıyan flamalar vardı. Her ortaya bir sancak verilirdi. Seferde bu sancak, o ortada kumandanın çadırının önüne torağa saplanırdı.
'Azam Bayrağı' denilen sancak ise, beyaz atlastan muazzam bir şeydi.
Seferde Yeniçeri Ağası'nın önüne dikilirdi. O İstanbul'da ise, Sekbanbaşının ortağının önüne dikilirdi. Üzerine altın sırma ile Fetih âyet-i kerimesi işlenmiştir:
'inna fetehnâ leke mübina ve yansureke'ıllahu nasren azizâ'
Büyük sancağın beyaz olması, ocağın sünni ve sünni'liğin şampiyonu olduğunu gösteriyordu.
Yeniçeri unvanları ve sanatları
Yeniçeri generallerine, albaylarına ve daha bazı subaylara 'Ağa' denilirdi. Büyük ünvandı ve mutlak 'Ağalar' şeklinde kullanılırdı. Yeniçeri Generalleri ile diğer Kapıkulu Ocakları Generalleri anlaşılırdı. Hatta 'Ağavat hazarâttı' denilirdi.
Yeniçerilerin bektaşi tarikani girmesi çok yaygın bir gelenekti. Ocağa 'Hacı Bektaş Ocağı' denilirdi. Ocağın Hacı Bektaş Veli tarafından kurulduğu sanılır. Ancak mevlevi, havleti, nakşi melâmi olan yeniçeriler de vardır.
KAYNAK.65.122.110.233/webs/osm/index.html
osmanlı imparatorluğu
02.09.2003 - 15:09OSMANLI ASKERİ SİSTEMİNE HAYRAN OLAN DİĞER MİLLETLERİN İBRET DOLU SÖZLERİ
Yılmaz Öztuna'nın Büyük Türkiye Tarihi kitabının 9. cildinden alınmıştır.
ORDU-ASKER
Sayfa 324
· Mareşel Montecuccoli, bir çok Batı diline çevrilerek klasik olmuş tâbiye kitabında Türk ordusunu şöyle anlatıyor:
'...Osmanlı Devleti o derecede kudretli ve kuvvetli bir imparatorluktur ki, hesapsız sayıda, mükemmel eğitim görmüş askerlerden müteşekkil ordusu, her an harbe hazırdır. İstenildiği anda yürüyüşe geçebilen bu ordu, her zaman emre âmâdedir. Ordunun yürüyüşe başladığını daha düşman öğrenmeden Türk ordusu, muharebe sahasına girmiştir.1660 yılında gemilere manda ve öküzleri koşup Tuna yoluyla Belgrat'a, Osiyek'e, Budapeşte'ye Türkler'in çektirdikleri gemiler ve taşıdıkları yiyecek ve ağırlıklar tarif edilemez, akıl almaz. Gerek ordu yürüyüşünü, gerekse ağırlık naklini Osmanlılar, bütün hileleri kullanarak saklarlar. Düşman casuslarına daima ters hedef verirler. Her seferindeki hileleri de bir öncekinden farklıdır. Nitekim herkesi Venedik seferi yapacaklarına inandırıp birden Transilvanya'da görünen Türk ordusu, şaşkınlık yaratmıştır. Malta'ya gideceklerini yayıp Girit'e sefer etmeleri de böyledir. Savaştan çok önce vaktiyle tedarik görmek, Romalılar'da usul ve kaide idi. Osmanlılar, zuhurlarından bu ana kadar Romalı'ların bu usul ve kaidesini aynen tatbik etmişlerdir. Osmanlılar ordusundaki her çeşit san'at erbâbı işçinin sayısı, şaşılacak kadar çoktur. Kılavuzları ve casusları da çoktur. Ordunun büyük ağırlıkları ve topları bulunduğu için nakliyeye ehemmiyet verilir. Diğer milletlerin tahammül edemedikleri, tâkat getiremedikleri meşakkatlere Türk ordusu alışıktır. Çok iyi siper ve tabya yaparlar. Ordunun yürüyüşü fevkalâde sür'atlidir. Bizde 'Türk'e ayak kurşundan ve el demirdendir.' atasözü meşhurdur. Türk askeri cesurdur. (krş. Cevdet, I,92-3)
Sayfa 325
· Grenard Grenard, şevket devri Türk ordusunu şöyle anlatır:
'Muharebe meydanında Türk askeri ölür teslim olmazdı. İlk çağırma emrine daima hazırdı. Her nefer yüzbaşısını tanırdı. Her nefer kumandanının kendisinden önce yığınak yerinde bulunacağından emindi ve ona göre davranırdı. Bu sûretle en kısa zaman içinde Sultan'ın emrinde çok tecrübeli, iyi silahlandırılmış, iyi atlandırılmış, iyi kumanda edilen, sayı bakımından olduğu kadar kalite bakımından da üstün bir ordu âmâde olurdu. Topçuya çok hususî bir ihtimam gösterilirdi. Top sayesindedir ki II. Mehmet İstanbul'u almıştı. Top sayesindedir ki Osmanlılar başlıca zaferlerini kazanmışlardı. Top boldu, çeşitliydi, iyi imal edilmişti ve kullanılmasını fevkalâde iyi bilen ellerdeydi. Bilhassa ağır Türk topları, dehşet vericilikleriyle meşhurdu. XVII. asırda bile dünyanın en iyi topu ve topçusu Türk ordusundaydı.
Yardımcı sınıflar iyi yetiştirilmişti: Cebeciler, demirciler, nakliyeciler ve her türlü yardımcı sınıf. Türk levazım teşkilatı yer yüzünün en iyisiydi. Asker, ülkenin sırtından geçinmezdi; levazımın kendisine verdiğinden başka ne yemek, ne almak isterse hepsini öderdi.
Sayfa 326
· XVI. asırda Türk ordugahını gören Postel 'dünyanın en ilâhî düzeni= le plus divin ordre du monde' ibaresini yazmaktan kendisini alamamıştır.
· XV. asırda Bertrandon de la Brocquiere: 'Bizim 10 askerimizin yaptığı gürültüyü,1.000 Türk askeri bir araya geldiği zaman duymadım.' diye yazar.
· Rodos'u teslim almak üzere kaleye giren 30.000 askerden bir tek gürültü, bir tek kelime, adım seslerinden sonra hiçbir şey duyulmadığını gözleriyle gören Hristiyan müşahidler hadiseyi yazmışlardır.
· Paule Jove, Türk askerinin Hristiyan askerinden 3 üstünlüğü olduğunu kaydeder: Kumandanlarına körü körüne itaat, muharebe meydanında canlarını sakınmamak, yiyip içmeksizin çok uzun yol yürüyebilmek.
· Thevenot: 'Bir şeyleri eksik olduğu zaman sadece sabrederler. Giyimleri ve teçhizatları hafif, yorgunluğa mütehammildirler, sür'atleri hayret vericidir. Cengiz Han'ın askerlerine benzerler.' diye kaydediyor.
· Postel: 'Hristiyan askerinin 3 gün 3 gecede aldığı yolu, Türk askeri bir gecede alır.' diye yazmaktadır.
· Busbeçg: 'Teşkilatının kudreti ne olursa olsun, Türk ordusu nâmağlub bir ordu değildi. Pekala mağlubiyetlere de uğradığı oldu. Ona mukavemet edilemez kudretini veren başlıca iki hususiyet vardı: Daima seferberlik halinde, daima emre âmâde idi ve sefer yolu ne kadar uzun olursa olsun yürümeye hazırdı. Halbuki Avrupalılar her yeni sefer için büyük masraflarla yeniden asker toplamaya mecburdular ve üstelik bu askerlerin iradesi kısa zamanda gevşiyordu. Diğer taraftan Türkler bir başarısızlıkla karşılaşınca aynı teşebbüsü tekrarlamak, gene tekrarlamak karakterinde idiler. Bu sebat, inatçılık ve tâkıyb fikri Osmanlı prensibi idi. Cengiz'in, Timur'un, Babur'un prensibi de bu idi. Bu tâkıyb fikri ve muvaffak oluncaya teşebbüse devam azmi, şüphesiz devletin malî gücü sayesinde olabiliyordu. Ordu ile devlet iyice kaynaşmıştı ve maliye bu gücün emrindeydi. Halbuki Batı'da ordular, sosyal yapının üzerinde ve dışında, sonradan eklenmiş müesseselerdi. Bunun neticesi olarak Avrupa orduları için normal kaynaklar bulmakta müşkilat içindeydi. Avrupa hükümdarları üst üste yığılan istikrazların yükü altındaydı. Charles Quint bile bu durumdaydı. Türkiye'de ise aksine ordu hükümetin normal imkânları içinde hayatını devam ettiriyordu.
Sayfa 265
· II. Murad ve Fatih Mehmed zamanında 22 yıl Türkler arasında esir olarak yaşıyan ve sonradan Almanya'ya dönerek hatıralarını yazıp bastıran Georg von Mühlenbach (s.432) : '100.000 atın bulunduğu Türk ordugâhında bir tek atın kişnemesinin bile duyulamayacağını' yazmaktadır. Sessizliğin savaş sırasında ne derecede işe yarayacağı âşikârdır.
· Babinger: 'Türk ordusundan hâkim olan mâneviyât, muhakkak ki herhangi bir düşman ordusununkinden çok üstündü.' der.
· Gene II. Murad devrinde Türkiye'ye gelip Türk ordusunu gören De la Brocqiere şunları yazar:
'Ordudaki büyük emirler ve kumandanlar; öyle basit bir kıyafette idiler ki, onları, alayların içinde alelâde neferlerden ayırmak imkânsızdır. Padişahı (II. Murad'ı) camide namazını kılarken görmeye muvaffak olabildim. Ne tahta benzer ki bir koltukta ne bir iskemlede değil, fakat yere serilmiş bir seccadede ibadet ediyordu. Çevresinde, arkasında veya başı üzerinde, mevkiini işaret eden hiçbir şey yoktu.'
· XVII. asrın son yarısında, bu haşyet verici sessizlik hâlâ devam ediyordu. Türk ordusu pek büyük bir sessizlik ve Majeste'nin (XIV. Louis) askerleri arasında tasavvuru müşkül bir tevazu içindeydi.
Sayfa 266
· Yabancıları her şeyden fazla şaşırtan bu sessizlik bahsine Busbecq tekrar döner ve Kânûnî'nin Amasya ordugâhını şöyle tasvir eder:
'Bu muazzam kalabalık içinde medhe değer görünen nokta, sessizlik ve disiplindir. Hiç bir bağrışma ve uğultu yoktur. Halbuki alelâde kalabalıklarda böyle şeyler eksik olmaz. Herkes kendisine tayin edilen noktada rahatça duruyordu. Paşalar, sancak ve alay beyleri, yüzbaşılar ve daha küçük Türk subayları yerlerine oturmuşlardı. Alelâde neferler ayakta idi. En çok göze çarpan topluluk, sayıları bir kaç bine erişen yeniçerilerdi. Bunlar, diğer birliklerden ayrı bir yerde uzun bir saf halinde duruyorlardı. O kadar sessizdiler ki, benden çok uzakta bulunmadıkları halde, acaba canlı insanlar mıdır, yoksa birer heykel midirler diye tereddüt ediyordum. Bu mevki'den ayrıldığım zaman; hoş bir manzara göründü. Sultan'ın hasa alayı atlar üzerinde, yerlerine dönüyorlardı. Atlar gayet güzel ve yüksek olduktan başka, gayet bakımlı ve süslü idi.
· İstanbul'a gelen Fransız rahiplerinden Canillac, Türk askerinin harp adamları değil keşiş sanılacak derecede sessiz ve mütevazı olduğunu, Dîvân-ı Hümâyûn'da vezirlerin bile yüksek sesle konuşmadıklarını kaydediyor.
Sayfa 268
· Gene Iorga (I,198-9) şöyle der: 'Bir Avrupa ordusunun bir ülkeden geçmesi ülkenin halkı için bir felaket, bir Türk ordusunun geçişi bir saadetti. Halk, Türk ordusunun kendi memleketlerinden geçmesini dört gözle beklerdi; zira zengin Türk ordusu ile geniş ölçüde alış veriş yapardı. Balkanlar'da genç hristiyan kızları, tek başlarına mal satmak için endişesizce Türk ordugâhına girerlerdi. Böyle bir durum Avrupa orduları için tamamen imkânsızdı.
· Çağdaş büyük Fransız yazarı Montaine'in kaydettiği gibi Yavuz'un ordusu memlûklerin Şam şehrine girerken, şehri çepeçevre kuşatan hârikulâde meyve bahçelerine el bile değdirmemişti. Türk ordusunda disiplin o derece idi.
Sayfa 268,269 ve 270. yarısına kadar
· Meşhur İngiliz diplomatı Ricault, Orduy-u Hümâyûn ile köprülü-zade Fâzıl Ahmed Paşa'nın Uyvar seferine katılmıştır. Müşahadeleri arasında şunları anlatır:
'Gerek vezîr-i âzamın, gerek diğer büyük kumandanların otağlarına çadırdan fazla saray demek doğru olur. Fevkalâde büyük olmaları, muhteşem ve hârikulâde süsleri, çeşitli dairelere ayrılmaları, otağlara saray manzarası verir. En konforlu şehirlerde bile bu otağlardaki huzur yoktur. Aslında bu otağlara mermer, yahut başka değerli taşlardan yapılmış saraylardan fazla masraf edilmektedir. Zira otağın ömrü azdır, bir kaç yılda yenilenir. Saraylarsa, asırlarca ayakta kalır. Bu otağlar ve onları taşıyan kazıklar çok ağır çektikleri için nakilleri kolay değildir. Fakat bütün eşyalarıyla beraber bu seyyar saraylar, menzilden menzile taşınır.
Türk ordusu günde 5 veya 6 saat yürür, daha fazlası cebri yürüyüştür ve fevkalâde hallerde olur. Bütün ordu ağırlıkları at, katır ve develerle taşınır. Otağ kurucular, bir menzil önden giderek otağı hazırlarlar. Otağı sahipleri menzile gelince, otağlarını kurulmuş ve hazır bulurlar. otağ kurucu ekip, ordudan daima bir gün ileridedir. Aslında her otağ çifttir, birinde otağ sahibi yatıp dinlenirken, diğer otağ bir menzil ileride kuruluş halindedir. Türkler her menzili 'konak' tabir ederler. Bu durum Türk ordusunda çok büyük sayıda deve, katır ve diğer yük hayvanlarının bulunmasını icap ettirir. Bu hayvan kervanlarına memur askerler de çok büyük sayıdadır. Bu da büyük masrafı mûcip olmaktadır. Fakat benim fikrime göre, bu halden daha fazla bir ihtişam gösterişi mümkün değildir ve Osmanlı İmparatorluğu bunu gerçekleştirmiştir.
Ordu da düzen tek kelimeyle fevkalâdedir. Fikrimce bu düzen, içki yasağı ile sağlanmaktadır. İçki yasağı, Türk askerini itaatkâr, uyanık ve kanaatkâr yapmıştır. Ordugâhta en küçük bir gürültü ve münakaşa duymak mümkün değildir. Halk ordularının geçişi sırasında en ufak bir endişe hissetmez. Ordu geçtiği yerde her şeyi peşin para ile satın alır; hanlarda geceleyin asker parasını öder. Türk ordugâhına, kızlarına tecâvüz edildiği için şikayete gelen anneler görmek mümkün değildir. Malının asker tarafından yağma edildiğini, hoş olmayan herhangi bir muameleye muhatap olduğunu söyleyerek şikayete gelen de yoktur. Zîrâ böyle şeyler olmaz. Bu düzen, Türk ordusunu muzaffer kılmış ve imparatorluklarını muntazam şekilde büyütmüştür. Biz Hristiyanlar'ın ordularına ise şarap, Türk ordusunda görülenlerin tamamen aksine husule getirir. Türkler bunu çok iyi bilmekte ve değerlendirmektedir. Ordugâhlarına şarap girmemesi için her türlü tedbiri alırlar. İki üç gün önce bir konağa vâsıl olduk, bu konakta meyhaneler vardı, ordu orada bulunduğu müddetçe meyhaneler kapatıldığı gibi, her türlü şarap alış verişi ve satışı da yasak edildi.
Türk ordugâhı her zaman için son derece temizdir, en küçük bir çöp görülmez. Her çadırın yanına, tabiî ihtiyaçlar için geçici çukurlar kazılır ve bu çukurlar ordu hareket ederken toprakla doldurulur. Bu suretle Türk ordugâhı, en temiz şehirlerden daha temizdir.
Büyük yaz sıcaklarında yürüyüş olduğu zaman, nakliye katarları, gecenin 7. saatinde harekete geçirilir. Vezîr-i âzam ve maiyeti ise gece yarısından az sonra yürüyüşe başlar. Bu sûretle gündüzün zahmetli yürüyüşler yerine, gece yürüyüşleri tercih edilir. Her birliğin önünde öylesine bol miktarda meşale yakılır ki; gökyüzü, gündüz gibi aydınlanır. Bu işi 'Meşaleci' denilen ve Şam yahut Halep ayetlerinden gelen Arap Birlikleri yaparlar. Bu birlikleri 'Meşalecibaşı' denilen subayları düzenler.
Belgrad'dan geçerken genç Sırp kızları ordugâha geldiler. En iyi elbiselerini giymişlerdi. Getirdikleri malları birliklerin içine girip sattıktan sonra çekilip gittiler. Hangi yerden geçtiysek köylüler, orduyu sevinçle karşılıyorlardı. Türk askerine bol bol mal satıp çok para kazanıyorlardı.'
Sayfa 300,301 ve 302
· Üstün nişancı olan Türk askeri, üstün süvari idi de, doğuştan atlıydı. Bin yıl önce bir Hristiyan müellif, Türkler için: 'Atlarıyla beraber doğmuş sanılırlar.' demişti. Türk ordusu da esas bakımdan atlı bir ordu idi. Süvarilik meziyetleri XIX. asırda bile üstün kalmıştı.
· 1827'de Sir Adolphus Slade şöyle yazar:
'Türk süvarileri atlarına çok hakimler. Günlerinin çoğu at üzerinde geçer. Eğitimleri sert ve çok disiplinlidir. Atlarını daima muharebe sahasının icaplarına göre terbiye ederler. Eğitinde Türk süvarisi atını alevlere bürünmüş fıçılara, silah ateşlerine, domuz ayaklarına doğru sürer ve düz duvarlardan aşırır. Onun için Türk atı, muharebe meydanına girince ürkmez. Türk süvarisi atını sürmekteki mahareti kadar, dört nalla giderken nişan alması ve vurması ile de meşhurdur, çok keskin nişancıdır. Cirit atmada Türk süvarisinin üzerine yoktur. Hiç bir süvari, Türk süvarisi ile teke tek döğüşemez, mağlup olur.
Türk atlıları 100 yarda gibi kısa bir mesafede baskın tarzında taarruz eden nâdir dünya süvarilerinden biridir. Bu kabiliyetin ârızalı arazide ne derecede ehemmiyet taşıdığı âşikârdır. Nitekim Kelefçe muhaberesinden sonra Rus süvari subaylarıyla konuştum. Niye Türk süvarileri karşısında âciz kaldıklarını sordum. Arazinin Rusya'da bile alışmadıkları derecede ârızalı olduğunu, atlarının böyle arazide hareket edemediklerini, meşhur kazak süvarilerinin bile Türk atlarına yetişemediğini söylediler.
Kelefçe muharebesinde Türk süvarisinin hareket kabiliyeti inanılmaz bir şeydi. 'Deli' denilen Türk süvarisinin cesaretine, benimle beraber muharebe meydanında bulunan arkadaşım İngiliz süvari yüzbaşısı Chesney'de hayretler içinde kaldı. Rus subayları bile Türk süvarilerinden 'muhteşem cengâverlermiş' diye bahsetmeye başladılar.
Bir Rus subayından dinledim.
'Şumnu kalesinden bize taarruz için çıkan Türk süvarilerinin atlarını şaha kaldırarak gelmeleri, bana şövalye romanlarını hatırlattı, heyecanlandım.' diyordu. 'Türk süvarileri, ellerindeki mızrakları havaya atıp tekrar tutarak atlarını dört nala sürüyorlar ve yürük atları üzerinde, uçan kuş sürüleri gibi, ovaya akıyorlardı. Doludizgin at süren bu gözü pek insanların bazen kalpakları başlarından uçuyor, cepkenlerinin geniş yenleri yaprak gibi açılıyor, yağız atlarının kuyrukları rüzgârda dalgalanıyor ve ölüme göz kırpmadan ilerliyorlardı. Derken Rus süvarileri ile mızraklaşmaya başlıyor, ölüyor veya öldürülüyorlardı. Bu akım birden bir hengâme halini alıyor, dalgalanıyor, karışıyor, naralar yeri göğü inletiyordu. Kanlı muharebeden arta kalan süvariler, yıldırım gibi çark ederek aynı sür'atle dönüyorlardı. Fakat ric'at taktikleri şaşırtıcıydı. Öylesine dağılıyorlardı ki, iki atlıyı bir arada görmenin imkânı yoktu. Bu sûretle kendilerini tevcih edilmiş Rus toplarını hayal kırıklığına uğratıyorlardı. Rus topçuları teker teker her Türk süvarisine bir mermi göndermeyi göze alamıyorlardı. Bu sûretle geri çekilen Türk süvarilerinin çok azı şarapnel isabeti aldı.
Açıkta Türk süvarisini karşılayamayacağını anlayan Ruslar, bu defa müstahkem tabyaların arkasına sinerek Türk süvarilerini beklemeye ve onları mustahkem siperlerin önünde kırmaya karar verdiler. Türk süvarisi bu defa da taarruza geçmekten çekinmedi. Ölümden zerrece korkuları olmadığı âşikârdır. Rus siperlerine doğru yaklaştılar. Siperlere az kala atlarını dizginleyip bir an siperlerin ardındaki Rus kazak süvarilerine küfrediyor, onları kızdırıp siperlerden çıkarmak istiyorlardı. Siperlerin önünde bir an kalıp derhal çekildikleri için isabet almıyorlardı. Âdetâ şehir meydanında cirit oynuyorlardı. Bu yaptıkları artık süvariliğe bile sığar şey değildi. Tam manasıyla at canbazlığı idi. Rus topçusunun ateşi altında, ateşten mümkün olduğu kadar kaçınıp isabet almamaya çalışarak siperlere yaklaşıp piştovlarını Ruslar'ın üzerlerine boşaltıyorlardı. Fakat bir an geldi ki Rus toplarının ateşi şiddetlendi. O zaman Türk süvarisi ric'ate başladı. Ama atlarının üzerlerinde görünmüyorlardı, kafalarını atlarının karnına sokup çekiliyorlardı.
Fakat başları atlarının karnında çekilmeleri çok kötü netice verdi. Zira çevrelerini görmüyor, yanlız istikamet tayin edebiliyorlardı. Kumandanları Reşit Paşa'nın yalnız başına Rusların önünde kalakaldığını göremediler. Bir kazak yüzbaşısı, Rus siperleri önünde şaşkın şaşkın bakan bir Türk süvarisini fark etti. Süvarinin üzerindeki parlak üniformadan, bunun büyük bir Türk subayı olduğunu anlamıştı. Reşit Paşa Serdar başkumandandı. Kazak yüzbaşısı atını sürdü, paşanın kolundan tuttu. Paşa şaşırmıştı. Tarihte ilk defa olarak bir Türk Serdarı'nın düşmana esir düşmesine bir saniye kalmıştı. Fakat o sırada ric'at eden bir Türk süvarisi durumu görmüş, atını gerisin geriye Serdar'a doğru sürmeye başlamıştı. Yıldırım gibi yetişip piştovuyla kazak yüzbaşısını alnından vurdu. Reşit Paşa'nın atının dizginlerini kavrayıp çekti. Ve paşasıyla beraber Şumnu istikametinde gözden kayboldu. Hadise yalnız bir an sürmüştü. Ruslar siperlerinin arkasında sadece şaşkın şaşkın seyrediyorlardı. Böyle bir vak'a olmamış gibiydi, sanki hayal görmüşlerdi.
XIX. asırda böyle olan bir süvarinin, XVI. asırda ne olduğu kıyas yoluyla kolayca tahayyül edilebilir. İngiliz amiralinin tasvir ettiği Türk süvarisinin, akıncılar soyunun son fertlerinden biri olduğu aşikardır.
· 1789 tarihli bir Almanya İmparatorluk askeri jurnelinde: 'Avrupa'nın en âlâ süvarisi olan Osmanlı süvarisi' denmektedir. Bu sûretle son zamanlara kadar Türk süvarisinin kesin şekilde Avrupa süvarisinden üstün olduğu anlaşılır. Fakat XVII. asırdan sonra muharebelerin mukadderâtı artık süvarinin elinde değildi, piyadenin eline geçmişti.
Sayfa 263 ve 264
· Charles-Quint'in Kânûnî nezdindeki büyükelçisi Baron ve Busbecq:
'Türk sistemini kendi sistemimizle mukayese ettiğim zaman, istikbalin başımıza getireceği şeyleri düşünerek titriyorum. Bir ordu galip gelecek ve Pâyidâr olacak, diğeri de mahv olacaktır. Çünkü şüphesiz, ikisi de sağlam sûrette devam edemezler. Türkler'in tarafında, kuvvetli bir imparatorluğun bütün kaynakları mevcut; hiç sarsılmamış bir kuvvet var; sefer görmüş askerler, zafer îtiyadları, meşakkatleri tahammül kabiliyeti, birlik, düzen, disiplin, kanaatkârlık ve uyanıklık var. Bizim tarafta ise, umûmi fakirlik, hususî israf, sarsılmış kuvvet, bozulmuş mâneviyât, tahammülsüzlük ve idmansızlık var. Askerlerimiz serkeştir, subaylarımız tamâkârdır. Disiplini istihkar ediyoruz. Sebatsizlik, serkeşlik, sarhoşluk, sefâhat, bizde bol bol mevcuttur. Bütün bunların en kötüsü düşmanın (Türkler'in) zafere, bizim de hezimete alışkın bulunmamamızdır. Neticenin ne olacağını tahminde tereddüt, artık caiz midir? Yalnız İran, bizim lehimize işe müdahale ediyor. Çünkü düşman, hücûma teşebbüs ettiği zaman arkalarını tehtid eden tehlikeyi (İran-ı) hesaba katmak mecburiyetindedir. Fakat İran bizim mukadderâtımızı geciktirmekten başka bir iş görmüyor. İran bizi kurtaramaz. Türkler, İranlılar ile işlerini neticelendirdikleri zaman, bütün Doğu'nun kuvvetlerinden yardım görerek, bizim boğazımıza atılacaklardır. Bu tehlikeye karşı ne kadar hazırlıksız bulunduğumuzu düşünmekten korkuyorum. (1 Haziran 1560'da Almanya'ya gönderdiği mektup) (Türk mektupları, H.C. Yalcın tercümesi.141-2) .
'İlk dikkat ettiğim husus, muhtelif teşkilatı mensup Türk askerlerinin, kendi karargâhları içinden hârice çıkmamaları idi. Bizim karargâhlarda cereyân eden işleri bilenler, buna inanmakta zorluk çekerler. Fakat gerçek şu ki, her tarafta tam bir sükûnet ve sessizlik hüküm sürüyordu. Kat'iyen kavga ve münakaşaya tesadüf edilmiyordu. Hiç bir türlü zorlama ve şiddet harekâtı görülmüyordu. Sarhoşluktan yahut kafa kızgınlığından ileri gelmiş yüksek sesler bile yoktu. Bundan başka, her taraf tertemizdi. Gübre yığınları, süprüntüler görülmüyordu. Göze, yahut buruna fena gelecek hiç bir şeye tesadüf etmedim. Bu gibi şeyleri Türkler yakıyorlar, yahut uzağa götürüyorlar. Neferler de büyük bir çukur açarak, pislikleri oraya gömüyorlar ve karargâhı tertemiz tutuyorlar. Bizim askerimiz arasında olduğu gibi hiç bir tarafta bir sarhoşluk, cünbüş yahut kumar gibi şeylere tesadüf edemezsiniz. Türkler kâğıt ve zar oyununu bilmezler. (s 201)
Bundan başka, düşman memleketinde bulundukları ve muharebe yakın olduğu zaman, Türk askeri, ordularını başka bir zaman için geri bırakabilirler. Açlık yüzünden zayıf düşmüş oldukları bir sırada muharebeye girmemeleri için böyle yapılır. Bu emre itaat hususunda tereddüt gösterirlerse padişah, bizzat öğle üzeri, ordunun göreceği bir yerde yemek yer. Bu sûretle herkes, aynı vechile hareket etmeye cesaretlendirilmiş olur. (s204-5)
Türk ordugâhında (Amasya yakınlarında) bir bayram namazı seyrettim. Sarıklı başlardan mürekkep büyük bir topluluğun toplanmış olduğunu gördüm. Derin bir sessizlik içinde namazı idare eden dîn adamının sözlerini dinliyorlardı. Her saffın belirli bir durumu vardı. Ayrı saflar, dizildikleri açık sahrâda, tıpkı bir duvar gibi uzanıyordu.
ÇANAKKALE ZAFERİ İLE İLGİLİ ÇEŞİTLİ KAYNAKLARDAN ALINTILAR
İngiliz Genarel Maude:
'Başka millet askerinin, artık muharebeyi kaybettik, yenildik diye silahını bırakıp savaştan vazgeçtiği hallerde, Türk askeri için muharebe yeniden başlar.'
İngiliz Genareli Oglander:
'Türk Askerlerinin savaş ve muharebe için haiz olduğu yüksek niteliklerin önceden lâyıkiyle bilinmemesi İngilizler için felâket olmuştur. Türk askerlerinin ne yaman muharip olduğunu İngilizler kendileriyle dövüştükten sonra denemeyle anlamışlardır.'
Çanakkale'deki Müttefik Ordular Başkomutanı olan İngiliz Generali Hamilton
'Çok cesur harbeden, iyi sevk ve idare edilen asil Türk Ordusunun karşısında bulunuyorsunuz.'
AVUSTURYA GENEL VALİSİ LORD CASEY
'Biz Çanakkele yarımadasında Türkler'le savaşarak ve binlerce insanımızı kaybederek, kahraman Türk milletine ve onun eşsiz vatan sevgisine duyduğumuz büyük takdir ve hayranlıkla ayrıldık.'
Bütün Avustralya'lılar mehmetçiği kendi evlâtları gibi sever. Onun mertliği, vatan ve insan sevgisi, siperlerdeki dayanılmaz heybeti ve cesareti, bütün Anzakları hayran bırakan yurt sevgisi, insanlığın örnek alacağı büyük hasletlerdir. Mehmetçiğe minnet ve saygılarımla.
GENERAL HAMİLTIN- Çanakkale'de Müttefik kuvvetleri başkomutanı
'Kılıcı insafsız bir maharetle kullanan Türk eli, mağlup ettiği insanların yarasını sarmakta da ustadır.'
İngiliz Mareşal Frenç:
'Türk askerleri korku bilmez, dünyada yenilgi adında bir kavram tanımaz. Türkler Asya'nın centilmenleridir.'
BEŞİNCİ OSMANLI ORDUSU KUMANDANI MAREŞAL LİMAN VON SANDERS
'Bir asker için mutluluk denen bir şey varsa, Türk'lerle omuz omuza savaşmaktır diyebilirim. Fakir insanlardı; buğday kırığından yapılmış çorba, en önemli yemekleriydi. Sağlıksız su içerlerdi; çamur barınaklarında yatarlardı; fakat en modern silah ve araçlarla donanmış düşmanlarına karşı aslanlar gibi savaşırlardı. Bu insanların kalplerinde sadece ve sadece ulvî bir vatan sevgisi vardır. Ölüme onlar kadar gülümseyerek giden bir millet ferdi daha görmedim.'
Lord Byron
'Şehitleri şehit yapan ölümleri değil, ölümlerinin sebebidir.'
Müttefik Orduları Başkomutanı General Jean Hamilton
'...Evet, insan ruhunu yenmek oluyor. Dünyada hiçbir ordu bu kadar sürekli ayakta kalamaz. Sadece bugün 1800 şarapnel attı. Aylardan beri gece gündüz savaş gemilerimiz mevzilerini bombalıyor. Son derece hırpalanmış Türkleri koruyan Cenab-ı ALLAH'larından ayırmak için başka ne yapabilir! ...'
Üsteğmen Casey
'25 Nisan 1915 günü Conk Bayırı'nda Türkler ve birleşik kuvvetleri arasında korkunç siper savaşları oluyor. Siperler arasında 8-10 metre mesafe var. Süngü hücumundan sonra savaşa ara verildi. Askerler siperlerine çekildi. Yaralılar ve ölüler toplanıyor. İki siper arasında açıkta ağır yaralı ve bir bacağı kopmak üzere olan İngiliz yüzbaşısı avazı çıktığı kadar bağırıyor, ağlıyor, kurtarın diye yalvarıyordu. Ancak hiçbir siperden, kimse çıkıp yardım edemiyordu. Çünkü en küçük bir kıpırdanışta yüzlerce kurşun yağıyordu. Bu sırada akıl almaz bir olay oldu. Türk siperlerinden beyaz bir bayrak sallandı. Arkasından aslan yapılı bir Türk askeri, silahsız siperden çıktı. Hepimiz donup kaldık. Kimse nefes alamıyor, ona bakıyorduk. Asker yavaş adımlarla yürüyor, siperdekiler nişan almış bekliyordu. Asker yaralı İngiliz subayını okşar gibi yerden kucakladı, kolunu omzuna attı. Ve bizim siperlere doğru yürümeye başladı. Yaralıyı usulca yere bırakıp geldiği gibi kendi siperlerini döndü. Teşekkür bile edemedik. Savaş alanlarında günlerce bu kahraman Türk askerinin cesareti, güzelliği ve insan sevgisi konuşuldu.
Dünyanın en yürekli ve kahraman askeri Mehmetçiğe derin sevgi ve saygılar...
kaynak:65.122.110.233/webs/osm/index.html
osmanlı imparatorluğu
02.09.2003 - 15:05OSMANLI'DA ASKERİ TEŞKİLAT
Osmanlı Devleti, İslâm'ın askeri olmaktan, İslâm adaletini dünyaya yaymaktan daha büyük şeref düşünmemiştir.
Hangi şartlar olursa olsun, Osmanlı ordusu, İslâm'a karşı nerede saldırı varsa orada mutlaka yerini alırdı ve Osmanlı Allah için yaşadı, Allah için devlet idare etti.
Yeniçerilikte bir acemi oğlan bir mürşide bağlanmadan askere alınmazdı. Yeniçerilik, acemi oğlan denilen başlangıç devresinden başlar. Zamanımızda buna, askerde eğitim deniyor. İlk eğitimin verildiği yer acemiliğin yetiştirildiği yer. İşte böyle bir hedefe ulaşabilmek için mutlaka bir mürşide tâbî olmak gerekiyordu, tâbî olmayan asker olamazdı. Allahû Tealâ'nın velayet mertebesine ulaşamamış olan, evliya olmamış olan bir subayın olması söz konusu değildi. Paşalara gelince, onlar daimi zikrin sahipleriydi. Kara ordusunda böyle olan bu durum deryada da aynı standartlardaydı, bütün reisler mutlaka mürşitlerine bağlı, Allah'ın yolunda olan, Allah için savaşan insanlardı.
Osmanlı ordusu nereye gitse, eğer oradan bir şey alırsa mutlaka parasını oraya bırakırdı. II. Murat devrinde, ordu sefere çıkmadan evvel II. Murat ilanlar çıkartıyor, diyor ki: 'Benim ordum kul borcuyla sefere çıkmaz. Kimin borcu varsa mutlaka götürsün parayı saraydan alsın, hazineden alsın. Borcunu versin. Ondan sonra katılsın orduma.' Böyle bir ordu yola çıkıyor.
Osmanlı'nın bozulma devresinde, Osmanlı askerinin gittiği yerde ağaçlardan, asmalardan yenen üzümlerin bir kısmının yerine paraların konulmadığına şahit oluyoruz. Osmanlıda bozulma oluyor yüzyıllar sonra ve Osmanlı bu sebeple cihan hakimiyetini kaybediyor. Ve Osmanlı o güne kadar, tarihi boyunca kendisine Nizam-ı Alem diyordu. Osmanlı, dünya üzerinde daha büyük bir devlet tanımıyordu. Kanuni Sultan Süleyman zamanında Osmanlı harp kadırgalarının toplamı, Avrupa'daki bütün kadırgalarından fazlaydı. Dikkatle bakın Osmanlı harp kadırgalarının toplamı, Avrupa'daki bütün harp kadırgalarının toplamından fazla. İşte Osmanlı buydu! Fatih Sultan Mehmet İstanbul'u aldığı zaman, ordusu o devrin en mütekâmil ordusuydu. Bütün son icatlar ordunun içindeydi. En büyük topları Fatih Sultan Mehmet döktürmüştü. Öyleyse sadece Allahû Tealâ'nın yardımı değildi Osmanlıyı Osmanlı yapan; bir başka şey, bir başka husus, zamanın getirdiği bütün tekamül sistemlerini kullanabilme stratejisi.
OSMANLI ORDUSU
Osmanlı ordusu, kuruluşundan 20. yüzyılın başına kadar kara ve deniz kuvvetleri olmak üzere teşkilâtlanmıştı.
Kara kuvvetleri:
Osmanlıların kuruluşunda ordu, aşiret kuvvetlerinden meydana geliyordu. Fetihlerin genişlemesiyle, gönüllülerin fethedilen yerlere iskânıyla, Türkmen bey ve kuvvetlerinin katılmasıyla asker miktarı artıp, teşkilâtlanmaya gidildi. Beylik, akıncı ve gönüllü kuvvetlerine ilâveten 1361 yılında yaya (piyade) ve müsellem (süvari) olmak üzere muntazam ve daimî ordu teşkilâtı kuruldu.
Osmanlı kara kuvvetleri: piyade, süvari eyâlet askerleri, teknik ve yardımcı sınıflardan meydana gelirdi. Piyadeler; acemi, yeniçeri, cebeci, topçu, top arabacıları, lağımcı, humbaracı ocakları olmak üzere yedi ocağa ayrılırdı. Süvariler de; sipahi, silâhtar, sağ ulûfeciler, sol ulûfeciler, sağ garipler, sol garipler bölükleri olmak üzere altı bölüğe ayrılırdı. Eyâlet askerleri; tımarlı sipahiler ve yerli kulu teşkilâtı olmak üzere ikiye ayrılırdı.
Timarlı sipahiler, Osmanlı ordusunun en önemli kısmı olup, tımar sahipleriyle, bunların beslemek ve yetiştirmekle yükümlü oldukları askerlerden meydana gelirdi.
Yerli kulu teşkilâtı, yurtiçi, geri hizmet, kale kuvvetleri teşkilâtı olmak üzere üç bölümdü. Yurtiçi teşkilâtı; belderanlar, cerahorlar, derbendciler, martalozlar, menzilciler, voynuklar gruplarından oluşurdu. Geri hizmet teşkilâtında; yaya ve müsellemler ile yürükler vardı. Kale kuvvetleri teşkilâtı; azaplar, gönüllü ve beşlilerden meydana gelirdi.
Akıncılar, Osmanlı ordusunun öncü kuvvetleri olup, kuruluşuna, gelişmesine ve genişlemesine çok hizmetleri geçti.
Deniz kuvvetleri (Donanma) :
Osmanlı Deniz Kuvvetleri, Karesi, Menteşe, Aydın gibi denizci beyliklerin hâkimiyet altına alınmasıyla sahip olunan gemi ve personeliyle kuruldu. İlk zamanlarda Karamürsel, Edincik ve İzmit'teki gemi inşâ tezgâhları, Sultan Birinci Bâyezîd Han (1386-1402) zamanında Gelibolu, Sultan Birinci Selim Han (1512-1520) zamanında Haliç, Sultan Birinci Süleyman Han (1520-1566) zamanında Süveyş ve zamanla Rusçuk, Birecik tersaneleri kuruldu. Bu tersanelerde kürekli ve yelkenli gemiler îmâl ediliyordu. Buharlı gemilerin keşfiyle 1827'de donanma, Buğu denilen bu gemilerle de donatıldı. Kürekli gemi çeşitleri olarak; uçurma, karamürsel, aktarma, üstü açık, çete kayığı, brolik, celiyye, çamlıca, şayka, firkate, mavna, kalite, gırab, santur, çekelve, kırlangıç, baştarde ve kadırga kullanıldı. Yelkenli gemi çeşitlerinden de; ateş, ağrıpar, barca, brik, uşkuna, korvet, kalyon, firkateyn, kapak ve üç ambarlı kullanıldı.
Donanma-i Hümâyûnun başı 1867 yılına kadar kaptanı derya, bu târihten sonra da bahriye nazırı unvanını taşıdı. Osmanlı donanması, muazzam teşkilâtı, kuvvetli harp filosu, cesur, üstün kabiliyetli kaptan ve leventleriyle Karadeniz, Ege Denizi, Akdeniz ve Kızıldeniz'e hâkim olup, Hind ve Atlas Okyanuslarında Osmanlı sancağı ile armasını dalgalandırıp temsil ediyorlardı. Osmanlı donanmasının 27 Eylül 1538 târihinde müttefik Avrupa devlet ve kavimlerinden meydana gelen Haçlı donanmasına karşı kazandığı Preveze Deniz Zaferi, bugün de Deniz Kuvvetleri günü olarak kabul edilmektedir.
Osmanlı ordusunda; ateşsiz, ateşli, koruyucu silâhlar kullanılmaktaydı. Ateşsiz silâhlar; kılıç, ok, sapan, bozdoğan, topuz da denilen gürz, kamçı, döğen, balta, meç, şimşir, gaddara, yatağan, hançer, kama, mızrak, cirit, kantariye, kastaniçe, süngü, zıpkın, tırpan, çatal, halbart, mancınık, müteharrik kule... Ateşli Silâhlar, şayka, zarbazen, miyane zarbazen, şahî zarbazen, şakloz, drankı, bedoluşka, marten, ejderhan, kolonborna, miyane, balyemez adlarındaki toplar şişhaneli karabina, çakmaklı, fitilli çeşitleriyle tüfek, tabanca kullanılırdı. Zırh, karakal, miğfer, kalkan da düşman silâhından muhafaza için kullanılırdı.
1839 Tanzimat ilânına kadar, orduyu hümâyûnda mülkî vazifeleri de olan askerî rütbeler şunlardır: Sadâret, vezir, beylerbeyi, ülâ, sancak beyi, alaybeyi, kaymakam, binbaşı, sağ kol ağası, yüzbaşı, mülâzımı evvel, mülâzımı sânî, zabit vekili, başçavuş, onbaşı, nefer.
Son devir askerî rütbeler ve İkinci Abdülhamîd Han (1876-1909) zamanında,1900'de subay maaşları:
Müşîr (mareşal) iki yüz elli altın, ferik (korgeneneral) yüz altın, mirliva (tümgeneral) altmış altın, miralay (albay) yirmi beş altın, kaymakam (yarbay) on sekiz altın, binbaşı on iki altın, kolağası (kıdemli yüzbaşı) on altın, yüzbaşı beş altın, mülâzımı evvel (üsteğmen) iki buçuk altın, mülâzımı sâni (teğmen) iki altın, nefer (er) bir mecidiye (bir altının beşte biri) . Bu maaşlar net ve kesintisiz verilirdi. Her ay da ihsânı şahane (pâdişâh hediyesi) alan pek çok subay vardı.
kaynak.65.122.110.233/webs/osm/index.html
imf
29.08.2003 - 16:16Türkiye'de büyüyen dev: İşsizler ordusu
Türkiye'de işsizler ordusuna her gün yüzlerce kişi katılıyor. Devlet İstatistik Enstitüsü (DİE) 'nin açıkladığı verilere göre 2 milyon işsiz bulunuyor. Ancak yapılan araştırmalar, gerçek işsizlik oranının yüzde 18 olduğunu ve her 5 kişiden 1'inin işsiz kaldığını gösteriyor. Çalışabilir nüfus içindeki işsiz sayısı 3.5 milyonu buluyor. Eksik istihdam dikkate alınmadan belirlenen açık işsizlik oranı 2002 başında yüzde 12'ye yaklaşırken 2002'nin ikinci çeyreğindeki canlanmayla yüzde 10'lara düştü.
İktisatçı Mustafa Sönmez'in eksik istihdam da dikkate alınarak yaptığı hesaplamaya göre, işsizlerin yüzde 22'sini işten çıkarılanlar, yüzde 21'ini de hiç işi olmamış gençler oluşturuyor. Kadınların işgücüne katılma oranı yüzde 23 ve işi olanların yüzde 76'sı erkek, yüzde 24'ü kadın. Krizde yüzde 12'ye yaklaşan işsizlik oranı kadınlar arasında yüzde 18'i aştı. Üretimin yapılmadığı koşullarda işsizliğin azalmasının söz konusu olmayacağını biliyoruz. Yüzde 12'yi bulmuş işsizlik oranını her yıl yarım puan azaltmak, en az yüzde 6'lık büyüme gerektiriyor. Bu, Türkiye ekonomisinin sürekli ve istikrarlı büyüme sürecine geçmesi gerektiği anlamına gelir. IMF programlarıyla dışa bağımlılığı derinleştiren hakim sınıflar, halkın sırtına 210 milyar doları aşan iç ve dış borç kamburu yüklemişlerdir. Bu koşullarda bu ölçüde bir büyüme ölçeği yakalanamayacağı gibi, işzilik ve sefalet artacaktır. İşçi ve emekçiler açısından ağır geçecek bu süreçte çözüm ezilen halk kitlelerinin örgütlenmesinde, kendi iktidarlarını oluşturma mücadelesinden geçmektedir.
http://www.devrimcidemokrasi.org/guncel/2002/Sayi-2/emek3.htm#2
kaynak:65.122.110.233/webs/ekonomi/referaslar.asp
imf
29.08.2003 - 16:14KÜRESEL SİSTEMDE BORÇ KRİZİ - YOKSULLUK ve IMF
Kaan Öğüt
Uluslararası Para Fonu IMF, Dünya Bankası ile birlikte,1944 yılında toplanan Bretton Woods konferansında kurulmuştur. Başlıca amacı uluslararası para sisteminin düzenli bir biçimde işlemesini sağlamak ve üye ülkelerin dış ödeme güçlüklerinin çözümüne katkıda bulunmaktır. IMF'ye üye ülkeler aynı zamanda Dünya Bankası'na da üyedirler. Her iki kuruluşun merkezi de Washington D.C.'dedir. (Seyidoğlu 1996)
IMF'nin görevinin ödeme güçlüğü çeken ülkelere yardımcı olmak olarak belirlenmesine karşılık borç sorunu yaşayan ülkelerin nasıl bu duruma geldiklerini sorgulamadığı görülüyor. Krugman borçlanma sorununun kaynağını açıkça gösteriyor.1973'ten sonra gelişmekte olan ülkelere uygun faizle verilen borçlar, gelişmiş ülkelerdeki kazanç kar hadlerinin düşmesi ve OPEC'in cari hesap fazlasının ekonomide yeniden kullanılma ihtiyacı ile hız kazandı.1970'ler boyunca gelişmekte olan ülkeler yurtdışından borç alarak üretimlerini ve harcamalarını yüksek büyüme hızlarında sağlayabildiler. Ağır borçlanma ikinci petrol krizinden sonra sorunlara yol açtı. Ağustos 1982'de Meksika'nın artık kredi aldığı ülkelere planlı takside bağlanmış geri ödemelerini yapamayacağını açıklaması gelişmekte olan ülkelere borç vermeyi yavaşlatışına neden oldu (Krugman) . Bundan kısa bir süre sonra Brezilya ve Arjantin de aynı duruma düştüler,1983'ün ilkbaharına kadar 25 dolayında azgelişmiş ülke uluslararası bankalara olan borçlarının üçte ikiye yakın kısmını ödeyemediler (Seyidoğlu,2001) .
Aynı dönemde temel madde fiyatlarının düşmesi, dış ticaret hadlerinin aleyhe dönüşü ve gelişmiş ülkelerde korumacılık duvarlarının giderek yükseltilmesi, yeni sanayileşen ekonomilerin ciddi bir finansman sorunuyla karşılaşmalarına yol açmıştır (Sönmez) . Yine aynı dönemde doların değerinin ülke paralarına göre artması, gelişmekte olan ülkelerin genelde dolarla ifade edilen borçlarının gerçek yükünü artırdı (Hatiboğlu) . IMF'nin bir rolü de ülkelerin dış borçlarını daha iyi yönetebilmelerine katkıda bulunmak, dış borçların çeşitlendirilmesi için teknik yardım sağlamak, borç alan ve kredi veren ülke ve finans kuruluşları arasında işbirliğini geliştirmektir (Apak 1993) .
IMF ve DB'nin işlevini anlayabilmek için 1970'lerdeki ekonomik bunalımla ilişkilendirmek faydalı olacaktır. Kapitalizm 15. yüzyıldan beri doğası gereği emperyalist - sömürgeci bir karaktere sahip. Dolayısıyla düştüğü her ekonomik bunalımdan, bunalımın faturasını azgelişmiş ülkelere çıkararak kurtulmayı bilmiştir. ABD başta olmak üzere gelişmiş dünya kendi yaşadığı krizi kolayca dışlayabiliyor. Kendini krize girer hissettiği zaman dünyayı kendisine göre biçimlendiriyor.1970'lerden günümüze gelen süreçte mal ve sermaye hareketlerinin serbestleşmesi ve tüm gelişmekte olan ülkelerin bu sürecin içine sokulması bunun örneği. Çünkü eğer Batı'da fon biçiminde oluşan büyük çaplı sermaye, sistem içinde kalsa getirisi düşecek, batacak; oysa böyle bir açılım sermayeye bütün dünyayı kapsayan açık pazarlar sunuyor. (Kazgan) Batı'nın 1970'lerdeki bunalımdan kurtulmak için bir seçeneği kalıyordu. Yeni - sömürge ülkelerden kaynak transferini hızlandırmak. Bu amaçla söz konusu ülkeler için de teoriler geliştirildi. Bu teoriler, ithal ikameci büyüme modelinin, dolayısıyla, korumacılığın kötülüklerini diline dolamıştı. Bu olumsuzluğun alternatifi de dışa dönük model olabilirdi. Böyle bir strateji önermenin çok açık iki gerekçesi vardı. Birincisi, kriz koşullarında korumacılık ve tarife dışı uygulamaların da etkisiyle iyice daralan Batı pazarından pay almak isteyen bu ülkeler arasındaki rekabeti daha da kızıştırmaktı. Bu ihraç ürünlerinin fiyatlarını iyice düşürecekti. İkinci önemli nedeni, borç ödemelerini güvence altına almaktı. (Başkaya 1995
) Mısırlı iktisatçı Samir Amin'in IMF hakkındaki yorumu şöyle; 'IMF tıpkı öteki Bretton Woods, kurumu Dünya Bankası gibi gerçekleştirdiği müdahalelerde ABD'ye tam bir denetim sağlayacak biçimde tasarımlanmıştır. Keynes tarafından savunulan Dünya Merkez Bankası seçeneğinin reddiyle ABD kendine bağımlı, üzerinde daha etkili olabileceği daha güçsüz bir kurumu yeğlemiştir. IMF'nin hedefleri tanımlamakta gerçek bir yetkisi yoktur. Fon daha çok G7 tarafından tanımlanan stratejilerin yürütücüsüdür'. (Amin,1999)
Gelişmekte olan ülkeleri etkileyen başlıca ekonomik kararların çekim merkezi olan IMF ve DB demokratik olmayan karakterleri, saydam olmayışlarının, dogmatik ilkelerinin, fikir tartışmasında çoğulculuktan yoksun oluşları eleştiriliyor. Ve GATT anlaşmalarıyla kurulmuş olan WTO'nun IMF ve DB ile birlikte gelişmekte olan ülkeleri yönlendirirken gelişmiş ülkelerin gerektiğinde kendi aralarındaki anlaşmaları G7'de alabilecekleri söyleniyor (Chomsky,2000) .1980'lerin başından bu yana IMF ve Dünya Bankası tarafından gelişmekte olan ülkelere (dış borçlarının yeniden görüşülmesinin bir koşulu olarak) dayatılan 'makro-ekonomik istikrar' ve 'yapısal uyum' programları yüz milyonlarca insanın yoksullaşmasına yol açtı. Yapısal uyum programları büyük oranda ulusal paraların istikrarsızlaşmasına ve gelişmekte olan ülke ekonomilerinin batışına katkıda bulundu. Yurtiçindeki alım gücü çöktü, kıtlıklar patlak verdi, sağlık klinikleri ve okullar kapandı, ilköğretim hakkı yüz milyonlarca çocuktan esirgendi. Reformlar, gelişmekte olan dünyanın çeşitli bölgelerinde verem, sıtma ve kolera gibi bulaşıcı hastalıkların yeniden ortaya çıkmasına yardım etti. (Chossudovsky,1999) IMF'nin Yapısal Uyum Programı'nın içeriği hemen her yerde aynıydı: Kamu harcamalarının, özellikle sosyal harcamaların kısılması; ücret artışlarının sınırlandırılması, hatta ücretlerin düşürülmesi; tarım ve sanayide desteklerin kaldırılarak iç fiyatların dünya düzeyine getirilmesi, iç pazarın dış rekabete açılması; yabancı yatırımcıları ve sermaye hareketlerini teşvik edecek yasal ve kurumsal reformların uygulanması; ihracatçının rekabet gücünü arttırmak için paranın sürekli devalüe edilmesi ve ihracatın vergi iadesi, teşvik vb. desteklenmesi. Kısaca tüm ekonomik kaynakların borç ödemek için döviz kazanmaya yönlendirilmesi, bu arada Batı ülkelerine yeni ticaret ve yatırım olanakları sunulması. (Yıldızoğlu,1996)
IMF'nin ihracat teşvikleri yerel üreticiyi, iç pazarın değil dış dünyanın gereksinimine uygun tarım malları üretmeye zorladı, bu ise yerleşik ekonomiyi ve beslenme dengelerini altüst etti. Bu sırada ithalat serbestleştirildiği için gelişmiş ülkelerde çok yüksek verimlilikle üretilen hayvancılık ve tarım ürünlerinin ithal edilerek iç pazarda çok ucuza satılmasının yerel üreticiyi ve ekonomiyi tarumar etti. Bir sonuç, yerel tarımın yok olması, kendine yeterli ekonomilerin kısa zamanda besin ithalatçısı durumuna gelmesi ve böylece de dış kaynak/borç gereksiniminin artmasıydı. Bir diğer sonuç da, sınırlı sayıda ihracata yönelik ürünün üretiminin yaygınlaşması, ülke gelirlerinin dünya piyasasındaki döviz dalgalanmalarına endeksleşmesi ve bu arada örneğin ormanların Gana'da olduğu gibi birkaç sene içinde kesilerek satılması ile doğal dengenin tümü ile bozulması ve birbiri ardına gelen kuraklıklar, çölleşme ve açlık. IMF Yapısal Uyum Programlarının uygulandığı 1980'ler boyunca gelişmekte olan ülke halklarının geliri ortalama % 60 geriledi.1980'lerin başında bu programlar Doğu Avrupa ülkelerinde uygulanmaya kalkıldığında sanayi tarumar oldu, işsizlik muazzam boyutlara ulaştı, yoksulluk önceki devlet kapitalisti dönem ile karşılaştırılamayacak düzeylere indi. Açlık, yoksulluk ve doğal felaketlerin, savaşların yanı sıra özellikle tüberküloz, kolera, bağırsak enfeksiyonları, AIDS, trahom gibi salgın hastalıkların yaygınlaştığı, ortadan kalktığı düşünülenlerin de tekrar hortlamaya başladığı görüldü. Küresel kuruluşlar ulusal ekonomilerin yeniden yapılanma sürecinde önemli bir rol oynuyor. GATT anlaşmasının imzalanması ve 1995 yılında Dünya Ticaret Örgütü'nün (WTO) kurulması küresel ekonomik sistemin gelişiminde önemli bir dönüm noktasıdır.
WTO kuruluş tüzüğü, ulusal ticaret politikalarının 'denetlenmesi' gibi dünya ticaretinin uluslararası bankalar ve ulusötesi şirketler yararına düzenlenmesini de içeriyor. GATT anlaşması, özellikle yabancı yatırımlar, biyolojik çeşitlilik ve fikri mülkiyet hakları alanlarında, temel insan haklarını ihlal ediyor. Bir başka biçimde ifade edilirse, IMF, Dünya Bankası ve WTO'nun gelişmekte olan ülkelerin ekonomik politikalarının 'gözetim'ine dönük yakın işbirliğine dayanan yeni bir 'üçlü yetki paylaşımı' çıktı ortaya. IMF-Dünya Bankası reçeteleri yalnızca ülkeler düzeyindeki 'hukuken bağlayıcı' belgeler olmayan geçici kredi anlaşmaları aracılığıyla dayatılmıyor. Yapısal uyum programının pek çok maddesi (örneğin ticaret liberalizasyonu ve yabancı yatırım düzenine ilişkin olanlar) WTO anlaşmasının maddeleri sayesinde yerleşiklik kazandı. Söz konusu maddeler ülkelerin uluslararası hukuk çerçevesinde 'denetlenmesinin' ve ülkelere 'kredi alma koşulları' dayatılmasının temellerini oluşturdu.Aynı bütçe disiplini, devalüasyon, ticaret liberalizasyonu ve özelleştirme 'menü'sü, eşzamanlı olarak 100'den fazla borçlu ülkede uygulanıyor. Borçlu ülkeler ekonomik bağımsızlıktan, maliye ve para politikalar üzerindeki denetim haklarından vazgeçiyor.
Ekonomik reformların doğası gerçek bir demokratikleşmenin önüne geçiyor. Uygulanmaları her zaman ordunun ve otoriter devletin desteklenmesini gerektiriyor. Caracas'taki IMF karşıtı isyanlar ekmek fiyatındaki % 200'lük artış sonucunda patlak vermişti. Erkek, kadın ve çocuklara ayrım gözetilmeksizin ateş edildi: Tunus, Ocak 1984: Ekmek isyanının başını çekenler yiyecek fiyatlarının artışını protesto eden genç işsizlerdi; Nijerya,1989: Öğrencilerin, Yapısal Uyum Programı karşıtı isyanı ülkedeki üniversitelerden altısının Silahlı Kuvvetler Komuta Konseyi tarafından kapatılmasına yol açtı; Tunus,1990: Hükümetin IMF destekli reformlarına karşı genel grev ve halk ayaklanması; Meksika,1993: Zapatista Kurtuluş Ordusu'nun Güney Meksika'daki Chiapas bölgesindeki ayaklanması; Rusya Federasyonu'ndaki protesto hareketleri ve 1993'te Rusya Parlamentosu'na saldırı.Yapısal uyum programları dört milyardan fazla insanın geçimini doğrudan etkiliyor. Yapısal uyum programının hayata geçirilmesi, tekil borçlu ülkelerin büyük bir bölümünde, makro-ekonomik politikanın, güçlü mali ve siyasal çıkar grupları adına hareket eden IMF ve Dünya Bankası'nın doğrudan denetimi altında 'uluslararasılaştırılmasını' sağlıyor. Söz konusu yeni ekonomik ve siyasal egemenlik biçimi (bir tür 'piyasa sömürgeciliği') piyasa güçlerinin görünüşte 'tarafsız' etkileşimi aracılığıyla insanları ve hükümetleri ikinci plana itiyor.
Uluslararası kredi kuruluşları ve çokuluslu şirketler dünya nüfusunun % 80'den fazlasının geçimini etkileyen bir küresel ekonomik tasarımın hayata geçirilmesi işini Washington merkezli uluslararası bürokrasiye emanet etmiş durumda. Yüzyılın bitiminde dünya nüfusunun yaklaşık % 15'ine sahip olan zengin ülkeler toplam dünya gelirinin % 80'ine yakınını kontrol ederken, üç milyarı aşan nüfuslarıyla dünya nüfusunun 'düşük-gelirli ülkeler' grubunu (Hindistan ve Çin dahil) temsil eden % 56'sı 1993 yılında toplam dünya gelirinin yaklaşık % 5'ini aldı. Dünya nüfusunun yaklaşık % 85'ini temsil eden düşük ve orta-gelirli ülkeler (eski 'sosyalist' ülkeler ve eski Sovyetler Birliği dahil) bir arada toplam dünya gelirinin yaklaşık % 20'sini alıyor. Üçüncü Dünya ülkelerinin çoğunda modern sektörlerdeki gerçek ücret gelirleri 1980'lerin başından bu yana % 60'dan daha büyük bir oranda geriledi. Gelişmekte olan ülkelerdeki geçim masraflar ile gelişmiş ülkelerdeki geçim masrafları arasında kayda değer farklılıklar bulunmasına karşın, (yapısal uyum programı altında) ticaret liberalizasyonu ve yurtiçi mal piyasalarının kuralsızlaştırılması ile bütünleşen devalüasyon, yurtiçindeki fiyatların 'dolarizasyon'una yol açtı. Temel gıda ürünlerinin yurtiçi fiyatları giderek dünya piyasalarındaki düzeylerine çıkarıldı. Bu yeni dünya ekonomik düzeni, mal fiyatlarının uluslararasılaşmasına ve tam olarak bütünleşmiş bir dünya mal piyasasına dayanmasına karşın, iki farklı 'emek piyasası' arasında giderek tam bir su geçirmezlik durumu yaratıyor. Bir başka deyişle, söz konusu küresel ekonomik sistemin ayırt edici özelliği, zengin ve yoksul ülkelerin ücret ve emek maliyeti yapılarındaki ikilik. Fiyatlar tekleştirilir ve dünya düzeyine yükseltilirken, Üçüncü Dünya ve Doğu Avrupa'daki ücretler (ve emek maliyetleri) OECD ülkelerindekinden 70 kat düşük durumda. Uluslar arasındaki gelir eşitsizlikleri, ulusların içindeki toplumsal gelir grupları arasındaki aşırı büyük gelir eşitsizliklerinin üzerine biniyor. Çoğu Üçüncü Dünya ülkesinde ulusal gelirin en az % 60'ı nüfusun üst % 20'lik diliminde yoğunlaşıyor.
Eşitsizlikler,80'ler ve 90'lar boyunca, ulusal ekonomilerin yapısal uyum programı ile 'yeniden biçimlendirilmesi'nin ürünü olarak arttı.1970'lerde üçüncü dünya ülkelerinin çoğu, şimdi kendisinin de kabul ettiği gibi Dünya Bankası'nın tavsiyeleri ile ağır borç yükü altına girdiler. Bu ülkeler borç döngüsünden kurtulamıyorlar, çünkü ihraç ettikleri mallarına verilen fiyatlar gerçek değerde gerilemektedir. Ancak uluslararası örgütler bu ülkelere sürekli olarak (değerleri düşse de) ihracatı önermektedirler. Bu öğüt bir defa da sadece bir kaç ülkeye verilse geçerli olabilir. Düzinelerle borçlu halen ellerinde ne varsa ihraç ederek, daha fazla kazanmanın yolunu arıyorlar. Özellikle madenler, tropikal bitkiler, kereste, et ve balık olmak üzere doğal kaynaklar, IMF ve DB'nin üzerinde ısrar ettikleri dışsatım güdümlü gelişme modeli kaynakların yönetiminden çok (korunmaları hemen hiç gözetilmeden) madencilik gibi doğal kaynakların ihracına dayanıyor (Lang, Hines) . Mal bedellerinin uluslararasılaştırılmasıyla fiyatlar evrensel fiyatlara göre ayarlanırken, Üçüncü Dünya ve Doğu Avrupa'daki ücretler OECD ülkelerindeki ücretlerden ortalama on ila 20 kat daha düşükler. İstikrar ve yapısal uyum politikalarının en büyük tahribatı eğitim ve sağlıkla birlikte sosyal planda ortaya çıkmıştır. AGÜ'lerde ciddi boyutlara ulaşan gelir bölüşümündeki eşitsizlik daha da artmıştır. 'Serbest' piyasa ekonomisine geçişi sağlayacağı iddia edilen politikalar ücretin ulusal gelir içindeki payını daraltırken, kâr ve rantın payı hızla genişlemiştir.
Sübvansiyonlann azaltılması hatta tamamen ortadan kaldırılması, faiz oranlarının yukarı çekilmesi, fiyat denetimine son verilmesi sabit gelirli emekçi kesimler üzerinde olumsuz etkiler yaratırken, tasarruf eğilimi yüksek olan varsıl grupların ulusal gelirden aldıkları pay yükselmiş ve sonuçta bir rant ekonomisi yaratılmıştır. Altyapı alanında (içme suyu, kanalizasyon) kamu harcamalarının azaltılmasının dayatılması sağlık alanına ayrılan fonların azalmasıyla birleşince yıllarca önce kökü kazınmış kimi hastalıkların yeniden ortaya çıktığı görülüyor. Sağlık hizmetlerinin paralı olması dayatılıyor. Mali'de 1960 ve 1980 yılları arasında %23'lük bir düşüş gösteren bebek ölüm oranı 1980'den 1985 yılına kadar %26,5 oranında arttı. Bununla birlikte IMF ve Dünya Bankası'nın ideolojisine göre yapısal düzenleme programının toplumsal bedeli, istenmeyen yan etkilerdir ve ekonomik modele isnat edilemezler. Toplumsal bedeller kısa vadelidir. Oysa ekonomik kazançlar uzun vadelidir (Toussaint) .
Önümüzdeki sayıda uluslararası ekonomik sistemin iki önemli boyutunu, Asya Krizi deneyimlerinin ışığı altında uluslararası finans hareketlerinin azgelişmiş ülkelere etkileriyle, IMF'nin bu süreçteki rolünü ve WTO'nun azgelişmiş ülkelere serbest ticareti dayatırken gelişmiş merkez ülkelerin nasıl korumacılık yaptığını, WTO'nun IMF ve Dünya Bankası ile birlikte küresel sistemde oynadığı rolü tartışacağız.
http://www.aydinlanma1923.org/sayi/35/35-06.htm
kaynak:65.122.110.233/webs/ekonomi/referaslar.asp
imf
29.08.2003 - 16:11IMF POLİTİKALARI YOKSULLAŞTIRIYOR
İçinde yaşadığımız sistem büyük bir zenginliği küçük bir azınlığa sunarken büyük çoğunluğu ise açlık ve sefalete itiyor. Birleşmiş Milletler'in hazırladığı 1998 yılı İnsani Kalkınma Raporu, dünyadaki gelir dağılımı eşitsizliğinin korkunç boyutlara eriştiğini gözler önüne seriyor. Rapora göre, dünyanın en zengin üç işadamının (Bill Gates, Paul Allen, Werren Buffet) servetlerinin toplamı 48 ülkenin milli gelirine eşit hale geldi. Zenginlerin dünya gelirinden aldıkları pay yüzde 70'den yüzde 85'e çıkarken yoksulların payı Yüzde 2.3'ten yüzde 1.4'e geriledi. Zenginle yoksul arasındaki 30 katlık fark 60 katına çıktı.
Gelir dağılımında yaşanan bu bozulmanın temel nedeni şimdi Türkiye'de de dayatılan IMF, Dünya Bankası kaynaklı ekonomik politikalardır. Emperyalist sistemin önemli kuruluşlarından olan IMF ve Dünya Bankası özellikle yoksul ülkelerin sınırlı kaynakların batılı sermayedarlara aktarılması ve böylece bu ülkelerde yoksulların daha kötü koşullara düşmesine neden olmaktadır.
Kapitalizmin barbarlığını gözler önüne seren IMF Dünya Bankası uygulamalarının en çarpıcı güncel örneklerden biri Mozambik. Geçen ay bir sel felaketi ile karşılaşan Mozambik'te en az 1000 kişi öldü,1 milyondan fazla insan evsiz kaldı. Buna karşın Mozambik IMF ile imzaladığı yapısal uyum programı çerçevesinde her hafta 1.4 milyon dolarlık dış borç geri ödemesi yapıyor. Sel nedeniyle oluşan yaraların sarılması için kullanılabilecek bu para, 'yoksul ülkelere yardım etmek' söylevi ile ortaya çıkan IMF, Dünya Bankası ve batılı bankerlerin cebine akıtılıyor. Mozambik'in her yıl ödediği dış borç eğitime yatırdığı paranın 8, sağlığa ayırdığı paranın ise 16 katı. IMF ve Dünya Bankası'yla yapılan anlaşmalar gereği Mozambik hükümeti kamu harcamalarını kıstı, gıda maddelerinin fiyatlarına uyguladığı desteği kaldırdı ve 900'ün üzerinde kamu kuruluşunu özelleştirdi. Sonuç ortada, Mozambik'te doğan her dokuz çocuktan biri 5 yaşına gelmeden ölüyor. IMF ve Dünya Bankası ise acımasız harcama kesintileri ve özelleştirme taleplerine devam ediyor. Bu kurumlar, fakir ülkeleri kalkındırmayı bırakın daha da fakirleştiriyor. IMF ve Dünya Bankası'nın asıl amacı mümkün olan en fazla zenginliği yağmalamak ve kendi konrolleri altına almak.
Bu kuruluşların Türkiye ekonomisine etkisi de yoksulluğu artırıcı yönde. Türkiye tarihinde başarıyla uygulanabilen tek IMF programı olan 24 Ocak 1980 istikrar paketi bunun en çarpıcı kanıtı.
IMF paketi öncesi 1979'da Türkiye'de gerçek işçi ücretleri 100 iken 1989'a gelindiğinde bu rakamın 68.8'e düştüğünü görüyoruz. Memur maaşları ise aynı 100'den yıllarda 53.3'e düşüyor.24 Ocak kararları öncesi Türkiye'nin dış borç geri ödemesi 1.1 milyar dolarken bu rakam 1983'te 3.3 milyar dolara çıktı. Yine 24 Ocak öncesi dış borç faiz ödemesi 600 milyor dolarken üç yıl içinde 1983'te bu rakam 1.1 milyar dolara çıktı. Şu anda Türkiye'nin dış borçları 100 milyar doları aşmış durumda.
Bu istatistiklere baktığımızda memur-işçi ücretleri düşerken dış borç ödemelerinin arttığını rahatça görebiliyoruz. IMF ve Dünya Bankası gibi kurumların önerdiği politikalar yoksulların yaşam standartlarını düşürüp, sosyal devlet anlayışını yok ederken zengini daha zengin yapıyor.
Bu nedenle Türkiye yönetici sınıfı IMF politikalarını uygulamaya çok hevesli. Ama bu politikalar bizler için daha fazla açlık, daha fazla sefalet anlamına geliyor.
Bu gidişe dur demek isteyen muhaliflerin IMF'ye karşı mücadelesi sürüyor. Bir çok ülkede 16 Nisan'da Washington'da IMF ve Dünya Bankası'nın yapacağı toplantıyı protesto gösterileri inşa ediliyor. Biz de Türkiye'de bu protestoların bir parçası olmalı IMF ve onun yaratıcısı kapitalizme karşı mücadele etmeliyiz.
http://www.antikapitalist.net/yeni/makaleler/imfyok.html
kaynak.65.122.110.233/webs/ekonomi/referanslar.asp
imf
29.08.2003 - 16:03IMF POLİTİKALARININ ÇEŞİTLİ ÜLKELERDEKİ SONUÇLARI
Enerji Yapı Yol Sendikası Yayın Kurulu tarafından hazırlanmıştır.
IMF Yapısal Uyum Programlarını uygulayan ülkeler arasında yapılan araştırmalar, hiç bir ülkenin bu programı uygulayarak bir ekonomik büyüme kaydetmediğini, aksine ekonomik krizler yaşadığını gösteriyor. Bu ülkelerde, ekonomide tam bir istikrarsızlık hakim olmuş, kamu harcamaları kısılmış, ücretler dondurulmuş, ulusal paraları değer kaybetmiş, kişi başına düşen milli gelir gerilemiş, sefalet ve yoksulluk hakim olmuştur.
IMF talimatlarını uygulayan ülkeler büyük ekonomik krizler yaşarken, neden hala bu talimatlara uymakta ve ekonomik gelişimlerini bu yönde planlamaktadırlar? Bunun nedeni dünyada artık ödenemeyecek hale gelmiş bir borç zincirinin oluşmasıdır. Kısacası artık ülkeler IMF'ye bağımlı hale gelmişlerdir.1947'den 1989'a kadarki dönemde altı ülke IMF'den 30 yıldan fazla,24 ülke 20-29 yıl arası ve 47 ülke 10-19 yıl arası bir süre yardım talebinde bulunmuşlardır. Borçlar, bir ülkenin kalkınması ve ödemeler dengesini düzeltmek için değil, o ülkenin kaynaklarını yağmalamak amacıyla verilmektedir.
Bryan Johnson ve Brett Schaefer tarafından yapılan bir araştırmada IMF politikalarını uygulayan 89 az gelişmiş ülkenin 1965'den 1995'e kadarki ekonomik büyümesi incelenmiştir. Araştırma sonuçları ilginçtir: Bu ülkelerden 48'i borç aldığı yıla göre kişi başına düşen zenginlik açısından bir ilerleme kaydetmemiş, bu 48 ülkeden 32'si daha da fakirleşmiş, bu ülkelerden 14'ünün ekonomisi borç aldığı yıla oranla en az %15 küçülmüştür.
Büyük ölçüde ABD emperyalizminin denetiminde olan IMF ve DB, 'yapısal uyum programları' ve bu programları dayatmanın yolu olan 'krediler' aracılığıyla azgelişmiş ülke halklarını sefalete ve emperyalistlere giderek artan bir bağımlılığa sürükledi. Uygulanan ekonomik programlar bu ülkelerde dış borç sarmalına ve mali krizlere neden oldu. IMF, bir ahtapot gibi her ülkeye yayılmış durumda. İşte bu ülkelerden bazı örnekler:
Afrika kıtası felaketin eşiğinde
DB tarafından yayınlanan bir rapor, Afrika ülkelerinin çoğunun,40 yıl öncesine göre çok daha geride olduklarını gösteriyor. Emperyalistlerce kışkırtılan savaşların pençesindeki kara kıtadaki 48 ülkenin toplam yıllık geliri, Belçika'nın yıllık gelirini ancak geçiyor.
Mozambik
Dünya Bankası ve IMF tarafından 'önerilen' politikalarla, maun cevizi işleme sektörü tamamen yok edildi. Ham cevize uygulanan ihracat tarifelerinin kaldırılmasının ardından, çoğu kadın 10 bin işçi, işini yitirdi.
Zaire (Demokratik Kongo Cumhuriyeti)
ABD ve Fransa emperyalizmi tarafından desteklenen diktatör Mobutu Sese Seko,35 yıllık iktidarının son dönemlerine kadar IMF kredileriyle beslendi. Ülkeye verilen yüzmilyonlarca dolar kredi Mobutu'nun kişisel servetine aktı ve IMF,1982 yılında bu durumu 'resmen' öğrenmesine rağmen yardıma devam etti. Zaire halkı Mobutu'yu devirdi. IMF ise diktatöre akıttığı 'borçları' şimdi halktan istiyor.
Çad/Kamerun
İnsan hakları ihlallerinin en yoğun yaşandığı iki Afrika ülkesi olan Çad ve Kamerun hükümetleri, bugünlerde Dünya Bankası'ndan akan yüzmilyonlarca doların keyfini çıkarıyor. Banka, iki ülke arasında yapılması planlanan petrol boru hattı için 3.5 milyar dolar destek sağlamış durumda.1000 kilometrelik hattı inşa edecek şirketler ise, ABD'li Exxon-Mobil ve ortakları Chevron ile Petronass. Boru hattı, çok önemli orman, su kaynakları ve kıyı bölgelerini tahrip edecek.
Benin
1993'te uygulanmaya başlanan yapısal uyum programları nedeniyle, ülkenin odun ihracatı 6 yıl içinde 4 kat arttı ve bu yükü kaldıramayan topraklar çoraklaşmaya başladı.
Doğu Avrupa ve SSCB'de Batan Deney
IMF,1989-91'de Doğu Avrupa rejimlerinin yıkılmasıyla dünyanın bu parçasına da kendi iradesini dayatma fırsatı buldu. Bu ülkeler, IMF ve DB temsilcileriyle yeni-liberal ekonomistleri kurtarıcı mesihler olarak gördüler ve IMF stili 'şok terapi' bütün Doğu Avrupa'ya, Rusya'ya ve eski Sovyetler Birliği cumhuriyetlerinin çoğuna uygulandı. Batı medyası 'ekonomik mucizeler' olacağını haber veriyordu. Ancak bunun tam tersi gerçekleşti. Her yerde üretim azaldı. Neo-liberal deneyi uygulayan en büyük ülke olan Rusya'da üretim yarı yarıya düştü. Aynı şey Ukrayna, Bulgaristan, Romanya, Arnavutluk, Gürcistan, Ermenistan ve Azerbaycan'ın başına geldi.
Rusya
Rus halkı, IMF programlarıyla ilk kez 1992'de tanıştı, ancak yoksullukta diğer halklara 'yetişmekte' gecikmediler.1996 yılında, ülkenin ulusal geliri yarı yarıya düşmüştü. Yoksulluk sınırının altında yaşayan insan sayısı, aynı sürede 2 milyondan 60 milyona fırladı. Erkeklerde ortalama ömür 65.5'ten 57'ye düştü. Uzmanlar, böylesi bir felakete, dünya tarihinde savaş veya büyük bir doğal felaket dışında rastlanmadığını belirtiyorlar. Büyük bir hızla gerçekleştirilen özelleştirmeler ile bir 'özelleştirme mafyası' doğdu. Çeteler ve mafya örgütlenmeleri mantar gibi çoğalarak, iktidar ve medyayı tamamen kontrolleri altına aldılar.
Bolivya
IMF'nin bir diğer kurbanı olan Bolivya'da, tarım ürünleri ihracatı 1980'lerde rekor düzeyde arttı. Bu 'mucize artış'ın istatistiki sonuçları ise 1990 yılında alındı: Yoksulluk sınırının altında yaşayan köylülerin oranı yüzde 95'e fırladı. IMF, DB ve DTÖ politikaları sayesinde;
- Yabancı şirketlerin verimli toprakları ele geçirmesine olanak tanındı. Toprakları ellerinden alınan çiftçiler, ölümcül heyelanlara açık bayırlarda tarım yapmaya veya ormanları yakıp kendilerine alan açmaya zorlandılar. Çoğu köylü, şehirlere göçtü.
- Küçük çiftçilere verilen devlet desteği kesilirken, tarımda tekelleşme hızlandı. Tarım alanında sendikalaşma, devlet baskısıyla önlendi.
- Yabancı tekeller, yerli halklar tarafından yüzlerce yılda geliştirilen tarım tekniklerinin patentini aldılar.
- Tamamen ihracata dayalı tarım politikaları, kimyasala bağımlı tarım tekniklerini geliştirdi. Toprak zehirlendi.
KOLOMBİYA
IMF ve DB politikaları nedeniyle Kolombiya tarihinin en büyük krizini yaşıyor. İşsizlik oranı %19'a çıktı. Geçen yıl IMF ile imzalanan 2,7 milyon dolarlık kredi anlaşması ise özelleştirmenin hızlandırılmasını, maaşların dondurulmasını ve zaten yetersiz olan sosyal güvenlik sisteminin tasfiyesini gerektiriyor.
GUYANA
DB ve IMF'nin dayatmaları sonucu, bugün ülkenin kesilebilir ormanlarının yarısı yabancı tekellere ait.
GUATEMALA
Dünya Bankası,1982 yılında, ABD destekli Guatemala diktatörlüğüyle işbirliği yaparak Chixoy Barajı'nın yapımını destekleyeceğini ilan etti. Barajın önündeki tek engel, Rio Negro köyüydü. Köylüler topraklarından çıkmayı reddedince, ordu birlikleri çoğu kadın ve çocuk 400 köylüyü katletti. DB, katliamla ilgili sessizliğini uzun süre korudu. Kamuoyu baskısı sonucunda 1996'da açılan iç soruşturma ise, banka yönetiminin aklanmasıyla sonuçlandı.
El Salvador
El Salvador'un telefon şirketinin özelleştirilmesi; gizli anlaşmalar, yüzde 400'lük konuşma zamları, ölüm tehditleri ve işçi haklarının ihlal edilmesiyle, tam bir 'Dünya Bankası uygulaması örneği' oldu.
4000 işçisi bulunan telefon şirketi ANTEL, çok kârlı bir kamu işletmesiydi. Ancak kasıtlı olarak kurumun başına getirilen rüşvetçi yöneticiler, kısa zamanda zengin olurken şirketi de batma noktasına getirdiler. İşçi sendikası, verimliliği artırmak için özelleştirme yerine, ANTEL yönetiminin görevden alınması gerektiğine ilişkin bir kampanya başlattı. Ancak Dünya Bankası'nın tercihi özelleştirme idi. Büyük bir medya propagandasına rağmen, sendikanın yaptığı referandumda, halkın yarısından çoğu özelleştirmeye karşı çıktı. ANTEL yönetimi ise, güçlü bir sendikanın 'potansiyel müşteri'leri kaçıracağını söyleyerek,1998'de 72 sendika liderini işten attı. Hemen ardından, Toplu İş Sözleşmesini tanımadığını ilan etti. Şirket, DB'nin destğiyle, El Salvadorlu bir holding ile Fransa Telekom tarafından oluşturulan konsorsiyuma devredildi. 'Halka ucuz hizmet götüreceği' iddia edilen özelleştirmeden bir süre sonra telefon ücretlerine yüzde 400 zam yapıldı. DB, şimdi de sağlık sisteminin tamamen özelleştirilmesi için bastırıyor.
Meksika
1994-1995 yıllarında yüksek enflasyon ve rezervlerin erimesi nedeniyle IMF'den kredi aldı.IMF programına karşın ülkede pek çok işyeri kapandı, yoğun işten çıkarmalar yaşandı. Meksika'da bugün gelir adaletsizliği ve yoksulluk sürüyor ve gün geçtikçe artıyor.ü
HAİTİ
DB ve IMF, hükümetin asgari ücreti artırmasını önlediler. Ardından, kârlı kamu kuruluşlarının derhal özelleştirilmesini istediler. IMF baskısıyla, özellikle eğitim ve sağlık alanındaki kamu harcamaları yüzde 50 oranında azaltıldı. Böylece, rekor düzeyde öğretmen ve sağlık görevlisi açığı bulunan, ortalama ömrün erkeklerde 49, kadınlarda 53, okuma yazma oranının yüzde 45, bebek ölümlerinin neredeyse yüzde 10 olduğu Haiti, 'piyasanın insafına' terk edildi.
Güney Kore
50 yıl boyunca işçi ve emekçilerin kan ve teri üzerinden dev bir sanayi kuran Güney Kore sermayesi,1997'de patlak veren Asya ekonomik krizi ile, o güne dek kaydettiği bütün sınai-teknolojik ilerlemeleri kaybetti. Japonya'nın ardından, bir de iyice gelişen Güney Kore sanayisi ile rekabet etmek istemeyen ABD, fırsatı iyi değerlendirdi. Krizi bitirmek bahanesiyle ülkeye akıtılan 30 milyar dolarlık dev IMF kredisinin karşılığı, ülke tarihinde görülen en ağır 'yapısal uyum paketi' oldu. Bu kuralları harfiyen uygulayan Güney Kore hükümeti, iki yıl içinde ülkeyi adeta bir harabeye çevirdi. Ekonomi küçülür, halkın alım gücü büyük ölçüde düşerken, yüzbinlerce işçi işten atıldı. Neredeyse ABD ile rekabet edecek duruma gelmiş Koreli şirketler, başta otomotiv sektörü olmak üzere, emperyalist tekellerin eline geçti. Benzer 'yapısal uyum' programları Asya krizinin etkilediği tüm bağımlı ülkelerde uygulandı.
Endonezya
1980'lerin sonunda Tayvan ve Güney Kore'de gelişen işçi hareketi, uluslararası tekelleri kısmen de olsa 'başka arayışlara' yöneltti. ABD'li spor malzemesi şirketi Nike de, 'maraton ayakkabılarını' giyerek Endonezya'ya koştu. ABD tarafından desteklenen Suharto diktatörlüğü, ülkeyi tam bir 'işçi cehennemi'ne çevirmişti. DB ve IMF de, yabancı tekellere ucuz işgücü sağlama garantisi karşılığında, devlete bol bol kredi sağlıyorlardı. Bu elverişli koşullar altında faaliyete geçen Nike patronlarının, işçilerin hak alma mücadelesini bastırmak için diktatörlükle el ele vererek çok sayıda işçi önderini öldürtüp cezaevine attırdığı belirtiliyor.1997 krizi vurduğunda ise durum daha da kötüleşti ve Nike'ı ülkede tutmak için, işçi ücretleri günde 2.46 dolardan 1 dolara düşürüldü. IMF'nin 'yapısal uyum programı'nın devreye girmesiyle, Güney Kore benzeri gelişmeler yaşandı. Ancak program, halk direnişiyle karşılandı ve çıkan ayaklanma sonucu, diktatör Suharto devrildi. Nike ise, uygulamalarına karşı başlatılan ve giderek güçlenen uluslararası kampanya karşısında zor anlar yaşıyor.
ABD
Yapısal uyum programları, gelişmiş ülkelerde de emekçilerin aleyhine oldu. 'Kemer sıkma uygulamaları' nedeniyle,1998-99 yıllarında sadece çelik sektöründe 10 bin işçi sokağa atıldı. Bunun en büyük nedenlerinden biri, azgelişmiş ülkelerden gelen ucuz çelikti.
2001 Ocak ayında ise 33 milyon nüfusuyla ülkenin en kalabalık eyaleti olan Kaliforniya eyaletinde elektrik üretim ve dağıtım şebekelerinde serbest rekabet ortamı yaratılmasına yönelik özelleştirmenin acı yüzü büyük bir fiyaskoyla ortaya çıktı. Kaliforniya eyaletinde enerji tekelleri arasında aylardır süren serbest rekabet kavgası, tüm çabalara karşın sona erdirilemeyince enerji krizi patlak verdi. Eyalette halk, II. Dünya Savaşından bu yana ilk kez mumlara saldırdı. Hayat durma noktasına geldi ve birçok bölgeye saatlerce elektrik verilemedi. Bankaların para çekme makineleri çalışmadı, fabrikalar üretime ara verdi. Trafik ışıklarının çalışmaması yüzünden onlarca trafik kazası oldu. Eyalette olağanüstü hal ilan edilirken, sistemin tümden çökmesi Kanada'dan elektrik alınarak önlenebildi.
TÜRKİYE: IMF'nin yeni örneği
Yıllardır IMF ve Dünya Bankası'nın örnek olarak gösterdiği Güney Kore, Tayvan gibi 'mucize ekonomiler' 1990'ların sonunda büyük krizlere girdiler. Eski doğu bloku ve Latin Amerika ülkelerindeki uygulamaları da tam bir fiyaskoya dönüşen IMF şimdi yeni bir 'mucize örnek' yaratmak istiyor. Bunun için de Türkiye'yi bir laboratuvar gibi kullanıyor.
Ülkemizde yıllardır uygulanan IMF politikaları sonucunda 1999 yılında iç borçlar 18 katrilyon liraya ulaşmış, dış borçlar 110 milyar doları bulmuştur. Faizlerin bütçe içindeki payı 1992 yılında 18,2 iken,1999 yılında %43'e çıkmıştır.1999 yılında sayıları 4600'ü bulan yabancı sermayeli şirketlerin Türkiye'de sayılarının hızla artması rastlantı değildir. Ülkede IMF politikaları ile gittikçe geriletilen ücretler ve baskı altına alınan işçi hak ve özgürlükleri onlara uygun ortam sağlamıştır.
IMF ne istiyor?
2000 yılında uygulanmaya başlayan istikrar programı uyarınca emeklilik yaşı yükseltildi, özelleştirmelere hız verildi, ücret artışları enflasyonun altında tutuldu, en adaletsiz vergiler artırıldı, ek vergiler koyuldu. Önümüzdeki yıllarda da kıdem tazminatlarının kaldırılması, en kârlı KİT'lerin satılması, büyük kamu bankalarının özelleştirilmesi, çiftçilere devlet desteğinin kaldırılması, sosyal güvenliğin özel sektöre açılması, SSK hastanelerinin ticari işletmelere dönüştürülmesi planlanıyor.
IMF'nin ısrarla istediği özelleştirmeler bizleri daha da yoksullaştırıyor, güçsüzleştiriyor. Bugüne değin özelleştirilen 128 kuruluşta çalışan sendikalı her 10 işçiden 8'i işten atıldı, bu işyerlerinde sendikasızlaştırma oranı yüzde 72 oldu. Özelleştirmeler nedeniyle toplam 400 bin işçi işinden oldu.
Gelir dağılımı
Türkiye'nin en zengin 650 bin kişisinin gelirleri 30 milyon kişinin gelirleri toplamından daha fazla. İki grup arasındaki 236 katlık bir gelir uçurumu var.1994'de DİE'nin yaptığı araştırmaya göre nüfusun en alttaki yüzde 20'lik bölümünün toplam gelirden aldığı pay yüzde 4.9 iken en üstteki yüzde 20'lik bölümün payı yüzde 54.9. Uzmanların hepsi bu eşitsizliğin son 7 yılda daha da arttığı görüşünde.
Faiz bütçesi
Bizlerden 2001 yılında toplanacak vergiler yine faiz ödemeleri olarak kullanılarak bankacılara aktarılacak. Devlet bütçesinden harcanan her üç liranın bir lirasından fazlası faiz ödemeleri için kullanılacak. Bu para sağlık için harcanacak paranın 13, eğitim için harcanacak paranın 4.25 katı.
IMF'nin dostları kim?
IMF politikalarının uygulandığı bütün ülkelerde olduğu gibi ülkemizde de küçük bir azınlık çok mutlu. Borçların, yoksulluğun, işsizliğin artması onları etkilemiyor, tam tersine uygulanan bu politikalar nedeniyle hızla devasa bir zenginliğe ulaşıyorlar. Bundan 20 sene önce sıradan bir zengin olan Mehmet Emin Karamehmet (Çukurova Holding, Yapı Kredi, Türkcell'in sahibi) bugün dünyanın en zengin 29'uncu kişisi olarak Bill Gates'le yarışıyor. Sakıp Sabancı (52'inci) , Rahmi Koç (82'inci) ve Ayhan Şahenk (132'inci) dolar milyarderleri listesinin ön sıralarına doğru tırmanıyorlar. IMF politikaları büyük bir çoğunluğu yoksullaştırırken bir avuç yönetici ve patronun ceplerini dolduruyor.
Türkiye bugüne kadar toplam 18 Standby anlaşması yaptı. Son Stand-by anlaşmasından sonra IMF'ye döret kez niyet mektubu verildi. Bu mektuplarda neyin ne zaman yapılacağı taahhüt edildi. Örneğin 18.12.2000 tarihli niyet mektubunda hükümet;
· Telekomun %33,5'nun özelleştirme ihalesinin duyurusunun 14 Aralık 2000 tarihinde yapılacağı ve Mayıs 2001 tarihinde kazanan şirketin açıklanacağı,
· THY'nin hissesinin %51'inin satışının Mart 2001 tarihine kadar tamamlanacağı,
· Elektrik sektörünün yabancı sermayeye tümden açacak olan 'Elektrik Piyasası Kanunu'nun,14 Aralık 2000 tarihine kadar meclise sunulup, Ocak ayında bu yasanın çıkarılacağı,
· Tekelin özelleştirilmesini sağlayacak yasanın Şubat ayında çıkarılacağı,
· Kamu Bankalarının özelleştirme stratejilerinin Kasım 2000 ayına kadar oluşturulacağı
sözünü verdi.
Aralık 1999'da imzalanan son Stand-by anlaşmasının üzerinden daha bir yıl geçmişken, mali durumu düzelteceği ilan edilen bu politikalar ülkeyi çok ağır bir kriz içine soktu.19 Şubat 2001'de meydana gelen bu kriz sonucunda, emeği ile yaşayanların yaşama hakkından %50 çalındı, hükümet, işverenler ve medya tarafından yere-göğe sığdırılamayan ekonomik program yerle bir oldu.
Hükümet şimdi, Dünya Bankası'ndan atadığı bir uzmanın hazırladığı 'ulusal program'la herşeyi düzelteceğini iddia ediyor ve toplumdan destek istemeye devam ediyor.
IMF ile hazırlanan ve 'ulusal' olduğu öne sürülen 'yeni' ekonomik program daha önceden saptanan tüm hedefleri yeniden düzenliyor. Yeni programın hedeflediği enflasyan rakamı % 45 / 49,7. Ulusal gelirin %2 küçülmesini öngören program, kamuda küçülmeyi de beraberinde getiriyor. Bu programa göre;
- Ek Bütçe çıkarılacak
- Memurlara enflasyon farkı oluştukça zam verilecek
- Kamu işçisi enflasyon hedefinin altında zamlara razı edilecek
- Kamu bankaları tek bir çatı altında toplanıp, kısa sürede özelleştirmeye çalışılacak
- Kamuda resen emeklilik ve erken emeklilikler yapılacak
- KİT'lerde personel sayısı azaltılacak
- Telekom'un %51'inin blok, kalanının halka arz ve çalışanlara satılması yoluyla, tamamının satılması için yasal değişiklik yapılacak
- THY, Tekel, Şeker Fabrikaları gibi, Özelleştirme İdaresi Başkanlığı'nın sorumluluğunda bulunan kamu kuruluşlarının özeleştirilmesi hızla tamamlanacak
Görüldüğü gibi program ne 'yeni', ne de 'ulusal'.
KAYNAK: Enerji Yapı Yol Sendikasının Web Sitesi. http://www.eyysen.org.tr
65.122.110.233/webs/ekonomi/referanslar.asp
imf
29.08.2003 - 15:59Gelişmekte olan ülkeler ve IMF
Muhammet Akdiş
Bilindiği gibi IMF,1944 yılında Amerika'nın New Hampshire eyaletinin Bretton Woods kasabasında toplanan, kasaba ile aynı adı taşıyan uluslararası konferansın sonucunda kurulmuş iki kurumdan (diğeri Dünya Bankası) birisidir. Kuruluşunu takip eden yıllardan itibaren de uluslararası parasal işbirliği, döviz kurlarının istikrarı, dünya ekonomileri üzerindeki gözetim, denetim, teknik ve parasal yardım işlevlerini sürdürmektedir.
IMF'nin gelişmekte olan ekonomilere yönelik politika önerileri ve stand-by anlaşmasına ön şart koyduğu ekonomik tedbirler ise uzun zamandan beri tartışılmaktadır. Bu tartışmalar özellikle 1997 yılında gerçekleşen Güneydoğu Asya krizinden sonra daha yüksek sesle ifade edilmeye başlanmıştır. Çünkü reel ekonomilerinde hiçbir sorunları olmayan ve IMF'nin de övgülerine muhatap olan bu ekonomiler, hiçbir öngörü ve ikaz olmadığı halde krize yakalanmışlardır. IMF yönünden işin daha vahimi ise, gözetleme ve uyarma görevini zamanında yapmayan IMF'nin, kriz olduktan sonraki bütün politikalarının krizdeki ülkeleri değil, bu ülkelere para yatıran yabancı yatırımcıları korumaya yönelik olmasıdır.
Güneydoğu Asya krizini takip eden Rusya krizi, Brezilya krizi ile yakın zamanlarda ortaya çıkan Arjantin krizi de IMF öneri ve politikalarının daha şiddetle eleştirilmesine yol açmıştır. Özellikle Dünya Bankası eski başdanışmanlarından Nobel ödüllü Joseph Stiglitz'in IMF'yi hastalarını tek tek öldüren doktora benzetmesi ilginçtir. Aynı iktisatçı IMF telkinlerinin ülkedeki baş aşağıya gidişi hızlandırmaktan öteye bir anlam taşımadığını da belirtmektedir. ABD'li ünlü ekonomi dergisi Forbes'ın uluslararası finans yazarı ve Türkiye'deki krizi üç ay önceden bilen iktisatçı olarak tanınan Prof. Steve Hanke de, Türkiye'nin IMF politikaları ile değil, kendi politikaları ile kurtulacağını ifade etmektedir.
Benzer bir yaklaşım da yine Harvard Üniversitesi Öğretim Üyesi ve Merkez Bankası eski danışmanı olan Prof. Dani Rodrik'ten gelmektedir. Rodrik, 'Gelişmekte olan ülkelerdeki IMF reçeteli liberal ekonomi modellerinin verimli olmadığını gördük. Büyümeyi sağlamak kolay değil. Yapısal reformlar gerekiyor. Ekonomik canlanma olmadan makro ekonomik dengeler yerine oturmaz. Türkiye sadece IMF reçetelerini uygulamak değil, kendi çözümlerini bulmalı.' demektedir. Aynı düşünceler 1997 yılında büyük bir kriz geçiren ve şu anda toparlanma sürecinde olan Güney Kore, Endonezya, Malezya yetkililerince de ifade edilmektedir. IMF politikalarını harfiyen uygulayan Türkiye'deki 22 Kasım ve 21 Şubat krizleri, bu krizler sonrasında uygulamaya sokulan ve önceki ile tamamen ters politikalar, yani sabit kurdan dalgalı kura geçiş, şu andaki kırılgan yapı, geçmişteki 17 stand-by düzenlemesi, IMF politikalarının ülkemizdeki başarısı konusunda da yeterli güveni vermemektedir. Bu eleştiriler arasında IMF'nin ABD politikalarının uygulayıcısı konumuna geldiğini ve uluslararası finansal sistemin gözetleyicisi ve düzenleyicisi konumundan uzaklaştığını söyleyen görüşler de bulunmaktadır. Özellikle IMF'nin kuruluş aşamasında tartışılan 'Keynes Planı'nın önericisi meşhur J.M. Keynes'in IMF ve Dünya Bankası'nın Washington'da kurulmasına karşı çıkarak bunların New York'ta kurulmasını istediğine işaret edilmektedir. Keynes'e göre eğer bu kurumlar Washington'da kurulacak olursa uluslararası kuruluş olma fonksiyonlarını zaman içinde yitirecekler ve Amerikan yönetiminin bağlı kuruluşları haline geleceklerdir. Amerikan Hazine Bakanı Vinson da 'Hayır, ABD'nin öngörüsü de, bu kuruluşlar esas New York'ta kurulurlarsa uluslararası finans çevrelerinin etkisinde kalırlar ve beklenen fonksiyonlarını icra edemezler.' noktasındadır. Ancak geçen zaman nerede ise Keynes'i haklı çıkarma durumuna gelmiştir.
Peki IMF neden çok tenkit edilen politika ve uygulamalarını bütün dünyada aynı kararlılıkla sürdürmektedir? Pek çok ülkede başarısız olmasına rağmen kendi politikalarını gözden geçirme gereği duymamaktadır? Bunun en önemli sebebi IMF'nin konumu ile ilgilidir. IMF, ülkelerin kalkınmasından sorumlu bir kuruluş değildir. Onun amacı ülkeye verdiği kredilerin ödenmelerini sağlamak ve garantörlük yaptığı uluslararası fonların geri dönüşlerinde problemlerle karşılaşılmasını önlemektir. Bu da bir ülkenin büyümesi ile değil, küçülmesi ile gerçekleşmektedir. Yani büyüyen ekonomi kaynak tüketir, açıkçası para yer; küçülen ekonomi ise tasarruf yapar ve borç öder. Bu nedenle de IMF ülkelerin kemer sıkmasını, talebi bastırmasını, küçülmesini ister. Ancak bu geçici bir durumdur. Çünkü, üretimi artmayan, reel geliri yükselmeyen bir ekonominin uzun dönemde borçlarını da ödemesi mümkün değildir.
Görüldüğü gibi ülkelerin kalkınma talebi ile IMF'nin borçların geriye dönüşünü sağlama düşüncesi birbiri ile örtüşmemektedir. Bu nedenle 18. stand-by ile ilgili teftişlerin yapıldığı şu günlerde ülke tercihleri ile IMF tercihlerinin optimalinin yakalanmasına çalışılması gerekmektedir. Büyümenin eksi % 9'lara indiği, kayıtlı işsizliğin % 8,5'lere çıktığı, ihracatın can çekiştiği, bütçe açığının büyüdüğü ve ekonominin gaz sıkışmasına uğradığı bir dönemde enflasyonla mücadele ve yapısal düzenlemelerle ilgili tüm kazanımları geri döndürecek bir süreç ne kadar yanlış olacaksa, IMF taleplerine kesin ve tartışmasız bağlılık da o derece yanlış olacaktır. IMF'nin katı politikalarında yumuşama gerçekleştirememek ileride hazin sonuçlar da doğurabilecektir.
http://www.zaman.com.tr/2002/05/26/yorumlar/yorum2.htm
ilm-i ledun
29.08.2003 - 15:32KÂNÛNİ SULTAN SÜLEYMÂN HAN
ve YAHYÂ EFENDİ MENKIBESİ
Kânûnî Sultan Süleymân Han, Yahyâ Efendi'nin bir evliya mürşid olduğunu, Hızır Aleyhisselâm ile görüştüğünü bilir, kendisini de görüştürmesini istermiş.
Bir gün Yahyâ Efendi ve Kânûnî, kayıkla Boğaz'da gezmeye çıkmışlar. Yahyâ Efendi yanında bir ahbâbı ile gelip kayığa binmiş. Birlikte giderlerken, Yahyâ Efendi'nin ahbâbı, devamlı Kânûnî'nin parmağındaki çok kıymetli bir yüzüğe bakıyormuş. Kânûnî bu hâli fark edince, parmağındaki yüzüğü çıkarıp; 'Buyurun, daha yakından iyice bakıp inceleyebilirsiniz' diye uzatmış. O zât yüzüğü alıp, evirip çevirdikten sonra, denize atıvermiş. Yahyâ Efendi hâriç, kayıkta bulunanlar çok hayret etmişler. Bir müddet gittikten sonra, o zât inmek istediğini bildirince, kayık kıyıya yanaşmış. O zât ineceği sırada denizden bir avuç su alıp Sultân'a uzatmış. Avucundaki suda, biraz önce denize attığı yüzük varmış. Yahyâ Efendi hâriç, kayıkta bulunan herkes yine çok hayrete düşmüşler. Kânûnî elini uzatıp yüzüğü alınca, adam birdenbire gözden kayboluvermiş. Kânûnî, Yahyâ Efendi'ye dönerek; 'Ağabey, neler oluyor? ' diye sormuş; 'O gördüğünüz Hızır Aleyhisselâm idi' cevâbını vermiş Yahyâ Efendi. Kânûnî bunun üzerine; 'Bizi niye tanıştırmadınız? ' diye sorunca, Yahyâ Efendi şöyle cevap vermiş; 'O kendini tanıttı; ama siz tanımakta geç kaldınız'.
kaynak:65.122.110.233/webs/osm/osm_hikayeler.shtml
Toplam 149 mesaj bulundu